ASÂ-YI MÛSÂ – İkinci Kısım -1 (124-180)

124

Asâ-yı Mûsâ‘dan [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu]

İkinci Kısım

Hüccetullahi’l-Bâliğa [delil]

Risalesi

On Bir Hüccet-i İmâniyedir

Bu risaleyi Ankara ehl-i vukufu [bilirkişi] çok takdir ettikleri gibi; bu defa da beraatimize ehemmiyetli bir sebep ve küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] kıran en keskin ve yüksek ve kuvvetli bir hüccet-i kàtıa [kesin delil] ve bürhan-ı bâhirdir. [çok açık delil]

Said Nursî

125

Birinci Hüccet-i İmâniye

 Âyetü’l-Kübrâ

 Kâinattan Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] soran bir seyyahın müşahedatıdır. [gözlem yapmalar]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَإِنْ مِنْ شَىْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلٰكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا * 1

Bu İkinci Makam, bu âyet-i muazzamayı tefsir etmekle beraber, tayyedilen Arabî Birinci Makamın burhanlarını [delil] ve hüccetlerini [delil] ve tercümesini ve kısa bir meâlini beyan eder. Şöyle ki:

Bu âyet-i muazzama gibi pek çok âyât-ı Kur’âniye, [Kur’ân ayetleri] bu kâinat Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakıp zevkle mütalâa ettiği en parlak bir sahife-i tevhid olan semâvâtı en başta zikretmelerinden, en başta ona başlamak muvafıktır.

Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen herbir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki: Gayet keremkârâne [cömertlik] bir ziyafetgâh ve gayet san’atkârane [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir teşhirgâh [sergi yeri] ve gayet haşmetkârâne bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârâne [hayret ederek] ve şevk-engizâne bir seyrangâh [gezi ve seyir yeri] ve temâşâgâh ve gayet mânidarâne ve hikmetperverâne bir mütalâagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab-ı kebîrin [büyük bir kitabı andıran kâinat] müellifini [telif eden, kitap yazan] ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken, en başta göklerin nur yaldızıyla yazılan güzel yüzü görünür. “Bana bak, aradığını sana bildireceğim” der. O da bakar, görür ki:

126

Bir kısmı arzımızdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece sür’atli yüz binler ecram-ı semâviyeyi direksiz, düşürmeden durduran ve birbirine çarpmadan fevkalhad çabuk ve beraber gezdiren; yağsız, söndürmeden mütemadiyen o hadsiz lâmbaları yandıran ve hiçbir gürültü ve ihtilâl çıkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden ve güneş ve kamerin [ay] vazifeleri gibi, hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahlûkları [varlıklar] vazifelerle çalıştıran ve iki kutbun dairesindeki hesap rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde, aynı zamanda, aynı kuvvet ve aynı tarz ve aynı sikke-i fıtrat [yaratılış mührü] ve aynı surette, beraber, noksansız tasarruf eden ve o pek büyük mütecaviz [aşkın] kuvvetleri taşıyanları, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren ve o nihayetsiz kalabalığın enkazları gibi, göğün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden, pek parlak ve pek güzel temizlettiren ve bir muntazam ordu manevrası gibi manevrayla gezdiren ve arzı döndürmesiyle, o haşmetli manevranın başka bir surette hakikî ve hayalî tarzlarını her gece ve her sene sinema levhaları gibi seyirci mahlûkatına gösteren bir tezahür-ü rububiyet [Allah’ın terbiye ediciliğinin tezahürü, görünmesi] ve o rububiyet faaliyeti içinde görünen teshir, [boyun eğdirme] tedbir, tedvir, [çekip çevirme] tanzim, tanzif, [temizleme] tavziften [görevlendirme] mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir hakikat, bu azameti ve ihata[herşeyi kuşatma] ile o semâvât Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve mevcudiyeti, semâvâtın mevcudiyetinden daha zâhir bulunduğuna bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] şehadet eder mânâsıyla Birinci Makamın Birinci Basamağında

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اَلسَّمَاوَاتُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اَلتَّسْخِيرِ، وَالتَدْبِيرِ، وَالتَّدْوِيرِ، وَالتَّنْظِيمِ، وَالتَّنْظِيفِ، وَالتَّوْظِيفِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ * 1

denilmiştir.

127

Sonra, dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire, cevv-i sema denilen ve mahşer-i acâip olan feza, [uzay] gürültüyle konuşarak bağırıyor: “Bana bak, merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin” der. O misafir, onun ekşi, fakat merhametli yüzüne bakar; müthiş, fakat müjdeli gürültüsünü dinler, görür ki:

Zemin ile âsumân [gökyüzü] ortasında muallâkta [yüce] durdurulan bulut, gayet hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] ve rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] bir tarzda zemin bahçesini sular ve zemin ahalisine âb-ı hayat [hayat suyu] getirir ve harareti, yani yaşamak ateşinin şiddetini tâdil eder ve ihtiyaca göre her yerin imdadına yetişir. Ve bu vazifeler gibi çok vazifeleri görmekle beraber, muntazam bir ordunun acele emirlere göre görünmesi ve gizlenmesi gibi, birden cevvi dolduran o koca bulut dahi gizlenir, bütün eczaları istirahate çekilir, hiçbir eseri görülmez. Sonra, “Yağmur başına arş![haydi!] emrini aldığı anda, bir saat, belki birkaç dakika zarfında toplanıp cevvi doldurur, bir kumandanın emrini bekler gibi durur.

Sonra o yolcu, cevvdeki rüzgâra bakar, görür ki:

Hava o kadar çok vazifelerle gayet hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] ve kerîmâne [çok cömert bir şekilde] istihdam [çalıştırma] olunur ki, güya o câmid [cansız] havanın şuursuz zerrelerinden herbir zerresi, bu Kâinat Sultanından gelen emirleri dinler, bilir ve hiçbirini geri bırakmayarak, o kumandanın kuvvetiyle yapar ve intizamla yerine getirir bir vaziyetle, zeminin bütün nüfuslarına [nefisler] nefes vermek ve zîhayata [canlı] lüzumu bulunan hararet ve ziya ve elektrik gibi maddeleri ve sesleri nakletmek ve nebatatın [bitki] telkîhine vasıta olmak gibi çok küllî vazifelerde ve hizmetlerde, bir dest-i gaybî [görünmeyen el] tarafından gayet şuurkârâne [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] ve alîmâne ve hayatperverâne istihdam [çalıştırma] olunuyor.

Sonra yağmura bakıyor, görür ki: O lâtif [berrak, şirin, hoş] ve berrak ve tatlı ve hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmetten [Allah’ın rahmet hazinesi] gönderilen katrelerde [damla] o kadar Rahmânî hediyeler ve vazifeler var ki, güya rahmet tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] ederek katreler [damla] sûretinde hazine-i Rabbâniyeden akıyor mânâsında olduğundan, yağmura “rahmet” namı verilmiştir.

128

Sonra şimşeğe bakar ve ra’dı [gök gürültüsü] (gök gürültüsü) dinler, görür ki, pek acip ve garip hizmetlerde çalıştırılıyorlar.

Sonra gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki:

“Atılmış pamuk gibi bu câmid, [cansız] şuursuz bulut elbette bizleri bilmez ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez. Belki gayet kadîr ve rahîm bir Kumandanın emriyle hareket eder ki, bir iz bırakmadan gizlenir ve def’aten [âni, birden bire] meydana çıkar, iş başına geçer. Ve gayet faal ve müteâl ve gayet cilveli ve haşmetli bir Sultanın fermanıyla ve kuvvetiyle vakit be vakit cevv [atmosfer, yer ile gök arası] âlemini doldurup boşaltır ve mütemadiyen hikmetle yazar ve paydosla bozar tahtasına ve mahv ve ispat levhasına ve haşir ve kıyamet suretine çevirir. Ve gayet lütufkâr ve ihsanperver [bağış] ve gayet keremkâr [lûtfeden, bağışlayan] ve rubûbiyetperver [Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] bir Hâkim-i Müdebbirin tedbiriyle rüzgâra biner ve dağlar gibi yağmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetişir. Güya onlara acıyıp ağlayarak, gözyaşlarıyla onları çiçeklerle güldürür, güneşin şiddet-i ateşini serinlendirir ve sünger gibi bahçelerine su serper ve zemin yüzünü yıkar, temizler.”

Hem o meraklı yolcu kendi aklına der: Bu câmid, [cansız] hayatsız, şuursuz, mütemadiyen çalkanan, kararsız, fırtınalı, dağdağalı, [karışık, gürültülü] sebatsız, [değişken] hedefsiz şu havanın perdesiyle ve zâhirî sûretiyle vücuda gelen yüz binler hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] ve rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] ve san’atkârâne [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] işler ve ihsanlar [bağış] ve imdatlar bilbedahe [açıkça] ispat eder ki, bu çalışkan rüzgârın ve bu cevval [sürekli haraket halinde olan] hizmetkârın kendi başına hiçbir hareketi yok; belki gayet kadîr ve alîm ve gayet hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ve kerîm [cömert, ikram sahibi] bir Âmirin emriyle hareket eder. Güya herbir zerresi, herbir işi bilir ve o Âmirin herbir emrini anlar ve dinler bir nefer [asker] gibi, hava içinde cereyan eden herbir emr-i Rabbânîyi [Allah’ın emri] dinler, itaat eder ki, bütün hayvanatın teneffüsüne ve yaşamasına ve nebatatın [bitki] telkihine [aşılama] ve büyümesine ve hayatına lüzumlu maddelerin yetiştirilmesine ve bulutların sevk ve idaresine ve

129

ateşsiz sefinelerin [gemi] seyr ü seyahatine [hareket etme ve gezme] ve bilhassa seslerin ve bilhassa telsiz telefon ve telgraf ve radyo ile konuşmaların îsaline ve bu hizmetler gibi umumî ve küllî hizmetlerden başka, azot ve müvellidülhumuza [oksijen] (oksijen) gibi iki basit maddeden ibaret olan havanın zerreleri birbirinin misli [benzer] iken zemin yüzünde yüz binler tarzda bulunan Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] san’atlarda kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ile bir dest-i hikmet [hikmet eli] tarafından çalıştırılıyor görüyorum.

Demek, وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَۤاءِ وَاْلاَرْضِ 1 âyetinin tasrihiyle, [açık şekilde bildirme] rüzgârın tasrifiyle hadsiz Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] hizmetlerde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ve bulutların teshiriyle, [boyun eğdirme] hadsiz Rahmânî işlerde istihdam [çalıştırma] ve havayı o surette icad eden, ancak Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] ve Kàdir-i Külli Şey [sınırsız güç sahibi olan ve herşeye gücü yeten Allah] ve Âlim-i Külli [her çeşit ilimde ileri bilgi sahibi olan] Şey bir Rabb-i Zülcelâl-i [sonsuz heybet ve yücelik sahibi ve herşeyin Rabbi olan Allah] ve’l-İkramdır der, hükmeder.

Sonra yağmura bakar, görür ki: Yağmurun taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri [damla] adedince Rahmânî cilveler ve reşhaları [sızıntı] miktarınca hikmetler içinde bulunuyor. Hem o şirin ve lâtif [berrak, şirin, hoş] ve mübarek katreler [damla] o kadar muntazam ve güzel halk ediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mizan [ölçü] ve intizamla gönderiliyor ve iniyor ki, fırtınalarla çalkanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar, onların muvazene [karşılaştırma/denge] ve intizamlarını bozmuyor; katreleri [damla] birbirine çarpıp, birleştirip zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] işlerde ve bilhassa zîhayatta [canlı] çalıştırılan basit ve câmid [cansız] ve şuursuz müvellidülmâ [hidrojen] ve müvellidülhumuza [oksijen] (hidrojen-oksijen) gibi iki basit maddeden terekküp [birleşme] eden bu su, yüz binlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san’atlarda istihdam [çalıştırma] ediliyor. Demek bu tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etmiş ayn-ı rahmet [rahmetin tâ kendisi] olan yağmur, ancak bir Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] hazine-i gaybiye-i [gayb hazinesi] rahmetinde yapılıyor ve nüzulüyle

130

وَهُوَ الَّذِى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا وَيَنْشُرُ رَحْمَتَهُ * 1

âyetini maddeten tefsir ediyor.

Sonra ra’dı [gök gürültüsü] dinler ve berke (şimşeğe) bakar, görür ki: Bu iki hâdise-i acîbe-i cevviye tam tamına

 3 وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهِ ve 2 يَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِاْلاَبْصَارِ

âyetlerini maddeten tefsir etmekle beraber, yağmurun gelmesini haber verip, muhtaçlara müjde ediyorlar.

Evet, hiçten, birden harika bir gürültüyle cevvi konuşturmak ve fevkalâde bir nur ve nar ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak ve dağvarî pamukmisâl ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi hikmetli ve garabetli [gariplik, hayret vericilik] vaziyetlerle baş aşağı gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor, “Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hâdiseler de başıboş olamazlar. Herbirisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm [herşeyi hikmetle yaratan ve herşeyi idare eden Allah] tarafından istihdam [çalıştırma] olunuyorlar” diye ihtar ediyorlar.

İşte bu meraklı yolcu, bu cevvde, bulutu teshirden, [boyun eğdirme] rüzgârı tasriften, yağmuru tenzilden [indirme] ve hâdisât-ı cevviyeyi tedbirden terekküp [birleşme] eden bir hakikatın yüksek ve âşikâr şehadetini işitir, “Âmentü billâh” der.

Birinci Makamın İkinci Mertebesinde

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ: اَلْجَوُّ بِجَمِيعِ مَا فِيهِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اَلتَّسْخِيرِ، وَالتَّصْرِيفِ، وَالتَّنْزِيلِ، وَالتَّدْبِيرِ، الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ. * 4

131

fıkrası, [bölüm] bu yolcunun cevve dair mezkûr [adı geçen] müşahedatını [gözlem yapmalar] ifade eder.İhtar

Sonra, o seyahat-i fikriyeye alışan o mütefekkir [düşünen] misafire, küre-i arz [yer küre, dünya] lisan-ı haliyle [beden dili] diyor ki: “Gökte, fezada, [uzay] havada ne geziyorsun? Gel, ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sahifelerimi oku.” O da bakar, görür ki:

Arz, meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] bir Mevlevî gibi iki hareketiyle günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne [meydana gelme] medar [kaynak, dayanak] olan bir daireyi, haşr-i âzamın [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] meydanı etrafında çiziyor. Ve zîhayatın [canlı] yüz bin envâı[tür] bütün erzak ve levazımatlarıyla [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] içine alıp feza [uzay] denizinde kemâl-i muvazene [tam bir denge] ve nizamla gezdiren ve güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve musahhar [boyun eğdirilmiş] bir sefine-i Rabbâniyedir. [Allah’ın gemisi, dünya]

Sonra sahifelerine bakar, görür ki: Bablarındaki herbir sahifesi, binler âyâtıyla arzın Rabbini tanıttırıyor. Umumunu okumak için vakit bulamadığından, yalnız birtek sahife olan zîhayatın [canlı] bahar faslında icad ve idaresine bakar, müşahede eder ki:

Yüz bin envaın hadsiz efradlarının [bireyler] suretleri, basit bir maddeden gayet muntazam açılıyor ve gayet rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] terbiye ediliyor ve gayet mu’cizâne bir kısmının tohumlarına kanatçıklar verip, onları uçurmak suretiyle neşrettiriliyor ve gayet müdebbirâne [herşeyi idare ederek] idare olunuyor ve gayet müşfikâne iaşe ve it’am [doyurma, yedirip besleme] ediliyor ve gayet rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] ve rezzâkâne [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] hadsiz ve çeşit çeşit ve lezzetli ve tatlı rızıkları, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli [benzer] ve farkları pek az ve kemik gibi köklerden,

132

çekirdeklerden, su katrelerinden [damla] yetiştiriliyor. Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan [gayb hazinesi] yüz bin nevi et’ime [yiyecekler] ve levazımat, [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] yüklenip zîhayata [canlı] gönderiliyor. Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin şefkatli sinelerinde asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki, bilbedahe [açıkça] bir Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] gayet müşfikane ve mürebbiyâne [eğiterek] bir cilve-i rahmeti [İlâhî rahmetin yansıması] ve ihsanı [bağış] olduğunu ispat eder.

