ASÂ-YI MÛSÂ – İkinci Kısım -2 (181-227)

181

İkinci Hüccet-i İmâniye

Otuz İkinci Söz’ün

Birinci Mevkıfı [bölüm, kısım]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 1

لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا * 2

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَيُمِيتُ وَهُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ * 3

BİR RAMAZAN gecesinde, şu kelâm-ı tevhidînin [Allah’ın birliğini ifade eden kelime] on bir cümlesinin herbirinde, birer tevhid mertebesi ve birer müjde bulunduğunu ve o mertebelerden

182

yalnız Lâ şerîke lehu’daki mânâyı, basit avâmın fehmine gelecek bir muhavere-i temsiliye [diyalog tarzında kıyaslamalı benzetme] ve bir münazara-i faraziye [varsayıma dayalı tartışma] tarzında ve lisan-ı hali [beden dili] lisan-ı kàl [dille söyleyerek] suretinde söylemiştim. Bana hizmet eden kıymettar kardeşlerimin ve mescid arkadaşlarımın arzuları ve istemeleri üzerine o muhavereyi [karşılıklı konuşma] yazıyorum. Şöyle ki:

Bütün tabiatperest, esbabperest [sebeplere tapan] ve müşrik gibi umum envâ-ı ehl-i şirkin [Allah’a ortak koşanların çeşitleri] ve küfrün [inançsızlık, inkâr] ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tevehhüm [kuruntu] ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farz ediyoruz ki, o şahs-ı farazî, [olmadığı halde var sayılmış kişi] mevcudat-ı âlemden [âlemdeki varlıklar] birşeye rab olmak istiyor ve hakikî mâlik olmak [sahip olmak] dâvâ etmektedir.

İşte, o müddeî, [iddia sahibi] evvelâ mevcudatın [var edilenler, varlıklar] en küçüğü olan bir zerreye rast gelir. Ona rab ve hakikî mâlik olmakta [sahip olmak] olduğunu, zerreye tabiat lisanıyla, felsefe diliyle söyler. O zerre dahi, hakikat lisanıyla ve hikmet-i Rabbânî [kâinatın Rabbi tarafından herşeyin belirli gayelere yönelik olarak anlamlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması] diliyle der ki:

“Ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Ayrı ayrı her masnua [san’at eseri] girip işliyorum. Eğer bütün o vezâifi [görevler] bana gördürecek, sende ilim ve kudret varsa—

“Hem benim gibi had ve hesaba gelmeyen zerrat [atomlar] içinde beraber gezip iş görüyoruz.Haşiye [dipnot] Eğer bütün emsalim o zerreleri de istihdam [çalıştırma] edip emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa—

183

“Hem kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] cüz olduğum mevcutlara, meselâ kandaki küreyvât-ı hamrâya [alyuvarlar] hakikî mâlik ve mutasarrıf [dilediği gibi idare eden] olabilirsen, bana rab olmak dâvâ et, beni Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] başkasına isnad et. Yoksa sus!

“Hem bana rab olmadığın gibi, müdahale dahi edemezsin. Çünkü, vezâifimizde [görevler] ve harekâtımızda o kadar mükemmel bir intizam var ki, nihayetsiz bir hikmet ve muhit bir ilim sahibi olmayan, bize parmak karıştıramaz. Eğer karışsa, karıştıracak. Halbuki, senin gibi câmid, [cansız] âciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir şahıs, hiçbir cihette parmak uzatamaz.”

O müddeî, [iddia sahibi] maddiyyunların dedikleri gibi dedi ki: “Öyle ise sen kendi kendine mâlik ol. Neden başkasının hesabına çalışmasını söylüyorsun?”

Zerre ona cevaben der: “Eğer güneş gibi bir dimağım [akıl, beyin] ve ziyası gibi ihata[herşeyi kuşatma] bir ilmim ve harareti gibi şümul[kapsam] bir kudretim ve ziyasındaki yedi renk gibi muhit duygularım ve gezdiğim her yere ve işlediğim her mevcuda müteveccih [yönelen] birer yüzüm ve bakar birer gözüm ve geçer birer sözüm bulunsaydı, belki senin gibi ahmaklık edip kendi kendime mâlik olduğumu dâvâ ederdim. Haydi, def ol git, sen benden iş bulamazsın!”

İşte, şeriklerin vekili zerreden meyus [ümitsiz] olunca, küreyvât-ı hamrâdan [alyuvarlar] iş bulacağım diye, kandaki bir küreyvât-ı hamrâya [alyuvarlar] rast gelir. Ona esbab [sebebler] namına ve tabiat ve felsefe lisanıyla der ki: “Ben sana rab ve mâlikim.”

O küreyvât-ı hamrâ, [alyuvarlar] yani yuvarlak, kırmızı mevcut, ona hakikat lisanıyla ve hikmet-i İlâhiye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] diliyle der:

“Ben yalnız değilim. Eğer sikkemiz [mühür] ve memuriyetimiz ve nizamatımız bir olan kan ordusundaki bütün emsalime mâlik olabilirsen, hem gezdiğimiz ve kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] istihdam [çalıştırma] olunduğumuz bütün hüceyrât-ı bedene [beden hücreleri] mâlik olacak bir dakik [derin ve ince] hikmet ve azîm kudret sende varsa, göster. Ve gösterebilirsen, belki senin dâvânda bir mânâ bulunabilir. Halbuki, senin gibi sersem ve senin elindeki sağır tabiat ve kör kuvvetle, değil mâlik olmak, [sahip olmak] belki zerre miktar karışamazsın.1 Çünkü bizdeki intizam o kadar mükemmeldir ki, ancak herşeyi görür ve işitir ve

184

bilir ve yapar bir zât bize hükmedebilir.1 Öyle ise sus! Vazifem o kadar mühim ve intizam o kadar mükemmeldir ki, seninle, senin böyle karma karışık sözlerine cevap vermeye vaktim yok” der, onu tard [kovma] eder.

Sonra, onu kandıramadığı için, o müddeî [iddia sahibi] gider, bedendeki hüceyre [hücre] tabir ettikleri menzilciğe rast gelir. Felsefe ve tabiat lisanıyla der: “Zerreye ve küreyvât-ı hamrâya [alyuvarlar] söz anlattıramadım. Belki sen sözümü anlarsın. Çünkü sen gayet küçük bir menzil gibi birkaç şeyden yapılmışsın. Öyle ise ben seni yapabilirim. Sen benim masnuum ve hakikî mülküm ol” der.

O hüceyre, [hücre] ona cevaben, hikmet ve hakikat lisanıyla der ki:

“Ben çendan [gerçi] küçücük bir şeyim. Fakat pek büyük vazifelerim, pek ince münasebetlerim ve bedenin bütün hüceyrâtına [hücrecikler] ve heyet-i mecmuasına [birşeyin geneli, bütün] bağlı alâkalarım var. Ezcümle, evride [toplardamar] ve şerâyin damarlarına ve hassâse [hissetme duygusu] ve muharrike [harekete geçiren duygu, refleks] âsaplarına ve cazibe, dafia, [itme] müvellide, [doğurgan] musavvire [şekil veren duyu] gibi kuvvelere karşı derin ve mükemmel vazifelerim var. Eğer bütün bedeni, bütün damar ve âsab ve kuvveleri teşkil ve tanzim ve istihdam [çalıştırma] edecek bir kudret ve ilim sende varsa ve benim emsalim ve san’atça ve keyfiyetçe birbirimizin kardeşi olan bütün hüceyrât-ı bedeniyeye [beden hücreleri] tasarruf edecek nafiz bir kudret, şamil bir hikmet sende varsa, göster; sonra ‘Ben seni yapabilirim’ diye dâvâ et. Yoksa haydi git! Küreyvât-ı hamrâ [alyuvarlar] bana erzak getiriyorlar. Küreyvât-ı beyzâ [akyuvarlar] da bana hücum eden hastalıklara mukabele [karşılama; karşılık verme] ediyorlar. İşim var, beni meşgul etme.

“Hem senin gibi âciz, câmid, [cansız] sağır, kör bir şey bize hiçbir cihetle karışamaz. Çünkü bizde o derece ince ve nazik ve mükemmel bir intizamHaşiye var ki, eğer

185

bize hükmeden bir Hakîm-i Mutlak [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] ve Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] ve Alîm-i Mutlak [bilgisi herşeyi kuşatan, sınırsız ilim sahibi olan Allah] olmazsa intizamımız bozulur, nizamımız karışır.”1

Sonra o müddeî [iddia sahibi] onda da meyus [ümitsiz] oldu. Bir insanın bedenine rast gelir. Yine kör tabiat ve serseri felsefe lisanıyla, tabiiyyunun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] dedikleri gibi der ki: “Sen benimsin. Seni yapan benim. Veya sende hissem var.”

186

Cevaben, o beden-i insan, [insan bedeni] hakikat ve hikmet diliyle ve intizamının lisan-ı haliyle [beden dili] der ki:

“Eğer bütün emsalim ve yüzümüzdeki sikke-i kudret [Allah’ın güç ve kudretinin işareti] ve turra-i fıtrat [yaratılış mührü] bir olan bütün insanların bedenlerine hakikî mutasarrıf [dilediği gibi idare eden] olacak bir kudret ve ilim sende varsa—

“hem sudan ve havadan tut, tâ nebâtat [bitkiler] ve hayvânâta kadar benim erzakımın mahzenlerine [depo] mâlik olacak bir servetin ve bir hâkimiyetin varsa—

“hem ben kılıf olduğum gayet geniş ve yüksek olan ruh, kalb, akıl gibi letâif-i mâneviyeyi benim gibi dar, süflî [alçak] bir zarfta yerleştirerek, kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] istihdam [çalıştırma] edip ibadet ettirecek, sende nihayetsiz bir kudret, hadsiz bir hikmet varsa, göster. Sonra ‘Ben seni yaptım’ de. Yoksa sus!

“Hem bendeki intizam-ı ekmelin [çok mükemmel düzen] şehadetiyle ve yüzümdeki sikke-i vahdetin [Allah’ın birliğini gösteren damga] delâletiyle, benim Sâniim [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] herşeye kadîr, herşeye alîm, herşeyi görür ve herşeyi işitir bir Zâttır. Senin gibi sersem âcizin parmağı Onun san’atına karışamaz, zerre miktar müdahale edemez.”1

O şeriklerin vekili, bedende dahi parmak karıştıracak yer bulamaz. Gider, insanın nev’ine rast gelir. Kalbinden der ki: “Belki bu dağınık, karma karışık olan cemaat içinde, şeytan onların ef’âl-i ihtiyariye [iradeyle yapılan davranışlar, fiiller] ve içtimaiyelerine [bir araya gelme, toplanma] karıştığı gibi, belki ben de ahvâl-i vücudiye ve fıtriyelerine [beden ve yaratılışlarına ait hâller] karışabileceğim ve parmak karıştıracak bir yer bulacağım. Ve onda bir yer bulup, beni tard [kovma] eden bedene ve beden hüceyresine [hücre] hükmümü icra ederim.”

Onun için, beşerin nev’ine, yine sağır tabiat ve sersem felsefe lisanıyla der ki: “Siz çok karışık birşey görünüyorsunuz. Ben size rab ve mâlikim. Veyahut hissedarım” der.

O vakit nev-i insan, [insan türü, insanlık] hak ve hakikat lisanıyla, hikmet ve intizamın diliyle der ki:

187

“Eğer bütün küre-i arza [yer küre, dünya] giydirilen ve nev’imiz gibi bütün hayvânat ve nebâtâtın [bitkiler] yüz binler envâından [tür] rengârenk atkı ve iplerden kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] dokunan ve dikilen gömleği ve yeryüzüne serilen ve yüz binler zîhayat [canlı] envâından [tür] nesc [dokuma] olunan ve gayet nakış[işleme] bir surette icad edilen haliçeyi [ince dokunmuş küçük halı] yapacak ve her vakit kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] tecdid [yenileme] edip tazelendirecek bir kudret ve hikmet sende varsa—

“hem, eğer biz meyve olduğumuz küre-i arza [yer küre, dünya] ve çekirdek olduğumuz âlemde tasarruf edecek ve hayatımıza lâzım maddeleri mîzan-ı hikmetle [hikmet terazisi] aktâr-ı âlemden [âlemin dört bir yanı] bize gönderecek bir muhit kudret ve şamil bir hikmet sende varsa—

“ve yüzümüzdeki sikke-i kudret [Allah’ın güç ve kudretinin işareti] bir olan bütün gitmiş ve gelecek emsalimizi icad edecek bir iktidar sende varsa, belki bana rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] dâvâ edebilirsin. Yoksa, haydi sus! Benim nev’imdeki karma karışıklığa bakıp parmak karıştırabilirim deme. Çünkü intizam mükemmeldir. O karma karışık zannettiğin vaziyetler, kudretin kader kitabına göre kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] bir istinsahtır. [kopyasını çıkarma] Çünkü, bizden çok aşağı olan ve bizim taht-ı nezaretimizde [gözetim altında, gözaltı] bulunan hayvânat ve nebâtâtın [bitkiler] kemâl-i intizamları [tam ve mükemmel düzen] gösteriyor ki, bizdeki karışıklıklar bir nevi kitabettir.1 [yazım]

“Hiç mümkün müdür ki, bir haliçenin [ince dokunmuş küçük halı] her tarafına yayılan bir atkı ipini san’atkârâne [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] yerleştiren, haliçenin [ince dokunmuş küçük halı] ustasından başkası olsun? Hem bir meyvenin mucidi, ağacının mucidinden başkası olsun? Hem çekirdeği icad eden, çekirdekli cismin sâniinden [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] başkası olsun?

“Hem gözün kördür. Yüzümdeki mu’cizât-ı kudreti, [Allah’ın kudret mu’cizeleri] mahiyetimizdeki havârık-ı fıtratı [yaratılış harikaları] görmüyorsun. Eğer görsen anlarsın ki, benim Sâniim [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] öyle bir Zâttır ki, hiçbir şey Ondan gizlenemez,2 hiçbir şey Ona nazlanıp ağır gelemez.3 Yıldızlar, zerreler kadar Ona kolay gelir.4 Bir baharı bir çiçek kadar suhuletle [kolaylıkla] icad eder.5 Koca kâinatın fihristesini, kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] benim mahiyetimde derc [yerleştirme]

188

eden bir Zâttır.1 Böyle bir Zâtın san’atına senin gibi câmid, [cansız] âciz ve kör, sağır parmak karıştırabilir mi? Öyle ise sus, def ol git” der, onu tard [kovma] eder.

Sonra o müddeî [iddia sahibi] gider, zeminin yüzüne serilen geniş haliçeye [ince dokunmuş küçük halı] ve zemine giydirilen gayet müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] ve münakkâş gömleğe, esbab [sebebler] namına ve tabiat lisanıyla ve felsefe diliyle der ki: “Sende tasarruf edebilirim ve sana mâlikim. Veya sende hissem var” diye dâvâ eder.

