ASÂ-YI MÛSÂ – İkinci Kısım -4 (271-311)

271

Dokuzuncu Hüccet-i İmâniye

(Dokuzuncu Şuâ’ın Mukaddime-i [başlangıç] Haşriyyesi)

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

فَسُبْحَانَ اللهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ * وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ * يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ * وَمِنْ اٰيَاتِهِۤ أَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ اِذَۤا أَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ * وَمِنْ اٰيَاتِهِۤ أَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ أَنْفُسِكُمْ أَزْوَاجًا لِتَسْكُنُۤوا إِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةً إِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ * وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ أَلْسِنَتِكُمْ وَأَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ * وَمِنْ اٰيَاتِهِ مَنَامُكُمْ بِالَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَابْتِغَۤاؤُكُمْ مِنْ فَضْلِهِ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ * وَمِنْ اٰيَاتِهِ يُرِيكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَطَمَعًا وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَيُحْيِى بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ * وَمِنْ اٰيَاتِهِۤ اَنْ تَقُومَ السَّمَۤاءُ وَاْلاَرْضُ بِأَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَۤا أَنْتُمْ تَخْرُجُونَ * وَلَهُ مَنْ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ * وَهُوَ الَّذِى يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ أَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ * 1

272

İmanın bir kutbunu gösteren bu semâvî âyât-ı kübranın [büyük, yüce âyetler] ve haşri ispat eden şu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] berâhin-i uzmânın [büyük deliller] bir nükte-i ekberi [en büyük nükte, ince derin mânâ] ve bir hüccet-i âzamı [en büyük delil] bu Dokuzuncu Şuâda beyan edilecek. Lâtif [berrak, şirin, hoş] bir inâyet-i Rabbâniyedir [Allah’ın inayeti, yardımı] ki, bundan otuz sene evvel Eski Said, yazdığı tefsir mukaddimesi [başlangıç] Muhâkemat [muhakemeler; bir karara varmak için bir meseleyi iki taraflı olarak bütün delileriyle beraber incelemek] namındaki eserin âhirinde, “İkinci Maksat: Kur’ân’da haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] işaret eden iki âyet tefsir ve beyan edilecek. نَخُو بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 1 ” deyip durmuş, daha yazamamış.

Hâlık-ı Rahîmime [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] delâil [deliller] ve emârât-ı haşriye [haşrin belirtileri, işaretleri] adedince şükür ve hamd olsun ki, otuz sene sonra tevfik [başarı] ihsan [bağış] eyledi. Evet bundan dokuz on sene evvel, o iki âyetten birinci âyet olan

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 2

ferman-ı İlâhînin [Allah’ın emir ve buyruğu] iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri [delil] ve tefsirleri bulunan Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Sözü [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] in’âm [nimet verme] etti. Münkirleri [Allah’a inanmayan] susturdu. Hem, iman-ı haşrînin [haşre iman] hücum edilmez o iki metin [sağlam] kal’asından, [kale] dokuz ve on sene sonra ikinci âyet olan başta mezkûr [adı geçen] âyât-ı ekberin [en büyük âyetler, deliller] tefsirini bu risale ile ikram etti. İşte bu Dokuzuncu Şuâ, [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] mezkûr [adı geçen] âyâtıyla işaret edilen dokuz âlî [yüce] makam ve bir ehemmiyetli mukaddimeden [başlangıç] ibarettir.3

273

 Mukaddime

 Haşir akîdesinin, [inanç] pek çok ruhî faidelerinden ve hayatî neticelerinden birtek netice-i câmia[çok kapsamlı netice] ihtisarla [kısaltma] beyan ve hayat-ı insaniyeye, [insan hayatı] hususan hayat-ı içtimaiyesine [sosyal hayat] ne derece lüzumlu ve zarurî olduğunu izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve bu iman-ı haşrî [haşre iman] akîdesinin [inanç] pek çok hüccetlerinden, [delil] bir tek hüccet-i külliyeyi [büyük ve kapsamlı delil] icmal [kısaca, özet olarak] ile göstermek ve o akîde-i haşriye [haşir inancı] ne derece bedîhi [açık] ve şüphesiz bulunduğunu ifade etmekten ibaret olarak İki Noktadır.

BİRİNCİ NOKTA

Âhiret akîdesi, [inanç] hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ve şahsiye-i insaniyenin [insanın şahsiyeti] üssü’l-esası [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] ve saadetinin ve kemâlâtının [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] esasatı [esaslar] olduğuna, yüzer delillerinden bir mikyas [ölçü] olarak yalnız dört tanesine işaret edeceğiz:

Birincisi: Nev-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefatlara karşı dayanabilirler. Ve gayet zayıf ve nazik vücutlarında bir kuvve-i mâneviye [mânevî güç] bulabilirler. Ve herşeyden çabuk ağlayan gayet mukavemetsiz [karşı konulmaz, direnilmez] mîzac-ı ruhlarında, [ruhun durumu, yaratılışı] o Cennet ile bir ümit bulup mesrurâne [mutlu] yaşayabilirler. Meselâ, Cennet fikriyle der: “Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennetin bir kuşu oldu. Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar.”1 Yoksa, her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri o zayıf biçarelerin endişeli nazarlarına çarpması, mukavemetlerini ve kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] zîr ü zeber [alt üst] ederek gözleriyle beraber, ruh, kalb, akıl gibi bütün letaifini [güzellikler, incelikler] dahi öyle ağlattıracak, ya mahvolup veya divâne bir bedbaht hayvan olacaktı.

İkinci delil: Nev-i insanın [insan türü, insanlık] nısfı [yarısı] olan ihtiyarlar, yalnız hayat-ı uhreviye [âhiret hayatı] ile

274

yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül edebilirler. Ve çok alâkadar oldukları hayatlarının yakında sönmesine ve güzel dünyalarının kapanmasına mukàbil bir teselli bulabilirler. Ve çocuk hükmüne geçen seriü’t-teessür [çabuk üzülen] ruhlarında ve mizaçlarında mevt [ölüm] ve zevâlden [batış, kayboluş] çıkan elîm ve dehşetli meyusiyete [ümitsiz] karşı, ancak hayat-ı bâkiye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ümidiyle mukabele [karşılama; karşılık verme] edebilirler. Yoksa, o şefkate lâyık muhteremler ve sükûnete ve istirahat-i kalbiyeye [kalp rahatlığı] çok muhtaç o endişeli babalar ve analar öyle bir vaveylâ-i ruhî [ruhtan gelen feryat] ve bir dağdağa-i kalbî [kalp sıkıntısı] hissedeceklerdi ki, bu dünya onlara zulmetli bir zindan ve hayat dahi kasavetli [sıkıntılı, üzüntülü] bir azap olurdu.

Üçüncü delil: İnsanların hayat-ı içtimaiyesinin [sosyal hayat] en kuvvetli medarı [kaynak, dayanak] olan gençler, delikanlılar, şiddet-i galeyanda [şiddetli coşkunluk, coşup taşma] olan hissiyatlarını ve ifratkâr [haddi aşan, ileri giden] bulunan nefis ve hevâlarını tecavüzattan [tecavüzler, saldırılar] ve zulümlerden ve tahribattan durduran ve hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] hüsn-ü cereyanını [güzel gidişat] temin eden, yalnız Cehennem fikridir. Yoksa, Cehennem endişesi olmazsa, “El-hükmü li’l-galib[hüküm galip ve kuvvetli olanındır] kaidesiyle, o sarhoş delikanlılar, hevesatları peşinde bîçare zaiflere, âcizlere, dünyayı cehenneme çevireceklerdi ve yüksek insaniyeti gayet süflî [alçak] bir hayvaniyete döndüreceklerdi.

Dördüncü delil: Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde [dünya hayatı] en cemiyetli merkez ve en esaslı zemberek [hareketi sağlayan güç kaynağı] ve dünyevî saadet için bir cennet, bir melce [sığınak] bir tahassungâh [korunma yeri, sığınak] ise, aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hane ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise; samimî ve ciddî ve vefadarâne [vefalı olarak] hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedakârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedî [daimi, sürekli] bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hudutsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, [babaya yakışır şekilde] ferzendâne, [evlada yakışır şekilde] kardeşâne, arkadaşâne münasebetlerin bulunmak fikriyle ve akîdesiyle [inanç] olabilir. Meselâ der: “Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta daimî bir refika-i hayatımdır. [hayat arkadaşı, eş] Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünkü ebedî bir

275

güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için herbir fedakârlığı ve merhameti yaparım” diyerek, o ihtiyare [yaşlı kadın] karısına, güzel bir hûri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele [karşılama; karşılık verme] edebilir. Yoksa, kısacık bir iki saat sûrî [görünüşte] bir refakatten sonra ebedî bir firak [ayrılık] ve müfarakate [ayrılık] uğrayan arkadaşlık, elbette gayet sûrî [görünüşte] ve muvakkat [geçici] ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye [insanın kendi cinsinden olana acıması] mânâsında ve bir mecazî merhamet ve sun’î [gerçek olmayan] bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi, başka menfaatler ve sair galip hisler, o hürmet ve merhameti mağlûp edip o dünya cennetini cehenneme çevirir.

İşte, iman-ı haşrînin [haşre iman] yüzer neticesinden birisi, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye [insanların sosyal hayatı] taallûk [ait olma, ilgilendirme] eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faidelerinden mezkûr [adı geçen] dört delile sairleri kıyas edilse anlaşılır ki, hakikat-ı haşriyenin [haşir gerçeği] tahakkuku [gerçekleşme] ve vukuu, insaniyetin ulvî hakikatı ve küllî hâceti [ihtiyaç] derecesinde kat’îdir. Belki, insanın midesindeki ihtiyacın vücûdu, taamların vücuduna delâlet ve şehadetinden daha zâhirdir. Ve daha ziyade tahakkukunu [gerçekleşme] bildirir. Ve eğer bu hakikat-ı haşriyenin [haşir gerçeği] neticeleri insaniyetten çıksa, o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayattar olan insaniyet mahiyeti, murdar ve mikrop yuvası bir lâşe [leş] hükmüne sukut [alçalış, düşüş] edeceğini isbat eder.

Beşerin idare ve ahlâk ve içtimaiyatı [bir araya gelme, toplanma] ile çok alâkadar olan içtimaiyyun [sosyologlar] ve siyasiyyun [siyasetçiler] ve ahlâkiyyunun [ahlâk bilimciler] kulakları çınlasın! Gelsinler, bu boşluğu neyle doldurabilirler? Ve bu derin yaraları neyle tedavi edebilirler?

İKİNCİ NOKTA

Hakikat-ı haşriyenin [haşir gerçeği] hadsiz burhanlarından, [delil] sair erkân-ı imaniyeden [iman esasları] gelen şehadetlerin hülâsasından [esas, öz] çıkan bir burhanı, [delil] gayet muhtasar [kısa] bir surette beyan eder. Şöyle ki:

Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın risaletine [elçilik, peygamberlik] delâlet eden bütün

276

mu’cizeleri ve bütün delâil-i nübüvveti [peygamberlik delilleri] ve hakkaniyetinin bütün burhanları, [delil] birden hakikat-ı haşriyenin [haşir gerçeği] tahakkukuna [gerçekleşme] şehadet ederek ispat ederler. Çünkü; bu zâtın bütün hayatında bütün dâvaları, vahdâniyetten [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] sonra haşirde temerküz [bir merkezde toplanma] ediyor. Hem, umum peygamberleri tasdik eden ve ettiren bütün mu’cizeleri ve hüccetleri [delil] aynı hakikate şehadet eder. Hem وَبِرُسُلِهِ 1 kelimesinden gelen şehadeti bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesine çıkaran وَكُتُبِهِ 2 şehadeti de aynı hakikate şehadet eder. Şöyle ki:

Başta Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın [açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hakkaniyetini ispat eden bütün mu’cizeleri, hüccetleri [delil] ve hakikatleri birden hakikat-i haşriyenin [haşir gerçeği] tahakkukuna [gerçekleşme] ve vukuuna şehadet edip ispat ederler. Çünkü, Kur’ân’ın hemen üçten birisi haşirdir. Ve ekser kısa sûrelerinin başlarında gayet kuvvetli âyât-ı haşriyedir. [haşirden bahseden âyetler] Sarîhan [açık] ve işareten binler âyâtıyla aynı hakikati haber verir, ispat eder, gösterir.

Meselâ,

اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ 3* يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَىْءٌ عَظِيمٌ 4* اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا 5* اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ 6* اِذَا السَّمَۤاءُ انْشَقَّتْ 7* عَمَّ يَتَسَۤاءَلُونَ 8* هَلْ أَتٰيكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ * 9

gibi, otuz kırk surelerin başlarında bütün kat’iyetle hakikat-ı haşriyeyi [haşir gerçeği] kâinatın

277

en ehemmiyetli ve vâcip bir hakikati olduğunu göstermekle beraber, sair âyetlerinde dahi o hakikatin çeşit çeşit delillerini beyan edip ikna eder.

