SÖZLER – Altıncı Söz (52-56)

52

Altıncı Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 اِنَّ اللهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ * 1

NEFİS VE MALINI Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] satmak ve Ona abd [köle] olmak ve asker olmak ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciği dinle:

Bir zaman bir padişah, raiyetinden [halk] iki adama, herbirisine emaneten birer çiftlik verir ki, içinde fabrika, makine, at, silâh gibi herşey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan hiçbir şey kararında kalmaz; ya mahvolur veya tebeddül [başkalaşma, değişme] eder, gider. Padişah, o iki nefere, [asker] kemâl-i merhametinden, [merhametin mükemmelliği] bir yaver-i ekremini [çok değerli, yüksek rütbeli memur] gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu:

“Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır; pek büyük bir fiyat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki aletler benim namımla ve benim destgâhımda [iş yeri] işlettirilecek; hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâtını [giderler] tedarik edemezsiniz. Bütün masarifatı [masraflar, giderler] ve levâzımatı, [gerekli olan şeyler] ben deruhte [üstüne almak] ederim. Bütün varidatı [gelirler] ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat [askerliğin bitişiyle salıverilme] zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr!

“Eğer bana satmazsanız, zaten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhafaza edemiyor. Herkes gibi elinizden çıkacak. Hem beyhude gidecek; hem o yüksek fiyattan mahrum kalacaksınız. Hem o nazik, kıymettar aletler, mizanlar, [ölçü] istimal  [çalıştırma, vazifelendirme]

53

edilecek şahane madenler ve işler bulmadığından, bütün bütün kıymetten düşecekler. Hem idare ve muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. Hem emanette hıyanet cezasını göreceksiniz. İşte beş derece hasâret [zarar] içinde hasâret! [zarar]

“Hem de bana satmak ise, bana asker olup benim namımla tasarruf etmek demektir. Adi bir esir ve başıbozuğa bedel, âli [yüce] bir padişahın has, serbest bir yaver-i askeri [önemli, gözde asker] olursunuz.”

Onlar şu iltifatı ve fermanı dinledikten sonra, o iki adamdan aklı başında olanı dedi: “Başüstüne! Ben maaliftihar [iftiharla, memnuniyetle] satarım, hem bin teşekkür ederim.”

Diğeri mağrur, nefsi firavunlaşmış, hodbin, [bencil] ayyaş, güya ebedî o çiftlikte kalacak gibi dünya zelzele ve dağdağalarından [gürültü, dehşet verici] haberi yok, dedi: “Yok yok, padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam.”

Biraz zaman sonra birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki, herkes haline gıpta ederdi. Padişahın lûtfuna mazhar [erişme, nail olma] olmuş; has sarayında saadetle yaşıyor. Diğeri öyle bir hale giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olmuş ki, herkes ona acıyor, hem “Müstehak!” diyor. Çünkü hatasının neticesi olarak, hem saadeti ve mülkü gitmiş, hem ceza ve azap çekiyor.

İşte, ey nefs-i pürheves! [heveslerinin peşinde koşan nefis] Şu misalin dürbünüyle hakikatin yüzüne bak. Amma o padişah ise, Ezel-Ebed Sultanı [başlangıcı ve sonu olmayıp bütün zamanlara egemen olan Allah] olan Rabbin, Hâlıkındır. [her şeyi yaratan Allah] Ve o çiftlikler, makineler, aletler, mîzanlar [denge, ölçü] ise, senin daire-i hayatın [hayat alanı] içindeki mâmelekin [sahip olunan herşey] ve o mâmelekin [sahip olunan herşey] içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zahirî ve batınî hasselerindir. [duyu] Ve o yaver-i ekrem [çok değerli, yüksek rütbeli memur] ise, Resul-i Kerîmdir. [Allah’ın çok şerefli ve değerli elçisi Hz. Muhammed (a.s.m.)] Ve o ferman-ı ahkem [sağlam esaslar içeren buyruk] ise, Kur’ân-ı Hakîmdir [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ki, bahsinde bulunduğumuz ticaret-i azîmeyi [büyük ticaret] şu âyetle ilân ediyor:

اِنَّ اللهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ * 1

54

Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki, durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: “Madem herşey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak. Acaba bâkîye tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edip ibkà [bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme] etmek çaresi yok mu?” deyip düşünürken, birden semâvî sadâ-yı Kur’ân [Kur’ân’ın sesi] işitiliyor. Der:

“Evet, var. Hem beş mertebe kârlı bir surette, güzel ve rahat bir çaresi var.”

Sual: Nedir?

Elcevap: Emaneti sahib-i hakikîsine satmak. İşte o satışta beş derece kâr içinde kâr var.

Birinci kâr: Fânî mal bekà bulur. Çünkü Kayyûm-u Bâkî [devamlı hayat sahibi olan ve herşeyi her an ayakta tutan Allah] olan Zât-ı Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] verilen ve Onun yolunda sarf edilen şu ömr-ü zâil, bâkîye inkılâb [değişim, devrim] eder, bâkî meyveler verir. O vakit ömür dakikaları, adeta tohumlar, çekirdekler hükmünde, zahiren fena bulur, çürür; fakat âlem-i bekàda [devamlı ve kalıcı âlem] saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler [başak] ve âlem-i berzahta [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] ziyâdâr, [ışıklı, nurlu] mûnis [cana yakın] birer manzara olurlar.

İkinci kâr: Cennet gibi bir fiyat veriliyor.