O vakit, o gömlek,Haşiye o haliçe, [ince dokunmuş küçük halı] hak ve hakikat namına, lisan-ı hikmetle [hikmet dili] o müddeîye [iddia sahibi] der ki:

“Eğer seneler, karnlar adedince yere giydirilip, sonra intizamla çıkarılıp geçmiş zamanın ipine asılan ve yeniden giydirilecek ve kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] kader dairesinde programları ve biçimleri çizilen ve tayin olunan ve gelecek zamanın şeridine takılan ve intizamlı ve hikmetli, ayrı ayrı nakışları [işleme] bulunan bütün gömlekleri, haliçeleri [ince dokunmuş küçük halı] dokuyacak, icad edecek kudret ve san’at sende varsa—

“hem hilkat-i arzdan tâ harab-ı arza kadar, belki ezelden ebede kadar ulaşacak, hikmetli, kudretli iki mânevî elin varsa ve bütün atkılarımdaki bütün fertleri icad edecek, kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ve hikmetle tamir ve tecdid [yenileme] edecek sende bir iktidar ve hikmet varsa—

“hem bizim modelimiz ve bizi giyen ve bizi kendine peçe ve çarşaf yapan küre-i arzı [yer küre, dünya] elinde tutup mucid olabilirsen, bana rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] dâvâ et. Yoksa, haydi dışarıya! Bu yerde yer bulamazsın.

“Hem bizde öyle bir sikke-i vahdet [Allah’ın birliğini gösteren damga] ve öyle bir turra-i ehadiyet [Allah’ın birliğini herbir şeyde ayrı ayrı gösteren mühür, imza] vardır ki, bütün kâinat kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] olmayan ve bütün eşyayı bütün şuûnâtıyla [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] birden görmeyen ve nihayetsiz işleri beraber yapamayan ve her yerde hazır ve nazır

189

bulunmayan ve mekândan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] [bir yerle sınırlı olmayan] olmayan ve nihayetsiz hikmet ve ilim ve kudrete mâlik olmayan, bize sahip olamaz ve müdahale edemez.”1

Sonra o müddeî [iddia sahibi] gider, “Belki küre-i arzı [yer küre, dünya] kandırıp orada bir yer bulurum” der. Gider, küre-i arza,Haşiye [yer küre, dünya] 1 yine esbab [sebebler] namına ve tabiat lisanıyla der ki: “Böyle serseri gezdiğinden, sahipsiz olduğunu gösteriyorsun. Öyle ise sen benim olabilirsin.”

O vakit, küre-i arz, [yer küre, dünya] hak namına ve hakikat diliyle, gök gürültüsü gibi bir sadâ ile ona der ki:

“Halt etme! Ben nasıl serseri, sahipsiz olabilirim? Benim elbisemi ve elbisemin içindeki en küçük bir noktayı, bir ipi intizamsız bulmuş musun ve hikmetsiz ve san’atsız görmüş müsün ki bana sahipsiz, serseri dersin? Eğer hareket-i seneviyemle [senelik hareket] takriben [yaklaştırma] yirmi beş bin senelikHaşiye 2 bir mesafede bir senede gezdiğim ve kemâl-i mizan [mükemmel ve kusursuz bir ölçü] ve hikmetle vazife-i hizmetimi gördüğüm daire-i azîmeye [geniş ve büyük daire] hakikî mâlik olabilirsen; ve kardeşlerim ve benim gibi vazifedar olan on seyyareye [gezegen] ve gezdikleri bütün dairelere ve bizim imamımız ve biz onunla bağlı ve cazibe-i rahmetle ona takılı olduğumuz güneşi icad edip yerleştirecek ve sapan taşı gibi beni ve seyyârât [gezegenler] yıldızları ona bağlayacak ve kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ve hikmetle döndürüp istihdam [çalıştırma] edecek bir nihayetsiz hikmet ve nihayetsiz kudret sende varsa, bana rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] dâvâ et. Yoksa, haydi cehennem ol, git! Benim işim var; vazifeme gidiyorum.

“Hem bizlerdeki haşmetli intizamat [düzenler, dengeler] ve dehşetli harekât ve hikmetli teshirat [boyun eğdirme] gösteriyor ki, bizim ustamız öyle bir Zâttır ki, bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] zerrelerden

190

yıldızlara ve güneşlere kadar emirber [emre hazır] nefer [asker] hükmünde Ona mutî [emre uyan] ve musahhardırlar. [boyun eğdirilmiş] Bir ağacı meyveleriyle tanzim ve tezyin [süsleme] ettiği gibi kolayca, güneşi seyyârâtla [gezegenler] tanzim eder bir Hakîm-i Zülcelâl [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] ve Hâkim-i Mutlaktır.”1 [herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan]

Sonra o müddeî, [iddia sahibi] yerde yer bulamadığı için gider, güneşe kalbinden der ki: “Bu çok büyük birşeydir. Belki içinde bir delik bulup bir yol açarım, yeri de musahhar [boyun eğdirilmiş] ederim.” Güneşe şirk namına ve şeytanlaşmış felsefe lisanıyla, mecusîlerin dedikleri gibi der ki: “Sen bir sultansın. Kendi kendine mâliksin, istediğin gibi tasarruf edersin.”

Güneş ise, hak namına ve hakikat lisanıyla ve hikmet-i İlâhiye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] diliyle ona der:

“Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Ben musahhar [boyun eğdirilmiş] bir memurum. Seyyidimin misafirhanesinde bir mumdarım. [ışık veren] Bir sineğe, belki bir sineğin kanadına dahi hakikî mâlik olamam. Çünkü sineğin vücudunda öyle mânevî cevherler ve göz, kulak gibi antika san’atlar var ki, benim dükkânımda yok, daire-i iktidarımın [gücü kullanabilme dairesi] haricindedir”2 der, müddeîyi [iddia sahibi] tekdir [azarlama] eder.

Sonra o müddeî [iddia sahibi] döner, firavunlaşmış felsefe lisanıyla der ki: “Madem kendine mâlik ve sahip değilsin, bir hizmetkârsın. Esbab [sebebler] namına benimsin” der.

O vakit güneş, hak ve hakikat namına ve ubûdiyet [Allah’a kulluk] lisanıyla der ki: “Ben öyle birinin olabilirim ki, bütün emsalim olan ulvî yıldızları icad eden ve semâvâtında kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] yerleştiren ve kemâl-i haşmetle [büyüklük ve heybetteki mükemmellik] döndüren ve kemâl-i ziynetle [mükemmel süs] süslendiren bir Zât olabilir.”3

Sonra o müddeî, [iddia sahibi] kalbinden der ki: “Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karma karışık görünüyorlar. Belki onların içinde, müvekkillerim namına birşey kazanırım” der, onların içine girer. Onlara esbab [sebebler] namına, şerikleri hesabına ve tuğyan [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] etmiş felsefe lisanıyla, nücumperest [yıldızlara tapan] olan sâbiiyyunların [yıldızlara tapanlar] dedikleri gibi der ki: “Sizler pek çok dağınık olduğunuzdan, ayrı ayrı hâkimlerin taht-ı hükmünde [hükmü altında] bulunuyorsunuz.”

191

O vakit yıldızlar namına bir yıldız der ki:

“Ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki, bizim yüzümüzdeki sikke-i vahdeti [Allah’ın birliğini gösteren damga] ve turra-i ehadiyeti [Allah’ın birliğini herbir şeyde ayrı ayrı gösteren mühür, imza] görmüyorsun, anlamıyorsun. Ve bizim nizamat-ı âliyemizi ve kavânin-i ubûdiyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizamsız zannediyorsun.

“Bizler öyle bir Zâtın san’atıyız ve hizmetkârlarıyız ki, bizim denizimiz olan semâvâtı ve şeceremiz [ağaç] olan kâinatı ve mesiregâhımız [gezinti yeri] olan nihayetsiz feza-yı âlemi [gökyüzü, uzay] kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] tutan bir Vâhid-i Ehaddir. [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] Bizler, donanma elektrik lâmbaları gibi, Onun kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] gösteren nuranî şahitleriz ve saltanat-ı rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] ilân eden ışıklı burhanlarız. [delil] Herbir taifemiz, Onun daire-i saltanatında, ulvî, süflî, [alçak] dünyevî, berzahî, [iki şey arasındaki geçiş yeri] uhrevî menzillerde haşmet-i saltanatını [saltanatın görkemi] gösteren ve ziya veren nuranî hizmetkârlarız.1

“Evet, herbirimiz kudret-i Vâhid-i Ehadin birer mu’cizesi; ve şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] birer muntazam meyvesi; ve vahdâniyetin [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] birer münevver [aydın] burhanı; [delil] ve melâikelerin [melekler] birer menzili, birer tayyaresi, birer mescidi; ve avâlim-i ulviyenin [yüce âlemler] birer lâmbası, birer güneşi; ve saltanat-ı rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] birer şahidi; ve feza-yı âlemin [gökyüzü, uzay] birer ziyneti, birer kasrı, [köşk, saray] birer çiçeği; ve semâ denizinin birer nuranî balığı; ve gökyüzünün birer güzel gözüHaşiye olduğumuz gibi, heyet-i mecmuamızda [birşeyin geneli, bütün] sükûnet içinde bir sükût ve hikmet içinde bir hareket ve haşmet içinde bir ziynet ve intizam içinde bir hüsn-ü hilkat [yaratılış güzelliği] ve mevzuniyet içinde bir kemâl-i san’at [eksiksiz ve mükemmel san’at]

192

bulunduğundan, Sâni-i Zülcelâlimizi, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] nihayetsiz dillerle vahdetini, [Allah’ın birliği] ehadiyetini, [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] samediyetini [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] ve evsâf-ı cemâl [Cenâb-ı Allah’ın güzelliğine ait sıfatları] ve celâl ve kemâlini bütün kâinata ilân ettiğimiz halde, bizim gibi nihayet derecede sâfi, temiz, mutî, [emre uyan] musahhar [boyun eğdirilmiş] hizmetkârları karma karışıklık ve intizamsızlık ve vazifesizlik, hattâ sahipsizlikle ittiham [suçlama] ettiğinden tokada müstehaksın” der. O müddeînin [iddia sahibi] yüzüne recm-i şeytan [şeytan taşlama] gibi bir yıldız, öyle bir tokat vurur ki, yıldızlardan tâ Cehennemin dibine onu atar.1 Ve beraberinde olan tabiatıHaşiye evham derelerine ve tesadüfü adem [hiçlik, yokluk] kuyusuna ve şerikleri imtinâ ve muhaliyet [imkansızlık] zulümatına ve din aleyhindeki felsefeyi esfel-i sâfilînin [aşağıların aşağısı] dibine atar. Bütün yıldızlarla beraber o yıldız لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا 2 ferman-ı kudsîsini okurlar. Ve “Sinek kanadından tut, tâ semâvât kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki parmak karıştırsın” diye ilân ederler.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 3 * اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سِرَاجِ وَحْدَتِكَ فِى كَثْرَةِ مَخْلُوقَاتِكَ وَدَلاَّلِ وَحْدَانِيَّتِكَ فِى مَشْهَرِ كَۤائِنَاتِكَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ * 4

193

Birinci Mevkıfın [bölüm, kısım] küçük bir zeyli [ek]

Festemi’ [dinle!] âyet: اَفَلَمْ يَنْظُرُۤوا اِلَى السَّمَۤاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا 1

ilâ âhir-i âyet[âyetin sonuna kadar]

ثُمَّ انْظُرْ اِلٰى وَجْهِ السَّمَۤاءِ كَيْفَ تَرٰى سُكُوتًا فِى سُكُونَةٍ، حَرَكَةً فِى حِكْمَةٍ، تَلَئْلُئًا فِى حَشْمَةٍ، تَبَسُّمًا فِى زِينَةٍ، مَعَ اِنْتَظَامِ الْخِلْقَةِ، مَعَ اِتِّزَانِ الصَّنْعَةِ، تَشَعْشُعُ سِرَاجِهَا، تَهَلْهُلُ مِصْبَاحِهَا، تَلَئْلُؤُ نُجُومِهَا، تُعْلِنُ ِلاَهْلِ النُّهٰى، سَلْطَنَةً بِلاَ اِنْتِهَۤاءٍ * 2

اَفَلَمْ يَنْظُرُۤوا اِلَى السَّمَۤاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا

ilâ âhir-i âyet[âyetin sonuna kadar]

Bu âyetin bir nevi tercümesi olan

ثُمَّ انْظُرْ اِلٰى وَجْهِ السَّمَۤاءِ كَيْفَ تَرٰى سُكُوتًا فِى سُكُونَةٍ

tercümesidir.

Yani, âyet-i kerime, nazar-ı dikkati, semânın ziynetli ve güzel yüzüne çeviriyor. Tâ, dikkat-i nazar [bakış inceliği; inceden inceye düşünme ve bakma] ile, semânın yüzünde fevkalâde sükûnet içinde bir sükûtu görüp, bir Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] emir ve teshiriyle [boyun eğdirme] o vaziyeti aldığını anlasın. Yoksa, eğer başıboş olsaydılar, birbiri içinde o dehşetli hadsiz ecram, [büyük cisimler] o gayet büyük küreler ve gayet sür’atli hareketleriyle öyle bir velveleyi çıkarmak lâzımdı ki, kâinatın kulağını sağır edecekti. Hem öyle bir zelzele-i hercümerc [karma karışıklığın sarsıntısı] içinde karışıklık olacaktı ki, kâinatı dağıtacaktı. Yirmi camus [manda] birbiri içinde hareket etse ne kadar velveleli bir hercümerce sebebiyet verdiği malûm. Halbuki, küre-i arzdan [yer küre, dünya] bin

194

defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür’atli hareket edenler, yıldızlar içerisinde var olduğunu kozmoğrafya [astronomi, gök bilimi] söylüyor. İşte, sükûnet içindeki sükût-u ecramdan, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve Kadîr-i Zülkemâlin [kudreti herşeyi kuşatan, mükemmellik ve kusursuzluk sahibi Allah] derece-i kudret ve teshirini [boyun eğdirme] ve nücumun [yıldızlar] Ona derece-i inkıyad [boyun eğme derecesi] ve itaatini anla.

حَرَكَةً فِى حِكْمَةٍ Hem, semânın yüzünde, hikmet içinde bir hareketi görmeyi âyet emrediyor. Evet, gayet acip ve azîm o harekât, gayet dakik [derin ve ince] ve geniş hikmet içindedir. Nasıl ki bir fabrikanın çarklarını ve dolaplarını bir hikmet içinde çeviren bir san’atkâr, [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] fabrikanın azamet ve intizamı derecesinde derece-i san’at ve maharetini gösterir. Öyle de, koca güneşe, seyyârâtla [gezegenler] beraber fabrika vaziyetini veren ve o müthiş azîm küreleri sapan taşları misil[benzer] ve fabrika çarkları gibi etrafında döndüren bir Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] derece-i kudret ve hikmeti, o nisbette nazara tezahür eder.

تَلَئْلُئًا فِى حَشْمَةٍ تَبَسُّمًا فِى زِينَةٍ Yani, hem, semâvât yüzünde öyle bir haşmet içinde bir parlamak ve bir ziynet içinde bir tebessüm var ki, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ne kadar muazzam bir saltanatı, ne kadar güzel bir san’atı olduğunu gösterir. Donanma günlerinde kesretli [çokluk] elektrik lâmbaları sultanın derece-i haşmetini [heybet ve görkemin derecesi] ve terakkiyât-ı medeniyede derece-i kemâlini [mükemmellik derecesi] gösterdiği gibi, koca semâvât, o haşmetli, ziynetli yıldızlarıyla Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kemâl-i saltanatını ve cemâl-i san’atını [Allah’ın san’atının güzelliği] öylece nazar-ı dikkate gösteriyorlar.