Acaba birtek âyetin birtek işareti gözümüz önünde ulûm-u İslâmiyede [İslâm ilimleri] müteaddit [bir çok] ilmî ve kevnî [yaratılışla ilgili] hakikatleri meyve veren bir kitabın binler böyle şehadetleri ve dâvâları ile, güneş gibi zuhur eden iman-ı haşrî [haşre iman] hakikatsiz olması, güneşin inkârı belki kâinatın ademi gibi hiçbir cihet-i imkânı [mümkün olma yönü] var mı? Ve yüz derece muhal [bâtıl, boş söz] ve bâtıl olmaz mı? Acaba, bir sultanın birtek işareti yalan olmamak için bazan bir ordu hareket edip çarpıştığı halde, o pek ciddî ve izzetli [büyüklük, yücelik] sultanın binler sözleri ve vaadleri ve tehditlerini yalan çıkarmak hiçbir cihette kàbil [gibi] midir? Ve hakikatsız olmak mümkün müdür?

Acaba, on üç asırda fasılasız olarak hadsiz ruhlara, akıllara, kalblere, nefislere hak ve hakikat dairesinde hükmeden, terbiye eden, idare eden bu mânevî Sultan-ı Zîşânın [şan ve şeref sahibi Sultan, Allah] birtek işareti böyle bir hakikati ispat etmeye kâfi [yeterli] iken, binler tasrihat [açık şekilde bildirme] ile bu hakikat-ı haşriyeyi [haşir gerçeği] gösterip ispat ettikten sonra, o hakikati tanımayan bir echel [çok cahil] ahmak için Cehennem azabı lâzım gelmez mi? Ve ayn-ı adâlet [adaletin ta kendisi] olmaz mı?

Hem, birer zamana ve birer devre hükmeden bütün semâvî suhuflar [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] ve mukaddes kitaplar dahi, bütün istikbale ve umum zamanlara hükümran olan Kur’ân’ın tafsilâtla, [ayrıntılar] izahatla, tekrarla beyan ve ispat ettiği hakikat-i haşriyeyi [haşir gerçeği] asırlarına ve zamanlarına göre o hakikatı kat’î kabul ile beraber, tafsilâtsız [ayrıntılar] ve perdeli ve muhtasar [kısa] bir surette beyan, fakat kuvvetli bir tarzda iddia ve ispatları, Kur’ân’ın dâvâsını binler imza ile tasdik ederler.

Bu bahsin münasebetiyle Risale-i Münâcâtın [Münâcât Risalesi (Üçüncü Şuâ)] âhirinde: İmânûn bi’l-yevmi’l-âhir [“âhiret gününe iman”] rüknüne [esas, şart] sair rükünlerin, [esas, şart] hususan rusül ve kütübün [kitaplar] şehadeti, münacat [dua, Allah’a yakarış]

278

suretinde zikredilen pek kuvvetli ve hülâsa[esas, öz] ve bütün evhamları izale [giderme] eden bir hüccet-i haşriye [haşrin delili] aynen buraya giriyor. Şöyle ki, münâcâtta [Allah’a yalvarış, dua] demiş:

Ey Rabb-i Rahîmim! [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah]

Resûl-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dersiyle anladım ki: Başta Kur’ân ve Resûl-i Ekremin olarak, bütün mukaddes kitaplar ve peygamberler bu dünyada ve her tarafta nümuneleri görülen celâlî ve cemâlî isimlerinin tecellileri daha parlak bir sûrette ebedü’l-âbâdda [sonsuzlar sonsuzu] devam edeceğine ve bu fâni âlemde rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] cilveleri, nümuneleri müşahede edilen ihsanatının [bağış] daha şa’şaalı bir tarzda dar-ı saadette [mutluluk yeri] istimrarına [devam etme] ve bekàsına ve bu kısa hayat-ı dünyeviyede [dünya hayatı] onları zevk ile gören ve muhabbet ile refakat eden müştakların, [arzulu, aşırı istekli] ebedde dahi refakatlerine ve beraber bulunmalarına icma’ [fikir birliği] ve ittifak ile şehadet ve delâlet ve işaret ederler.

Hem, yüzer mu’cizat-ı bâhirelerine [ap açık mu’cizeler] ve âyât-ı kàtıalarına [kesin âyetler, deliller] istinaden, başta Resûl-i Ekrem ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] olarak bütün nuranî ruhların sahipleri olan peygamberler ve bütün münevver [aydın] kalblerin kutupları [esas, önder, direk, eksen] olan veliler ve bütün keskin ve nurlu akılların mâdenleri olan sıddıkînler, [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] bütün suhuf-u Semâviyede [bazı peygamberlere gelen sahifeler halindeki kitaplar] ve kütüb-ü mukaddesede [kutsal kitaplar] senin çok tekrar ile ettiğin binler vaadlerine ve tehditlerine istinaden, hem senin kudret ve rahmet ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve hikmet ve celâl ve cemâl gibi âhireti iktiza [bir şeyin gereği] eden kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatlarına ve şe’nlerine [belirleyici özellik] ve senin izzet-i celâline [büyüklük ve azametin izzeti] ve saltanat-ı rubûbiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] itimaden, hem âhiretin izlerini ve tereşşuhatını [belirti] bildiren

279

hadsiz keşfiyatlarına [keşifler] ve müşahedelerine ve ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ve aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesinde bulunan itikadlarına [inanç] ve imanlarına binaen saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] insanlara müjdeliyorlar. Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] için cehennem ve ehl-i hidâyet [doğru yolda olanlar, iman nimetine ermiş olanlar] için cennet bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar, kuvvetli iman edip şehadet ediyorlar.

Ey Kadîr-i Hakîm! [herşeyi hikmetle yapan ve herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] Ey Rahmân-ı Rahîm! [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] Ey Sâdıku’l-Vâ’di’l-Kerîm! [kullarına vaad ettiği şeylere sadık ve onlara karşı cömert olan Allah] Ey izzet [büyüklük, yücelik] ve azamet ve celâl sahibi Kahhâr-ı Zülcelâl! [haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye her zaman mutlak galip gelen ve kahretmeye gücü yeten Allah]

Bu kadar sâdık dostlarını, bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfât ve şuûnâtını [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] yalancı çıkarmak, tekzib [yalanlama] etmek ve saltanat-ı rubûbiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] kat’î muktaziyatını [gerekçe] tekzib [yalanlama] edip yapmamak ve senin sevdiğin ve onlar dahi Seni tasdik ve itaat etmekle kendilerini sana sevdiren hadsiz makbul ibâdının âhirete bakan hadsiz dualarını ve dâvâlarını reddetmek, dinlememek ve küfür ve isyan ile ve Seni vaadinde tekzib [yalanlama] etmekle, Senin azamet ve kibriyâna [azamet, büyüklük] dokunan ve izzet-i celâline [büyüklük ve azametin izzeti] dokunduran ve ulûhiyetinin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] haysiyetine ilişen ve şefkat-i rubûbiyetini [herşeyi idare ve terbiye eden Allah’ın şefkati] müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] eden ehl-i dalâleti [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i küfrü haşrin inkârında, onları tasdik etmekten yüzbinler derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve âlisin. Böyle nihayetsiz bir zulümden ve nihayetsiz bir çirkinlikten senin o nihayetsiz adâletini ve nihayetsiz cemâlini ve hadsiz rahmetini hadsiz derece takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ediyoruz. Ve bütün kuvvetimizle iman ederiz ki; o yüzbinler sâdık elçilerin1 ve o hadsiz doğru

280

dellâl-ı saltanatın [saltanatın ilâncısı] olan enbiya, [nebiler, peygamberler] asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] evliyalar hakkalyakîn, [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] aynelyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] sûretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine, âlem-i bekàdaki [devamlı ve kalıcı âlem] ihsanatının [bağış] definelerine ve dar-ı saadette [mutluluk yeri] tamamiyle zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehadetleri hak ve hakikattır. Ve işaretleri doğru ve mutabıktır. Ve beşaretleri [müjde] sâdık ve vâkidir. Ve onlar bütün hakikatlerin mercii ve güneşi ve hâmîsi [koruyan, sahip çıkan Allah] olan Hak isminin en büyük bir şuâı; bu hakikat-ı ekber-i haşriye [büyük haşir gerçeği] olduğunu iman ederek senin emrin ile senin ibâdına hak dairesinde ders veriyorlar. Ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] olarak tâlim ediyorlar.

Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Bunların ders ve talimlerinin hakkı ve hürmeti için bize ve Risale-i Nur talebelerine iman-ı ekmel [en mükemmel iman] ve hüsn-ü hâtime [güzel son] ver. Ve bizleri onların şefaatlerine mazhar [erişme, nail olma] eyle. Âmin.

Hem nasıl ki Kur’ân’ın, belki bütün semâvî kitapların hakkaniyetini ispat eden umum deliller ve hüccetler [delil] ve Habibullahın, [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] belki bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] nübüvvetlerini [peygamberlik] ispat eden umum mu’cizeler ve burhanlar, [delil] dolayısıyla, en büyük müddeâları [dava, tez; iddia edilen şey] olan âhiretin tahakkukuna [gerçekleşme] delâlet ederler. Aynen öyle de, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücuduna ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet eden ekser deliller ve hüccetler, [delil] dolayısıyla rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] en büyük medarı [kaynak, dayanak] ve mazharı olan dâr-ı saadetin [mutluluk yeri; Cennet] ve âlem-i bekànın [devamlı ve kalıcı âlem] vücuduna, açılmasına şehadet ederler. Çünkü, gelecek makamatta beyan ve ispat edileceği gibi, Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] hem mevcudiyeti,

281

hem umum sıfatları, hem ekser isimleri, hem rububiyet, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ulûhiyet, [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] rahmet, inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] hikmet, adalet gibi vasıfları, şe’nleri, [belirleyici özellik] lüzum derecesinde âhireti iktiza [bir şeyin gereği] ve vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde bâki bir âlemi istilzam [gerektirme] ve zaruret derecesinde mükâfat ve mücâzât [ceza] için haşri ve neşri isterler.

Evet, madem ezelî ve ebedî bir Allah var; elbette saltanat-ı ulûhiyetinin [bütün varlıkların tek İlâhı olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı] sermedî [daimi, sürekli] bir medarı [kaynak, dayanak] olan âhiret vardır.

Ve madem bu kâinatta ve zîhayatta [canlı] gayet haşmetli ve hikmetli ve şefkatli bir rubûbiyet-i mutlaka [Allah’ın herşeyi kuşatan sınırsız ve sonsuz rablığı] var ve görünüyor. Elbette o rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] haşmetini sukuttan [alçalış, düşüş] ve hikmetini abesiyetten [anlamsızlık] ve şefkatini gadirden [zulüm, acımasızlık] kurtaran ebedî bir dâr-ı saadet [mutluluk yeri; Cennet] bulunacak ve girilecek.

Hem madem, gözle görünen bu hadsiz in’âmlar, [nimetlendirme] ihsanlar, [bağış] lütuflar, keremler, [cömertlik] inâyetler, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] rahmetler, perde-i gayb [gayb perdesi] arkasında bir Zât-ı Rahmân-ı Rahîmin [kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Zât, Allah] bulunduğunu sönmemiş akıllara, ölmemiş kalblere gösterir. Elbette in’âmı [nimetlendirme] istihzadan [alay etme] ve ihsanı [bağış] aldatmaktan ve inâyeti [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] adâvetten [düşmanlık] ve rahmeti azaptan ve lütuf ve keremi [cömertlik] ihanetten halâs [kurtulma] eden ve ihsanı [bağış] ihsan [bağış] eden ve nimeti nimet eden bir âlem-i bâkide [devamlı ve kalıcı âlem] bir hayat-ı bâkiye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] var ve olacaktır.

Hem madem bahar faslında, zeminin dar sahifesinde hatasız yüz bin kitabı birbiri içinde yazan bir kalem-i kudret [Allah’ın kudret kalemi] gözümüz önünde yorulmadan işliyor. Ve o kalem sahibi yüz bin defa ahd [söz, vaad] ve vaad etmiş ki, “Bu dar yerde ve karışık ve birbiri içinde yazılan bahar kitabından daha kolay olarak, geniş bir yerde güzel ve lâyemut [ölümsüz] bir kitabı yazacağım ve size okutturacağım” diye bütün fermanlarda o kitaptan bahsediyor. Elbette ve herhalde, o kitabın aslı yazılmış ve haşir ve neşir [âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve her şeyin ortaya çıkması] ile hâşiyeleri [dipnot] de yazılacak ve umumun defter-i a’mâlleri [amel defteri] onda kaydedilecek.

