ASÂ-YI MÛSÂ – Birinci Kısım -2 (74-123)

74

Dokuzuncu Mesele

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَا اُنْزِلَ إِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ اٰمَنَ بِاللهِ وَمَلٰۤئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَنُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْ رُسُلِهِ… * 1

ilâ âhiri’l-âye… [sonuna kadar]

Bu âyet-i ecma’ ve âlâ ve ekberin bir küllî ve uzun nüktesini [derin anlamlı söz] beyan etmeye, bir dehşetli mânevî suâl ve bir azametli ve İlâhî [Allah tarafından olan] bir nimetin inkişafından [açığa çıkma] neş’et [doğma] eden bir hal sebebiyet verdiler. Şöyle ki:

Mânen ruha geldi: Neden bir cüz-ü hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir olur ve kabul etmeyen Müslüman olmaz? Halbuki, Allah ve âhirete iman, birer güneş gibi o karanlığı izale [giderme] etmek lâzım geliyor. Hem neden bir rükün [esas, şart] ve hakikat-i imaniyeyi [iman gerçeği] inkâr eden mürted [dinden çıkan] olur, küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] düşer ve kabul etmeyen İslâmiyetten çıkar? Halbuki sair erkân-ı imaniyeye [iman esasları] imanı varsa, onu küfr-ü mutlaktan [her açıdan inkârcılığa düşmek] kurtarmak lâzım geliyor.

Elcevap: İman, altı rüknünden [esas, şart] çıkan öyle bir vahdânî [bir tek elden çıkan, bir tek zâtı gösteren] hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî [bölünme, parçalanma] kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam [bölünebilir, kısımlara ayrılabilir] olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, [imanın şartı, esası] kendini ispat eden hüccetleriyle, [delil] sair erkân-ı imaniyeyi [iman esasları] ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam [en büyük delil] olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, [esas, şart] belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez. Belki adem-i kabul [kabul etmeme] perdesi altında gözünü kapamakla, bir küfr-ü inadî [gerçekleri görmek istememe, inattan kaynaklanan küfür] yapabilir.

75

Git gide küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] düşer, insaniyeti mahvolur; hem maddî, hem mânevî Cehenneme gider. İşte biz bu makamda, gayet muhtasar [kısa] işaretlerle ve Meyve Risalesinde [On Birinci Şuâ] haşrin ispatında, sair erkân-ı imaniye [iman esasları] haşri de ispat ettiklerini kısacık hülâsalarla [esas, öz] beyanı gibi, bu makamda dahi mücmel [kısa, kısaca] fezleke [hülasa, öz] ve muhtasar [kısa] hülâsalarla, [esas, öz] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inâyetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] bu nükte-i âzam [büyük ince ve anlamlı söz] Altı Noktada beyan edilecek.

BİRİNCİ NOKTA

İman-ı billâh, kendi hüccetleriyle [delil] hem sair rükünlerini, [esas, şart] hem iman-ı bil’âhireti [“âhiret gününe iman”] ispat eder ki, Meyve Risalesinin [On Birinci Şuâ] Yedinci Meselesinde güzelce göstermiş. Evet, bu hadsiz kâinatı bir saray, bir şehir, bir memleket gibi bütün levazımıyla idare eden ve mizan [ölçü] ve intizam dairesinde çeviren ve hikmetlerle değiştiren ve zerrâtı [atomlar] ve seyyârâtı [gezegenler] ve sinekleri ve yıldızları birer muntazam ordu gibi beraber techiz ve idare eden ve emir ve iradesi dairesinde mütemadiyen bir ulvî manevra içinde talim ve tavzifatla [görevlendirme] faaliyete ve seyir ü cevelâna [akma, dolaşma] ve ubudiyetkârâne [kulluk yaparcasına] bir resm-i küşada ve seyahate getiren ezelî ve bâki bir saltanat-ı rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] ve ebedî ve daimî bir hâkimiyet-i ulûhiyet, [Allah’ın sınırsız egemenliği] hiç mümkün müdür ve hiç akıl kabul eder mi ve hiçbir ihtimal var mı ki, o ebedî ve sermedî [daimi, sürekli] ve bâki ve daimî saltanatın bâki bir makarrı [kalınacak yer, merkez] ve daimî bir medarı [kaynak, dayanak] ve sermedî [daimi, sürekli] bir mazharı olan dâr-ı âhiret [âhiret âlemi] olmasın? Bin defa hâşâ!

Demek Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] saltanat ve rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve—Yedinci Meselede beyan edildiği gibi—ekser isimleri ve vücub-u vücudunun [Allah’ın varlığının zorunlu olması] hüccetleri, [delil] âhirete şehadet ederler ve isterler. Ve bu kutb-u imanî [imanın kutbu, esası] ne kadar kuvvetli bir nokta-i istinadı [dayanak noktası] var; gör, bil, görür gibi inan.

76

Hem nasıl iman-ı billâh [Allah’a iman] âhiretsiz olmaz; öyle de, Onuncu Sözde kısa işaretlerle beyan edildiği gibi, hiçbir cihette mümkün müdür ve hiç akıl kabul eder mi ki, ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] ve mâbudiyetin [ibadet edilen] tezahürü için bu kâinatı öyle bir mücessem [cisimleşmiş] kitab-ı Samedânî [herşey Allah’a muhtaç olduğu halde, Allah’ın ise hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösteren kitap] ki, her sahifesi bir kitap kadar ve her satırı bir sahife kadar mânâları ifade eder ve öyle cismânî bir Kur’ân-ı Sübhânî ki, herbir âyet-i tekvîniyesi [maddî alemde gözle görülen âyet] ve herbir kelimesi, hattâ herbir noktası, herbir harfi birer mu’cize hükmündedir ve öyle muhteşem ve içi hadsiz âyâtla ve mânidar nakışlarla [işleme] tezyin [süsleme] edilmiş bir mescid-i Rahmânîdir ki, herbir köşesinde bir tâife, bir nevi ibadet-i fıtriye ile iştigal [meşgul olma, uğraşma] eder bir şekilde halk eden bir Allah, bir Mâbud-u Bilhak, o kitab-ı kebîrin [büyük bir kitabı andıran kâinat] mânâlarını ders verecek üstadları ve o Kur’ân-ı Samedânînin âyetlerini tefsir edecek müfessirleri [açıklayan, yorumlayan] elçi olarak göndermesin ve o mescid-i ekberde [(en) büyük mescid] hadsiz tarzlarda ibadet edenlere imamları tayin etmesin ve o üstadlara ve müfessirlere [açıklayan, yorumlayan] ve imamlara fermanları vermesin? Hâşâ, yüz bin hâşâ!

Hem cemâl-i rahmetini [Allah’ın rahmetinin güzelliği] ve hüsn-ü şefkatini ve kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] zîşuurlara [akıl ve şuur sahibi] göstermek ve onları şükre ve hamde sevk etmek için bu kâinatı öyle bir ziyafetgâh ve bir teşhirgâh [sergi yeri] ve öyle bir seyrangâh [gezi ve seyir yeri] ki, hadsiz çeşit çeşit, leziz nimetler ve gayet antika, hadsiz harika san’atlar içinde dizilmiş bir tarzda halk eden bir Sâni-i Rahîm [sonsuz şefkat ve merhamet sahibi, herşeyi san’atla yaratan Allah] ve Kerîm, [cömert, ikram sahibi] hiç mümkün müdür ve hiç akıl kabul eder mi ki, o ziyafetgâhtaki zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mahlûklarla [varlıklar] konuşmasın ve onlara o nimetlere mukàbil elçileri vasıtasıyla vazife-i teşekküriyeyi ve tezahür-ü rahmetine ve sevdirmesine karşı vazife-i ubudiyeti [kulluk görevi] bildirmesin. Hâşâ, binler hâşâ!

Hem hiç mümkün müdür: Bir Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] san’atını sever, beğendirmek ister, hattâ ağızların bin çeşit zevklerini nazara alması delâletiyle, takdir ve tahsinlerle [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme]

77

karşılanmak arzu eder ve herbir san’atıyla kendini hem tanıttırmak, hem sevdirmek, hem bir çeşit mânevî cemâlini göstermek ister bir tarzda bu kâinatı antika san’atlarla süslendirdiği halde kâinattaki zîhayatın [canlı] kumandanları olan insanlara onların büyüklerinden bir kısmıyla konuşup elçi olarak göndermesin; güzel san’atları takdirsiz ve fevkalâde hüsn-ü esmâ[İlâhî isimlerin güzelliği] tahsinsiz [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve tanıttırması ve sevdirmesi mukabelesiz [karşılıksız] kalsın? Hâşâ, yüz bin hâşâ!

Hem bütün zîhayatın [canlı] ihtiyacat-ı fıtriyeleri için dualarına ve hâl [çözüm] diliyle edilen bütün ilticalara ve arzulara vakti vaktine, kast ve ihtiyar ve iradeyi gösterir bir tarzda hadsiz in’âmlarıyla [nimetlendirme] ve nihayetsiz ihsanatıyla [bağış] fiilen ve halen sarih [açık] bir surette konuşan bir Mütekellim-i Alîm, [gizli ve âşikâr her şeyi bilen ve kendi Zâtına lâyık şekilde konuşan Allah] hiç mümkün müdür, hiç akıl kabul eder mi, en cüz’î [ferdî, küçük] bir zîhayat [canlı] ile fiilen ve halen konuşsun ve tam derdine derman yetiştiren ihsanıyla [bağış] derdini dinlesin ve ihtiyacını görsün ve bilsin; ve bütün kâinatın en müntehap [seçilmiş] neticesi ve arzın halifesi [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] ve ekser mahlûkat-ı arziyenin [dünyadaki varlıklar] kumandanları olan insanların mânevî reisleriyle görüşmesin? Onlarla, belki her zîhayatla [canlı] fiilen ve halen konuştuğu gibi, onlarla kavlen [söz] ve kelâmen konuşmasın ve onlara fermanları ve suhuf [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] ve kitapları göndermesin? Hâşâ, hadsiz hâşâ!

Demek, iman-ı billâh, [Allah’a iman] kat’iyetiyle ve hadsiz hüccetleriyle [delil] ve bikütübihî [kitaplara] ve rusülihî, yani peygamberlere ve mukaddes kitaplara imanı ispat eder.

Hem hiç bir cihet-i imkânı [mümkün olma yönü] var mı ve hiç akıl kabul eder mi ki, bütün masnuatıyla [san’at eseri] kendini tanıttırana ve sevdirene ve teşekküratı [teşekkürler] fiilen ve halen isteyene mukàbil, kâinatı velveleye veren hakikat-i Kur’âniye [Kur’ân gerçeği] ile Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] o San’atkârı ekmel [daha mükemmel] bir tarzda tanıyıp ve tanıttırıp ve sevip ve sevdirip ve teşekkür edip ve ettirip ve Sübhânallah, Elhamdü lillâh, Allahu ekber’lerle küre-i arzı [yer küre, dünya] semâvâta işittirecek derecede konuşturup ve kara ve denizleri cezbeye getirecek bir

78

vaziyetle, bin üç yüz sene zarfında nev-i beşerin kemiyeten [sayıca, nicelik itibariyle] beşten birisini ve keyfiyeten ve insaniyeten yarısını arkasına alıp o Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] bütün tezahürat-ı rububiyetine geniş ve küllî bir ubudiyetle [Allah’a kulluk] mukabele [karşılama; karşılık verme] eden ve bütün makàsıd-ı İlâhiyesine [Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler] karşı Kur’ân’ın sûreleriyle kâinata ve asırlara bağıran, ders veren, dellâllık [davetçi, ilan edici] eden ve nev-i insanın [insan türü, insanlık] şerefini ve kıymetini ve vazifesini gösteren ve bin mu’cizatıyla tasdik edilen Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, en müntehap [seçilmiş] mahlûku ve en mükemmel elçisi ve en büyük resûlü olmasın? Hâşâ ve kellâ, [asla] yüz bin defa hâşâ!

Demek, Eşhedû en lâ ilâhe illâllah hakikati, bütün hüccetleriyle [delil] ve eşhedû enne Muhammede’r-Resulullah hakikatini ispat eder.

Hem hiç imkân var mı ki, bu kâinatın Sânii, [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] mahlûkatını yüz bin dillerle birbiriyle konuştursun ve onların konuşmalarını işitsin ve bilsin ve kendisi konuşmasın? Hâşâ!

Hem hiç akıl kabul eder mi ki, kâinattaki makàsıd-ı İlâhiyesini [Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler] bir fermanla bildirmesin? Ve muammâsını açacak ve “Mahlûkat ne yerden geliyorlar? Ve ne yere gidecekler? Ve niçin böyle kàfile kàfile arkasında buraya gelip bir parça durup geçiyorlar?” diye üç dehşetli sual-i umumîye hakiki cevap verecek Kur’ân gibi bir kitabı göndermesin? Hâşâ!

Hem hiç mümkün müdür ki, on üç asrı ışıklandıran ve her saatte yüz milyon lisanlarda kemâl-i hürmetle [tam bir saygı] gezen ve milyonlar hâfızların kalblerinde kudsiyetiyle [kutsal, kusursuz ve yüce] yazılan ve nev-i beşerin keyfiyeten kısm-ı âzamını [büyük bir kısmı] kanunlarıyla idare eden ve nefislerini ve ruhlarını ve kalblerini ve akıllarını terbiye ve tezkiye [hatadan arındırma, temize çıkarma] ve tasfiye ve talim eden ve Risale-i Nur’da kırk vech-i i’cazı ispat edilen ve kırk taife ve tabaka-i nâsa ve her tabakaya karşı bir nevi i’câzını [mu’cize oluş] gösterdiği kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve

79

harikalı On Dokuzuncu Mektupta beyan olunan ve Muhammed aleyhissalâtü vesselâm bin mu’cizatıyla onun bir mu’cizesi olarak hak kelâmullah [Allah kelâmı] olduğu kat’î ispat edilen Kur’ân-ı Mucizü’l- Beyan, hiçbir cihette imkânı var mı ki, o Mütekellim-i Ezelî [ezelî kelâm sıfatına sahip olan ve konuşması, hiçbir varlığın konuşmasına benzemeyen Allah] ve o Sâni-i Sermedînin [zaman üstü ve yüce olmakla beraber her şeyi san’atla yaratan Allah] kelâmı ve fermanı olmasın? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ!

Demek, iman-ı billâh, [Allah’a iman] bütün hüccetleriyle, [delil] Kur’ân’ın kelâmullah [Allah kelâmı] olduğunu ispat ediyor.

Hem hiç mümkün müdür ki, zeminin yüzünü mütemadiyen zîhayatlarla [canlı] doldurup boşaltan ve kendini tanıttırmak ve ibadet ve tesbihat ettirmek için bu dünyamızı zîşuurlarla [akıl ve şuur sahibi] şenlendiren bir Sultan-ı Zülcelâl, [sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Sultan, Allah] semâvâtı ve yıldızları boş ve hâli [boş] bıraksın; onlara münasip ahâliyi yaratıp, o semâvî saraylarda iskân [yerleştirme, oturtma] etmesin ve saltanat-ı rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] en büyük memleketinde hademesiz, haşmetsiz, memursuz, elçisiz, yâversiz, nâzırsız, [gözlemcisiz] seyircisiz, âbidsiz, raiyetsiz [halk] bıraksın? Hâşâ, melekler sayısınca hâşâ!

Hem hiçbir cihette imkânı var mı ki, bu kâinatı öyle bir kitap tarzında yazar ki, herbir ağacın bütün tarihçe-i hayatını [hayat hikayesi] bütün çekirdeklerinde kaydeden ve herbir otun ve çiçeğin bütün vazife-i hayatiyesini [hayat görevi] bütün tohumlarında yazan ve herbir zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] bütün sergüzeşte-i [bir kimsenin başından geçen hâl ve olaylar] hayatiyesini hardal gibi küçük kuvve-i hafızasında [bellek, hafıza duyusu] gayet mükemmel yazdıran ve bütün mülkünde ve devâir-i saltanatında [saltanat daireleri] her ameli ve her hâdiseyi müteaddit [bir çok] fotoğraflarla alarak muhafaza eden ve rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] en ehemmiyetli bir esası olan adalet, hikmet ve rahmetinin tecellîleri ve

80

tahakkukları [gerçekleşme] için koca Cennet ve Cehennemi ve sırat [Cehennem üzerine kurulu olan ve Cennete gitmek için geçilmesi gereken köprü] ve mizan-ı ekberi [mahşer günü amellerin ölçüleceği büyük terazi] yaratan bir Hâkim-i Hakîm [herşeyi hikmetle yapan ve herşeye hükmeden] ve bir Alîm-i Rahîm, [herşeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan ve rahmetinin çok özel tecellîleri olan Allah] insanların kâinatı alâkadar eden amellerini yazdırmasın ve mücâzât [ceza] ve mükâfat için fiillerini kaydettirmesin ve seyyiat [günahlar] ve hasenatlarını kaderin levhalarında yazmasın? Hâşâ, kaderin Levh-i Mahfuzunda [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] yazılan harfleri adedince hâşâ!