مَعَ اِنْتِظَامِ الْخِلْقَةِ مَعَ اِتِّزَانِ الصَّنْعَةِ Hem diyor ki: Semânın yüzündeki mahlûkatın intizamını, dakik [derin ve ince] mizanlar [ölçü] içinde masnuatın [san’at eseri] mevzuniyetini [ölçülü] gör ve anla ki, onların Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] ne kadar Kadîr ve ne kadar Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] olduğunu bil.

Evet, muhtelif ve küçük cirimleri [büyük cisim] veyahut hayvanları döndüren ve bir vazife

195

için çeviren ve bir mizan-ı mahsusla [özel ölçü] herbirini muayyen bir yolda sevk eden bir zâtın derece-i iktidar ve hikmetini ve hareket eden cirmlerin [büyük cisim] ona derece-i itaat ve musahhariyetlerini [boyun eğdirilmiş] gösterdikleri gibi, koca semâvât o dehşetli azametiyle, hadsiz yıldızlarıyla ve o yıldızlar da dehşetli büyüklükleriyle ve gayet şiddetli hareketleriyle beraber, zerre miktar ve bir saniyecik kadar hudutlarından tecavüz etmemeleri, bir âşire-i [saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi] dakika kadar vazifelerinden geri kalmamaları, Sâni-i Zülcelâllerinin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ne kadar dakik [derin ve ince] bir mizan-ı mahsusla [özel ölçü] rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] icra ettiğini nazar-ı dikkate gösterirler.

Hem de şu âyet gibi, Sûre-i Amme’de ve sâir âyetlerde beyan olunan teshir-i şems ve kamer [ay] ve nücumla [yıldızlar] işaret ettiği gibi,

تَشَعْشُعُ سِرَاجِهَا، تَهَلْهُلُ مِصْبَاحِهَا، تَلَئْلُؤُ نُجُومِهَا، تُعْلِنُ ِلاَهْلِ النُّهٰى، سَلْطَنَةً بِلاَ اِنْتِهَۤاءٍ

Yani, semanın müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] tavanına, güneş gibi ışık verici, ısındırıcı bir lâmbayı takmak; gece-gündüz hatlarıyla, kış-yaz sahifelerinde mektubât-ı Samedâniyeyi [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] yazmasına bir nur hokkası hükmüne getirmek; ve yüksek minare ve kulelerdeki büyük saatlerin parlayan akrepleri misillü, [benzer] kubbe-i semâda [gökkubbe] kameri [ay] zamanın saat-i kübrâsına [çok büyük saat] bir akrep yapmak, mütefavit [birbirinden farklı] çok hilâller suretinde her geceye güya ayrı bir hilâl bırakıp, sonra dönüp kendine toplamak, menzillerinde kemâl-i mizanla, [mükemmel ve kusursuz bir ölçü] dakik [derin ve ince] hesapla hareket ettirmek; ve kubbe-i semâda [gökkubbe] parlayan, tebessüm eden yıldızlarla göğün güzel yüzünü yaldızlamak, elbette nihayetsiz bir saltanat-ı rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] şeâiridir. [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] Zîşuura, [akıl ve şuur sahibi] Onu iş’âr eden muhteşem bir Ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] işârâtıdır; [işaretler] ehl-i fikri imana ve tevhide davet eder.

Bak kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] safha-i renginine, [süslü, parlak, rengârenk sayfa]

Hâme-i zerrîn-i kudret, gör, ne tasvir eylemiş.

196

Kalmamış bir nokta-i muzlim çeşm-i dil erbâbına,

Sanki âyâtın Hüdâ [Allah] nur ile tahrir [yazı, yazı yazmak] eylemiş.

Bak, ne mu’ciz-i hikmet, iz’an-rübâ-yı [kesin şekilde inanma] kâinat,

Bak, ne âli [yüce] bir temâşâdır feza-yı kâinat. [uzay]

Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine, [sevimli ve tatlı hutbe]

Nâme-i nurîn-i hikmet [hikmetin nurlu mektubu] bak ne takrir [yerleştirme] eylemiş.

Hep beraber nutka [konuşma] gelmiş, hak lisanıyla derler:

Bir Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] haşmet-i sultanına, [saltanatın haşmeti]

Birer burhan-ı nurefşânız [nur saçan delil] vücub-u Sânie; hem vahdete, [Allah’ın birliği] hem kudrete şahitleriz biz.

Şu zeminin yüzünü yaldızlayan nazenin [ince, duyarlı] mu’cizâtı çün melek seyranına,

Bu semânın arza bakan, Cennete dikkat eden, binler müdakkik [dikkatli] gözleriz biz.

Tûbâ-yı hilkatten [yaratılış ağacı] semâvât şıkkına, hep kehkeşan [samanyolu] ağsânına, [dallar]

Bir Cemîl-i Zülcelâlin [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] dest-i hikmetiyle [hikmet eli] takılmış binler güzel meyveleriz biz.

Şu semâvât ehline [göklerde yaşayan manevî varlıklar] birer mescid-i seyyar, [gezici mescid] birer hane-i devvar, [dönen ev] birer ulvî âşiyâne, [yuva]

Birer misbah-ı nevvar, [nurlu kandil] birer gemi-i Cebbar, [büyük ve azametli gemi] birer tayyareyiz biz.

Bir Kadîr-i Zülkemâlin, [kudreti herşeyi kuşatan, mükemmellik ve kusursuzluk sahibi Allah] bir Hakîm-i Zülcelâlin [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] birer mu’cize-i kudret, [Allah’ın kudret mu’cizesi] birer harika-i san’at-ı Hâlıkane, [Allah’ın yarattığı san’at harikası]

Birer nadire-i hikmet, [bir gaye için benzersiz yaratılan] birer dâhiye-i hilkat, [yaratılış harikası] birer nur âlemiyiz biz.

Böyle yüz bin dille yüz bin burhan [delil] gösteririz, işittiririz insan olan insana.

Kör olası dinsiz gözü görmez oldu yüzümüzü. Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen âyetleriz biz.

Sikkemiz [mühür] bir, turramız [mühür, nişan] bir, Rabbimize musahharız, [boyun eğdirilmiş] müsebbihiz [tesbih eden] abîdâne

Zikrederiz, kehkeşanın [samanyolu galaksisi] halka-i kübrâsına [büyük halka] mensup birer meczuplarız [cezbedilmiş, çekilmiş] biz.

197

Üçüncü Hüccet-i İmâniye

(Yirmi Üçüncü Lem’a) [parıltı]

 Tabiat Risalesi

Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi [Allah’ı inkâr etme düşüncesi] dirilmeyecek bir surette öldürüyor, küfrün [inançsızlık, inkâr] temel taşını zîrüzeber [alt üst, darma dağınık] ediyor.

İHTAR: Şu Notada, [bildiri] tabiiyyunun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] münkir [Allah’a inanmayan] kısmının gittikleri yolun içyüzü ne kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduğu, lâakal [en az] doksan muhali tazammun [içerme, içine alma] eden Dokuz Muhal ile beyan edilmiş. Sair risalelerde o muhaller kısmen izah edildiğinden; burada gayet muhtasar [kısa] olmak haysiyetiyle, bâzı basamaklar tayyedilmiştir. Onun için, birden bire, “Bu kadar zâhir ve âşikâre bir hurafeyi nasıl bu meşhur âkıl [akıllı] feylesoflar kabul etmişler, o yolda gidiyorlar?” hatıra geliyor.

Evet, onlar mesleklerinin içyüzünü görememişler. Hem, hakikat-i meslekleri [takip edilen bir yöntemin gerçek yönü] ve mesleklerinin lâzımı ve mukteza[bir şeyin gereği] odur ki, yazılmış herbir muhalin ucunda beyan edilen o çirkin ve müstekreh [çirkin] ve gayr-ı mâkulHaşiye [akla aykırı] hülâsa-i mezhepleri [takip edilen metodun belirgin özellikleri] ve mesleklerinin lâzımı ve zarurî mukteza[bir şeyin gereği] olduğunu gayet bedihî [açık, aşikâr] ve kat’î burhanlarla, [delil] şüphesi olanlara tafsilen beyan ve ispat etmeye hazırım.

198

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ * 1

Şu âyet-i kerime, istifham-ı inkârî [bir şeyin öyle olmayacağını soru sorma şekliyle ifade etme; “Hiç böyle olur mu?”] ile, “Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hakkında şek [şüphe] olmaz ve olmamalı” demekle, vücud ve vahdâniyet-i İlâhiye [Allah’ın bir ve tek olması] bedâhet [açıklık] derecesinde olduğunu gösteriyor.

Şu sırrı izahtan evvel bir ihtar: 1338’de Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden [üstün gelme] neş’e alan ehl-i imanın [Allah’a inanan] kuvvetli efkârı [fikirler] içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne [hileli ve aldatıcı bir şekilde] çalıştığını gördüm. “Eyvah,” dedim. “Bu ejderha imanın erkânına [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ilişecek!” O vakit, şu âyet-i kerime bedâhet [açıklık] derecesinde vücud ve vahdâniyeti [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ifham [(he ile) anlatma] ettiği cihetle, ondan istimdad [yardım dileme] edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] alınan kuvvetli bir burhanı, [delil] Nur’un Arabî risalesinde yazdım. Ankara’da, Yeni Gün Matbaasında tab [basma] ettirmiştim. Fakat maatteessüf [ne yazık ki] Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar [kısa] ve mücmel [kısa, kısaca] bir surette o kuvvetli burhan [delil] tesirini göstermedi. Maatteessüf, [ne yazık ki] o dinsizlik fikri hem inkişaf [açığa çıkma] etti, hem kuvvet buldu. Bilmecburiye, [mecburen, zorunlu olarak] o burhanı [delil] Türkçe olarak bir derece beyan edeceğim. O burhanın [delil] bazı parçaları bazı risalelerde tam izah edildiğinden, burada icmâlen [özet] yazılacaktır. Sair risalelerde inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] etmiş olan müteaddit [bir çok] burhanlar, [delil] bu burhanda [delil] kısmen ittihad [birleşme] ediyor, herbiri bunun bir cüz’ü hükmüne geçiyor.

 Mukaddime

Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam [hissetirme] eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman [Allah’a inanan] bilmeyerek istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz.

199

Birincisi: Evcedethu’l-esbab, yani, “Esbab bu şeyi icad ediyor.”

İkincisi: Teşekkele binefsihî, yani, “Kendi kendine teşekkül [kendi kendine oluşma] ediyor, oluyor, bitiyor.”

Üçüncüsü: İktezathu’t-tabiat, yani, “Tabiîdir, tabiat iktiza [bir şeyin gereği] edip icad ediyor.”

Evet, madem mevcudat [var edilenler, varlıklar] var ve inkâr edilmez. Hem, her mevcut san’atlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadîm [eski] değil, yeniden oluyor. Herhalde, ey mülhid, [dinsiz] bu mevcudu, meselâ bu hayvanı, ya diyeceksin ki, esbab-ı âlem [bu âlemdeki sebepler] onu icad ediyor, yani esbabın içtimaında [bir araya gelme, toplanma] o mevcut vücut buluyor; veyahut o kendi kendine teşekkül [kendi kendine oluşma] ediyor; veyahut, tabiat mukteza[bir şeyin gereği] olarak, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor; veyahut bir Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] kudretiyle icad edilir.

Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur. Evvelki üç yol muhal, [bâtıl, boş söz] battal, [bâtıl, boş, hükümsüz] mümteni, [imkansız] gayr-ı kabil [imkânsız] oldukları kat’î ispat edilse, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] ve bilbedâhe, [açık bir şekilde] dördüncü yol olan tarik-i vahdâniyet [bütün varlıkların sadece Allah tarafından yaratıldığını kabul etme yolu] şeksiz, [şüphesiz] şüphesiz sabit olur.

AMMA BİRİNCİ YOL ki, esbab-ı âlemin [bu âlemdeki sebepler] içtimaıyla [bir araya gelme, toplanma] teşkil-i eşya [varlıkların oluşması, meydana gelmesi] ve vücud-u mahlûkattır. [yaratılmışların varlığı] Pek çok muhâlâtından yalnız üç tanesini zikrediyoruz.

BİRİNCİSİ

Bir eczahanede, gayet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden, [devâlar, çareler] zîhayat [canlı] bir macun istenildi. Hem hayattar, harika bir tiryak, [derman, ilaç] onlardan yapılmak icap [gerekli kılma] etti. Geldik, o eczahanede, o zîhayat [canlı] macunun ve hayattar tiryakın çoklukla efradını [bireyler] gördük. O macunlardan herbirisini tetkik ettik.

Görüyoruz ki, o kavanoz şişelerden herbirisinden, bir mizan-ı mahsusla, [özel ölçü] bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından, ve hâkezâ, muhtelif miktarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa, o macun zîhayat [canlı] olamaz, hâsiyetini [özellik] gösteremez. Hem o hayattar tiryakı da tetkik ettik. Herbir kavanozdan bir mizan-ı mahsusla [özel ölçü] bir madde alınmış ki, zerre miktarı noksan veya ziyade olsa, tiryak [derman, ilaç] hassasını

200

kaybeder. O kavanozlar elliden ziyade iken, herbirisinden ayrı bir mizanla [ölçü] alınmış gibi, ayrı ayrı miktarda eczaları alınmış.

Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, herbirisinden alınan miktar kadar, yalnız o miktar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler? Acaba bundan daha hurafe, muhal, [bâtıl, boş söz] bâtıl birşey var mı? Eşek muzaaf [kat kat] bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, “Bu fikri kabul etmem” diye kaçacaktır.

İşte bu misal gibi, herbir zîhayat, [canlı] elbette zîhayat [canlı] bir macundur. Ve herbir nebat, [bitki] hayattar bir tiryak [derman, ilaç] gibidir ki, çok müteaddit [bir çok] eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçüyle alınan maddelerden terkip [birleşim, sentez] edilmiştir. Eğer esbaba, anâsıra [kâinattaki unsurlar, elementler] isnad edilse ve “Esbab [sebebler] icad etti” denilse, aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden vücut bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhal [bâtıl, boş söz] ve bâtıldır.

Elhasıl, [kısaca, özetle] şu eczahane-i kübrâ-yı âlemde, [büyük bir eczane olan âlem, kâinat] Hakîm-i Ezelînin [her işini hikmetle yapan ve varlığının başlangıcı olmayıp zamanla kayıtlı olmayan Allah] mizan-ı kazâ ve kaderiyle [kazâ ve kader terazisi] alınan mevâdd-ı hayatiye, [hayat için gerekli maddeler] hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve herşeye şâmil [içine alan] bir irade ile vücut bulabilir. “Kör, sağır, hudutsuz, sel gibi akan küllî anasır [unsurlar, elementler] ve tabâyi [mizaçlar, tabiatlar] ve esbabın işidir” diyen bedbaht, “O tiryak-ı acip, [hayret verici ilâç] kendi kendine, şişelerin devrilmesinden çıkıp olmuştur” diyen divane bir hezeyancı, [boş söz, saçmalama] sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır. Evet, o küfür ahmakane, sarhoşâne, divanece bir hezeyandır. [boş söz, saçmalama]

İKİNCİ MUHAL [bâtıl, boş söz]

Eğer herşey, Vâhid-i Ehad [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] olan Kadîr-i Zülcelâle [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] verilmezse, belki esbaba isnad edilse, lâzım gelir ki, âlemin pek çok anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] ve esbabı, herbir zîhayatın [canlı] vücudunda müdahalesi bulunsun. Halbuki, sinek gibi bir küçük mahlûkun

201

vücudunda, kemâl-i intizamla, [tam ve mükemmel düzen] gayet hassas bir mizan [ölçü] ve tamam bir ittifakla, muhtelif ve birbirine zıt, mübâyin [farklı, birbirinin zıddı] esbabın içtimaı [bir araya gelme, toplanma] o kadar zâhir bir muhaldir ki, sinek kanadı kadar şuuru bulunan, “Bu muhaldir, olamaz” diyecektir.