Elhasıl; [kısaca, özetle] bu sahife-i hayatiye-i [hayat sayfası] bahariye haşr-i âzamın [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] yüz bin nümunelerini ve misallerini göstermekle,

فَانْظُرْ اِلٰۤىاٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 1

âyetini maddeten gayet parlak tefsir ettiği gibi; bu âyet dahi, bu sahifenin mânâlarını mu’cizâne ifade eder. Ve arzın, bütün sahifeleriyle, büyüklüğü nisbetinde ve kuvvetinde Lâ ilâhe illâ hû dediğini anladı.

İşte, küre-i arzın [yer küre, dünya] yirmiden ziyade büyük sahifelerinden birtek sahifenin yirmi vechinden [cihet, yön, taraf] birtek vechinin [cihet, yön, taraf] muhtasar [kısa] şehadetiyle, o yolcunun sâir vecihlerin [yön] sahifelerindeki müşahedatı [gözlem yapmalar] mânâsında olarak ve o müşahedatları [gözlem yapmalar] ifade için, Birinci Makamın Üçüncü Mertebesinde böyle denilmiş:

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اْلاَرْضُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، وَمَا عَلَيْهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اَلتَّسْخِيرِ، وَالتَّدْبِيرِ، وَالتَّرْبِيَةِ، وَالْفَتَّاحِيَّةِ وَتَوْزِيعِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافَظَةِ وَاْلاِدَارَةِ وَاْلاِعَاشَةِ، لِجَمِيعِ ذَوِى الْحَيَاةِ، وَالرَّحْمَانِيَّةِ وَالرَّحِيمِيَّةِ الْعَامَّةِ الشَّامِلَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ * 2

133

Sonra, o mütefekkir [düşünen] yolcu her sahifeyi okudukça saadet anahtarı olan imanı kuvvetlenip ve mânevî terakkiyatın [ilerleme] miftahı [anahtar] olan mârifeti [Allah’ı tanıma, bilme] ziyadeleşip ve bütün kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] esası ve madeni olan iman-ı billâh [Allah’a iman] hakikatı bir derece daha inkişaf [açığa çıkma] edip mânevî çok zevkleri ve lezzetleri verdikçe onun merakını şiddetle tahrik ettiğinden; semâ, cevv [atmosfer, yer ile gök arası] ve arzın mükemmel ve kat’î derslerini dinlediği halde, “Hel min mezîd” deyip dururken, denizlerin ve büyük nehirlerin cezbekârâne [kendinden geçmiş bir şekilde] cûş u huruşla [neşe ve âhenk] zikirlerini ve hazin ve leziz seslerini işitir. Lisan-ı hal [beden dili] ve lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ile “Bize de bak, bizi de oku” derler. O da bakar, görür ki:

Hayattârâne mütemâdiyen [aralıksız, devamlı] çalkanan ve dağılmak ve dökülmek ve istilâ etmek fıtratında olan denizler, arzı kuşatıp, arz ile beraber gayet sür’atli bir surette bir senede yirmi beş bin senelik bir dairede koşturulduğu halde, ne dağılırlar, ne dökülürler ve ne de komşularındaki toprağa tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli bir Zâtın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar.

Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki: Gayet güzel ve ziynetli ve muntazam cevherlerinden başka, binlerce çeşit hayvanatın iaşe ve idareleri ve tevellüdat [doğma] ve vefiyatları [vefatlar, ölümler] o kadar muntazamdır; basit bir kum ve acı bir sudan verilen erzakları ve tayinatları o kadar mükemmeldir ki, bilbedahe [açıkça] bir Kadîr-i Zülcelâlin, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] bir Rahîm-i Zülcemâlin [güzelliği ve rahmeti sınırsız olan Allah] idare ve iaşesiyle olduğunu ispat eder.

Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki: Menfaatleri ve vazifeleri ve varidat [gelirler] ve sarfiyatları o kadar hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] ve rahîmânedir; [şefkatle, merhametli bir şekilde] bilbedahe [açıkça] ispat eder ki, bütün ırmaklar, pınarlar, çaylar, büyük nehirler, bir Rahmân-ı Zülcelâli ve’l-İkramın hazine-i rahmetinden [Allah’ın rahmet hazinesi] çıkıyorlar ve akıyorlar. Hattâ o kadar fevkalâde iddihar [biriktirme, depolama] ve sarf ediliyorlar ki, “Dört nehir Cennetten geliyorlar” diye rivâyet edilmiş. Yani, zâhirî esbabın pek fevkinde [üstünde] olduklarından, mânevî bir cennetin hazinesinden ve yalnız gaybî ve tükenmez bir menbaın [kaynak] feyzinden akıyorlar demektir. Meselâ, Mısır’ın kumistanını [kumluk, çöl] bir cennete çeviren Nil-i mübarek, cenup [güney] tarafından,

134

Cebel-i Kamer denilen bir dağdan, mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akıyor. Altı aydaki sarfiyatı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan daha büyük olur. Halbuki o dağdan ona ayrılan yer ve mahzen, [depo] altı kısımdan bir kısım olmaz. Varidatı [gelirler] ise, o mıntıka-i hârrede pek az gelen ve susamış toprak çabuk yuttuğu için mahzene [depo] az giden yağmur, elbette o muvazene-i vâsiayı muhafaza edemediğinden, o Nil-i mübarek âdet-i arziye fevkinde [üstünde] bir gaybî cennetten çıkıyor diye rivayeti gayet manidar ve güzel bir hakikati ifade ediyor.

İşte, deniz ve nehirlerin denizler gibi hakikatlerinin ve şehadetlerinin binden birisini gördü. Ve umumu bil’icmâ [hep birlikte] denizlerin büyüklüğü nisbetinde bir kuvvetle Lâ ilâhe illâ Hû der ve bu şehadete denizler mahlûkatı adedince şahitler gösterir diye anladı. Ve denizlerin ve nehirlerin umum şehadetlerini irade ederek ifade etmek mânâsında, Birinci Makamın Dördüncü Mertebesinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: جَمِيعُ الْبِحَارِ، وَاْلاَنْهَارِ، بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اَلتَّسْخِيرِ وَالْمُحَافَظَةِ وَاْلاِدِّخَارِ وَاْلاِدَارَةِ الْوَاسِعَةِ الْمُنْتَظَمَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ * 1

denilmiş.

Sonra, dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar “Sahifelerimizi de oku” diyorlar. O da bakar, görür ki: Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır. Meselâ, dağların zeminden emr-i Rabbânî [Allah’ın emri] ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dahiliyeden neş’et [doğma] eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek, zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] istirahatlerini bozmuyor. Demek, nasıl ki sefineleri [gemi] sarsıntıdan vikaye [koruma] ve muvazenelerini [karşılaştırma/denge] muhafaza için onların direkleri üstünde

135

kurulmuş; öyle de, dağlar, zemin sefinesine [gemi] bu mânâda hazineli direkler olduklarını, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim]

وَالْجِبَالَ اَوْتَادًا 1* وَاَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ 2* وَالْجِبَالَ أَرْسٰيهَا * 3

gibi çok âyetlerle ferman ediyor.

Hem meselâ dağların içinde zîhayata [canlı] lâzım olan her nevi menbalar, sular, madenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] ve müdebbirâne [herşeyi idare ederek] ve kerîmâne [çok cömert bir şekilde] ve ihtiyatkârâne [dikkat, tedbir] iddihar [biriktirme, depolama] ve ihzar [hazırlama] ve istif [yığma, biriktirme] edilmiş ki, bilbedahe, [açıkça] kudreti nihayetsiz bir Kadîrin ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîmın hazineleri ve ambarları ve hizmetkârları olduklarını ispat ederler diye anlar. Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahraların umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî [dikkat, tedbir] iddiharlar [biriktirme, depolama] cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri Lâ ilâhe illâ Hû tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında [kalıcı olma, sabit kalma] ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, “Âmentü Billâh” der.

İşte bu mânâyı ifade için, Birinci Makamın Beşinci Mertebesinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ: جَمِيعُ الْجِبَالِ وَالصَّحَارٰى، بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، وَمَا عَلَيْهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اْلاِدِّخَارِ وَاْلاِدَارَةِ وَنَشْرِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافَظَةِ وَالتَّدْبِيرِ وَاْلاِحْتِيَاطِيَّةِ الرَّبَّانِيَّةِ الْوَاسِعَةِ الْعَامَّةِ الْمُنْتَظَمَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ * 4

denilmiş.

136

Sonra, o yolcu dağda ve sahrada fikriyle gezerken, eşcar [ağaçlar] ve nebatat [bitkiler] âleminin kapısı fikrine açıldı. Onu içeriye çağırdılar, “Gel, dairemizde de gez, yazılarımızı da oku” dediler. O da girdi, gördü ki, gayet muhteşem ve müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir meclis-i tehlil ve tevhid ve bir halka-i zikir [zikir halkası] ve şükür teşkil etmişler. Bütün eşcar [ağaçlar] ve nebatatın [bitki] envâları, bil’icmâ, [hep birlikte] beraber; Lâ ilâhe illâ Hû diyorlar gibi lisan-ı hallerinden [beden dili] anladı. Çünkü bütün meyvedar ağaç ve nebatlar; [bitki] mîzanlı [ölçülü] ve fesahatli [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] yapraklarının dilleriyle ve süslü cezaletli çiçeklerinin sözleriyle ve intizamlı ve belâğatli [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] meyvelerinin kelimeleriyle beraber, müsebbihâne [tesbih eden] şehadet getirdiklerine ve Lâ ilâhe illâ Hû dediklerine delâlet ve şehadet eden üç büyük küllî hakikati gördü.

Birincisi: Pek zâhir bir surette kastî bir in’âm [nimet verme] ve ikram ve ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] bir ihsan [bağış] ve imtinan mânâsı ve hakikati herbirisinde hissedildiği gibi, mecmuunda ise, güneşin zuhurundaki ziyası gibi görünüyor.

İkincisi: Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı [mümkün olma yönü] olmayan kastî ve hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] bir temyiz ve tefrik, ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] ve rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] bir tezyin [süsleme] ve tasvir mânâsı ve hakikati, o hadsiz envâ [tür] ve efratta [fertler] gündüz gibi âşikâre görünüyor ve bir Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] eserleri ve nakışları [işleme] olduklarını gösterir.

Üçüncüsü: O hadsiz masnuatın [san’at eseri] yüz bin çeşit ve ayrı ayrı tarz ve şekilde olan suretleri, gayet muntazam, mizanlı, [ölçü] ziynetli olarak, mahdut [sınırlanmış] ve mâdud [addedilen, sayılan] ve birbirinin misli [benzer] ve basit ve câmid [cansız] ve birbirinin aynı veya az farklı ve karışık olan çekirdeklerden, habbeciklerden o iki yüz bin nevilerin farikalı [farklı, ayrı] ve intizamlı, ayrı ayrı, muvazeneli, [dengeli, ölçülü] hayattar, hikmetli, yanlışsız, hatâsız bir vaziyette umum efradının [bireyler]

137

sûretlerinin fethi ve açılışı ise öyle bir hakikattir ki, güneşten daha parlaktır ve baharın çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları ve mevcudatı [var edilenler, varlıklar] sayısınca o hakikatı ispat eden şahitler var diye bildi. “Elhamdü lillâhi alâ nimeti’l-îman” dedi.

İşte bu mezkûr [adı geçen] hakikatleri ve şehadetleri ifade mânâsıyla, Birinci Makamın Altıncı Mertebesinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِجْمَاعُ جَمِيعِ أَنْوَاعِ اْلاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاتِ الْمُسَبِّحَاتِ النَّاطِقَاتِ: بِكَلِمَاتِ أَوْرَاقِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَأَزْهَارِهَا الْمُزَيَّنَاتِ الْجَزِيلاَتِ وَاَثْمَارِهَا الْمُنْتَظَمَاتِ الْبَلِيغَاتِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اْلاِنْعَامِ، وَاْلاِكْرَامِ، وَاْلاِحْسَانِ، بِقَصْدٍ وَرَحْمَةٍ. وَحَقِيقَةِ: اَلتَّمْيِيزِ، وَالتَّزْيِينِ، وَالتَّصْوِيرِ، بِاِرَادَةٍ وَحِكْمَةٍ، مَعَ قَطْعِيَّةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُزَيَّنَاتِ الْمُتَبَايِنَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ غَيْرِ الْمَحْدُودَةِ مِنْ نُوَتَاتٍ وَحَبَّاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَعْدُودَةٍ * 1

denilmiş.

Sonra, seyahat-i fikriyede bulunan o meraklı ve terakki [ilerleme] ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve iman alıp gelirken, hayvanat ve tuyûr [kuşlar] âleminin kapısı, hakikat-bîn [hakikatı gören] olan aklına ve marifet-âşinâ [Allah’ı bilme ve tanıma] olan fikrine açıldı. Yüz bin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar, “Buyurun” dediler. O da girdi ve gördü ki:

Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevileri ve taifeleri ve milletleri, bil’ittifak, [ittifakla, birleşerek] lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ve lisan-ı halleriyle [beden dili] Lâ ilâhe illâ Hû deyip, zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmişler; herbiri bizzat birer

138

kaside-i Rabbânî, [herşeyin Rabbi olan Allah’ı öven şiir] birer kelime-i Sübhânî ve mânidar birer harf-i Rahmânî hükmünde Sânilerini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] tavsif [bir sıfatla niteleme] edip hamd ü senâ ediyorlar vaziyetinde gördü. Güya o hayvanların ve kuşların duyguları ve kuvâları [duygular, hisler] ve cihazları ve âzâları ve âletleri, manzum [düzenli] ve mevzun [ölçülü] kelimelerdir ve muntazam ve mükemmel sözlerdir. Onlar, bunlarla Hallâk [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] ve Rezzaklarına [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] şükür ve vahdâniyetine [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] şehadet getirdiklerine kat’î delâlet eden üç muazzam ve muhit hakikatleri müşahede etti.

Birincisi: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havalesi mümkün olmayan, hiçten hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] icad ve san’atperverâne ibdâ [Allah’ın bir şeyi hiçten, yoktan ve benzersiz yaratması] ve ihtiyarkârâne ve alîmâne halk ve inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihyâ [diriltme, hayat verme] etmek hakikatidir ki, zîruhlar [ruh sahibi] adedince şahitleri bulunan bir burhan-ı bâhir [açık delil] olarak, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve sıfât-ı seb’asına [yedi sıfat] ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet eder.

İkincisi: O hadsiz masnularda birbirinden simaca farikalı [farklı, ayrı] ve şekilce ziynetli ve miktarca mizan[ölçü] ve suretçe [şekilce] intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki, Kàdir-i Külli Şey [sınırsız güç sahibi olan ve herşeye gücü yeten Allah] ve Âlim-i Külli [her çeşit ilimde ileri bilgi sahibi olan] Şeyden başka hiçbir şey, bu her cihetle binlerle harikaları ve hikmetleri gösteren ihata[herşeyi kuşatma] fiile sahip olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimali yok.

Üçüncüsü: Birbirinin misli [benzer] ve aynı veya az farklı ve birbirine benzeyen mahsur ve mahdut [sınırlanmış] yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve nutfe [memelilerin yaratıldığı su] denilen su katrelerinden [damla] o hadsiz hayvanların yüz binler çeşit tarzlarda ve birer mu’cize-i hikmet

139

mâhiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli [dengeli, ölçülü] ve hatasız bir hey’ette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattır ki, hayvanlar adedince senetler, deliller o hakikati tenvir [aydınlatma] eder.