Demek, iman-ı billâh [Allah’a iman] hakikatı, hüccetleriyle [delil] hem melâikeye [melekler] iman, hem kadere iman hakikatlerini dahi kat’î ispat eder. Güneş gündüzü ve gündüz güneşi gösterdiği gibi, imanın rükünleri [esas, şart] birbirini ispat ederler.

İKİNCİ NOKTA

Başta Kur’ân, bütün semâvî kitaplar ve suhuflar [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] ve başta Muhammed aleyhissalâtü vesselâm olarak, bütün peygamberler (aleyhimüsselâm), bütün dâvâları beş altı esas üzerine dönüyorlar, mütemadiyen o esasları ders vermeye ve ispat etmeye çalışıyorlar. Onların peygamberliklerine ve doğruluklarına şehadet eden bütün hüccetler [delil] ve deliller, o esaslara bakıyorlar. Onların hakkaniyetlerine kuvvet veriyorlar. O esaslar ise, iman-ı billâh [Allah’a iman] ve iman-ı bil’âhiret [“âhiret gününe iman”] ve sâir rükünlere [esas, şart] imandır.

Demek imanın altı rüknü [esas, şart] birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Herbirisi umumunu ispat eder, ister, iktiza [bir şeyin gereği] eder. O altı, öyle bir küll [bütün] ve küllîdir ki, tecezzî [bölünme, parçalanma] kabul etmez ve inkısamı [bölünme, kısımlara ayrılma] imkân hâricindedir. Nasıl ki, kökü göklerde tûbâ ağacı gibi, herbir dalı, herbir meyvesi, herbir yaprağı, o koca ağacın küllî, tükenmez hayatına dayanıyor. O kuvvetli ve güneş gibi zâhir o hayatı inkâr edemeyen, birtek muttasıl [bitişik] yaprağın hayatını inkâr edemez. Eğer etse, o ağaç, dalları ve meyveleri ve yaprakları sayısınca o münkiri [Allah’a inanmayan] tekzip edecek, susturacak. Öyle de, iman, altı rükünleriyle [esas, şart] aynı vaziyettedir.

Bu makamın başında, altı nokta ve herbir nokta dahi beş nükte [derin anlamlı söz] olarak altı erkân-ı imaniyeyi, [iman esasları] otuz altı nüktede [derin anlamlı söz] beyan etmek niyet edilmişti. Ve baştaki deh-

81

şetli suale izahatla cevap vermek murad etmiştim. Fakat bazı ârızalar meydan vermediler. Tahmin ederim ki, Birinci Nokta kâfi [yeterli] bir mikyas [ölçü] olmasından, daha, zekîlere ziyade izaha ihtiyaç kalmadı. Ve tam anlaşıldı ki, bir Müslüman bir hakikat-ı imaniyeyi [iman hakikatı, gerçeği] inkâr etse, küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] düşer. Çünkü, başka dinlerin icmallerine [kısaca, özet olarak] mukàbil İslâmiyette tam izahat verilmiş, rükünler [esas, şart] birbiriyle zincirlenmiş. Muhammed aleyhissalâtü vesselâmı tanımayan, tasdik etmeyen bir Müslüman, Allah’ı da sıfâtıyla daha tanımaz ve âhireti bilmez. Bir Müslümanın imanı o kadar kuvvetli ve sarsılmaz hadsiz hüccetlere [delil] dayanıyor ki, inkârda hiçbir özür kalmıyor, âdeta akıl kabulde mecbur oluyor.

ÜÇÜNCÜ NOKTA

Bir zaman Elhamdü lillâh dedim, onun hadsiz geniş mânasına mukàbil gelecek bir nimet aradım. Birden bu cümle hatıra geldi:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَى اْلاِيمَانِ بِاللهِ، وَعَلٰى وَحْدَانِيَّتِهِ، وَعَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ وَعَلٰى صِفَاتِهِ، وَاَسْمَۤائِهِ، حَمْدًا بِعَدَدِ تَجَلِّيَاتِ اَسْمَۤائِهِ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ * 1

Ben de baktım, tam mutabıktır. Şöyle ki: ………

ba

82

Onuncu Mesele

 Emirdağ Çiçeği

Kur’ân’da olan tekrarata [tekrarlar] gelen itirazlara karşı gayet kuvvetli bir cevaptır.

 Aziz, sıddık kardeşlerim,

Gerçi bu Mesele, perişan vaziyetimden müşevveş [dağınık, karışık] ve letafetsiz [güzellik, hoşluk] olmuş. Fakat o müşevveş [dağınık, karışık] ibare altında çok kıymetli bir nevi i’câzı [mu’cize oluş] kat’î bildim. Maatteessüf [ne yazık ki] ifadeye muktedir olamadım. Her ne kadar ibaresi sönük olsa da, Kur’ân’a ait olmak cihetiyle, hem ibadet-i tefekküriye, [Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde mahlûkat üzerinde düşünme ibadeti] hem kudsî, [her türlü kusur ve noksandan uzak] yüksek, parlak bir cevherin sadefidir. [içinde inci bulunan kabuk] Yırtık libasına [elbise] değil, elindeki elmasa bakılsın. Eğer münasipse ‘Onuncu Mesele’ yapınız. Değilse, sizin tebrik mektuplarınıza mukàbil bir mektup kabul ediniz. Hem bunu gayet hasta ve perişan ve gıdasız, bir iki gün Ramazan’da mecburiyetle, gayet mücmel [kısa, kısaca] ve kısa ve bir cümlede pek çok hakikatleri ve müteaddit [bir çok] hüccetleri [delil] derc [yerleştirme] ederek yazdım. Kusura bakılmasın.Haşiye [dipnot]

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ramazan-ı Şerifte Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânı [açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] okurken, Risale-i Nur’a işaretleri Birinci Şuâda beyan olunan otuz üç âyetten hangisi gelse bakıyorum ki, o âyetin sahifesi ve yaprağı ve kıssası dahi Risale-i Nur’a ve şakirtlerine, [öğrenci] kıssadan hisse [anlatılan bir şeyden ders çıkarma] almak noktasında bir derece bakıyor. Hususan Sûre-i Nur’dan âyâtü’n-nur, on parmakla Risale-i Nur’a baktığı gibi, arkasındaki âyet-i zulümat dahi muarızlarına [itiraz eden, karşı gelen] tam bakıyor ve ziyade hisse veriyor. Adeta o makam, cüz’iyetten çıkıp

83

külliyet kesb [elde etme, kazanma] eder. Ve bu asırda o küllînin tam bir ferdi Risale-i Nur ve şakirtleridir [öğrenci] diye hissettim.

Evet, Kur’ân’ın hitabı, evvelâ Mütekellim-i Ezelînin [ezelî kelâm sıfatına sahip olan ve konuşması, hiçbir varlığın konuşmasına benzemeyen Allah] rububiyet-i âmmesinin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi] geniş makamından, hem nev-i beşer, [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] belki kâinat namına muhatap olan zâtın geniş makamından, hem umum nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] ve benî Âdemin [Âdemoğlu, insan] bütün asırlarda irşadlarının [doğru yol gösterme] gayet vüs’atli [geniş] makamından, hem dünya ve âhiretin, arz ve semâvâtın, ezel ve ebedin ve Hâlık-ı Kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve bütün mahlûkatın tedbirine dair kavânin-i İlâhiyenin [İlâhî kanunlar] gayet yüksek ihata[herşeyi kuşatma] beyanatının geniş makamından aldığı vüs’at [genişlik] ve ulviyet ve ihâta [kavrayış] cihetiyle, o hitap öyle bir yüksek i’câz [mu’cize oluş] ve şümûl [kapsam] gösterir ki, ders-i Kur’ân‘ın, [Kur’ân dersi] muhataplarından en kesretli [çokluk] taife olan tabaka-i avâmın [halk tabakası] basit fehimlerini [anlama, kavrama] okşayan zâhirî ve basit mertebesi dahi, en ulvî tabakayı da tam hissedar eder. Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden [tarihî hikâye] bir ibret değil, belki bir küllî düsturun [kâide, kural] efradı [bireyler] olarak her asra ve her tabakaya hitap ederek taze nazil oluyor. Ve bilhassa çok tekrarla اَلظَّالِمِينَ..اَلظَّالِمِينَ deyip tehditleri ve zulümlerinin cezası olan musibet-i semâviye [gökten gelen musibetler, belâlar] ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine, kavm-i Âd ve Semûd ve Fir’avunun başlarına gelen azaplarla baktırıyor. Ve mazlum ehl-i imana, [Allah’a inanan] İbrahim ve Mûsâ aleyhimesselâm gibi enbiyanın [nebiler, peygamberler] necatlarıyla [kurtuluş] tesellî veriyor.

Evet, nazar-ı gaflet [bir şeyin mânâsını anlamadan bakmak] ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] vahşetli ve dehşetli bir ademistan [yokluk ülkesi, yeri] ve elîm ve mahvolmuş bir mezaristan olan bütün geçmiş zaman ve ölmüş karnlar ve asırlar, canlı birer sahife-i ibret [ibret sayfası] ve baştan başa ruhlu, hayattar bir acip âlem ve mevcut

84

ve bizimle münasebetdar bir memleket-i Rabbâniye [Rab olan Allah’ın memleketi] sûretinde, sinema perdeleri gibi kâh [bazan] bizi o zamanlara, kâh [bazan] o zamanları yanımıza getirerek her asra ve her tabakaya gösterip yüksek bir i’câz [mu’cize oluş] ile dersini veren Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] aynı i’câz [mu’cize oluş] ile, nazar-ı dalâlette [hak yoldan sapmış, inançsızlık bakışı] câmid, [cansız] perişan, ölü, hadsiz bir vahşetgâh [ürkütücü yer] olan ve firak [ayrılık] ve zevâlde [batış, kayboluş] yuvarlanan bu kâinatı bir kitab-ı Samedânî, [herşey Allah’a muhtaç olduğu halde, Allah’ın ise hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösteren kitap] bir şehr-i Rahmânî, [rahmet ve merhameti sınırsız olan Allah’ın şehri] bir meşher-i sun’-i Rabbânî [herşeyi terbiye eden Allah’ın san’at eserlerinin sergilendiği yer] olarak o câmidâtı canlandırarak birer vazifedar suretinde birbiriyle konuşturup ve birbirinin imdadına koşturup nev-i beşere ve cin ve meleğe hakikî ve nurlu ve zevkli hikmet dersleri veren bu Kur’ân-ı Azîmüşşan [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] elbette her harfinde on ve yüz ve bazen bin ve binler sevap bulunması; ve bütün cin ve ins toplansa onun mislini [benzer] getirememesi; ve bütün benî Âdemle [Âdemoğlu, insan] ve kâinatla tam yerinde konuşması; ve her zaman milyonlar hâfızların kalblerinde zevkle yazılması; ve çok tekrarla ve kesretli [çokluk] tekraratıyla [tekrarlar] usandırmaması; ve çok iltibas [karıştırma] yerleri ve cümleleriyle beraber çocukların nazik ve basit kafalarında mükemmel yerleşmesi; ve hastaların ve az sözden müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olan ve sekeratta [can çekişme/ölüm anı] olanların kulağında mâ-i zemzem [zemzem suyu] misil[benzer] hoş gelmesi gibi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] imtiyazları kazanır. Ve iki cihanın saadetlerini kendi şakirtlerine [öğrenci] kazandırır.

Ve tercümanın ümmiyet [okuma yazma bilmeme] mertebesini tam riayet etmek sırrıyla, hiçbir tekellüf [külfet, zahmet] ve hiçbir tasannu [yapmacık] ve hiçbir gösterişe meydan vermeden selâset-i fıtriyesini [yaratılıştan gelen akıcılık ve açıklık] ve doğrudan doğruya semadan gelmesini ve en kesretli [çokluk] olan tabaka-i avâmın [halk tabakası] basit fehimlerini [anlama, kavrama] tenezzülât-ı kelâmiye [sözün muhatapların seviyelerine göre ayarlanması] ile okşamak hikmetiyle, en ziyade sema ve arz gibi en zâhir ve bedihî [açık, aşikâr] sahifeleri açıp o âdiyat [alışılmış olan sıradan şeyler] altındaki hârikulâde mu’cizat-ı kudretini [Allah’ın kudret mu’cizeleri] ve mânidar sutûr-u hikmetini [hikmet satırları] ders vermekle lûtf-u irşadda [doğru yolu gösterme lütfu, nimeti] güzel bir i’caz [mu’cize oluş] gösterir.

85

Tekrarı iktiza [bir şeyin gereği] eden dua ve dâvet ve zikir ve tevhid kitabı dahi olduğunu bildirmek sırrıyla, güzel, tatlı tekraratıyla [tekrarlar] birtek cümlede ve birtek kıssada ayrı ayrı çok mânâları, ayrı ayrı muhatap tabakalarına tefhim [anlatma] etmekte ve cüz’î [ferdî, küçük] ve âdi bir hâdisede en cüz’î [ferdî, küçük] ve ehemmiyetsiz şeyler dahi nazar-ı merhametinde [merhamet bakışı] ve daire-i tedbir [tedbir, idare ve yönetim dairesi] ve iradesinde bulunmasını bildirmek sırrıyla tesis-i İslâmiyette [İslamiyetin tesisi, kuruluşu] ve tedvin-i şeriatta [İslâmî hükümlerin bir araya gelmesi, toplanması] Sahabelerin cüz’î [ferdî, küçük] hâdiselerini dahi nazar-ı ehemmiyete almasında, hem küllî düsturların [kâide, kural] bulunması, hem umumî olan İslâmiyetin ve şeriatın tesisinde o cüz’î [ferdî, küçük] hâdiseler, çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nevi i’câz [mu’cize oluş] gösterir.

Evet, ihtiyacın tekerrürüyle tekrarın lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cevap olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve koca kâinatı parça parça edip kıyamette şeklini değiştirerek, dünyayı kaldırıp onun yerine azametli âhireti kuracak ve zerrattan [atomlar] yıldızlara kadar bütün cüz’iyat ve külliyatı tek bir Zâtın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu ispat edecek ve kâinatı ve arz ve semâvâtı ve anâsırı [kâinattaki unsurlar, elementler] kızdıran ve hiddete getiren nev-i beşerin zulümlerine, kâinatın netice-i hilkati [yaratılış neticesi] hesabına gazab-ı İlâhîyi [Allah’ın gazabı] ve hiddet-i Rabbâniyeyi [Rab olan Allah’ın hiddeti, gazabı] gösterecek hadsiz, harika ve nihayetsiz, dehşetli ve geniş bir inkılâbın [değişim, devrim] tesisinde, binler netice kuvvetinde bazı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kısım âyetleri tekrar etmek, değil bir kusur, belki gayet kuvvetli bir i’caz [mu’cize oluş] ve gayet yüksek bir belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] ve mukteza-yı hâle [hâlin gereği] gayet mutabık bir cezâlettir, [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] bir fesâhattir. [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması]

Meselâ, birtek âyet iken yüz on dört defa tekrar edilen Bismillâhirrahmânirrahîm cümlesi, Risale-i Nur’un On Dördüncü Lem’asında [parıltı] beyan edildiği gibi, Arşı ferş [yer] ile bağlayan ve kâinatı ışıklandıran ve her dakika herkes ona muhtaç

86

olan öyle bir hakikattir ki, milyonlar defa tekrar edilse yine ihtiyaç var. Değil yalnız ekmek gibi hergün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona ihtiyaç ve iştiyak [arzu, istek] vardır.