282

Hem madem bu arz, kesret-i mahlûkat [varlıkların çokluğu] cihetiyle ve mütemadiyen değişen yüz binler çeşit çeşit envâ-ı zevi’l-hayat [hayat sahibi olan canlıların türleri] ve zevi’l-ervâhın [ruh sahipleri] meskeni, menşei, [kaynak] fabrikası, meşheri, [sergi] mahşeri olması haysiyetiyle bu kâinatın kalbi, merkezi, hülâsası, [esas, öz] neticesi, sebeb-i hilkati [yaratılış sebebi] olarak gayet büyük öyle bir ehemmiyeti var ki, küçüklüğüyle beraber koca semâvâta karşı denk tutulmuş. Semâvî fermanlarda daima رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1deniliyor.

Ve madem, bu mahiyetteki arzın her tarafına hükmeden ve ekser mahlûkatına tasarruf eden ve ekser zîhayat [canlı] mevcudatını [var edilenler, varlıklar] teshir [boyun eğdirme] edip kendi etrafına toplattıran ve ekser masnuatını [san’at eseri] kendi hevesatının hendesesiyle [geometri] ve ihtiyacatının düsturlarıyla [kâide, kural] öyle güzelce tanzim ve teşhir ve tezyin [süsleme] ve çok antika nevilerini liste gibi birer yerlerde öyle toplayıp süslettirir ki, değil yalnız ins ve cin nazarlarını, belki semâvât ehlinin [göklerde yaşayan manevî varlıklar] ve kâinatın nazar-ı dikkatlerini [dikkat içeren bakış] ve takdirlerini ve Kâinat Sahibinin [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] nazar-ı istihsanını [güzel bulan ve beğenen bakış] celbetmekle [çekmek] gayet büyük bir ehemmiyet ve kıymet alan ve bu haysiyetle bu kâinatın hikmet-i hilkati [yaratılış gayesi] ve büyük neticesi ve kıymetli meyvesi ve arzın halifesi [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] olduğunu fenleriyle, san’atlarıyla gösteren ve dünya cihetinde Sâni-i Âlemin [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] mu’cizeli san’atlarını gayet güzelce teşhir ve tanzim ettiği için, isyan ve küfrüyle [inançsızlık, inkâr] beraber dünyada bırakılan ve azabı tehir edilen ve bu hizmeti için imhal [süre verilme] edilip muvaffakiyet [başarı] gören nev-i beni Âdem [Âdemoğulları, insanlar] var.

Ve madem, bu mâhiyetteki nev-i benî Âdem, [Âdemoğulları, insanlık] mizaç ve hilkat [yaratılış] itibarıyla gayet zayıf ve âciz ve gayet acz ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyacâtı ve teellümâtı [elem çekme] olduğu halde, bütün bütün kuvvetinin ve ihtiyarının fevkinde [üstünde] olarak, koca

283

küre-i arzı, [yer küre, dünya] o nev-i insana [insan türü, insanlık] lüzumu bulunan her nevi madenlere mahzen [depo] ve her nevi taamlara ambar ve nev-i insanın [insan türü, insanlık] hoşuna gidecek her çeşit mallara bir dükkân suretine getiren gayet kuvvetli ve hikmetli ve şefkatli bir mutasarrıf [dilediği gibi idare eden] var ki, böyle nev-i insana [insan türü, insanlık] bakıyor, besliyor, istediğini veriyor.

Ve madem, bu hakikatteki bir Rab; hem insanı sever, hem kendini insana sevdirir. Hem bâkidir, hem bâki âlemleri var, hem adâletle her işi görür. Ve hikmetle herşeyi yapıyor.

Hem, bu kısa hayat-ı dünyeviyede [dünya hayatı] ve bu kısacık ömr-ü beşerde [insan ömrü] ve bu muvakkat [geçici] ve fâni zeminde o Hâkim-i Ezelînin [Ezel Hâkimi; hakimiyeti sonsuz olan Allah] haşmet-i saltanatı [saltanatın görkemi] ve sermediyet-i hâkimiyeti [egemenliğin devamlılığı] yerleşemiyor. Ve nev-i insanda [insan türü, insanlık] vuku bulan ve kâinatın intizamına ve adalet ve muvazenelerine [karşılaştırma/denge] ve hüsn-ü cemâline [güzellik] münâfi [aykırı] ve muhalif çok büyük zulümleri ve isyanları ve velinimetine ve onu şefkatle besleyene karşı ihanetleri, inkârları, küfürleri bu dünyada cezasız kalıp, gaddar, zâlim rahatla hayatını ve biçare mazlum meşakkatler içinde ömürlerini geçirirler. Ve umum kâinatta eserleri görünen şu adalet-i mutlakanın [sınırsız ve her alanda uygulamaları olan adalet] mâhiyeti ise, dirilmemek suretiyle o gaddar zâlimlerin ve meyus [ümitsiz] mazlumların vefat içindeki müsâvatlarına [eşitlik, denklik] bütün bütün zıttır, kaldırmaz, müsaade etmez.

Ve madem, nasıl ki Kâinatın Sahibi, [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] kâinattan zemini ve zeminden nev-i insanı [insan türü, insanlık] intihap [seçmek] edip gayet büyük bir makam, bir ehemmiyet vermiş. Öyle de, nev-i insandan [insan türü, insanlık] dahi makàsıd-ı rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutmasındaki maksat ve gayeler] tevafuk eden ve kendilerini iman ve teslim ile Ona sevdiren hakikî insanlar olan enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliya ve asfiya[hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] intihap [seçmek] edip kendine dost ve muhatap ederek onları mu’cizeler ve tevfiklerle [başarı] ikram ve düşmanlarını semâvî tokatlarla tazip [azap verme] ediyor. Ve bu kıymetli ve sevimli dostlarından

284

dahi, onların imamı ve mefhari [övünme sebebi, övünç kaynağı] olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmı intihap [seçmek] ederek, ehemmiyetli küre-i arzın [yer küre, dünya] yarısını ve ehemmiyetli nev-i insanın [insan türü, insanlık] beşten birisini uzun asırlarda onun nuruyla tenvir [aydınlatma] ediyor. Âdetâ bu kâinat onun için yaratılmış gibi, bütün gayeleri onunla ve Onun diniyle ve Kur’ân’ı ile tezahür ediyor. Ve o pek çok kıymettar ve milyonlar sene yaşayacak kadar hadsiz hizmetlerinin ücretlerini hadsiz bir zamanda almaya müstehak ve lâyık iken, gayet meşakkatler ve mücahedeler [Allah yolunda cihad etme] içinde, altmış üç sene gibi kısacık bir ömür verilmiş. Acaba hiçbir cihetle hiçbir imkânı, hiçbir ihtimali, hiçbir kàbiliyeti var mı ki, o zât, bütün emsâli ve dostlarıyla beraber dirilmesin? Ve şimdi de ruhen diri ve hayy [diri, canlı] olmasın, idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile mahvolsunlar? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Evet, bütün kâinat ve hakikat-i âlem [âlemin gerçek mahiyeti, esası, içyüzü] onun dirilmesini dâvâ eder ve hayatını Sahib-i Kâinattan [evrenin ve herşeyin sahibi olan Allah] talep ediyor.

Ve madem, Yedinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olan Âyetü’l-Kübrâ‘da [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] herbiri bir dağ kuvvetinde otuz üç adet icmâ-ı azîm [büyük fikir birliği] ispat etmişler ki, bu kâinat bir elden çıkmış ve bir tek Zâtın mülküdür. Ve kemâlât-ı İlâhiyenin [Allah’a ait mükemmellikler] medarı [kaynak, dayanak] olan vahdetini [Allah’ın birliği] ve ehadiyetini [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] bedahetle [ap açık bir şekilde] göstermişler. Ve vahdet [Allah’ın birliği] ve ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] ile, bütün kâinat o Zât-ı Vâhidin [bir ve tek olan Zât, Allah] emirber [emre hazır] neferleri [asker] ve musahhar [boyun eğdirilmiş] memurları hükmüne geçiyor. Ve âhiretin gelmesiyle, kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] sukuttan [alçalış, düşüş] ve adalet-i mutlaka[sınırsız ve her alanda uygulamaları olan adalet] müstehziyâne [alay edercesine] gadr-ı mutlaktan [tam zulüm ve merhametsizlik] ve hikmet-i âmmesi [genel gaye ve fayda; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması] sefahetkârâne [yasak zevk ve eğlenceye düşkün olarak, beyinsizce] abesiyetten [anlamsızlık] ve rahmet-i vâsia[Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti] lâhiyâne [eğlenircesine, oynarcasına] tâzipten [azap] ve izzet-i kudreti [kudretin izzet ve şerefi] zelilâne [aşağılanan] aczden kurtulurlar, takaddüs [kutsal olma, yüce ve temiz olma] ederler.

Elbette ve elbette ve herhalde iman-ı billâhın [Allah’a iman] yüzer nüktesinden, [derin anlamlı söz] bu altı “madem”lerdeki1 hakikatlerin muktezasıyla [bir şeyin gereği] kıyamet kopacak, haşir ve neşir [âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve her şeyin ortaya çıkması] olacak,

285

dar-ı mücazat [ceza yeri] ve mükâfat açılacak—tâ ki arzın mezkûr [adı geçen] ehemmiyeti ve merkeziyeti ve insanın ehemmiyeti ve kıymeti tahakkuk [gerçekleşme] edebilsin. Ve arz ve insanın Hâlıkı ve Rabbi olan Mutasarrıf-ı Hakîmin [herşeyi hikmetle yapan ve dilediği gibi kullanan sonsuz tasarruf ve yetki sahibi Allah] mezkûr [adı geçen] adaleti, hikmeti, rahmeti, saltanatı takarrur [karar bulma] edebilsin. Ve o bâki Rabbin mezkûr [adı geçen] hakiki dostları ve müştakları [arzulu, aşırı istekli] idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kurtulsun. Ve o dostların en büyüğü ve en kıymettarı, bütün kâinatı memnun ve minnettar eden kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetlerinin mükâfatını görsün. Ve Sultan-ı Sermedînin [egemenliğinin sonu olmayan Allah] kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] naks [eksiklik, noksanlık] ve kusurdan ve kudreti aczden ve hikmeti sefahetten [ahmaklık, beyinsizlik] ve adaleti zulümden tenezzüh [ferahlama, rahatlama] ve takaddüs [kutsal olma, yüce ve temiz olma] ve teberri [uzak olma] etsin.

Elhâsıl [özetle, sonuç olarak] madem Allah var, elbette âhiret vardır.

Hem nasıl ki mezkûr [adı geçen] üç erkân-ı imaniye, [iman esasları] onları ispat eden bütün delilleriyle haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] şehadet ve delâlet ederler. Öyle de, وَبِمَلٰۤئِكَتِهِ وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالٰى 1 olan iki rükn-ü imanî [imanın şartı, esası] dahi haşri istilzam [gerektirme] edip kuvvetli bir surette âlem-i bekàya [devamlı ve kalıcı âlem] şehadet ve delâlet ederler. Şöyle ki:

Melâikenin [melekler] vücudunu ve vazife-i ubûdiyetlerini [kulluk görevi] ispat eden bütün deliller ve hadsiz müşahedeler mükâlemeler, [karşılıklı konuşma] dolayısıyla âlem-i ervahın [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] ve âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve âlem-i bekànın [devamlı ve kalıcı âlem] ve âlem-i âhiretin [âhiret âlemi] ve ileride cin ve ins ile şenlendirilecek olan dâr-ı saadetin [mutluluk yeri; Cennet] ve Cennet ve Cehennemin vücutlarına delâlet ederler. Çünkü melekler bu âlemleri izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile görebilirler ve girerler. Ve Hazret-i Cebrail gibi, insanlarla görüşen umum melâike-i mukarrebîn, [makam itibariyle Allah’a daha yakın olan melekler] mezkûr [adı geçen] âlemlerin vücutlarını

286

ve onlar, onlarda gezdiklerini müttefikan [birleşerek] haber veriyorlar. Görmediğimiz Amerika kıtasının vücudunu, ondan gelenlerin ihbarıyla bedihî [açık, aşikâr] bildiğimiz gibi, yüz tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] kuvvetinde bulunan melâike [melek] ihbaratıyla âlem-i bekànın [devamlı ve kalıcı âlem] ve dâr-ı âhiretin [âhiret âlemi] ve Cennet ve Cehennemin vücutlarına o kat’iyette iman etmek gerektir. Ve öyle de iman ederiz.