Evet, bir sineğin küçücük cismi, kâinatın ekser anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] ve esbabıyla alâkadardır, belki bir hülâsasıdır. [esas, öz] Eğer Kadîr-i Ezelîye [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] verilmezse, o esbab-ı maddiye, [maddî sebepler] onun vücudu yanında bizzat hazır bulunmak lâzım; belki onun küçücük cismine girmek gerektir. Belki, cisminin küçük bir nümunesi olan gözündeki bir hücresine girmeleri icap [gerekli kılma] ediyor. Çünkü, sebep maddî ise, müsebbebin [netice, eser, sebebin sonucu] yanında ve içinde bulunması lâzım geliyor. Şu halde, iki sineğin iğne ucu gibi parmakları yerleşmeyen o hücrecikte, erkân-ı âlem [maddî âlemin temel unsurları] ve anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] ve tabâyiin, [mizaçlar, tabiatlar] maddeten içinde bulunup, usta gibi içinde çalıştıklarını kabul etmek lâzım geliyor. İşte, Sofestâînin [kâinatın Yaratıcısını kabul etmemek için herşeyi, hattâ kendini dahi inkâr eden bir felsefî ekole bağlı kimse] en eblehleri [ahmak] dahi böyle bir meslekten utanıyor.

ÜÇÜNCÜ MUHAL [bâtıl, boş söz]

اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ kaide-i mukarreresiyle, [kesin olarak kabul edilen kural] “Bir mevcudun vahdeti [Allah’ın birliği] varsa, elbette bir vâhidden, bir elden sudur [bir şeyden çıkma, olma] edebilir.” Hususan o mevcut, gayet mükemmel bir intizam ve hassas bir mizan [ölçü] içinde ve câmi bir hayata mazhar [erişme, nail olma] ise, bilbedâhe, [açık bir şekilde] sebeb-i ihtilâf [anlaşmazlık ve uyuşmazlık sebebi] ve keşmekeş olan müteaddit [bir çok] ellerden çıkmadığını, belki gayet kadîr, hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] olan birtek elden çıktığını gösterdiği halde; hadsiz ve câmid [cansız] ve cahil, mütecaviz, [aşkın] şuursuz, karmakarışıklık içinde, kör, sağır esbab-ı tabiiyenin [doğal sebepler] karmakarışık ellerine—hadsiz imkânat yolları içinde ve içtima [bir araya gelme, toplanma] ve ihtilâtla [birbirine karışma] o esbabın körlüğü, sağırlığı ziyadeleştiği halde—o muntazam ve mevzun [ölçülü] ve vâhid [bir] bir mevcudu onlara isnad etmek, yüz muhali birden kabul etmek gibi akıldan uzaktır.

Haydi, bu muhalden kat-ı nazar, [bakmama, dikkate almama] esbab-ı maddiyenin [maddî sebepler] elbette tesirleri, mübaşeretle [bir işe başlama, girişim, temas etme] ve

202

temasla olur. Halbuki, o esbab-ı tabiiyenin [doğal sebepler] temasları, zîhayat [canlı] mevcutların zâhirleriyledir. Halbuki görüyoruz ki, o esbab-ı maddiyenin [maddî sebepler] elleri yetişmediği ve temas edemedikleri o zîhayatın [canlı] bâtını, on defa zâhirinden daha muntazam, daha lâtif, [berrak, şirin, hoş] san’atça daha mükemmeldir. Esbab-ı maddiyenin [maddî sebepler] elleri ve âletleriyle hiçbir cihetle yerleşemedikleri, belki tam zâhirine de temas edemedikleri küçücük zîhayat, [canlı] küçücük hayvancıklar, en büyük mahlûklardan [varlıklar] daha ziyade san’atça acip, hilkatçe bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] bir surette oldukları halde, o câmid, [cansız] cahil, kaba, uzak, büyük ve birbirine zıt olan sağır, kör esbaba isnad etmek, yüz derece kör, bin derece sağır olmakla olur.

AMMA İKİNCİ MESELE teşekkele binefsihî’dir. Yani, “Kendi kendine teşekkül [kendi kendine oluşma] ediyor.” İşte bu cümlenin dahi çok muhâlâtı var; çok cihetle bâtıldır, muhaldir. Nümune için, muhâlâtından üç tanesini beyan ederiz.

BİRİNCİSİ

Ey muannid [inatçı] münkir! [Allah’a inanmayan] Senin enâniyetin seni o kadar ahmaklaştırmış ki, yüz muhali birden kabul etmeyi bir derece hükmediyorsun. Çünkü sen mevcutsun. Ve basit bir madde ve câmid [cansız] ve tagayyürsüz [değişmeyen, sabit] değilsin. Belki, daima teceddüdde [yenileme] olarak, gayet muntazam bir makine ve harika ve daima tahavvülde [başka bir hâle geçme, dönüşme] bir saray gibisin. Senin vücudunda her vakit zerreler çalışıyorlar. Senin vücudun kâinatla, hususan rızık münasebetiyle, hususan bekà-yı nev’î [türün varlığının devamı] itibarıyla alâkadar ve alışverişi vardır. Senin vücudunda çalışan zerreler, o münasebâtı bozmamak ve o alâkadarlığı kırmamak için dikkat ediyorlar, öylece ihtiyatla [dikkat, tedbir] ayaklarını atıyorlar. Güya bütün kâinata bakıyorlar, senin münasebâtını kâinatta görüp öyle vaziyet alıyorlar. Sen zâhirî ve bâtınî duygularınla, o zerrelerin o harika vaziyetine göre istifade edersin.

Eğer sen vücudundaki zerreleri, Kadîr-i Ezelînin [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] kanunuyla hareket eden küçücük memurları veya bir ordusu veya kalem-i kaderin [kader kalemi] uçları (herbir zerre bir kalem ucu) veya kalem-i kudretin [Allah’ın kudret kalemi] noktaları (herbir zerre bir nokta) olduğunu kabul etmezsen, o vakit senin gözünde çalışan herbir zerreye öyle bir göz lâzım ki,

203

senin mecmu-u cesedinin her tarafını görmekle beraber, münasebettar [alâkalı, ilgili] olduğun bütün kâinatı dahi görecek bir gözü ve bütün senin mazi [geçmiş] ve müstakbel [gelecek] ve nesil ve aslın ve anâsırının [kâinattaki unsurlar, elementler] menbalarını ve rızkının madenlerini bilecek, tanıyacak, yüz dâhi kadar bir akıl vermek lâzım geliyor. Senin gibi bu meselelerde zerre kadar aklı olmayanın bir zerresine bin Eflâtun kadar bir ilim ve şuur vermek, bin derece divanece bir hurafeciliktir.

İKİNCİ MUHAL [bâtıl, boş söz]

Senin vücudun bin kubbeli [yarım küre şeklinde olan çatı] harika bir saraya benzer ki, her kubbesinde [yarım küre şeklinde olan çatı] taşlar, direksiz birbirine baş başa verip muallâkta [yüce] durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha aciptir. Çünkü, o saray-ı vücudun, [bin kubbeli harika bir saraya benzetilen insan vücudu] daima, kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] tazelenmektedir. Gayet harika olan ruh, kalb ve mânevî letâiften [duygular] kat-ı nazar, [bakmama, dikkate almama] yalnız cesedindeki herbir âzâ, bir kubbeli [yarım küre şeklinde olan çatı] menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki [yarım küre şeklinde olan çatı] taşlar gibi birbirleriyle kemâl-i muvazene [tam bir denge] ve intizamla başbaşa verip, harika bir bina, fevkalâde bir san’at, göz ve dil gibi acip birer mucize-i kudret [Allah’ın kudret mu’cizesi] gösteriyorlar.

Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi birer memur olmasalar, o vakit herbir zerre, umum o cesetteki zerrelere hem hâkim-i mutlak, [herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan] hem herbirisine mahkûm-u mutlak, [her yönüyle mahkum olmak] hem herbirisine misil, [benzer] hem hâkimiyet noktasında zıt, hem yalnız Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] mahsus olan ekser sıfâtın masdarı, [fiillerin asıl kökü] menbaı, [kaynak] hem gayet mukayyet, [kayıt altında, bağlı] hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber, sırr-ı vahdetle [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] yalnız bir Vâhid-i Ehadin [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] eseri olabilen gayet muntazam bir masnu-u vâhidi [tek bir elden çıkmış sanat eseri] o hadsiz zerrâta [atomlar] isnad etmek—zerre kadar şuuru olan, bunun pek zâhir bir muhal, [bâtıl, boş söz] belki yüz muhal [bâtıl, boş söz] olduğunu derk [anlama, algılama] eder.

ÜÇÜNCÜ MUHAL [bâtıl, boş söz]

Eğer senin vücudun, Vâhid-i Ehad [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] olan Kadîr-i Ezelînin [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] kalemiyle mektub

204

olmazsa ve tabiata, esbaba mensup matbû ise, o vakit senin vücudundaki bir hüceyre-i bedenden [bedeni oluşturan hücrecik] tut, birbiri içinde daireler misilli, [benzer] binler mürekkepler [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] adedince tabiat kalıplarının bulunması lâzım gelir. Çünkü, meselâ bu elimizdeki kitap eğer mektub olsa, birtek kalem, kâtibinin ilmine istinad edip bütün onları yazar. Eğer o mektub olmazsa ve onun kalemine verilmezse, “Kendi kendine olmuş” denilse veya tabiata verilse, o vakit matbû kitap gibi herbir harfi için ayrı bir demir kalem lâzımdır ki, tab edilsin.

Nasıl ki, matbaada hurufat adedince demir harfler bulunur, sonra o harfler vücut bulur. O vakit birtek kaleme bedel, o hurufat adedince kalemler bulunması lâzım gelir. Belki o hurufat içinde—bazan olduğu gibi—küçük kalemle bir büyük harfte bir sayfa ince hatla yazılmış ise, binler kalem birtek harf için lâzım geliyor. Belki, birbirinin içine girip muntazam bir vaziyetle senin cesedin gibi bir şekil alıyorsa, o vakit herbir dairede, herbir cüz için, o mürekkebat [bir bütünü oluşturan parçalar] adedince kalıplar lâzım geliyor. Haydi, yüz muhal [bâtıl, boş söz] içinde bulunan bu tarzı mümkün desen dahi, bu muntazam san’atlı demir harfleri ve mükemmel kalıpları ve kalemleri yapmak için, yine birtek kaleme verilmezse, o kalemler, o kalıplar, o demir harflerin yapılması için, onların adetlerince yine kalemler, kalıplar ve harfler lâzım. Çünkü onlar da yapılmışlar ve onlar da muntazam san’atlıdırlar. Ve hâkezâ, müteselsilen [zincirleme bir şekilde] gittikçe gidecek.

İşte, sen de anla, bu öyle bir fikirdir ki, senin zerrâtın [atomlar] adedince muhâlât ve hurafeler, içinde bulunuyor. Ey muannid [inatçı] muattıl! [Allah’ı inkâr eden] Sen de utan, bu dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] vazgeç.

ÜÇÜNCÜ KELİME: İktezathu’t-tabiat, yani, “Tabiat iktiza [bir şeyin gereği] ediyor, tabiat yapıyor.” İşte bu hükmün çok muhâlâtı var. Nümune için üçünü zikrediyoruz.

BİRİNCİSİ

Eğer mevcudatta, [var edilenler, varlıklar] hususan zîhayatta [canlı] görünen, basîrâne, [görerek] hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] olan san’at ve icad Şems-i Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] kalem-i kader [kader kalemi] ve kudretine verilmezse, belki kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse, lâzım gelir ki, tabiat, icad için herşeyde hadsiz mânevî makine ve matbaaları bulundursun; veyahut herşeyde

205

kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet derc [yerleştirme] etsin. Çünkü, nasıl şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde [damla] görünüyor. Eğer o misalî ve aksî güneşçikler semâdaki tek güneşe isnad edilmese, lâzım gelir ki, bir kibrit başı yerleşmeyen bir zerrecik cam parçasında tabiî, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ve güneşin hâsiyetlerine [özellik] mâlik, zâhiren küçük, mânen çok derin bir güneşin haricî vücudunu kabul ederek, zerrât-ı zücâciye [camı oluşturan atomlar] adedince tabiî güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi; aynen bu misal gibi, mevcudat [var edilenler, varlıklar] ve zîhayat [canlı] doğrudan doğruya Şems-i Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] cilve-i esmâsına [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] verilmezse, herbir mevcutta, hususan herbir zîhayatta, [canlı] hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, adeta bir ilâhı, içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir [düşünce şekli] ise, kâinattaki muhâlâtın en bâtılı, en hurafesidir. Hâlık-ı Kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] san’atını mevhum, [gerçekte olmadığı halde var sayılan] ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren insan, elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir.

İKİNCİ MUHAL [bâtıl, boş söz]

Eğer gayet intizamlı, mizanlı, [ölçü] san’atlı, hikmetli şu mevcudat, [var edilenler, varlıklar] nihayetsiz kadîr, hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] bir zâta verilmezse, belki tabiata isnad edilse, lâzım gelir ki, tabiat, herbir parça toprakta, Avrupa’nın umum matbaaları ve fabrikaları adedince makineleri, matbaaları bulundursun, tâ o parça toprak, menşe ve tezgâh olduğu hadsiz çiçekler ve meyvelerin yetişmelerine ve teşkillerine medar [kaynak, dayanak] olabilsin. Çünkü, çiçekler için saksılık vazifesini gören bir kâse toprak, içine tohumları nöbetle atılan umum çiçeklerin birbirinden çok ayrı olan şekil ve heyetlerini teşkil ve tasvir edebilir bir kabiliyeti, bilfiil görülüyor. Eğer Kadîr-i Zülcelâle [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] verilmezse, o vakit, o kâsedeki toprakta, herbir çiçek için mânevî, ayrı, tabiî bir makinesi bulunmazsa, bu hal vücuda gelemez. Çünkü tohumlar ise, nutfeler [memelilerin yaratıldığı su] ve yumurtalar gibi, maddeleri birdir. Yani, müvellidülmâ, [hidrojen] müvellidülhumuza, [oksijen] karbon, azotun

206

intizamsız, şekilsiz, hamur gibi halitasından [karışık halde olan, karışık] ibaret olmakla beraber; hava, su, hararet, ziya dahi, herbiri basit ve şuursuz ve herşeye karşı sel gibi bir tarzda gittiğinden, o hadsiz çiçeklerin teşkilleri ayrı ayrı ve gayet muntazam ve san’atlı olarak o topraktan çıkması, bilbedâhe [açık bir şekilde] ve bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] iktiza [bir şeyin gereği] ediyor ki, o kâsede bulunan toprakta, mânen Avrupa kadar, mânevî ve küçük mikyasta [ölçü] matbaaları ve fabrikaları bulunsun. Tâ ki, bu kadar hayattar kumaşları ve binler ayrı ayrı nakış[işleme] mensucatları [dokumalar] dokuyabilsin.