Hem meselâ, Sûre-i طٰسۤمۤ de sekiz defa tekrar edilen şu إِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ 1 âyeti, o sûrede hikâye edilen peygamberlerin necatlarını [kurtuluş] ve kavimlerinin [insan topluluğu] azaplarını, kâinatın netice-i hilkati [yaratılış neticesi] hesabına ve rububiyet-i âmmenin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi] nâmına o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek izzet-i Rabbâniye, [Rab olan Allah’ın izzeti, şeref ve haysiyeti] o zâlim kavimlerin [insan topluluğu] azabını ve rahîmiyet-i İlâhiye [Allah’ın her bir varlığa sonsuz şefkat göstermesi] dahi enbiyanın [nebiler, peygamberler] necatlarını [kurtuluş] iktiza [bir şeyin gereği] ettiğini ders vermek için binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve iştiyak [arzu, istek] var ve i’cazlı, [mu’cize oluş] îcaz[az sözle çok mânâlar anlatma] bir ulvî belâğattır. [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme]

Hem meselâ, Sûre-i Rahmân’da tekrar edilen فَبِأَىِّ اٰلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ 2 âyeti ile Sûre-i Mürselât’ta وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّبِينَ 3 âyeti, cin ve nev-i beşerin, kâinatı kızdıran ve arz ve semâvâtı hiddete getiren ve hilkat-ı âlemin neticelerini bozan ve haşmet-i saltanat-ı İlâhiyeye [Allah’ın saltanatının büyüklüğü ve görkemi] karşı inkâr ve istihfafla [hafife alma] mukabele [karşılama; karşılık verme] eden küfür ve küfranlarını [inançsızlık, inkâr] ve zulümlerini ve bütün mahlûkatın hukuklarına tecavüzlerini asırlara ve arz ve semâvâta tehditkârâne haykıran bu iki âyet, böyle binler hakikatlerle alâkadar ve binler mesele kuvvetinde olan bir ders-i umumîde [herkesi ve herşeyi içine alan ders] binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celâlli [görkemli, haşmetli, yüce] bir îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] ve cemâlli bir i’câz-ı belâğattır. [belâğat mu’cizeliği]

Hem meselâ, Kur’ân’ın hakiki ve tam bir nevi münâcâtı [Allah’a yalvarış, dua] ve Kur’ân’dan çıkan bir çeşit hülâsa[esas, öz] olan Cevşenü’l-Kebîr namındaki münâcât-ı Peygamberîde [Peygam-berimizin münâcâtı, duası] (a.s.m.) yüz defa

87

سُبْحَانَكَ يَا لاَ إِلٰهَ إِلاَّۤ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ خَلِّصْنَا، اَجِرْنَا، نَجِّنَا مِنَ النَّارِ * 1

cümlesinin tekrarında, tevhid gibi kâinatça en büyük hakikat ve mahlûkatın rububiyete [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] karşı tesbih ve tahmid [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] ve takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] gibi üç muazzam vazifesinden en ehemmiyetli vazifesi ve şekavet-i ebediyeden [sonsuz mutsuzluk ve azap] kurtulmak gibi nev-i insanın [insan türü, insanlık] en dehşetli meselesi ve ubudiyet [Allah’a kulluk] ve acz-i beşerin [insanın âcizliği] en lüzumlu neticesi bulunması cihetiyle, binler defa tekrar edilse yine azdır.

İşte tekrarat-ı Kur’âniye [Kur’ân’daki tekrarlar] bu gibi metin [sağlam] esaslara bakıyor. Hattâ bazen bir sahifede iktiza-yı makam [makam gereği] ve ihtiyac-ı ifham [meselenin anlaşılmasına olan ihtiyaç] ve belâğat-ı beyan [açıklama ve ifadenin belâğati, yerine, hedefine ulaşması] cihetiyle yirmi defa sarîhan [açık] ve zımnen [gizlice] tevhid hakikatini ifade eder; değil usanç, belki kuvvet ve şevk ve halâvet [tatlılık] verir. Risalei’n-Nur’da, tekrarat-ı Kur’âniye [Kur’ân’daki tekrarlar] ne kadar yerinde ve münasip ve belâğatça [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] makbul olduğu, hüccetleriyle [delil] beyan edilmiş.

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] Mekkiye [Mekke’de inen] sûreleriyle, Medine sûreleri belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] noktasında ve i’caz [mu’cize oluş] cihetinde ve tafsil ve icmal [kısaca, özet olarak] vechinde [cihet, yön, taraf] birbirinden ayrı olmasının sırrı ve hikmeti şudur ki:

Mekke’de, birinci safta muhatap ve muarızları, [itiraz eden, karşı gelen] Kureyş müşrikleri ve ümmîleri olduğundan, belâğatça [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] kuvvetli bir üslûb-u âlî [yüce üslûp (Bu üslûpta kuvvet ve heybet vardır)] ve i’cazlı, [mu’cize oluş] muknî, [ikna edici] kanaat verici bir icmal; [kısaca, özet olarak] ve tespit için tekrar lâzım geldiğinden, ekseriyetçe Mekkiye [Mekke’de inen] sûreleri erkân-ı imaniyeyi [iman esasları] ve tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve i’caz[mu’cize oluş] bir îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] ile ifade ve tekrar ederek, mebde’ [başlangıç] ve meâdı, [âhiret, dönülecek yer] Allah’ı ve âhireti, değil yalnız bir sahifede, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede, belki bazan bir harfte ve

88

takdim, tehir ve târif ve tenkir [belirsiz kılma] ve hazf [anlatmama, açıklamama] ve zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli ispat eder ki, ilm-i belâğatın [belâğat ilmi] dâhî imamları hayretle karşılamışlar. Risalei’n-Nur ve bilhassa Kur’ân’ın kırk vech-i i’câzını [mu’cizelik yönü] icmalen [kısaca, özet olarak] ispat eden Yirmi Beşinci Söz zeyilleriyle [ilave, ek] beraber ve Kur’ân’ın nazmındaki [diziliş, tertip] vech-i i’câzı [mu’cizelik yönü] hârika bir tarzda beyan ispat eden Arabî Risalei’n-Nur’dan İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsiri bilfiil göstermişler ki, Mekkî olan sûre ve âyetlerde en âlî [yüce] bir üslûb-u belâğat ve en yüksek bir i’câz-ı îcâzî vardır.

Amma, Medîne sûre ve âyetlerde, birinci safta muhatap ve muarızlar; [itiraz eden, karşı gelen] Allah’ı tasdik eden Yahudi ve Nasârâ gibi ehl-i kitap [Allah’ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler] olduğundan, mukteza-yı belâğat [belâğatın gereği] ve irşad [doğru yol gösterme] ve mutabık-ı makam ve halin lüzumundan sade ve vâzıh [açık] ve tafsilli bir üslûpla ehl-i kitaba karşı dinin yüksek usûlünü ve imanın rükünlerini [esas, şart] değil, belki medar-ı ihtilaf olan şeriatın ve ahkâmın [hükümler] ve teferruatın ve küllî kanunların menşeleri ve sebepleri olan cüz’iyatın beyanı lâzım geldiğinden, o Medîne sûre ve âyetlerde, ekseriyetçe tafsil ve izah ve sade üslûpla beyanat içinde, Kur’ân’a mahsus emsalsiz bir tarz-ı beyanla, [açıklama biçimi] birden o cüz’î [ferdî, küçük] teferruat hâdisesi içinde yüksek, kuvvetli bir fezleke, [hülasa, öz] bir hâtime, [son] bir hüccet [delil] ve o cüz’î [ferdî, küçük] hâdise-i şer’iyeyi küllîleştiren ve imtisâlini [emre uyma, bağlanma] iman-ı billâh [Allah’a iman] ile temin eden bir cümle-i tevhidiye [tevhid cümlesi; her şeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bildiren cümle] ve esmâiye ve uhreviyeyi zikreder, o makamı nurlandırır, ulvîleştirir, küllîleştirir.

Risale-i Nur, âyetlerin âhirlerinde ekseriyetle gelen

إِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ 1 * إِنَّ اللهَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ * 2

89

وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ 1 * وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ * 2

gibi tevhidi ve âhireti ifade eden fezlekeler [hülasa, öz] ve hâtimelerde [son] ne kadar yüksek bir belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] ve meziyetler ve cezâletler [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] ve nükteler [derin anlamlı söz] bulunduğunu, Yirmi Beşinci Sözün İkinci Şûlesinin [gür ışık/alev] İkinci Nurunda o fezleke [hülasa, öz] ve hâtimelerin [son] pek çok nüktelerinden [derin anlamlı söz] ve meziyetlerinden on tanesini beyan ederek, o hülâsalarda [esas, öz] bir mu’cize-i kübrâ [büyük mu’cize] bulunduğunu muannidlere [inatçı] de ispat etmiş.

Evet, Kur’ân, o teferruat-ı şer’iye [şeriatın, İslâm hukuuknun fer’i meseleleri, detayları] ve kavânin-i içtimaiyenin [sosyal kanunlar] beyanı içinde birden muhatabın nazarını en yüksek ve küllî noktalara kaldırıp, sade üslûbu bir ulvî üslûba ve şeriat dersinden tevhid dersine çevirerek, Kur’ân’ı, hem bir kitab-ı şeriat [din ve hukuk kitabı] ve ahkâm [hükümler] ve hikmet, hem bir kitab-ı akîde [inanç esaslarını ele alıp açıklayan kitap] ve iman ve zikir ve fikir ve dua ve dâvet olduğunu gösterip, her makamda çok makàsıd-ı irşadiye-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın irşat yapmaktaki hedefleri] ders vermesiyle Mekkiye [Mekke’de inen] âyetlerin tarz-ı belâğatlarından [belâğat tarzı] ayrı ve parlak mu’cizâne bir cezâlet [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder. Bazan iki kelimede, meselâ, رَبُّ الْعَالَمِينَ 3 ve رَبُّكَ 4 de, رَبُّكَ tabiriyle ehadiyeti [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] ve رَبُّ الْعَالَمِينَ ile vâhidiyeti [Allah’ın birliği] bildirir, ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] içinde vâhidiyeti [Allah’ın birliği] ifade eder.

Hattâ bir cümlede, bir zerreyi bir gözbebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi, güneşi dahi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün gözbebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar.

Meselâ, خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ 5 âyetinden sonra يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِى اللَّيْلِ 6 âyetinin akabinde

90

وَهُوَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ 1 der. Zemin ve göklerin haşmet-i hilkatinde [yaratılışın görkem ve heybeti] kalbin dahi hâtırâtını bilir idare eder der, tarzında bir beyanat cihetiyle o sade ve ümmiyet [okuma yazma bilmeme] mertebesini ve avâmın fehmini nazara alan basit ve cüz’î [ferdî, küçük] muhavere, [karşılıklı konuşma] o tarz ile ulvî ve câzibedar ve umumî ve irşadkâr [irşad eden, doğru yolu gösteren] bir mükâlemeye [karşılıklı konuşma] döner.

Bir sual: “Bazen ehemmiyetli bir hakikat sathî [sığ, yüzeysel] nazarlara görünmediğinden ve bazı makamlarda cüz’î [ferdî, küçük] ve âdi bir hâdiseden yüksek bir fezleke-i tevhidi [Allah’ın birliğini gösteren özet, netice] veya küllî bir düsturu [kâide, kural] beyan etmekte münasebet bilinmediğinden, bir kusur tevehhüm [kuruntu] edilir. Meselâ, Hazret-i Yusuf aleyhisselâm kardeşini bir hile ile alması içinde وَفَوْقَ كُلِّ ذِى عِلْمٍ عَلِيمٌ 2 diye gayet yüksek bir düsturun [kâide, kural] zikri belâğatça [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] münasebeti görünmüyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?”

Elcevap: Herbiri birer küçük Kur’ân olan ekser uzun sûrelerde ve mutavassıtlarda [orta derece] ve çok sahife ve makamlarda yalnız iki üç maksat değil, belki Kur’ân, mahiyeti hem bir kitab-ı zikir [zikir kitabı] ve iman ve fikir, hem bir kitab-ı şeriat [din ve hukuk kitabı] ve hikmet ve irşad [doğru yol gösterme] gibi, çok kitapları ve ayrı ayrı dersleri tazammun [içerme, içine alma] ederek rububiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] herşeye ihatasını [herşeyi kuşatma] ve haşmetli tecelliyatını ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-ı kebîrinin [büyük bir kitabı andıran kâinat] bir nevi kıraati olan Kur’ân, elbette her makamda, hattâ bazen bir sahifede çok maksatları takiben marifetullahtan [Allah’ı bilme ve tanıma] ve tevhidin mertebelerinden ve iman hakikatlerinden ders verdiği haysiyetiyle, öbür makamda, meselâ zâhirce zayıf bir münasebetle başka bir ders açar ve o zayıf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak [karışma, katılma] ederler, o makama gayet mutabık olur, mertebe-i belâğatı [belâğat derecesi] yükselir.

91

İkinci bir sual: “Kur’ân’da sarîhan [açık] ve zımnen [gizlice] ve işareten, âhiret ve tevhidi ve beşerin mükâfat ve mücâzâtını [ceza] binler defa ispat edip nazara vermenin ve her sûrede, her sahifede, her makamda ders vermenin hikmeti nedir?”

Elcevap: Daire-i imkânda [bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat] ve kâinatın sergüzeştine [bir kimsenin başından geçen hâl ve olaylar] ait inkılâplarda [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve emanet-i kübra[Allah’ın insana ematen verdiği akıl, bilinç ve dünya egemenliği] ve hilâfet-i arziyeyi omuzuna alan nev-i beşerin şekavet [sıkıntı] ve saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] medar [kaynak, dayanak] olan vazifesine dair en ehemmiyetli, en büyük, en dehşetli meselelerinden, en azametlilerini ders vermek ve hadsiz şüpheleri izale [giderme] etmek ve gayet şiddetli inkârları ve inatları kırmak cihetinde, elbette o dehşetli inkılâpları [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] tasdik ettirmek ve o inkılâplar [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] azametinde büyük ve beşere en elzem ve en zaruri meseleleri teslim ettirmek için, Kur’ân, binler defa değil, belki milyonlar defa onlara baktırsa yine israf değil ki, milyonlar kere tekrarla o bahisler Kur’ân’da okunur, usanç vermez, ihtiyaç kesilmez. Meselâ,

اِنَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ… * 1

âyetinin gösterdiği müjde-i saadet-i ebediye hakikati, bîçare beşere her dakika kendini gösteren hakikat-i mevtin, “Hem insanı, hem dünyasını, hem bütün ahbabını idam-ı ebedîsinden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kurtarıp ebedî bir saltanatı kazandırır” dediğinden milyarlar defa tekrar edilse ve kâinat kadar ehemmiyet verilse, yine israf olmaz, kıymetten düşmez.

İşte bu çeşit hadsiz kıymettar meseleleri ders veren ve kâinatı bir hane gibi değiştiren ve şeklini bozan dehşetli inkılâpları [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] tesis etmekte iknaa ve inandırmaya ve ispata çalışan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] elbette sarîhan [açık] ve zımnen [gizlice] ve işareten binler defa o meselelere nazar-ı dikkati celbetmek, [çekmek] değil israf, belki ekmek, ilâç, hava ve ziya gibi birer hâcet-i zaruriye hükmünde ihsanını [bağış] tazelendirir.

92

Hem meselâ,

اِنَّ الْكَافِرِينَ 1* فِى نَارِ جَهَنَّمَ 2* وَالظَّالِمِينَ 3* لَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ * 4

gibi tehdit âyetlerini Kur’ân gayet şiddet ve hiddetle ve gayet kuvvet ve tekrarla zikretmesinin hikmeti ise, Risale-i Nur’da kat’î ispat edildiği gibi, beşerin küfrü, [inançsızlık, inkâr] kâinatın ve ekser mahlûkatın hukukuna öyle bir tecavüzdür ki, semâvâtı ve arzı kızdırıyor ve anâsırı [kâinattaki unsurlar, elementler] hiddete getirip tufanlarla o zâlimleri tokatlıyor.

