BARLA LAHİKASI – Mektubat’ın Üçüncü Kısmı 146-179. Mektuplar (249-302)

249

Mektubat’ın Üçüncü Kısmı

– 146 –

 Hüsrev’in bir fıkrasıdır. [bölüm]

Sevgili Üstadım,

Mirkatü’s-Sünne [sünnetin merdiveni; sünnetin dereceleri] ve Tiryâk-ı Marazü’l-Bid’a” ismine hakikaten elyâk olan Otuz Birinci Mektubun On Birinci Lem’asını [parıltı] kardeşlerimle ve dostlarımla defâatle okudum. Gayet azîm bir tebşirat-ı [müjdeleme] Peygamberi ile başlayan bu risalenin on bir nüktesinden [derin anlamlı söz] herbir nüktesi [derin anlamlı söz] başka bir hüsün [güzellik] ve başka bir letafette [güzellik, hoşluk] yazılmakla beraber; ittiba[tabi olma, uyma] sünnetin maddî ve manevî fevâidi [faydalar] tâdad edilirken, akıl açılan kapılardan içeriye giriyor. Her kapının içerisinde bulunan kapılar ve pencerelerden bakarak, gördüğü hakikatler karşısında hayran oluyor. Gösterdiği deliller ile

250

muterizlerin [itiraz eden] itirazlarına mükemmel ve muntazam cevaplar vermekle mukabele [karşılama; karşılık verme] ediyor. Ehl-i şevke, “Benim gösterdiğim kapılardan girseniz, müşkilâtsız [zor] ebedî bir saadete kavuşmuş olacaksınız.” diyerek ittiba[tabi olma, uyma] sünneti, her bir müslümana, hayatında düstur [kâide, kural] ittihaz [edinme, kabullenme] etmesini tavsiye ediyor. Talebelerine, anlayabilecekleri bir tarzda emr-i azîm olan dersini takrir [yerleştirme] ederken, “Ben zâhirde 15-16 sahifeden ibaret küçük bir risaleyim; fakat hakikatte neşrettiğim nurla çok büyük denizleri geçecek bir azamette ve çok büyük yıldızların nurlarını setredecek [örtme] kudretteyim. Bahtiyar ol kimsedir ki, beni hafızasında nakşederek, benimle âmil olur.” diyerek beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] ve çok yüksek ve nihayet derecede lâtif [berrak, şirin, hoş] sözleriyle bizleri irşâd ediyor.

Bu hakâiki [gerçekler, hakikatler] gösteren bu risaleden, gücüm yetse de yüz tane, ikiyüz tane yazabilsem. Heyhat! Elim kısa, sa’yim [çalışma] mahdut, [sınırlanmış] aczim, herbir emr-i hayrı arzuma kadar ifâya mâni… Bu kadar arzuya rağmen yazabildiğim bir nüshasını takdim etmiş bulunuyorum. Hüsn-i kabul buyurulursa benim için ne büyük bir saadettir.

Ahmed-i [çokça medhedilen, övülen] Bedevi Hazretlerinin kerâmetkârene harekâtıyla, semâvat ve arzın tabakatından bahseden Onikinci Lem’a[parıltı] üç-dört defa okudum. Sevgili Üstadım, rızka muhtaç herbir zihayatın [canlı] rızkı, Rezzak-ı Hakiki tarafından taahhüd altına alındığı ve rızık ancak Mün’im-i Hakikinin [gerçek nimet verici olan Allah] yed-i kudretinde [Allah’ın kudret eli] bulunduğu, o kadar güzel bir üslûb ile tarif buyuruluyor ki ve talebelerine o kadar şirin ve âli [yüce] bir ders veriyor ki, akıl eğriliğe, nefis itiraza, kalb inkâra sapacak hiç bir yol bulamıyor. Zaferi kazanan ordular gibi insanın bütün kuvâsına, [duygular, hisler] “Ey kıymettar risaleler ve ey nuranî feyyaz Sözler! Meydan sizindir! Size teslim olmuşuz! Beşeriyete ve bütün mükevvenâta [yaratılmışlar, bütün varlıklar] hükümran olan Hâlık-ı Azîmin hak sözleriyle bizlere tarîk-i hidayeti ve istikameti [doğru] gösteriyorsunuz!” dedirtiyor. Bilhassa arz ve semavâtın yedişer tabaka olduğuna dâir âyât-ı azîmenin küllî ve umumî ve

251

şümul[kapsam] maânisinin [mânâlar] tatlı ve lezzetli ve şirin hakâikını [gerçekler, hakikatler] okurken, insanın hissiyatına kalemi tercüman olabilse de, bu risalelere mukabele [karşılama; karşılık verme] edebilse… Heyhat!

Her tarafını anlayabilmek imkânı olmamakla beraber—bu kısımda—arzın yedi iklimi ve birbirine muttasıl [bitişik] yedi tabakası ve bu tabakalardaki nûranî mahlûkatın mürûr u ubûruna [öte tarafa geçme, bir taraftan diğer tarafa geçme] hiçbir şeyin mâni olmaması hâlâtı [durumlar, haller] ve elektrik ve ziya ve harareti nakil ve kâinatı baştan başa istilâ eden madde-i esiriyeden [kâinatı kapladığına inanılan ince madde] başlayarak semâvâtın yedi tabakasının kabul edilmesine hiç bir mâni olamayacağı, fennen, aklen ve hikmeten muhtelif delâil [deliller] ile isbat edilmesi ve en sonunda semâvâtın yedi tabaka ve arzın yedi kat olduğu hakkında Kur’ân-ı Hakîm‘in [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ifâdâtının [ifâdeler] tasdik edilişi, akıl ve kalb şübehata [şüpheler, tereddütler] atlayacak yol bulamaması, risalelerin büyüklüklerine has bir keramet-i kübra olduğunu gösteriyor. Böyle azîm hakikat-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın gerçeği] göremeyen feylesofların ve kozmoğrafyacıların [astronomi, gök bilimi] kulakları çınlasın!

Evet sevgili, kıymettar Üstadım! Bu nurlu misilsiz [benzer] eserler, insanın şübehatını [şüpheler, tereddütler] izale [giderme] ettiğine ve şüpheleri davet edecek karanlık bir nokta bırakmadığına kat’i bir kanaatle îman ettiğim gibi, temas ettiğim kardeşlerimden ve mütalâasında bulunan zevattan kanaatimin umumen tasdik edildiğini işittiğim anlar, her tarafımı meserret kapladığını hissediyorum.

Ey sevgili Üstadım! Her hususta size yapılacak dua için kelimat [ifadeler, sözler] bulamıyorum. Zât-ı Zülcemâl, bu kadar güzelliklere, hazine-i rahmetinden [Allah’ın rahmet hazinesi] binler güzellikleri size ihsan [bağış] etmekle mukabele [karşılama; karşılık verme] buyursun. Amin…

 Ahmed Hüsrev

• • •

252

– 147 –

 Sabri Efendinin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Eyyühe’l-Üstad,

Kelâmullahi’l-Azîzi’l-Mennân [Allah kelâmı] olan Hazret-i Kur’ân, şeâir-i İslâmiyenin [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] hâdimlerini cenâh[kanat] himaye ve re’fetine alarak, bu defaki hâdise-i elîmede bir seneden beri mülhidlerin [dinsiz] çevirdikleri plânlarını akîm [neticesiz] bırakıp, zahiren üç kardeşimizi beraat ve mânen milyonlar mü’min muvahhidînin [Allah’ın birliğine inanan] zümresine nişâne-i beraatini bahş ve mülhidlere [dinsiz] ebediyet ve ezeliyeti izharla [açığa çıkarma, gösterme] kendini müdafaa ve hadimlerini muhafaza ve himaye ettiğini ve edeceğini göstermekle, Kur’ân hâdimlerinin kulûbu, [kalbler] behçet ve sürura [mutluluk] müstağrak [dalmış, kendinden geçmiş] olarak, ilerlemek istedikleri hâlisâne emel ve gayelerinde adımlarını daha ziyade uzatmaya ve dairelerini daha ziyade tevsie başlamışlardır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1

Aziz Üstadım, Cenâb-ı Kibriyânın mahzâ bir lütuf ve nihayetsiz bir kerem [cömertlik] ve ihsanı [bağış] olarak Nurlar Külliyatı, bu abd-i pürkusur gibi nice gafillere ihsan [bağış] buyurularak, sürekli yağmurların arz üzerinde tathîrat yaptığı gibi, nurlar mahallesinde şu asr-ı dalâlet ve devr-i bid’atte çirkâb-ı hayat-ı maddiye bataklığına batan bu âciz kula, “Zararın neresinden dönsen kârdır” ders-i ikazını vererek, hamden sümme hamden, zulümat vadisinden çıkararak şâhika-i [zirve] Nura yetiştirmişti.

Her nasılsa, bir sene evvel, “Ey Sabri! Belki hubb-u câha [makam, mevki sevgisi] meyledersin; olur ki,

253

o cihette bir arzu uyandırır. Gel, o bedbahtların bulanık havuzcuğuna bir daha dal, çık” denildi. Elhamdü lillâh, selâmet [huzur] çıktım. Bundan halâsım [kurtulma] nazar-ı fakirânemde pek ehemmiyetli bir kurtuluştur.

Talebeniz

 Sabri

• • •

– 148 –

 Osman Nuri’nin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Kitapların en büyüğüsün, Kelâm-ı Kadîm,

Hak kanunların anasısın, Kur’ân-ı Azîm,

Kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] tarihlerin nur babasısın, Kelâm-ı Kadîm,

Sen, dinimizin bekçisisin, Kur’ân-ı Azîm.

Dört İlâhî [Allah tarafından olan] kitabın anası, yalnız sensin,

İftihar eder seninle, bütün din-i İslâm, [İslâm dini]

Sensiz yaşamak isteyen kalbler gebersin,

Sen hakikatin ilk ve son güneşisin.

Her varlığın üstünde, sönmeyecek güneşsin,

Bütün gizli ve âşikârın miftâhı sensin,

Seni tanımayan ve tâbi olmayan, her yerde

Sahibinin gazabına uğrasın, gebersin.

Hükmün, muhakkak kıyamete kadar bâkidir,

Sana inanmayanlar âdi, zelîl, kâfirdir,

Sen, her varlığın üstünde doğan güneşsin,

Seni istemeyenler, dünyada Cehenneme göçsün.

Hâşâ! Seni beğenmeyen ve yanlış diyenlerin,

Dilleri kesilsin, yere batsın.

Sana hor bakmak isteyenleri, Allah kahretsin,

Sen hakikatın ilk ve son güneşisin.

 Osman Nuri

• • •

254

– 149 –

 Hafız Ali’nin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz Üstadım,

Otuz Birinci Mektubun On Üçüncü Lem’ası, “Hikmetü’l-İstiâze” nâm-ı âliyi taşıyan bir parça-i nuru aldım. Elhamdü lillâh, istinsaha [kopyasını çıkarma] muvaffak oldum. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hazine-i bînihayesinden [bitmez tükenmez hazine] emsâl-i sairesini ihsan [bağış] buyursun. Âmin, bihurmeti Seyyidi’l-Murselîn.

Üstadım efendim, bu azîm hakikati taşıyan risale, fakir talebenizde pek azîm tesirat yaparak, dimağım [akıl, beyin] ve bütün duygu ve hâsselerim, [özel; bir ferde delâlet eden söz] o azîm hakaik [doğru gerçekler] üzerine serpilerek, toplanmaz bir hale geldiler. Gündüzde, güneşin ziyası karşısında kalan yıldız böceği gibi, gerek güneşin tarifini ve gerekse kendi şavkıyla [ışık, parıltı] daire-i muhîtinde bulunanları tarif edemediği gibi; fakir, aynı hal kesb [elde etme, kazanma] ettim.

Evvela: Bu risale, diğer tevhide dair büyük risalelerin bir büyük kardeşi olabilir. Zira, nasıl ki öbür kütle-i nur, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] âlem-i kebirde [büyük âlem, evren] cilve-i cemâl [güzelliğin görüntüsü] ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve Esmâ-i Hüsnâsını [Allah’ın en güzel isimleri] pek zahir bir tarzda âmâ olanlara da gösterdiler. Aynen bu parça-i Nur, âlem-i asgar [en küçük âlem] olan ve Esmâ-i Hüsnâya [Allah’ın en güzel isimleri] âyine [ayna] olan ve hilkat-i dünyanın ruhu mesabesindeki [derece] beşerin kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve sukutuna, [alçalış, düşüş] ebediyet ve ademine sebep olan en büyük vesile ve desiseleri, [hile, aldatma] pek yakînen keşfedip gösteriyorlar.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu hakikatleri düşünürken kalbime şöyle geldi ki: Nasıl ki, “Hüdhüd-ü Süleymanî, zeminin suyu meçhul olan yerlerinde—hafriyatsız—suyu

255

bulmaya vesile idi” diyorlar. Aynen bu risale, Hüdhüd-ü Süleymanî tarzında, âlem-i asgar [en küçük âlem] olan insanın ezdadlardan [zıtlar] müteşekkil [meydana gelen] cism-i vücudunda nur-u iman [iman aydınlığı] yatağı olan kalbi, biaynihî gösteriyor. Zemin yüzünde zararlı ve zararsız otları teşhis eden kimyagerin âb-ı hayat [hayat suyu] bulduğu gibi, binde bir hakikatini ancak görebildiğimi anladığım bu eser-i âli, bütün ehl-i iman [Allah’a inanan] ve zîşuura, [akıl ve şuur sahibi] menba-ı hakîkisi [hakkın ve doğrunun kaynağı] olan Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] gibi, nurlarıyla âb-ı hayatı [hayat suyu] serpiyor.

 Hafız Ali (r.h.)

• • •

– 150 –

 Ahmed Hüsrev’in bir fıkrasıdır. [bölüm]

Üstadım Efendim,

Bir hafta evvel “Hikmetü’l-İstiâze” isimli risalenin bir kısmını ve birkaç gün evvel de diğer kısmıyla, On Dördüncü Lem’anın [parıltı] Birinci Makamını aldım. Hikmetü’l-İstiâzenin Birinci Kısmını müteaddit [bir çok] defalar kardeşlerimle okudum. Dedim:

Ey sevgili Üstadım,

Bu kıymettar risaleyle mücahid talebelerinize öyle güzel bir ilâç takdim ediyorsunuz ki, bu ilâçlarla mânevî yaralarımızı o kadar güzel ve çabuk tedavi ediyorsunuz ki, o pek müthiş yaralarımız bir anda iltiyâm buluyor, ıztıraplarımız o anda zâil [geçici, yok olucu] oluyor, kalblerimiz serâpâ [tepeden tırnağa, baştan aşağıya] sürurla [mutluluk] doluyor. Rabb-i Kerîmimize [sonsuz ikram ve ihsan sahibi, herşeyi idare ve terbiye edip egemenliği altında bulunduran Allah] karşı taşımakta olduğumuz muhabbetimiz tezâyüd [artma] ediyor. Ve Halık[her şeyi yaratan Allah] Rahîme karşı olan âdâbımıza bile halel [eksik, kusur] gelmeyeceğini okudukça, vazifedeki şevk ve gayretimizi arttırıyor.

Evet, aziz Üstadım, ekser zamanlar ins ve cin şeytanlarının hücumlarından ve terbiye edemediğim âsi nefsimden gelen birtakım havâtır-ı şeytaniyeden

256

kurtulmak için pek çok çabaladığım zamanlarım oluyordu. Kalb, bu gibi hâletten [durum] kurtulmak için inzivâ [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmama] ararken, Nakşî kahramanlarının

Terk-i dünya, [dünyayı terk etme] terk-i ukba, terk-i hesti, terk-i terk”1 diye olan esâsâtı [esaslar] dimağıma [akıl, beyin] ilişiyordu. Fakat bu söze cevap veren aziz Üstadımın beyanatı arasında, “İnsan bir kalbden ibaret olsaydı, bu söz doğru olabilirdi. Halbuki, insanda, kalbden başka akıl, ruh, sır, nefis gibi mevcut olan letâif [duygular] ve hâsseleri [özel; bir ferde delâlet eden söz] kendilerine mahsus vezaife [vazifeler, görevler] sevk ederek zengin bir dairede, kalbin kumandası altında ifâ-yı ubudiyeti” tavsiye buyuruluyor. Güneş gibi böyle hakikatleri izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden böyle nurlu düsturlar [kâide, kural] talebelerinde esas olduğu için, sâlifü’l-arz havâtıra çare arıyordum.