İşte, tabiiyyunların [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] fikr-i küfrîleri [Allah’ı inkâr etme düşüncesi] ne derece daire-i akıldan [akıl dairesi] hariç saptığını kıyas et. Ve tabiatı mûcid [icad eden, yoktan var eden, Allah] zanneden insan suretindeki ahmak sarhoşlar “Mütefennin [bilgili, fen ilimlerine sahip] ve akıllıyız” diye dâvâ ettikleri halde, akıl ve fenden ne kadar uzak düştüklerini ve mümteni [imkansız] ve hiçbir cihetle mümkün olmayan bir hurafeyi kendilerine meslek ittihaz [edinme, kabullenme] ettiklerini gör, gül ve tükür!

Eğer desen: Mevcudat [var edilenler, varlıklar] tabiata isnad edilse böyle acip muhaller olur, imtinâ derecesinde müşkilât [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] olur. Acaba Zât-ı Ehad [herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah] ve Samede [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] verildiği vakit o müşkilât [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] nasıl kalkıyor? Ve o suubetli [zorluk] imtinâ, o suhuletli [kolay] vücuba [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] nasıl inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder?

Elcevap: Birinci Muhalde, nasıl ki güneşin cilve-i in’ikâsı [görüntünün yansıması] kemâl-i suhuletle, [tam bir kolaylık] külfetsiz, en küçük zerrecik camdan tut, tâ en büyük bir denizin yüzüne kadar feyzini ve tesirini misalî güneşçiklerle gayet kolaylıkla gösterdikleri halde, eğer güneşten nisbeti kesilse, o vakit herbir zerrecikte tabiî ve bizzat bir güneşin haricî vücudu, imtinâ derecesinde bir suubetle [zorluk] olabilmesi kabul edilmek lâzım gelir. Öyle de, herbir mevcut, doğrudan doğruya Zât-ı Ehad [herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah] ve Samede [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] verilse, vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde bir suhulet, [kolaylık] bir kolaylıkla ve bir intisap [bağlanma] ve cilve [görünme, yansıma] ile, herbir mevcuda lâzım herbir şey ona yetiştirilebilir.

Eğer o intisap [bağlanma] kesilse ve o memuriyet başıbozukluğa dönse ve herbir mevcut kendi başına ve tabiata bırakılsa, o vakit imtinâ derecesinde yüz bin müşkilât [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] ve suubetle, [zorluk] sinek gibi bir zîhayatın, [canlı] kâinatın küçük bir fihristesi olan gayet harika

207

makine-i vücudunu [kâinatın küçük bir örneği olan vücut makinası] icad eden, içindeki kör tabiatın, kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet sahibi olduğunu farz etmek lâzım gelir. Bu ise bir muhal [bâtıl, boş söz] değil, belki binler muhaldir.

Elhasıl, [kısaca, özetle] nasıl ki Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] şerik ve nazîri [benzer] mümteni [imkansız] ve muhaldir; öyle de rububiyetinde [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve icad-ı eşyada [eşyaya vücut vermek] başkalarının müdahalesi, şerîk-i zâtî [doğrudan Allah’ın Zâtına ortak olma] gibi mümteni [imkansız] ve muhaldir.

Amma İkinci Muhaldeki müşkilât [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] ise: Müteaddit [bir çok] risalelerde ispat edildiği gibi, eğer bütün eşya Vâhid-i Ehade [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] verilse, bütün eşya birtek şey gibi suhuletli [kolay] ve kolay olur. Eğer esbaba ve tabiata verilse, birtek şey umum eşya kadar müşkilâtlı [zor] olduğu, müteaddit [bir çok] ve kat’î burhanlarla [delil] ispat edilmiş. Bir burhanın [delil] hülâsa[esas, öz] şudur ki:

Nasıl ki bir adam, bir padişaha askerlik veya memuriyet cihetiyle intisap [bağlanma] etse, o memur ve o asker, o intisap [bağlanma] kuvvetiyle, yüz bin defa kuvvet-i şahsiyesinden [kişisel kuvvet] fazla işlere medar [kaynak, dayanak] olabilir. Ve padişahı namına, bazan bir şahı esir eder. Çünkü gördüğü işlerin ve yaptığı eserlerin cihazatını ve kuvvetini kendi taşımıyor ve taşımaya mecbur olmuyor. O intisap [bağlanma] münasebetiyle, padişahın hazineleri ve arkasındaki nokta-i istinadı [dayanak noktası] olan ordu, o kuvveti, o cihazatı taşıyor. Demek gördüğü işler, şahane olarak bir padişahın işi gibi ve gösterdiği eserler bir ordu eseri misilli [benzer] harika olabilir.

Nasıl ki karınca o memuriyet cihetiyle Firavun’un sarayını harap ediyor. Sinek o intisapla [bağlanma] Nemrut’u gebertiyor. Ve o intisapla, [bağlanma] buğday tanesi gibi bir çam çekirdeği, koca çam ağacının bütün cihazatını yetiştiriyor.Haşiye [dipnot] Eğer o intisap [bağlanma]

208

kesilse, o memuriyetten terhis edilse, yapacağı işlerin cihazatını ve kuvvetini, belinde ve bileğinde taşımaya mecburdur. O vakit, o küçücük bileğindeki kuvvet miktarınca ve belindeki cephane adedince iş görebilir. Evvelki vaziyette gayet kolaylıkla gördüğü işleri bu vaziyette ondan istenilse, elbette bileğinde bir ordu kuvvetini ve belinde bir padişahın cihazat-ı harbiye [savaş aletleri] fabrikasını yüklemek lâzım gelir ki, güldürmek için acip hurafeleri ve masalları hikâye eden maskaralar dahi bu hayalden utanıyorlar.

Elhasıl, [kısaca, özetle] Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] her mevcudu vermek, vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde bir suhuleti [kolaylık] var. Ve tabiata icad cihetinde vermek, imtinâ derecesinde müşkül [zorluk] ve haric-i daire-i akliyedir. [akıl dairesinin dışında]

ÜÇÜNCÜ MUHAL [bâtıl, boş söz]

Bu Muhali izah edecek, bazı risalelerde beyan edilen iki misal:

BİRİNCİ MİSAL: Bütün âsâr-ı medeniyetle [medeniyetin meydana getirdiği eserler] tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] ve tezyin [süsleme] edilmiş, hâli [boş] bir sahrâda kurulmuş, yapılmış bir saraya gayet vahşî bir adam girmiş, içine bakmış. Binlerle muntazam san’atlı eşyayı görmüş. Vahşetinden, ahmaklığından, “Hariçten kimse müdahale etmeyip, o saray içinde o eşyadan birisi o sarayı müştemilâtıyla [içindekiler] beraber yapmıştır” diye taharrîye [araştırma] başlıyor. Hangi şeye bakıyor, o vahşetli aklı dahi kabil [mümkün] görmüyor ki, o şey bunları yapsın. Sonra, o sarayın teşkilât programını ve mevcudat [var edilenler, varlıklar] fihristesini ve idare kanunları içinde yazılı olan bir defteri görür. Çendan, [gerçi] elsiz ve gözsüz ve çekiçsiz olan o defter dahi, sair içindeki şeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur ki, o sarayı teşkil ve tezyin [süsleme] etsin. Fakat muztar [çaresiz] kalarak, bilmecburiye, [mecburen, zorunlu olarak] eşya-yı âhare [diğer varlıklar] nisbeten, kavânîn-i ilmiyenin [bilimsel kanunlar] bir ünvanı olmak cihetiyle, o sarayın mecmuuna bu defteri münasebettar [alâkalı, ilgili] gördüğünden, “İşte bu defterdir ki, o sarayı teşkil, tanzim ve tezyin [süsleme] edip bu eşyayı yapmış, takmış, yerleştirmiş” diyerek, vahşetini ahmakların, sarhoşların hezeyanına [boş söz, saçmalama] çevirmiş.

İşte, aynen bu misal gibi, hadsiz derecede misaldeki saraydan daha muntazam,

209

daha mükemmel ve bütün etrafı mucizâne [mu’cizeli bir şekilde] hikmetle dolu şu saray-ı âlemin [âlem sarayı] içine, inkâr-ı ulûhiyete [Cenâb-ı Allah’ı inkâr fikri] giden tabiiyyun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] fikrini taşıyan vahşî bir insan girer. Daire-i mümkinat [imkân alemi; varlığı ve yokluğu imkân dahilinde olan ve Allah tarafından yaratılan varlıklar âlemi] haricinde olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] eser-i san’atı [san’at eseri] olduğunu düşünmeyerek ve Ondan i’râz ederek, daire-i mümkinat [imkân alemi; varlığı ve yokluğu imkân dahilinde olan ve Allah tarafından yaratılan varlıklar âlemi] içinde, kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] yazar bozar bir levhası hükmünde ve kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] kavânîn-i icraatına [kâinattaki, tabiattaki İlâhî icraat ve faaliyet kanunları] tebeddül [başkalaşma, değişme] ve tagayyür [başkalaşım, değişme] eden bir defteri olabilen ve pek yanlış ve hata olarak “tabiat” namı verilen bir mecmua-i kavânîn-i âdât-ı İlâhiye [Allah’ın kainata koyduğu, devam eden kanunların tamamı; İlâhî âdetler ve kanunların toplamı] ve bir fihriste-i san’at-ı Rabbâniyeyi [herşeyin Rabbi olan Allah’ın sanatlı bir şekilde yarattığı varlıkların fihristesi] görür. Ve der ki: “Madem bu eşya bir sebep ister. Hiçbir şeyin bu defter gibi münasebeti görünmüyor. Çendan [gerçi] hiçbir cihetle akıl kabul etmez ki, gözsüz, şuursuz, kudretsiz bu defter, rububiyet-i mutlakanın [Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] işi olan ve hadsiz bir kudreti iktiza [bir şeyin gereği] eden icadı yapamaz. Fakat madem Sâni-i Kadîmi [ezelden beri var olan ve varlıkları sa’natlı bir şekilde yaratan Cenâb-ı Allah] kabul etmiyorum; öyleyse, en münasibi, ‘Bu defter bunu yapmış ve yapar’ diyeceğim” der. Biz de deriz:

Ey ahmaku’l-humakadan [ahmakların en ahmakı] tahammuk etmiş sarhoş ahmak! Başını tabiat bataklığından çıkar, arkana bak. Zerrattan [atomlar] seyyârâta [gezegenler] kadar bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] ayrı ayrı lisanlarla şehadet ettikleri ve parmaklarıyla işaret ettikleri bir Sâni-i Zülcelâli [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] gör. Ve o sarayı yapan ve o defterde sarayın programını yazan Nakkâş-ı Ezelînin [herşeyi zatına has olarak nakış nakış işleyen, evveli olmayan Allah] cilvesini gör, fermanına bak, Kur’ân’ını dinle, o hezeyanlardan [boş söz, saçmalama] kurtul.

İKİNCİ MİSAL: Gayet vahşî bir adam, muhteşem bir kışla dairesine girer. Gayet muntazam bir ordunun umumî, beraber talimlerini, muntazam hareketlerini görür. Bir neferin [asker] hareketiyle bir tabur, bir alay, bir fırka kalkar, oturur, gider, bir ateş emriyle ateş ettiklerini müşahede eder. Onun kaba, vahşî aklı, bir

210

kumandanın, devletin nizâmâtıyla [anlaşmazlık, çekişme] ve kanun-u padişahî [padişah kanunu] ile o kumandanın emrini, kumandasını anlamayıp inkâr ettiğinden, o askerlerin iplerle birbiriyle bağlı olduklarını tahayyül [hayal etme] eder. O hayalî ip ne kadar harikalı bir ip olduğunu düşünür, hayrette kalır.

Sonra gider, Ayasofya gibi gayet muazzam bir camie, Cuma gününde dahil olur. O cemaat-i Müslimînin, [Müslüman cemaat] bir adamın sesiyle kalkar, eğilir, secde ederek oturduklarını müşahede eder. Mânevî ve semâvî kanunların mecmuundan ibaret olan şeriatı ve Şeriat Sahibinin emirlerinden gelen mânevî düsturlarını [kâide, kural] anlamadığından, o cemaatin maddî iplerle bağlandığını ve o acip ipler onları esir edip oynattığını tahayyül [hayal etme] ederek, en vahşî, insan suretindeki canavar hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı bir fikirle çıkar, gider.

İşte, aynı bu misal gibi, Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebedin hadsiz cünudunun [askerler] muhteşem bir kışlası olan şu âleme ve o Mâbûd-u Ezelînin [varlığının başlangıcı olmayan ve ibadete layık olan Allah] muntazam bir mescidi olan şu kâinata, mahz-ı vahşet [tam bir ilkellik] olan inkârlı fikr-i tabiatı [her şeyi tabiatın yarattığını kabul eden düşünce] taşıyan bir münkir [Allah’a inanmayan] giriyor. O Sultan-ı Ezelînin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] hikmetinden gelen nizâmât-ı kâinatın [kâinattaki düzenler] mânevî kanunlarını birer maddî madde tasavvur ederek ve saltanat-ı rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] kavânîn-i itibariyesi [itibari kanunlar] ve o Mâbûd-u Ezelînin [varlığının başlangıcı olmayan ve ibadete layık olan Allah] şeriat-ı fıtriye-i kübrâsının, [Allah’ın yaratılışa koyduğu ve bütün varlıkların tabi olduğu büyük kanunlar] mânevî ve yalnız vücud-u ilmîsi [ilim halinde olan varlık] bulunan ahkâmlarını [hükümler] ve düsturlarını, [kâide, kural] birer mevcud-u haricî [gözle görülür şekilde maddî bir yapıya sahip olan] ve maddî birer madde tahayyül [hayal etme] ederek, kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] yerine, o ilim ve kelâmdan gelen ve yalnız vücud-u ilmîsi [ilim halinde olan varlık] bulunan o kanunları ikame etmek ve ellerine icad vermek, sonra da onlara “tabiat” namını takmak ve yalnız bir cilve-i kudret-i Rabbâniye [Rabbânî kudret ve iradenin yansıması] olan kuvveti, bir zîkudret [kudretli, güçlü, kuvvetli] ve müstakil [bağımsız] bir kadîr telâkki [anlama, kabul etme] etmek, misaldeki vahşîden bin defa aşağı bir vahşettir.