اِذَۤا اُلْقُوا فِيهَا سَمِعُوا لَهَا شَهِيقًا وَهِىَ تَفُورُ * تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ * 5

âyetinin sarahatiyle, [açıklık] o zâlim münkirlere [Allah’a inanmayan] Cehennem öyle öfkeleniyor ki, hiddetinden parçalanmak derecesine geliyor. İşte böyle bir cinayet-i âmmeye [umuma karşı işlenen cinayet] ve hadsiz bir tecavüze karşı beşerin küçüklük ve ehemmiyetsizliği noktasında değil, belki zâlimâne cinayetinin azametine ve kâfirâne tecavüzünün dehşetine karşı, Sultan-ı Kâinat [kâinatın sultanı olan Allah] kendi raiyetinin [halk] hukukunun ehemmiyetini ve o münkirlerin [Allah’a inanmayan] küfür ve zulmündeki nihayetsiz çirkinliğini göstermek hikmetiyle, fermanında gayet hiddet ve şiddetle o cinayeti ve cezasını değil bin defa, belki milyonlar ve milyarlarla tekrar etse, yine israf ve kusur değil ki, bin seneden beri yüzer milyon insanlar hergün usanmadan kemâl-i iştiyakla [tam bir istek ve arzu] ve ihtiyaçla okurlar.

Evet, hergün, her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âlemin kapısı kendine açılmasından, o geçici herbir âlemini nurlandırmak için ihtiyaç ve iştiyakla [arzu, istek] Lâ ilâhe illâllah cümlesini binler defa tekrar ile o değişen perdelere ve âlemlere herbirisine bir Lâ ilâhe illâllah’ı bir lâmba yaptığı gibi, öyle de, o kesretli, [çokluk] geçici perdeleri ve tazelenen seyyar kâinatları karanlıklandırmamak ve âyine-i hayatında [hayat aynası] in’ikâs [yansıma] eden suretlerini çirkinleştirmemek ve lehinde [tarafında] şahit olabilen o misafir vaziyetleri aleyhine çevirmemek için, o cinayetlerin cezalarını ve Padişah-ı Ezelînin [varlığının başlangıcı olmayan Padişah, Allah] şiddetli ve inatlarını kıran tehditlerini, her vakit Kur’ân’ı okumakla tahattur [hatıra gelme] edip ve nefsin tuğyanından [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] kurtulmaya çalışmak hikmetiyle, Kur’ân gayet mânidar tekrar eder. Ve bu derece kuvvet ve şiddet ve tekrarla

93

tehdidat-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın tehditleri] hakikatsız tevehhüm [kuruntu] etmekten, şeytan bile kaçar. Onları dinlemeyen münkirlere [Allah’a inanmayan] Cehennem azabı ayn-ı adalettir, [adaletin ta kendisi] diye gösterir.

Hem meselâ, Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi çok hikmetler ve faideleri bulunan kıssa-i Mûsâ‘nın [Hz. Mûsâ’nın (a.s.) hikâyesi] (a.s.) ve sair enbiyanın [nebiler, peygamberler] kıssalarını çok tekrarında, risalet-i Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) hakkaniyetine bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] nübüvvetlerini [peygamberlik] hüccet [delil] gösterip, “Onların umumunu inkâr edemeyen, bu zâtın risaletini [elçilik, peygamberlik] hakikat noktasında inkâr edemez” hikmetiyle; ve herkes her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir ve muvaffak olamadığından, herbir uzun ve mutavassıt [orta derece] sûreyi birer küçük Kur’ân hükmüne getirmek için, ehemmiyetli erkân-ı imaniye [iman esasları] gibi o kıssaları tekrar etmesi, değil israf, belki mukteza-yı belâğattır [belâğatın gereği] ve hâdise-i Muhammediye, [Hz. Mu-hammed’in (a.s.m.) hadisesi, peygamberliği] bütün benî Âdemin [Âdemoğlu, insan] en büyük hâdisesi ve kâinatın en azametli meselesi olduğunu ders vermektir.

Evet, Kur’ân’da Zât-ı Ahmediyeye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] en büyük makam vermek ve dört erkân-ı imaniyeyi [iman esasları] içine almakla Lâ ilâhe illâllah rüknüne [esas, şart] denk tutulan Muhammedun Resulullah [Muhammed Allah’ın resulüdür] risalet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] kâinatın en büyük hakikati ve zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] bütün mahlûkatın en eşrefi [en şerefli] ve hakikat-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] tabir edilen küllî şahsiyet-i mâneviyesi [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] ve makam-ı kudsîsi, [kutsal makam, derece] iki cihanın en parlak bir güneşi olduğuna ve bu hârika makama liyakatine dair pekçok hüccetleri [delil] ve emareleri, kat’î bir surette Risale-i Nur’da ispat edilmiş. Binden birisi şudur ki: Es-sebebu ke’l-fâil [“birşeye sebep olan onu yapan gibidir”] düsturuyla, [kâide, kural] bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli [benzer] onun defter-i hasenatına [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] girmesi ve bütün kâinatın hakikatlerini, getirdiği nurla nurlandırması, değil yalnız cin, ins, melek ve zîhayatı, [canlı] belki kâinatı semâvât ve arzı [gökler ve yer] minnettar eylemesi ve istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] lisanıyla nebatatın [bitki] duaları ve ihtiyac-ı fıtrî [doğal ihtiyaç] diliyle

94

hayvanatın duaları, gözümüz önünde bilfiil kabul olmasının şehadetiyle, milyonlar, belki ruhanîlerle beraber milyarlar fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ve reddedilmez duaları makbul olan sulehâ-yı ümmeti [ümmetin salih kişileri] hergün o zâta salât [namaz] ve selâm ünvanı ile rahmet duaları ve mânevî kazançlarını en evvel o zâta bağışlamaları ve bütün ümmetçe okunan Kur’ân’ın üç yüzbin hurufunun [harfler] herbirisinde on sevaptan tâ yüz, tâ bin hasene ve meyve vermesinden, yalnız kıraat-i Kur’ân cihetiyle defter-i a’mâline [amel defteri] hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle, o zâtın şahsiyet-i mâneviyesi [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] olan hakikat-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] (a.s.m.) istikbâlde bir şecere-i tûbâ-i Cennet [Cennetteki tûbâ ağacı] hükmünde olacağını Allâmü’l-Guyûb [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] bilmiş ve görmüş, o makama göre Kur’ân’ında o azîm ehemmiyeti vermiş ve fermanında ona tebaiyeti [tabi olma, uyma] ve sünnet-i seniyyesine ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ile şefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mesele-i insaniye [insanlık meselesi] göstermiş ve o haşmetli şecere-i tûbânın [Cennetteki tûba ağacı] bir çekirdeği olan şahsiyet-i beşeriyetini [insanlık şahsiyeti, beşeri kişiliği] ve bidayetteki vaziyet-i insaniyesini [insanlık vazifesi, görevi] ara sıra nazara almasıdır.

İşte Kur’ân’ın tekrar edilen hakikatleri bu kıymette olduğundan, tekraratında [tekrarlar] kuvvetli ve geniş bir mu’cize-i mâneviye [Kur’ân’ın mu’cizeliği] bulunmasına fıtrat-ı selime şehadet eder—meğer maddiyyunluk [dünyada, yalnızca maddenin varlığını kabul eden, manevî kavramları ret ve inkâr eden felsefî görüş, maddecilik] tâunuyla [salgın ve ölümcül hastalık] maraz-ı kalbe [kalbî hastalık] ve vicdan hastalığına müptelâ [bağımlı] ola!

قَدْ يُنْكِرُ الْمَرْءُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ * وَيُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَ الْمَۤاءِ مِنْ سَقَمٍ * 1

kaidesine dahil olur.

ba

95

Bu Onuncu Meseleye bir hâtime [son] olarak iki haşiyedir: [dipnot]

Birincisi:

Bundan on iki sene evvel1 işittim ki, en dehşetli ve muannid [inatçı] bir zındık, Kur’ân’a karşı suikastını, tercümesiyle yapmaya başlamış ve demiş ki: “Kur’ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin.” Yani, lüzumsuz tekraratı [tekrarlar] herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş.

Fakat Risale-i Nur’un cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez hüccetleri [delil] kat’î ispat etmiş ki, Kur’ân’ın hakikî tercümesi kàbil [gibi] değil, ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî [Arap dili, Arapça] yerinde Kur’ân’ın meziyetlerini ve nüktelerini [derin anlamlı söz] başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın kelimeleri] mu’cizâne ve cemiyetli tabirlerinin yerini, beşerin âdi ve cüz’î [ferdî, küçük] tercümeleri tutamaz, onun yerinde camilerde okunmaz diye, Risale-i Nur her tarafta intişarıyla [açığa çıkma, yayılma] o dehşetli plânı akîm [neticesiz] bıraktı. Fakat o zındıktan ders alan münafıklar, yine şeytan hesabına Kur’ân güneşini üflemekle söndürmeye aptal çocuklar gibi ahmakane ve divanecesine çalışmaları hikmetiyle, bana gayet sıkı ve sıkıcı ve sıkıntılı bir hâlette [durum] bu Onuncu Mesele yazdırıldı tahmin ediyorum. Başkalarıyla görüşemediğim için hakikat-ı hali [bir durumun gerçek yönü] bilemiyorum.

İkinci haşiye: [dipnot]

Denizli hapsinden tahliyemizden sonra, meşhur Şehir Otelinin yüksek katında oturmuştum. Karşımda güzel bahçelerde kesretli [çokluk] kavak ağaçları birer halka-i zikir [zikir halkası] tarzında gayet lâtif, [berrak, şirin, hoş] tatlı bir surette hem kendileri, hem dalları, hem yaprakları havanın dokunmasıyla cezbekârâne [kendinden geçmiş bir şekilde] ve câzibedârâne hareketle raksları, kardeşlerimin müfarakatlarından [ayrılık] ve yalnız kaldığımdan hüzünlü ve gamlı kalbime ilişti. Birden güz ve kış mevsimi hatıra geldi ve bana bir gaflet bastı. Ben o kemâl-i neş’e [tam bir neşe] ile cilvelenen o nâzenin [ince, narin, duyarlı] kavaklara ve zîhayatlara [canlı] o kadar acıdım ki, gözlerim yaşla doldu. Kâinatın süslü perdesi altındaki ademleri, firakları [ayrılık] ihtar ve ihsasiyle [hissettirme] kâinat dolusu firakların, [ayrılık] zevâllerin [batış, kayboluş] hüzünleri başıma toplandı.

96

Birden, hakikat-i Muhammediyenin [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] (a.s.m.) getirdiği nur imdada yetişti. O hadsiz hüzünleri gamları, sürurlara [mutluluk] çevirdi. Hattâ o nurun, herkes ve her ehl-i iman [Allah’a inanan] gibi benim hakkımda milyon feyzinden yalnız o vakitte o vaziyete temas eden imdat ve tesellîsi için, zât-ı Muhammediyeye [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti] (a.s.m.) karşı ebediyen minnettar oldum. Şöyle ki:

Ol nazar-ı gaflet, [bir şeyin mânâsını anlamadan bakmak] o mübarek nâzeninleri [ince, narin, duyarlı] vazifesiz, neticesiz bir mevsimde görünüp, hareketleri neş’eden değil, belki güya ademden ve firaktan [ayrılık] titreyerek hiçliğe düştüklerini göstermekle, herkes gibi bendeki aşk-ı bekà [devamlı olarak var olma, kalıcı olma aşkı] ve hubb-u mehâsin [güzellik sevgisi] ve muhabbet-i vücût ve şefkat-i cinsiye [kendi cinsine olan şefkat] ve alâka-i hayatiyeye medar [kaynak, dayanak] olan damarlarıma o derece dokundu ki, böyle dünyayı bir mânevî cehenneme ve aklı bir tâzip [azap] âletine çevirdiği sırada, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın beşere hediye getirdiği nur perdeyi kaldırdı; idam, [hiçlik, yokluk] adem, [hiçlik, yokluk] hiçlik, vazifesizlik, abes, firak, [ayrılık] fanilik yerinde, o kavakların herbirinin yaprakları adedince hikmetleri mânâları ve Risale-i Nur’da ispat edildiği gibi, üç kısma ayrılan neticeleri ve vazifeleri var diye gösterdi.

Birinci kısım: Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] esmâsına bakar. Meselâ, nasılki bir usta, harika bir makineyi yapsa, onu takdir eden herkes o zâta “Mâşâallah, bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] deyip alkışlar. Öyle de, o makine dahi, ondan maksut [istek] neticeleri tam tamına göstermesiyle, lisan-ı haliyle [beden dili] ustasını tebrik eder, alkışlar. Her zîhayat [canlı] ve herşey böyle bir makinedir; ustasını tebriklerle alkışlar.

İkinci kısım hikmetleri ise, zîhayatın [canlı] ve zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] nazarlarına bakar. Onlara şirin bir mütalâagâh, birer kitab-ı marifet [Allah’ı tanıtan kitap] olur. Mânâlarını zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] zihinlerinde ve suretlerini kuvve-i hafızalarında [bellek, hafıza duyusu] ve elvâh-ı misâliyede [misâlî levhalar, mânevî kopyalama tabloları] ve âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] defterlerinde daire-i vücutta [varlık dairesi] bırakıp, sonra âlem-i şehadeti [görünen alem] terk eder, âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] çekilir. Demek, surî [görünüşte] bir vücudu bırakır, mânevî ve gaybî ve ilmî çok vücutları kazanır.

Evet madem Allah var ve ilmi ihâta [kavrayış] eder. Elbette adem, idam, [hiçlik, yokluk] hiçlik, mahv,

97

fena, hakikat noktasında, ehl-i imanın [Allah’a inanan] dünyasında yoktur. Ve kâfirlerin dünyaları ademle, firakla, [ayrılık] hiçlikle, fânilikle doludur. İşte bu hakikati, umumun lisanında gezen bu gelen darb-ı mesel [atasözü] ders verip, der:

“Kimin için Allah var, ona herşey var. Ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir.”

Elhasıl, [kısaca, özetle] nasıl ki, iman, ölüm vaktinde insanı idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kurtarıyor; öyle de, herkesin hususî dünyasını dahi idamdan ve hiçlik karanlıklarından kurtarıyor. Ve küfür ise, hususan küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] olsa, hem o insanı, hem hususî dünyasını ölümle idam [hiçlik, yokluk] edip mânevî cehennem zulmetlerine atar, hayatının lezzetlerini acı zehirlere çevirir. Hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] âhiretine tercih edenlerin kulakları çınlasın! Gelsinler, buna ya bir çare bulsunlar veya imana girsinler, bu dehşetli hasârattan kurtulsunlar.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

Duanıza çok muhtaç ve size çok müştak [arzulu, aşırı istekli] kardeşiniz

 Said Nursî

ba

98

Onuncu Mesele münasebetiyle

 Hüsrev’in Üstadına Yazdığı Mektup

Çok sevgili Üstadım Efendim,

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükürler olsun, iki aylık iftirak [ayrılık] üzüntülerini ve muhaberesizlik ıztıraplarını hafifleştiren ve kalblerimize taze hayat bahşeden ve ruhlarımıza yeni, sâfî bir nesîm [hoş ve hafif rüzgâr] ihdâ eden Kur’ân’ın celâlli [görkemli, haşmetli, yüce] ve izzetli, [büyüklük, yücelik] rahmetli [şefkatli] ve şefkatli âyetlerindeki tekraratın [tekrarlar] mehâsinini [güzellikler] tâdâd [sayma] eden, hikmet-i tekrarının [tekrarın hikmeti, sebebi] lüzum ve ehemmiyetini izah eden ve Risale-i Nur’un bir harika müdafaası olan “Denizli Meyvesinin Onuncu Meselesi” namını alan Emirdağ Çiçeğini aldık. Elhak takdir ve tahsine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] çok lâyık olan bu çiçeği kokladıkça, ruhumuzdaki iştiyak [arzu, istek] yükseldi. Dokuz aylık hapis sıkıntısına mukàbil, Meyvenin Dokuz Meselesi nasıl beraatimize büyük bir vesile olmakla güzelliğini göstermişse, Onuncu Meselesi olan çiçeği de Kur’ân’ın îcaz[az sözle çok mânâlar anlatma] i’câzındaki [mu’cize oluş] harikaları göstermekle o nisbette güzelliğini göstermektedir.