Talebelerinin her an ihtiyaçlarını düşünüp çareler arayan, ilâçlar hazırlayan, ihzârâtını [hazırlamalar] zahmetsiz olarak talebelerine istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettiren, mukabilinde hiçbir şey istemeyerek minnet ve medhin Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yapılmasını emreden sevgili Üstadım… Size evvelden beri “Lokman” nazarıyla bakmaktayım… Evet, hakikaten bir Lokman’sınız. Lokman Hekim gibi, kalbî arzularımızı işiterek bu risalelerle muâlece uzatıyorsunuz. Bedi’ [güzel, eşsiz] olan Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bedâyii [harika özellikler] içinde, kemâliyle her cihette derece-i nihâyeye vâsıl olan bedi’ [güzel, eşsiz] kelâmından, bedi’ [güzel, eşsiz] bir kuluyla ihsan [bağış] ettiği bu bedayii medhedebilmek, intak[konuşturma] bilhak olmadıkça elbette imkânsızdır. Beşer bu vâdîde ne kadar söz söylese yine azdır…

Sevgili Üstadım, herhangi bir risaleyi açıp okuyacak olsam, hissem kadar dersimi alıyorum. Halbuki, evvelce bu risaleleri mütemadiyen yazdığım için, okumaya pek az vakit bulabiliyordum ve el’an [şimdi] da öyleyim. Evvelce okuduğum zamanlar istifadem az oluyordu. Şimdi ise, Nurların hakikatlerini gördükçe minnet ve şükrüm tezayüd [artma] ediyor, kalbim nurlarla doluyor, ruhum nurlarla istirahat

257

ediyor, letâifim [duygular] bu Nurlarla hisseleri kadar feyizyâb [feyiz bulan, gelişen, çoğalan] oluyor. Ve yine Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ümid ediyorum ki, hissem ve istifadem gün geçtikçe çoğalacaktır ve nasibim artacaktır…

Bu hâdisat gösteriyor ki, bedi’ [güzel, eşsiz] âsârın [eserler/asırlar] büyük bir hâsiyeti [özellik] ve bir kerâmetidir ki, talebelerini başka ellere vermiyor ve nurlandırmak için başka kapılara boyun büktürmüyor. Ağlayan kalblerimize teselliler veriyor. İmanlarımızı takviye ediyor. Lika-i [Allah’a kavuşma] İlâhîyi iştiyakla [arzu, istek] istetiyor ve sonunda da, “Ya Rab! Sen Üstadımızdan hoşnud olacağı tarzda razı ol!” nidalarını, lisanen ve kalben söylettiriyor.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Talebeniz

 Ahmed Hüsrev

• • •

– 151 –

 Sabri’nin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Eyyühe’l-Üstad,

Eyyam-ı baharın herbir gününün, birer letâfet [hoşluk, gözellik] ve tarâvet-i [tazelik] bîmisâli ve acip tebeddülü, Fâtır-ı Akdes Hazretlerinin nihayetsiz kudret ve azametini irâe eylediği gibi, deryâ-yı Nurun da bînazîr ve hayret-bahş bir baharı; Minhaclar, [meslek, yol] Mirkatler, İstiâzeler ve emsâli lâtif, [berrak, şirin, hoş] şirin, nuranî ezhâr [çiçekler] ve esmâr-ı bînihayeleri, ehl-i iman [Allah’a inanan] ve tevhide taze hayat bahşediyorlar. Bu nurlar öyle manevî gıdalar ki, herkesi, her an doyurmaya kâfi; [yeterli] ve bu elmaslar öyle kıymettar birer rida’lardır ki, herkesi her zaman ısıtmaya vâfidir. [yeterli] اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 2

258

Aziz büyük Üstadım, bu risaleleri okudukça ruhum güller gibi açılıyor, hayat-ı fâniyeden [geçici, ölümlü hayat] gelen âlâm [elemler, acılar] ve meşakkati kaldırıp atıyor. Yerine, kanaat gibi bir kenz-i mahfîyi iddihar [biriktirme, depolama] ediyor. Ve diyorum:

“Ey ruh! Şimdiye kadar mânevî talep ve arzularını temin eden Nur fabrikasının elmas ve cevherlerinden her birerlerinin ayrı ayrı kıymet ve zarafetlerini görünce, bundan daha kıymettar bir eser olamaz deyip, sen hâlen, [davranışla] ben kalen [sözle] hükmediyorduk. Envâr-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın nurları] ve reşehât-ı Furkaniye ve lemeât-ı bekaiyenin işte nihayeti yokmuş… Elhamdü lillâh hakaik-i Kur’âniyeden [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] yevmen feyevmen nasîbedar oluyoruz ve olacağız inşaallah. [Allah dilerse] Hemen Cenâb-ı Kibriya, şu enhâr[nehirler] kevseri [Cennette bulunan bir havuz] hayat-ı bâkiye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] harmanı olan mahşere kadar akıtsın… Âmin.

Üstadım Efendim, bugün harekât-ı mâziyem ile ahvâl-i hâzıramı mukayese ciheti ihtar edildi.—Âlâ kadri’l-istitâati—tetkik ettim. Neticede ahvâl-i hâzıramı—hamden sümme hamden—sıklet cihetinde pek hafif ve kıymet hususunda pek ağır buldum. Harekât-ı sabıkam ise bunun hilâfınadır. Elhamdü lillâh, Cenâb-ı Feyyâz-ı Hakikî, âciz, fakir, muhtaç kullarından rahmet-i Rabbaniyesini esirgemedi… “Armut piş, ağzıma düş” kabilinden, [gibisinden, türünden] her nevi malzeme-i cerrâhiye-i ruhiyeyi, hâzık [mesleğinde ihtisas sahibi, uzman] bir operatörle beraber ihsan [bağış] buyurdu. Eğer bizler, bu ameliyatı görmeseydik ve bu nurlu ve zevkli, şevkli ihrama girmeseydik, hubb-u câh [makam, mevki sevgisi] yüzünden acaba hangi bid’attan [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] geri duracaktık?

259

İşte lâyüad velâ yuhsa nurların bîpâyân füyûzatı, zümre-i muvahhidîni medyûn-u şükran [teşekkür borçlu] bırakmıştır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ 1

Heman Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] cümle Ümmet-i Muhammedi envâr-ı Kur’âniyeden [Kur’ân’ın nurları] müstefid [faydalanan, yararlanan] ve hakikî muvahhidîn [Allah’ın varlığına ve birliğe inananlar] sınıfına ilhak [ekleme] ve şimdiye kadar gafletle geçirdiğimiz zamanlardan, defter-i a’mâlimize [amel defteri] yazılan seyyiatımızı, [günahlar] rahmetiyle afv buyursun. Âmin.

 Hulûsî-i Sâni

 Sabri

• • •

– 152 –

Zekâî’nin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Üstadım,

Bir meydan-ı mücadele ve imtihan olan şu dünyanın her köşesinde beşere ders-i ibret [ibret dersi] olacak bir hâdise, bir nümune eksik değil… Her yerde muhtelifü’l-mizaç insanlarda ayrı ayrı temâyülât-ı [eğilim gösterme, ilgi ve istek duyma] kalbiye bulunuyor. Hâdisat-ı dünyeviye içinde, en elîm olan şeyin, meslek-i uhreviye ve diniye perdesi altında vahşet ve hayvaniyet ruhlarıyla karşılaşmak olduğunu tecrübelerim ve müşahedelerim bana öğretiyor.

Evet, ehl-i iman [Allah’a inanan] için mucib-i teessür şeyler, kendisini ıslah-ı hale [kendi halini ıslah etme, düzeltme] irca [döndürme, yönlendirme] etmek üzere, ubudiyetle [Allah’a kulluk] Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] yalvarırken, bir mülhidin [dinsiz] uysal bir mahlûk gibi sokularak, birkaç zaman hileli etvar [tavırlar, davranışlar] gösterdikten sonra, ruhunun çirkinliğiyle

260

karşısındakine hücum ederek, kendine onu benzetmek istemelerini ve hattâ karşısındaki mü’min hakkında, sû-i zan ve sû-i tefehhüme düştüğünü görmektir.

Ah Üstadım, ne vardı, insanlar ya göründüğü gibi olsa, yahut olduğu gibi görünselerdi! Ehl-i irşad, ahkâm-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hükümleri] tebliğ hususunda müşkilât [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] çekmeyecek ve inkâr edilmeyecekti. Benim gibi henüz kendini ıslah edemeyenler de, bazı budalaların ruhlarında sâfiyet ve hüsn-ü insaniyet aramaya çalışmayacaktı.

Aziz Üstadım, inşaallah [Allah dilerse] Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hak ve hakikatin güneş gibi yükseldiğini size ve bize göstersin. Bir zindan hayatına benzeyen, birçok mânevî mahrumiyetler içerisinde geçen şu günleri, sürurlu [mutluluk] ve serbest günlere tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eylesin. Âmin.

Talebeniz

Zekâi

• • •

– 153 –

 Sabri’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Üstad-ı Ekremim,

Hikmetü’l-İstiâzenin ikinci kısmı öyle kıymettar bir hazine-i cevahir ve maraz-ı vesvesenin [şüphe ve kuruntu hastalığı] iksir bir ilâcıdır ki, âlem-i fâniden [gelip geçici dünya] âlem-i bekaya [devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi] göçünceye kadar, nefis ve şeytanın hücumuna mâruz bulunan insan, kalbinin üzerine asıp beraberinde taşımalı. O iki düşman her zaman köpük gibi, zahirde birşeye benzeyip, hakikatte ele avuca girmeyen havâî [gaz halinde] itirâzât-ı muannidâne yaparlar. Onlara karşı en rasîn tahassungâh [korunma yeri, sığınak] ve en güzel esliha [silâhlar] ve bu uğurda sarf edilecek hâlis sikkeler [mühür] bunlardır. Zira vücudumda tecrübe yaptım. Sualleri okuduğum vakit nefsim, sual cihetine mâil bulunuyor. Ve ehemmiyet veriyor. Fakat,

261

elhamdü lillâh, akabinde, tevâli eden Kur’ânî elmas müdafaalar, o kabil [mümkün] emrâz-ı nefsaniyeyi çabuk çürütüyor ve kökünden kurutuyor. Şu nuranî ve Kur’ânî hikmetleri bihakkın [gerçek anlamıyla] takdir hususunda, zîruh [ruh sahibi] ve zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] mükemmeli bulunan nev-i beşerin, bidâyet-i vahiyden tâ haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] kadar, i’câz [mu’cize oluş] ve icâzında izhar-ı acz [âcizliğini gösterme] edegeldikleri, dâvâmızın bâriz ve zâhir bir delilidir.

Hülâsa: [esas, öz] Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] ahkâm-ı bî-nazîrinden olan şu Risale-i İstiâze-i Furkaniyeyi mütalâamda, derya-yı hakaikte sermest-i hayran kalarak, kemâl-i aşkla [tam ve mükemmel bir aşkla] dedim: “Yâ Rab, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] şu Kitab-ı Mübînin [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] infaz-ı ahkâmını teshil [kolaylaştırma] ve teysir ve dellâl-ı Kur’ân’ı da, âmâl ve makasıdında muvaffak ve cemi’ [bir şeyin tamamı] ihvanımla [kardeş] beraber bu kemter kulunu da, hulûl-i [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] ecelime değin, Kitab-ı Mübîne [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] hâdim [hizmetçi] buyur” duasıyla arîza-i âciziyeye hâtime [son] veririm.

 Sabri

• • •

– 154 –

 Hafız Ali’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Sevgili Üstadım,

Bu defa irsaline [gönderme] inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] buyurulan Hikmetü’l-İstiâzenin İkinci Kısmını aldım. Sekizinci İşaret’te ispat edilip gösterilen hak ve hakikat, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] vâdilerinde uçan serseri mudillerin yollarını pek vâzıh [açık] tenvirle, [aydınlatma] onlara hem kendilerinin ne

262

yaptıklarını, hem cadde-i hakikati göstermekle, îcâzıyla [az sözle çok mânâ ifade etme] azîm bir mesele tahayyül [hayal etme] buyuruluyor.

Dokuzuncu İşarette ise, bütün ehl-i iman [Allah’a inanan] ve bilhassa risale-i envarla hilkat-i insaniyyenin [insanın yaratılışı] gaye-i hakikîsini anlamaya çalışan talebeleriniz, ruhen istikbale gittikçe, bu mesele pek geniş bir daire olarak, Hazret-i Âdem’den beri bütün Peygamberân-ı İzam hazeratının [hazretler; saygıdeğer olanlar (saygı maksadıyla kullanılan bir ifadedir)] ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] karşı mağlûbiyeti ve feci hâdiseler çok düşündürüyor ve kalbi zedeliyordu. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1 O geniş daire öyle tenvir [aydınlatma] ediliyor ki, içinde Üstaddan, Fahrü’l-Mürselînden [gurur, övünme] Hazret-i Âdem’e kadar müşkilât, [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] hak ve hakikat kılıcıyla fethedilip, akıl ve kalb “Sadakte [“doğru söyledin”] ve bilhakkı natakte[hakkı konuştun] diye tasdik ediyorlar.

Onuncu İşareti yazarken elimden kalemi bırakarak hâzırûna okudum. İçinde temsilin misal değil, hakikat olduğunu ve böyle bir hakikati, ism-i Hakîm [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] ve ism-i Nur [Allah’ın Nur ismi] ve ism-i Bedî’in cilvesiyle görüleceğini derk [anlama, algılama] ettim. Ve hayalen tatbikine çıktım. Pek doğru bir esas olduğunu anladım, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrettim.

On Birinci İşarette gösterilen zecr-i Kur’ânî, kâinat tarlasının mahsulü, makinasının mensucatı, [dokumalar] insan nev’i olduğu ve umum mevcudat [var edilenler, varlıklar] semeratıyla [meyve] o nev’e hizmet ettiklerinden insan hodgâmlığıyla, [bencil] bedbinliğiyle o azîm gaye-i dünyayı hiçe indirmesiyle, büyük çarklar misil[benzer] anâsır-ı külliyenin [büyük unsurlar; toprak, hava, su, ateş] insan aleyhine hareket ettiklerini ve mühlik mes’uliyetten kurtulmak ancak Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] daire-i kudsiyesine [kutsal daire] girmek ve Fahrü’l-Mürselîne [gurur, övünme] ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmekle olacağını beyanla insanı kendine veznettiriyorsunuz. [ölçü, tartı]

263

On İkinci İşaret ve dört sualin cevabının ihtiva ettikleri hakikatler, bizi arasıra kendi hesabına çalıştırmak isteyen ve cüz-ü ihtiyarla [insandaki çok az seçim gücü, irade] kendisinde bir varlık görüp, istihkaka [hak edilen pay] göz diken ve şöhret ve hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] tahakkümüyle [baskı] hebâen [boş, faydasız] çalışan nebatî [bitkisel] ve hayvanî nefis ve heva zincirlerini, altın makaslarla keserek halâs [kurtulma] buyuruyorsunuz.

On Üçüncü İşaret ve üç noktayla, her zaman, hususuyla mübarek vakitlerde bizimle uğraşan ve bazı ye’se [ümitsizlik] düşüren, yüzümüzün siyahlığını görmeyip, mü’min kardeşlerimizin ufak tefek çizgiler nev’inden karalarıyla onları bütün siyahlıkla ittiham [suçlama] ettiren, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetini ve Gaffâr [kulların günahlarını çok affeden, bağışlayan, bağışlaması bol olan Allah] ve Rahîm isimlerini tenkide cür’et eden ve bu yüzden büyük tahribatlara sebebiyet verdiren hizbü’ş-şeytanın kuvveti gösteriliyor.