İşte bu üç hakikatin ittifakıyla, hayvanların bütün envâı, [tür] beraber öyle bir Lâ ilâhe illâ Hû deyip şehadet getiriyorlar ki, güya zemin, büyük bir insan gibi, büyüklüğü nisbetinde Lâ ilâhe illâ Hû diyerek semâvât ehline [göklerde yaşayan manevî varlıklar] işittiriyor mahiyetinde gördü ve tam ders aldı. Birinci Makamın Yedinci Mertebesinde bu mezkûr [adı geçen] hakikatleri ifade mânâsıyla,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِتِّفَاقُ جَمِيعِ أَنَوَاعِ الْحَيَوَانَاتِ، وَالطُّيُورِ الْحَامِدَاتِ الشَّاهِدَاتِ بِكَلِمَاتِ حَوَاسِّهَا، وَقُوَاهَا وَحِسِّيَاتِهَا وَلَطَۤائِفِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَبِكَلِمَاتِ اَجْهِزَتِهَا وَجَوَارِحِهَا وَاَعْضَۤائِهَا وَآلاَتِهَا الْمُكَمَّلَةِ الْبَلِيغَاتِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِيجَادِ وَالصُّنْعِ، وَاْلاِبْدَاعِ، بِاْلاِرَادَةِ، وَحَقِيقَةِ: اَلتَّمْيِيزِ وَالتَّزْيِينِ، بِالْقَصْدِ. وَحَقِيقَةِ: اَلتَّقْدِيرِ وَالتَّصْوِيرِ، بِالْحِكْمَةِ مَعَ قَطْعِيَّةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ: فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمُنْتَظَمَةِ الْمُتَخَالِفَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ غَيْرِ الْمَحْصُورَةِ مِنْ بَيْضَاتٍ وَقَطَرَاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَحْدُودَةٍ * 1

denilmiştir.

Sonra o mütefekkir [düşünen] yolcu, marifet-i İlâhiyenin [Allah’ı bilme ve tanıma] hadsiz mertebelerinde ve nihayetsiz ezvâkında [zevkler, lezzetler] ve envârında [nurlar] daha ileri gitmek için, insanlar âlemine ve beşer dünyasına girmek isterken, başta enbiyalar [nebiler, peygamberler] olarak onu içeriye davet ettiler; o da girdi. En evvel geçmiş zamanın menziline baktı, gördü ki:

140

Nev-i beşerin en nuranî ve en mükemmeli olan umum peygamberler (aleyhimüsselâm) bil’icma’ beraber Lâ ilâhe illâ Hû deyip zikrediyorlar ve parlak ve musaddak [doğrulanan] olan hadsiz mu’cizatlarının kuvvetiyle, tevhidi iddia ediyorlar ve beşeri hayvaniyet mertebesinden melekiyet [meleklik] derecesine çıkarmak için, onları iman-ı billâha [Allah’a iman] davet ile ders veriyorlar gördü. O da, o nuranî medresede diz çöküp derse oturdu. Gördü ki:

Meşahir-i insaniyenin [insanların meşhurları] en yüksekleri ve namdarları [namlı, şan ve şöhret sahibi] olan o üstadların herbirisinin elinde Hâlık-ı Kâinat [bütün âlemleri yaratan Allah] tarafından verilmiş nişane-i tasdik [doğrulayıcı nişan, alamet] olarak mu’cizeler bulunduğundan, herbirinin ihbarıyla beşerden bir taife-i azîme ve bir ümmet tasdik edip imana geldiklerinden, o yüz bin ciddî ve doğru zâtların icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve ittifakla hüküm ve tasdik ettikleri bir hakikat ne kadar kuvvetli ve kat’î olduğunu kıyas edebildi. Ve bu kuvvette, bu kadar muhbir-i sadıkların [doğru sözlü haber verici olan Peygamber Efendimiz (a.s.m.)] hadsiz mu’cizeleriyle imza ve ispat ettikleri bir hakikati inkâr eden ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ne derece hadsiz bir hata, bir cinayet ettiklerini ve ne kadar hadsiz bir azaba müstehak olduklarını anladı ve onları tasdik edip iman getirenler ne kadar haklı ve hakikatli olduklarını bildi; iman kudsiyetinin [kutsal, kusursuz ve yüce] büyük bir mertebesi daha ona göründü.

Evet, enbiya[nebiler, peygamberler] (aleyhimüsselâm) Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafından fiilen tasdik hükmünde olan hadsiz mu’cizatlarından ve hakkaniyetlerini gösteren, muarızlarına [itiraz eden, karşı gelen] gelen semâvî pek çok tokatlarından ve hak olduklarına delâlet eden şahsî kemâlâtlarından [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve hakikatli talimatlarından ve doğru olduklarına şehadet eden kuvvet-i imanlarından [iman gücü] ve tam ciddiyetlerinden ve fedakârlıklarından ve ellerinde bulunan kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kitap ve suhuflarından [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] ve onların yolları doğru ve hak olduğuna şehadet eden ittibâlarıyla [tâbi olma, bağlanma] hakikate, kemâlâta, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] nura vasıl olan hadsiz tilmizlerinden [öğrenci] başka, onların ve o pek ciddî muhbirlerin müsbet [isbat edilmiş, sabit] meselelerde icmâı ve ittifakı

141

ve tevatürü [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] ve ispatta tevafuku ve tesanüdü [dayanışma] ve tetabuku [uygunluk] öyle bir hüccettir [delil] ve öyle bir kuvvettir ki, dünyada hiçbir kuvvet karşısına çıkamaz ve hiçbir şüphe ve tereddüdü bırakmaz. Ve imanın erkânında [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] umum enbiya[nebiler, peygamberler] (aleyhimüsselâm) tasdik dahi dahil olması, o tasdik büyük bir kuvvet menbaı [kaynak] olduğunu anladı, onların derslerinden çok feyz-i imanî [imanın bereketi] aldı.

İşte, bu yolcunun mezkûr [adı geçen] dersini ifade mânâsında, Birinci Makamın Sekizinci Mertebesinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِجْمَاعُ جَمِيعِ اْلاَنْبِيَاءِ، بِقُوَّةِ مُعْجِزَاتِهِمِ الْبَاهِرَةِ، الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ * 1

denilmiş.

Sonra imanın kuvvetinden ulvî bir zevk-i hakikat [gerçek zevk] alan o seyyah-ı talip, enbiya [nebiler, peygamberler] aleyhimüsselâmın meclisinden gelirken, ulemanın ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] suretinde kat’î ve kuvvetli delillerle, enbiyaların [nebiler, peygamberler] (aleyhimüsselâm) dâvâlarını ispat eden ve asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve sıddîkîn [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] denilen mütebahhir, [çok bilgili] müçtehid muhakkikler, [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] onu dershanelerine çağırdılar. O da girdi, gördü ki: Binlerle dâhi ve yüz binlerce müdakkik [dikkatli] ve yüksek ehl-i tahkik, [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] kıl kadar bir şüphe bırakmayan tetkikat-ı amîkalarıyla, başta vücub-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdet [Allah’ın birliği] olarak müsbet [isbat edilmiş, sabit] mesâil-i imaniyeyi [imana dair meseleler] ispat ediyorlar.

Evet, istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve meslekleri muhtelif olduğu halde usul ve erkân-ı imaniyede [iman esasları] onların müttefikan [birleşerek] ittifakları ve herbirisinin kuvvetli ve yakînî burhanlarına [delil] istinadları öyle bir hüccettir [delil] ki, onların mecmuu kadar bir zekâvet [zeki oluş] ve dirayet sahibi olmak ve burhanlarının [delil] umumu kadar bir burhan [delil] bulmak mümkün ise,

142

karşılarına ancak öyle çıkılabilir. Yoksa, o münkirler, [Allah’a inanmayan] yalnız cehalet ve echeliyet [çok cahil] ve inkâr ve ispat olunmayan menfî meselelerde inat ve göz kapamak suretiyle karşılarına çıkabilirler. Gözünü kapayan, yalnız kendine gündüzü gece yapar.

Bu seyyah, bu muhteşem ve geniş dershanede, bu muhterem ve mütebahhir [çok bilgili] üstadların neşrettikleri nurlar, zeminin yarısını bin seneden ziyade ışıklandırdığını bildi. Ve öyle bir kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] buldu ki, bütün ehl-i inkâr toplansa onu kıl kadar şaşırtmaz ve sarsmaz. İşte bu yolcunun bu dershaneden aldığı derse bir kısa işaret olarak Birinci Makamın Dokuzuncu Mertebesinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِتِّفَاقُ جَمِيعِ اْلاَصْفِيَاءِ، بِقُوَّةِ بَرَاهِينِهِمِ الزَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُتَّفِقَةِ * 1

denilmiş.

Sonra, imanın daha ziyade kuvvetlenmesinde ve inkişafında [açığa çıkma] ve ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] derecesinden aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] mertebesine terakkisindeki [ilerleme] envârı [nurlar] ve ezvakı [mânevî zevkler] görmeye çok müştak [arzulu, aşırı istekli] olan o mütefekkir [düşünen] yolcu, medreseden gelirken, hadsiz küçük tekyelerin [Allah’ın zikredildiği yer] ve zaviyelerin telâhukuyla [birbirine eklenme, katılma, biraraya toplanma] tevessü [genişleme, yayılma] eden gayet feyizli ve nurlu ve sahra genişliğinde bir tekye, [Allah’ın zikredildiği yer] bir hangâh, [derviş evi, büyük tekke] [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] bir zikirhane, bir irşadgâhta [doğru yol gösterme] ve cadde-i kübrâ-yı Muhammedînin (a.s.m.) ve mirac-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde hakikate çalışan ve hakka erişen ve aynelyakîne [gözle görerek kesin bilgi edinme] yetişen binlerle ve milyonlarla kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mürşidler onu dergâha [Allah’ın yüce katı] çağırdılar. O da girdi, gördü ki:

O ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] mürşidler; keşfiyatlarına [keşifler] ve müşahedelerine ve kerametlerine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] istinaden, bil’icmâ, [hep birlikte] müttefikan [birleşerek] Lâ ilâhe illâ Hû diyerek, vücub-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve

143

vahdet-i Rabbâniyeyi [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın birliği] kâinata ilân ediyorlar. Güneşin ziyasındaki yedi renkle güneşi tanımak gibi, yetmiş renkle, belki Esmâ-i Hüsnâ [Allah’ın en güzel isimleri] adedince, Şems-i Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] ziyasından tecellî eden ayrı ayrı nurlu renkler ve çeşit çeşit ziyalı levnler [renk] ve başka başka hakikatli tarikatler ve muhtelif doğru meslekler ve mütenevvi [çeşit çeşit] haklı meşreplerde [hareket tarzı, metod] bulunan o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] dâhilerin ve nuranî âriflerin icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve ittifakla imza ettikleri bir hakikat, ne derece zâhir ve bâhir [açık] olduğunu aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] müşahede etti. Ve enbiyanın [nebiler, peygamberler] (aleyhimüsselâm) icmâı ve asfiyanın [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ittifakı ve evliyanın tevafuku ve bu üç icmaın birden ittifakı, güneşi gösteren gündüzün ziyasından daha parlak gördü.

İşte, bu misafirin tekyeden [Allah’ın zikredildiği yer] aldığı feyze kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın Onuncu Mertebesinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِجْمَاعُ اْلاَوْلِيَاءِ بِكَشْفِيَاتِهِمْ، وَكَرَامَاتِهِمِ الظَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ * 1

denilmiş.

Sonra, kemâlât-ı insaniyenin [insana ait mükemmel özellikler] en mühimi ve en büyüğü, belki bilcümle kemâlât-ı insaniyenin [insana ait mükemmel özellikler] menbaı [kaynak] ve esası, iman-ı billâhtan [Allah’a iman] ve marifetullahtan [Allah’ı bilme ve tanıma] neş’et [doğma] eden muhabbetullah [Allah sevgisi] olduğunu bilen o dünya seyyahı, bütün kuvvetiyle ve letâifiyle, [duygular] imanın kuvvetinde ve marifetin [Allah’ı bilme ve tanıma] inkişafında [açığa çıkma] daha ziyade terakki [ilerleme] etmesini istemek fikriyle başını kaldırdı ve semâvâta baktı. Kendi aklına dedi ki:

“Madem kâinatta en kıymettar şey hayattır. Ve kâinatın mevcudâtı [varlıklar] hayata musahhardır. [boyun eğdirilmiş] Ve madem zîhayatın [canlı] en kıymettarı zîruhtur. [ruh sahibi] Ve zîruhun [ruh sahibi] en kıymettarı

144

zîşuurdur. [akıl ve şuur sahibi] Ve madem bu kıymettarlık [değerli olma] için küre-i zemin, [yerküre] zîhayatı [canlı] mütemadiyen çoğaltmak için, her asır, her sene dolar, boşalır. Elbette ve her halde, bu muhteşem ve müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] olan semâvâtın dahi kendisine münasip ahalisi ve sekenesi, [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] zîhayat [canlı] ve zîruh [ruh sahibi] ve zîşuurlardan [akıl ve şuur sahibi] vardır ki, huzur-u Muhammedîde (a.s.m.) sahabelere görünen Hazret-i Cebrail’in (a.s.) temessülü [belirme, görünme] gibi, melâikeleri [melekler] görmek ve onlarla konuşmak hâdiseleri, tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] suretinde eskiden beri nakil ve rivayet ediliyor. Öyle ise keşke ben semâvât ehliyle [göklerde yaşayan manevî varlıklar] dahi görüşseydim, onlar ne fikirde olduklarını bilseydim. Çünkü, Hâlık-ı Kâinat [bütün âlemleri yaratan Allah] hakkında en mühim söz onlarındır” diye düşünürken, birden semâvî şöyle bir sesi işitti:

“Madem bizimle görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin. Bil ki, başta Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ve Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] olarak bütün peygamberlere vasıtamızla gelen mesâil-i imaniyeye [imana dair meseleler] en evvel biz iman etmişiz. Hem insanlara temessül [belirme, görünme] edip görünen ve bizlerden olan bütün ervâh-ı tayyibe, [temiz ve iyi ruhlar] bilâ istisna ve bil’ittifak, [ittifakla, birleşerek] bu kâinat Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve sıfât-ı kudsiyesine [her türlü eksik ve çirkinlikten uzak özellikler] şehadet edip birbirine muvafık ve mutabık olarak ihbar etmişler. Bu hadsiz ihbaratın tevafuku ve tetabuku, [uygunluk] güneş gibi sana bir rehberdir” dediklerini bildi ve onun nur-u imanı [iman aydınlığı] parladı, zeminden göklere çıktı.

İşte, bu yolcunun melâikeden [melekler] aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Birinci ve On İkinci Mertebelerinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِتِّفَاقُ الْمَلٰۤئِكَةِ الْمُتَمَثِّلِينَ لاَنْظَارِ النَّاسِ، وَالْمُتَكَلِّمِينَ مَعَ خَوَاصِّ الْبَشَرِ، بِاِخْبَارَاتِهِمِ الْمُتَطَابِقَةِ الْمُتَوَافِقَةِ * 1

denilmiştir.

145

Sonra, pür-merak ve pür-iştiyak o misafir, âlem-i şehadet [görünen alem] ve cismânî ve maddî cihetinde ve mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ı hallerinden [beden dili] ders aldığından, âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve âlem-i berzahta [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] dahi mütalâa ile bir seyahat ve bir taharri-i [araştırma] hakikat arzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğüyle beraber, mânen kâinat kadar inbisat [genişleme, yayılma] edebilen müstakim [doğru ve düzgün] ve münevver [aydın] akılların, selim [sağlam, doğru] ve nuranî kalblerin kapısı açıldı. Baktı ki, onlar, âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve âlem-i şehadet [görünen alem] ortasında insanî berzahlardır; [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüğünden, kendi akıl ve kalbine dedi ki:

“Gelin, bu emsalinizin kapısından hakikate giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız gibi değil, belki iman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden mütalâamızla istifade etmeliyiz” dedi, mütalâaya başladı. Gördü ki:

İstidatları gayet muhtelif ve mezhepleri birbirinden uzak ve muhalif olan umum istikametli [doğru] ve nurlu akılların iman ve tevhiddeki ittisafkârâne ve râsihâne [sağlam, yerleşmiş] itikadları, [inanç] tevafuk ve sebatkârâne [sebat ederek, kararlı bir şekilde] ve mutmainâne [şüphesiz, tam kanaatle inanma] kanaat ve yakînleri tetabuk [uygunluk] ediyor. Demek, tebeddül [başkalaşma, değişme] etmeyen bir hakikate dayanıp bağlanmışlar. Ve kökleri, metin [sağlam] bir hakikate girmiş, kopmuyor. Öyle ise, bunların nokta-i imaniyede ve vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ve tevhidde icmâları, [özet] hiç kopmaz bir zincir-i nuranîdir ve hakikate açılan ışıklı bir penceredir

Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meşrepleri [hareket tarzı, metod] birbirine mübayin [farklı, aykırı] olan o umum selim [sağlam, doğru] ve nuranî kalblerin erkân-ı imaniyedeki [iman esasları] müttefikane [birleşerek] ve itminankârâne [inanma, kalben tatmin olma] ve müncezibâne [kendini kaptırarak] keşfiyat [keşifler] ve müşahedatları [gözlem yapmalar] birbirine tevafuk ve tevhidde birbirine mutabık çıkıyor. Demek, hakikate mukàbil ve vâsıl ve mütemessil [cisim şeklinde görünen]  

146

bu küçücük birer arş-ı marifet-i Rabbâniye ve bu câmi’ [kapsamlı] birer âyine-i Samedâniye [hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herkes Ona muhtaç olan Allah’ın eserlerini gösteren ayna] olan nuranî kalbler, şems-i hakikate [hakikat güneşi] karşı açılan pencerelerdir; ve umumu birden, güneşe âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eden bir deniz gibi, bir âyine-i âzamdır. Bunların vücub-u vücudda [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdette [Allah’ın birliği] ittifakları ve icmâları, [özet] hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel [en mükemmel rehber] ve bir mürşid-i ekberdir. Çünkü, hiçbir cihetle hiçbir imkân ve hiçbir ihtimal yok ki, hakikatten başka bir vehim ve hakikatsız bir fikir ve asılsız bir sıfat, bu kadar müstemirrâne [devamlı, kararlı] ve râsihâne [sağlam, yerleşmiş] bu pek büyük ve keskin gözlerin umumunu birden aldatsın, galat-ı hisse [duygu yanılması] uğratsın. Buna ihtimal veren bozulmuş ve çürümüş bir akla, bu kâinatı inkâr eden ahmak sofestâîler [kâinatın Yaratıcısını kabul etmemek için herşeyi, hattâ kendini dahi inkâr eden bir felsefî ekole bağlı kimse] dahi razı olmazlar, reddederler diye anladı. Kendi akıl ve kalbiyle beraber “Âmentü billâh” dediler.