Üçüncü kâr: Her âzâ ve hasselerin [duyu] kıymeti birden bine çıkar. Meselâ akıl bir alettir. Eğer Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş’um [kötü] ve müz’iç [rahatsız eden] ve muacciz [rahatsız edici] bir alet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinanesini [hüzün veren elemler, acılar] ve gelecek zamanın ehvâl-i muhavvifanesini [dehşetli korkular] senin bu biçare başına yükletecek; yümünsüz [uğur, bereket] ve muzır [zararlı] bir alet derekesine [aşağı derece] iner. İşte bunun içindir ki, fâsık [günahkâr] adam, aklın iz’aç [sıkıntı, rahatsızlık] ve tacizinden kurtulmak için, galiben [çoğunlukla] ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikîsine [her şeyin gerçek sahibi olan Allah] satılsa ve Onun hesabına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] müheyya [hazırlanmış] eden bir mürşid-i Rabbânî [Allah’a yönelten yol gösterici] derecesine çıkar.

Meselâ göz bir hassedir [duyu] ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, geçici, devamsız bazı

55

güzellikleri, manzaraları seyirle şehvet ve heves-i nefsaniyeye [nefsin yasak arzu ve istekleri] bir kavvad [kötü ve çirkin işler için yol gösterici] derekesinde [aşağı derece] bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine [herşeyi gören ve sanatla yaratan Allah] satsan ve Onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın [büyük kâinat kitabı] bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mucizât-ı san’at[sanat mucizeleri] Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz [yer küre, dünya] bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.

Meselâ dildeki kuvve-i zâika[tad alma duyusu] Fâtır-ı Hakîmine [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına [ahır] ve fabrikasına bir kapıcı derekesine [aşağı derece] iner, sukut [alçalış, düşüş] eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîme [bütün varlıkların ihtiyaçları olan rızıklarını veren, sınırsız ikram ve cömertlik sahibi Allah] satsan, o zaman dildeki kuvve-i zâika, [tad alma duyusu] rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri [becerikli gözlemci] ve kudret-i Samedâniye [herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın kudreti] matbahlarının [mutfak] bir müfettiş-i şâkiri [şükreden denetleyici] rütbesine çıkar.

İşte, ey akıl, dikkat et! Meş’um [kötü] bir alet nerede, kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvad [kötü ve çirkin işler için yol gösterici] nerede, kütüphane-i İlâhînin [İlâhi kütüphane, kâinat] mütefennin [bilgili, fen ilimlerine sahip] bir nâzırı nerede? Ve ey dil, iyi tat! Bir tavla [ahır] kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazine-i hassa-i rahmet nâzırı [İlahi rahmetin çok özel hazinelerinin gözlemcisi] nerede?

Ve daha bunlar gibi başka aletleri ve âzâları kıyas etsen anlarsın ki, hakikaten mü’min Cennete lâyık ve kâfir Cehenneme muvafık bir mahiyet kesb [elde etme, kazanma] eder. Ve onların herbiri öyle bir kıymet almalarının sebebi, mü’min imanıyla Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] emanetini Onun namına ve izni dairesinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmesidir. Ve kâfir hıyanet edip nefs-i emmâre [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] hesabına çalıştırmasıdır.

Dördüncü kâr: İnsan zayıftır; belâları çok. Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir; hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır. Semeresiz [meyve] meşakkatler, elemler, teessüfler [eseflenme, üzülme] onu boğar. Ya sarhoş ya canavar eder.

Beşinci kâr: Bütün o âzâ ve aletlerin ibadeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri,

56

en muhtaç olduğun bir zamanda Cennet yemişleri suretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve keşif [iman hakikatleri kendilerine açılan ve bu hakikatlerin zevkine erişen kimseler] ve ehl-i ihtisas [sahasında uzman olan kimseler] ve müşahede ittifak etmişler.

İşte bu beş mertebe kârlı ticareti yapmazsan, şu kârlardan mahrumiyetten başka, beş derece hasâret [zarar] içinde hasârete [zarar] düşeceksin.

Birinci hasâret: [zarar] O kadar sevdiğin mal ve evlât ve perestiş [aşırı derece sevme] ettiğin nefis ve hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve meftun [aşık] olduğun gençlik ve hayat zayi olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.

İkinci hasâret: [zarar] Emanete hıyanet cezasını çekeceksin. Çünkü en kıymettar aletleri en kıymetsiz şeylerde sarf edip nefsine zulmettin.

Üçüncü hasâret: [zarar] Bütün o kıymettar cihazât-ı insaniyeyi [insanın cihazları, duyu ve organları] hayvanlıktan çok aşağı bir derekeye [aşağı derece] düşürüp hikmet-i İlâhiyeye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] iftira ve zulmettin.

Dördüncü hasâret: [zarar] Acz ve fakrınla beraber, o pek ağır hayat yükünü zayıf beline yükleyip zevâl [batış, kayboluş] ve firak [ayrılık] sillesi [tokat] altında daim vâveylâ [çığlık, feryad] edeceksin.

Beşinci hasâret: [zarar] Hayat-ı ebediye [sonsuz âhiret hayatı] esasatını [esaslar] ve saadet-i uhreviye [âhiret hayatındaki mutluluk] levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] tedarik etmek için verilen akıl, kalb, göz, dil gibi güzel hediye-i Rahmâniyeyi, [sonsuz rahmet sahibi Allah’ın hediyesi] Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir surete çevirmektir.

Şimdi satmaya bakacağız. Acaba o kadar ağır birşey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar?

Yok, kat’a [kesinlikle] ve asla! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi [yeterli] gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye [Allah’ın zorunlu kıldığı görevler, farzlar] ise hafiftir, azdır. Allah’a abd [köle] ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar [af dileme] etmeli.

Yâ Rab, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin” demeli ve Ona yalvarmalı.