Muhterem Üstadım,

Bu işareti yazarken, vücut âlemine seyahate çıktım. İşârâttaki noktalar bir müfettiş hükmüne geçti. İzah buyurulan kuvvetler yerinde görülüp, teslim-i silâh [silâhın teslim edilmesi, mücadeleden vazgeçme] etmek üzere idiler. Bize bu kuvvetleri gösteren Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] istimdad [yardım dileme] ve feyzi, her hatvelerimde istiyordum. Ve bize bu esas hakikat-i hayatın neticelerini, karanlıklarını gösteren Üstadımız, muvaffakiyetimizi [başarı] Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] dilemekte olduğu, her an kendini göstermektedir. Ve inşaallah [Allah dilerse] halâs [kurtulma] edecektir.

Muhterem Üstadım, bu on üç işaret, on üç cevahir [cevherler] kümesini muhtevîdir. Bunlardan bazılarını ipe çizip göstermekle ve çizmemekle ve görmemekle, o cevahir [cevherler] hazinesine ve cevherlerine bir nakîse [eksiklik, noksanlık] gelmeyeceğinden eğri ve doğru çizmek istediğim cevherler, inşâallah hüsnünü [güzellik] zâyi etmez.

Ey sevgili Üstadım, ne kadar teşekkürât[teşekkürler] vefîre ifâ etsem ve hayli minnettar olsam, yine ifâ edemeyeceğime kail [inanmış] olduğumdan, dilerim Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] razı olacağınız kadar, nâil-i mükâfât eylesin. Âmin, bihurmeti seyyidi’l-Mürselîn.

 Hafız Ali (r.h.)

• • •

264

– 155 –

 Vezirzâde Mustafa’nın fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz, kıymettar Üstadım,

Hesapsız hamd ve şükür, ol Hâlık-ı Mennân Hazretlerine ki, ben ümmî olduğum halde, hissiyat ve emellerimi, şu fâni ve âfil olan hayat-ı dünyadan tecritle, Risale-i Nur talebeleri içine girdim ve hizbü’l-Kur’ân [Kur’ân taraftarları] âlimlerine arkadaş oldum. Hizmet-i neşriyede ve ilimde onlara yetişemiyorum. Fakat inşaallah [Allah dilerse] irtibat ve muhabbet ve ihlâsta yetişmeye çalışacağım. Ve duayla onların kalemlerine yardım ediyorum. Risale-i Nur’a karşı hissiyatımı, ümmîliğim münasebetiyle, yalnız rüyalarımla arz ediyorum.

Bu defa rüyada Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] (a.s.m.) Efendimiz Hazretlerini gördüğüm vakit, Sûre-i Hacc’ın nihayetinde, مَا قَدَرُوا اللهَ حَقَّ قَدْرِهِ اِنَّ اللهَ لَقَوِىٌّ عَزِيزٌ 1 (ilh.) okuyarak ve Şâh-ı Geylânî (kuddise sırruhu) Hazretlerini gördüğüm vakit, Sûre-i Nur’da لَيْسَ عَلَى اْلاَعْمٰى حَرَجٌ 2 âyetini kıraat ederek nevmden [uyku] bîdâr oldum. Ve anladım ki, bu âhirde Sünnet-i Seniyeye dair mühim bir risale yazıldığı için, Resul-i Ekremin (a.s.m.) makbulü olmuş ki, rüyamda müşerref oldum. Ve o âyet Risale-i Nur’un hülâsasını [esas, öz] ifade ettiği gibi, ehl-i gafleti [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] şiddetli tehdit eder. Şâh-ı Geylânî’yi gördüğümün sebebi, Risale-i Nur’un talebelerinin kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir üstadı, beni de şakirt [öğrenci] kabul ettiğine dair bir işaret anladım ve bu âyetler

265

havsalamın [anlama gücü] haricinde olduğu halde, o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] zâtların hürmetine, kuvve-i hafızamda [bellek, hafıza duyusu] her zaman okur ve bir genişlik hâsıl olurdu.

Diğer bir rüyamda, pek geniş bir daire, temelleri henüz inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ediliyor görmüştüm. Bu defa o büyük bina ikmal [tamamlama] edilmiş, içine girdiğimde sağ cihetini cami-i şerif olarak gördüm. Ve namaz kıldıktan sonra, bütün yazılan Risale-i Nur’u bana verdiler. Ben de yalnız bir adedini orada okunmak üzere verdim. Binanın en yüksek ve ortasında bir dikmesinin değişmesi için ellerinde demir, vinçle çalışanlar üç kişi idiler, gördüm. Tâbirini siz Üstadıma havale ediyorum.

 Ümmî talebeniz

 Mustafa

• • •

– 156 –

 Âsım Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Üstad-ı Ekremim,

Bu kerre ikmaline [tamamlama] muvaffak olabildiğim üç risale-i şerife ki, Yirmi Dördüncü Söz, Yirmi Dokuzuncu Söz, [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] Otuz Birinci Mektubun Beşinci Lem’ası Mirkatü’s-Sünne [sünnetin merdiveni; sünnetin dereceleri] Risaleleri berâ-yı tashih ve manzûr-u Üstadânelerine buyurulmak üzere takdim edildi. Risale-i şerifelerin cümlesi, birer hakikat nuru fışkıran birer gülistan-ı cinândır. Hele Otuz Birinci Mektubun Lem’aları [parıltı] ki, Minhâcü’s-Sünne ve gerekse Tiryâk-ı Marazi’l-Bid’a olan Mirkatü’s-Sünne [sünnetin merdiveni; sünnetin dereceleri] okunmaya doyulmaz. Okudukça hissedilen manevî sürur [mutluluk] ve füyûzatın had ve hududu bulunmaz bir umman-ı feyizdir. Bazı cümleler oluyor ki, namazdan evvel ve sonra fakirhaneye gelen ihvana [kardeş] müteaddit [bir çok] defalar okuyup feyizleniyoruz. Hele Giritli Hasan Efendi, gözyaşlarından kendisini alamıyor. Malûm-u Üstadâneleri, kendisi Kadirî şeyhidir. Zât-ı Üstadânelerine ve bâhusus [bilhassa, özellikle] Gavsü’l-Âzam Şeyh Geylânî Hazretlerine merbutiyet [bağlı] ve muhabbeti derece-i nihayettedir.

266

Üstad-ı Ekremim,

Bu defa risale-i şerifeler bir parça tehire uğradı. Bunu, fakirin atâlet, [hareketsizlik] betâlet ve kesâletine haml [yüklenme] buyurmayınız. Şikâyet değil, müftehirane arz ediyorum. Bu sene Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] fakire lütuf ve ihsan [bağış] ve keremi [cömertlik] çok oldu. Lehul hamdu ve’l-minnetu, yüz binlerce müteşekkirim. [şükreden] Ramazan Bayramından beri, iki defadır hastalığım ki, el’an [şimdi] nekahet devrindeyim, risale-i şerifelerin istinsahına [kopyasını çıkarma] oldukça bir fasıla vermiş oldu. Çok şükür elhamdü lillâh, bu hastalıklar bir in’âm-ı İlâhîdir. [Allah’ın ihsanı, nimet vermesi] Dua-yı Üstadâneleriyle sıhhatim yerine gelmektedir.

 Âsım

• • •

– 157 –

 Rüşdü Efendinin fıkrasıdır. [bölüm]

Ey Aziz Üstadım,

Bu kadar azîm ihsanınız, [bağış] beni sevgili Üstadımızın nezdinde talebelerin en sonuncusu olmak şerefini kazandırdığını tahattur [hatıra gelme] ettirdikçe, Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud [varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan, şeref ve yücelik sahibi Allah] Hazretlerine gece ve gündüz dua ediyorum. Ve bazı vakitlerde başım secdede olduğu halde, mütemadiyen ağlıyorum. Günahımın azameti, cürmümün hadsizliği beni titretirken, sevgili Üstadımın duası, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmeti, beni teselli ediyor.

Her gönderdiğiniz risaleyi kemâl-i iştiyakla [tam bir istek ve arzu] okuyorum. Kıymetli kardeşlerimle belki hergün bir yerdeyim. İstifadem pek çok, siz Üstadımın mânevî feyizlerini her vakit risalelerden alıyorum.

Evet aziz Üstadım, hissiyatımı yazabilsem her hafta mektuplarımla mukabele [karşılama; karşılık verme] edecektim ve size mektup yazmak da, benim için en büyük meserrettir. Affınıza

267

istinad ederek, zahiren sükûtla ve mânen dergâh-ı Hüdâya el açtığım vakitlerde, size âciz Rüşdü talebeniz, aczini takdim ettikçe, sevgili Üstadımdan bilmukabele gördüğüm lütuflar karşısında, gözyaşlarımla cevaplar itâ eyliyorum, efendim.

Talebeniz

 Rüşdü

• • •

– 158 –

 Hafız Ali’nin dersini ne tarzda anladığını gösteren bir fıkrasıdır. [bölüm]

Muhterem Üstadım,

Otuz Birinci Mektubun On Dördüncü Lem’asının [parıltı] İkinci Makamını bir defa kendim okudum. Bir cüz’î [ferdî, küçük] istifadeyle, dimağımda [akıl, beyin] bir lezzet hissettim. İkinci ve üçüncü tekrarlarımda öyle bir zevk-i ruhanî [ruhun aldığı zevk] uyandırdı ki, eğer kalb ve kalemim ruhuma tercüman olabilse idiler, belki bir derece siz Üstadıma minnettarane arza cür’et eylerdim. Heyhât, ne kalbim ve ne kalemim ve ne ruhum, aczle önüme çıktılar ve itiraf-ı kusur ediyordular.

Sevgili Hocam, Sözler ünvanıyla neşr-i envar [nurları yayma] ve feth-i bab-ı rahmet eden envâr-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın nurları] esasen has, mahsus bir sikke-i hâtemi taşımaktadırlar. Herbir parçasından, şümul[kapsam] rahmet-i İlâhiyeye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] cüz’î, [ferdî, küçük] küllî bir kapısı var gösteriyor ve göstermekle kapıları açık bırakıyorlar. Bu mübarek risaleyi, Süleyman, zeki Zekâi ve Lütfi kardeşlerimle okurken, hayalime bir büyük müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir saray gösterildi. Aslı ve hakikatini ve vüs’atini [genişlik] ve müzeyyenatını [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] temâşâ için ruhen çıktım. Baktım ki, yorgun ve nazarım kesik bir tarzda geriye döndüm. Zekâi kardeşim devam ediyordu. Tekrar o saray şeklinde mutantan, [tantanalı, gösterişli] revnaktar, [göz alıcı güzellik] kıymetçe, mahiyetçe [nitelikçe, özellikçe] aynı, ufak bir saray-ı vücut âlemimi gördüm. Ve feth-i bâb edip

268

temâşâ etmek istedim. Anahtarı yoktu. Birden kardeşimin ağzından Bismillâhirrahmânirrahîm işittim. Kapı açıldı.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ اْلاِيمَانِ وَهِدَايَةِ الرَّحْمٰنِ 1 dedim. Gördüm ki, büyük sarayın müştemilâtı [içindekiler] ve tezyinatı, [süslemeler] o küçük sarayda derc [yerleştirme] edilmiş. Adeta çarklardan mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir saat ve çok ipleri hâvi [içeren, içine alan] bir nessacdır. Dikkat ettim, o saati kuran ve işleteni ve o ipleri gûna [tarz, çeşit] gûna [tarz, çeşit] boyayıp dokuyanı, gündüzü gündüz eden güneş olduğu gibi, pek parlak bir surette izah buyurulunca gördüm. Tekrar Elhamdü lillâhi dedim ve şu âlem-i kübrânın fihristesini ve nümunesini elime alınca artık pervasız [korku] seyahate çıktım.

Muhterem Üstadım,

Şu söz öyle bir hakikati ders veriyor ki, daha insana yabancı ve bilinmesi mümkün olmayan birşey kalmıyor. Her gördüğü mûnis [cana yakın] bir arkadaş oluyor ve susuz vadiler ve geniş sahralar ve koca küre-i arz [yer küre, dünya] bir bahçe hükmünde Halık[her şeyi yaratan Allah] Rahîm tarafından ihzar [hazırlama] edilmiş ve tılsımı da Bismillâhirahmânirrahîm olduğu ve tılsımı bulunmazsa ve alınmazsa, o bahçede yaşamak mümkün olmadığı ve yaşasa da her tarafta yabancı olarak ve her hatvesinde istiskal edilerek, hayat değil, belki câmid [cansız] olarak bulunacağını izah buyuruyorsunuz. Hele bizi her zaman, günde kırk defa havsalamız [anlama gücü] almayarak “âh” ile geri dönen mirâc-ı mü’min olan namazda اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 2 sırrı öyle bir düğme olarak gösteriliyor ki, her mü’min kendi vücut âleminde bir elektrik fabrikası görüyor. Ve düğmesini açınca bütün dünyayı ziyayla gösteriyor.

Sevgili Üstadım, “Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bu kıymetli eserleri kıyamete kadar mü’min kullarına yetiştirsin” duasıyla hatm-i kelâm eylerim, efendim.

Kusurlu talebeniz

 Hafız Ali

• • •

269

– 159 –

Yeni mühim bir kardeşimiz Müftü Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi Efendinin fıkrasıdır. [bölüm] Bu fıkra [bölüm] çendan [gerçi] şahsıma bakıyor. O zât şahsımı görmemiş, dellâllığım [davetçi, ilan edici] eseri olan risaleleri gördüğünden, haddimden pek çok fazla olan sena ve medhi, risalelere ve esrar-ı Kur’ân’a ait olduğu için kabul ettim.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Hamd-i bînihaye Kerîm-i Müteâle, salât [namaz] ü selâm Habib-i Zülcelâle ve onun âl ve ashabına.

Ey bâkîye vâsıl olmuş fâni! Ve ey matlubun [istek] bâb-ı rahmetinde oturan mahbûb! Ve ey derecâtın [dereceler] ekmeli [daha mükemmel] olan sıfat-ı abdiyete sülûk [mânevî yol alma] edebilmiş bahtiyar! Ve ey Şems-i Tâbân[tavan güneşi, gök güneşi] Zülcemâlin [sonsuz güzellik sahibi olan Allah] karanlıklara aksettirdiği ziyâ-yı hidâyet! Ve ey Habib-i Kuddûsün tarik-i ulviyetinde karanlıkları yararak uçan şehâb-ı şâşaanisâr! Hatîât [hatalar] ve mâsiyet [günah] deryasının korkunç dalgaları arasında inleyen, Hâlık-ı Kerîmin [her şeyi yaratan ve sonsuz cömertlik sahibi olan Allah] bunca eltafını [çok lâtif, [berrak, şirin, hoş] çok hoş ve güzel] nankörlükle karşılamaktan başka bir vaziyeti bulunmayan bu ednâ-yı [basit, aşağı] mevcudat, [var edilenler, varlıklar] nâil olduğun derece-i makbuliyetten bir katresinin [damla] olsun, kendine ihdâsını senin şefkat ve kereminden [cömertlik] bekliyor. Ne olur, beni kendine alıp hizmetinle müşerref kılsan. Ne olur, Habib-i Kibriyâya benim de kendisinin hizmetine intisabım [bağlanma, mensup olma] için ve Onun uşşâkının asgarı ve hikmet ve nurunun dellâlı [davetçi, ilan edici] olmaklığım için yalvarsan, ah!

Her an ayaklarının altını öpmek ateşiyle
mütehassir ve nâlân, ahkar-ı mahlûkat

 Ahmed Feyzi

• • •

270

– 160 –

 Ahmed Hüsrev’in Otuz Birinci Mektubun, On Dördüncü Lem’asının [parıltı] İkinci Makamı münasebetiyle yazdığı fıkradır. [bölüm]

Sevgili Üstadım Efendim Hazretleri,

Üç-dört gün evvel Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o mukaddes kelâmından müjdeler çıkararak aktâr-ı aleme saçan coşkun denizlerin akıntıları gibi, feyizleriyle bizi mest [kendinden geçme] eden, âfil güneşin her gündüze mahsus sönmez ziyası gibi, ardı arası kesilmeyen nurlarıyla bizi nurlandıran, hiçbir ferdi şübehatta [şüpheler, tereddütler] boğmamak esası üzerine yürüyen, kendisine has belâgatiyle [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] ukulü [akıllar] teshir [boyun eğdirme] edecek bir kabiliyetle söyleyen, sâmiaları [dinleyen, işiten] ve bâsıraları [görme duygusu] kendisine müteveccih [yönelen] kılan, o azametli külliyat-ı nurdan bir nur daha aldım.