İşte, bu yolcunun müstakîm [doğru, istikametli] akıllardan ve münevver [aydın] kalblerden istifade ettiği mârifet-i imaniyeye kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Üçüncü Mertebesinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِجْمَاعُ الْعُقُولِ الْمُسْتَقِيمَةِ الْمُنَوَّرَةِ، بِاِعْتِقَادَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ وَبِقَنَاعَاتِهَا، وَيَقِينَاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ، مَعَ تَخَالُفِ اْلاِسْتِعْدَادَاتِ وَالْمَذَاهِبِ، وَكَذَا دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْقُلُوبِ السَّلِيمَةِ النُّورَانِيَّةِ، بِكَشْفِيَاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ وَبِمُشَاهَدَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ مَعَ تَبَايُنِ الْمَسَالِكِ وَالْمَشَارِبِ * 1

denilmiş.

Sonra, âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden o yolcu, “Acaba âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ne diyor?” diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikirle çaldı.

147

Yani, “Madem bu cismânî âlem-i şehadette, [görünen alem] bu kadar ziynetli ve san’atlı hadsiz masnularıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mu’cizeli ve maharetli, hesapsız eserleriyle gizli kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bildirmek, kavilden [söz, görüş] ve tekellümden [konuşma] daha zâhir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir Zât, perde-i gayb [gayb perdesi] tarafında bulunduğu bilbedahe [açıkça] anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve halen olduğu gibi, kavlen [söz] ve tekellümen [konuşma] dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyle ise, âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] cihetinde Onu, Onun tezahüratından bilmeliyiz” dedi. Kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:

Gayet kuvvetli bir tezahüratla, vahiylerin hakikati, âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] her tarafında, her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlûkatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâmü’l-Guyûbdan [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] vahiy ve ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] hakikatleriyle geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, [Allah’ın birliği] yalnız masnularının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hâzır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir. Ve kelâmının mânâsı Onu bildirdiği gibi, tekellümü [konuşma] dahi Onu sıfâtıyla bildiriyor.

Evet, yüz bin peygamberlerin (aleyhimüsselâm) tevatürleriyle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] ve ihbaratlarının vahy-i İlâhîye [Allah tarafından peygamberlere bildirilen emir ve yasaklar] mazhariyet noktasında ittifaklarıyla ve nev-i beşerden ekseriyet-i mutlakanın [büyük çoğunluk] tasdik-gerdesi ve rehberi ve muktedası ve vahyin semereleri [meyve] ve vahy-i meşhud olan kütüb-ü mukaddese [kutsal kitaplar] ve suhuf-u semâviyenin [bazı peygamberlere gelen sahifeler halindeki kitaplar] delâil [deliller] ve mu’cizatlarıyla, hakikat-i vahyin tahakkuku [gerçekleşme] ve sübutu [bir şeyin var olması] bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesine geldiğini bildi ve vahyin hakikatı beş hakikat-ı kudsiyeyi ifade ve ifaza [feyizlendirme] ediyor diye anladı:

148

Birincisi: لِلتَّنَزُّلاَتِ اْلاِلٰهِيَّةِ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine [anlama, kavrama] göre konuşmak, bir tenezzül-ü İlâhîdir. Evet, bütün zîruh [ruh sahibi] mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette Kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] muktezasıdır. [bir şeyin gereği]

İkincisi: Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] söylettiren, elbette Kendi sözleriyle dahi Kendini tanıttıracak.

Üçüncüsü: Mevcudatın [var edilenler, varlıklar] en münteha[en son nokta] ve en muhtacı ve en nâzenini [ince, narin, duyarlı] ve en müştakı [arzulu, aşırı istekli] olan hakikî insanların münâcâtlarına [Allah’a yalvarış, dua] ve şükürlerine fiilen mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele [karşılama; karşılık verme] etmek, hâlıkıyetin [her şeyi yaratan Allah] şe’nidir. [belirleyici özellik]

Dördüncüsü: İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme [karşılıklı konuşma] sıfatı, elbette ihata[herşeyi kuşatma] bir ilmi ve sermedî [daimi, sürekli] bir hayatı taşıyan Zâtta, ihata[herşeyi kuşatma] ve sermedî [daimi, sürekli] bir surette bulunur.

Beşincisi: En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada [dayanak noktası] en muhtaç ve sahibini ve malikini bulmaya en müştak, [arzulu, aşırı istekli] hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarına, acz ve iştiyakı, [arzu, istek] fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali [gelecek endişesi] ve muhabbeti ve perestişi [aşırı derece sevme] veren bir Zât, elbette Kendi vücudunu onlara tekellümüyle [konuşma] iş’ar [işaret etme, belirtme] etmek, ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] muktezasıdır. [bir şeyin gereği]

İşte, tenezzül-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî [Allah’ın kendisini tanıtması] ve mukabele-i Rahmânî ve mükâleme-i Sübhânî ve iş’âr-ı Samedânî hakikatlerini tazammun [içerme, içine alma] eden umumî, semâvî vahiylerin, icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücûduna ve vahdetine [Allah’ın birliği] delâletleri öyle bir hüccettir [delil] ki, gündüzdeki güneşin şuââtının [ışınlar, parıltılar] güneşe şehadetinden daha kuvvetlidir diye anladı.

149

Sonra ilhamlar [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] cihetine baktı, gördü ki:

Sâdık ilhamlar, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbâniyedir; fakat iki fark vardır.

Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melâike [melek] vasıtasıyla; ve ilhamın [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ekseri vasıtasız olmasıdır. Mesela, nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.

Birisi: Haşmet-i saltanat [saltanatın görkemi] ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima [bir araya gelme, toplanma] yapar, sonra ferman tebliğ edilir.

İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz’î [ferdî, küçük] bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi [basit, sıradan] raiyetiyle [halk] ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır.

Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, [varlığının başlangıcı olmayan Padişah, Allah] umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı [evrenin ve herşeyin sahibi olan Allah] ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümul[kapsam] ilhamlarıyla [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] mükâlemesi [karşılıklı konuşma] olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın [canlı] Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kàbiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike [melek] ilhamları [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ve insan ilhamları [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ve hayvanat ilhamları [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri [damla] kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine [çoğalma] medar [kaynak, dayanak] bir zemin teşkil ediyor.

لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى * 1

âyetinin bir vechini [cihet, yön, taraf] tefsir ediyor anladı.

150

Sonra, ilhamın [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküp [birleşme] ediyor.

Birincisi: Teveddüd[kendini sevdirme] İlâhî denilen kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen [söz] ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, vedûdiyetin [kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah] ve rahmâniyetin muktezasıdır. [bir şeyin gereği]

İkincisi: İbâdının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen [söz] dahi perdeler arkasında icabet [cevap verme, kabul etme] etmesi, rahîmiyetin [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] şe’nidir. [belirleyici özellik]

Üçüncüsü: Ağır beliyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına [medet isteme] ve feryatlarına ve tazarruatlarına [dua, yakarış] fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî [Allah tarafından kalbe gelen mânâ] kavillerle [söz, görüş] de imdada yetişmesi, rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] lâzımıdır.

Dördüncüsü: Çok âciz ve çok zayıf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi malikini ve hâmisini ve müdebbirini [idare eden, çekip çeviren] ve hafîzını bulmaya pek çok muhtaç ve müştak [arzulu, aşırı istekli] olan zîşuur [akıl ve şuur sahibi] masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas [hissettirme] ettiği gibi, bir nevi mükâleme-i Rabbâniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] perdesinde ve mahsus ve bir mahlûka bakan has ve bir vecihte, [yön] onun kàbiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen [söz] dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas [hissettirme] etmesi, şefkat-i ulûhiyetin ve rahmet-i rubûbiyetin zarurî ve vâcip bir muktezasıdır [bir şeyin gereği] diye anladı.

Sonra ilhamın [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] şehadetine baktı, gördü: Nasıl ki, güneşin faraza şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde, ziyasındaki yedi rengi, yedi sıfatı olsaydı, o cihette, ışığında bulunan şuâları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması; ve her âyine [ayna] ve her parlak şeyler ve cam parçaları ve kabarcıklar ve katreler, [damla] hattâ şeffaf zerrelerle herbirinin kàbiliyetine göre konuşması; ve onların hâcâtına cevap vermesi; ve bütün onlar güneşin vücuduna şehadet etmesi; ve hiçbir iş, bir işe mâni olmaması; ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahemet etmemesi bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görüleceği gibi,

151

aynen öyle de: ezel ve ebedin Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] Sultanı ve bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] Zülcemâl [sonsuz güzellik sahibi olan Allah] Hâlık-ı Zîşanı olan Şems-i Sermedînin [devamlı ve sürekli güneş] mükâlemesi [karşılıklı konuşma] dahi onun ilmi ve kudreti gibi, küllî ve muhit olarak herşeyin kàbiliyetine göre tecellî etmesi; hiçbir suâl bir suâle, bir iş bir işe, bir hitap bir hitaba mâni olmaması ve karıştırmaması bilbedahe [açıkça] anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o konuşmalar, o ilhamlar [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] birer birer ve beraber bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] o Şems-i Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] huzuruna ve vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] delâlet ve şehadet ettiklerini aynelyakîne [gözle görerek kesin bilgi edinme] yakın bir ilmelyakînle [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] bildi.

İşte, bu meraklı misafirin âlem-i gaybdan [gayb âlemi, görünmeyen âlem] aldığı ders-i marifetine kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Dördüncü ve On beşinci Mertebelerinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِجْمَاعُ جَمِيعِ الْوَحْيَاتِ الْحَقَّةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّنَزُّلاَتِ اْلاِلٰهِيَّةِ، وَلِلْمُكَالَمَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ، وَلِلتَّعَرُّفَاتِ الرَبَّانِيَّةِ وَلِلْمُقَابَلاَتِ الرَّحْمَانِيَّةِ، عِنْدَ مُنَاجَاةِ عِبَادِهِ، وَلِلاِشْعَارَاتِ الصَّمَدَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَخْلُوقَاتِهِ، وَكَذَا دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِتِّفَاقُ اْلاِلْهَامَاتِ الصَّادِقَةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّوَدُّدَاتِ اْلاِلٰهِيَّةِ، وَلِلاِجَابَاتِ الرَّحْمَانِيَّةِ لِدَعَوَاتِ مَخْلُوقَاتِهِ، وَلِلاِمْدَادَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ لاِسْتِغَاثَاتِ عِبَادِهِ وَلِلاِحْسَاسَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَصْنُوعَاتِهِ * 1

denilmiştir.

152

Sonra, o dünya seyyahı kendi aklına dedi ki:

“Madem bu kâinatın mevcudatıyla [var edilenler, varlıklar] Mâlikimi ve Hâlıkımı [her şeyi yaratan Allah] arıyorum; elbette herşeyden evvel bu mevcudatın [var edilenler, varlıklar] en meşhuru ve a’dâsının [düşmanlar] tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandanı ve en namdar [namlı, şan ve şöhret sahibi] hâkimi ve sözce en yükseği ve akılca en parlağı ve on dört asrı faziletiyle ve Kur’ân’ıyla ışıklandıran Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] Aleyhisselâtü Vesselâmı ziyaret etmek ve aradığımı ondan sormak için Asr-ı Saadete [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] beraber gitmeliyiz'” diyerek, aklıyla beraber o asra girdi, gördü ki:

O asır, hakikaten, o zât (a.s.m.) ile bir saadet-i beşeriye [insanlığın mutluluğu] asrı olmuş. Çünkü, en bedevî ve en ümmî bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkim eylemiş.

Hem kendi aklına dedi: “Biz en evvel, bu fevkalâde zâtın (a.s.m.) bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbârâtının [haber vermeler] doğruluğunu bilmeliyiz. Sonra Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] ondan sormalıyız” diyerek taharriye [araştırma] başladı. Bulduğu hadsiz kat’î delillerden, burada, yalnız dokuz külliyetine birer kısa işaret edilecek.

Birincisi: Bu zâtta (a.s.m.), hattâ düşmanlarının tasdikiyle dahi, bütün güzel huyların ve hasletlerin [huy, karakter] bulunması; ve وَانْشَقَّ الْقَمَرُ 1 * وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ رَمٰى 2 âyetlerinin sarahatiyle, [açıklık] bir parmağının işaretiyle kamer [ay] iki parça olması; ve bir avucuyla a’dasının ordusuna attığı az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları; ve susuz kalmış kendi ordusuna, beş parmağından kevser [Cennette bulunan bir havuz] gibi akan suyu kifayet [yeterli olma] derecesinde içirmesi gibi, nass-ı kat’î [kesin delil, Kur’ân-ı Kerim ve sahih hadisler gibi] ile ve bir kısmı tevatürle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] yüzer mu’cizatın onun elinde zâhir olmasıdır. Bu mu’cizattan, üç yüzden ziyade bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup olan Mu’cizat-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) namındaki harika ve kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bir risalede kat’î delilleriyle beraber beyan edildiğinden, onları ona havale ederek dedi ki:

153

“Bu kadar ahlâk-ı hasene [güzel ahlâk] ve kemâlâtla [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] beraber bu kadar mu’cizat-ı bâhiresi [ap açık mu’cizeler] bulunan bir zât (a.s.m.) elbette en doğru sözlüdür. Ahlâksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kàbil [gibi] değil.”

İkincisi: Elinde, bu kâinat Sahibinin [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] bir fermanı bulunduğu ve o fermanı her asırda üç yüz milyondan ziyade insanların kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kur’ân-ı Azîmüşşanın, [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] yedi vech [cihet, yön, taraf] ile harika olmasıdır. Ve bu Kur’ân’ın, kırk vech [cihet, yön, taraf] ile mu’cize olduğu ve Kâinat Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber Yirmi Beşinci Söz ve Mu’cizat-ı Kur’âniye namlarındaki ve Risale-i Nur’un bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden, onu, ona havale ederek dedi: “Böyle ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir zâtta (a.s.m.), fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz.”

Üçüncüsü: O zât (a.s.m.) öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubûdiyet [Allah’a kulluk] ve bir dua ve bir davet ve bir imanla meydana çıkmış ki, onların ne misli [benzer] var ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmî bir zâtta (a.s.m.) zuhur eden o şeriat, on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu, [beşte bir] âdilâne ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi, emsal kabul etmez.