Elhasıl, [kısaca, özetle] tabiiyyunların, [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] ve hakikatsiz, tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve

211

hakikat-i hariciye [dış dünyaya ait gerçek] sahibi ise, ancak bir san’at olabilir, sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] olamaz. Bir nakıştır, [işleme] nakkâş [herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] olamaz. Ahkâmdır, [hükümler] hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar] şâri’ [kanun koyucu] olamaz. Mahlûk bir perde-i izzettir, [izzet ve büyüklüğün önündeki perde] hâlık [her şeyi yaratan Allah] olamaz. Münfail [fiilden etkilenen] bir fıtrattır, fâtır [benzeri bulunmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah] bir fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olamaz. Kanundur, kudret değildir, kadîr olamaz. Mistardır, [birşeyin kaynağından çıkmasına yarayan âlet] masdar [fiillerin asıl kökü] olamaz.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Madem mevcudat [var edilenler, varlıklar] var. Madem On Altıncı Notanın [bildiri] başında denildiği gibi, mevcudun vücuduna, taksim-i aklî [akıl ve fikir yoluyla bir konuyu bölümlere ayırmak] ile, dört yoldan başka yol tahayyül [hayal etme] edilmez. O dört cihetten üçünün—herbirinin üç zâhir muhallerle—butlanı kat’î bir surette ispat edildi. Elbette, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] ve bilbedâhe, [açık bir şekilde] dördüncü yol olan vahdet [Allah’ın birliği] yolu, kat’î bir surette ispat olunuyor. O dördüncü yol ise, baştaki اَفِى اللهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1 âyeti, şeksiz [şüphesiz] ve şüphesiz, bedâhet [açıklık] derecesinde, Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] uluhiyetini [İlâhlık] ve herşey doğrudan doğruya dest-i kudretinden [Allah’ın kudret eli] çıktığını ve semâvat ve arz kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] bulunduğunu gösteriyor.

Ey esbabperest [sebeplere tapan] ve tabiata tapan biçare adam! Madem herşeyin tabiatı, herşey gibi mahlûktur; çünkü san’atlıdır ve yeni oluyor. Hem her müsebbep [sebep olunan şey, sebebin sonucu] gibi, zâhirî sebebi dahi masnudur. Ve madem herşeyin vücudu pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtır. O halde, o tabiatı icad eden ve o sebebi halk eden bir Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] var. Ve o Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] ne ihtiyacı var ki, âciz vesâiti [vasıtalar] rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve icadına teşrik etsin? Hâşâ! Belki doğrudan doğruya, müsebbebi [netice, eser, sebebin sonucu] sebep ile beraber halk ederek, cilve-i esmâsını [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] ve hikmetini göstermek için, bir tertip ve tanzim ile zâhirî bir sebebiyet, bir mukarenet [beraberlik, bir arada bulunma] vermekle, eşyadaki zâhirî kusurlara,

212

merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci olmak için, esbab [sebebler] ve tabiatı dest-i kudretine [Allah’ın kudret eli] perde etmiş, izzetini [büyüklük, yücelik] o suretle muhafaza etmiş.

Acaba bir saatçi, saatin çarklarını yapsın, sonra saati çarklarla tertip edip tanzim etsin, daha mı kolaydır? Yoksa harika bir makineyi o çarklar içinde yapsın, sonra saatin yapılmasını o makinenin câmid [cansız] ellerine versin, tâ saati yapsın, daha mı kolaydır? Acaba imkân haricinde değil midir? Haydi, o insafsız aklınla sen söyle, sen hâkim ol.

Veyahut bir kâtip mürekkep, [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] kalem, kâğıdı getirdi. Onunla kendi bizzat o kitabı yazsa daha mı kolaydır? Yoksa o kâğıt, mürekkep, [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] kalem içinde, o kitaptan daha san’atlı, daha zahmetli, yalnız o tek kitaba mahsus olarak bir yazı makinesi icad etsin, sonra o şuursuz makineye “Haydi, sen yaz” desin de kendi karışmasın, daha mı kolaydır? Acaba yüz defa yazıdan daha müşkül [zorluk] değil midir?

Eğer desen: Evet, bir kitabı yazan makinenin icadı o kitaptan yüz defa daha müşküldür. Fakat o makine, aynı kitabın birçok nüshalarını yazmasına vasıta olmak cihetiyle, belki bir kolaylık var.

Elcevap: Nakkâş-ı Ezelî, [herşeyi zatına has olarak nakış nakış işleyen, evveli olmayan Allah] hadsiz kudretiyle, nihayetsiz cilve-i esmâsını [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] her vakit tazelendirmekle ayrı ayrı şekilde göstermek için, eşyadaki teşahhusları [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] ve hususî simaları öyle bir surette halk etmiştir ki, hiçbir mektub-u Samedânî [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eser] ve hiçbir kitab-ı Rabbânî, [Allah’ın bu âlemde hakimiyetini ve Rablığını bir kitap gibi anlatan eseri, kâinat] diğer kitapların aynı aynına olamıyor. Alâküllihal, [her durumda] ayrı mânâları ifade etmek için, ayrı bir siması bulunacak.

Eğer gözün varsa, insanın simasına bak, gör ki: Zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] şimdiye kadar, belki ebede kadar, bu küçük simada, âzâ-yı esasîde [temel organlar] ittifakla beraber, herbir sima, umum simalara nisbeten, herbirisine karşı birer alâmet-i farika[ayırt edici işaret] var olduğu kat’iyen [kesinlikle] sabittir. Bunun için, herbir sima ayrı bir kitaptır. Yalnız san’atın tanzimi için ayrı bir yazı takımı ve ayrı bir tertip ve telif [kaleme alma] ister. Ve maddelerini hem getirmek, hem yerleştirmek ve hem de vücuda lâzım olan herşeyi derc [yerleştirme] etmek için, bütün bütün başka bir tezgâh ister.

213

Haydi, farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, tabiata bir matbaa nazarıyla baktık. Fakat bir matbaaya ait olan tanzim ve basmak, yani, muayyen intizamını kalıba sokmaktan başka, o tanzimin icadından, icadları yüz derece daha müşkül [zorluk] bir zîhayatın [canlı] cismindeki maddeleri aktâr-ı âlemden [âlemin dört bir yanı] mizan-ı mahsusla [özel ölçü] ve has bir intizamla icad etmek ve getirmek ve matbaa eline vermek için, yine o matbaayı icad eden Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] kudret ve iradesine muhtaçtır. Demek bu matbaalık ihtimali ve farzı, bütün bütün mânâsız bir hurafedir.

İşte bu saat ve kitap misalleri gibi, Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Kadîr-i Külli Şey, [her şeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi olan Allah] esbabı halk etmiş, müsebbebâtı [netice, eser, sebebin sonucu] da halk ediyor. Hikmetiyle, müsebbebâtı [netice, eser, sebebin sonucu] esbaba bağlıyor. Kâinatın harekâtının tanzimine dair kavânîn-i âdetullahtan [Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları] ibaret olan şeriat-ı fıtriye-i kübrâ-yı İlâhiyenin [kainattaki düzen ve intizamı sağlayan, bütün varlıkların tabi olduğu büyük, İlâhi kanunlar] bir cilvesini ve eşyadaki o cilvesine yalnız bir âyine [ayna] ve bir mâkes [yansıma yeri] olan tabiat-ı eşyayı, [varlıkların özelliği, tabiatı] iradesiyle tayin etmiştir. Ve o tabiatın vücud-u haricîye [dış dünya, görünen varlık âlemi] mazhar [erişme, nail olma] olan veçhini, [yön] kudretiyle icad etmiş ve eşyayı o tabiat üzerinde halk etmiş, birbirine mezc [karışma, bütünleşme] etmiş. Acaba gayet derecede mâkul ve hadsiz burhanların [delil] neticesi olan bu hakikatin kabulü mü daha kolaydır? Acaba vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde lâzım değil midir? Yoksa câmid, [cansız] şuursuz, mahlûk, masnu, [san’at eseri] basit olan o sebep ve tabiat dediğiniz maddelere, herbir şeyin vücuduna lâzım hadsiz cihazat ve âlâtı [aletler] verip hakîmâne, [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] basîrâne [görerek] olan işleri kendi kendilerine yaptırmak mı daha kolaydır? Acaba imtinâ derecesinde imkân haricinde değil midir? Senin o insafsız aklının insafına havale ediyoruz.

Münkir [Allah’a inanmayan] ve tabiatperest diyor ki: “Madem beni insafa davet ediyorsun. Ben de diyorum ki: Şimdiye kadar yanlış gittiğimiz yol hem yüz derece muhal, [bâtıl, boş söz] hem gayet zararlı ve nihayet derecede çirkin bir meslek olduğunu itiraf ediyorum. Sabık [daha önceden geçen] tahkikatınızdan, [araştırma, inceleme] zerre miktar şuuru bulunan anlayacak ki, esbaba, tabiata

214

icad vermek mümtenidir, [imkansız] muhaldir. Ve herşeyi doğrudan doğruya Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vermek vâciptir, zarurîdir. Elhamdü lillâhi ale’l-îmân1 deyip iman ediyorum.

“Yalnız bir şüphem var: Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Hâlık [her şeyi yaratan Allah] olduğunu kabul ediyorum. Fakat bazı cüz’î [ferdî, küçük] esbabın ehemmiyetsiz şeylerde icada müdahaleleri ve bir parça medh ü senâ kazanmaları, saltanat-ı rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] ne zarar verir? Saltanatına noksaniyet gelir mi?”

Elcevap: Bazı risalelerde gayet kat’î ispat ettiğimiz gibi, hâkimiyetin şe’ni, [belirleyici özellik] müdahaleyi reddetmektir. Hattâ, en ednâ [basit, aşağı] bir hâkim, bir memur, daire-i hâkimiyetinde [egemenlik, üstünlük, âmirlik dairesi] oğlunun müdahalesini kabul etmiyor. Hattâ, hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, [kuruntu] bazı dindar padişahlar, halife oldukları halde mâsum evlâtlarını katletmeleri, bu redd-i müdahale kanununun [hiç kimsenin karışmasını kabul etmeme kanunu] hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor. Bir nahiyede iki müdürden tut, tâ bir memlekette iki padişaha kadar, hâkimiyetteki istiklâliyetin [bağımsızlık] iktiza [bir şeyin gereği] ettiği men-i iştirak [ortaklığı kabul etmemek] kanunu, tarih-i beşerde [insanlık tarihi] çok acip hercümerc [alt üst olma] ile kuvvetini göstermiş.

Acaba âciz ve muavenete [yardım] muhtaç insanlardaki âmiriyet [âmirlik, yöneticilik] ve hâkimiyetin bir gölgesi bu derece müdahaleyi reddetmeyi ve başkasının müdahalesini men etmeyi ve hâkimiyetinde iştirak kabul etmemeyi ve makamında istiklâliyetini [bağımsızlık] nihayet taassupla [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] muhafazaya çalışmayı gör; sonra, hâkimiyet-i mutlaka [sınırsız ve tam bir egemenlik] rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] derecesinde; ve âmiriyet-i mutlaka [sınırsız ve tam bir âmirlik, yöneticilik] ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] derecesinde; ve istiklâliyet-i mutlaka [kesin ve sınırsız bağımsızlık] ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] derecesinde; ve istiğnâ-yı mutlak [hiçbir şeye kesinlikle muhtaç olmama] kadîriyet-i mutlaka [Cenâb-ı Hakkın gücünün sınırsız olarak her şeyde görünmesi] derecesinde bir Zât-ı Zülcelâlde, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] bu redd-i müdahale ve men-i iştirak [ortaklığı kabul etmemek] ve tard-ı şerik, [ortağı, ortaklığı reddetmek] ne derece o hâkimiyetin zarurî bir lâzımı ve vâcip bir mukteza[bir şeyin gereği] olduğunu, kıyas edebilirsen et.

215

Amma ikinci şık şüphen ki: Bazı esbab, [sebebler] bazı cüz’iyâtın [ferdler, küçük şeyler] bazı ubudiyetlerine [Allah’a kulluk] merci olsa, o Mâbûd-u Mutlak [ibadete layık tek varlık olan Allah] olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] müteveccih, [yönelen] zerrattan [atomlar] seyyârâta [gezegenler] kadar mahlûkatın ubudiyetlerinden [Allah’a kulluk] ne noksan gelir?

Elcevap: Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîmi, [her şeyi bir maksat ve gayeye uygun ve yerli yerinde yaratan yaratıcı, Allah] kâinatı bir ağaç hükmünde halk edip, en mükemmel meyvesini zîşuur, [akıl ve şuur sahibi] ve zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] içinde en câmi meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati [yaratılış neticesi] ve gaye-i fıtratı [yaratılış amacı] ve semere-i hayatı [hayatın netice ve faydaları] olan şükür ve ibadeti, o Hâkim-i Mutlak [herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan] ve Âmir-i Müstakil, [bağımsız, hiçbir ortağı olmayan âmir, idareci] kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o Vâhid-i Ehad, [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi? Bütün bütün hikmetine zıt olarak, netice-i hilkati [yaratılış neticesi] ve semere-i kâinatı [kâinatın meyvesi] abes eder mi? Hâşâ ve kellâ, [asla] hem hikmetini ve rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] inkâr ettirecek bir tarzda, mahlûkatın ibadetlerini başkalara vermeye rıza gösterir mi? Hiç müsaade eder mi? Ve hem hadsiz bir derecede kendini sevdirmeyi ve tanıttırmayı ef’âliyle [fiiler, davranışlar] gösterdiği halde, en mükemmel mahlûkatının şükür ve minnettarlıklarını, tahabbüb [karşılıklı sevgi gösterme] ve ubudiyetlerini [Allah’a kulluk] başka esbaba vermekle kendini unutturup, kâinattaki makasıd-ı âliyesini [yüce maksatlar, gayeler] inkâr ettirir mi? Ey tabiatperestlikten vazgeçen arkadaş, haydi sen söyle.

O diyor: “Elhamdü lillâh, bu iki şüphem hallolmakla beraber, vahdâniyet-i İlâhiyeye [Allah’ın bir ve tek olması] dair ve Mâbûd-u Bilhak [hakkıyla ibadete layık olan Allah] O olduğuna ve Ondan başkaları ibadete lâyık olmadığına o kadar parlak ve kuvvetli iki delil gösterdin ki, onları inkâr etmek, güneşi ve gündüzü inkâr etmek gibi bir mükâberedir.” [büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme]

ba

216

 Hâtime

Tabiat fikr-i küfrîsini [Allah’ı inkâr etme düşüncesi] terk eden ve imana gelen zat diyor ki:

Elhamdü lillâh, benim şüphelerim kalmadı. Yalnız merakımı mucip [gerektirici] olan birkaç sualim var.

BİRİNCİ SUAL: Çok tembellerden ve târiküssalâtlardan [namaz kılmayı terk eden kimse] işitiyoruz. diyorlar ki: “Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur’ân’da çok şiddet ve ısrarla, ibadeti terk edeni zecredip [sakındırma] Cehennem gibi dehşetli bir cezayla tehdit ediyor? İtidalli ve istikametli [doğru] ve adaletli olan ifade-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın kendine mahsus anlatım biçimi] nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz’î [ferdî, küçük] hataya karşı nihayet şiddeti gösteriyor?”

Elcevap: Evet, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar [ilaçlar] hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi [faydalı] ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: “Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?” Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın.