Bu nur, o güzel İslâm nişanı ve o büyük rahmet hazinesinin keşşâfı [keşfeden, açan (Kur’ân’ın belâgat sırlarının perdesini aralayan ve mu’cizeliğini ispat eden Zemahşerî’nin belâgat ilmine dair “Keşşâf” isimli eserine telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] vardır)] olan Bismillâhirrahmânirrahîm’in, binler esrarından otuz sırra mukabil, altı sırla nurlu şuâlarını ezhanımıza [zihinler] nakşetmiş ve rahmetin binbir esmâ-i İlâhiyeden [Allah’ın isimleri] gelen şuâlarıyla, insana had ve hesaba gelmeyen niam-ı Sübhaniyenin meded elleriyle yardıma gönderildiğini öğretmekle, bizi sonsuz bir derya-yı feyze gark [boğma] etmiştir.

Bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mübarek kelimenin her sûre başında zikriyle, ehemmiyet ve azameti ve her hayırlı işlerde tekrarıyla mübarek bir şefaatçi olması, ferşde [yer] gezen insana, arşa çıkacak kamet [biçim ve boy] giydirmesi ve acz-i mutlakta [sınırsız güçsüzlük] çırpınan insanı Kadîr-i Mutlaka [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] rapt [bağlama] etmekle, insanın kıymet ve izzeti [büyüklük, yücelik] gösterildikten sonra اِنَّ اللهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ 1 hadis-i şerifiyle Mün’im-i Hakikînin [gerçek nimet verici olan Allah]

271

bin bir esma-i [Allah’ın isimleri] hüsnâsının [güzellik] cilvelerinin şualarından tezahür eden rahmetiyle perverde [beslenmiş, eğitilmiş] edilmek suretiyle de, rahmetin bir cilve-i etemmi [tam yansıma ve görüntü] olduğu izah buyurulmuştur.

Sevgili Üstadım,

Ruh-u insanın nazarını akıl ve kalbini ve muhayyilesini Bismillâh ile kâinat simasına, er-Rahmân ile arz simasına, er-Rahîm [şefkati ve merhameti herşeyi kuşatan Allah] ile ebnâ-yı cinsinin [aynı cins ve türden gelenler] sima-yı mânevisine dağıtıyor. Oralardaki rahmet-i vâsia-i külliyenin azametini, letafetini [güzellik, hoşluk] gösteriyor.

Aziz Üstadım,

Nazarım nereye ilişse, aklım herhangi bir hali muhakeme etse, muhayyilem neyle meşgul olsa, sâmiam [dinleyen, işiten] ne duysa, kalbim nereye gitse, dolaştıkları yerlerde ve tesadüf ettikleri şeylerde, beşere bakan pek büyük âsâr-ı rahmeti [rahmet eserleri] görüyor. Semavat ve Arş, bütün heybetiyle insanların seyrangâhı, [gezi ve seyir yeri] Cennet mesken-i hakikîsi oluyor. Zemin bir hane şekline giriyor. Mele-i âlânın [en yüce mertebe] sekeneleri [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] ve zemin yüzüne serpilen yüz binlerce mahlûkat ve nebatat [bitkiler] envâının, [tür] insanların hacetleri için koşuştuklarını, sineklerden balıklara, zerrelerden yıldızlara kadar küçük büyük her bir masnu, [san’at eseri] insanların yüzüne vahşetle değil, gülerek baktıklarını görüyor.

Sonsuz rahîm olan Hâlık-ı Azîmin kusursuz olan bu kasrını [köşk, saray] temaşaya doyamayan ruh, kendine avdet [geri dönme] ediyor. Rahmetin nihayet derecede incelikleriyle tanzim ve idare edilen cisme bakıyor. Duyguları arasında yalnız muhayyilesine hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] ediyor. Bu muhayyilenin dimağda [akıl, beyin] kendisine tahsis edilen mahalli, bir hardal tanesi kadarken, her zaman bütün âlemi sinema şeritleri gibi hayal hanesinde dolaştırır. Hafıza bir çeşit, akıl ayrı bir çeşit, fikir başka bir halde, kalb daha başka, kâmil insanlarda hal-i faaliyette olan diğer letaif [güzellikler, incelikler] daha başka bir

272

şekilde, bâsıra, [görme duygusu] sâmia, [işitme duygusu] zâika, [tat alma duygusu] lâmise, şâmme [koku alma duygusu] gibi havass-ı zâhirînin istiâb ettikleri mânevî sahalara nisbetle, nihayet derecede küçük bir dimağımda [akıl, beyin] yerleştikleri halde, yekdiğerine [bir diğer şey] karışmayarak, biri diğerinin vazifesine müdahale etmeyerek, ayrı ayrı vazifelerde, ayrı ayrı dairelerde gayet muntazam çalıştıklarını ve hattâ etıbbânın bile senelerce tahsil ederek içinden çıkamadıkları vücud-u beşerin herbir kısmının, herbir uzvunun inceliklerini görüyor. Bu derece rahmetle tanzim edilen, bu kadar muhtelif vezaifle [vazifeler, görevler] çalıştırılan, bu muhayyirü’l-ukul makinayı temaşa eden ruh, bu makina üzerindeki derece-i mâlikiyetini düşünüyor. Hükmünün hiçbir uzva tesir etmediğini görünce, sığınacak bir yer, iltica edecek bir mahal, perverde [beslenmiş, eğitilmiş] edilecek bir varlık arıyor. İşte o vakit bu kadar rahmetiyle perverde [beslenmiş, eğitilmiş] eden Hallâk-ı Azîme karşı secde-i şükrana kapanarak ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor. Bütün dertlerini döküyor. Onun, yalnız onun lütf u keremine [cömertlik] iltica ederek affolunmak, dünyada olduğu gibi ukbâda [ahiret, öbür dünya] da sevdikleriyle birlikte vaad ettiği Cennette bulundurulmasını istiyor ve yalvarıyor.

 Ahmed Hüsrev

• • •

– 161 –

 Re’fet Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz ve muhterem Üstadım Efendim,

Geçen hafta aldığım mektupta, “Senin ve Şerif Efendinin ifadeleri kısadır; birşey anlaşılmıyor. Tenkit mi, takdir mi?” buyurdunuz. Bütün eserlerinizi takdir ve kemâl-i istihsanla karşıladığımız malûm-u âlileridir. Esasen tenkit edecek kudret-i ilmiye değil bizde, Türkiye ulemasında olmadığı, hâdisatla sâbittir.

Sinn-i sabavetinizde şark ulemasını ilzam [susturma] etmeniz ve ondan sonra İstanbul’a gelerek bilumum ulemanın nazar-ı takdir [kıymet veren, değer bilen bakış] ve hürmetini celb [çekme] etmeniz, bu hususu

273

ispata kâfidir. Gerek Şerif Efendi ve gerekse Hikmetü’l-İstiâze ve besmele sırrını okuyan diğer arkadaşlar duydukları hazz-ı mânevîden gaşy olmuşlardır.

Fakire gelince, Sözler hakkında hiçbir şey yazmazsam bile, o kemâl-i takdirdendir. Zira, şimdiye kadar büyük bir zevkle mükerreren [defalarca] okuduğum ve daima okumaktan hâli [boş] kalmadığım Sözler ve Mektubat hakkında kanaatlerimi daima Üstadıma arz ettiğimden, yazacak kelime bulamıyorum. O da âcizliğimden olsa gerektir. Bir risale ne kadar parlaksa, onu takip eden, ondan çok ziyade parlaktır. Binaenaleyh, ne yazsak hakkıyla ifade-i meram [maksadı ifade etme] etmiş olamıyorum.

Şimdi hayatım çok zevklidir. Sözler’in tetkikatıyla meşgulüm. Evvelki okuyuşlarımda hazmedemiyordum. Şimdi gayet yavaş ve dikkatli okuyup anlamaya çalışıyorum. Takıldığım noktalar oluyor, soruyorum. Bu vesileyle istifade fazladır. Nitekim Yirmi Dördüncü Sözün Birinci ve İkinci Dalında çok tevakkuf [durağan olma] ettim. Lâyıkıyla anlayamadım. Üstadımızla görüştüğümde bu iki Dalın şifahen izahını rica [ümit] edeceğim.

Muhterem Üstadım, fakirin bir nokta çok hayretini mucip [gerektirici] oluyor. Sizden bir meselenin izahını rica [ümit] ediyorum. İzah ediyorsunuz. O izahta da, muhtaç izah noktaları bulunuyor. Öyle lâtif [berrak, şirin, hoş] ve şümul[kapsam] cümlelerle cevap veriyorsunuz ki, o cümleleri de anlamak için sual icap [gerekli kılma] ediyor. Bundan şu netice çıkıyor ki, Sözler’inizin her satırı, bir kitap teşkil edecek kadar şümul[kapsam] ve mânidardır. İstenildiği kadar izah olunabilecektir.

 Re’fet

• • •

– 162 –

Doktor İbrahim’in fıkrasıdır. [bölüm]

Efendim,

Nuranî ve ziyadar [ışıklı] cadde-i kübrâ-yı mâneviyede seyr ü seyahat [hareket etme ve gezme] eden umum âhiret kardeşlerimle her hafta görüşüyor ve ârâmsız tulû [doğma] eden Risale-i Nur eczaları gibi, feyiz ve mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] güneşlerinin haberlerini işittikçe, ruhum güller gibi

274

açılıyor. Hubur ve ibtihaca müstağrak [dalmış, kendinden geçmiş] oluyor. Ve istidadım [kabiliyet] nisbetinde bir-iki meselecik öğrenmeye sa’y [çalışma] ediyor isem de, bu envâr-ı bahr-i muhîtten kardeşlerimin ruhlarına in’ikâs [yansıma] eden mesâilden [meseleler] bâhis arîzaları tahrir [yazı, yazı yazmak] ve takdim ettiklerini gördükçe, adem-i muvaffakiyetimden mütevellit [ileri gelen, hasıl olan, çıkan] esef [üzüntü, acı] ve kederim hasebiyle cehlimden el-amân çekiyorum. “Ümmîlik ne güçmüş!” diye ruhum ağlıyor. Muterifâne, “İbrahim, müstehaksın” diyorum. Nihayet yine ümidimi Rabbimden kesmeyerek diyorum: “Bir müessesenin [kurulmuş] baş müdürü, muavini, kâtibi, müvezzii, tahsildarı, hademesi olur. Fakirde kısmen müvezzilik, kısmen hademelik sıfatıyla bulunsam ne zararı var?” deyip mütesellî [teselli bulan] oluyorum.

İbrahim

• • •

– 163 –

 Osman Nuri’nin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Kur’ân-ı Azîm

Bir kelimeni, milyonlar defa tekrar okusam,

İlk başladığım lezzeti, daima duyarım.

Sen İslâm ocaklarının sönmez bir lem’asısın, [parıltı]

Sen o misilsiz [benzer] Zâtın emsalsiz kelâmısın.

Rabbin en sevgili Resulüne [Allah’ın elçisi] kısmet olan,

Değerli bin bir çeşit ispatlı kelâmısın.

Hangi kitap var ki, asırlarca böyle hürmetle okunsun?

Nasıl bir nankör var ki, gelsin sana dokunsun?

Hâşâ, sana inanmayanlar kâfirse bile,

Gelsin onun dellâlının [davetçi, ilan edici] yanına otursun.

O dellâldan [davetçi, ilan edici] alınca ders-i ilhamı,

Lânetler eder, inkâr ettiğine Kur’ân’ı,

275

İlmin en derin hocası, burhanı, [delil]

Zelîl eder, karşısında seni tanımayanı.

Kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kitabın çok ünlü, onun dellâlı [davetçi, ilan edici] Üstadım Said

Gönül ister ki, o ayarda bulunsun binler Said.

Aynı günün sabahı okuduğum, büyük ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kitabımız olan Kur’ân-ı Azîmüşşândan [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] aldığım nurlu ilham-ı İlâhîden, [Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu] dolayısıyla güneş gibi kuvvetli olan Risale-i âliyelerinizin âcizde bıraktığı derin his ve tesirlerden doğmuştur.

 Osman Nuri

• • •

– 164 –

 Hulûsi’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Bir Mirkatü’s-Sünnet [sünnetin merdiveni, derecesi, basamağı] olan mübarek mektup hakkındaki ihtisaslarımı arza maalesef muktedir değilim. Fakat istikametli [doğru] tefsir, i’câz[mu’cize oluş] beyan, nurlu ilân gibi şanına lâyık tabirle tavsif [bir sıfatla niteleme] edebileceğim Beşinci Lem’anın [parıltı] on bir nükteyi [derin anlamlı söz] ihtiva edişini mânidar buldum. Sanki, mânen diyor: İfâ-yı sünnetle mükellef olduğumuz, ol Nebiyy-i Zîşânın taraf-ı İlâhîden [Allah tarafından] getirip haber verdiği yakînen malûm olan şeylerin hak olduğunu bilip, kalble tasdik ve dille ikrar etmek suretiyle, tarif olunan iman ve İslâmın şartlarının mecmuu olan on bir adediyle bu nurlu mektuptaki nüktelerde [derin anlamlı söz] sarih [açık] tevafuk vardır. Madem böyledir, mü’minim diyen ittibâ-ı sünnet [Peygamberimizin sünnetine tabi olmak] etmeli. “Elhamdü lillâh Müslümanım” iddiasında bulunan ve

لِمَ تَقُولُونَ مَا لاَ تَفْعَلُونَ 1 itâbından kurtulmak isteyen sünnete yapışmalı, ilh. [(ilâ âhir) sonuna kadar]

276

hakaiki [doğru gerçekler] ders veriyor. Bu mektubu almazdan evvel-Allah hayretsin-bir gece rüyamda büyük bir camide bulunuyorum. Namaz kılındıktan sonra, ben kapıya yakın bir yerde ayakta duruyorum. Baktım, mihrabın [câmide cemaatle namaz kılarken imamın bulunduğu yer] sol tarafından küçük ve toplu bir cemaat geliyor. Bana yaklaştıkları zaman, “İşte Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri” diye kulağıma bir ses geldi. Gayr-ı ihtiyarî “Medet yâ Gavs-ı A’zam” diyerek, ağlayarak ayağına kapandım. Mübarek sol elleriyle beni yerden kaldırdılar ve şefkat gösterdiler. Kendileri uzun boylu, çok mehîb ve üzerlerinde siyah bir sako, [palto, ceket] mübarek sakalları siyah, pek az ağarmış, beşûş ve nuranî bir çehre… mübarek başlarında bir mahrût-u nâkıs şeklinde yüksek ve çok beyaz bir sarık vardı. Camiden [cansız] çıkınca, bitişik bir odada cemaatle beraber oturduğumuzu da hatırlıyorum. Bu rüya bana çok zevk vermekle beraber, dua ve himmetlerinin [ciddi gayret] Hizbü’l-Kur’ân [Kur’ân taraftarları] üzerinde her zaman mevcut bulunduğuna daha ziyade yakîn hasıl ettirdi.

 Hulûsi

• • •

– 165 –

 Sabri’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Bu kere, bir kıt’a [dünyanın kara paçalarından her biri] lütûfname-i fâzılane-i mergubeleriyle tereşşuhat[belirti] Kitab-ı Mübînin bir zübdesi [en seçkin kısım, öz, tereyağı] bulunan, Fihriste-i Mübînin Dördüncü Kısmını, Süleyman Efendi kardeşimiz yediyle aldım, okudum. Müellifine, [telif eden, kitap yazan] kâtibine, naşirine, [yayınlayan] hâdimlerine binler dualar ettim. Hakikaten vakt-i kıraatim olan iki saat zarfında, Risâlâtü’n-Nur ve Mektûbâtü’n-Nur’un kâffesini icmâlen [özet] okumuş kadar mütelezziz [lezzet alan] ve müstefid [faydalanan, yararlanan] oldum. Ve şöyle dedim: Lütufnâme-i keremkârîlerinde işaret buyurulduğu üzere dört nüsha değil, belki birkaç ay, her vazifeye tercihan Fihristeyi teksir [çoğalma] ve neşre sa’y [çalışma] etmeliyiz.