Hem, ümmî bir zâtın (a.s.m.) ef’âl [fiiler, davranışlar] ve akvâl [sözler] ve ahvâlinden [haller] çıkan İslâmiyet, her asırda, üç yüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri [herşeyi maddî ve mânevî nurlandıran, sonsuz nur sahibi Allah] ve musaffîsi [safileştiren, temizleyen] ve nefislerinin mürebbîsi [eğitici, terbiye edici] ve müzekkîsi [temizleyen, ıslah eden] ve ruhlarının medâr-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı [terakkiye, ilerlemeye kaynak olan] olması cihetiyle, misli [benzer] olamaz ve olamamış.

Hem, dininde bulunan bütün ibâdâtın [ibadetler] bütün envâında [tür] en ileri olması; ve herkesten ziyade takvâda bulunması ve Allah’tan korkması; ve fevkalâde daimî

154

mücahedat [mücadeleler] ve dağdağalar [gürültü, dehşet verici] içinde tam tamına ubûdiyetin [Allah’a kulluk] en ince esrarına kadar müraat [gözetme, riayet etme] etmesi; ve hiç kimseyi taklit etmeyerek ve tam mânâsıyla ve müptediyâne [ilk olarak] fakat en mükemmel olarak, hem iptidâ [başlangıç] ve intihâyı birleştirerek yapması, elbette misli [benzer] görülmez ve görünmemiş.

Hem binler dua ve münâcâtlarından [Allah’a yalvarış, dua] Cevşenü’l-Kebîr ile, öyle bir marifet-i Rabbâniye [Rab olan Allah’ı bilme ve tanıma] ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif [bir sıfatla niteleme] ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i mârifet ve ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] telâhuk-u efkârla [düşünce ve tecrübelerin birikimi] beraber, ne o mertebe-i marifete [Allah’ı tanıma ve bilme derecesi] ve ne de o derece-i tavsife [Allah’ı vasıflandırma, bildirme derecesi] yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli [benzer] yoktur. Risale-i Münâcâtın [Münâcât Risalesi (Üçüncü Şuâ)] başında Cevşenü’l-Kebîr’in doksan dokuz fıkrasından [bölüm] bir fıkrasının [bölüm] kısacık bir meâlinin beyan edildiği yere bakan adam, “Cevşen’in dahi misli [benzer] yoktur” diyecek.

Hem, tebliğ-i risalette [peygamberliğin tebliği, ilânı] ve nâsı hakka davette o derece metanet [gayret, kararlılık] ve sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim [insan topluluğu] ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adavet [düşmanlık] ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, [tereddüt belirtisi] bir telâş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına geçirmesi ispat eder ki, tebliğ ve davette dahi misli [benzer] olmamış ve olamaz.

Hem, imanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve harika bir yakîn ve mu’cizâne bir inkişaf [açığa çıkma] ve cihanı ışıklandıran bir ulvî itikad [inanç] taşımış ki, o zamanın hükümranı olan bütün efkârı [fikirler] ve akideleri [inanç] ve hükemanın [âlimler, filozoflar] hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muarız [itiraz eden, karşı gelen] ve muhalif ve münkir [Allah’a inanmayan] oldukları halde onun ne yakînine, ne itikadına, [inanç] ne itimadına, ne itminanına [inanma, kalben tatmin olma] hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, [zayıflık, güçsüzlük] hiçbir vesvese vermemesi ve mâneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki [ilerleme] eden başta Sahabeler ve

155

bütün ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] onun, her vakit, mertebe-i imanından [iman mertebesi, derecesi] feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları, bilbedahe [açıkça] gösterir ki, imanı dahi emsalsizdir.

İşte, böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz [benzer] bir İslâmiyet ve harika bir ubûdiyet [Allah’a kulluk] ve fevkalâde bir dua ve cihan-pesendâne [dünyaya meydan okurcasına] bir dâvet ve mu’cizâne bir iman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı ve aklı dahi tasdik etti.

Dördüncüsü: Enbiyaların [nebiler, peygamberler] (aleyhimüsselâm) icmâı, nasıl ki vücud ve vahdâniyet-i İlâhiyeye [Allah’ın bir ve tek olması] gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu zâtın doğruluğuna ve risaletine [elçilik, peygamberlik] gayet sağlam bir şehadettir. Çünkü enbiya [nebiler, peygamberler] aleyhimüsselâmın doğruluklarına ve peygamber olmalarına medar [kaynak, dayanak] olan ne kadar kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatlar ve mu’cizeler ve vazifeler varsa, o zâtta en ileride olduğu tarihçe musaddaktır. [doğrulanan] Demek onlar, nasıl ki, lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ile Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] bu zâtın (a.s.m.) geleceğini haber verip insanlara beşaret [müjde] vermişler—ki, kütüb-ü mukaddesenin [kutsal kitaplar] o beşaretli [müjde] işârâtından [işaretler] yirmiden fazla ve pek zâhir bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup’ta güzelce beyan ve ispat edilmiş—öyle de, lisan-ı halleriyle, [beden dili] yani nübüvvetleriyle [peygamberlik] ve mu’cizeleriyle, kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zâtı tasdik edip dâvâsını imza ediyorlar. Ve lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ve icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] delâlet ettikleri gibi, lisan-ı hal [beden dili] ile ve ittifak ile de, bu zâtın sadıkıyetine [doğruluk] şehadet ediyorlar diye anladı.

Beşincisi: Bu zâtın düsturlarıyla [kâide, kural] ve terbiyesi ve tebaiyetiyle [tabi olma, uyma] ve arkasından gitmeleriyle hakka, hakikate, kemâlâta, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] kerâmâta, [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] keşfiyata, [keşifler] müşahedata [gözlem yapmalar] yetişen binlerce evliya, vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] delâlet ettikleri gibi, üstadları olan bu zâtın sadıkıyetine [doğruluk] ve risaletine [elçilik, peygamberlik] icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve ittifakla şehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan [gayb âlemi, görünmeyen âlem] verdiği haberlerin bir kısmını nur-u velâyetle [velâyet, velililk nuru] müşahede etmeleri; ve umumunu,

156

nur-u iman [iman aydınlığı] ile, ya ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] veya aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] veya hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] suretinde itikad [inanç] ve tasdik etmeleri, üstadları olan bu zâtın derece-i hakkaniyet [gerçeklik derecesi] ve sadıkıyetini [doğruluk] güneş gibi gösterdiğini gördü.

Altıncısı: Bu zâtın, ümmîliğiyle beraber, getirdiği hakaik-i kudsiye [mukaddes hakikatler, gerçekler] ve ihtirâ ettiği ulûm-u âliye [âlet ilimleri; gramer, matematik, mantık gibi ilimler] ve keşfettiği mârifet-i İlâhiyenin [Allah’ı bilme, tanıma] dersiyle ve talimiyle mertebe-i ilmiyede [ilim mertebesi, derecesi] en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-yı müdakkikîn [Hz. Peygambere vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olup onun yolundan giden takvâ sahibi ve gerçekleri tam olarak araştıran, delilleriyle isbat eden büyük islâm âlimleri] ve sıddîkîn-i [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] muhakkikîn ve dâhi hükema-i mü’minîn bu zâtın üssül’esas [temel esas] dâvâsı olan vahdâniyeti [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] kuvvetli burhanlarıyla [delil] bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] ispat ve tasdik ettikleri gibi, bu muallim-i ekberin [en büyük öğretmen] ve bu üstâd-ı âzamın [en büyük öğretmen olan Peygamber Efendimiz (a.s.m.)] hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti [peygamberliğin delili] ve sadıkıyetidir. [doğruluk] Meselâ, Risale-i Nur, yüz parçasıyla, bu zâtın sadakatının birtek burhanıdır. [delil]

Yedincisi: Âl [aile, soy] ve Ashâb namında ve nev-i beşerin enbiyadan [nebiler, peygamberler] sonra feraset [anlayışlılık, çabuk seziş] ve dirayet ve kemâlâtla [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] en meşhuru ve en muhterem ve en namdarı [namlı, şan ve şöhret sahibi] ve en dindar ve keskin nazarlı [görüşlü, bakışlı] taife-i azîmesi, kemâl-i merakla [merakın son derecesi] ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle bu zâtın bütün gizli ve âşikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharrî [araştırma] ve teftiş ve tetkik etmeleri neticesinde, bu zâtın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatli olduğuna ittifakla ve icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları, güneşin ziyasına delâlet eden gündüz gibi bir delildir diye anladı.

Sekizincisi: Bu kâinat, nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temâşâgâh gibi

157

tasarruf eden Sâniine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve Kâtibine ve Nakkâşına [herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] delâlet eder. Öyle de, kâinatın hilkatindeki [yaratılış] makàsıd-ı İlâhiyeyi [Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler] bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtındaki [başka bir hâle geçme, dönüşme] Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] hikmetlerini talim edecek ve vazifedarâne harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın [var edilenler, varlıklar] kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ilân edecek ve o kitab-ı kebîrin [büyük bir kitabı andıran kâinat] mânâlarını ifade edecek bir yüksek dellâl, [davetçi, ilan edici] bir doğru keşşaf, [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] bir muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza [bir şeyin gereği] ettiği ve herhalde bulunmasına delâlet ettiği cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu zâtın hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.

Dokuzuncusu: Madem bu san’atlı ve hikmetli masnuatıyla [san’at eseri] kendi hünerlerini ve san’atkârlığının [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] teşhir etmek; ve bu süslü ve ziynetli nihayetsiz mahlûkatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek; ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle kendine teşekkür ve hamd ettirmek; ve bu şefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iaşe ile, hattâ ağızların en ince zevklerini ve iştihaların [arzu, istek] her nev’ini tatmin edecek bir surette ihzar [hazırlama] edilen Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] it’amlar [doyurma, yedirip besleme] ve ziyafetlerle kendi rubûbiyetine [Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] karşı minnettarâne ve müteşekkirâne [teşekkür ederek] ve perestişkârâne [taparcasına] ibadet ettirmek; ve mevsimlerin tebdili [başka bir şeyle değiştirme] ve gece-gündüzün tahvili [değişme, dönüşme] ve ihtilâfı gibi azametli ve haşmetli tasarrufat [dilediği gibi kullanma ve idare etme] ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallâkıyetle [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] kendi ulûhiyetini [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ederek, o ulûhiyetine [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] karşı iman ve teslim ve inkıyad [boyun eğme] ve itaat ettirmek; ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale [giderme] ve semâvî tokatlarla zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle,

158

hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var. Elbette ve herhalde, o gaybî Zâtın yanında en sevgili mahlûku ve en doğru abdi ve onun mezkûr [adı geçen] maksatlarına tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatın [evrenin yaratılışı] tılsımını ve muammâsını hall [çözme, problem çözme, karışık bir meselenin içinden çıkma] ve keşfeden ve daima o Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] namına hareket eden ve Ondan istimdat [medet isteme] eden ve muvaffakiyet [başarı] isteyen ve Onun tarafından imdada ve tevfike [başarı] mazhar [erişme, nail olma] olan ve Muhammed-i Kureyşî [Kureyş kabilesine mensup olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] denilen bu zât (a.s.m.) olacak.

Hem aklına dedi: Madem bu mezkûr [adı geçen] dokuz hakikatler bu zâtın sıdkına [doğruluk] şehadet ederler. Elbette bu âdem, benî Âdemin [Âdemoğlu, insan] medar-ı şerefi [şeref kaynağı] ve bu âlemin medar-ı iftiharıdır. [övünç kaynağı] Ve ona “Fahr-i Âlem[bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] ve “Şeref-i Benî Âdem[insanoğlunun şerefi, şeref vesilesi] denilmesi pek lâyıktır. Ve onun elinde bulunan ferman-ı Rahmânî [Rahmân olan Allah’ın buyruğu, Kur’ân-ı Kerim] olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] haşmet-i saltanat-ı mâneviyesinin [mânevî hükümranlığının azameti, büyüklüğü] nısf-ı arzı [yeryüzünün yarısı] istilâsı ve şahsî kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve yüksek hasletleri [huy, karakter] gösteriyor ki, bu âlemde en mühim zât budur; Hâlıkımız [her şeyi yaratan Allah] hakkında en mühim söz onundur.

İşte gel, bak! Bu harika zâtın yüzer zâhir ve bâhir [açık] kat’î mu’cizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler ali ve esaslı hakikatlerine istinaden, bütün dâvâlarının esası ve bütün hayatının gayesi, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücuduna ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve sıfâtına ve esmâsına delâlet ve şehadet ve o Vâcibü’l-Vücudu [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] ispat ve ilân ve i’lâm etmektir. [bildirmek, öğretmek]

Demek bu kâinatın mânevî güneşi ve Hâlıkımızın [her şeyi yaratan Allah] en parlak bir burhanı, [delil] bu Habibullah [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] denilen zâttır ki, onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] var.

Birincisi: “Eğer perde-i gayb [gayb perdesi] açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek”1 diyen

159

İmam-ı Ali (radıyallahu anh) ve yerde iken Arş-ı Âzamı [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] ve İsrafil’in azamet-i heykelini [boy ve yapı itibariyle çok büyük olma] temâşâ eden Gavs-ı Âzam (k.s.)1 gibi keskin nazar ve gayb-bîn [gaybı gören; görünmeyenden haberi olan] gözleri bulunan binler aktâb ve evliya-yı azîmeyi câmi’ [kapsamlı] ve Âl-i Muhammed [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) soyu, ailesi] nâmıyla şöhretşiâr-ı âlem [âleme şöhret salmış] olan cemaat-i nuraniyenin icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile tasdikleridir.

İkincisi: Bedevî bir kavim [insan topluluğu] ve ümmî bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden [sosyal hayat] ve efkâr-ı siyasiyeden hâli [boş] ve kitapsız ve fetret [Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen peygambersiz devir] asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve malûmatlı ve hayat-ı içtimaiyede [sosyal hayat] ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükümetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] olarak, şarktan garba [doğudan batıya] kadar cihan-pesendane idare eden ve Sahabe nâmıyla dünyada namdar [namlı, şan ve şöhret sahibi] olan cemaat-ı meşhurenin, [meşhur topluluk] ittifakla, can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir.

Üçüncüsü: Her asırda binlerle efradı [bireyler] bulunan ve her fende dâhiyâne ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan, ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] ve mütebahhir [çok bilgili] ulemasının cemaat-ı uzmâsının, [büyük cemaat] tevafukla ve ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] derecesinde tasdikleridir. Demek bu zâtın vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] şehadeti, şahsî ve cüz’î [ferdî, küçük] değil; belki, umumî ve küllî ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiç bir cihetle çıkamaz bir şehadettir diye hükmetti.

İşte, Asr-ı Saadette [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun o medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Altıncı Mertebesinde, böyle

160

لاَ اِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: فَخْرُ عَالَمٍ وَشَرَفُ نَوْعِ بَنِى اٰدَمَ، بِعَظَمَةِ سَلْطَنَةِ قُرْاٰنِهِ، وَحَشْمَةِ وُسْعَةِ دِينِهِ، وَكَثْرَةِ كَمَالاَتِهِ، وَعُلْوِيَّةِ اَخْلاَقِهِ، حَتّٰى بِتَصْدِيقِ أَعْدَۤائِهِ. وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِقُوَّةِ مِئَۤاتِ الْمُعْجِزَاتِ الظَّاهِرَاتِ الْبَاهِرَاتِ الْمُصَدَّقَةِ الْمُصَدِّقَةِ، وَبِقُوَّةِ اٰلاَفِ حَقَۤائِقِ دِينِهِ السَّاطِعَةِ الْقَاطِعَةِ، بِاِجْمَاعِ اٰلِهِ ذَوِى اْلاَنْوَارِ، وَبِاِتِّفَاقِ اَصْحَابِهِ ذَوِي اْلاَبْصَارِ، وَبِتَوَافُقِ مُحَقِّقِى أُمَّتِهِ ذَوِى الْبَرَاهِينِ وَالْبَصَۤائِرِ النَّوَّارَةِ * 1

denilmiştir.

Sonra, bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki:

“Aradığımız zâtın sözü ve kelâmı denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim; ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan okuyan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] namındaki kitaba müracaat edip, o ne diyor bilelim. Fakat en evvel, bu kitap bizim Hâlıkımızın [her şeyi yaratan Allah] kitabı olduğunu ispat etmek lâzımdır” diye taharrîye [araştırma] başladı.