Hem, Yirmi Altıncı Söz olan Risale-i Kaderde [Kader Risalesi (Yirmi Altıncı Söz)] iman-ı bil-kader [kadere iman] rüknünü [esas, şart] ispat eden bütün deliller, dolayısıyla haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] ve neşr-i suhufa [haşir zamanı amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin hesabının görülmesi] ve mizan-ı ekberdeki [mahşer günü amellerin ölçüleceği büyük terazi] muvazene-i a’mâle [yapılan işlerin, amellerin tartılıp hesaplanması] delâlet ederler. Çünkü, herşeyin mukadderatını [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] gözümüz önünde nizam ve mizan [ölçü] levhalarında kaydetmek ve her zîhayatın [canlı] sergüzeşt-i hayatiyelerini [hayat serüveni] kuvve-i hafızalarında [bellek, hafıza duyusu] ve çekirdeklerinde ve sair elvâh-ı misâliyede [misâlî levhalar, mânevî kopyalama tabloları] yazmak ve her zîruhun, [ruh sahibi] hususan insanların defter-i a’mâllerini [amel defteri] elvâh-ı mahfuzada [her şeyin kaderinin muhafaza edildiği manevî levhalar] tesbit etmek ve geçirmek, elbette öyle muhit bir kader ve hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] bir takdir ve müdakkikane bir kayıt ve hafîzâne bir kitabet, [yazım] ancak mahkeme-i kübrâda [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] umumî bir muhakeme neticesinde daimî bir mükâfat ve mücazat [ceza] için olabilir. Yoksa, o ihata[herşeyi kuşatma] ve inceden ince olan kayıt ve muhafaza, bütün bütün mânâsız, faidesiz kalır, hikmete ve hakikate münâfi [aykırı] olur.

Hem, haşir gelmezse, kader kalemiyle yazılan bu kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] bütün muhakkak mânâları bozulur ki, hiçbir cihet-i imkânı [mümkün olma yönü] olamaz. Ve o ihtimal, bu kâinatın vücudunu inkâr gibi bir muhal, [bâtıl, boş söz] belki bir hezeyan [boş söz, saçmalama] olur.

Elhâsıl, [özetle, sonuç olarak] imanın beş rüknü [esas, şart] bütün delilleriyle haşir ve neşrin vukuuna ve vücuduna ve dâr-ı âhiretin [âhiret âlemi] vücuduna ve açılmasına delâlet edip isterler ve şehadet edip talep ederler.

287

İşte, hakikat-i haşriyenin [haşir gerçeği] azametine tam muvafık böyle azametli ve sarsılmaz direkleri ve burhanları [delil] bulunduğu içindir ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hemen hemen üçten birisi haşir ve âhireti teşkil ediyor. Ve onu, bütün hakaikine [doğru gerçekler] temel taşı ve üssü’l-esas [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] yapıyor. Ve herşeyi onun üstüne bina ediyor.

 (Mukaddime nihayet buldu)

Baştaki âyetin mu’cizâne işaret ettikleri dokuz tabaka berahin-i haşriyeye [haşre ait deliller] dair ‘Dokuz Makam’dan ‘Birinci Makam’:

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

فَسُبْحَانَ اللهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ * وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ * يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ * 1

olan fıkradaki [bölüm] ferman-ı haşre [haşirle ilgili ferman, buyruk] dair buradaki gösterdiği bürhan-ı bâhiri [çok açık delil] ve hüccet-i katıa[kesin delil] beyan ve izah edilecek. İnşaallahü’r-Rahmân…

ba

288

Onuncu Hüccet-i İmâniye

(Yirminci Mektup)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَيُمِيتُ وَهُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ * 3

SABAH ve akşam namazından sonra tekrarı pek çok fazileti bulunan4ve Bir rivâyet-i sahîhada [doğruluğu ve Peygamberimize ait olduğu şüphe götürmeyen rivâyet, hadis] İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] mertebesini taşıyan5şu cümle-i tevhidiyenin [tevhid cümlesi; her şeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bildiren cümle] on bir kelimesi var. Herbir kelimesinde, hem birer müjde ve beşaret, [müjde] hem birer mertebe-i tevhîd-i rubûbiyet, [varlık âleminin terbiye, tedbir ve idaresindeki birlik ve bu birliğin bir olan Allah’tan gelmesini bilme mertebesi] hem bir İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] noktasında bir kibriyâ-i vahdet [Cenâb-ı Hakkın birliğinin büyüklük ve azameti] ve bir kemâl-i vahdâniyet [Allah’ın sonsuz birliği] vardır.Bu büyük ve ulvî hakikatlerin izahını sair Sözlere havale edip, bir vaade binaen, şimdilik mücmel [kısa, kısaca] bir hülâsa [esas, öz] suretinde iki makam, bir mukaddime [başlangıç] ile ona bir fihriste yapacağız.

289

 Mukaddime

Kat’iyen [kesinlikle] bil ki, hilkatin [yaratılış] en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. [Allah’a iman] Ve insaniyetin en âli [yüce] mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh [Allah’a iman] içindeki marifetullahtır. [Allah’ı bilme ve tanıma] Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah [Allah’ı bilme ve tanıma] içindeki muhabbetullahtır. [Allah sevgisi] Ve ruh-u beşer [insan ruhu] için en hâlis sürur [mutluluk] ve kalb-i insan [insan kalbi] için en sâfi sevinç, o muhabbetullah [Allah sevgisi] içindeki lezzet-i ruhaniyedir. [ruhen alınan lezzet]

Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur [mutluluk] ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah [Allah’ı bilme ve tanıma] ve muhabbetullahtadır. [Allah sevgisi] Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, [nurlar] esrara, ya bilkuvve [potansiyel olarak] veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma [elemler, acılar] ve evhama mânen ve maddeten müptelâ [bağımlı] olur.

Evet, şu perişan dünyada, âvâre [serseri] nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] içinde, semeresiz [meyve] bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz [koruyucusuz] bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu âvâre [serseri] nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan [başı dönmüş] olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh [ürkütücü yer] dünya, bir tenezzühgâha [ferahlama, rahatlama] döner ve bir ticaretgâh olur.

ba

290

Birinci Makam

Şu kelâm-ı tevhidînin [Allah’ın birliğini ifade eden kelime] on bir kelimesinin herbirinde birer müjde var. Ve o müjdede birer şifa ve o şifada birer lezzet-i mâneviye [mânevî lezzet] bulunur.

BİRİNCİ KELİME

  لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ da şöyle bir müjde var ki:

Hadsiz hâcâta müptelâ, [bağımlı] nihayetsiz a’dânın [düşmanlar] hücumuna hedef olan ruh-u insanî [insan ruhu] şu kelimede öyle bir nokta-i istimdad [medet noktası; yardım alınan nokta] bulur ki, bütün hâcâtını temin edecek bir hazine-i rahmet [Allah’ın rahmet hazinesi] kapısını ona açar. Ve öyle bir nokta-i istinad [dayanak noktası] bulur ki, bütün a’dâsının [düşmanlar] şerrinden emin edecek bir kudret-i mutlakanın [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] sahibi olan kendi Mâbudunu [ibadet edilen] ve Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] bildirir ve tanıttırır, sahibini gösterir, mâliki kim olduğunu irâe eder. Ve o irâe ile, kalbi vahşet-i mutlakadan [tam bir yalnızlık ve ürküntü hali] ve ruhu hüzn-ü elîmden [acı verici hüzün, üzüntü] kurtarıp, ebedî bir ferahı, daimî bir süruru [mutluluk] temin eder.

İKİNCİ KELİME

وَحْدَهُ Şu kelimede şifalı, saadetli bir müjde vardır. Şöyle ki:

Kâinatın ekser envâıyla [tür] alâkadar ve o alâkadarlık yüzünden perişan ve keşmekeş içinde boğulmak derecesine gelen ruh-u beşer [insan ruhu] ve kalb-i insan, [insan kalbi] وَحْدَهُ kelimesinde bir melce, [sığınak] bir halâskâr [kurtarıcı] bulur ki, onu bütün o keşmekeşten, o perişaniyetten kurtarır. Yani, وَحْدَهُ mânen der:

Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma. Onlara tezellül [alçalma] edip minnet çekme. Onlara temelluk [dalkavukluk] edip boyun eğme. Onların arkasına düşüp zahmet çekme. Onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı Kâinat [kâinatın sultanı olan Allah] birdir. Herşeyin

291

anahtarı Onun yanında, herşeyin dizgini Onun elindedir. Herşey Onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu [istek] buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.

ÜÇÜNCÜ KELİME

  لاَ شَرِيكَ لَهُ Yani, nasıl ki ulûhiyetinde [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] ve saltanatında şeriki yoktur; Allah bir olur, müteaddit [bir çok] olamaz. Öyle de, rububiyetinde [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve icraatında ve icâdâtında dahi şeriki yoktur.

Bazan olur ki, sultan bir olur, saltanatında şeriki olmaz; fakat icraatında, onun memurları onun şeriki sayılırlar ve onun huzuruna herkesin girmesine mâni olurlar, “Bize de müracaat et” derler. Fakat Ezel-Ebed Sultanı [başlangıcı ve sonu olmayıp bütün zamanlara egemen olan Allah] olan Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] saltanatında şeriki olmadığı gibi, icraat-ı rububiyetinde [rububiyetin gereği olan icraatlar, işler] dahi muinlere, [yardımcı] şeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl [güç] ve kuvveti olmazsa, hiçbir şey hiçbir şeye müdahale edemez. Doğrudan doğruya herkes Ona müracaat edebilir. Şeriki ve muini [yardımcı] olmadığından, o müracaatçı adama “Yasaktır, Onun huzuruna giremezsin” denilmez.

İşte, şu kelime ruh-u beşer [insan ruhu] için şöyle bir müjde verir ki:

İmanı elde eden ruh-u beşer, [insan ruhu] mânisiz, müdahalesiz, hâilsiz, mümanaatsız, her halinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed ve hazâin-i rahmet [Allah’ın rahmet hazineleri] mâliki ve defâin-i saadet sahibi olan Cemîl-i Zülcelâl, [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] Kadîr-i Zülkemâlin [kudreti herşeyi kuşatan, mükemmellik ve kusursuzluk sahibi Allah] huzuruna girip hâcâtını arz edebilir. Ve rahmetini bulup kudretine istinad ederek kemâl-i ferah [mükemmel bir rahatlık, huzur, neşe] ve süruru [mutluluk] kazanabilir.

DÖRDÜNCÜ KELİME

  لَهُ الْمُلْكُ Yani, mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] umumen Onundur. Sen, hem Onun mülküsün, hem memlûküsün, [köle, kul] hem mülkünde çalışıyorsun. Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve diyor:

Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünkü sen kendini idare edemezsin. O yük ağırdır; kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp

292

levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] yerine getiremezsin. Öyle ise, beyhude ıztıraba düşüp azap çekme. Mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] başkasınındır. O Mâlik hem Kadîrdir, hem Rahîmdir. Kudretine istinad et; rahmetini ittiham [suçlama] etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safâ[gönül hoşnutluğu] bul.

Hem der ki: Mânen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîmin [çok merhametli ve şefkatli olan ve sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] mülküdür. Mülkü sahibine teslim et. Ona bırak; cefâsını değil, safâsını [gönül hoşnutluğu] çek. O hem Hakîmdir, hem Rahîmdir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi “Mevlâ [efendi, koruyucu, sahip, Allah] görelim neyler / Neylerse güzel eyler” de, pencerelerden seyret, içlerine girme.

BEŞİNCİ KELİME

لَهُ الْحَمْدُ Yani, hamd ve senâ, medih [övgü] ve minnet Ona mahsustur, Ona lâyıktır. Demek nimetler Onundur ve Onun hazinesinden çıkar. Hazine ise daimîdir. İşte şu kelime şöyle müjde verip diyor ki:

Ey insan! Nimetin zevâlinden [batış, kayboluş] elem çekme. Çünkü rahmet hazinesi tükenmez. Ve lezzetin zevâlini [batış, kayboluş] düşünüp o elemden feryad etme. Çünkü o nimet meyvesi, bir rahmet-i bînihayenin [sonsuz rahmet] semeresidir. [meyve] Ağacı bâki ise, meyve gitse de yerine gelen var. Nimetin lezzeti içinde, o lezzetten yüz derece daha ziyade lezzetli bir iltifat-ı rahmeti [Allah’ın sonsuz rahmet ve lütfuyla muamele etmesi] hamd ile düşünüp, lezzeti, birden yüz derece yapabilirsin. Nasıl ki, bir padişah-ı zîşânın [şanlı padişah] sana hediye ettiği bir elma lezzeti içinde, yüz, belki bin elmanın lezzetinin fevkinde, [üstünde] bir iltifat-ı şahane [yüksek iltifât, padişahın lütufla yaptığı özel muamele] lezzetini sana ihsas [hissettirme] ve ihsan [bağış] eder. Öyle de, لَهُ الْحَمْدُ kelimesiyle, yani hamd ve şükürle, yani nimetten in’âmı [nimetlendirme] hissetmekle, yani Mün’imi [gerçek nimet verici olan Allah] tanımakla ve in’âmı [nimetlendirme] düşünmekle, yani Onun rahmetinin iltifatını ve şefkatinin teveccühünü [ilgi] ve in’âmının [nimetlendirme] devamını düşünmekle, nimetten bin derece daha leziz, mânevî bir lezzet kapısını sana açar.