Madem ki gayemiz neşr-i envâr-ı hakaik-i Kur’ân’dır. Bu mübarek ve

277

kıymettar eser-i girânbahâ ise hakaik-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] hülâsa[esas, öz] ve zübdesi [en seçkin kısım, öz, tereyağı] ve tâbiri câiz ise, tam bir pişdârıdır ve miftâhu’n-nusret ve mirkatü’l-fütûhtur.

Üstad-ı Azizim,

Mukaddemen, [evvel, önce] bu kıymettar eserleri avn-i İlâhîyle vücuda getirdikçe, bu kusurlu talebenizi de bir muhatap addederek her bir eseri irsal [gönderme] ve tenvir [aydınlatma] buyurmakta idiniz. Fakat o zamanlar, gayr-ı ihtiyarî nurla, zulümat karşısında bulunmaklığım hasebiyle, nurlarla aramdaki perde açılmamıştı. Şimdi o semm-i katil tâbirine lâyık muhalif, zıt, menfî cereyanların zevaliyle, [geçip gitme] envâr-ı bînihaye-i Kur’âniyenin, elhamdü lillâh, kapıları açıldı. Sâlifü’l-arz zulümâtın zebûnu [düşkün, tutkun] bulunduğum sıralarda münteşir [yaygın olan] âsârı [eserler/asırlar] tekrar okuyup yazıyorum.

Risalelerin derece-i kıymetlerini [kıymet derecesi] ve bahşettiği feyzi ve fevzi arz etmek, lisan ve kalemin fersah fersah iktidarının fevkindedir. [üstünde] Bu mübarek ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] tereşşuhat[belirti] Kur’âniye ve lemeât-ı Furkaniyeyi, hakikî bir dellâl-ı Kur’ân olmalı ki, hakkıyla takdir ve sena edebilsin. Zira bu hayat-ı hakikiye ve sermediye hazinelerindeki müstâmel kelimat [ifadeler, sözler] ve tâbiratın kâffesi sairlerine minkülli’l-vücûh fâik [üstün] ve bâkir beyanatı hâvi, [içeren, içine alan] kemâl-i selâset ve cezâlet [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] ve şâyân-ı gıbta ve hayret, dirayeti müştemil [içine alan, kapsayan] ve cami ve cümel ve fıkarât ism-i Bedî’ ve Hakîmin bir cilve-i hâssa ve mümtazesidir, [seçkin] dersem binden bir hakkını bile vermiş olamam.

278

Hülâsa: [esas, öz] Bu nurların kâffesi, deccallara mahsus ve müstahzar elmas gülleler ve ehl-i iman [Allah’a inanan] için menba-ı envâr-ı hakaik olan Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] son asırda nebean etmiş, binler âb-ı hayât-ı bâkiye hazineleridir.

 Sabri

• • •

– 166 –

 Hafız Ali’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Sevgili Üstadım Efendim Hazretleri,

Otuz Birinci Mektubun On Beşinci Lem’asının [parıltı] birinci kısmını, büyük bir meserretle aldım.

Sevgili Üstadım, zâten fakir, âcizane nazarımda, “Şems-i hidayetten [hak ve doğru yol güneşi] neşr-i envâr eden Sözler” hak ve hem hakikat olarak, hakikat âleminin çarşısıdır. Hakikat âleminde ne varsa, o kadar zengin, o kadar mücehhez, [cihazlanmış, donanmış] o kadar bîpâyandır. Böyle bir çarşı-yı âlem [dünya çarşısı] mallarını almak lâzım ki, bir padişah kuvveti olsun. Eğer görmekse, öyle bir keskin nâfiz, [derinlere işleyen; etkili] seyyar bir nazar olmalı ki, seyr u seyahatle görebilirsin. Bu da pek ender bulunduğundan, almak ve görmek için lâzım ki, bütün malların bir nümune levhası bulunsun.

Ey sevgili Üstad,

Her nümune levhaları mukaddemâ görülüyordu ki, yalnız bir parçayla topların ve küllîlerin nevilerini gösterir. Daha birşeye yaramaz. Fakat serâser [yer, dünya] nur olan hazine-i bînihayenin [bitmez tükenmez hazine] fihriste ve nümune levhasının her parçasından, “hanîfen müslimen[Allah’ı bir olarak tanıyan dosdoğru bir Müslüman (Kur’ân-ı Kerimde Hz. İbrahim için söylenen bir ibare)] gömleği çıkacak. Harika derecede parçaları ve kıymetleri hâvidirler. [içeren, içine alan] Nasıl umuma muhalif külliyatla harika olduğu gibi, cüz’iyatlarıyla hârika bir hatemi [mühür, damga] taşıyorlar.

Evet, Üstadım, bu mektubu istinsah [kopyasını çıkarma] ederken kalb ve ruhum cûş u hurûşa gelerek bütün envâr-ı resâili kemâl-i şevk [tam bir istek ve arzu] ve tahassürle [hasret çekme, özlem duyma, üzülme] görmek istiyordular.

279

Demek, Üstadım, umum risalelerin her parçasına ihtiyacımız olduğu gibi, her parçayı da birden görmeye şiddetle ihtiyaç varmış. Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud [varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan, şeref ve yücelik sahibi Allah] size kemâl-i rahmet [mükemmel bir şefkat ve merhamet] ve merhametinden, o rahmet ve merhametinin iktizasıyla [bir şeyin gereği] nâil-i mükâfat buyursun. Âmin.

 Hafız Ali

• • •

– 167 –

Kardeşim Abdülmecid’in fıkrasıdır. [bölüm] Hulûsi Beye yazdığı mektuptandır.

Eyyühe’l-azîzin azizi, Hazret-i Seydanın muhterem tilmizi, [öğrenci]

Teşnesi bulunduğum tebşirnamelerinizi [müjdeleme] memnuniyetle aldım. Var olunuz. Cevapları yazmak icap [gerekli kılma] eder, amma ne yazayım? Ruh nâhoş, kalb bîhoş, kafam bom boş. Zira, etraf-ı erbaamdan takattur eden vahşetler, kasâvetler, yeisler, [ümitsizlik] beisleri tasavvur ettikçe, biri cinnete, yani cünuna, diğeri cennete, yani Şam’a gitmek üzere, akıl ve ruhum seferber vaziyetini alıyorlar. Bunun içindir ki, ne Seydanın, yani Üstadın talebeliğini ve ne de sizin kardeşliğinizi bihakkın [gerçek anlamıyla] ifa edemediğimden, ne yazacağımı bilemiyorum.

Hem de sizden gelen mektuplar saf, temiz, nurlu bir fikirden çıktığından, okuyanlara ışık veriyor. Zulmetli fikrimden çıkan arîzalar ise, size zulmet vereceği ihtimalinden korkarak, tez tez takdime cesaret edemiyorum.

 Abdülmecid

• • •

280

– 168 –

 Re’fet Beyin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz ve muhterem Üstadım efendim,

Sözler’in ve Mektubat’ın ve Pencerelerin fihristesi o kadar güzel olmuş ki, bir defa sathî [sığ, yüzeysel] bir nazar atfeden kimse, Risaleti’n-Nur [elçilik, peygamberlik] eczâlarının kıymet ve ehemmiyeti hakkında yek nazarda bir fikir edinebilir. Bu fihriste umum risalelere bedeldir. Hiçbir müellif, [telif eden, kitap yazan] yazmış olduğu yüz yirmi kadar kitabının herbirisinin hülâsa-i meâlinden ve bilhasa metnindeki âyâtı, birer birer münasip ve manidar bir tarzda tâdâd [sayma] etmek suretiyle risalelerin gayatından [gayeler] ve mahiyetinden bahsetmek şartıyla, böyle ehemmiyetli dört risaleyi vücuda getiremez. Fihristenin bâriz bir vasfı daha var ki, o da kendi ihtiyarınızla olmayıp, sünuhat[Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] kalbiye ile olduğunu ispat ediyor. Biz bu halleri gördükçe, sizin gibi bir Üstada nâiliyetimizden [ermek, erişmek] dolayı Rabbimize çok şükür etmekteyiz.

 Re’fet

• • •

– 169 –

 Hulûsi Beyin fıkrasıdır. [bölüm] Eğirdir’de bir kardeşimize gönderdiği mektuptandır.

Üstad Hazretlerinin son Otuz Birinci Mektubun On Üç ve On Dördüncü Lem’alarını [parıltı] hâvi [içeren, içine alan] olan pek kıymetli, nurlu ve hikmetli, serâpâ [tepeden tırnağa, baştan aşağıya] nur olan hakaik [doğru gerçekler] derslerinden derin mânâlı, şirin lezzetli, asel-i musaffâ nev’inden ekmel [daha mükemmel] eserlerini almakla bahtiyar, cevap takdimine muvaffak olamamakla bedbahtım. Şuracıkta karalamaya niyet eylediğim birkaç satırla, o ders-i hakaikten aldığım feyzi izah veya duygularımı nakletmek istemiyorum. Çünkü, bu dersin nihayetindeki

281

hususî haşiye, [dipnot] sanki mânen beni bir müddet mektup yazmaktan men etti. Zâhirî mânâlar da bu işaretin doğrudan doğruya bu biçareye ait olduğunu göstermektedir. Bu nurlu dersi bir defa (On Üçüncü Lem’a [parıltı] kısmını) İmam Ömer Efendi gibi arkadaşlara okuyabildim.

Sevgili Üstadımın emirleri, işaretleri, dersleri, tenbihleri, ikazları, irşadları, [doğru yol gösterme] tehditleri, şefkatleri hep hakikatlidir. Bugüne kadar söylenmişler böyle olmakla beraber, bundan sonrakiler de aynı mahiyettedir. Asla şüphe ve tereddüdüm yoktur. Tabiî, sevk-i tabiî, [içgüdü] tesadüfî değil. Hakikî, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] sevk-i İlâhî, [Allah’ın yönlendirmesi] kader-i Sübhânî, her işimizde hâkim. Cüz-ü ihtiyarımızla [insandaki çok az seçim gücü, irade] seyyiatımızdan [günahlar] mes’ul olmakla beraber, hasenat tevfik-i Hüdâ ile olduğuna, Kur’ân-ı bâhirü’l-burhan şahid-i sadıktır. [doğru sözlü şahit]

 Hulûsi

• • •

– 170 –

 Eğirdir Müftüsüne son ihtar

(Bir kardeşimiz olan Hakkı Efendinin hatırı için lâyık olduğu şiddeti bırakıp gayet mülayim bir surette ihtar edildi.)

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 1

Eski bir dost ve ilim noktasında bir arkadaş olmak üzere sizinle bir hasbıhal edeceğim. İkimize taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden mühim bir musibet-i diniyeyi [dine gelen belâ] size haber veriyorum. Bunun telâfisine mümkün olduğu kadar beraber çalışmalıyız. Şöyle ki:

Zâtınız, herkesten ziyade hizmetimize taraftar ve hararetle himayetkâr olmak lâzım gelirken, maatteessüf, [ne yazık ki] meçhul sebeplerle, aksimize tarafgirâne ve bize karşı soğukça rakîbane [görüp gözeten, koruyan, yarattıklarından bir an bile gafil olmayan Allah] baktığınızdan, oğlunuzu bu köyde yerleştirip ona dost-ahbap buldurmak için çalıştınız. Neticesinde, burada öyle bir vaziyet hasıl olmuş ki, mahiyetini düşündükçe senin bedeline ruhum titriyor. Çünkü,

282

Es-sebebü ke’l-fâil [“sebeb olan yapan gibidir”] kaidesince, bu vaziyetten gelen günahlardan, seyyiattan [günahlar] siz mes’ulsünüz.

Zehire tiryak [derman, ilaç] namı vermekle tiryak [derman, ilaç] olmadığı gibi, zındıka hissiyatını veren ve dinsizliğe zemin ihzar [hazırlama] eden bir heyetin vaziyetine, ne nam verilirse verilsin, Genç Yurdu denilsin, hattâ Mübarekler Yurdu denilsin, ne denilirse denilsin, o mânâ değişmez. Başka yerlerde, Genç Yurdu ve Türklük Meclisi, Teceddüt [yenileme] Mahfeli [kapalı bölme, oda] gibi isim ve ünvanlarla bulunan heyetler, başka şekillerde zararsız bir surette bulunabilirler. Fakat bu köyde, madem sekiz senedir ki, sırf esâsât-ı imaniye, [imanın esasları] usul-ü hakaik-i diniyeyle meşgulüz. Elbette, bu köyde bize karşı muannidâne [inat edercesine] bir heyetin takip edeceği esas, imansızlığa ve usul-ü diniyeye [din prensipleri] muhalif, hatta zındıka hesabına bir hareket yerine girer. Bilinsin bilinmesin, netice öyle çıkar. Çünkü, bu havalide umumca tebeyyün [meydana çıkma, görünme] etmiş ki, siyaset cereyanlarıyla alâkadar değilim; belki yalnız hakaik-i diniyeyle meşgulüz. Şimdi burada birisi bize muhalif hareket etse, hükûmet hesabına olamaz; çünkü mesleğimiz siyasî değil. Hem yeni bid’alar [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] hesabına da olamaz; çünkü hakikî meşgalemiz esâsât-ı imaniye [imanın esasları] ve Kur’âniyedir.

Hem resmî Diyanet dairesinin emirleri hesabına dahi değil; çünkü emirlerini tenkit ve muhalefet meşgalesi bizi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetimizden men ettiği için, o meşgaleyi başkasına bırakıp onunla meşgul olmuyoruz. Mümkün olduğu kadar o emirlere karşı temas ettirmemeye çalışıyoruz.

Öyleyse, sekiz sene bu cereyan-ı imanî merkezi olan bu köyde, bize karşı muhalefetkârâne ve mütecâvizâne vaziyet alan, ne nam verilirse verilsin, muhalefeti zındıka hesabına ve imansızlık namına kaydedilecek.

İşte, sizin ilminize ve makam-ı içtimaînize [sosyal hayattaki makam, mevki] ve mensıb-ı fetvanıza ve bu havalideki nüfuzunuza ve evlât hakkındaki müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] şefkatinizden gelen teşvikkârâne [teşvik ederek, bir şeye yönlendirerek] muavenetinize [yardım] istinad ederek, burada hem beni, hem seni pek ciddî alâkadar edecek bir vaziyet vücuda geliyor.

283

Ben kendim burada muvakkatım; [geçici] ıslahına da mükellef değilim; belki bir derece mesuliyetten kurtulabilirim. Fakat zâtınız hem sebep, hem nokta-i istinad [dayanak noktası] olduğunuzdan, o vaziyetten gelen müthiş meyveler defter-i a’mâlinize [amel defteri] geçmemek için, herşeyden evvel bu vaziyeti ıslah etmelisiniz. Veyahut oğlunu buradan çek. O daimî senin mânevî zararına günah işleyecek tezgâhı tebdil [başka bir şeyle değiştirme] etmeye çalış. Zâtınıza bu tezgâhın mahsulâtından nümune olarak, sizin hesabınıza, bana muhalefet suretinde gelen yalnız iki küçük nümuneyi göstereceğim:

Birincisi: Beni haddimden çok fazla hüsn-ü zanda [güzel düşünce] bulunan ve harekâtımı herkesten ziyade hak telâkki [anlama, kabul etme] eden bir ehl-i ilim, [ilim ehli olanlar, âlimler] sana itimaden, oğlunuza meslekçe dostluk etmiş. O adam birgün yanıma geldi. Hususî odamda namazımı kılmak vakti geldi. Benimle beraber cemaatle kılmak onun yanında çok ehemmiyetli olduğu halde, gizli ezân-ı Muhammedîyi işitmekten kulağı müteneffirâne, havftan [korku] gelen bir istikrah ile, kalktı, kaçtı. Bu işe sen fetva ver! Fahr-i Âlemin [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] (a.s.m.) en nuranî, leziz, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kelimâtını [kelimeler] işitmekten kaçan bir kulağın altında olan kalbde bulunan iman, ne hale girdiğini sen söyle!

Bu böyle olsa, başka cahil yahut gençler, o meslekte nasıl boya alırlar, kıyas ediniz, benimle beraber bu işe ağlayınız.