Bu seyyah, bu zamanda bulunduğu münasebetiyle, en evvel, mânevî i’câz-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] lem’aları [parıltı] olan Risale-i Nur’a baktı ve onun yüz otuz risaleleri, âyât-ı Furkaniyenin [Hak ile batılı ayıran Kur’ân’ın ayetleri] nükteleri [derin anlamlı söz] ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid [inatçı] ve mülhid [dinsiz] bir asırda, her tarafa hakaik-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] mücahidâne [cihad edercesine] neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından ispat eder ki, onun üstadı ve menbaı [kaynak] ve mercii ve güneşi olan Kur’ân, semâvîdir, beşer kelâmı değildir. Hattâ, Resâilü’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] yüzer hüccetlerinden [delil] birtek hüccet-i Kur’âniyesi [Kur’ân’ın delili] olan Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektubun âhiri,

161

Kur’ân’ın kırk vech [cihet, yön, taraf] ile mu’cize olduğunu öyle ispat etmiş ki, kim görmüşse, değil tenkit ve itiraz etmek, belki ispatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok senâ etmiş.

Kur’ân’ın vech-i i’câzını [mu’cizelik yönü] ve hak kelâmullah [Allah kelâmı] olduğunu ispat etmek cihetini Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] havale ederek, yalnız bir kısa işaretle, büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.

Birinci Nokta: Nasıl ki Kur’ân, bütün mu’cizatıyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikiyle, [doğru gerçekler] Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın bir mu’cizesidir. Öyle de, Muhammed aleyhissalâtü vesselâm da, bütün mu’cizatıyla ve delâil-i nübüvvetiyle [peygamberlik delilleri] ve kemâlât-ı ilmiyesiyle, [ilimî mükemmellikler, olgunluklar] Kur’ân’ın bir mu’cizesidir ve Kur’ân kelâmullah [Allah kelâmı] olduğuna bir hüccet-i kàtıasıdır. [kesin delil]

İkinci Nokta: Kur’ân, bu dünyada, öyle nuranî ve saadetli ve hakikatli bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye [toplumsal hayatın değiştirilmesi] ile beraber, insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde [kişisel hayat] ve hem hayat-ı içtimaiyelerinde, [sosyal hayat] hem hayat-ı siyasiyelerinde [siyaset hayatı] öyle bir inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki, on dört asır müddetinde, her dakikada, altı bin altı yüz altmış altı âyetleri kemâl-i ihtiramla, [tam bir saygı ve hürmet] hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye [hatadan arındırma, temize çıkarma] ve kalblerini tasfiye ediyor, ruhlara inkişaf [açığa çıkma] ve terakki [ilerleme] ve akıllara istikamet [doğru] ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli [benzer] yoktur, harikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.

Üçüncü Nokta: Kur’ân, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] göstermiş ki, Kâbe’nin duvarında altınla yazılan en meşhur ediplerin “Muallâkat-ı Seb’a[yedi askı, Kur’ân nâzil olmadan önce, meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe’nin duvarına asılmış olanları] nâmıyla şöhretşiar [şöhret sahibi] kasidelerini [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] o dereceye indirdi ki, Lebid‘in [İslâm öncesi cahiliye devrinde şiirleriyle meşhur bir şair] kızı, babasının kasidesini [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] Kâbe’den indirirken demiş: “Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.”

162

Hem bedevî bir edip فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ 1 âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: “Sen Müslüman mı oldun?” O demiş: “Hayır, ben bu âyetin belâğatine [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] secde ettim.”

Hem ilm-i belâğatın [belâğat ilmi] dâhilerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkâkî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhi imamlar ve mütefennin [bilgili, fen ilimlerine sahip] edipler, icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve ittifakla karar vermişler ki, “Kur’ân’ın belâğatı tâkat-i beşerin [insan gücü] fevkindedir; [üstünde] yetişilmez.”

Hem o zamandan beri, mütemadiyen meydan-ı muarazaya [sözle mücadele meydanı] davet edip, mağrur ve enâniyetli ediplerin ve belîğlerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak bir tarzda der: “Ya birtek sûrenin mislini [benzer] getiriniz, veyahut dünyada ve âhirette helâket [mahvolma] ve zilleti [alçaklık] kabul ediniz” diye ilân ettiği halde, o asrın muannid [inatçı] beliğleri birtek sûrenin mislini [benzer] getirmekle kısa bir yol olan muaraza[karşı gelme, karşı koyma] bırakıp, uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri ispat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir.

Hem Kur’ân’ın dostları, Kur’ân’a benzemek ve taklit etmek şevkiyle; ve düşmanları dahi, Kur’ân’a mukabele [karşılama; karşılık verme] ve tenkit etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telâhuk-u efkâr [düşünce ve tecrübelerin birikimi] ile terakki [ilerleme] eden milyonlarla Arabî kitaplar ortada geziyor. Hiçbirisinin ona yetişemediğini, hattâ en âdi adam dahi dinlese, elbette diyecek: “Bu Kur’ân, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil. Ya onların altında veya umumunun fevkinde [üstünde] olacak.” Umumunun altında olduğunu, dünyada hiçbir fert, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez. Demek, mertebe-i belâğati, [belâğat derecesi] umumun fevkındedir.

Hattâ bir adam, سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 2 âyetini okudu. Dedi ki: “Bu âyetin harika telâkki [anlama, kabul etme] edilen belâğatını [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] göremiyorum.”

Ona denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.”

O da, kendini Kur’ân’dan evvel orada tahayyül [hayal etme] ederken gördü ki, mevcudat-ı âlem [âlemdeki varlıklar] perişan, karanlık, câmid [cansız] ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâli, [boş] hadsiz,

163

hudutsuz bir fezada, [uzay] kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur’ân’ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü:

Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî [daimi, sürekli] ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara [akıl ve şuur sahibi] ders verip gösteriyor ki, bu kâinat, bir cami-i kebîr hükmünde, başta semâvât ve arz [gökler ve yer] olarak umum mahlûkatı hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş-u huruşla mes’udâne [mutlu bir şekilde] ve memnunâne [memnun bir şekilde] bir vaziyette bulunduruyor, diye müşahede etti. Ve bu âyetin derece-i belâğatini [belağat derecesi] zevk ederek, sair âyetleri buna kıyasla, Kur’ân’ın zemzeme-i belâğati [belâğat nağmesi] arzın nısfı [yarısı] [dünyanın yarısı] ve nev-i beşerin humsunu [beşte bir] istilâ ederek, haşmet-i saltanatı [saltanatın görkemi] kemâl-i ihtiramla [tam bir saygı ve hürmet] on dört asır bilâfasıla [fasılasız, aralıksız] idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.

Dördüncü Nokta: Kur’ân öyle hakikatli bir halâvet [tatlılık] göstermiş ki, en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’ân’ı tilâvet [okuma] edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilâveti halâvetini [tatlılık] ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] olup darb-ı mesel [atasözü] hükmüne geçmiş.

Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebâbet [gençlik] ve garabet [gariplik, hayret vericilik] göstermiş ki, on dört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nazil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor. Her asır, kendine hitap ediyor gibi bir gençlikte görmüş. Her taife-i ilmiye, [ilmiye sınıfı] ondan her vakit istifade etmek için kesretle [çokluk] ve mebzuliyetle [çok bulunan, bol] yanlarında bulundurdukları ve üslûb-u ifadesine [ifade tarzı] ittiba [tabi olma, uyma] ve iktida [uyma] ettikleri halde, o, üslûbundaki ve tarz-ı beyanındaki [açıklama biçimi] garabetini [gariplik, hayret vericilik] aynen muhafaza ediyor.

Beşincisi: Kur’ân’ın bir cenahı [kanat] mazide, bir cenahı [kanat] müstakbelde, [gelecek] kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatleri olduğu ve bu onları tasdik ve

164

teyid ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle [beden dili] bunu tasdik ettikleri gibi; öyle de, evliya ve asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] gibi ondan hayat alan semereleri [meyve] ve hayattar tekemmülleriyle [mükemmelleşme] şecere-i mübarekelerinin [mübarek ağaç; Kur’an-ı Kerim ağacı (ki, Risale-i Nur onun bu asra uzanan bir dalıdır)] hayattar, feyizdar [feyizli, bereketli] ve hakikatmedar [doğruluk sebebi] olduğuna delâlet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velâyetin [velilik] bütün hak tarikatleri ve İslâmiyetin bütün hakikatli ilimleri, Kur’ân’ın ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve mecma-i hakaik [gerçeklerin toplandığı yer] ve câmiiyette [kapsayıcılık] misilsiz [benzer] bir harika olduğuna şehadet eder.

Altıncısı: Kur’ân’ın altı ciheti [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] nuranîdir, sıdk [doğruluk] ve hakkaniyetini gösterir,

Evet, altında hüccet [delil] ve burhan [delil] direkleri, üstünde sikke-i i’caz lem’aları, [parıltı] önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn [dünya ve ahiret mutluluğu] hediyeleri, arkasında nokta-i istinadı [dayanak noktası] vahy-i semâvî [Allah tarafından peygambere gelen vahiy] hakikatleri, sağında hadsiz ukul-ü müstakîmenin [doğru yolda olan akıllar] delillerle tasdikleri, solunda selim [sağlam, doğru] kalblerin ve temiz vicdanların ciddî itminanları [inanma, kalben tatmin olma] ve samimî incizapları [bir şeyin çekiciliğine kapılma] ve teslimleri, Kur’ân’ın fevkalâde hârika, metin [sağlam] ve hücum edilmez bir kal’a-i semâviye-i arziye olduğunu ispat ettikleri gibi altı makamdan dahi, onun ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve sadık olduğuna ve beşerin kelâmı olmadığına, hem yanlış olmadığına imza eden, başta, bu kâinatta daima güzelliği izhar, [açığa çıkarma, gösterme] iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterileri imha ve izale [giderme] etmek âdetini bir düstur-u faaliyet [faaliyet prensibi, kuralı] ittihaz [edinme, kabullenme] eden bu kâinatın Mutasarrıfı, [dilediği gibi idare eden] o Kur’ân’a, âlemde en makbul, en yüksek, en hâkimâne [hükmeder bir şekilde] bir makam-ı hürmet [hürmet ve saygı makamı] ve bir mertebe-i muvaffakiyet [başarı derecesi] vermesiyle onu tasdik ve imza ettiği gibi; İslâmiyetin menbaı [kaynak] ve Kur’ân’ın tercümanı olan zâtın (aleyhissalâtü vesselâm) herkesten ziyade ona itikad [inanç] ve ihtiramı [hürmet etme, saygı gösterme] ve

165

nüzûlü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i nâimanede [uyku hâli, uykulu vaziyet] bulunması ve sâir kelâmları ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle [okuma yazma bilmeme] beraber gitmiş ve gelecek hakikî hâdisât-ı kevniyeyi [kâinatta meydana gelen hâdiseler] gaybiyâne, [gizli bir âlemden olarak] Kur’ân ile tereddütsüz ve itminan [inanma, kalben tatmin olma] ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarı altında, hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercümanın bütün kuvvetiyle, Kur’ân’ın herbir hükmüne iman edip tasdik etmesi ve hiçbir şey onu sarsmaması; Kur’ân semâvî, hakkaniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîminin [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] mübarek kelâmı olduğunu imza ediyor.

Hem nev-i insanın [insan türü, insanlık] humsu, [beşte bir] belki kısm-ı âzamı, [büyük bir kısmı] göz önünde o Kur’ân’a müncezibâne [kendini kaptırarak] ve dindarâne [dindarca] irtibatı ve hakikatperestâne [hakkı ve hakikatı severcesine] ve müştakane kulak vermesi ve çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın [keşifler] şehadetiyle, cin ve melek ve ruhanîlerin dahi tilâveti [okuma] vaktinde pervane [korku] gibi hakperestâne [hakkı üstün tutarcasına] etrafında toplanması, Kur’ân’ın kâinatça makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.

Hem, nev-i beşerin umum tabakaları, en gabî [anlayışı kıt, zekâsı az] ve âmiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar herbirisi Kur’ân’ın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatleri fehmetmeleri ve yüzlerle fen ve ulûm-u İslâmiyenin [İslâm ilimleri] ve bilhassa Şeriat-ı Kübrânın [İslâmın büyük ve yüce kanunları] büyük müçtehidleri ve usulüddin [din usulü, kelâm] ve ilm-i kelâmın dâhi muhakkikleri [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] gibi her taife, kendi ilimlerine ait bütün hâcâtını ve cevaplarını Kur’ân’dan istihraç [çıkarma] etmeleri, Kur’ân menba-ı hak [hakkın ve doğrunun kaynağı] ve maden-i hakikat [gerçeklerin ve doğruların kaynağı] olduğuna bir imzadır.

Hem edebiyatça en ileri bulunan Arap edipleri (İslâmiyete girmeyenler) şimdiye kadar muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] pek çok muhtaç oldukları halde, Kur’ân’ın i’câzından [mu’cize oluş] yedi büyük vechi varken, yalnız birtek vechi olan belâğatinin, [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] tek bir sûrenin mislini [benzer] getirmekten istinkâfları; [çekimser kalma, uzak durma] ve şimdiye kadar gelen ve muaraza [karşı gelme, karşı koyma] ile şöhret kazanmak isteyen meşhur belîğlerin ve dâhi âlimlerin, onun hiçbir vech-i i’câzına [mu’cizelik yönü]

166

karşı çıkamamaları ve âcizâne sükût etmeleri, Kur’ân mu’cize ve tâkat-i beşerin [insan gücü] fevkinde [üstünde] olduğuna bir imzadır.

Evet, bir kelâm, “Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?” denilmesiyle kıymeti ve ulviyeti [yüce] ve belâğati [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] tezahür etmesi noktasından, Kur’ân’ın misli [benzer] olamaz ve ona yetişilemez. Çünkü, Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] hitabı ve konuşması; ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu [yapmacık] ihsas [hissettirme] edecek bir emare bulunmayan bir mukâlemesi; [konuşma] ve bütün insanların, belki bütün mahlûkatın namına meb’us ve nev-i beşerin en meşhur ve namdar [namlı, şan ve şöhret sahibi] muhatabı bulunan ve o muhatabın kuvvet ve vüs’at-i imanı [imanın kuvveti ve genişliği] koca İslâmiyeti tereşşuh [sızma/sızıntı] edip sahibini Kab-ı Kavseyn [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür] makamına çıkararak muhatab-ı Samedâniyeye [Allah’ın muhatabı] mazhariyetle nüzul eden; ve saadet-i dâreyne [dünya ve ahiret mutluluğu] dair ve hilkat-i kâinatın [evrenin yaratılışı] neticelerine ve ondaki Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] maksatlara ait mesâili [meseleler] ve o muhatabın bütün hakaik-i İslâmiyeyi [İslâmın gerçekleri] taşıyan en yüksek ve en geniş olan imanını beyan ve izah eden; ve koca kâinatın bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip, çevirip, onları yapan San’atkârı tavrıyla ifade ve talim eden Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyanın [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] elbette mislini [benzer] getirmek mümkün değildir ve derece-i i’câzına [mu’cizelik derecesi] yetişilmez.

Hem, Kur’ân’ı tefsir eden ve bir kısmı otuz-kırk, hattâ yetmiş cilt olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı müdakkik [dikkatli] binlerle mütefennin [bilgili, fen ilimlerine sahip] ulemanın senetleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur’ân’daki hadsiz meziyetleri ve nükteleri [derin anlamlı söz] ve hâsiyetleri [özellik] ve sırları ve âli [yüce] mânaları ve umûr-u gaybiyenin [gayba ait, bilinmeyen işler] her nev’inden kesretli, [çokluk]

167

gaybî ihbarları izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve ispat etmeleri; ve bilhassa Risale-i Nur’un yüz otuz kitabının herbiri, Kur’ân’ın bir meziyetini, bir nüktesini [derin anlamlı söz] kat’î burhanlarla [delil] ispat etmesi; ve bilhassa Mu’cizat-ı Kur’âniye Risalesi şimendifer [tren] ve tayyare gibi medeniyetin harikalarından çok şeyleri Kur’ân’dan istihraç [çıkarma] eden Yirminci Sözün İkinci Makamı; ve Risale-i Nur’a ve elektriğe işaret eden âyetlerin işârâtını [işaretler] bildiren İşarât-ı Kur’âniye namındaki Birinci Şuâ; [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] ve huruf-u Kur’âniye [Kur’ân harfleri] ne kadar muntazam, esrarlı ve mânâlı olduğunu gösteren Rumuzât-ı Semaniye nâmındaki sekiz küçük risaleler; ve Sûre-i Fethin âhirki âyeti beş vech [cihet, yön, taraf] ile ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] cihetinde mu’cizeliğini ispat eden küçük bir risale gibi Risale-i Nur’un herbir cüz’ü, Kur’ân’ın bir hakikatini, bir nurunu izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmesi, Kur’ân’ın misli [benzer] olmadığına ve mu’cize ve harika olduğuna ve bu âlem-i şehadette [görünen alem] âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] lisanı ve bir Allâmü’l-Guyûbun [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] kelâmı bulunduğuna bir imzadır.