293

ALTINCI KELİME

  يُحْيِى Yani, hayatı veren Odur. Ve hayatı rızıkla idame eden de Odur. Ve levazımat-ı hayatı [hayat için gerekli olan şeyler] da ihzar [hazırlama] eden yine Odur. Ve hayatın âli [yüce] gayeleri Ona aittir ve mühim neticeleri Ona bakar; yüzde doksan dokuz meyvesi Onundur. İşte şu kelime, şöyle fâni ve âciz beşere nidâ eder, müjde verir ve der:

Ey insan! Hayatın ağır tekâlifini [Allah tarafından yüklenen görevler ve sorumluluklar] omuzuna alıp zahmet çekme. Hayatın fenâsını düşünüp hüzne düşme. Yalnız dünyevî, ehemmiyetsiz meyvelerini görüp, dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme. Belki, o sefine-i vücudundaki [vücut gemisi] hayat makinesi, Hayy-ı Kayyûma [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] aittir. Masarıf [masraflar, giderler] ve levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] O tedarik eder. Ve o hayatın pek kesretli [çokluk] gayeleri ve neticeleri var ve Ona aittir. Sen o gemide bir dümenci neferisin. [asker] Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak. O hayat sefinesi [gemi] ne kadar kıymettar olduğunu ve ne kadar güzel faideler verdiğini ve o sefine [gemi] sahibi Zâtın ne kadar Kerîm [cömert, ikram sahibi] ve Rahîm olduğunu düşün, mesrur [mutlu] ol ve şükret. Ve anla ki, vazifeni istikametle [doğru] yaptığın vakit, o sefinenin [gemi] verdiği bütün netâic, [neticeler] bir cihetle senin defter-i a’mâline [amel defteri] geçer, sana bir hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] temin eder, seni ebedî ihyâ [diriltme, hayat verme] eder.

YEDİNCİ KELİME

وَيُمِيتُ Yani, mevti veren Odur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eder, külfet-i hizmetten [hizmet yükü] âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, [geçici, ölümlü hayat] seni hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] alır. İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki:

Sizlere müjde! Mevt [ölüm] idam [hiçlik, yokluk] değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz [dağılıp yok olma] değil, sönmek değil, firak-ı ebedî [sonsuz ayrılık] değil, adem [hiçlik, yokluk] değil, tesadüf değil, fâilsiz [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] bir in’idam [yok oluş] değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm [herşeyi sonsuz hikmet ve rahmetle yapan Allah] tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. [mekân değişikliği]

294

Saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] tarafına, vatan-ı aslîlerine [asıl vatan] bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı [toplanılan yer] olan âlem-i berzaha [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] bir visal [kavuşma] kapısıdır.

SEKİZİNCİ KELİME

وَهُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ Yani, bütün kâinatın mevcudatında [var edilenler, varlıklar] görünen ve vesile-i muhabbet [sevgi sebebi] olan kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve hüsün [güzellik] ve ihsanın [bağış] hadsiz bir derece fevkinde [üstünde] bir cemâl ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve ihsanın [bağış] sahibi ve bütün mahbuplara [sevgili] bedel, birtek cilve-i cemâli [güzelliğin görüntüsü] kâfi [yeterli] gelen bir Mâbud-u Lemyezel, [varlığı asla son bulmayan ve ibadete lâyık tek ilâh olan Allah] bir Mahbub-u Lâyezâlin [asla kaybolup gitmeyecek yegâne sevgili olan Allah] ezelî ve ebedî bir hayat-ı daimesi [devamlı hayat] var ki, şaibe-i zevâl ve fenâdan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve avârız-ı naks [noksanlık arızaları] ve kusurdan müberrâdır. [arınmış, temiz] İşte şu kelime, cin ve inse ve bütün zîşuura [akıl ve şuur sahibi] ve ehl-i muhabbet [muhabbet ehli] ve aşka ilân eder ki:

Sizlere müjde! Mahbuplarınızdan [sevgili] nihayetsiz firakların [ayrılık] yaralarını tedavi edip merhem süren bir Mahbub-u Bâkîniz [sonsuz sevgili olan Allah] var. Madem O var ve bâkidir; başkaları ne olursa olsun, merak çekmeyiniz. Belki o mahbuplarda [sevgili] sebeb-i muhabbetiniz [sevgi sebebi] olan hüsün [güzellik] ve ihsan, [bağış] fazl [cömertlik, fazladan nimet verme] ve kemâl, [eksiksiz ve mükemmel olma] o Mahbub-u Bâkînin [sonsuz sevgili olan Allah] cilve-i cemâl-i bâkisinden [sonsuz güzelliğin bir yansıması] çok perdelerden geçip, gayet zayıf bir gölgenin gölgesidir. Onların zevâlleri [batış, kayboluş] sizleri incitmesin. Çünkü onlar bir nevi âyinelerdir. Âyinelerin değişmesi, şâşaa-i cemâlin [güzelliğin parıltısı, gösterişi] cilvesini tazeleştirir, güzelleştirir. Madem O var, herşey var.

DOKUZUNCU KELİME

  بِيَدِهِ الْخَيْرُ Yani, her hayır Onun elindedir. Her yaptığınız hayrat Onun defterine geçer. Her işlediğiniz a’mâl-i saliha, [Allah için yapılan iyi işler] yanında kaydedilir. İşte, şu kelime, cin ve inse nidâ edip müjde veriyor. Diyor ki:

Ey biçareler! Mezaristana göçtüğünüz zaman, “Eyvah, malımız harap olup sa’yimiz [çalışma] hebâ [boş, faydasız] oldu. Şu güzel ve geniş dünyadan gidip dar bir toprağa girdik”

295

demeyiniz, feryad edip me’yus [ümitsiz] olmayınız. Çünkü sizin herşeyiniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır. Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükâfâtını verecek ve her hayır elinde ve her hayrı yapabilecek bir Zât-ı Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] sizi celb [çekme] edip yeraltında muvakkaten [geçici] durdurur, sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki, hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti; rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz.

Evet, geçen baharın defter-i a’mâlinin [amel defteri] sahifeleri ve hidemâtının [hizmetler] sandukçaları [küçük sandık] olan tohumları, çekirdekleri muhafaza eden ve ikinci baharda gayet şâşaalı, belki yüz derece aslından daha bereketli bir tarzda muhafaza eden, neşreden Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] elbette sizin de netâic-i hayatınızı [hayatın neticeleri] öyle muhafaza ediyor ve hizmetinize pek kesretli [çokluk] bir surette mükâfat verecektir.

ONUNCU KELİME

  وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ Yani, O Vâhiddir, Ehaddir. [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] Herşeye kàdirdir. Hiçbir şey Ona ağır gelmez. Bir baharı halk etmek, bir çiçek kadar Ona kolaydır. Cenneti halk etmek, bir bahar kadar Ona rahattır. Her günde, her senede, her asırda yeniden yeniye icad ettiği hadsiz masnuatı, [san’at eseri] nihayetsiz kudretine nihayetsiz lisanlarla şehadet ederler.

İşte şu kelime dahi şöyle müjde eder; der ki:

Ey insan! Yaptığın hizmet, ettiğin ubûdiyet [Allah’a kulluk] boşu boşuna gitmez. Bir dâr-ı mükâfat, [mükâfat yurdu] bir mahall-i saadet [mutluluk yeri] senin için ihzar [hazırlama] edilmiştir. Senin şu fâni dünyana bedel, bâki bir Cennet seni bekler. İbadet ettiğin ve tanıdığın Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] vaadine iman ve itimad et. Ona, vaadinde hulf [sözünden dönme] etmek muhaldir. Kudretinde hiçbir cihetle noksaniyet yoktur. İşlerine acz müdahale edemez. Senin küçük bahçeni halk ettiği gibi, Cenneti dahi senin için halk edebilir ve halk etmiş ve sana vaad etmiş. Ve vaad ettiği için, elbette seni onun içine alacak.

Madem bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görüyoruz: Her senede, yeryüzünde hayvânat ve nebâtâtın [bitkiler] üç yüz binden ziyade envâlarını ve milletlerini kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ve mizanla, [ölçü]

296

kemâl-i sür’at ve suhulet [kolaylık] le [tam bir hız ve kolaylık] haşredip [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] neşreder. Elbette böyle bir Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] vaadini yerine getirmeye muktedirdir.

Hem madem her senede, öyle bir Kadîr-i Mutlak, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] haşrin ve Cennetin nümunelerini binler tarzda icad ediyor. Hem madem bütün semâvî fermanlarıyla saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vaad edip Cenneti müjde veriyor. Hem madem bütün icraatı ve şuûnâtı [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] hak ve hakikattir ve sıdk [doğruluk] ve ciddiyetledir. Hem madem, âsârının [eserler/asırlar] şehadetiyle, bütün kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] Onun nihayetsiz kemâline delâlet ve şehadet eder. Ve hiçbir cihette naks [eksiklik, noksanlık] ve kusur Onda yoktur. Hem madem hulfülvaad [sözünden dönme] ve hilâf [aykırı ve zıt olan] ve kizb [yalan] ve aldatmak, en çirkin bir haslet [huy, karakter] ve naks [eksiklik, noksanlık] ve kusurdur. Elbette ve elbette, o Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] O Hakîm-i Zülkemâl, [sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi hikmetle yaratan Allah] o Rahîm-i Zülcemâl, [güzelliği ve rahmeti sınırsız olan Allah] vaadini yerine getirecek, saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kapısını açacak, Âdem babanızın vatan-ı aslîsi [asıl vatan] olan Cennete sizleri, ey ehl-i iman, [Allah’a inanan] idhal [dahil etme, içine alma] edecektir.

ON BİRİNCİ KELİME

وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ Yani, ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan [imtihan yeri] olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam [tamamlama] ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâllerine [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîmlerine [ikramı bol olan dostumuz ve gözeticimiz Allah] kavuşacaklar. Yani, bu dâr-ı fâniden [geçici yer, dünya] gidip dâr-ı bâkide [sonsuzluk yurdu] huzur-u Kibriyâya [sonsuz büyüklük sahibi Allah’ın huzuru] müşerref olacaklar. Yani, esbab [sebebler] dağdağasından [gürültü, dehşet verici] ve vesâitin [vasıtalar] karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-i Rahîmlerine, [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde [sonsuz İlâhî saltanatın merkezi] perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya, herkes, kendi Hâlıkı ve Mâbudu [ibadet edilen] ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar.

297

İşte, şu kelime, bütün müjdelerin fevkinde [üstünde] şöyle müjde eder ve der ki:

Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Sözün âhirinde denildiği gibi, dünyanın bin sene mes’udâne [mutlu bir şekilde] hayatı, bir saat hayatına mukàbil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline [Rabbimizin güzelliğini seyretme] mukàbil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] daire-i rahmetine [rahmet dairesi] ve mertebe-i huzuruna [Cenâb-ı Hakkın yüce huzuruna çıkma seviyesi] gidiyorsun. Müptelâ [bağımlı] ve meftun [aşık] ve müştak [arzulu, aşırı istekli] olduğunuz mecazî mahbuplarda [sevgili] ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki [dünyadaki varlıklar] hüsün [güzellik] ve cemâl, Onun cilve-i cemâlinin [güzelliğin görüntüsü] ve hüsn-ü esmâsının [İlâhî isimlerin güzelliği] bir nevi gölgesi; ve bütün Cennet, bütün letâfetiyle, [hoşluk, gözellik] bir cilve-i rahmeti; [İlâhî rahmetin yansıması] ve bütün iştiyaklar [arzu, istek] ve muhabbetler ve incizaplar [bir şeyin çekiciliğine kapılma] ve câzibeler, bir lem’a-i muhabbeti [İlâhî sevginin parıltısı] olan bir Mâbud-u Lemyezelin, [varlığı asla son bulmayan ve ibadete lâyık tek ilâh olan Allah] bir Mahbub-u Lâyezâlin [asla kaybolup gitmeyecek yegâne sevgili olan Allah] daire-i huzuruna [huzur dairesi] gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi [sonsuz ziyafet yurdu] olan Cennete çağırılıyorsunuz. Öyle ise, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.

Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki:

Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, [unutkanlık] çürümeye, dağılmaya ve kesrette [çokluk] boğulmaya gittiğinizi tevehhüm [kuruntu] edip düşünmeyiniz. Siz fenâya değil, bekàya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u daimîye [ölümsüz, devamlı vücut] sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura [nur âlemi] giriyorsunuz. Sahip ve Mâlik-i Hakikînin [her şeyin gerçek sahibi olan Allah] tarafına gidiyorsunuz. Ve Sultan-ı Ezelînin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] payitahtına [başkent] dönüyorsunuz. Kesrette [çokluk] boğulmaya değil, vahdet [Allah’ın birliği] dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka [ayrılık] değil, visale [kavuşma] müteveccihsiniz. [yönelen]

ba

298

On Birinci Hüccet-i İmâniye

(Yirmiİkinci Sözün Birinci Makamı)

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَيَضْرِبُ اللهُ اْلاَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ * 1

وَتِلْكَ اْلاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ * 2

BİR ZAMAN iki adam bir havuzda yıkandılar. Fevkalâde bir tesir altında kendilerinden geçtiler. Gözlerini açtıkları vakit gördüler ki, acip bir âleme götürülmüşler. Öyle bir âlem ki, kemâl-i intizamından [tam ve mükemmel düzen] bir memleket hükmünde, belki bir şehir hükmünde, belki bir saray hükmündedir.

Kemâl-i hayretlerinden [tam bir şaşkınlık] etraflarına baktılar. Gördüler ki, bir cihette bakılsa azîm bir âlem görünüyor; bir cihette bakılsa muntazam bir memleket, bir cihette bakılsa mükemmel bir şehir, diğer bir cihette bakılsa gayet muhteşem bir âlemi içine almış bir saraydır.

Şu acaip âlemde gezerek seyran ettiler. Gördüler ki, bir kısım mahlûklar [varlıklar] var; bir tarz ile konuşuyorlar, fakat bunlar onların dillerini bilmiyorlar. Yalnız, işaretlerinden anlaşılıyor ki, mühim işler görüyorlar ve ehemmiyetli vazifeler yapıyorlar.

O iki adamdan birisi, arkadaşına dedi ki: “Şu acip âlemin elbette bir müdebbiri [idare eden, çekip çeviren] ve şu muntazam memleketin bir mâliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu musannâ [san’atla yapılmış] sarayın bir ustası vardır. Biz çalışmalıyız, onu tanımalıyız. Çünkü, anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren odur. Onu tanımazsak kim bize medet verecek? Dillerini bilmediğimiz ve onlar bizi dinlemedikleri şu âciz mahlûklardan [varlıklar] ne bekleyebiliriz? Hem koca bir âlemi bir memleket suretinde, bir şehir tarzında,

299

bir saray şeklinde yapan ve baştan başa hârika şeylerle dolduran ve müzeyyenâtın [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] envâıyla [tür] tezyin [süsleme] eden ve ibretnümâ [ibret verici] mu’cizatlarla donatan bir zat, elbette bizden ve buraya gelenlerden bir istediği vardır. Onu tanımalıyız. Hem ne istediğini bilmekliğimiz lâzımdır.”

Öteki adam dedi: “İnanmam, böyle bahsettiğin gibi bir zat bulunsun ve bütün bu âlemi tek başıyla idare etsin.”

Arkadaşı cevaben dedi ki: “Bunu tanımazsak, lâkayt [duyarsız] kalsak, menfaati hiç yok. Zararı olsa pek azîmdir. Eğer tanımasına çalışsak, meşakkati pek hafiftir; menfaati olursa pek azîmdir. Onun için, ona karşı lâkayt [duyarsız] kalmak hiç kâr-ı akıl [akıl kârı] değildir.”

O serseri adam dedi: “Ben bütün rahatımı, keyfimi, onu düşünmemekte görüyorum. Hem böyle aklıma sığışmayan şeylerle uğraşmayacağım. Bütün bu işler, tesadüfî ve karma karışık işlerdir; kendi kendine dönüyor. Benim neme lâzım?”

Akıllı arkadaşı ona dedi: “Senin bu temerrüdün [inat etme] beni de, belki çokları da belâya atacaktır. Bir edepsizin yüzünden, bazan olur ki, bir memleket harap olur.”

Yine o serseri dönüp dedi ki: “Ya kat’iyen [kesinlikle] bana ispat et ki, bu koca memleketin tek bir mâliki, tek bir sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] vardır. Yahut bana ilişme.”

Cevaben, arkadaşı dedi: “Madem inadın divanelik derecesine çıkmış; o inadınla bizi ve belki memleketi bir kahra giriftar [tutulmuş, yakalanmış] edeceksin. Ben de sana On İki Burhan [delil] ile göstereceğim ki, bir saray gibi şu âlemin, bir şehir gibi şu memleketin tek bir ustası vardır. Ve o usta, herşeyi idare eden yalnız odur. Hiçbir cihetle noksaniyeti yoktur. Bize görünmeyen o usta, bizi ve herşeyi görür ve sözlerini işitir. Bütün işleri mu’cize ve hârikadır. Bütün bu gördüğümüz ve dillerini bilmediğimiz şu mahlûklar [varlıklar] onun memurlarıdır.”

BİRİNCİ BURHAN [delil]

Gel, her tarafa bak, herşeye dikkat et. Bütün bu işler içinde gizli bir el işliyor. Çünkü, bak, bir dirhemHaşiye 1 kadar kuvveti olmayan, bir çekirdek küçüklüğünde birşey, binler batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] yükü kaldırıyor. Zerre kadar şuuruHaşiye 2 olmayan, gayet hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] işler görüyor.

300

Demek bunlar kendi kendilerine işlemiyorlar. Onları işlettiren gizli bir kudret sahibi vardır. Eğer kendi başına olsa, bütün baştan başa bu gördüğümüz memlekette her iş mu’cize, herşey mu’cizekâr bir hârika olmak lâzım gelir. Bu ise bir safsatadır.

İKİNCİ BURHAN [delil]

Gel, bütün bu ovaları, bu meydanları, bu menzilleri süslendiren şeyler üstünde dikkat et. Herbirisinde o gizli zattan haber veren işler var. Adeta herbiri birer turra, [mühür, nişan] birer sikke [mühür] gibi, o gaybî zattan haber veriyorlar. İşte, gözünün önünde, bak, bir dirhem pamuktanHaşiye 1 ne yapıyor:

Bak, kaç top çuha ve patiska [pamuktan dokunmuş sık ve düzgün bez] ve çiçekli kumaş çıktı. Bak, ondan ne kadar şekerlemeler, yuvarlak tatlı köfteler yapılıyor ki, bizim gibi binler adam giyse ve yese kâfi [yeterli] gelir.

Hem de bak, bu demiri, toprağı, suyu, kömürü, bakırı, gümüşü, altını gaybî avucuna aldı, bir et parçasıHaşiye 2 yaptı. Bak, gör!

İşte, ey akılsız adam, bu işler öyle bir zâta mahsustur ki, bütün bu memleket, bütün eczasıyla onun mu’cize-i kuvveti [kuvvet mu’cizesi] altında duruyor, her arzusuna râm oluyor.

ÜÇÜNCÜ BURHAN [delil]

Gel, bu müteharrik [hareket eden] antikaHaşiye 3 san’atlarına bak. Herbirisi öyle bir tarzda yapılmış; adeta bu koca sarayın bir küçük nüshasıdır. Bütün bu sarayda ne varsa, o küçücük müteharrik [hareket eden] makinelerde bulunuyor.

Hiç mümkün müdür ki, bu sarayın ustasından başka birisi gelip, bu acip sarayı küçük bir makinede derc [yerleştirme] etsin? Hem hiç mümkün müdür ki, bir kutu kadar bir

301

makine, bütün bir âlemi içine aldığı halde, tesadüfî veyahut abes bir iş, içinde bulunsun?

Demek, bütün gözün gördüğü ne kadar antika makineler var, o gizli zâtın birer sikkesi [mühür] hükmündedirler. Belki birer dellâl, [davetçi, ilan edici] birer ilânnâme hükmündedirler. Lisan-ı hâlleriyle [hal dili] derler ki: “Biz öyle bir zâtın san’atıyız ki, bütün bu âlemimizi, bizi yaptığı ve suhuletle [kolaylıkla] icad ettiği gibi kolaylıkla yapabilir bir zattır.”

DÖRDÜNCÜ BURHAN [delil]

Ey muannid [inatçı] arkadaş! Gel, sana daha acibini göstereceğim. Bak, bu memlekette bütün bu işler, bu şeyler değişti, değişiyor. Bir halette [hal, durum] durmuyor. Dikkat et ki, bu gördüğümüz câmid [cansız] cisimler, hissiz kutular, birer hâkim-i mutlak [herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan] suretini aldılar. Adeta herbir şey bütün eşyaya hükmediyor.

İşte, bu yanımızdaki bu makineye bak. Haşiye [dipnot] 1 Güya emrediyor; işte, onun tezyinatına [süslemeler] ve işlemesine lâzım levazımat [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] ve maddeler, uzak yerlerden koşup geliyorlar. İşte, oraya bak: O şuursuz cisimHaşiye 2 güya bir işaret ediyor; en büyük bir cismi kendine hizmetkâr ediyor, kendi işlerinde çalıştırıyor.

Daha başka şeyleri bunlara kıyas et. Adeta herbir şey, bütün bu âlemdeki hilkatleri musahhar [boyun eğdirilmiş] ediyor. Eğer o gizli zâtı kabul etmezsen, bütün bu memleketteki taşında, toprağında, hayvanında, insana benzer mahlûklarda, [varlıklar] o zâtın bütün hünerlerini, san’atlarını, kemâlâtlarını, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] birer birer o şeylere vereceksin. İşte, aklın uzak gördüğü birtek mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] zâtın bedeline, milyarlar onun gibi mu’ciznümâ, [mu’cize gösteren] hem birbirine zıt, hem birbirine misil, [benzer] hem birbiri içinde bulunsun, bu intizam bozulmasın, ortalığı karıştırmasınlar. Halbuki bu koca memlekette iki parmak karışsa, karıştırır. Çünkü bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa, karıştırır. Nerede kaldı, hadsiz hâkim-i mutlak [herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan] beraber bulunsun!

BEŞİNCİ BURHAN [delil]

Ey vesveseli arkadaş! Gel, bu azîm sarayın nakışlarına [işleme] dikkat et. Ve bütün bu

302

şehrin ziynetlerine bak. Ve bütün bu memleketin tanzimatını gör. Ve bütün bu âlemin san’atlarını tefekkür et.

İşte, bak: Eğer nihayetsiz mu’cizeleri ve hünerleri olan gizli bir zâtın kalemi işlemezse, bu nakışları [işleme] sair şuursuz sebeplere, kör tesadüfe, sağır tabiata verilse, o vakit, ya bu memleketin herbir taşı, herbir otu öyle mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] nakkâş, [herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] öyle bir harikulâde kâtip olması lâzım gelir ki, bir harfte bin kitabı yazabilsin, bir nakışta [işleme] milyonlar san’atı derc [yerleştirme] edebilsin. Çünkü, bak bu taşlardaki nakşa:Haşiye 1 Herbirisinde bütün sarayın nakışları [işleme] var, bütün şehrin tanzimat kanunları var, bütün memleketin teşkilât programları var. Demek bu nakışları [işleme] yapmak, bütün memleketi yapmak kadar hârikadır. Öyle ise, herbir nakış, [işleme] herbir san’at, o gizli zâtın bir ilânnâmesidir, bir hâtemidir.

Madem bir harf, kâtibini göstermeksizin olmaz. San’atlı bir nakış, [işleme] nakkâşını [herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] bildirmemek olmaz. Nasıl olur ki, bir harfte koca bir kitabı yazan, bir nakışta [işleme] bin nakşı nakşeden nakkâş, [herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] kendi kitabıyla ve nakşıyla bilinmesin?

ALTINCI BURHAN [delil]

Gel, bu geniş ovaya çıkacağız.Haşiye [dipnot] 2 İşte, o ova içinde yüksek bir dağ var. Üstüne çıkacağız, tâ bütün etrafı görülsün. Hem herşeyi yakınlaştıracak güzel dürbünleri de beraber alacağız. Çünkü bu acip memlekette acip işler oluyor. Her saatte, hiç aklımıza gelmeyen işler oluyor.

İşte, bak: Bu dağlar ve ovalar ve şehirler, birden değişiyor. Hem nasıl değişiyor! Öyle bir tarzda ki, milyonlarla birbiri içinde işler, gayet muntazam surette değişiyor. Adeta milyonlar mütenevvi [çeşit çeşit] kumaşlar birbiri içinde beraber dokunuyor gibi, pek acip tahavvülât [başkalaşmalar] oluyor.