İkincisi: Bir dostum vardı, takvâsı ifrat [aşırılık] derecesindeydi. Benim yanıma geldiği vakit, âhirete ait en güzel parçaları bana gösteriyordu ve ihtar ediyordu. Zâtınız onu bir derece benden soğutmak ve senin oğluna dost yapmak suretinde onunla konuşmuşsunuz.

İşte o zât, o telkinattan [telkinler] sonra geçen Ramazanda birgün, bana Hülâgû ve Cengiz vâkıalarını okutmak için gösterdi. “Aman, bunları oku” dedi. Ben kemâl-i taaccüp [tam bir şaşkınlık] ve hayretten dedim: “Kardeşim, sen divane mi oldun? Benim Delâil-i Hayrâtı okumaya vaktim yok. Böyle zalemelerin sergüzeşt-i zâlimânelerini bu Ramazan-ı Şerifte bana okutmak hissini nereden kaptın?” dedim. Haftada iki defa yanıma gelen o has dostumu, iki ayda bir defa daha göremedim. Fakat hakkında inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] vardı, o halden kurtuldu.

284

Her neyse… Bu neviden olan elîm hâdiseler çoktur. Hakikatli bir kardeşimin neseben [soy itibariyle] kardeşi olduğunuzdan, haşînâne değil, mülâyimane bir surette olan bu dertleşmekten gücenmeyiniz.Haşiye [dipnot]

Said Nursî

• • •

– 171 –

 Ehl-i bid’anın şiddetli hücumuna mâruz kalan Süleyman hakkındadır.

Sual: Süleyman nasıl adamdır? Başta buranın memuru, çok adamlar onu tenkid ediyorlar. “Lüzumsuz sözleri hocaya söylüyor, yanlış ediyor, adeta münafıklık ediyor” derler. Sana çoktan beri hizmet ediyor; mahiyeti nedir, bildir.

Elcevap: Süleyman sekiz sene benim gibi asabî, hiddetli bir adamı hiçbir vakit gücendirmeyen, hiçbir menfaat-i maddî mukabilinde olmayarak, kendi işini bırakıp, kemâl-i sadakatle [tam bir bağlılık] Allah için hizmeti bu köyce malûmdur. Böyle bir adamla bu köy değil, belki bu vilâyet iftihar etmeli. Bu tarz ahlâk, bu zamanda bulunması, medâr-ı ibrettir. [ibret kaynağı] Ben hem garip, hem misafirim. Benim istirahatimi temin etmek köyün borcu idi. Bu köy namına Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onu ve Mustafa Çavuş’u ve Muhacir Hafız Ahmed‘i [çokça medhedilen, övülen] ve Abdullah Çavuş’u bana ihsan [bağış] etti. Ben de

285

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrediyorum. Bunlar, bana yüzer dost kadar kıymettar göründüler, vatanımı bana unutturdular. Gurbet ve misafirlik elemini bana çektirmediler. Bunların yüzünden ben, bu köyün hayatta ve vefat edenleriyle alâkadar olup, onlara her zaman dua ediyorum. Sadakatçe Süleyman’dan geri kalmayan Mustafa Çavuş’la, Muhacir Hafız Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] şimdilik hücuma mâruz olmadığından iyiliklerinden bahsedilmedi. Bir parça Süleyman’dan bahsedeceğiz. Şöyle ki:

Süleyman, benim her hususî işimi ve kitabetimi [yazım] kemâl-i şevkle, [tam bir istek ve arzu] minnet etmeyerek, mukabilinde birşey kabul etmeyerek, kemâl-i sadakatle [tam bir bağlılık] yapmış. Hattâ o derece hizmeti sâfi ve hâlis, Allah için yapıyordu, belki yüz defadan ziyade arzu ettiğim dakikada, ümit edilmediği bir tarzda geliyor; “Fesübhânallah,” [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] diyordum. “Benim arzu-yu kalbimi, bu işitiyor mu?” Anladım ki o, istihdam [çalıştırma] olunuyor; sadakatinin kerametidir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Hattâ hizmetimde bulunduğu birgün, bir yaşındaki kız çocuğuna bakılmamış. Yüksek bir damdan, taş üstüne çocuk düştü. O hizmet sadakatinin bir ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] olarak, o çocuk hiçbir teessür [üzülme, etkilenme] ve hastalık görmediği gibi, sütten, memeden bile kesilmedi. Her neyse, bu tarz sadakatının lem’alarını [parıltı] çok gördüm.

Süleyman’da sadakatle beraber esaslı bir ihlâs gördüm. Evet, bu günlerde insafsız insanlar, onun şeref ve haysiyetini kıracak derecede, hakkında işâalar [bir haberi yayma, duyurma] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettikleri zaman, ona tesellî nevinden dedim ki: “Sana bir su-i şöhreti takmakla riyadan kurtulursun.” O da kemâl-i sürur ve ciddî bir surette o teselliyi kabul etti.

Gelelim gıybet hakkındaki mesleğine: Bu zât, bende gıybet hakkında ne kadar şiddetli bir nefret olduğunu bildiği cihetle, beni kızdırmamak için, mümkün olduğu kadar—cevaz da olsa—söylemiyor. Ve bilhassa Ramazan’da, bütün bütün içtinab [kaçınma] eder. Zaten ahlâkında başkasına muzırlık [zararlı] yok. İnsafsızların işâasına [bir haberi yayma, duyurma] sebep, bu kadar olmuş: Birisi sormuş, “Hoca Efendi filân adama şöyle demiş mi?” O da geldi, bana aynı sözü söyledi ki, o adama cevap versin. Halbuki o sözde ne gıybet var, ne de birşey. Her neyse…

286

Ben bu köyde ümit etmiyordum ki, benim en ziyade itimad ettiğim ve tam ahlâklarına ve diyanetlerine kanaat ettiğim Mustafa Çavuş, Süleyman Efendi gibi kardeşlerimi tenkit etsinler. Zannederdim ki, ben gittikten sonra, burada benim yerimde, bana ettikleri hürmeti onlara edecekler. Ümidim budur ki, köy halkının yüzde doksanı onların kıymetini takdir edecekler. Birkaç insafsızlar tenkit ededursunlar, o tenkidlerden ne çıkar? Bunlara ilişmek, doğrudan doğruya bana ilişmektir.

Bana hizmet eden mezkûr [adı geçen] kardeşlerim, hiçbir maddî menfaati düşünmeyerek ve kabul etmeyerek ve bilâkis kendi keselerinden bana ve misafirlerime bakıyorlar. Hattâ Süleyman’a bazı yemediğim bir ekmek verdiğim vakit, hatırımı kırmayarak alır. Fakat kat’iyen [kesinlikle] mukabelesiz [karşılıksız] almıyor. Ona mukabil evinden getiriyor. Ara sıra birer bardak çay ısrar ediyordum, ilhâhıma [bir şeyin kabulü için ısrarla üzerine düşmek] karşı istinkâf [çekimser kalma, uzak durma] ediyordu. “Niçin böyle yapıyorsun?” derdim. “Hizmetimize maddî faide girmeyip, fîsebîlillâh, ihlâslı olmak istiyoruz” derdi.

Hattâ bu Süleyman ve Mustafa Çavuş, misafirlerim için çok hizmet ettikleri halde, hiçbir vakit hiçbir misafir bu iki zâta bir hediye getirdiğini görmedim, bilmedim. Yalnız Bekir Bey bir defa Süleyman’ın küçük kızına birkaç meyve vermiş. Ona mukabil Süleyman—bildiğime göre—birkaç defa patlıcan, biber, kavun gibi sebzeler hediye edip ona göndermekle beraber, Bekir Bey buraya geldikçe onun, hem başka misafirlerin hayvanatına saman, arpa verir.

Bunun bu ahlâkı zâtında vardı. Yanıma geldiği vakit, benim bir düstur-u hayatım [hayat kanunu] olan istiğnâ [bir başkasına ihtiyaç duymama] ve insanların hediyelerini almamak kaidesi, onun aslî ahlâkına muvafık gelmiş. Daha ziyade, insanların değil hediyesini kabul etmek, onlara ettiği iyiliklere mukabil dahi birşey kabul etmiyor. Hattâ yüz defa ben ısrar etmişim; benden fazla kalan birşeyi kabul etmiyor.

Hattâ bir defa, bir kıyye [okka, 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] kadar üzüm, kayısı kurusu, bir kıyye [okka, 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] bal ben yemiyordum. Misafirlere de yedirmek istemiyordum. Ona ısrar ettim, “Bu hediyemdir, teberrükümdür. [bereket vesilesi] Çocuklarınıza hediye ediyorum, almaya mecbursun” dedim. Aldı, iki şinik buğdayını, bana, değirmende öğüterek getirdi. Dört aydır daha bitmemiş.

İşte bu zâtın hakikî hali bu surette iken, insafsız insanlar bunun hakkında işâa [bir haberi yayma, duyurma] ediyorlar ki, “Said’in sayesinde yaşıyor.” O da kemâl-i iftiharla dedi: “Evet,

287

Üstadımın sayesinde kanaati ve iktisadı [tutumluluk] öğrendim, rahatla yaşıyorum. Halkların bu sözleri bana iyidir. Beni riyadan kurtarır, ihlâsa sevk eder” dedi.

Ben de dedim: Sana iyidir, hizmet-i Kur’ân’a zarardır. Onun için hakikat-i hali [bir şeyin gerçek durumu] beyan ediyorum, tâ ehl-i bid’a [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] bilsin ki, ihlâsla, Allah için çalışıyorlar.

Said Nursî

• • •

– 172 –

 Hulûsi’nin fıkrasıdır. [bölüm]

On Sekiz Recep tarihli, Otuz Birinci Mektubun Birinci, İkinci Lem’alarıyla [parıltı] Yirmi Dokuzuncu Mektubun Birinci Remzinin [ince işaret] Birinci Makamını, Şaban’ın birinci günü, yani yazıldığından on üç gün sonra aldım. Demek oluyor ki, Receb’in on sekiz rakamına, on üç daha ilâve ederek, mübarek mektubun numarasını teyid etmek gibi, gaybî bir işaret ibraz edilmiş oluyor. Bu nurlu Mektuptan aldığım hisseyi, kendisinden evvel gelmiş olan mânevî feyzinden, âli [yüce] affınıza güvenerek bahsetmek suretiyle arzedeceğim. Şöyle ki:

Mektubun bura postahanesinde kaldığı gece, âlem-i menamda şöyle garip bir hâlet [durum] gördüm; Allah hayretsin: Kamer [ay] batn[iç] arzdan sür’atle çıkarak, şâkulen semâvâta yükselmeye başladı. Çıkışıyla sür’atle yükselişinde hiçbir ziya eseri görülmüyordu. Sükûnetle hareketi takip etmekle beraber, sanki gaybî bir ses bana, “Alâmet-i kübrâ [büyük işaret] başladı” diyor gibi geldi. Kamer [ay] bu hızla çıkışı esnasında, bir hadde geldi ki, parladı, büyüdü. Bedr-i tam halinin birkaç misli [benzer] cesamet [büyüklük] arz etti. Bu vaziyette içinde bir insan şekli göründü. Kısa bir zaman sonra bu şekil ve kamer [ay] kayboldu. Cihan serâser [yer, dünya] zulmet [karanlık] içinde kaldı. Mağrib [akşam] cihetinde, ufuktan bir mızrak boyu yüksekliğinde, şems sönük bir ziyayla göründü. Ufku takiben bir müddet şimale [kuzey] doğru gayet sür’atle gitti ve kayboldu. Tekrar zulmet [karanlık] başladı. Soğukkanlılığımı muhafaza etmekle beraber, kıyamet kopuyor diye uyandım.

288

İşte bu dehşetli gecenin gündüzünde, Otuz Birinci Mektubun Bir ve İkinci Lem’alarını [parıltı] hâvi [içeren, içine alan] kıymetli eseri aldım, okudum. Kendi kendime geceki hâleti [durum] düşündüm. Dedim: Bu mübarek mektup, bana şu dersi veriyor: Sen bir sefineye [gemi] râkipsin ki, o azametli sefinen [gemi] başdöndürücü süratle, feza-yı nâmütenâhide koşturuluyor. Bu sefineyi [gemi] böyle pırıl pırıl çeviren Kadîr-i Kayyûm, [sonsuz kudret sahibi olan, herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan ve dilediği gibi onları idare eden Allah] sana musahhar [boyun eğdirilmiş] ettiği, muntazam tulû [doğma] ve gurub [batış] eden şemsle incelerek, büyüyerek mükemmel bir takvim-i [program] semâvî vaziyetini gösteren kamer [ay] gibi azîm cisimleri de istihdam [çalıştırma] ediyor. Bir küre كُنْ فَيَكُونَ 1 emrini aldığı zaman, bu muazzam küreler gibi milyonlarca seyyârat [gezegenler] birbirine karışacak, nizam-ı âlem [bütün varlıklar âlemindeki hassas düzen] bozulacak, herşey harap olacak.

كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 2 sırrı zahir olacak. Öyleyse en metin, [sağlam] en âli, [yüce] en müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] görünen bu saray-ı kâinatın [kâinat sarayı] bir anda yıkılacağı, harap olacağı, bütün sekenesinin [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] mahv u nâbud olacaklarını düşün. Hiç ender hiç [hiç içinde hiç] olduğunu hatırla. Senin mini mini hayat tekneni, dağlar gibi dalgaları bulunan, kısacık ömrünün denizinde aldanarak boğdurma. Ve hayat-ı ebediyeni [sonsuz âhiret hayatı] söndürmek isteyen, en büyük ve en yakın olan nefsinin hilesinden kurtulmaya çalış. Bunun için sana çok kolay ve ucuz, tesiri mücerreb [denenmiş] ve kat’î ve

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ * 3

رَبِّ اَنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ * 4

gibi halâs [kurtulma] ve şifa ve necat [kurtuluş] vasıtalarını tavsiye ederim. Bunlara bilhassa mağrib [akşam] ve işâ [yatsı] ortasında, otuz üçer defa devam et, demekte olduğunu hissettim.

289

O küçük rüyanın tâbiri, muhterem Üstadıma aittir. Ve arzusuna bağlıdır. Bu defa mânevî mahrumiyetin uzaması, beni cidden müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etmişti. Sabra gayret ettim; fakat gariptir ki, bu mübarek mektubun bura postahanesine vürudu gününün sabahında اِنَّ اللهَ مَعَ الصَّابِرِينَ 1 emr-i celîlinin kuvvetine dayanarak tahammül etmekte olduğumu, fakat meraktan da hasbelbeşeriye kurtulamadığımı nâtık [konuşan] küçük bir mektubu, uhrevî kardeşimiz Hakkı Efendiye göndermiştim.

Bu nurlu mektubun başını işgal eden beş nükteli [derin anlamlı söz] İkinci Lem’a, [parıltı] başıma tokmak vurarak: Ey biçare, sabırdan bahsetmek sana yakışır mı? Gözünü aç da Hazret-i Eyyûb aleyhisselâmın sabrına bak! Aklın varsa, o Peygamber-i Zîşânın (a.s.) sabırdaki kahramanlığını taklide çalış. Ve korkunç manevî yaralarından kurtulmak için رَبِّ اَنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ 2 duasını vird-i zebân [dil ile sürekli tekrarlanan şey] et, diye tenbih ve ikazda bulunduğuna yakîn hasıl ettim. Elhamdü lillâh dedim.

Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Birinci Remzinin [ince işaret] Birinci Makamının Birinci Bâbı, [kapı] mu’cizât-ı Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] en büyüğü ve kıyamete kadar i’câzının [mu’cize oluş] devam edeceğine şüphe olmayan Kur’ân-ı Kerîmin, otuz cüzünden otuzuncu, yüz on dört sûresinden yüz onuncu, lâfız [ifade, kelime] itibarıyla küçük, fakat makam ve mânâ itibarıyla âli [yüce] ve şümul[kapsam] Sûretü’n-Nasr’daki çok mühim sırlardan muazzez [aziz, değerli] ve muhterem Üstadımız vasıtasıyla zahir olan tevafukata [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] münasebetli birtek sırrından beyan buyurulan üç mesele, bana öyle bir kanaat getirdi ki, bu küçük sûrenin üç âyetinden sülüs [(mirasta) üçte bir] ve tamamında otuz cüz Kur’ân’a, hattâ her harfinde bir sûreye işaret ve delâlet mevcut olduğunu cezmettim.