Evet sevgili Üstadım, gülün çiçeğindeki fevkalâde letafet [güzellik, hoşluk] ve güzellik, ağacındaki dikenleri nazara hiç göstermediği gibi, bu nuranî çiçek de bize dokuz aylık hapis sıkıntısını unutturacak bir şekilde o sıkıntılarımızı da hiçe indirmiştir. Mütalâasına doyulmayacak şekilde kaleme alınan ve akılları hayrete sevk eden bu nuranî çiçek, muhtevî olduğu çok güzelliklerinden, bilhassa, Kur’ân’ın tercümesi sûretiyle nazar-ı beşerde [insanın bakışı] âdileştirilmek ihanetine mukàbil, o tekraratın [tekrarlar] kıymetini tam göstermekle Kur’ân’ın cihandeğer [dünyalara değer] ulviyetini [yüce] meydana koymuştur. Sâliklerinin [bir yolu ve yöntemi takip eden] her asırda fevkalâde bir metanetle [gayret, kararlılık] sarılmalarıyla ve emir ve nehyine [yasak] tamamen inkıyad [boyun eğme] etmeleriyle, güya yeni nazil olmuş gibi tazeliği ispat edilmiş olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyanın, [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] bütün asırlarda, zâlimlerine karşı şiddetli ve dehşetli ve tekrarlı tehditleri ve mazlumlarına karşı şefkatli ve rahmetli [şefkatli] mükerrer

99

taltifleri, [güzellikle muamele etmek] hususuyla bu asrımıza bakan tehdidatı [tehditler] içinde zâlimlerine misli [benzer] görülmemiş bir hâlette, [durum] sanki feza-i [uzay] ekberden bir nümuneyi andıran semâvî bir cehennemle altı-yedi seneden beri mütemadiyen feryad ü figan ettirmesi ve kezâ mazlumlarının bu asırdaki küllî fertleri başında Risale-i Nur talebelerinin bulunması ve hakikaten bu talebeleri de ümem-i [milletler] sâlifenin enbiyalarına [nebiler, peygamberler] verilen necatlar [kurtuluş] gibi pek büyük umumî ve hususî necatlara [kurtuluş] mazhar [erişme, nail olma] etmesi ve muarızları [itiraz eden, karşı gelen] olan dinsizlerin cehennemî azapla tokatlanmalarını göstermesi, hem iki güzel ve lâtif [berrak, şirin, hoş] hâşiyelerle [dipnot] hâtime [son] verilmek suretiyle çiçeğin tamam edilmesi, bu fakir talebeniz Hüsrev’i o kadar büyük bir sürurla [mutluluk] sonsuz bir şükre sevk etti ki, bu güzel çiçeğin verdiği sevinç ve süruru [mutluluk] müddet-i ömrümde hissetmediğimi sevgili üstadıma arz ettiğim gibi, kardeşlerime de kerratla [defalarca] söylemişim. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zayıf ve tahammülsüz omuzlarına pek azametli bâr-ı sakîl tahmil [yükleme] edilen siz sevgili üstadımızdan ebediyen razı olsun ve yüklerinizi tahfif [hafifletme] etmekle yüzlerinizi ebede kadar güldürsün. Âmin.

Evet, sevgili Üstadım. Biz Allah’tan, Kur’ân’dan, Habib-i Zîşandan ve Risale-i Nur’dan ve Kur’ân dellâlı [davetçi, ilan edici] siz sevgili Üstadımızdan ebediyen razıyız. Ve intisabımızdan [bağlanma, mensup olma] hiçbir cihetle pişmanlığımız yok. Hem kalbimizde zerre kadar kötülük etmek için niyet yok. Biz ancak Allah’ı ve rızasını istiyoruz. Gün geçtikçe, rızası içinde Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vuslat iştiyaklarını [arzu, istek] kalbimizde teksif ediyoruz. Bilâ istisna bize fenalık edenleri Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] terk etmekle affetmek ve bilakis bize zulmeden o zâlimler de dahil olduğu halde herkese iyilik etmek, Risale-i Nur talebelerinin kalblerine yerleşen bir şiar-ı İslâm olduğunu, biz istemeyerek ilân eden Hazret-i Allah’a hadsiz hudutsuz şükürler ediyoruz.

Çok kusurlu talebeniz

 Hüsrev

ba

100

On Birinci Mesele

Meyvenin On Birinci Meselesinin başı, bir meyvesi Cennet ve biri saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve biri rüyetullah [kulların âhirette Allah’ı görmesi] olan iman şecere-i kudsiyesinin [kutsal ağaç] hadsiz, küllî ve cüz’i meyvelerinden yüzer nümuneleri Risale-i Nur’da beyan ve hüccetlerle [delil] ispat edildiğinden, izahını Siracü’n-Nur’a [kandil, lamba] havale edip küllî erkânının [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] değil, belki cüz’î [ferdî, küçük] ve cüzlerin, cüz’î [ferdî, küçük] ve hususî meyvelerinden birkaç nümune beyan edilecek.

Birisi: Bir gün bir duada, “Yâ Rabbi! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cin ve insin şerlerinden muhafaza eyle!” meâlinde duayı dediğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrail namını zikrettiğim vakit, gayet tatlı ve tesellidâr [teselli veren] ve sevimli bir hâlet [durum] hissettim, Elhamdü lillâh dedim. Azrail’i cidden sevmeye başladım. Melâikeye [melekler] iman rüknünün [esas, şart] bu cüz’î [ferdî, küçük] ferdinin pek çok meyvelerinden yalnız bir cüz’î [ferdî, küçük] meyvesine gayet kısa bir işaret ederiz.

Birisi: İnsanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu zâyi olmaktan ve fenadan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslimin derin bir sevinç verdiğini kat’î hissettim. Ve insanın amelini yazan melekler hatırıma geldi.

Baktım, aynen bu meyve gibi çok tatlı meyveleri var.

Birisi: Her insan kıymetli bir sözünü ve fiilini bâkileştirmek için iştiyakla [arzu, istek] kitabet [yazım] ve şiir, hattâ sinema ile hıfzına çalışır. Hususan, o fiillerin Cennette bâki meyveleri bulunsa, daha ziyade merak eder. Kirâmen Kâtibin insanın omuzlarında durup onları ebedî manzaralarda göstermek ve sahiplerine daimî mükâfat kazandırmak, o kadar bana şirin geldi ki, tarif edemem.

Sonra, ehl-i dünyanın, [dünyada yaşayanlar] beni hayat-ı içtimaiyedeki [sosyal hayat] herşeyden tecrit etmek içinde bütün kitaplarımdan ve dostlarımdan ve hizmetçilerimden ve tesellî verici işlerden ayrı düşürmeleriyle beraber gurbet vahşeti beni sıkarken ve boş dünya

101

başıma yıkılırken, melâikeye [melekler] imanın pek çok meyvelerinden birisi imdadıma geldi; kâinatımı ve dünyamı şenlendirdi, melekler ve ruhânîlerle doldurdu,1 âlemimi sevinçle güldürdü. Ve ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] dünyaları vahşet ve boşluk ve karanlıkla ağladıklarını gösterdi.

Hayalim bu meyvenin lezzetiyle mesrur [mutlu] iken, umum peygamberlere imanın pek çok meyvelerinden buna benzer birtek meyvesini aldı, tattı. Birden, bütün geçmiş zamanlardaki enbiyalarla [nebiler, peygamberler] yaşamış gibi onlara imanım ve tasdikim, o zamanları ışıklandırdı ve imanımı küllî yapıp genişlendirdi ve Âhirzaman Peygamberimizin imana ait olan dâvâlarına binler imza bastırdı, şeytanları susturdu.

Birden, Hikmetü’l-İstiâze Lem’asında [parıltı] kat’î cevabı bulunan bir sual kalbime geldi ki:

“Bu meyveler gibi hadsiz tatlı semereler [meyve] ve faideler ve hasenatın gayet güzel neticeleri ve menfaatleri ve Erhamürrâhimînin [merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah] gayet merhametkârane tevfikleri [başarı] ve inâyetleri [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ehl-i hidâyete [doğru yolda olanlar, iman nimetine ermiş olanlar] yardım edip kuvvet verdikleri halde, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] neden çok defa galebe [üstün gelme] eder ve bazen yirmisi, yüz tane ehl-i hidâyeti [doğru yolda olanlar, iman nimetine ermiş olanlar] perişan eder?” diye, mânen benden soruldu. Ve bu tefekkür içinde şeytanın gayet zayıf desiselerine [hile, aldatma] karşı Kur’ân’ın büyük tahşidatı [kuvvetlendirme, destekleme] ve melâikeleri [melekler] ve Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yardımını ehl-i imana [Allah’a inanan] göndermesi hatıra geldi. Risale-i Nur’un onun hikmetini kat’î hüccetlerle [delil] izahına binaen, o sualin cevabına gayet kısa bir işaret ederiz.

Evet, bazen serseri ve gizli, muzır [zararlı] bir adamın bir saraya ateş atmaya çalışması yüzünden, yüzer adamın yapması gibi, yüzer adamın muhafazasıyla ve bazan devlete ve padişaha iltica ile o sarayın vücudu devam edebilir. Çünkü, onun vücudu, bütün şeraitin ve erkânın [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve esbâbın [sebepler] vücuduyla olabilir. Fakat onun ademi ve harap olması, birtek şartın ademiyle vâki ve bir serserinin bir kibritiyle yanıp mahvolduğu gibi, ins ve cin şeytanları az bir fiil ile büyük tahribat ve dehşetli mânevî yangınlar yaparlar. Evet, bütün fenalıklar ve günahlar ve şerlerin mayası ve

102

esasları ademdir, tahriptir. Sureten [görünüş itibarıyla] vücudun altında, adem ve bozmak saklıdır. İşte cinnî ve insî şeytanlar ve şerirler bu noktaya istinaden gayet zayıf bir kuvvetle hadsiz bir kuvvete karşı dayanıp, ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve hakikatı Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] dergâhına [Allah’ın yüce katı] ilticaya ve kaçmaya her vakit mecbur ettiğinden, Kur’ân, onları himaye için büyük tahşidat [öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma] yapar. Doksan dokuz esmâ-i İlâhiyeyi [Allah’ın isimleri] onların ellerine verir. O düşmanlara karşı sebat [kalıcı olma, sabit kalma] etmelerine çok şiddetli emirler verir.

Bu cevaptan, birden pek büyük bir hakikatin ucu ve azametli, dehşetli bir meselenin esası göründü. Şöyle ki:

Nasıl ki Cennet, bütün vücut âlemlerinin mahsulâtını taşıyor ve dünyanın yetiştirdiği tohumları bâkiyâne [daimî, kalıcı bir şekilde] sümbüllendiriyor. Öyle de, Cehennem dahi, hadsiz dehşetli adem [hiçlik, yokluk] ve hiçlik âlemlerinin çok elîm neticelerini göstermek için, o adem [hiçlik, yokluk] mahsulâtlarını kavuruyor. Ve o dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücut kâinatını âlem-i adem [yokluk âlemi] pisliklerinden temizlettiriyor. Bu dehşetli meselenin şimdilik kapısını açmayacağız; inşâallah sonra izah edilecek.

Hem meleklere iman meyvesinden bir cüz’ü ve Münker [kötülük] ve Nekir’e1 ait bir nümunesi şudur:

“Herkes gibi ben dahi muhakkak gireceğim” diye mezarıma hayalen girdim. Ve kabirde yalnız, kimsesiz, karanlık, soğuk, dar bir haps-i münferitte, [tek başına hapis, hücre hapsi] bir tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içindeki tevahhuş [korkma, çekinme] ve meyusiyetten [ümitsiz] tedehhüş [dehşete düşme] ederken, birden Münker [kötülük] ve Nekir taifesinden iki mübarek arkadaş çıkıp geldiler. Benimle münazaraya başladılar. Kalbim ve kabrim genişlediler, nurlandılar, hararetlendiler. Âlem-i ervâha [ruhlar âlemi] pencereler açıldı. Ben de, şimdi hayalen ve istikbalde hakikaten göreceğim o vaziyete bütün canımla sevindim ve şükrettim.

Sarf ve nahiv ilmini okuyan bir medrese talebesinin vefat edip, kabirde Münker [kötülük] ve Nekir’in: “Men Rabbüke[“Rabbin kimdir?”] (Senin Rabbin kimdir?) diye suallerine karşı,

103

kendini medresede zannedip nahiv ilmiyle cevap vererek, “Men mübtedâdır, Rabbüke onun haberidir. Müşkül [zorluk] bir meseleyi benden sorunuz, bu kolaydır” diyerek, hem o melâikeleri, [melekler] hem hazır ruhları, hem o vâkıayı müşahede eden orada bulunan bir keşfü’l-kubur [kabirdeki ölülerin hallerini görme] velîsini güldürdü ve rahmet-i İlâhiyeyi [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] tebessüme getirdi. Azaptan kurtulduğu gibi, Risale-i Nur’un bir şehid kahramanı olan merhum Hâfız Ali, hapiste Meyve Risalesini [On Birinci Şuâ] kemâl-i aşkla [tam ve mükemmel bir aşkla] yazarken ve okurken vefat edip kabirde melâike-i suale mahkemedeki gibi Meyve hakikatleriyle cevap verdiği misillü, [benzer] ben de ve Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] de, o suallere karşı Risale-i Nur’un parlak ve kuvvetli hüccetleriyle [delil] istikbalde hakikaten ve şimdi mânen cevap verip onları tasdike ve tahsine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve tebrike sevk edecekler inşaallah. [Allah dilerse]

Hem meleklere imanın saadet-i dünyeviyeye [dünya hayatındaki mutluluk] medar [kaynak, dayanak] cüz’î [ferdî, küçük] bir nümunesi şudur ki:

İlmihalden iman dersini alan bir mâsum çocuğun, yanında ağlayan ve mâsum bir kardeşinin vefatı için vâveylâ [çığlık, feryad] eden diğer bir çocuğa, “Ağlama, şükreyle. Senin kardeşin meleklerle beraber Cennete gitti. Orada gezer, bizden daha iyi keyfedecek, melekler gibi uçacak, her yeri seyredebilir” deyip, feryat edenin ağlamasını tebessüme ve sevince çevirmesidir.

Ben de aynen bu ağlayan çocuk gibi, bu hazin kışta ve elîm bir vaziyetimde gayet elîm iki vefat haberini aldım. Biri, hem âli [yüce] mekteplerde birinciliği kazanan, hem Risale-i Nur’un hakikatlerini neşreden biraderzâdem merhum Fuad; ikincisi, hacca gidip sekerat [can çekişme/ölüm anı] içinde tavaf ederken, tavaf içinde vefat eden Âlime Hanım namındaki merhume hemşirem… Bu iki akrabamın ölümleri, İhtiyar Risalesinde yazılan merhum Abdurrahman’ın vefatı gibi beni ağlatırken, imanın nuruyla o mâsum Fuad, o saliha Hanım insanlar yerinde meleklere, hûrilere arkadaş olduklarını ve bu dünyanın tehlike ve günahlarından kurtulduklarını mânen, kalben gördüm. O şiddetli hüzün yerinde büyük bir sevinç hissedip hem onları, hem Fuad’ın pederi kardeşim Abdülmecid’i, hem kendimi tebrik ederek

104

Erhamürrahimîne teşekkür ettim. Bu iki merhumeye rahmet duası niyetiyle buraya yazıldı, kaydedildi.

Risale-i Nur’daki bütün mîzanlar [denge, ölçü] ve muvazeneler, [karşılaştırma/denge] imanın saadet-i dünyeviyeye [dünya hayatındaki mutluluk] ve uhreviyeye medar [kaynak, dayanak] meyvelerini beyan ederler. Ve o küllî ve büyük meyveler, bu dünyada gösterdikleri saadet-i hayatiye [hayat mutluluğu] ve lezzet-i ömür [yaşama lezzeti] cihetiyle her mü’minin imanı ona bir saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kazandıracak, belki sümbül verecek ve o surette inkişaf [açığa çıkma] edecek diye haber verirler. Ve o küllî ve pek çok meyvelerinden beş meyvesi, meyve-i Mirac [Mirac meyvesi] olarak Otuz Birinci Sözün âhirinde ve beş meyvesi Yirmi Dördüncü Sözün Beşinci Dalında nümune olarak yazılmış.