Bak, o kadar ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ettiğimiz ve tanıdığımız çiçekli miçekli şeyler

303

kayboldular. Muntazaman yerlerine ve mahiyetçe [nitelikçe, özellikçe] onlara benzer, fakat suretçe [şekilce] ayrı, başkaları geldiler. Adeta şu ova, dağlar birer sahife; yüz binlerle ayrı ayrı kitaplar içinde yazılıyor. Hem hatasız, noksansız olarak yazılıyor.

İşte, bu işler yüz derece muhaldir ki kendi kendine olsun. Evet, nihayet derecede san’atlı, dikkatli şu işler, kendi kendine olmak bin derece muhaldir ki, kendilerinden ziyade, san’atkârlarını [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] gösteriyorlar.

Hem bunları işleyici, öyle mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] bir zattır ki, hiçbir iş ona ağır gelmez. Bin kitap yazmak, bir harf kadar ona kolay gelir.

Bununla beraber, her tarafa bak ki, hem öyle bir hikmetle herşeyi yerli yerine koyuyor; ve öyle mükrimâne, [ikramlarda bulunarak] herkese lâyık oldukları lütufları yapıyor; hem öyle ihsanperverâne [bağış] umumî perdeler ve kapılar açıyor ki, herkesin arzularını tatmin ediyor. Hem öyle sehâvetperverâne [cömertlik] sofralar kuruyor ki, bütün bu memleketin halklarına, hayvanlarına, herbir taifesine has ve lâyık, belki herbir ferdine mahsus ismiyle ve resmiyle bir tabla-i nimet [nimet tablası] veriliyor.

İşte, dünyada bundan muhal [bâtıl, boş söz] birşey var mı ki, bu gördüğümüz işler içinde tesadüfî işler bulunsun; veya abes ve faidesiz olsun; veya müteaddit [bir çok] eller karışsın; veya ustası herşeye muktedir olmasın; veya herşey ona musahhar [boyun eğdirilmiş] olmasın? İşte, ey arkadaş, haddin varsa buna karşı bir bahane bul!

YEDİNCİ BURHAN [delil]

Ey arkadaş, gel. Şimdi bu cüz’iyâtı [ferdler, küçük şeyler] bırakıp, saray şeklindeki bu acip âlemin eczalarının birbirine karşı olan vaziyetlerine dikkat edeceğiz.

İşte, bak: Bu âlemde o derece intizamla küllî işler yapılıyor ve umumî inkılaplar [değişim, dönüşüm] oluyor ki, adeta bütün bu saraydaki mevcut taşlar, topraklar, ağaçlar, herbir şey, birer fâil-i muhtar [dilediğini yapmakta serbest olan] gibi bütün bu âlemin nizâmât-ı külliyesini [kapsamlı ve her yerde geçerli olan düzenler] gözetip ona göre tevfik-i hareket [uygun hareket] ediyor. Birbirinden en uzak şeyler birbirinin imdadına koşuyor.

İşte, bak: Gaipten acip bir kafileHaşiye çıkıp geliyor. Merkepleri ağaçlara, nebatlara, [bitki] dağlara benzerler. Başlarında birer tabla-i erzak [yiyecek tablası] taşıyorlar. İşte, bak, bu tarafta bekleyen muhtelif hayvanatın erzaklarını getiriyorlar.

304

Hem de bak, bu kubbede [yarım küre şeklinde olan çatı] o azîm elektrik lâmbası,Haşiye 1 onlara ışık verdiği gibi, bütün taamlarını öyle güzel pişiriyor! Yalnız, pişirilecek taamlar, bir dest-i gaybî [görünmeyen el] tarafından birer ipe takılıpHaşiye 2 ona karşı tutuluyor.

Bu tarafa da bak: Bu biçare, zayıf, nahif, kuvvetsiz hayvancıklar—nasıl onların başı önünde, lâtif [berrak, şirin, hoş] gıda ile dolu iki tulumbacıkHaşiye 3 takılmış. İki çeşme gibi, yalnız o kuvvetsiz mahlûk, onu ağzına yapıştırması kâfidir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Bütün bu âlemin bütün eşyası, birbirine bakar gibi, birbirine yardım eder. Birbirini görür gibi, birbirine el ele verir. Birbirinin işini tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] için, birbirine omuz omuza veriyor, bel bele verip beraber çalışıyorlar. Herşeyi buna kıyas et; tâdât [sayma] ile bitmez.

İşte, bütün bu haller, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î gösterir ki, şu saray-ı acibin ustasına, yani şu garip âlemin sahibine herşey musahhardır. [boyun eğdirilmiş] Herşey onun hesabına çalışır. Herşey ona bir emirber [emre hazır] nefer [asker] hükmündedir. Herşey Onun kuvvetiyle döner. Herşey Onun emriyle hareket eder. Herşey onun hikmetiyle tanzim olunur. Herşey onun keremiyle [cömertlik] muavenet [yardım] eder. Herşey onun merhametiyle başkasının imdadına koşar, yani koşturulur. Ey arkadaş, haddin varsa buna karşı bir söz söyle!

SEKİZİNCİ BURHAN [delil]

Gel, ey nefsim gibi kendini âkıl [akıllı] zanneden akılsız arkadaş! Şu saray-ı muhteşemin [ihtişamlı, görkemli saray] sahibini tanımak istemiyorsun. Halbuki herşey onu gösteriyor, ona işaret ediyor, ona şehadet ediyor. Bütün bu şeylerin şehadetini nasıl tekzip ediyorsun? Öyle ise bu sarayı da inkâr et ve “Âlem yok, memleket yok” de ve kendini de inkâr et, ortadan çık. Yahut aklını başına al, beni dinle.

İşte, bak: Şu saray içinde bulunan ve memleketi ihata [herşeyi kuşatma] eden yeknesak [değişmeyen, tekdüze, monoton] unsurlar, madenler var.Haşiye [dipnot] 4 Âdeta, memleketten çıkan herşey o maddelerden yapılıyor.

305

Demek o maddeler kimin mülkü ise, bütün ondan yapılan şeyler de onundur. Tarla kimin ise, mahsulât da onundur. Deniz kimin ise, içindekiler de onundur.

Hem bak: Bu dokunan şeyler, bu nescolunan [dokuma] münakkâş kumaşlar, birtek maddeden yapılıyor. O maddeyi getiren, ihzar [hazırlama] eden ve ip haline getiren, elbette, bilbedâhe, [açık bir şekilde] birdir. Çünkü o iş iştirak kabul etmez. Öyle ise, bütün nescolunan [dokuma] san’atlı şeyler ona mahsustur.

Hem de bak: Bu dokunan, yapılan şeylerin herbir cinsi bütün memleketin her tarafında bulunuyor, bütün ebna-yi cinsleriyle öyle intişar [açığa çıkma, yayılma] etmiş, beraber olarak, birbiri içinde, bir tarzda, bir anda yapılıyor, nescediliyor. [dokuma] Demek birtek zâtın işidir; birtek emirle hareket ediyor. Yoksa, böyle bir anda, bir tarzda, bir keyfiyette, bir heyette ittifak ve muvafakat muhaldir.

Öyle ise, bu san’atlı şeylerin herbirisi, o gizli zâtın bir ilânnâmesi hükmünde, onu gösteriyor. Güya herbir çiçekli kumaş, herbir san’atlı makine, herbir tatlı lokma, o mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] zâtın birer sikkesi, [mühür] birer hâtemi, birer nişanı, birer turra[mühür, nişan] hükmünde, lisan-ı hal [beden dili] ile herbirisi der: “Ben kimin san’atıyım; bulunduğum sandıklar ve dükkânlar da onun mülküdür.” Ve herbir nakış [işleme] der: “Beni kim dokuduysa, bulunduğum top da onun dokumasıdır.” Herbir tatlı lokma der: “Beni kim yapıyor, pişiriyorsa, bulunduğum kazan dahi onundur.” Herbir makine der: “Beni kim yapmışsa, memlekette intişar [açığa çıkma, yayılma] eden bütün emsalimi de o yapıyor. Ve bütün memleketin her tarafında bizi yetiştiren odur. Demek memleketin mâliki de odur. Öyle ise, bütün bu memlekete, bu saraya mâlik kimse, o bize mâlik olabilir.” Meselâ, nasıl mîrîye [devlete ait] mahsus tek bir palaska veyahut birtek düğmeye mâlik olmak [sahip olmak] için, onları yapan bütün fabrikalara mâlik olmak [sahip olmak] lâzımdır ki, onlara hakikî mâlik olsun. Yoksa, o boşboğaz başıbozuktan, “Mîrî [devlete ait] malıdır” diye elinden alınıp tecziye [cezalandırma] edilir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Nasıl bu memleketin anâsırı, [kâinattaki unsurlar, elementler] memlekete muhit birer maddedir. Onların mâliki de bütün memlekete mâlik birtek zat olabilir. Öyle de, bütün memlekette intişar [açığa çıkma, yayılma] eden san’atlar, birbirine benzediği ve birtek sikke [mühür] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettikleri için, bütün memleket yüzünde intişar [açığa çıkma, yayılma] eden masnular, herbir şeye hükmeden tek bir zâtın san’atları olduğunu gösteriyorlar.

İşte, ey arkadaş! Madem şu memlekette, yani şu saray-ı muhteşemde [ihtişamlı, görkemli saray] bir birlik alâmeti vardır, bir vahdet [Allah’ın birliği] sikkesi [mühür] var. Çünkü bir kısım şeyler, bir iken, ihâta[kavrayış] var. Bir kısım müteaddit [bir çok] ise, fakat birbirine benzediği ve her tarafta bulunduğu

306

için, bir vahdet-i nev’iye [aynı türden olma] gösteriyor. Vahdet ise bir vâhidi gösterir. Demek, ustası da, mâliki de, sahibi de, sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] de bir olmak lâzım gelir.

Bununla beraber, sen buna dikkat et ki, bir perde-i gaybdan [gayb perdesi] kalınca bir ip çıkıyor.Haşiye [dipnot] 1 Bak, sonra binler ipler ondan uzanmış. Herbir ipin başına bak: Birer elmas, birer nişan, birer ihsan, [bağış] birer hediye takılmış. Herkese göre birer hediye veriyor. Acaba bilir misin ki, böyle garip bir gayb perdesinden böyle acip ihsânâtı, hedâyâ[hediyeler] şu mahlûklara [varlıklar] uzatan zâtı tanımamak, ona teşekkür etmemek ne kadar divanece bir harekettir? Çünkü, onu tanımazsan, bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] diyeceksin ki, “Bu ipler, uçlarındaki elmasları, sair hediyeleri kendileri yapıyorlar, veriyorlar.” O vakit her ipe bir padişahlık mânâsını vermek lâzım gelir. Halbuki, gözümüzün önünde bir dest-i gaybî [görünmeyen el] o ipleri dahi yapıp o hedâyâ[hediyeler] onlara takıyor. Demek, bütün bu sarayda herşey, kendi nefsinden ziyade, o mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] zâtı gösteriyor. Onu tanımazsan, bütün bu şeyleri inkâr etmekle, hayvandan yüz derece aşağı düşeceksin.

DOKUZUNCU BURHAN [delil]

Gel, ey muhakemesiz [akıl yürütemeyen, düşüncesiz] arkadaş! Sen şu sarayın sahibini tanımıyorsun ve tanımak da istemiyorsun. Çünkü istib’âd [akıldan uzak görme] ediyorsun. Onun acip san’atlarını ve hâlâtını [durumlar, haller] akla sığıştıramadığından, inkâra sapıyorsun. Halbuki, asıl istib’âd, [akıldan uzak görme] asıl müşkülât ve hakikî suûbetler [zorluk] ve dehşetli külfetler, onu tanımamaktadır. Çünkü onu tanısak, bütün bu saray, bu âlem, birtek şey gibi kolay gelir, rahat olur, bu ortadaki ucuzluk ve mebzûliyete [bolluk] medar [kaynak, dayanak] olur. Eğer tanımazsak ve o olmazsa, o vakit herbir şey, bütün bu saray kadar müşkülâtlı olur. Çünkü herşey bu saray kadar san’atlıdır. O vakit ne ucuzluk ve ne de mebzûliyet [bolluk] kalır. Belki bu gördüğümüz şeylerin birisi, değil elimize, hiç kimsenin eline geçmezdi.

Sen yalnız şu ipe takılan tatlı konserve kutusuna bak.Haşiye [dipnot] 2 Eğer onun gizli matbaha-i mu’ciznümâsından [mu’cizeli mutfak] çıkmasaydı, şimdi kırk parayla aldığımız halde, yüz liraya alamazdık.