Bu nuranî mektup hakkındaki muhtasar [kısa] tahassüsâtımı âcizane yukarda arz ettim. Feyz menbaına [kaynak] maddeten ve mânen çok yakın olan kardeşlerime, şu perişan ifâdâtım [ifâdeler] kapı açmak ve buradan içeri geçmeye sizler lâyıksınız, diyecek kadar fâide-bahş olduğu hakkındaki emirlerinizden çok sevindim.

290

Sevgili Üstadım, Allah için sevenler, Kur’ân’a hâdim [hizmetçi] olmayı yürekten isteyenler, musibetin büyüğünü dine gelen mesâib [musibetler, belâlar] bilenler, zahiren ne kadar şâşaalı, mutantan [tantanalı, gösterişli] görünse de, her bid’akârâne [dine zarar verecek yeni âdetleri dine maletmeye çalışarak] hareketten mutlak ve muhakkak, Kur’ân’a ve imana bir hücum hissedenler, ilh.-İşte [(ilâ âhir) sonuna kadar] bunlar, niyetlerindeki ihlâs, kalblerindeki sâfiyet ve imanlarındaki kuvvet ve Kur’ân’a ciddî merbutiyetleri [bağlı] derecesinde, felillâhilhamd, [Allah’a hamdolsun] merkez-i menbâ ve masdar-ı feyze yakın bulunduruyorlar. Elbette böyle ulvî ruhlu, ciddî, ihlâslı, metin, [sağlam] imanlı kardeşlerimi çok sever ve mazhar [erişme, nail olma] oldukları niam-ı İlâhiyeye [Allah’ın nimetleri] şâkirînden [Allah’a şükreden] olmalarını tazarru [dua, yakarış] eylerim. Hasbelkader dünyaya dalmış, mâsiyette [günah] bunalmış, hakikatte acıklı bir gurbete düşmüş olan bu biçare kardeşlerine dua etmelerini rica [ümit] ederim. Cümlesine, alelhusus isimleri zikrolunan Galip, Hüsrev, Hafız Ali, Süleyman Efendilere ve Nurların başkâtibi Şamlı Hafız Tevfik, [başarı] hasta olduğundan müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olduğum ve inşaallah [Allah dilerse] iade-i afiyet etmiş olan Muhacir Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Efendiye ve sair mukarreblere [yakınlar, yakınlaşmış kimseler] selâm ve dualar ederim.

 Hulûsi

• • •

– 173 –

 Sabri Efendinin fıkrasıdır. [bölüm]

Eyyühe’l-Üstâdü’l-A’zam,

Şâh-ı Geylânî Hazretlerinin mânidar ve ihâta[kavrayış] bir beyt-i kıymettârîlerinin Dellâl-ı Kitab-ı Mübîni mânevî parmağıyla irâe ve müntesiplerine imâ ve işaret ettiği tefe’ülnâmenin [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] nihayet fıkrasında [bölüm] okudum ve dedim: “Evet, Nurlar heyetini umum ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve hakikat mânevî elektrik âyinelerine hedef etmişlerdir. Ve

291

hattâ Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] ve ehâdîs-i Nebeviyenin bu hususu alenen veya sırran ve remzen [ince işaret] ihbarıyla bile vardır” demekte asla tereddüt etmiyorum.

Bu zümre-i sâfiye ve hâlise arasında, sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Hulûsi tesmiyesine [isimlendirme] bile lâyık ve müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] olmayan ve hiç-ender-hiç olan bir abd-i pürkusura da, haddinin fersah fersah fevkinde [üstünde] bir yer veriliyor. Halbuki, bu aczi bîpâyan, kusuru çok, hatası azîm Sabri, sahâif-i a’mâline [amellerin yazıldığı sahifeler] baktığında çok kara ve mucib-i nefret görüyor. Ve bu mevkide işaret edilen şahıs ismiyle, a’mâl ve harekâtıyla, sabr ve teennîsi [düşünerek acelesiz iş görme, ağır davranma] müsbet [isbat edilmiş, sabit] ve müsellem [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] bulunan başka kardeşlerimiz olduklarına hükmediyor. Çünkü kıymettar bir hazine ve defineyi keşfeden ve o zemin ve zamanda gayyûr keşşâfa, [keşfeden, açan (Kur’ân’ın belâgat sırlarının perdesini aralayan ve mu’cizeliğini ispat eden Zemahşerî’nin belâgat ilmine dair “Keşşâf” isimli eserine telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] vardır)] taharriyatta [araştırma] bezl-i vücut eden sâîler o yolda acaba o defineyi bulabilir miyiz gibi bir eser-i tereddüt [tereddüt belirtisi] göstermeyerek sarf-ı mesâide bulunan, pek kıymettar semere-i sa’yi [çalışmanın meyvesi, neticesi] ve âlem kıymetindeki mahsul gayretleriyle, herkesi tergib [istek uyandırma, şevklendirme] ve teşvik ve tenvire [aydınlatma] hasr-ı vücut eden zevat, hakikaten şâyân-ı takdir [takdire lâyık] ve tebriktirler.

Hulûsi ise, Şâh-ı Geylânî, İmam-ı Rabbânî ve Şâh-ı Nakşibendî gibi nice zevat-ı mübarekenin mâziden şiddetle bastıkları adımlarının kuvvetiyle, istikbalde coşup fışkıracak olan menâbiü’l-envârı, mûmaileyh ayrı bir meslek, bir meşrepte [hareket tarzı, metod] olduğu halde, her türlü vezaife [vazifeler, görevler] tercih ederek, “Dahîlek yâ Dellâle’l-Kur’ân!” [davetçi, ilan edici] nidâ-yı âşıkane ve müştâkanesiyle [arzulu, aşırı istekli] dehâlet etmesi, fevkalâde bir tefeyyüze [feyizlenme] mazhar [erişme, nail olma] olduğuna ve olacağına yegâne delil ve hüccettir. [delil] Onun içindir ki, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] ve Mektubâtü’n-Nur’a birinci muhataplığı hakkıyla ihraz [kazanma, elde etme] etmiştir. Ve

292

müstehaktır. Ve hâkezâ, Süleyman Efendi kardeşimiz de, mânen ve maddeten teşrik-i mesai [birlikte çalışma] etmiş ve hiçbir ferdin yapamayacağı fedakârâne hidematı [hizmetler] yapmış olmasıyla, saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] sikke-i hâliselerinin teksir [çoğalma] ve tâmimine [genelleştirme, yayma] çalışmış, “Es-sebebü ke’l-fâil[“sebeb olan yapan gibidir”] mefhumunca, [anlam] kezâ bu zât da, her türlü takdire sezâ [layık] ve lâyıktır.

Bu günahkâr ise, maalesef sâlifü’l-arz zevatın hiçbirisiyle kabil-i kıyas [kıyası mümkün] değildir. Madem Üstad-ı Âli böyle görmüşler ve bu şekilde buyurmuşlar. Küfrân-ı nimet [nimete karşı nankörlük] etmeyip, tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] suretinde kabul eder ve gördüğüm sahife-i siyahımın, sahife-i beyaza tahvilini, [değişme, dönüşme] Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tazarru [dua, yakarış] ve niyaz eder ve rahmet-i Rahmân‘a [rahmeti sınırsız olan Allah’ın şefkat ve merhameti] iltica eylerken, teveccühât-ı [ilgi] Üstadânelerinin bekasını yürekten dilerim, efendim.

 Sabri

• • •

– 174 –

 Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır. [bölüm]

Sevgili Üstadım,

Aktâb-ı Hamse-i Azîmenin birincisi ve Gavs-ı Âzam namıyla müştehir [meşhur, ünlü] Şeyh-i Geylânî Hazretlerinin, şimdiki Kur’ân’ın hâdimlerine bakan kasidesindeki [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] ihbârât-ı gaybiye-i mühimmeyi hâvi, [içeren, içine alan] kıymettar risaleyi kardeşlerime ve dostlarıma okudum. Ve inşaallah [Allah dilerse] fırsat buldukça yine okuyacağım. Rahatsızlığım, bir suretinin takdimine fırsat bahş etmediği gibi, Otuz İkinci Sözün Birinci ve İkinci Mevkıflarından [bölüm, kısım] da üç-dört sahifeden daha fazla yazmaklığıma mâni oldu.

Sevgili Üstadım, o büyük Şeyhin mazhar [erişme, nail olma] olduğu o büyük tecellî ve nâil olduğu o büyük eltâf-ı Sübhâniye ile sekiz yüz senelik mesafeyi gören ve bu müddet

293

arasında gelip geçenlere ve bugünün dehşetini ehl-i zevk ve keşfe [iman hakikatleri kendilerine açılan ve bu hakikatlerin zevkine erişen kimseler] gösteren, yazılarındaki o derin ve pek ince mânâlar, idrak edebildiğim kadarını düşünürken, ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] nazarından saklanmış olan ve fakat ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] görmesine mâni olmayan maziyi hatırladım. Ve bu risalenin feyziyle mücahede-i mâneviyenizden [mânevi mücadele, cihad etme] ve etrafınızda toplanmış olan fedakâr, mücahid talebelerinizden ve mâruz kaldığınız mühlik felâketlerden ve nâil olduğunuz, bu kadar azîm eltâf-ı İlâhiyeden [Allah’ın lütufları, ikramları] başlayarak, Şâh-ı Geylânîye kadar ve ondan Asr-ı Saâdete [Peygamberimiz (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] kadar uzanan o uzun zamanı hayalen gezdim. O büyük Gavsın sekiz yüz sene evvel ilân ettiği bu hakikatin karşısında hayran oldum. O büyük Şeyh, eski Said gibi bir müridle, yeni Said gibi bir ders arkadaşıyla konuşuyor. Ve konuşmaya da zaman ve mekân [içinde bulunulan yer ve zaman] mâni olamıyor-ister arzın öbür tarafında olsun, ister semâvâtın en uzak köşelerinde olsun, ister Hazret-i Âdem Safiyyullah zamanında dünyaya vedâ etmiş olsun…

İşte bu muhavere [karşılıklı konuşma] neticesinde bu ihbârât-ı gaybiyeyi [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] ve acîbeyi sekiz-on sene evvel öğrenmiş ve şimdi de talebelerinize ders veriyorsunuz. Bu hizmette temayüz eden arkadaşlarınıza irâe ederek, her hususta sitayişe [övme, medih] lâyık Hulûsi’yi ve ona refik [arkadaş, yoldaş, yardımcı] olacak bir kabiliyette bulunan mütevâzi [alçakgönüllü, gösterişsiz] Sabri’yi ve hizmet ve gayretleriyle sadıkane çalışan Süleyman ve Bekir Ağa gibi talebelerinize işaret eyliyorsunuz. Ve bu küçük cemaatin istinadgâhı [dayanak, sığınak] olan azîm cemaatlerin himmetlerini [ciddi gayret] ve bu cemaatların içindeki nuranî simaları tanıttırdığınız gibi, Şâh-ı Geylânî zamanındaki Hülâgû vak’asıyla da zamanımızın riyakâr münafıklarına ve bu münafıkların re’skârlarına hitap ederek “Yakın bir istikbalde kahhâr bir el, size cezanızı tamamen vermekle mâsumların intikamını alacaktır” diyorsunuz. Bu hakikatler, gösterilen dokuz-on delille ispat edildikten sonra, bu risale-i şerife ile ilân ediliyordu.

294

Sevgili Üstadım, Hulûsi Beyin bir fıkrasında [bölüm] söylediği gibi, ben de diyorum ki: Kur’ân’ın feyziyle açtığınız bu cadde-i nuraniyede [nurlu, aydınlık cadde] acz ve fakr kanatlarıyla tayeran [uçma, uçuş] ederken, ne büyük harika kerametlerle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] karşılaşıyorsunuz! Ve ne azîm hâdisât-ı acibeye şahit oluyorsunuz! Kimbilir, daha neler göreceksiniz. Ve mazhar [erişme, nail olma] olduğunuz bu inâyetlerden [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] bizleri de hissedar ederek, vazifemizde her an gayret ve ciddiyet tavsiye ediyorsunuz.

İşte sevgili Üstadım, bu kadar ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] karşısında bir taraftan kulluk edemediğim için gözlerim yaşarıyor. Kalbim ağlıyor. Diğer taraftan da bârgâh-ı Samediyete affolunmaklığım için yalvarırken, bîhad ve bîhesab minnet ve teşekkürlerimi takdim ediyorum. Ve sevgili Üstadıma ve muhterem fedakâr kardeşlerime muvaffakiyet [başarı] ve selâmetler ihsan [bağış] edilmesi için duagû oluyorum, kıymettar Üstadım Efendim Hazretleri.

Günahkâr talebeniz

 Ahmed Hüsrev

• • •

– 175 –

 Re’fet Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Pek muhterem ve sevgili Üstadım Efendim,

Bu defa göndermiş olduğunuz Gavs-ı Geylânî Hazretlerinin ihbar-ı gaybîsi, [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] çok şâyân-ı hayret ve teemmül [düşünme, inceden inceye araştırma] bir mesele-i mühimmedir. [önemli mesele] Büyük zevk-i ruhânî ile okumakla beraber, fakir talebeniz bunu çoktan hissetmiştim. “Üstadımızın bu zaman için, mühim bir vazife-i mâneviyesi [mânevî görev] var. Lâkin henüz ifşâ etmiyor, mektum tutuyor” fikrindeyim ve bu fikrimi bazı hâlis kardeşlerime de söylemiştim. Geçen sene Sabri Efendiye yazmış olduğunuz mektupların birinde de şu fıkra[bölüm] görmüştüm: İmam-ı Rabbânî, son zamanlarda biri gelecek, iman

295

meselelerini gayet vâzıh [açık] bir surette neşir ve ilân edecek. Bu sizin hiç-ender-hiç kardeşiniz—hâşâ—kendimi o adam zannedecek değilim; yalnız o büyük adamın bir pişdâr neferi olduğumu zannediyorum. Sen benden o zâtın kokusunu hissediyorsun.” Bu fıkra [bölüm] evvelki düşüncemi takviye etti ve kemâl-i sürurla gelip Hüsrev’e dahi söyledim. Üstadımızın rütbe-i mâneviyesini anladığımızdan çok sevinmiştik. Bundan dört-beş ay evvel de ziyaret-i âlinize geldiğimde, Üstadımız hakkında sormuş olduğum suale verdiğiniz cevap, kezâlik [böylece, bunun gibi] evvelki kanaatlerimi teyit ve takviye etti. O zaman yalnız bir-iki kişi biliyorduk. Şimdi, bu risalenin neşriyle has talebelerin hepsi vâkıf [bir şeye hâkim olacak derecede bilgi sahibi olan] olmuş oluyor. Sürurumuza [mutluluk] pâyan yoktur. Dinsizliğin münteşir [yaygın olan] olduğu şu zamanda bulunduğumuza evvelce teessüf [eseflenme, üzülme] ediyorduk. Şimdi hiç teellüm, [elem çekme] teessür [üzülme, etkilenme] eseri kalmadı. Zât-ı âlileri gibi bir Üstadı bulduğumuzdan, zaman ne olursa olsun bizi me’yus [ümitsiz] etmiyor. Cenâb-ı Allah tûl-i ömür ihsan [bağış] buyursun. Daha bizlere çok zevkli eserler okutacağınıza eminim. Müsaadenizle şunu da ilâve edeyim ki, sizin daha harika vazife-i mâneviyeniz [mânevî görev] var. Zaman gelecek, remizlerle, [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] işârât-ı Kur’âniyeyle [Kur’ân’ın işaretleri] öyle haber vereceksiniz ki,Haşiye bunları da geçecek ve bizleri şaşırtıp bırakacaktır.