İşte, altı noktada ve altı cihette [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] ve altı makamda işaret edilen Kur’ân’ın mezkûr [adı geçen] meziyetleri ve hâsiyetleri [özellik] içindir ki, haşmetli hakimiyet-i nuraniyesi [nurlu hakimiyet] ve azametli saltanat-ı kudsiyesi, [kutsal saltanat, egemenlik] asırların yüzlerini ışıklandırarak, zemin yüzünü dahi bin üç yüz sene tenvir [aydınlatma] ederek kemâl-i ihtiramla [tam bir saygı ve hürmet] devam etmesi; hem o hâsiyetleri [özellik] içindir ki, Kur’ân’ın herbir harfi, hiç olmazsa on sevabı ve on hasenesi olması ve on meyve-i bâki [devamlı, kalıcı meyve] vermesi; hattâ bir kısım âyâtın ve sûrelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi; ve mübarek vakitlerde her harfin nuru ve sevabı ve kıymeti ondan yüzlere çıkması gibi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] imtiyazları kazanmış diye dünya seyyahı anladı ve kalbine dedi:

İşte böyle her cihetle mu’cizatlı bu Kur’ân, sûrelerinin icmâıyla ve âyâtının ittifakıyla ve esrar ve envârının [nurlar] tevâfukuyla ve semerat [meyveler] ve âsârının [eserler/asırlar] tetabukuyla, [uygunluk]

168

birtek Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücuduna ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve sıfât ve esmâsına, delillerle ispat suretinde öyle şehadet etmiş ki, bütün ehl-i imanın [Allah’a inanan] hadsiz şehadetleri, onun şehadetinden tereşşuh [sızma/sızıntı] etmişler.

İşte, bu yolcunun, Kur’ân’dan aldığı ders-i tevhid [Allah’ın varlık ve birliğinden bahseden ders] ve imana kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Yedinci Mertebesinde böyle,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اَلْقُرْاٰنُ الْمُعْجِزُ الْبَيَانِ، اَلْمَقْبُولُ الْمَرْغُوبُ ِلاَجْنَاسِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَانِّ، اَلْمَقْرُوءُ كُلُّ اٰيَاتِهِ فِى كُلِّ دَقِيقَةٍ بِكَمَالِ اْلاِحْتِرَامِ، بِأَلْسِنَةِ مِئَاتِ الْمَلاَيِينَ مِنْ نَوْعِ اْلاِنْسَانِ، اَلدَّۤائِمُ سَلْطَنَتُهُ الْقُدْسِيَّةُ عَلٰۤى اَقْطَارِ اْلاَرْضِ وَاْلاَكْوَانِ، وَعَلٰى وُجُوهِ اْلاَعْصَارِ وَالزَّمَانِ، وَالْجَارِي حَاكِمِيَّتُهُ اَلْمَعْنَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلٰى نِصْفِ اْلاَرْضِ وَخُمْسِ الْبَشَرِ فِى اَرْبَعَةَ عَشَرَ عَصْرًا بِكَمَالِ اْلاِحْتِشَامِ… وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ الْقُدْسِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ، وَبِاِتِّفَاقِ اٰيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ اْلاِلٰهِيَّةِ، وَبِتَوَافُقِ أَسْرَارِهِ وَأَنْوَارِهِ وَبِتَطَابُقِ حَقَۤائِقِهِ وَثَمَرَاتِهِ وَاٰثَارِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ * 1

denilmiştir.

Sonra, bir fakir insana değil fâni ve muvakkat [geçici] bir tarlayı, bir haneyi, belki koca kâinatı ve dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi [kalıcı, sürekli mülk] kazandıran ve bir fâni adama ebedî bir hayatın levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] bulduran ve ecelin darağacını bekleyen bir bîçareyi idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kurtaran ve saadet-i sermediyenin [sürekli devam eden mutluluk] hazinesini açan en kıymettar

169

sermaye-i insaniyenin iman olduğunu bilen mezkûr [adı geçen] misafir ve hayat yolcusu, kendi nefsine dedi ki: “Haydi, ileri! İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kâinatın hey’et-i mecmuasına [fertlerinin hepsi; harf, kelime, âyet ve sûre gibi parçaların oluşturduğu birlik] müracaat edip, o da ne diyor, dinlemeliyiz; erkânından [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve eczasından aldığımız dersleri tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] ve tenvir [aydınlatma] etmeliyiz” diye, Kur’ân’dan aldığı geniş ve ihata[herşeyi kuşatma] bir dürbünle baktı, gördü:

Bu kâinat, o kadar mânidar ve muntazamdır ki, mücessem [cisimleşmiş] bir kitab-ı Sübhânî ve cismânî bir Kur’ân-ı Rabbânî [Rab olan Allah’ın Kur’ân’ı] ve müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir saray-ı Samedânî ve muntazam bir şehr-i Rahmânî [rahmet ve merhameti sınırsız olan Allah’ın şehri] suretinde görünüyor. O kitabın bütün sûreleri, âyetleri ve kelimatları, [ifadeler, sözler] hattâ harfleri ve babları ve fasılları ve sahifeleri ve satırları, umumunun her vakit mânidarâne mahv u ispatları ve hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] tağyir [değiştirme] ve tahvilleri, [değişme, dönüşme] icma [bir mesele hakkında İslâm âlimlerinin görüş birliğine varması] ile, bir Alîm-i Külli Şeyin [herşeyi bilen ve herşey ilmi dahilinde olan Allah] ve bir Kadîr-i Külli Şeyin [her şeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi olan Allah] ve bir Musannıfın, herşeyde herşeyi gören ve herşeyin herşeyi ile münasebetini bilen, riayet eden bir Nakkâş-ı Zülcelâlin ve bir Kâtib-i Zülkemâlin vücudunu ve mevcudiyetini bilbedâhe [açık bir şekilde] ifade ettikleri gibi, bütün erkân [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve envâıyla [tür] ve ecza [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] ve cüz’iyatıyla ve sekeneleri [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] ve müştemilâtiyle [içindekiler] ve varidat [gelirler] ve masarıfatıyla [masraflar, giderler] ve onlarda maslahatkârâne [bir fayda gözeterek] tebdilleriyle [başka bir şeyle değiştirme] ve hikmetperverâne tecditleriyle, [yenileme] bil’ittifak, [ittifakla, birleşerek] hadsiz bir kudret ve nihayetsiz bir hikmetle iş gören âli [yüce] bir Ustanın ve misilsiz [benzer] bir Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] mevcudiyetini ve vahdetini [Allah’ın birliği] bildiriyorlar. Ve kâinatın azametine münasip iki büyük ve geniş hakikatın şehadetleri, kâinatın bu büyük şehadetini ispat ediyorlar.

170

Birinci Hakikat: Usulüddin [din usulü, kelâm] ve ilm-i kelâmın dâhi ulemasının ve hükema-i İslâmiyenin [büyük İslâm filozofları] gördükleri ve hadsiz burhanlarla [delil] ispat ettikleri “hudûs[kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] ve “imkân” hakikatleridir. Onlar demişler ki:

“Madem âlemde ve herşeyde tagayyür [başkalaşım, değişme] ve tebeddül [başkalaşma, değişme] var; elbette fânidir, hâdistir, kadîm [eski] olamaz. Madem hâdistir, elbette onu ihdas [icat etme, yaratma] eden bir Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] var. Ve madem herşeyin zâtında vücudî [varlığa ait, var olmakla ilgili] ve ademî [hiçlikle ilgili] bir sebep bulunmazsa müsâvidir; [eşit] elbette vâcip ve ezelî olamaz. Ve madem muhal [bâtıl, boş söz] ve bâtıl olan devir ve teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] ile birbirini icad etmek mümkün olmadığı kat’î burhanlarla [delil] ispat edilmiş; elbette öyle bir Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] mevcudiyeti lâzımdır ki, nazîri [benzer] mümteni, [imkansız] misli [benzer] muhal [bâtıl, boş söz] ve bütün mâadâsı mümkün ve mâsivâ[Allah’ın dışındaki herşey] mahlûku olacak.”

Evet hudûs [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] hakikati kâinatı istilâ etmiş. Çoğunu göz görüyor, diğer kısmını akıl görüyor. Çünkü, gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefat eder ki, herbirisinin hadsiz efradı [bireyler] bulunan ve herbiri zîhayat [canlı] bir kâinat hükmünde olan yüz bin nevi nebatat [bitkiler] ve küçücük hayvanat, o âlemle beraber vefat ederler. Fakat o kadar intizamla bir vefattır ki, haşir ve neşirlerine [âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve her şeyin ortaya çıkması] medar [kaynak, dayanak] olan ve rahmet ve hikmetin mu’cizeleri, kudret ve ilmin harikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp, defter-i a’mâllerini [amel defteri] ve gördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine vererek Hafîz-i Zülcelâlin [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, büyük küçük herşeyi kaydedip koruyan Allah] himayesi altında, hikmetine emanet eder, sonra vefat ederler. Ve bahar mevsiminde, Haşr-i Âzamın [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] yüz bin misali ve nümune ve delilleri hükmünde olarak, o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım hayvancıklar, aynen ihya [diriltme] ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi, kendi yerlerinde emsalleri ve aynen

171

onlara benzeyenleri icad ve ihya [diriltme] olunuyor. Ve geçen baharın mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] işledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilânat gibi neşredip وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ 1 âyetinin bir misalini gösteriyorlar.

Hem heyet-i mecmua [birşeyin geneli, bütün] cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudûs [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudûsta, [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] gayet intizam ve mizanla [ölçü] o kadar nevilerin vefiyatları [vefatlar, ölümler] ve hudûsları [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] oluyor ki, güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayat [canlı] kâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler.

İşte, bu dünyada böyle hayattar dünyaları ve vazifedar kâinatları kemâl-i ilim ve hikmet ve mîzanla [denge, ölçü] ve muvazene [karşılaştırma/denge] ve intizam ve nizamla ihdas [icat etme, yaratma] ve icad edip Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] maksatlarda ve İlâhî [Allah tarafından olan] gayelerde ve Rahmânî hizmetlerde kadîrâne istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ve rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] istihdam [çalıştırma] eden bir Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] vücub-u vücudu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve hadsiz kudreti ve nihayetsiz hikmeti, bilbedahe [açıkça] güneş gibi, akıllara görünüyor. Hudûs [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] mesâilini [meseleler] Risale-i Nur’a ve muhakkikîn-i kelâmiyenin kitaplarına havale ile o bahsi kapıyoruz.

Amma imkân ciheti ise, o da kâinatı istilâ ve ihâta [kavrayış] etmiş. Çünkü görüyoruz ki, herşey, küllî ve cüz’î [ferdî, küçük] bulunsun, büyük ve küçük olsun, Arştan ferşe, [yer] zerrattan [atomlar] seyyârâta [gezegenler] kadar her mevcut, mahsus bir zât ve muayyen bir suret ve mümtaz [seçkin] bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahat[amaç, yarar] cihazlarla dünyaya gönderiliyor. Halbuki, o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek; hem, sûretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakış[işleme] ve

172

fârika[ayırıcı özellik, başkalık, birbirine benzememe özelliği] ve münasip o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olan eşhasın [kişiler] miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem, sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit [kararsız, şüpheli] bulunan o masnua [san’at eseri] o has ve muvafık maslahat[amaç, yarar] sıfatları yerleştirmek; hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalât [ihtimaller, olması mümkün olan şeyler] içinde mütehayyir, [hayrete düşen] sergerdan, [başı dönmüş] hedefsiz o mahlûka, o hikmetli keyfiyetleri ve inâyetli [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz’î [ferdî, küçük] bütün mümkinat [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] adedince ve her mümkünün mezkûr [adı geçen] mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânâtı adedince, tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas [icat etme, yaratma] edici bir Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe’n [belirleyici özellik] Ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğine ve en büyük birşey, en küçük birşey gibi Ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle [kolaylıkla] icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler.

Kâinatın şehadetini, her iki kanadı ve iki hakikatıyle Risale-i Nur eczaları ve bilhassa Yirmi İkinci ve Otuz İkinci Sözler ve Yirminci ve Otuz Üçüncü Mektuplar tamamiyle ispat ve izah ettiklerinden, onlara havale ederek bu pek uzun kıssayı kısa kestik.

Kâinatın heyet-i mecmuasından [birşeyin geneli, bütün] gelen büyük ve küllî şehadetin ikinci kanadını ispat eden:

İkinci Hakikat: Bu mütemadiyen çalkanan inkılâplar [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve tahavvülâtlar [başka bir hâle geçme, dönüşme] içinde vücudunu ve hizmetini ve zîhayat [canlı] ise hayatını muhafazaya ve vazifesini yerine

173

getirmeye çalışan mahlûkatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde bir teavün [yardımlaşma] hakikati görünüyor. Meselâ, unsurları zîhayatın [canlı] imdadına, hususan bulutları, nebatatın [bitki] mededine ve nebatatı [bitki] dahi hayvanatın yardımına ve hayvanat ise insanların muavenetine [yardım] ve memelerin kevser [Cennette bulunan bir havuz] gibi sütleri, yavruların beslenmelerine ve zîhayatların [canlı] iktidarları haricindeki pek çok hâcetleri [ihtiyaç] ve erzakları, umulmadık yerlerden onların ellerine verilmesi, hattâ zerrât-ı taamiye dahi hüceyrat[hücrecikler] bedeniyenin tamirine koşmaları gibi, teshir-i Rabbânî [herşeyin Rabbi olan Allah’ın herşeye boyun eğdirmesi] ile ve istihdam[çalıştırma] Rahmânî ile, hakikat-i teavünün pek çok misalleri doğrudan doğruya, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden bir Rabbü’l-Âlemînin [âlemlerin Rabbi olan Allah] umumî ve rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] gösteriyorlar.

Evet; câmid [cansız] ve şuursuz ve şefkatsiz olan ve birbirine şefkatkârâne, [şefkat dolu] şuurdarâne [şuurlu bir şekilde] vaziyet gösteren muavenetçiler, [yardım] elbette gayet Rahîm ve Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] bir Rabb-i Zülcelâlin [sonsuz heybet ve yücelik sahibi ve herşeyin Rabbi olan Allah] kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardıma koşturuluyorlar.

İşte, kâinatta câri olan teavün[yardımlaşma] umumî, seyyârâttan [gezegenler]zîhayatın [canlı] âzâ ve cihazat ve zerrât-ı bedeniyesine kadar kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] cereyan eden muvazene-i âmme ve muhafaza-i şâmile; ve semâvâtın yaldızlı yüzünden ve zeminin ziynetli yüzünden tâ çiçeklerin süslü yüzlerine kadar kalem gezdiren tezyin; [süsleme] ve kehkeşandan [samanyolu galaksisi] ve manzume-i şemsiyeden [güneş sistemi] tâ mısır ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim; ve güneş ve kamerden [ay] ve unsurlardan ve bulutlardan tâ bal arılarına kadar memuriyet veren tavzif [görevlendirme] gibi pek büyük hakikatlerin, büyüklükleri nisbetindeki şehadetleri, kâinatın şehadetinin ikinci kanadını ispat ve teşkil ederler.

174

Madem Risale-i Nur bu büyük şehadeti ispat ve izah etmiş; biz burada bu kısacık işaretle iktifa [yetinme] ederiz.