Evet, bütün istib’âd, [akıldan uzak görme] müşkülât, suûbet, [zorluk] helâket, [mahvolma] belki muhâliyet, onu tanımamaktadır. Çünkü, nasıl bir ağaca, bir kökte, bir kanunla, bir merkezde hayat ve

307

riliyor; binler meyvelerin teşekkülü, [kendi kendine oluşma] bir meyve gibi suhulet [kolaylık] peydâ eder. Eğer o ağacın meyveleri ayrı ayrı merkeze ve köke, ayrı ayrı kanunla raptedilse, [bağlama] herbir meyve bütün ağaç kadar müşkülâtlı olur. Hem nasıl bütün ordunun teçhizatı bir merkezde, bir kanunla, bir fabrikadan çıksa, kemiyetçe [sayıca] bir neferin [asker] teçhizatı kadar kolaylaşır. Eğer herbir neferin [asker] ayrı ayrı yerlerde teçhizatı yapılsa, alınsa, herbir neferin [asker] teçhizatı için, bütün ordunun teçhizatına lâzım fabrikalar bulunması lâzımdır.

Aynen bu iki misal gibi, şu muntazam sarayda, şu mükemmel şehirde, şu müterakkî [ilerlemiş, terakki [ilerleme] etmiş] memlekette, şu muhteşem âlemde bütün bu şeylerin icadı birtek zâta verildiği vakit, o kadar kolay olur, o kadar hiffet [hafiflik] peydâ eder ki, gördüğümüz nihayetsiz ucuzluğa ve mebzûliyete [bolluk] ve sehâvete [cömertlik] sebebiyet verir. Yoksa herşey o kadar pahalı, o kadar müşkülâtlı olacak ki, dünya verilse birisi elde edilemez.

ONUNCU BURHAN [delil]

Gel, ey bir parça insafa gelmiş arkadaş! On beş gündürHaşiye 1 biz buradayız. Eğer şu âlemin nizamlarını bilmezsek, padişahını tanımazsak, cezaya müstehak oluruz. Özrümüz kalmadı. Zira, on beş gün, güya bize mühlet verilmiş gibi, bize ilişmiyorlar. Elbette biz başıboş değiliz. Bu derece nazik san’atlı, mizanlı, [ölçü] letâfetli, [güzel, hoş] ibretli masnular içinde hayvan gibi gezip bozamayız. Bize bozdurmazlar. Şu memleketin haşmetli mâlikinin elbette cezası da dehşetlidir.

O zat ne kadar kudretli, haşmetli bir zat olduğunu şununla anlayınız ki, şu koca âlemi bir saray gibi tanzim ediyor, bir dolap gibi çeviriyor. Şu büyük memleketi, bir hane gibi, hiçbir şey noksan bırakmayarak idare ediyor. İşte, bak: Vakit be vakit, bir kabı doldurup boşaltmak gibi, şu sarayı, şu memleketi, şu şehri, kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] doldurup kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] boşalttırıyor. Bir sofrayı da kaldırıp indirmek gibi, koca memleketi baştan başa çeşit çeşit sofralar,Haşiye 2 bir dest-i gaybî [görünmeyen el] tarafından kaldırır, indirir tarzında, mütenevvi [çeşit çeşit] yemekleri sırayla getirip

308

yedirir; onu kaldırıp başkasını getirir. Sen de görüyorsun ve aklın varsa anlarsın ki, o dehşetli haşmet içinde, hadsiz sehâvetli [cömert] bir kerem [cömertlik] var.

Hem de bak ki, o gaybî zâtın saltanatına, birliğine bütün bu şeyler şehadet ettiği gibi; öyle de, kafile kafile arkasından gelip geçen, o hakikî perde perde arkasından açılıp kapanan bu inkılâplar, [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] bu tahavvülâtlar, [başka bir hâle geçme, dönüşme] o zâtın devamına, bekàsına şehadet eder. Çünkü zevâl [batış, kayboluş] bulan eşya ile beraber, esbabları dahi kayboluyor. Halbuki, onların arkasından, onlara isnad ettiğimiz şeyler tekrar oluyor. Demek o eserler onların değilmiş, belki zevâlsiz [batmayan] birinin eserleriymiş. Nasıl ki bir ırmağın kabarcıkları gidiyor; arkasından gelen kabarcıklar, gidenler gibi parladığından anlaşılıyor ki, onları parlattıran, daimî ve yüksek bir ışık sahibidir. Öyle de, bu işlerin sür’atle değişmesi, arkalarından gelenlerin aynı renk alması gösteriyor ki, zevâlsiz, [batmayan] daimî birtek zâtın cilveleridir, nakışlarıdır, [işleme] âyineleridir, san’atlarıdır.

ON BİRİNCİ BURHAN [delil]

Gel, ey arkadaş! Şimdi sana, geçmiş olan on burhan [delil] kuvvetinde kat’î bir burhan [delil] daha göstereceğim. Gel, bir gemiye bineceğiz;Haşiye 1 şu uzakta bir cezire [yarımada] var, oraya gideceğiz. Çünkü bu tılsımlı âlemin anahtarları orada olacak. Hem herkes o cezireye [yarımada] bakıyor, oradan birşeyler bekliyor, oradan emir alıyorlar.

İşte, bak, gidiyoruz. Şimdi şu cezireye [yarımada] çıktık. Bak, pek büyük bir içtima [bir araya gelme, toplanma] var. Şu memleketin bütün büyükleri buraya toplanmış gibi, mühim ihtifal [merasim] görünüyor. İyi dikkat et. Bu cemiyet-i azîmenin [büyük topluluk] bir reisi var. Gel, daha yakın gideceğiz. O reisi tanımalıyız.

İşte, bak, ne kadar parlak ve bindenHaşiye 2 ziyade nişanları var. Ne kadar kuvvetli söylüyor, ne kadar tatlı bir sohbet ediyor! Şu on beş gün zarfında bunların dediklerini ben bir parça öğrendim; sen de benden öğren. Bak, o zat, şu

309

memleketin mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] sultanından bahsediyor. “O sultan-ı zîşan [şan sahibi sultan] beni sizlere gönderdiğini” söylüyor. Bak, öyle hârikalar gösteriyor; şüphe bırakmıyor ki, bu zat o padişahın bir memur-u mahsusudur. [özel memur]

Sen dikkat et ki, bu zâtın söylediği sözü, değil yalnız şu ceziredeki [yarımada] mahlûklar [varlıklar] dinliyorlar; belki harikulâde suretinde bütün memlekete işittiriyor. Çünkü, uzaktan uzağa herkes, buradaki nutkunu [konuşma] işitmeye çalışıyor. Değil yalnız insanlar dinliyor; belki hayvanlar da, hattâ bak, dağlar da onun getirdiği emirlerini dinliyorlar ki, yerlerinden kımıldanıyorlar. Şu ağaçlar, işaret ettiği yere gidiyorlar. Nerede istese su çıkarıyor. Hattâ parmağını da bir âb-ı kevser [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] memesi gibi yapar; ondan âb-ı hayat [hayat suyu] içiriyor. Bak, şu sarayın kubbe-i âlisinde [yüksek kubbe] mühim lâmba,Haşiye 1 onun işaretiyle, bir iken ikileşiyor. Demek, bu memleket bütün mevcudatıyla [var edilenler, varlıklar] onun memuriyetini tanıyor. Onu “gaybî bir zât-ı mu’ciznümânın [mu’cize gösteren zat] en has ve doğru bir tercümanıdır,” bir dellâl-ı saltanatı [saltanatın ilâncısı] ve tılsımının keşşafı [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] ve evâmirinin [emirler] tebliğine emin bir elçisi olduğunu biliyor gibi, onu dinleyip itaat ediyorlar.

İşte, bu zâtın her söylediği sözü, etrafındaki bütün aklı başında olanlar, “Evet, evet, doğrudur” derler, tasdik ederler. Belki şu memlekette dağlar, ağaçlar, bütün memleketleri ışıklandıran büyük nur lâmbası,Haşiye 2 o zâtın işaret ve emirlerine baş eğmesiyle “Evet, evet, her dediğin doğrudur” derler.

İşte, ey sersem arkadaş! Şu padişahın hazine-i hassasına [özel hazine] mahsus bin nişan taşıyan şu nuranî ve muhteşem ve pek ciddî zâtın bütün kuvvetiyle, bütün memleketin ileri gelenlerinin taht-ı tasdikinde [doğrulaması ve onayı altında] bahsettiği bir zât-ı mu’ciznümâdan [mu’cize gösteren zat] ve

310

zikrettiği evsâfından [özellikler] ve tebliğ ettiği evâmirinde [emirler] hiçbir vech [cihet, yön, taraf] ile hilâf [aykırı ve zıt olan] ve hile bulunabilir mi? Bunda hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] kabilse, şu sarayı, şu lâmbaları, şu cemaati, hem vücutlarını, hem hakikatlerini tekzip etmek lâzım gelir. Eğer haddin varsa, buna karşı itiraz parmağını uzat, gör: Nasıl parmağın burhan [delil] kuvvetiyle kırılıp senin gözüne sokulacak!

ON İKİNCİ BURHAN [delil]

Gel, ey bir parça aklı başına gelen birader! Bütün on bir burhan [delil] kuvvetinde bir burhan [delil] daha göstereceğim. İşte, bak: Yukarıdan inen ve herkes ona hayretinden veya hürmetinden kemâl-i dikkatle [tam bir dikkat] bakan, şu nuranî fermanaHaşiye bak. O bin nişanlı zat, onun yanına durmuş, o fermanın meâlini umuma beyan ediyor.

İşte, şu fermanın üslûpları öyle bir tarzda parlıyor ki, herkesin nazar-ı istihsanını [güzel bulan ve beğenen bakış] celb [çekme] ediyor. Ve öyle ciddî, ehemmiyetli meseleleri zikrediyor ki, herkes kulak vermeye mecbur oluyor. Çünkü bütün bu memleketi idare eden ve bu sarayı yapan ve bu acaibi izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden zâtın şuûnâtını, [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ef’âlini, [fiiler, davranışlar] evâmirini, [emirler] evsâfını [özellikler] birer birer beyan ediyor.

O fermanın heyet-i umumiyesinde bir turra-i âzam olduğu gibi, bak, herbir satırında, herbir cümlesinde taklit edilmez bir turra olduğu misillü, [benzer] ifade ettiği mânâlar, hakikatler, emirler, hikmetler üstünde dahi o zâta mahsus birer mânevî hâtem [mühür] hükmünde ona has bir tarz görünüyor. Elhasıl, [kısaca, özetle] o ferman-ı âzam, [çok büyük ferman, buyruk] güneş gibi o zât-ı âzamı gösterir; kör olmayan görür.

İşte, ey arkadaş! Aklın başına gelmişse, bu kadar kâfi… Eğer bir sözün varsa şimdi söyle.

O inatçı adam cevaben dedi ki: “Ben senin bu burhanlarına [delil] karşı yalnız derim: Elhamdü lillâh, inandım. Hem güneş gibi parlak ve gündüz gibi aydın bir tarzda inandım ki, şu memleketin tek bir mâlik-i zülkemâli, şu âlemin tek bir sahib-i zülcelâli, [büyüklük ve haşmet sahibi ve herşeyin sahibi Allah] şu sarayın tek bir sâni-i zülcemâli [sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] bulunduğunu kabul ettim. Allah senden razı olsun ki, beni eski inadımdan ve divaneliğimden kurtardın. Getirdiğin burhanların [delil] herbirisi tek başıyla bu hakikati göstermeye kâfi [yeterli] idi. Fakat

311

herbir burhan [delil] geldikçe, daha revnaktar, [göz alıcı güzellik] daha şirin, daha hoş, daha nuranî, daha güzel marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] tabakaları, tanımak perdeleri, muhabbet pencereleri açıldığı için bekledim, dinledim.”

Tevhidin hakikat-i uzmâsına [büyük hakikat] ve Âmentü billâh imanına işaret eden hikâye-i temsiliye [analojik, benzetmeye dayanan kıyaslamalı hikâye] tamam oldu. Fazl-ı Rahmân, feyz-i Kur’ân, [Kur’ân’ın verdiği ilham, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] bereket ve ilim bolluğu] nur-u iman [iman aydınlığı] sayesinde, tevhid-i hakikînin [araştırarak, delilleriyle Allah’ın birliğini kabul etme] güneşinden, hikâye-i temsiliyedeki [analojik, benzetmeye dayanan kıyaslamalı hikâye] On İki Burhana [delil] mukabil, On İki Lem’a [parıltı] ile bir Mukaddimeyi [başlangıç] göstereceğiz.

وَمِنَ اللهِ التَّوْفِيقُ وَالْهِدَايَةُ * 1