 Fakir talebeniz

 Re’fet

• • •

– 176 –

 Re’fet Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Son gönderdiğiniz Minhâcü’s-Sünnet [Peygamberimizin sünnetine uyma metodu, sünnetin yolu] gibi Lem’alar [parıltılar] hakkında ne söylesem ifade-i meram [maksadı ifade etme] etmiş olmam. Zira eserler birbirini takiben neşrolundukça, kıymetleri de mebsutan tezayüd [artma] etmektedir. Bizlere cennet hayatı yaşatmaktadır. Eserler hakkında fakirin mütalâa yürütmesi küstahlık olur. Çünkü,

296

Şeyh-i Geylânî’nin medih [övgü] buyurduğu zât-ı mübarekin [mübarek kişi] yazmış olduğu eseri tenkit değil, kemâl-i hürmetle [tam bir saygı] tasvip ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve takdir ve büyük bir zevk-i ruhâniyle okumaktan başka ne yapabiliriz? Yalnız şu kadar diyebilirim ki, bu dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] devrinde bizlere zât-ı âlileri gibi yüksek bir Üstadı lütuf buyuran ve şimdiye kadar emsâline tesadüf olunmayan mükemmel ve mükemmil [ikmal eden, tamamlayan, mükemmelleştiren] eserler okutup ezvâk-ı nâmütenâhiye içinde yaşatan Hâlık-ı Zülcelâle, [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] nihayetsiz şükürler etmekle, ifâ-yı vazife-i ubudiyet edebilirsek bahtiyarız.

 Talebeniz

 Re’fet

• • •

– 177 –

 Hafız Ali’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Pek sevgili ve muhterem Üstadım,

Hazret-i Şeyh-i Geylânî kuddise sırruhu‘l-âlî’nin [“sırrı ve hakikati muazzez [aziz, değerli] ve müşerref olsun” meâlinde bir hürmet ifadesi] keramet-i acibe-i gaybiyesini aldım. Hayretimden düşünmeye başladım. Aradan çok geçmeden, hizmet ettiğim Nur elektrik fabrikasından bir düğme çevrildi, bir mumluk bir ziya geldi. Birşeyler görmeye başladım. Aynıyla yazıyorum. Kusur ve noksan, biçare Ali’nindir.

Evet, Üstadım, nasıl ki, Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazretleri şecere-i kâinatın [kainat ağacı] hayattar çekirdeği, enbiya [nebiler, peygamberler] ve mürselîn [peygamberler] o şecere-i mübarekin [mübarek ağaç; Kur’an-ı Kerim ağacı (ki, Risale-i Nur onun bu asra uzanan bir dalıdır)] dalları olup, dalın iptidasından [başlangıç] müntehasına [en son nokta] kadar, kat’î bir alâkayla daimî birbirlerini götürüyorlar. Bu sır için, Hazret-i Âdem Safiyyullah kokladığı ve hissettiği nur-u Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) hakkında demiş: “Yâ Rab, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah]

297

benim alnımda bir çığırtı var, nedir?” Cenâb-ı Kibriya hazretleri buyurmuş: “Nur-u Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) tesbihidir.” Aynen kütüb-ü sâbıkada da vesile-i dünya olan Şâh-ı Levlâki evsafıyla, [vasıflar, nitelikler] ashabıyla haber vermeleri gösteriyor ki, ulûm-u evvelîn ve âhirîni [öncekilerin ve sonrakilerin ilimleri] cami bir kitapla ba’s olunacak, kâinatın ruhu hükmünde ve bütün kâinatın güzellikleri kendi fıtratında tecemmu [bir araya gelip toplanma] edip, tekemmülle [mükemmelleşme] tulûu, [doğma] fecirden [sabah vakti] sonra şemsin tulûu [doğma] gibi bekleniyordu.

İşte bu kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] vâzıh [açık] bir fihriste-i mukaddesesi olan Furkan-ı Mübîn, Arş-ı Âzamdan [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] ve her ismin âzamî mertebesinden nüzul ile kökü Arş-ı Âzamdan, [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] gövdesi Fahr-i Âlemin [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] (sallâllahü aleyhi ve sellem) sadrına [göğüs, sîne] ve dalları bütün zemini ihata [herşeyi kuşatma] eden kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] her sahifesinde ve her cüz’ünde lâfzullah [“Allah” lâfzı, kelimesi] ve lâfz-ı Resul-i Ekrem [Resûl-i Ekrem (a.s.m.) lâfzı, sözü] (aleyhissalâtü vesselâm) ve lâfz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân lâfzı, kelimesi] bütün birbiriyle alâkadarane işaret edip birbirini göstererek, birbirinin hükümlerini tasdik ettikleri misillû, [benzer] Hazret-i Şeyh (k.s.) sırrına mazhar [erişme, nail olma] olduğu, esmâ [Allah’ın isimleri] ve cilvesine mazhar [erişme, nail olma] olduğu Levh-i Mahfuz [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] ve lûtfuna mazhar [erişme, nail olma] olduğu Cenâb-ı Hâlıkın [Yüce Yaratıcı, Allah] bildirmesiyle, sekiz asır sonra kendisiyle tevafuk eden bir hâdim-i Kur’ân‘ı [Kur’ân hizmetçisi] görüp ve tasdik etmekle haber vermesi, hak ve ayn-ı hakikattir. [hakkın ta kendisi]

Evet, Hazret-i Şeyh hâdim [hizmetçi] olduğu o hizmet-i kudsiye-i Kur’âniye [Kur’ân’a dayalı kutsal hizmet] hürmetine zamanın padişahlarını titretmiş, nur-u Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) omuzunda tecellî etmesiyle, o nur-u Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) ziyasıyla hareket eden bütün evliya Hazret-i Şeyhe boyun eğmeleri, gerek müslim

298

ve gayr-ı müslim [Müslüman olmayan] ve herbir meşrep [hareket tarzı, metod] ehli Hazret-i Şeyhi tenkide cür’et etmemeleri gösteriyor ki, cadde-i Muhammediyede (sallâllahü aleyhi ve sellem) bataklık ve nur-u Muhammedîde [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru] (aleyhissalâtü vesselâm) zıll [gölge] olmadığını, aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesinde ispat ediyordu.

Öyle de, on dördüncü asrın hâdim-i Kur’ân‘ı [Kur’ân hizmetçisi] da, dokuz yaşından altmış (seksen altı) yaşına kadar, bilâistisna, doğrudan doğruya Kur’ân namına hizmet ve hareketi ve zamanın padişahından en canavar reislerine baş eğmediği, hattâ terakkiyat-ı fenniye ve zihniyede birinciliği ihraz [kazanma, elde etme] eden, Avrupa devletlerini iskât [susturma] eden, zemzeme-i Kur’âniyenin [Kur’ân sesi] şifâhânesinden nebeân [haber] ederek, onların semlerine karşı tiryakları şişe değil, mâ-i câri nehirlerle i’lâ-yı kelimetullah [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] eden ve onların kal’alarını [kale] zîr ü zeber [alt üst] eden, emsâli görülmemiş on dördüncü asra mahsus envâr-ı Kur’âniyeden [Kur’ân’ın nurları] Risale-i Nur’la, cihanın cihât-ı sittesini [altı yön] ve semânın yüzünü aydınlatan ve yaralı olup ölmeyen ehl-i imanın [Allah’a inanan] yaralarını tedavi ve seksen yaşında ihtiyarlarını şâbb-i emred ve gençlerini mâsum bir hale Hazret-i Eyyûbvârî hayat bahşına vesile olan hâdim-i Kur’ânînin [Kur’ân hizmetçisi] ve Nur Risalelerini, [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] değil Hazret-i Şeyh (k.s.) altıncı asırdan on dördüncü asırda görmesi, kütüb-ü sâbıkada remzen [ince işaret] ve Hazret-i Kur’ân’da sarahaten [açıklık] göstermeleri, o kitab-ı mübarekin şe’nindendir, [belirleyici özellik] diyebileceğim. İnşaallah, vazifenin makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] işarettir ki, vazifenin ehemmiyetine binaen Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onu çok zaman evvel göstererek, meb’us-u âlem, güzide-i benî Âdem Efendimizden, Hulefâ-i Râşidînden [dört büyük halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali] (radıyallahü anhüm), aktâb-ı evliyadan öyle bir mânevî kuvvet teraküm etmiş oluyor ki, değil bu zamanın kör ve sağırları, dünyanın en azgın firavun ve nemrutları

299

da olsa, yine korkacakları ve ağız açamayacakları bedihîdir. [açık, aşikâr] Dilerim Cenâb-ı Haktan, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] envâr-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın nurları] لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ 1 bayrağı altında toplanan ehl-i imanın [Allah’a inanan] ellerine yetişmesiyle, ilâ yevmilkıyâm o envârın [nurlar] tevessüüne [genişleme, yayılma] ve neşrine hayatını fedâ eden ve edecek erbabının [sahipler] teksirini [çoğalma] ihsan [bağış] buyursun. Âmin, âmin, bihurmeti seyyidi’l-Murselîn.

Sevgili Üstadım, yarım yaşımın tercüman olduğu şu arîzama, yarım nazarla bakıp aff-ı kusur buyurmanızı diler, el ve eteklerinizden öper, “Bize ve bütün âleme vesile-i hayat olan Üstadım, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizden ebediyen razı olsun” duasını gece ve gündüz niyaz eylerim.

 Mücrim talebeniz

 Ali

• • •

– 178 –

 Hulûsi’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz, muhterem Üstadım Efendim Hazretleri,

Emirlerinize imtisâlen, [emre uyma, bağlanma] uhrevî kardeşimiz Hüsrev Bey tarafından irsal [gönderme] buyurulan şâyân-ı hayret ve câ-yı dikkat, [dikkat çekici] “Mühim Bir İhbar-ı Gaybî” ismini taşıyan çok kıymetli, mânâlı, ruhlu, sürurlu, [mutluluk] tesirli, lezzetli, hikmetli, nurlu emrinizi bu hafta aldığımdan dolayı, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ve Feyyâz-ı Mutlak [pekçok feyiz, bolluk ve bereket veren Allah] Hazretlerine hamd ve şükürler ve müşfik Üstadıma yüzümün karasına, kalbimin yarasına bakmayarak, dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] kapanıp dualar eylerim. Ve defaatle,

300

اَللّٰهُمَّ حَصِّلْ مُرَادَنَا وَمَقْصُودَ اُسْتَاذِنَا سَعِيدِ النُّورْسِى بِحُرْمَةِ حَبِيبِكَ مُحَمَّدٍ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَسَلِّمْ اٰمِينَ * 1

dedim.

Gavs-ı Azam Şâh-ı Geylâni (kuddise sırruhu’l-âlî) Hazretlerinin eserlerindeki gaybî ve mânevî ihbar, bu biçareyi öyle bir hale getirdi ki, tariften âcizim. Ruhaniyetlerindeki [ruh özelliği] celâlet ve azamet karşısında avuç içinde sıkılan bir top hamur ne hale girerse, bu biçare de öyle oldum. Birşey düşünemez, sersem, âdeta meyyit-i müteharrik [hareket hâlindeki ölü] bir hale geldim. Günlerden beri zihnim ve bütün havassım, [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] hemen tamamen bu harika eserle meşgul. Bu hâlette [durum] iken, istidadımın [kabiliyet] fevkinde [üstünde] şöyle birkaç beyit kalbime ve kalemime geldi. Kaidesine uygun olarak düzeltemedim. Müşfik Üstadımın aflarına istinaden yazıyorum. Tashihi, Üstadıma ve hablullaha yapışan kardeşlerime bırakıyorum.

Hulûsi bak gaybî ihbarnameye,

Gör Üstadım neler izhar [açığa çıkarma, gösterme] eylemiş

Kitab-ı Sinan’dan edip tefe’ül, [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak]

Hakka ki kerâmet ibrâz eylemiş.

“Ümmî Alîm”le Haşiye [dipnot] “Sinan-ı Ümmî”de,

Hesâb-ı ebcedle var mutabakat.

Görünür bakılınca bu tarikle,

Esmâ-i Üstadla tam münasebet.

Hakkıyla hâdimü’l-Kur’ân’dır Üstad,

İspata kâfidir bu muvafakat.

Hayret-bahş esrara vâkıftır [bir şeye hâkim olacak derecede bilgi sahibi olan] bu zât,

301

İhvâna deriz haber-i beşâret.

Sekiz yüz sene evvelinden görmüş,

Hâdimü’l-Furkan Bediüzzaman’ı

Habib-i Hudâ hem de Gavs-ı Âzam,

Sultan-ı evliya Şâh-ı Geylânî.

Büyük bir hüsn-ü zan [güzel düşünce] eyle, Üstadım

Seni Kur’ân hâdimi eder add…

Kapan secde-i şükre, de, Hulûsi:
اِلٰهِى اَنْتَ رَبِّى وَاَنَا الْعَبْدُ * 1

Bu âciz kulunu muvaffak eyle,

Hizmet-i Kur’ân’la şerefyâb eyle.

Hizbü’l-Kur’ân‘dan [Kur’ân taraftarları] ayırma tâ ebed,

Bu âsi kuluna merhamet eyle…

Üstadım Said Nursî’den ol râzı,
بِحُرْمَةِ حَبِيبِكَ الرَّاضِىِّ الْمَرْضِىِّ * 2

Evliya sultânı Abdülkadir’in,

Himmetin [ciddi gayret] eksiltme bizden İlâhî. [Allah tarafından olan]

İhbarname-i gaybın izhârının,

Gönül istedi yazmak tarihini.

Yüz bin hamd ü şükret Hakka, Hulûsi

Sana Üstaddır Molla Said Nursî.

 Uhrevî kardeşiniz

 Hulûsi

• • •

302

– 179 –

Kalemi kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Mesud’un ehemmiyetli bir rüyasıdır.

Âlicenap [yüksek ahlâk sahibi] ve faziletmend Üstad-ı Muhteremim [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] Efendim Hazretleri,

Tulûat [doğma] olmadıkça, siz Üstadıma mektup yazmaya muktedir olamıyorum. Çünkü, başlıca âmâlim Nurların ikmali [tamamlama] olduğundan ve yazdığım esnada bir an evvel bitirmek emeliyle seri bir surette yazdığım için, o Nurlardan almış olduğum feyzi etraflıca anlatamayacağım için, mektup tastîrine [yazı yazma, satırlar meydana getirme] cür’et edemiyorum.

Hüsrev Efendinin nezdinizden müfarakati [ayrılık] günü, bendeniz ziyarete geliyordum. Bedre’nin civarında birbirimize tesadüf ettik. Geri dönmekliğimizi söylediler. Sabırsızca, esbabının neden münbais olduğunu sordum. Neticeyi anlattılar. Birlikte köye avdet [geri dönme] ettik. Çok müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oldum. Meyusiyetimden [ümitsiz] iki gün dışarıya çıkamadım. Kalbimin teessürünü [üzülme, etkilenme] teskin için, Nurları yazmakla meşgul oldum.

Avdetimizin [geri dönme] ikinci gününün gecesi, saat on buçuğa kadar yazıyla iştigal [meşgul olma, uğraşma] ettim. Sahuru yedikten sonra meyusâne [ümitsiz] ve mükedderâne yattım. Gördüm ki, zât-ı âlinizle birlikte Medine-i Münevvereye gitmişiz. Harem-i Şerifin kapısından girince, makber-i saâdet önümüzde görünüyordu. Makber-i saâdetin içinde Peygamberimiz (sallâllahü teâlâ aleyhi ve sellem) Bâbü’s-Selâma [kapı] doğru müteveccih [yönelen] idiler. Ben der’akap [derhal, hemen] koşmak istedim. Birlikte, ben sizin bir adım arkanızda olarak vardık. İmamın namazdan fariğ olduğunda nasıl yüzünü cemaate çevirir, bizim girdiğimiz tarafa doğru zât-ı Risalet [Allah’ın elçisi olan zât, Hz. Muhammed (a.s.m.)] dönmüşler. Diz üstüne oturmuşlar ve biz de vardık. Zât-ı âliniz hemen bir adım mesafeli olarak diz çöküp oturdunuz. Ben de sizin arkanızda diz çöküp oturdum. Siz Resul-i Ekrem (a.s.m.) ile epey müddet görüştünüz. Dikkatli veçh-i saadete nazar ettiğimde, alnı veçh-i mübareki güneş gibi gayet parlak ve sair aksâmı buğday rengi, re’yel-ayn müşahede ettim. O