Erkân-ı imaniyenin [iman esasları] herbirinin ayrı ayrı pek çok, belki hadsiz meyveleri olduğu gibi, mecmuunun birden çok meyvelerinden bir meyvesi, koca Cennet ve biri de saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve biri de belki en tatlısı da rüyet-i İlâhiyedir diye, başta demiştik. Ve Otuz İkinci Sözün âhirindeki muvazenede, [karşılaştırma/denge] imanın saadet-i dâreyne [dünya ve ahiret mutluluğu] medar [kaynak, dayanak] bir kısım semereleri [meyve] güzel izah edilmiş.

İman-ı bi’l-kader rüknünün [esas, şart] kıymettar meyveleri bu dünyada bulunduğuna bir delil, umum lisanında مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ أَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ darb-ı mesel [atasözü] olmuştur. Yani, “Kadere iman eden gamlardan kurtulur.” Risale-i Kaderin [Kader Risalesi (Yirmi Altıncı Söz)] âhirinde güzel bir temsil ile, iki adamın şâhâne bir sarayın bahçesine girmesiyle, bir küllî meyvesi beyan edilmiş. Hattâ ben kendi hayatımda binler tecrübelerimle gördüm ve bildim ki, kadere iman olmazsa hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] saadeti mahvolur. Elîm musibetlerde, ne vakit kadere iman cihetine bakardım, musibet gayet hafifleşiyor görüyordum. Ve “Kadere iman etmeyen nasıl yaşayabilir?” diye hayret ederdim.

Melâikeye [melekler] iman rüknünün [esas, şart] küllî meyvelerinden birisine, Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamında şöyle işaret edilmiş ki:

105

Azrail aleyhisselâm Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] münâcât [Allah’a yalvarış, dua] edip demiş: “Kabz-ı ervâh [ruhların bedenden alınması işlemi] vazifesinde senin ibâdın benden küsecekler, şekvâ [şikayet] edecekler?”

Ona cevaben denilmiş: “Senin vazifene hastalıkları ve musibetleri perde yapacağım—tâ ibâdımın şekvâları [şikayet] onlara gitsin, sana gelmesin.”

Aynen bu perdeler gibi, Azrail aleyhisselâmın vazifesi de bir perdedir—tâ haksız şekvâlar [şikayet] Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] gitmesin. Çünkü ölümdeki hikmet ve rahmet ve güzellik ve maslahat [amaç, yarar] cihetini herkes göremez. Zâhire bakıp itiraz eder, şekvâya [şikayet] başlar. İşte bu haksız şekvâlar [şikayet] Rahîm-i Mutlaka [herbir varlığa hususî rahmet tecellisi olan sınırsız şefkat ve merhamet sahibi Allah] gitmemek hikmetiyle, Azrail aleyhisselâm perde olmuş.

Aynen bunun gibi, bütün meleklerin, belki bütün esbab-ı zâhiriyenin [görünen sebepler] vazifeleri, izzet-i rububiyetin [her varlığı yaratılış amacına hikmetli bir biçimde ulaştırarak terbiye ve idare eden Allah’ın şeref ve yüceliği] perdeleridir. Tâ güzellikleri görünmeyen ve hikmetleri bilinmeyen şeylerde kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] izzeti ve kudsiyeti [kutsal, kusursuz ve yüce] ve rahmetinin ihata[herşeyi kuşatma] muhafaza edilsin, itiraza hedef olmasın ve hasis ve ehemmiyetsiz ve merhametsiz şeylerle kudretin mübaşereti [bir işe başlama, girişim, temas etme] nazar-ı zâhirîde [dışa dönük bakış] görünmesin. Yoksa, hiçbir sebebin hakikî tesiri ve icada hiç kàbiliyeti olmadığını, herşeyde tevhid sikkeleri [mühür] kat’î gösterdiğini, Risale-i Nur hadsiz delilleriyle ispat etmiş. Halk etmek, icad etmek Ona mahsustur. Esbab [sebebler] yalnız bir perdedir. Melâike [melek] gibi zîşuur [akıl ve şuur sahibi] olanların, yalnız cüz-i ihtiyarıyla cüz’î, [ferdî, küçük] icadsız, [bir şey ortaya koymayan] kesb [elde etme, kazanma] denilen bir nevi hizmet-i fıtriye ve amelî bir nevi ubudiyetten [Allah’a kulluk] başka ellerinde yoktur.

Evet, izzet [büyüklük, yücelik] ve azamet isterler ki, esbab, [sebebler] perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.

Tevhid ve ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] isterler ki, esbab [sebebler] ellerini çeksinler tesir-i hakikîden. [gerçek tesir]

İşte, nasıl ki melekler ve umur-u hayriyede [hayırlı işler] ve vücudiyede istihdam [çalıştırma] edilen

106

zâhirî sebepler, güzellikleri görünmeyen ve bilinmeyen şeylerde kudret-i Rabbâniyeyi [her bir varlığı terbiye ve idare eden Allah’ın kudreti] kusurdan, zulümden muhafaza edip takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve tesbih-i İlâhîde [Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma] birer vesiledirler.

Aynen öyle de, cinnî ve insî şeytanlar ve muzır [zararlı] maddelerin umur-u şerriyede [kötü işler] ve ademiyede istimalleri [çalıştırma, vazifelendirme] dahi, yine kudret-i Sübhâniyeyi gadirden [zulüm, acımasızlık] ve haksız itirazlardan ve şekvâlara [şikayet] hedef olmaktan kurtarmakla takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve tesbihat-ı Rabbâniyeye [herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler] ve kâinattaki bütün kusurattan [kusurlar] müberrâ [arınmış, temiz] ve münezzehiyetine [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] hizmet ediyorlar. Çünkü, bütün kusurlar ademden ve kàbiliyetsizlikten [yeteneksizlik] ve tahripten ve vazife yapmamaktan—ki birer ademdirler—ve vücudu olmayan ademî [hiçlikle ilgili] fiillerden geliyor. Bu şeytanî ve şerli perdeler o kusurata [kusurlar] merci olup itiraz ve şekvâları [şikayet] bi’l-istihkak kendilerine alarak Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] takdisine [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] vesile oluyorlar.

Zaten şerli ve ademî [hiçlikle ilgili] ve tahripçi işlerde kuvvet ve iktidar lâzım değil. Az bir fiil ve cüz’î [ferdî, küçük] bir kuvvet, belki vazifesini yapmamakla bazan büyük ademler ve bozmaklar oluyor; o şerir fâiller [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] muktedir zannedilirler. Halbuki, ademden başka hiç tesirleri ve cüz’i bir kesbden [elde etme, kazanma] hariç bir kuvvetleri yoktur. Fakat o şerler ademden geldiklerinden, o şerirler hakiki fâildirler. [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] Bi’l-istihkak, eğer zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ise cezayı çekerler.

Demek seyyiatta [günahlar] o fenalar fâildirler. [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] Fakat haseneler ve hayırlarda ve amel-i salihde [Allah için yapılan iyi işler] vücut olmasından, o iyiler hakiki fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] ve müessir değiller. Belki kàbildirler, feyz-i İlâhîyi kabul ederler. Ve mükâfatları dahi sırf bir fazl-ı İlâhîdir [Allah’ın lütfu, ihsanı] [bağış] diye, Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân]

مَۤا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَۤا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ * 1

ferman eder.

107

Elhâsıl, [özetle, sonuç olarak] vücut kâinatları ve hadsiz adem [hiçlik, yokluk] âlemleri birbirleriyle çarpışırken ve Cennet ve Cehennem gibi meyveler verirken ve bütün vücut âlemleri “Elhamdülillâh, elhamdülillâh” ve bütün adem [hiçlik, yokluk] âlemleri “Sübhânallah, sübhânallah” derken [anlama, algılama] ve ihâta[kavrayış] bir kanun-u mübareze [mücâdele ve çatışma kanunu] ile melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle, tâ kalbin etrafındaki ilham, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] vesvese ile mücadele ederken, birden meleklere imanın bir meyvesi tecellî eder, meseleyi halledip karanlık kâinatı ışıklandırır. اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1 âyetinin envârından [nurlar] bir nurunu bize gösterir ve bu meyve ne kadar tatlı olduğunu tattırır.

İkinci bir küllî meyvesine, Yirmi Dördüncü ve elif( ا )’ler kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] gösteren Yirmi Dokuzuncu Sözler [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] işaret edip parlak bir surette meleklerin vücudunu ve vazifesini ispat etmişler. Evet, kâinatın her tarafında, cüz’î [ferdî, küçük] ve küllî herşeyde, her nevide, kendini tanıttırmak ve sevdirmek içinde merhametkârane bir haşmet-i rububiyet, [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] elbette o haşmete, o merhamete, o tanıttırmaya, o sevdirmeye karşı şükür ve takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] içinde bir geniş ve ihata[herşeyi kuşatma] ve şuurkârâne [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] bir ubudiyetle [Allah’a kulluk] mukabele [karşılama; karşılık verme] etmesi lâzım ve kat’îdir. Ve şuursuz cemâdat [cansız varlıklar] ve erkân-ı azîme-i kâinat hesabına o vazifeyi ancak hadsiz melekler görebilir ve o saltanat-ı rubûbiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] her tarafta, serâda, Süreyya‘da, [gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan ve yedi yıldızdan meydana gelen bir yıldız takımı] zeminin temelinde, dışında hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] ve haşmetkârâne icraatını onlar temsil edebilirler.

Meselâ, felsefenin ruhsuz kanunları pek karanlık ve vahşetli gösterdikleri hilkat-ı arziye [yeryüzünün yaratılışı] ve vaziyet-i fıtriyesini, bu meyve ile nurlu, ünsiyetli [cana yakın, dost] bir tarzda “Sevr[Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve “Hut[balık] namlarındaki iki meleğin omuzlarında, yani nezaretlerinde ve Cennetten getirilen ve fâni küre-i arzın [yer küre, dünya] bâki bir temel taşı olmak, yani ileride

108

bâki Cennete bir kısmını devretmeye bir işaret için “sahret[Kudüs’te, Beyt-i Mukaddeste çok eski ve tarihi bir kaya. Bu kayaya “Hacer-i Muallak” da der. Hz. Peygamberin (a.s.m.) Mîrac Gecesinde bu kayadan Burak’a binerek semâya çıktığı hakkında rivâyet vardır.] namında uhrevî bir madde, bir hakikat gönderilip Sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve Hut [balık] meleklerine bir nokta-i istinad [dayanak noktası] edilmiş diye Benî İsrail‘in [İsrailoğulları] eski peygamberlerinden rivayet var ve İbni Abbas’tan dahi mervîdir. [nakledilen, rivayet edilen] Maatteessüf [ne yazık ki] bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mânâ, mürûr-u zamanla [zamanın geçmesi] bu teşbih, avâmın nazarında hakikat telâkki [anlama, kabul etme] edilmekle aklın haricinde bir suret almış. Madem melekler havada gezdikleri gibi toprakta ve taşta ve yerin merkezinde de gezerler; elbette onların ve küre-i arzın [yer küre, dünya] üstünde duracak cismânî taş ve balığa ve öküze ihtiyaçları yoktur.

Hem meselâ küre-i arz, [yer küre, dünya] küre-i arzın [yer küre, dünya] nevileri adedince başlar ve o nevilerin fertleri sayısınca diller ve o ferdlerin âzâ ve yaprak ve meyveleri miktarınca tesbihatlar yaptığı için, elbette o haşmetli ve şuursuz ubudiyet-i fıtriyeyi [yaratılıştan gelen kulluk] bilerek, şuurdârâne [bilinçli bir şekilde] temsil edip dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] takdim etmek için, kırk bin başlı ve her başı kırk bin dil ile ve herbir dil ile kırk bin tesbihat yapan bir melek-i müekkeli [görevli melek] bulunacak ki, ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] olarak Muhbir-i Sadık [doğru sözlü haber verici olan Peygamber Efendimiz (a.s.m.)] haber vermiş.

Ve hilkat-i kâinatın [evrenin yaratılışı] en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münasebât-ı Rabbâniyeyi [Rab olan Allah ile olan bağlantı, ilişki] tebliğ ve izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden Cebrail aleyhisselâm ve zîhayat [canlı] âleminde en haşmetli ve en dehşetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis etmekteki Hâlıka mahsus olan icraat-ı İlâhiyeyi, [Allah’ın icraat ve faaliyeti] yalnız temsil edip ubudiyetkârâne [kulluk yaparcasına] nezaret eden İsrafil aleyhisselâm ve Azrail aleyhisselâm ve hayat dairesinde rahmetin en cemiyetli, en geniş, en zevkli olan rızıktaki ihsanat-ı Rahmâniyeye nezaretle beraber şuursuz şükürleri şuurla temsil eden Mikail aleyhisselâm gibi meleklerin pek acip mahiyette olarak bulunmaları ve vücutları ve ruhların bekàları,

109

saltanat ve haşmet-i rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] muktezasıdır. [bir şeyin gereği] Onların ve herbirinin mahsus taifelerinin vücutları, kâinatta güneş gibi görünen saltanat ve haşmetin vücudu derecesinde kat’îdir ve şüphesizdir. Melâikeye [melekler] ait başka maddeler bunlara kıyas edilsin.

Evet, küre-i arzda [yer küre, dünya] dört yüz bin nevileri zîhayattan [canlı] halk eden, hattâ en âdi ve müteaffin [bozulmuş, kokuşmuş, çürük] maddelerden zîruhları [ruh sahibi] çoklukla yaratan ve her tarafı onlarla şenlendiren ve mu’cizat-ı san’atına karşı, onlara dilleriyle “Mâşâallah, Bârekâllah, [“Allah ne mübarek yaratmış”] Sübhânallah” dediren ve ihsanat-ı rahmetine mukàbil “Elhamdü lillâh, Ve’ş-şükrü lillâh, Allahu ekber” o hayvancıklara söylettiren bir Kadîr-i Zülcelâli [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] ve’l-Cemâl, elbette, bilâşek velâ şüphe, [şeksiz ve şüphesiz] koca semâvâta münasip, isyansız ve daima ubudiyette [Allah’a kulluk] olan sekeneleri [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] ve ruhanîleri yaratmış, semâvâtı şenlendirmiş, boş bırakmamış ve hayvanatın taifelerinden pek çok ziyade ayrı ayrı nevileri meleklerden icad etmiş ki, bir kısmı küçücük olarak yağmur ve kar katrelerine [damla] binip san’at ve rahmet-i İlâhiyeyi [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] kendi dilleriyle alkışlıyorlar; bir kısmı, birer seyyar yıldızlara binip feza-yı kâinatta [uzay] seyahat içinde azamet ve izzet [büyüklük, yücelik] ve haşmet-i rububiyete [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] karşı tekbir ve tehlil [“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” mânâsındaki “lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme] ile ubudiyetlerini [Allah’a kulluk] âleme ilân ediyorlar.

Evet, zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] beri bütün semâvî kitaplar ve dinler meleklerin vücutlarına ve ubudiyetlerine [Allah’a kulluk] ittifakları ve bütün asırlarda meleklerle konuşmalar ve muhavereler, [karşılıklı konuşma] kesretli [çokluk] tevatürle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] insanlar içinde vuku bulduğunu nakil ve rivayetleri ise, görmediğimiz Amerika insanlarının vücutları gibi meleklerin vücutlarını ve bizimle alâkadar olduklarını kat’î ispat eder.

İşte, şimdi gel, iman nuruyla bu küllî ikinci meyveye bak ve tat: Nasıl kâinatı baştan başa şenlendirip, güzelleştirip bir mescid-i ekbere [(en) büyük mescid] ve büyük bir ibadethâneye çeviriyor! Ve fen ve felsefenin soğuk, hayatsız, zulmetli, dehşetli

110

göstermelerine mukàbil, hayatlı, şuurlu, ışıklı, ünsiyetli, [cana yakın, dost] tatlı bir kâinat göstererek bâki hayatın bir cilve-i lezzetini, [lezzet veren tecelli, lezzetin bir yansıması] ehl-i imana, [Allah’a inanan] derecesine göre dünyada dahi tattırır.