İşte, dünya seyyahının kâinattan aldığı ders-i imanîye [iman dersi] kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Sekizinci Mertebesinde böyle

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ، اَلْمُمْتَنِعُ نَظِيرُهُ، اَلْمُمْكِنُ كُلُّ مَا سِوَاهُ، اَلْوَاحِدُ اْلاَحَدُ، اَلَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: هذِهِ الْكَۤائِنَاتُ، اَلْكِتَابُ الْكَبِيرُ الْمُجَسَّمُ وَالْقُرْاٰنُ الْجِسْمَانِّىُ الْمُعَظَّمُ وَالْقَصْرُ الْمُزَيَّنُ الْمُنَظَّمُ، وَالْبَلَدُ الْمُحْتَشَمُ الْمُنْتَظَمُ، بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ وَاٰيَاتِهِ وَكَلِمَاتِهِ وَحُرُوفِهِ وَاَبْوَابِهِ وَفُصُولِهِ وَصُحُفِهِ وَسُطُورِهِ، وَاِتِّفَاقِ اَرْكَانِهِ وَاَنْوَاعِهِ وَاَجْزَۤائِهِ وَجُزْئِيَّاتِهِ وَسَكَنَتِهِ وَمُشْتَمِلاَتِهِ وَوَارِدَاتِهِ وَمَصَارِفِهِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْحُدُوثِ وَالتَّغَيُّرِ وَاْلاِمْكَانِ، بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ عُلَمَاءِ عِلْمِ الْكَلاَمِ، وَبِشَهَادَةِ حَقِيقَةِ تَبْدِيلِ صُورَتِهِ وَمُشْتَمِلاَتِهِ بِالْحِكْمَةِ وَاْلاِنْتِظَامِ، وَتَجْدِيدِ حُرُوفِهِ وَكَلِمَاتِهِ بِالنِّظَامِ وَالْمِيزَانِ، وَبِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: التَّعَاوُنِ، وَالتَّجَاوُبِ، وَالتَّسَانُدِ، وَالتَّدَاخُلِ، وَالْمُوَازَنَةِ، وَالْمُحَافَظَةِ، فِى مَوْجُودَاتِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ * 1

denilmiştir.

Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın Yaratanını arayan ve on sekiz adet mertebelerden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mîrac-ı imanî ile gaibane marifetten [Allah’ı bilme ve tanıma] hâzırâne [hazırcasına] ve muhatabâne bir makama terakki [ilerleme] eden meraklı ve müştak [arzulu, aşırı istekli] yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki:

175

Fâtiha-i [başlangıç] şerifede, başından tâ اِيَّاكَ 1 kelimesine kadar gâibane medh ü senâ ile bir huzur gelip اِيَّاكَ hitabına çıkılması gibi, biz dahi doğrudan doğruya gaibane aramayı bırakıp, aradığımızı aradığımızdan sormalıyız. Herşeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet, herşeyi gösteren, kendini herşeyden ziyade gösterir. Öyle ise, şemsin şuââtı [ışınlar, parıltılar] ile onu görmek ve tanımak gibi, Hâlıkımızın [her şeyi yaratan Allah] Esmâ-i Hüsnâsıyla [Allah’ın en güzel isimleri] ve sıfât-ı kudsiyesiyle, [her türlü eksik ve çirkinlikten uzak özellikler] Onu kàbiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.

Bu maksadın hadsiz yollarından iki yolu ve o iki yolun hadsiz mertebelerinden iki mertebeyi ve o iki mertebenin pek çok hakikatlerinden ve pek çok uzun tafsilâtından [ayrıntılar] yalnız iki hakikati icmal [kısaca, özet olarak] ve ihtisar [kısaltma] ile bu risalede beyan edeceğiz.

Birinci Hakikat: Bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] gözümüzle görünen ve muhit ve daimî ve muntazam ve dehşetli ve semâvî ve arzî olan bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] çeviren ve tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ve tecdit [yenileme] eden ve kâinatı kaplayan faaliyet-i müstevliye hakikati görünmesi; ve o her cihetle hikmet-medar faaliyet hakikatının içinde tezahür-ü rubûbiyet hakikatinin bilbedahe [açıkça] hissedilmesi; ve o her cihetle rahmetfeşan tezahür-ü rububiyet [Allah’ın terbiye ediciliğinin tezahürü, görünmesi] hakikatının içinde, tebarüz-ü ulûhiyet hakikatı bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] bilinmiş olmasıdır.

İşte bu hâkimâne [hükmeder bir şekilde] ve hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] faaliyet-i daimeden [sürekli çalışma] ve perdesinin arkasında bir Fâil-i Kadîr ve Alîmin ef’âli, [fiiler, davranışlar] görünür gibi hissedilir.

Ve bu mürebbiyâne [eğiterek] ve müdebbirâne [herşeyi idare ederek] ef’âl-i Rabbâniyeden ve perdesinin arkasından, herşeyde cilveleri bulunan esmâ-i İlâhiye, hissedilir derecesinde bedahetle [ap açık bir şekilde] bilinir.

176

Ve bu celâldarâne ve cemâlperverâne cilvelenen Esmâ-i Hüsnâdan [Allah’ın en güzel isimleri] ve perdesinin arkasında, sıfât-ı seb’a-i [yedi sıfat] kudsiyenin ilmelyakîn, [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] belki aynelyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] belki hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesinde vücutları ve tahakkukları [gerçekleşme] anlaşılır.

Ve bu yedi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatın dahi, bütün masnuatın [san’at eseri] şehadetiyle, hem hayattarâne, hem kadîrâne, hem alîmâne, hem semîâne, [işiterek] hem basîrâne, [görerek] hem müridâne, hem mütekellimâne [konuşan] nihayetsiz bir surette tecellileriyle bilbedahe [açıkça] ve bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] ve biilmelyakîn [ilmî delillerle elde edilen kesinlik] bir mevsuf-u [bir sıfatla nitelenen] Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] ve bir müsemmâ-i Vâhid-i Ehadin ve bir fâil-i Ferd-i Samedin mevcudiyeti, güneşten daha zâhir, daha parlak bir tarzda, kalbdeki iman gözüne görünür gibi kat’î bilinir. Çünkü, güzel ve mânidar bir kitap ve muntazam bir hane, bedahetle, [ap açık bir şekilde] yazmak ve yapmak fiillerini; ve güzel yazmak ve intizamlı yapmak fiilleri dahi, bedahetle, [ap açık bir şekilde] yazıcı ve dülger [yapı ustası] namlarını; yazıcı ve dülger [yapı ustası] ünvanları ise, bedahetle, [ap açık bir şekilde] kitabet [yazım] ve dülgerlik [yapı ustası] san’atlarını ve sıfatlarını; ve bu san’at ve sıfatlar, bedahetle, [ap açık bir şekilde] herhalde bir zâtı istilzam [gerektirme] eder ki, mevsuf [bir sıfatla nitelenen] ve sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve müsemmâ [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] ve fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olsun. Fâilsiz [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] bir fiil ve müsemmâsız [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] bir isim mümkün olmadığı gibi, mevsufsuz [bir sıfatla nitelenen] bir sıfat, san’atkârsız [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir san’at dahi mümkün değildir.

İşte bu hakikat ve kaideye binaen, bu kâinat, bütün mevcudâtıyla [varlıklar] beraber, kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış mânidar hadsiz kitaplar, mektuplar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde, herbiri binler vech [cihet, yön, taraf] ile ve beraber hadsiz vücûh [vecihler, yönler] ile Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] ve Rahmânî nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin

177

menşeleri olan bin bir esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] hadsiz cilveleriyle ve o güzel isimlerin menbaı [kaynak] olan yedi sıfât-ı Sübhâniyenin nihayetsiz tecellîleriyle, o yedi muhit ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatların madeni ve mevsufu [bir sıfatla nitelenen] olan ezelî ve ebedî bir Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] hadsiz işaretler ve nihayetsiz şehadetler ettikleri gibi; bütün o mevcudatta [var edilenler, varlıklar] bulunan bütün hüsünler, [güzellik] cemâller, kıymetler, kemâller dahi, ef’âl-i Rabbâniyenin ve esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] ve sıfât-ı Samedâniyenin ve şuûnât-ı Sübhâniyenin, [her türlü eksiklikten sonsuz derecede münezzeh olan Allah’ın Zâtına mahsus özellikleri] kendilerine lâyık ve muvafık kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] cemâllerine ve kemâllerine ve hepsi birden Zât-ı Akdesin [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] cemâline ve kemâline bedahetle [ap açık bir şekilde] şehadet ederler.

İşte, faaliyet hakikati içinde tezahür eden rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] hakikati, ilim ve hikmetle halk ve icad ve sun’ [sanat] ve ibdâ, [Allah’ın bir şeyi hiçten, yoktan ve benzersiz yaratması] nizam ve mizan [ölçü] ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir, [çekip çevirme] kast ve irade ile tahvil [değişme, dönüşme] ve tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ve tenzil [indirme] ve tekmil, [mükemmelleştirme, geliştirme] şefkat ve rahmetle it’âm [nimet vermek, yedirip içirme] ve in’âm [nimet verme] ve ikram ve ihsan [bağış] gibi şuûnâtıyla [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ve tasarrufatıyla [dilediği gibi kullanma ve idare etme] kendini gösterir ve tanıttırır. Ve tezahür-ü rububiyet [Allah’ın terbiye ediciliğinin tezahürü, görünmesi] hakikatı içinde bedahetle [ap açık bir şekilde] hissedilen ve bulunan ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] tebarüz hakikatı dahi, Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] ve kerîmâne [çok cömert bir şekilde] cilveleriyle ve yedi sıfât-ı sübûtiye olan “hayat, ilim, kudret, irade, sem’, [işitme] basar [görme] ve kelâm” sıfatlarının celâlli [görkemli, haşmetli, yüce] ve cemâlli tecellileriyle kendini tanıttırır, bildirir.

178

Evet, nasıl ki kelâm sıfatı, vahiyler ve ilhamlarla [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] Zât-ı Akdesi [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] tanıttırır. Öyle de, kudret sıfatı dahi, mücessem [cisimleşmiş] kelimeleri hükmünde olan san’atlı eserleriyle o Zât-ı Akdesi [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] bildirir ve kâinatı baştan başa bir furkan-ı cismânî mahiyetinde gösterip bir Kadîr-i Zülcelâli [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] tavsif [bir sıfatla niteleme] ve tarif eder.

Ve ilim sıfatı dahi hikmetli, intizamlı, mizan[ölçü] olan bütün masnuat [sanat eseri] miktarınca ve ilimle idare ve tedbir ve tezyin [süsleme] ve temyiz edilen bütün mahlûkat adedince, mevsufları [bir sıfatla nitelenen] olan birtek Zât-ı Akdesi [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] bildirir.

Ve hayat sıfatı ise, kudreti bildiren bütün eserler ve ilmin vücudunu bildiren bütün intizamlı ve hikmetli ve mizan[ölçü] ve ziynetli suretler, haller ve sair sıfatları bildiren bütün deliller, sıfat-ı hayatın delilleriyle beraber, hayat sıfatının tahakkukuna [gerçekleşme] delâlet ettikleri gibi; hayat dahi, bütün o delilleriyle, âyineleri olan bütün zîhayatları [canlı] şahit göstererek Zât-ı Hayy-ı Kayyûmu [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] bildirir. Ve kâinatı, serbeser [baştan başa] her vakit taze taze ve ayrı ayrı cilveleri ve nakışları [işleme] göstermek için, daima değişen ve tazelenen ve hadsiz âyinelerden terekküp [birleşme] eden bir âyine-i ekber suretine çevirir. Ve bu kıyasla, görmek ve işitmek, ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi, herbiri birer kâinat kadar, Zât-ı Akdesi [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] bildirir, tanıttırır.

Hem o sıfatlar Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] vücuduna delâlet ettikleri gibi, hayatın vücuduna ve tahakkukuna [gerçekleşme] ve o Zâtın hayattar ve diri olduğuna dahi bedahetle [ap açık bir şekilde] delâlet ederler. Çünkü, bilmek, hayatın alâmeti; işitmek, dirilik emâresi; görmek, dirilere mahsus; irade, hayat ile olabilir; ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] iktidar, zîhayatlarda [canlı] bulunur; tekellüm [konuşma] ise, bilen dirilerin işidir.

İşte, bu noktalardan anlaşılır ki, hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar delilleri ve kendi vücudunu ve mevsufun [bir sıfatla nitelenen] vücudunu bildiren burhanları [delil] vardır ki, bütün sıfatların esası ve menbaı [kaynak] ve İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] masdarı [fiillerin asıl kökü] ve medarı [kaynak, dayanak] olmuştur. Risale-i Nur

179

bu birinci hakikatı kuvvetli burhanlarla [delil] ispat ve bir derece izah ettiğinden, bu denizden, bu mezkûr [adı geçen] katre [damla] ile şimdilik iktifa [yetinme] ediyoruz.

İkinci Hakikat: Sıfat-ı kelâmdan [Allah’ın hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın sahip olduğu konuşma sıfatı] gelen tekellüm-ü İlâhîdir.

لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى 1 âyetinin sırrıyla, kelâm-ı İlâhî [Allah’a ait söz, konuşma] nihayetsizdir. Bir zâtın vücudunu bildiren en zâhir alâmet, konuşmasıdır. Demek bu hakikat, nihayetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelînin [ezelî kelâm sıfatına sahip olan ve konuşması, hiçbir varlığın konuşmasına benzemeyen Allah] mevcudiyetine ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet eder.

Bu hakikatın iki kuvvetli şehadeti, bu risalenin On Dördüncü ve On Beşinci Mertebelerinde beyan edilen vahiyler ve ilhamlar [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] cihetiyle; ve geniş bir şehadeti dahi, Onuncu Mertebesinde işaret edilen kütüb-ü mukaddese-i [kutsal kitaplar] semâviye cihetiyle, ve çok parlak ve câmi’ [kapsamlı] bir diğer şehadeti dahi On Yedinci Mertebesinde Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] cihetiyle geldiğinden, bu hakikatın beyan ve şehadetini o mertebelere havale edip, o hakikati mu’cizâne ilân eden ve şehadetini sair hakikatlerin şehadetleriyle beraber ifade eden

شَهِدَ اللهُ أَنَّهُ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ وَالْمَلٰۤئِكَةُ وَ أُولُوا الْعِلْمِ قَۤائِمًا بِالْقِسْطِ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ * 2

âyet-i muazzamanın envârı [nurlar] ve esrarı bizim bu yolcuya kâfi [yeterli] ve vâfi [yeterli] gelmiş ki, daha ileri gidememiş.

İşte, bu yolcunun bu makam-ı kudsîden [kutsal makam, derece] aldığı dersin kısa bir meâline bir işaret olarak, Birinci Makamın On Dokuzuncu Mertebesinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ، لَهُ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنٰى، وَلَهُ الصِّفَاتُ

180

الْعُلْيَا، وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى، اَلَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اَلذَّاتُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ، بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ صِفَاتِهِ الْقُدْسِيَّةِ الْمُحِيطَةِ، وَجَمِيعِ اَسْمَۤائِهِ الْحُسْنٰى اَلْمُتَجَلِّيَةِ، وَبِاِتِّفَاقِ جَمِيعِ شُؤُونَاتِهِ وَاَفْعَالِهِ الْمُتَصَرِّفَةِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ حَقِيقَةِ تَبَارُزِ اْلاُلُوهِيَّةِ فِى تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ، فِى دَوَامِ الْفَعَّالِيَّةِ الْمُسْتَوْلِيَةِ، بِفِعْلِ اْلاِيجَادِ وَالْخَلْقِ وَالصُّنْعِ وَاْلاِبْدَاعِ بِاِرَادَةٍ وَقُدْرَةٍ، وَبِفِعْلِ التَّقْدِيرِ وَالتَّصْوِيرِ وَالتَّدْبِيرِ وَالتَّدْوِيرِ بِاِخْتِيَارٍ وَحِكْمَةٍ، وَبِفِعْلِ التَّصْرِيفِ وَالتَّنْظِيمِ وَالْمُحَافَظَةِ وَاْلاِدَارَةِ وَاْلاِعَاشَةِ بِقَصْدٍ وَرَحْمَةٍ، وَبِكَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ وَالْمُوَازَنَةِ. وَبِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اَسْرَارِ: شَهِدَ اللهُ اَنَّهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلٰۤئِكَةُ وَ اُولُوا الْعِلْمِ قَۤائِمًا بِالْقِسْطِ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ * 1

denilmiştir.