Amma Kur’ân’ın, terk-i ibadet [Allah’a kulluk etmeyi bırakma] hakkında şiddetli tehdidâtı [tehditler] ve dehşetli cezaları ise: Nasıl ki bir padişah, raiyetinin [halk] hukukunu muhafaza etmek için, âdi bir adamın, raiyetinin [halk] hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar. Öyle de, ibadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebedin raiyeti [halk] hükmünde olan mevcudatın [var edilenler, varlıklar] hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve mânevî bir zulüm eder. Çünkü, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] kemâlleri, Sânie [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] müteveccih [yönelen] yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. İbadeti terk eden, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder. O vakit, ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedânî [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eser] ve birer âyine-i esmâ-i Rabbâniye [bütün varlıkları idare, tedbir ve terbiye eden Allah’ın isimlerinin aynası] olan mevcudatı [var edilenler, varlıklar] âli [yüce] makamlarından tenzil [indirme] ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, câmid, [cansız]

217

perişan bir vaziyette telâkki [anlama, kabul etme] ettiğinden, mevcudatı [var edilenler, varlıklar] tahkir [aşağılama] eder, kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] inkâr ve tecavüz eder.

Evet, herkes kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insanı kâinat için bir mikyas, [ölçü] bir mizan [ölçü] suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş; o âlemin rengini, [rengârenk, süslü, parlak] o insanın itikad-ı kalbîsine [kalben inanma] göre gösteriyor. Meselâ, gayet meyus [ümitsiz] ve matemli [yaslı, hüzünlü] olarak ağlayan bir insan, mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ağlar ve meyus [ümitsiz] suretinde görür. Gayet sürurlu [mutluluk] ve neş’eli, müjdeli ve kemâl-i neş’esinden [tam bir neşe] gülen bir adam, kâinatı neş’eli, güler gördüğü gibi; mütefekkirâne [gerçek nimet verici olan Allah’ı düşünürek] ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] hakikat-i kemâlâtına [mükemmelliklerin esası, gerçeği] tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm [kuruntu] eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder.

Hem o târiküssalât, [namaz kılmayı terk eden kimse] kendi kendine mâlik olmadığı için, kendi mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki, o abdinin hakkını onun nefs-i emmâresinden [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] almak için, dehşetli tehdit eder. Hem netice-i hilkati [yaratılış neticesi] ve gaye-i fıtratı [yaratılış amacı] olan ibadeti terk ettiğinden, hikmet-i İlâhiye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] ve meşiet-i Rabbâniyeye [Cenâb-ı Hakkın kendisine özel istek, arzu ve muradı] karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır.

Elhasıl, [kısaca, özetle] ibadeti terk eden hem kendi nefsine zulmeder—nefis ise Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] abdi ve memlûküdür—hem [köle, kul] kâinatın hukuk-u kemâlâtına [İlâhî kemâlâtın bizden istediği haklar] karşı bir tecavüz, bir zulümdür. Evet, nasıl ki küfür, mevcudata [var edilenler, varlıklar] karşı bir tahkirdir; [aşağılama] terk-i ibadet [Allah’a kulluk etmeyi bırakma] dahi, kâinatın kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bir inkârdır. Hem hikmet-i İlâhiyeye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] karşı bir tecavüz olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstehak olur.

İşte bu istihkakı [hak edilen pay] ve mezkûr [adı geçen] hakikati ifade etmek için, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] mucizâne [mu’cizeli bir şekilde] bir surette o şiddetli tarz-ı ifadeyi [ifade etme tarzı] ihtiyar ederek, tam tamına hakikat-i belâgat [güzel ve özlü ifade gerçeği] olan mutabık-ı mukteza-yı hale [halin gereğine uygun] mutabakat ediyor.

218

İKİNCİ SUAL: Tabiattan vazgeçen ve imana gelen zat diyor ki: “Her mevcut, her cihette, her işinde ve herşeyinde ve her şe’ninde [belirleyici özellik] meşiet-i İlâhiyeye [Allah’ın dilemesi] ve kudret-i Rabbâniyeye [her bir varlığı terbiye ve idare eden Allah’ın kudreti] tâbi olması, çok azîm bir hakikattir. Azameti cihetinde dar zihinlerimize sıkışmıyor. Halbuki gözümüzle gördüğümüz bu nihayet derecede mebzuliyet, [bolluk] hem hilkat [yaratılış] ve icad-ı eşyadaki [eşyaya vücut vermek] hadsiz suhulet, [kolaylık] hem sabık [daha önceden geçen] burhanlarınızla [delil] tahakkuk [gerçekleşme] eden, vahdet [Allah’ın birliği] yolundaki icad-ı eşyada [eşyaya vücut vermek] nihayet derecede kolaylık ve suhulet, [kolaylık] hem nass-ı Kur’ân [Kur’ân’ın açık ve kesin hükmü] ile beyan edilen

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ * 1

وَمَۤا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ * 2

gibi âyetlerin sarahaten [açıklık] gösterdikleri nihayet derecede kolaylık, o hakikat-i azîmeyi, [büyük gerçek] en makbul ve en mâkul bir mesele olduğunu gösteriyorlar. Bu kolaylığın sırrı ve hikmeti nedir?”

Elcevap: Yirminci Mektubun Onuncu Kelimesi olan وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ 3 beyanında, o sır gayet vâzıh [açık] ve kat’î ve mukni [ikna edici] bir tarzda beyan edilmiş. Hususan o mektubun zeylinde [ek] daha ziyade vuzuhla [açıklık] ispat edilmiş ki, bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] Sâni-i Vâhide [bir ve tek olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] isnad edildiği vakit, birtek mevcut hükmünde kolaylaşır. Eğer Vâhid-i Ehade [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] verilmezse, birtek mahlûkun icadı bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] kadar müşkülleşir. Ve bir çekirdek, bir ağaç kadar suubetli [zorluk] olur.

Eğer Sâni-i Hakikîsine [her şeyin gerçek anlamda san’atkârı ve yaratıcısı olan Allah] verilse, kâinat bir ağaç gibi ve ağaç bir çekirdek gibi ve Cennet bir bahar gibi ve bahar bir çiçek gibi kolaylaşır, suhulet [kolaylık] peydâ eder.

219

Ve bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görünen hadsiz mebzuliyet [bolluk] ve ucuzluğun ve her nev’in suhuletle [kolaylıkla] kesret-i efradı [fertlerin çokluğu] bulunmasının ve kesret-i suhulet ve sür’atle muntazam, san’atlı, kıymetli mevcudatın [var edilenler, varlıklar] kolayca vücuda gelmesinin sırlarına medar [kaynak, dayanak] olan ve hikmetlerini gösteren yüzer delillerinden ve başka risalelerde tafsilen beyan edilen bir ikisine muhtasar [kısa] bir işaret ederiz.

Meselâ, nasıl ki yüz nefer [asker] bir zâbitin [subay] idaresine verilse, bir neferin [asker] yüz zâbitin [subay] idarelerine verilmesinden yüz derece daha kolay olduğu gibi; bir ordunun teçhizat-ı askeriyesi [askeri donanım] bir merkez, bir kanun, bir fabrika ve bir padişahın emrine verildiği vakit, adeta kemiyeten [sayıca, nicelik itibariyle] bir neferin [asker] teçhizatı kadar kolaylaştığı gibi, bir neferin [asker] teçhizat-ı askeriyesi [askeri donanım] müteaddit [bir çok] merkezlere, müteaddit [bir çok] fabrikalara, müteaddit [bir çok] kumandanlara havalesi de, adeta bir ordunun teçhizatı kadar kemiyeten [sayıca, nicelik itibariyle] müşkilâtlı [zor] oluyor. Çünkü birtek neferin [asker] teçhizatı için, bütün orduya lâzım olan fabrikaların bulunması gerektir.

Hem bir ağacın, sırr-ı vahdet [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] cihetiyle, bir kökte, bir merkezde, bir kanunla mevâdd-ı hayatiyesi [hayat için gerekli maddeler] verildiğinden, binler meyve veren o ağaç, bir meyve kadar suhuletli [kolay] olduğu bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görünür. Eğer vahdetten [Allah’ın birliği] kesrete [çokluk] gidilse, herbir meyveye lâzım mevâdd-ı hayatiye [hayat için gerekli maddeler] başka yerden verilse, herbir meyve bir ağaç kadar müşkilât [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] peydâ eder. Belki ağacın bir enmûzeci [örnek] ve fihristesi olan birtek çekirdek dahi, o ağaç kadar suubetli [zorluk] olur. Çünkü bir ağacın hayatına lâzım olan bütün mevâdd-ı hayatiye [hayat için gerekli maddeler] birtek çekirdek için de lâzım oluyor.

İşte bu misaller gibi yüzler misaller var, gösteriyorlar ki, vahdette [Allah’ın birliği] nihayet derecede suhuletle [kolaylıkla] vücuda gelen binler mevcut, şirkte ve kesrette [çokluk] birtek mevcuttan daha ziyade kolay olur. Sair risalelerde bu hakikat iki kere iki dört eder derecede ispat edildiğinden, onlara havale edip, burada yalnız bu suhulet [kolaylık] ve kolaylığın ilim ve kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] ve kudret-i Rabbâniye [her bir varlığı terbiye ve idare eden Allah’ın kudreti] nokta-i nazarında [bakış açısı] gayet mühim bir sırrını beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Sen bir mevcutsun. Eğer Kadîr-i Ezelîye [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] kendini versen, bir kibrit çakar gibi, hiçten, yoktan, bir emirle, hadsiz kudretiyle, seni bir anda halk eder. Eğer sen

220

kendini Ona vermezsen, belki esbab-ı maddiyeye [maddî sebepler] ve tabiata isnad etsen, o vakit sen, kâinatın muntazam bir hülâsası, [esas, öz] meyvesi ve küçük bir fihristesi ve listesi olduğundan; seni yapmak için kâinatı ve anâsırı [kâinattaki unsurlar, elementler] ince elekle eleyip hassas ölçülerle aktâr-ı âlemden [âlemin dört bir yanı] senin vücudundaki maddeleri toplamak lâzım gelir. Çünkü esbab-ı maddiye [maddî sebepler] yalnız terkip [birleşim, sentez] eder, toplar. Kendilerinde bulunmayanı hiçten, yoktan yapamadıkları, bütün ehl-i akıl [akıl sahibi kimseler] yanında musaddaktır. [doğrulanan] Öyleyse, küçük bir zîhayatın [canlı] cismini aktâr-ı âlemden [âlemin dört bir yanı] toplamaya mecbur olurlar. İşte vahdette [Allah’ın birliği] ve tevhidde ne kadar kolaylık ve şirkte ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ne kadar müşkilât [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] var olduğunu anla.

İkincisi: İlim noktasında hadsiz bir suhulet [kolaylık] vardır. Şöyle ki:

Kader, ilmin bir nev’idir ki, herşeyin mânevî ve mahsus kalıbı hükmünde bir miktar tayin eder. Ve o miktar-ı kaderî, [Allah tarafından kader çerçevesinde takdir edilmiş, belirlenmiş ölçü] o şeyin vücuduna bir plân, bir model hükmüne geçer. Kudret icad ettiği vakit, gayet suhuletle, [kolaylıkla] o kaderî miktar üstünde icad eder. Eğer o şey muhit ve hadsiz ve ezelî bir ilmin sahibi olan Kadîr-i Zülcelâle [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] verilmezse, sabıkan [bundan önce] geçtiği gibi, binler müşkilât [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] değil, belki yüz muhâlât ortaya düşer. Çünkü o miktar-ı kaderî [Allah tarafından kader çerçevesinde takdir edilmiş, belirlenmiş ölçü] ve miktar-ı ilmî [İlâhî ilim ile belirlenen ölçü] olmazsa, binler haricî ve maddî kalıplar, küçücük bir hayvanın cesedinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilmek lâzım gelir.

İşte vahdette [Allah’ın birliği] nihayetsiz kolaylık ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve şirkte hadsiz müşkilâtın [zor] bir sırrını anla, وَمَۤا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ 1 âyeti ne kadar hakikatli ve doğru ve yüksek bir hakikati ifade ettiğini bil.

ÜÇÜNCÜ SUAL: Eskiden düşman, şimdi dost olan mühtedî [hidâyete eren, iman eden] diyor ki: “Şu zamanda çok ileri giden feylesoflar diyorlar ki: ‘Hiçten, hiçbir şey icad edilmiyor ve hiçbir şey idam [hiçlik, yokluk] edilmiyor; yalnız bir terkip, [birleşim, sentez] bir tahlildir ki, kâinat fabrikasını işlettiriyor.'”

221

Elcevap: Nur-u Kur’ân [Kur’ân nuru] ile mevcudata [var edilenler, varlıklar] bakmayan feylesofların en ileri gidenleri bakmışlar ki, tabiat ve esbab [sebebler] vasıtasıyla bu mevcudatın [var edilenler, varlıklar] teşekkülât [oluşumlar] ve vücutlarını—sabıkan ispat ettiğimiz tarzda—imtinâ derecesinde müşkilâtlı [zor] gördüklerinden, iki kısma ayrıldılar.

Bir kısmı Sofestâî [kâinatın Yaratıcısını kabul etmemek için herşeyi, hattâ kendini dahi inkâr eden bir felsefî ekole bağlı kimse] olup, insanın hassası olan akıldan istifa ederek, ahmak hayvanlardan daha aşağı düşerek, kâinatın vücudunu inkâr etmeyi, hattâ kendilerinin vücutlarını dahi inkâr etmesini, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] mesleğinde esbab [sebebler] ve tabiatın icad sahibi olmalarından daha ziyade kolay gördüklerinden, hem kendilerini, hem kâinatı inkâr edip cehl-i mutlaka [sonsuz bir cahillik] düşmüşler.

İkinci güruh bakmışlar ki, dalâlette, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] esbab [sebebler] ve tabiat mûcid [icad eden, yoktan var eden, Allah] olmak noktasında, bir sinek ve bir çekirdeğin icadı, hadsiz müşkilâtı [zor] var. Ve tavr-ı aklın [akıl ölçüsü, akıl çizgisi] haricinde bir iktidar iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Onun için, bilmecburiye, [mecburen, zorunlu olarak] icadı inkâr ediyorlar, “Yoktan var olmaz” diyorlar. Ve idamı da muhal [bâtıl, boş söz] görüyorlar, “Var yok olmaz” hükmediyorlar. Yalnız, harekât-ı zerrat [zerrelerin, atomların hareketleri] ile, tesadüf rüzgârlarıyla bir terkip [birleşim, sentez] ve tahlil ve dağılmak ve toplanmak suretinde bir vaziyet-i itibariye [göreceli bir durum] tahayyül [hayal etme] ediyorlar.

İşte, sen gel, ahmaklığın ve cehaletin en aşağı derecesinde, en yüksek akıllı kendini zanneden adamları gör! Ve dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] insanı ne kadar maskara ve süflî [alçak] ve eçhel yaptığını bil, ibret al.