Tetimme: [ek] Nasıl ki vahdet [Allah’ın birliği] ve ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] sırrıyla kâinatın her tarafında aynı kudret, aynı isim, aynı hikmet, aynı san’at bulunmasıyla Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] vahdet [Allah’ın birliği] ve tasarrufu ve icad ve rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve hallâkıyet [yaratıcılık] ve kudsiyeti, [kutsal, kusursuz ve yüce] cüz’î-küllî [ferd-tür (kapsamlı varlık)] herbir masnuun hal diliyle ilân ediliyor. Aynen öyle de, her tarafta melekleri halk edip her mahlûkun lisan-ı hal [beden dili] ile şuursuz yaptıkları tesbihatı, meleklerin ubudiyetkârâne [kulluk yaparcasına] dilleriyle yaptırıyor. Meleklerin hiçbir cihette hilâf-ı emir [emre aykırı] hareketleri yoktur. Hâlis bir ubudiyetten [Allah’a kulluk] başka hiçbir icad ve emirsiz hiçbir müdahale, hattâ izinsiz şefaatleri dahi olmaz. Tam بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ 1 * وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ 2 sırrına mazhardırlar.

ba

111

 Hâtime

 Gayet ehemmiyetli bir nükte-i i’câziyeye [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair ince bir mânâ] dair, birden ihtiyarsız, [irade dışı] mağripten [akşam/batı] sonra kalbe ihtar edilen ve Sûre-i قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ 1ın zâhir bir mu’cize-i gaybiyesini [gaybî olarak haber verilen ve zamanı gelince ortaya çıkan mu’cize] gösteren uzun bir hakikate kısa bir işarettir.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ * مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ * وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ اِذَا وَقَبَ * وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ * وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ * 2

İşte, yalnız mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] cihetinde bu sûre-i azîme-i [büyük sûre] hârika, “Kâinatta adem [hiçlik, yokluk] âlemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insî ve cinnî şeytanlardan kendinizi muhafaza ediniz” Peygamberimize ve ümmetine emrederek, her asra baktığı gibi, mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] bu acip asrımıza daha ziyade, belki zâhir bir tarzda bakar, Kur’ân’ın hizmetkârlarını istiâzeye [Allah’a sığınma] dâvet eder. Bu mu’cize-i gaybiye, [gaybî olarak haber verilen ve zamanı gelince ortaya çıkan mu’cize] beş işaretle kısaca beyan edilecek. Şöyle ki:

Bu sûrenin herbir âyetinin mânâları çoktur. Yalnız mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ile, beş cümlesinde dört defa شَرِّ kelimesini tekrar etmek ve kuvvetli münasebet-i mâneviye [mânevi bağlantı, ilişki] ile beraber dört tarzda bu asrın emsalsiz dört dehşetli ve fırtınalı maddî ve mânevî şerlerine ve inkılâplarına [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve mübarezelerine [karşı koyma] aynı tarihle parmak basmak ve mânen “Bunlardan çekininiz” emretmek, elbette Kur’ân’ın i’câzına [mu’cize oluş] yakışır bir irşad-ı gaybîdir.

Meselâ, başta قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ cümlesi, bin üç yüz elli iki veya dört (1352-1354) tarihine hesab-ı ebcedî [ebced hesabı] ve cifrî ile tevafuk edip nev-i beşerde en

112

geniş hırs ve hasetle ve Birinci Harbin sebebiyle vukua gelmeye hazırlanan İkinci Harb-i Umumiye [İkinci Dünya Savaşı] işaret eder ve ümmet-i Muhammediyeye [Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar] (a.s.m.) mânen der: “Bu harbe girmeyiniz ve Rabbinize iltica ediniz.” Ve bir mâna-yı remziyle, Kur’ân’nın hizmetkârlarından olan Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] hususi bir iltifatla, onların Eskişehir hapsinden, dehşetli bir şerden aynı tarihiyle kurtulmalarına ve haklarındaki imha plânının akîm [neticesiz] bırakılmasına remzen [ince işaret] haber verir, mânen “İstiâze ediniz” emreder gibi bir remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] verir.

Hem meselâ مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ 1 cümlesi (şedde sayılmaz) bin üç yüz altmış bir (1361) ederek bu emsalsiz harbin merhametsiz ve zâlimâne tahribatına Rûmî ve Hicrî [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] tarihiyle parmak bastığı gibi, aynı zamanda bütün kuvvetleriyle Kur’ân’ın hizmetine çalışan Nur şakirtlerinin [öğrenci] geniş bir imha plânından ve elîm ve dehşetli bir belâdan ve Denizli hapsinden kurtulmalarına tevafukla, bir mânâ-yı remzî [işaret edilen mânâ] ile onlara da bakar, “Halkın şerrinden kendinizi koruyunuz” gizli bir îmâ ile der.

Hem meselâ اَلنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ 2 cümlesi (şeddeler sayılmaz) bin üç yüz yirmi sekiz (1328), eğer şeddedeki ل sayılsa, bin üç yüz elli sekiz (1358) adediyle bu umumî harpleri yapan ecnebî gaddarların, hırs ve hasetle bizdeki Hürriyet inkılâbının [değişim, devrim] Kur’ân lehindeki [tarafında] neticelerini bozmak fikriyle tebeddül-ü saltanat [saltanatın el değişmesi] ve Balkan ve İtalyan harpleri ve Birinci Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] patlamasıyla maddî ve mânevî şerlerini, siyasî diplomatların, radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderat-ı beşerin [insanın kaderi; Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar] düğme ve ukdelerine [düğüm] gizli plânlarını telkin etmeleriyle bin senelik medeniyet terakkiyatını [ilerleme] vahşiyâne mahveden şerlerin vücuda gelmeye hazırlanmaları tarihine tevâfuk ederek اَلنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ ‘in tam mânâsına tetâbuk eder.

113

Hem meselâ وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ 1 cümlesi (şedde ve tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] sayılmaz) yine bin üç yüz kırk yedi (1347) edip, aynı tarihte, ecnebî muahedelerin [iki ya da daha çok devlet arasında yapılan antlaşma] icbarıyla [zoraki, zorlama] bu vatanda ehemmiyetli sarsıntılar ve felsefenin tahakkümüyle [baskı] bu dindar millette ehemmiyetli tahavvüller [başka bir hâle geçme, dönüşme] vücuda gelmesine ve aynı tarihte, devletlerde İkinci Harb-i Umumîyi [Birinci Dünya Savaşı] ihzar [hazırlama] eden dehşetli hasetler ve rekabetlerin çarpışmaları tarihine bu mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ile tam tamına tevafuku ve mânen tetabuku, [uygunluk] elbette bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sûrenin bir lem’a-i i’câz-ı gaybîsidir.

ba

Bir İhtar

Herbir âyetin müteaddit [bir çok] mânâları vardır. Hem herbir mânâ küllîdir; her asırda efradı [bireyler] bulunur. Bahsimizde bu asrımıza bakan yalnız mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasıdır. Hem o küllî mânada, asrımız bir ferttir. Fakat hususiyet kesb [elde etme, kazanma] etmiş ki, ona tarihiyle bakar.

Ben dört senedir, bu harbin ne safahatını [zevk, keyif] ve ne de neticelerini ve ne de sulh olmuş, olmamış bilmediğimden ve sormadığımdan, bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sûrenin daha ne kadar bu asra ve bu harbe işareti var diye daha onun kapısını çalmadım. Yoksa bu hazinede daha çok esrar var olduğunu Risale-i Nur’un eczalarında, hususan Rumuzât-ı Semaniye risalelerinde beyan ve ispat edildiğinden onlara havale edip kısa kesiyorum.

Hatıra gelebilen bir sualin cevabıdır

Bu lem’a-i i’câziyede, [mu’cizelik parıltısı] baştaki مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ 2 da, hem مِنْ , hem شَرِّ kelimeleri hesaba girmesi ve âhirde وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ yalnız شَرِّ kelimesi girmesi وَمِنْ girmemesi ve وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ 3 ikisi de

114

hesap edilmemesi gayet ince ve lâtif [berrak, şirin, hoş] bir münasebete ima ve remz [ince işaret] içindir. Çünkü, halklarda şerden başka hayırlar da var. Hem bütün şer herkese gelmez. Buna remzen, [ince işaret] bazıyeti ifade eden مِنْ ve شَرِّ girmişler. Hâsid [çekemeyen, başkalarının elindeki nimeti kıskanan] hased ettiği zaman bütün şerdir. Bazıyete lüzum yoktur. Ve اَلنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ 1 remziyle, [ince işaret] kendi menfaatleri için küre-i arza [yer küre, dünya] ateş atan üfleyicilerin ve sihirbaz o diplomatların tahribata ait bütün işleri ayn-i şerdir [kötülüğün ta kendisi, tam bir kötülük] diye, daha شَرِّ kelimesine lüzum kalmadı.

Bu sûreye ait bir nükte-i i’câziyenin [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair ince bir mânâ] haşiyesidir [dipnot]

Nasıl bu sûre, beş cümlesinden dört cümlesiyle bu asrımızın dört büyük şerli inkılâplarına [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve fırtınalarına mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ile bakar. Aynen öyle de, dört defa tekraren مِنْ شَرِّ (şedde sayılmaz) kelimesiyle, âlem-i İslâmca [İslâm âlemi] en dehşetli olan Cengiz ve Hülâgu fitnesinin ve Abbâsî Devletinin inkıraz [dağılıp yok olma] zamanının asrına dört defa mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ile ve makam-ı cifrî ile bakar ve parmak basar. [görme]

Evet, şeddesiz [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] شَرِّ beş yüz (500) eder; مِنْ doksandır (90). İstikbale bakan çok âyetler, hem bu asrımıza, hem o asırlara işaret etmeleri cihetinde istikbalden haber veren İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (k.s.) dahi, aynen hem bu asrımıza, hem o asra bakıp haber vermişler. غَا سِقٍ اِذَا وَقَبَ 2 kelimeleri bu zamana değil, belki غَا سِقٍ bin yüz altmış bir (1161) ve اِذَا وَقَبَ sekiz yüz on (810) ederek, o zamanlarda ehemmiyetli maddî mânevî şerlere işaret eder. Eğer beraber olsa, Milâdi bin dokuz yüz yetmiş bir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak.

115

On Birinci Meselenin Haşiyesinin [dipnot] bir Lâhikasıdır

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Âyetü’l-Kürsînin tetimmesi [ek] olan

لاَ اِكْرَاهَ فِى ﴿ الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ ﴾ مِنَ الْغَىِّ 1 bin üç yüz elli (1350),

فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ 2 bin dokuz yüz yirmi dokuz (1929) veya (1928),

  وَيُؤْمِنْ بِاللهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ 3 dokuz yüz kırk altı (946) “Risaletü’n-Nur” [elçilik, peygamberlik] ismine muvafık; بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى 4 bin üç yüz kırk yedi (1347);

﴾ لاَ انْفِصَامَ لَهَا وَاللهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ * ﴿ اَللهُ ﴾ ﴿ وَلِىُّ الَّذِينَ اٰمَنُوا 5

eğer beraber olsa bin on iki (1012), eğer beraber olmazsa dokuz yüz kırk beş (945) (bir şedde [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] sayılmaz), يُخْرِجُهُمْ مِنَ ﴿ الظُّلُمَاتِ ﴾ اِلَى النُّورِ 6 bin üç yüz yetmiş iki (1372) (şeddesiz), ﴾ وَالَّذِينَ كَفَرُوا اَوْلِيَۤاءُهُمُ ﴿ الطَّاغُوتُ 7 bin dört yüz on yedi (1417); ﴾ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى ﴿ الظُّلُمَاتِ 8 bin üç yüz otuz sekiz (1338) (şedde sayılmaz) اُولٰۤئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ 9 bin iki yüz doksan beş (1295) (şedde sayılır) eder. Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] hem iki kere ismine, hem suret-i mücahedesine, [mücadele şekli] hem tahakkukuna [gerçekleşme] ve telif [kaleme alma] ve tekemmül [mükemmelleşme] zamanına

116

tam tamına tevafukuyla beraber, ehl-i küfrün bin iki yüz doksan üç (1293) harbiyle âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] nurunu söndürmeye çalışması tarihine ve Birinci Harb-i Umumîden [Birinci Dünya Savaşı] istifade ile bin üç yüz otuz sekizde (1338) bilfiil nurdan zulümata atmak için yapılan dehşetli muahedeler [iki ya da daha çok devlet arasında yapılan antlaşma] tarihine tam tamına tevafuku ve içinde mükerreren [defalarca] nur ve zulümat karşılaştırılması ve bu mücahede-i mâneviyede [mânevi mücadele, cihad etme] Kur’ân’ın nurundan gelen bir Nur, ehl-i imana [Allah’a inanan] bir nokta-i istinat [dayanak noktası] olacağını mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ile haber veriyor diye kalbime ihtar edildi. Ben de mecbur oldum, yazdım. Sonra baktım ki, mânâsının münasebeti bu asrımıza o kadar kuvvetlidir ki, hiç tevafuk emaresi olmasa da, yine bu âyetler her asra baktığı gibi mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ile bizimle de konuşuyor kanaatim geldi.

Evet, evvelâ başta ﴾ لاَ اِكْرَاهَ فِى ﴿ الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ 1 cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî [ebced hesabı ve cifir ilmine göre harflerin aldığı sayısal değer] ile bin üç yüz elli (1350) tarihine parmak basar [görme] ve mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ile der: Gerçi o tarihte, dini, dünyadan tefrik ile dinde ikraha [kötü görme] ve icbara [zoraki, zorlama] ve mücahede-i diniyeye [dinle ilgili mücadele] ve din için silâhla cihada muarız [itiraz eden, karşı gelen] olan hürriyet-i vicdan, [vicdan hürriyeti] hükümetlerde bir kanun-u esasî, [anayasa] bir düstur-u siyasî [siyasî düstur, prensip] oluyor ve hükümet, lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukàbil mânevî bir cihad-ı dinî, [dinî mücadele] iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] kılıcıyla olacak. Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad [mükemmel bir şekilde doğru yola sevk etmek] ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli burhanları [delil] izhar [açığa çıkarma, gösterme] edip tebyin [açıkça anlatma, gösterme, meydana çıkarılma] ve tebeyyün [meydana çıkma, görünme] eden bir nur Kur’ân’dan çıkacak diye haber verip bir lem’a-i i’caz [mu’cizelik parıltısı] gösterir.

Hem, tâ خَالِدُونَ 2 kelimesine kadar, Risale-i Nur’daki bütün muvazenelerin [karşılaştırma/denge] aslı, menbaı [kaynak] olarak aynen o muvazeneler [karşılaştırma/denge] gibi mükerreren [defalarca] nur ve zulümat ve iman ve karanlıkları karşılaştırmasıyla gizli bir emaredir ki, o tarihte bulunan cihad-ı mânevî [mânevî cihad, mücadele] mübarezesinde [karşı koyma] büyük bir kahraman “Nur” namında Risale-i Nur’dur ki, dinde bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun mânevî elmas kılıcı, maddî kılıçlara ihtiyaç bırakmıyor.

117

Evet, hadsiz şükürler olsun ki, yirmi senedir Risale-i Nur bu ihbar-ı gaybı [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] ve lem’a[parıltı] i’câzı bilfiil göstermiştir. Ve bu sırr-ı azîm [büyük sır] içindir ki, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar. Ve hakikî şakirtleri, [öğrenci] en dehşetli bir hasmına ve hakaretli tecavüzüne karşı ona der:

“Ey bedbaht! Ben seni idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kurtarmaya ve fâni hayvaniyetin en süflî [alçak] ve elîm derecesinden bir bâki insaniyet saadetine çıkarmaya çalışıyorum; sen benim ölümüme ve idamıma çalışıyorsun. Senin bu dünyada lezzetin pek az, pek kısa; ve âhirette ceza ve belâların pek çok ve pek uzundur. Ve benim ölümüm bir terhistir. Haydi def ol! Seninle uğraşmam, ne yaparsan yap!” der. O zâlim düşmanına hiddet değil, belki acıyor, şefkat ediyor, “Keşke kurtulsaydı” diyerek ıslahına çalışır.

Sâniyen: [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] وَيُؤْمِنْ بِاللهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ ﴾﴿ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى ﴾ ﴿1

Bu iki kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] cümleler, kuvvetli münasebet-i mâneviye [mânevi bağlantı, ilişki] ile beraber makam-ı cifrî ve ebcedî [ebced hesabı ve cifir ilmine göre harflerin aldığı sayısal değer] hesabıyla, birincisi Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] ismine, ikincisi onun tahakkukuna [gerçekleşme] ve tekemmülüne [mükemmelleşme] ve parlak fütuhatına [fetihler, yayılmalar] mânen ve cifren tam tamına tetâbukları bir emâredir ki, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] bu asırda, bu tarihte bir urvetü’l-vüskadır. [kopmaz sağlam kulp] Yani çok muhkem, [değiştirilemez] kopmaz bir zincir ve bir hablullahtır. Ona elini atan yapışan, necat [kurtuluş] bulur diye mânâ-yı remziyle [işaret mânâsı] haber verir.