Acaba her senede dört yüz bin envâı [tür] birden zemin yüzünde icad eden; ve semâvat ve arzı altı günde halk eden; ve altı haftada, her baharda, kâinattan daha san’atlı, hikmetli, zîhayat [canlı] bir kâinatı inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] eden bir kudret-i ezeliye, [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] bir ilm-i ezelînin [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] dairesinde plânları ve miktarları taayyün [belirleme] eden mevcudat-ı ilmiyeyi, [Allah’ın ilim dairesindeki varlıklar] göze göstermeyen bir ecza [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] ile yazılan ve görünmeyen bir yazıyı göstermek için sürülen bir ecza [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] misilli, [benzer] gayet kolay o mâdûmât-ı hariciye [maddeten yok olan ancak ilim plânında var olan şeyler] olan mevcudat-ı ilmiyeye [Allah’ın ilim dairesindeki varlıklar] vücud-u haricî [dış dünya, görünen varlık âlemi] vermeyi o kudret-i ezeliyeden [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] uzak görmek ve icadı inkâr etmek, evvelki güruh olan Sofestâîlerden [kâinatın Yaratıcısını kabul etmemek için herşeyi, hattâ kendini dahi inkâr eden bir felsefî ekole bağlı kimse] daha ziyade ahmakane ve cahilânedir. [cahilce, bilgisizce]

222

Bu bedbahtlar, âciz-i mutlak [güçsüzlüğü sınırsız olan] ve yalnız bir cüz-ü ihtiyarîden [insandaki çok az seçim gücü, irade] başka ellerinde olmayan, firavunlaşmış kendi nefisleri hiçbir şeyi idam [hiçlik, yokluk] ve yok edemediklerinden ve hiçbir zerreyi, bir maddeyi hiçten, yoktan icad edemediklerinden ve güvendikleri esbab [sebebler] ve tabiatın ellerinde hiçten icad gelmediği cihetle, ahmaklıklarından diyorlar: “Yoktan var olmaz, var da yok olmaz” deyip, bu bâtıl ve hata düsturu [kâide, kural] Kadîr-i Mutlaka [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] teşmil etmek [yayma, genişletme] istiyorlar.

Evet, Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] iki tarzda icadı var:

Biri ihtirâ’ [bir şeyin hiçten, yaratılması] ve ibdâ’ [var etme] iledir. Yani hiçten, yoktan vücut veriyor ve ona lâzım herşeyi de hiçten icad edip eline veriyor.

Diğeri inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ile, san’at iledir. Yani, kemâl-i hikmetini [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] ve çok esmâsının cilvelerini göstermek gibi çok dakik [derin ve ince] hikmetler için, kâinatın anâsırından [kâinattaki unsurlar, elementler] bir kısım mevcudatı [var edilenler, varlıklar] inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ediyor; her emrine tâbi olan zerratları [atomlar] ve maddeleri, rezzâkiyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır.

Evet, Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] iki tarzda, hem ibdâ’, [var etme] hem inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, en suhuletli, [kolay] belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin envâ-ı zîhayat [canlı türleri] mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından [atomlar] başka bütün keyfiyat ve ahvallerini [durumlar] hiçten var eden bir kudrete karşı “Yoğu var edemez” diyen adam, yok olmalı!

Tabiatı bırakan ve hakikate geçen zat diyor ki: “Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zerrat [atomlar] adedince şükür ve hamd ve senâ ediyorum ki, kemâl-i imanı [tam ve mükemmel bir iman] kazandım, evham ve dalâletlerden [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kurtuldum ve hiçbir şüphem de kalmadı. Elhamdü lillâhi alâ dîni’l-İslâm ve kemâli’l-îmân.”1 [İslâm dinini ve kusursuz bir imanı nasip ettiği için Allah’a hamd olsun]

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَۤا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

ba

223

Dördüncü Hüccet-i İmâniye

Otuzuncu Lem’anın [parıltı] İkinci Nüktesi [derin anlamlı söz]

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَۤائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ * 1

âyetinin bir nüktesi [derin anlamlı söz] ve bir İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] veyahut İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] altı nurundan bir nuru olan Adl [adalet] isminin bir cilvesi, Birinci Nükte [derin anlamlı söz] gibi, Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa göründü. Onu yakınlaştırmak için yine temsil yoluyla deriz:

Şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkanan bir şehir var. Ve o şehirde her vakit harp ve hicret [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] içinde kaynayan bir memleket var. Ve o memlekette her zaman mevt [ölüm] ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem var.

Halbuki, o sarayda, o şehirde, o memlekette, o âlemde o derece hayret-engiz [hayret verici] bir muvazene, [karşılaştırma/denge] bir mizan, [ölçü] bir tevzin [ölçülü yapma] hükmediyor; bilbedâhe [açık bir şekilde] ispat eder ki, bu hadsiz mevcudatta [var edilenler, varlıklar] olan hadsiz tahavvülât [başkalaşmalar] ve vâridat [gelirler] ve masarif, [masraflar, giderler] herbir anda umum kâinatı görür, nazar-ı teftişinden [denetleme bakışı] geçirir birtek Zâtın mizanıyla [ölçü] ölçülür, tartılır. Yoksa, balıklardan bir balık, bin yumurtacıkla ve nebâtattan [bitkiler] haşhaş gibi bir çiçek, yirmi bin tohumla ve sel gibi akan unsurların, inkılâpların [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] hücumuyla, şiddetle muvazeneyi [karşılaştırma/denge] bozmaya çalışan ve istilâ etmek isteyen esbab [sebebler] başıboş olsalardı veyahut maksatsız, serseri tesadüf ve mizansız, [ölçü] kör kuvvete ve şuursuz, zulmetli tabiata havale edilseydi, o muvazene-i eşya [varlıkların ölçü ve dengesi] ve muvazene-i kâinat [kâinat dengesi] öyle bozulacaktı ki, bir senede, belki bir günde hercümerc [alt üst olma] olurdu. Yani, deniz karma karışık şeylerle dolacaktı, taaffün [bozulma, çürüme, kokuşma] edecekti. Hava gazât-ı muzırra [zararlı gazlar] ile zehirlenecekti. Zemin ise bir mezbele, [çöplük] bir mezbaha, bir bataklığa dönecekti. Dünya boğulacaktı.

224

İşte, cesed-i hayvânînin [hayvanların bedeni] hüceyrâtından [hücrecikler] ve kandaki küreyvât-ı hamrâ [alyuvarlar] ve beyzâdan ve zerrâtın [atomlar] tahavvülâtından [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve cihazat-ı bedeniyenin [bedendeki organlar] tenasübünden [uygunluk] tut, tâ denizlerin vâridat [gelirler] ve masarifine, [masraflar, giderler] tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına, tâ hayvânat ve nebâtâtın [bitkiler] tevellüdat [doğma] ve vefiyatlarına, [vefatlar, ölümler] tâ güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına, tâ unsurların ve yıldızların hidemat [hizmetler] ve harekâtlarına, tâ mevt [ölüm] ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve burudetin [soğukluk] değişmelerine ve döğüşmelerine ve çarpışmalarına kadar, o derece hassas bir mizanla [ölçü] ve o kadar ince bir ölçüyle tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer [insan aklı] hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği gibi, hikmet-i insaniye [insan aklının ürünü olan fen ve felsefe ilmi] dahi herşeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor. Belki, hikmet-i insaniye, [insan aklının ürünü olan fen ve felsefe ilmi] o intizam ve mevzuniyetin [ölçülü] bir tezahürüdür, bir tercümanıdır.

İşte, gel, Güneş ile muhtelif on iki seyyarenin [gezegen] muvazenelerine [karşılaştırma/denge] bak. Acaba bu muvazene, [karşılaştırma/denge] güneş gibi, Adl [adalet] ve Kadîr olan Zât-ı Zülcelâli [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] göstermiyor mu? Ve bilhassa, seyyârâttan [gezegenler] olan gemimiz, yani küre-i arz, [yer küre, dünya] bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder. Ve o harika sür’atiyle beraber, zeminin yüzünde dizilmiş, istif [yığma, biriktirme] edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya [uzay] fırlatmıyor. Eğer sür’ati bir parça tezyid [artırma, çoğaltma] veya tenkis [eksiltme, değerini indirme] edilseydi, sekenesini [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] havaya fırlatıp fezada [uzay] dağıtacaktı. Ve bir dakika, belki bir saniye muvazenesini [karşılaştırma/denge] bozsa, dünyamızı bozacak, belki başkasıyla çarpışacak, bir kıyameti koparacak.

Ve bilhassa zeminin yüzünde, nebâtî [bitkilerden olan] ve hayvânî dört yüz bin taifenin tevellüdat [doğma] ve vefiyatça [vefatlar, ölümler] ve iaşe ve yaşayışça rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] muvazeneleri, [karşılaştırma/denge] ziya güneşi gösterdiği gibi, birtek Zât-ı Adl [her hak sahibine hakkını veren, sonsuz adalet sahibi olan Zât, Allah] ve Rahîmi gösteriyor.

Ve bilhassa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından [bireyler] birtek ferdin âzâsı,

225

cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla [ölçü] birbiriyle münasebettar [alâkalı, ilgili] ve muvazenettedir [karşılaştırma/denge] ki, o tenasüp, [uygunluk] o muvazene, [karşılaştırma/denge] bedâhet [açıklık] derecesinde bir Sâni-i Adl [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan ve sonsuz adâlet sahibi olan Allah] ve Hakîmi gösteriyor.

Ve bilhassa her ferd-i hayvânînin [her bir hayvan] bedenindeki hüceyrâtın [hücrecikler] ve kan mecrâlarının [akım yeri] ve kandaki küreyvâtın ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve harika muvazeneleri [karşılaştırma/denge] var; bilbedâhe [açık bir şekilde] ispat eder ki, herşeyin dizgini elinde ve herşeyin anahtarı yanında ve birşey birşeye mâni olmuyor, umum eşyayı birtek şey gibi kolayca idare eden birtek Hâlık-ı Adl u Hakîmin [herşeyi adaletle ve hikmetle yaratan Allah] mizanıyla, [ölçü] kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor.

Haşrin Mahkeme-i Kübrâsında, [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] mizan-ı âzam-ı adaletinde [büyük adalet terazisi] cin ve insin muvazene-i a’mâllerini [yapılan işlerin, amellerin tartılıp hesaplanması] istib’âd [akıldan uzak görme] edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu muvazene-i ekbere [en büyük düzen, denge] dikkat etse, elbette istib’âdı [akıldan uzak görme] kalmaz.

Ey israflı, iktisatsız, ey zulümlü, adaletsiz, ey kirli, nezafetsiz, [temizlik] bedbaht insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] düstur-u hareketi [hareket etme kanunu, kuralı] olan iktisat ve nezafet [temizlik] ve adaleti yapmadığından, umum mevcudata [var edilenler, varlıklar] muhalefetinle, mânen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar [erişme, nail olma] oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki, umum mevcudatı [var edilenler, varlıklar] zulmünle, mizansızlığınla, [ölçü] israfınla, nezafetsizliğinle [temizlik] kızdırıyorsun?

Evet, ism-i Hakîmin [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] cilve-i âzamından [büyük yansıma, görüntü] olan hikmet-i âmme-i kâinat, [bütün kâinatta geçerli olan hikmet] iktisat ve israfsızlık [boş yere harcamadan yapılan] üzerinde hareket ediyor, iktisadı [tutumluluk] emrediyor.

Ve ism-i Adlin [Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi] cilve-i âzamından [büyük yansıma, görüntü] gelen kâinattaki adalet-i tâmme, [tam ve eksiksiz adalet] umum eşyanın muvazenelerini [karşılaştırma/denge] idare ediyor. Ve beşere de adaleti emrediyor. Sûre-i Rahmân’da,

226

وَالسَّمَۤاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمِيزَانَ * اَلاَّ تَطْغَوْا فِى الْمِيزَانِ * وَاَقِيمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ وَلاَ تُخْسِرُوا الْمِيزَانَ * 1

âyetindeki, dört mertebe, dört nevi mizana [ölçü] işaret eden, dört defa mizan [ölçü] zikretmesi, kâinatta mizanın [ölçü] derece-i azametini [büyüklük derecesi] ve fevkalâde, pek büyük ehemmiyetini gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm ve mizansızlık [ölçü] yoktur.

Ve ism-i Kuddûsün [Allah’ın her türlü kusur ve çirkinlikten yüce olduğunu ve her işinde sınırsız bir temizlik görüldüğünü ifade eden ismi] cilve-i âzamından [büyük yansıma, görüntü] gelen tanzif [temizleme] ve nezafet, [temizlik] bütün kâinatın mevcudatını [var edilenler, varlıklar] temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik [temizlik] ve çirkinlik görünmüyor.

İşte, hakaik-i Kur’âniyeden [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] ve desâtir-i İslâmiyeden [İslâmın düsturları] [kâide, kural] olan adalet, iktisat, nezafet [temizlik] hayat-ı beşeriyede [insan hayatı] ne derece esaslı birer düstur [kâide, kural] olduğunu anla. Ve ahkâm-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın hükümleri] ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakaiki [doğru gerçekler] bozmak, kâinatı bozmak ve suretini değiştirmek gibi, mümkün olmadığını bil.

Ve bu üç ziya-yı âzam [en büyük ışık] gibi, rahmet, inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] hafîziyet [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] misil[benzer] yüzer ihata[herşeyi kuşatma] hakikatler haşri, âhireti iktiza [bir şeyin gereği] ve istilzam [gerektirme] ettikleri halde, hiç mümkün müdür ki, kâinatta ve umum mevcudatta [var edilenler, varlıklar] hükümfermâ [hüküm süren] olan rahmet, inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] adalet, hikmet, iktisat ve nezafet [temizlik] gibi pek kuvvetli, ihata[herşeyi kuşatma] hakikatler, haşrin ademiyle ve âhiretin gelmemesiyle merhametsizliğe, zulme, hikmetsizliğe, israfa, nezafetsizliğe, [temizlik] abesiyete [anlamsızlık] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etsinler?

Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Bir sineğin hakk-ı hayatını [yaşama hakkı] rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] muhafaza eden

227

bir rahmet, bir hikmet, acaba haşri getirmemekle, umum zîşuurların [akıl ve şuur sahibi] hadsiz hukuk-u hayatlarını [hayat boyu sahip olunan haklar] ve nihayetsiz mevcudatın [var edilenler, varlıklar] nihayetsiz hukuklarını zayi eder mi? Ve, tabiri caizse, [açıklanması uygunsa] rahmet ve şefkatte ve adalet ve hikmette hadsiz hassasiyet ve dikkat gösteren bir haşmet-i Rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] ve kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] göstermek ve kendini tanıttırmak ve sevdirmek için bu kâinatı hadsiz harika san’atlarıyla, nimetleriyle süslendiren bir saltanat-ı Ulûhiyet, [bütün varlıkların tek İlâhı olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı] böyle, hem umum kemâlâtını, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] hem bütün mahlûkatını hiçe indiren ve inkâr ettiren haşirsizliğe müsaade eder mi? Hâşâ! Böyle bir cemâl-i mutlak, [sınırsız güzellik] böyle bir kubh-u mutlaka, [mutlak çirkinlik] bilbedâhe, [açık bir şekilde] müsaade etmez.

Evet, âhireti inkâr etmek isteyen adam, evvelce bütün dünyayı bütün hakaikiyle [doğru gerçekler] inkâr etmeli. Yoksa, dünya bütün hakaikiyle, [doğru gerçekler] yüz bin lisanla onu tekzip ederek bu yalanında yüz bin derece yalancılığını ispat edecek. Onuncu Söz kat’î delillerle ispat etmiştir ki, âhiretin vücudu, dünyanın vücudu kadar kat’î ve şüphesizdir.