Sâlisen: [saniyenin altmışta biri] اَللهُ ﴾ وَلِىُّ الَّذِينَ اٰمَنُوا ﴿2 cümlesi hem mânâ, hem cifirle Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] bir remzi [ince işaret] var. Şöyle ki:…

[Bu makamda perde indi, yazmaya izin verilmedi. Başka zamana tehir edildi.]Haşiye

ba

118

Risale-i Nur kahramanı Hüsrev’in Meyvenin On Birinci Meselesi münasebetiyle yazdığı mektubun bir parçasıdır.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Esselâmü Aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekâtühü.

Çok mübarek, çok kıymettar, çok sevgili Üstadımız Efendimiz,

Millet ve memleket için çok büyük güzellikleri ihtiva eden Meyve, Dokuz Meselesi ile, dehşetli bir zamanda, müthiş âsiler içinde en büyük düşmanlar arasında hayret-feza [hayret verici, şaşırtıcı] bir surette şakirtlerine [öğrenci] necat [kurtuluş] vermeye vesile olmakla kalmamış. Onuncu ve On Birinci Meseleleri ile, hususuyla Nur’un şakirtlerini [öğrenci] hakikat yollarında alkışlamış ve gidecekleri hakiki mekânları olan kabirdeki ahvallerinden [durumlar] ve herkesi titreten ve bilhassa ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] için çok korkunç, çok elemli, çok acıklı bir menzil olan toprak altında, göreceği ve konuşacağı melâikelerle [melekler] konuşmayı ve refakati sevdirerek bu mekâna daha çok ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmekle, bu korkulu ilk menzil hakkındaki fevkalhad korkularımızı tâdil etmiş, nefes aldırmış. Hususiyle o âlemin nuranî hayatını benim gibi göremeyenlerin ellerinde, şuââtı [ışınlar, parıltılar] yüz binlerle senelik mesafelere uzanan bir elektrik lâmbası hükmüne geçmiş. Hem de daima koklanılacak nümunelik bir çiçek bahçesi olmuştur.

Evet, biz sevgili üstadımıza arz ediyoruz ki, hergün dersini hocasına okuyan bir talebe gibi, Nurdan aldığımız feyizlerimizi, her vakit için sevgili üstadımıza arz edelim. Fakat sevgili üstadımız şimdilik konuşmalarını tatil buyurdular.

Ey aziz Üstadım,

Risale-i Nur’un hakikati ve Meyvenin güzelliği ve çiçeğinin feyzi, beni minnettârâne, bir parça memleketim namına konuşturmuş ve benim gibi konuşan çok kalblere hayat vermiş. Şimdi muhitimizde Risale-i Nur’a karşı atılan adımlar ve uzatılan eller, Meyvenin on birinci çiçeği ile daha çok metanet [gayret, kararlılık] kesb [elde etme, kazanma] etmiş, inkişaf [açığa çıkma] etmiş, faaliyete başlamıştır.

Çok hakir talebeniz

 Hüsrev

119

 Isparta’daki umum Risale-i Nur talebeleri namına Ramazan tebriki münasebetiyle yazılmış ve on üç fıkra [bölüm] ile tâdil edilmiş bir mektuptur

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Ey âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] dünya ve âhirette selâmeti için Kur’ân’ın feyziyle ve Risale-i Nur’un hakikatiyle ve sadık şakirtlerin [öğrenci] himmetiyle [ciddi gayret] mübarek gözlerinden yaş yerine kan akıtan,

Ve ey fitne-i âhirzamanın [âhirzaman fitnesi] şu dağdağalı [karışık, gürültülü] ve fırtınalı zamanında Hazret-i Eyyûb aleyhisselâmdan ziyade hastalıklara, dertlere giriftâr olan ve Kur’ân’ın nuruyla ve Risale-i Nur’un burhanlarıyla [delil] ve şakirtlerin [öğrenci] gayretiyle âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] maddî ve mânevî hastalıklarını Hekîm-i Lokman gibi tedaviye çalışan,

Ve ey mübarek ellerinde mevcut olan Nur parçalarının hak ve hakikat olduğunu Kur’ân’ın otuz üç âyetiyle ve keramet-i Aleviye ve Gavsiye [Hz. Ali ve Abdulkadir Geylânî’nin kerameti] ile ispat eden,

Ve ey kendisi hasta ve ihtiyar ve zayıf ve gayet acınacak bir halde olduğuna göre herkesten ziyade âlem-i İslâma [İslâm âlemi] can feda eder derecesinde acıyarak, kendine fenalık etmek isteyenlere Kur’ân’ın hakikatiyle ve Risale-i Nur’un hüccetleriyle, [delil] Nur talebelerinin sadakatlarıyla hayırlı dualar ve iyilik etmek ile karşılayan,

Ve yazdığı mühim eserlerinden Âyetü’l-Kübrânın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] tab’ıyla [baskı basma] kendi zâtına ve talebelerine gelen musibette hapishanelere düşen ve o zindanları Kur’ân’ın irşadıyla [doğru yol gösterme] ve Risale-i Nur’un dersiyle ve şakirtlerin [öğrenci] iştiyakıyla [arzu, istek] bir medrese-i Yusufiyeye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] çeviren ve bir dershane yapan ve içimizde bulunan cahil olanların hepsini Kur’ân’ı o dershanede hatmettirerek çıkaran ve o musibette Kur’ân’ın kuvve-i kudsiyesiyle [kutsal duygu] ve Risale-i Nur’un tesellîsiyle ve kardeşlerin tahammülleriyle, ihtiyar ve zayıf olduğu halde bütün ağırlıklarımızı ve yüklerimizi üzerine alan ve yazdığı Meyve ve Müdafaanâme risaleleriyle Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın [açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân]

120

i’câzıyla [mu’cize oluş] ve Risale-i Nur’un kuvvetli burhanlarıyla [delil] ve şakirtlerin [öğrenci] ihlâsı ile, izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile üzerinden kapılarını açtırıp beraat kazandıran ve o günde bize ve âlem-i İslâma [İslâm âlemi] bayram yaptıran ve hakikaten Risale-i Nur’ları nûrun alâ nûr [nur üstüne nur, iyiden de iyi] olduğunu ispat ederek kıyamete kadar serbest okunup ve yazılmasına hak kazandıran,

Ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] gıda-yı kudsîsiyle [kutsal gıda] ve Nurun uhrevî taamıyla ve şakirtlerinin [öğrenci] iştihasıyla [arzu, istek] ekmek, su ve hava gibi bu Nurlara pek çok ihtiyacı olduğunu ve bu Nurları okuyup yazanlardan binler kişi imanla kabre girdiğini ispat eden ve kendisine mensup talebelerini hiçbir yerde mağlûp ve mahcup etmeyen ve elyevm [bu gün] Kur’ân’ın semâvî dersleriyle ve Risale-i Nur’un esasatıyla [esaslar] ve şakirtlerinin [öğrenci] zekâvetleriyle [zeki oluş] ve Meyvenin Onuncu ve On Birinci Mesele ve çiçekleriyle, firak [ayrılık] ateşiyle gece gündüz yanan kalblerimizi âb-ı hayat [hayat suyu] ve şarab-ı kevser gibi o mübarek Mesele ve Çiçeklerle kalblerimizin ateşini söndürüp sürur [mutluluk] ve feraha sevk eden,

Ve ey âlemin—Kur’ân-ı Azîmüşşa’nın kat’î vaadiyle ve tehdidiyle ve Risale-i Nur’un keşf-i kat’îsiyle ve merhum şakirtlerinin [öğrenci] müşahedesiyle ve onlardaki keşfü’l-kubur [kabirdeki ölülerin hallerini görme] sahiplerinin görmesiyle—en çok korktuğu ölümü, ehl-i iman [Allah’a inanan] için idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kurtarıp bir terhis tezkeresine çeviren ve âlem-i nura [nur âlemi] gitmek için güzel bir yolculuk olduğunu ispat eden ve kâfir ve münafıklar için idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] olduğunu bildiren Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın, [açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] bin mu’cizat-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] aleyhissalâtü vesselâm ve kırk vech-i i’câzının [mu’cizelik yönü] tasdiki altında ihbarat-ı kat’iyesiyle, ondan çıkan Risale-i Nur’un en muannid [inatçı] düşmanlarını mağlûp eden hüccetleriyle [delil] ve Nur şakirtlerinin, [öğrenci] çok emarelerin ve tecrübelerin ve kanaatlerinin teslimiyle o korkunç, karanlık, soğuk ve dar kabri, ehl-i iman [Allah’a inanan] için Cennet çukurundan bir çukur ve Cennet bahçesinin bir kapısı olduğunu ispat eden ve kâfir ve münâfık zındıklar için Cehennem çukurundan yılan ve akreplerle dolu bir çukur olduğunu ispat eden ve oraya gelecek olan Münker, [kötülük] Nekir isminde

121

melâikeleri [melekler] ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve hakikat yolunda gidenler için birer mûnis [cana yakın] arkadaş yapan ve Risale-i Nur’un şakirtlerini [öğrenci] talebe-i ulûm [ilim talebeleri] sınıfına dahil edip Münker, [kötülük] Nekir suallerine Risale-i Nur ile cevap verdiklerini merhum kahraman şehid Hâfız Ali’nin vefatıyla keşfeden ve hayatta bulunanlarımızın da yine Risale-i Nur ile cevap vermemizi rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] dua ve niyaz eden ve Hazret-i Kur’ân’ı, Kur’ân-ı Azîmüşşanın [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] kırk tabakadan her tabakaya göre bir nevi i’caz[mu’cize oluş] mânevîsini göstermesiyle ve umum kâinata bakan kelâm-ı ezelî [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] olmasıyla ve tefsiri olan Risale-i Nur’un Mu’cizat-ı Kur’âniye ve Rumuzât-ı Semâniye risaleleriyle ve Risale-i Nur gül fabrikasının serkâtibi [baş kâtib] gibi kahraman kardeşlerin ve şakirtlerin [öğrenci] fevkalâde gayretleriyle Asr-ı Saadetten [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] beri böyle hârika bir surette mu’cizeli olarak yazılmasına hiç kimse kadir olmadığı halde Risale-i Nur’un kahraman bir kâtibi olan Hüsrev’e “Yaz!” emir buyurulmasıyla, Levh-i Mahfuzdaki [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] yazılan Kur’ân gibi yazılması ve Kur’ân-ı Azîmüşşanın [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] hak kelâmullah [Allah kelâmı] olduğunu ve bütün semâvî kitapların en büyüğü ve en efdali ve bir Fâtiha [başlangıç] içinde binler Fâtiha [başlangıç] ve bir İhlâs içinde binler İhlâs ve hurufatının [harfler] birden on ve yüz ve bin ve binler sevap ve hasene verdiklerini hiç görülmedik ve işitilmedik pek güzel ve hârika bir sûrette târif ve ispat eden ve Kur’ân-ı Mûcizü’l-Beyanın, bin üç yüz seneden beri i’câzını [mu’cize oluş] göstermesiyle ve muarızlarını [itiraz eden, karşı gelen] durdurmasıyla ve Nurun gözlere gösterir derecede zâhir delilleri ile ve Nur şâkirtlerinin [Allah’a şükreden] elmas kalemleriyle bu zamana kadar misli [benzer] görülmedik Risale-i Nur’un dünyaya ferman okuyan ve en mütemerrid [inatçı] ve muannidleri [inatçı] susturan Yirmi Beşinci Söz ve zeyilleri [ilave, ek] kırk vech [cihet, yön, taraf] ile i’câz-ı Kur’ânî [Kur’ân’ın mu’cize oluşu; Kur’ân’ın bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü] olduğunu ispat eden,

Ve ey Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın hak peygamber olduğuna ve umum yüz yirmi dört bin peygamberlerin efdali ve seyyidi olduğuna dair

122

binler mu’cizelerini Mu’cizat-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) namındaki Risale-i Nur’u ile güzel bir surette ispat eden ve Kur’ân-ı Azîmüşşanın, [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın rahmeten li’l-âlemîn [âlemlere rahmet olarak gönderilen] olduğunu kâinatta ilân etmesiyle ve Nurun baştan nihayete kadar onun rahmeten li’l-âlemîn [âlemlere rahmet olarak gönderilen] olduğunu burhanlarla [delil] ispat etmesiyle ve o resulün [Allah’ın elçisi] ef’âl [fiiler, davranışlar] ve ahvâli, [haller] kâinatta nümune-i iktida [örnek alınıp uyulacak nümune, model] olacak en sağlam, en güzel rehber olduğunu hattâ körlere de göstermesiyle ve Anadolu ve hususî memleketlerde Nurun intişarı [açığa çıkma, yayılma] zamanında belâların ref’i [kaldırma] ve susturulmasıyla musibetlerin gelmesi şehadetiyle ve Nur şakirtlerinin [öğrenci] gayet ağır müşkülâtlar içinde kemâl-i metanetle [mükemmel bir dayanıklılık, sebat] [kalıcı olma, sabit kalma] hizmet ve irtibatlarıyla o zâtın (a.s.m.) sünnet-i seniyyesine ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmek ne kadar kârlı olduğunu ve bir sünnete bu zamanda ittibâda [tâbi olma, bağlanma] yüz şehidin ecrini kazandığını bildiren ve sadaka kaza ve belâyı nasıl def ediyorsa Risale-i Nur’un da Anadolu’ya gelecek kazayı, belâyı, yirmi senedir def ettiğini aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] ispat eden Üstad-ı Ekremimiz Efendimiz Hazretleri!

Şimdi şu Risale-i Nur’un beraeti, başta siz sevgili Üstadımızı, sonra biz âciz kusurlu talebelerinizi, sonra âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] sürura [mutluluk] sevk ederek ikinci büyük bir bayram yaptırdığından, siz mübarek Üstadımızın bu büyük bayram-ı şerifinizi tebrik ile ve yine üçüncü bayram olan Ramazan-ı Şerifinizi ve Leyle-i Kadrinizi [Kadir gecesi] tebrik, emsâl-i kesiresiyle müşerref olmaklığımızı niyaz ve biz kusurluların, kusurlarımızın affını rica [ümit] ederek umumen selâm ile mübarek ellerinizden öper ve dualarınızı temenni ederiz, efendimiz hazretleri.

 Isparta ve havalisinde bulunan

Nur Talebeleri

ba

123

Haddimden yüz derece ziyade olan bu mektup muhteviyatını tevazu [alçakgönüllülük] ile reddetmek bir küfran-ı nimet [nimete karşı nankörlük] ve umum şâkirtlerin [Allah’a şükreden] hüsn-ü zanlarına [güzel düşünce] karşı bir ihanet olması ve aynen kabul etmek bir gurur, bir enâniyet ve benlik bulunması cihetiyle, umum namına Risale-i Nur kâtibinin yazdığı bu uzun mektubu, on üç fıkraları [bölüm] ilâve edip, hem bir şükr-ü mânevî, [mânevî şükür] hem gururdan, hem küfran-ı nimetten [nimete karşı nankörlük] kurtulmak için size bir suretini gönderiyorum ki, Meyvenin On Birinci Meselesinin âhirinde “Risale-i Nurun Isparta ve civarı talebelerinin bir mektubudur” diye ilhak [ekleme] edilsin. Ben bu mektubu, bu tâdilât ile yazdığımız halde, iki defa bir güvercin yanımızdaki pencereye geldi. İçeriye girecekti. Ceylân’ın başını gördü girmedi. Birkaç dakika sonra başkası aynen geldi. Yine yazanı gördü, girmedi. Ben dedim: “Herhalde evvelki serçe ve kuddüs kuşu [kumru] gibi müjdecileridir. Veyahut bu mektup gibi müteaddit [bir çok] mektupları yazdığımızdan, mübarek mektubun tâdili ile mübarekiyetini [bereketlilik, hayırlı olma] tebrik için gelmişler” kanaatimiz geldi.

Said Nursî