BARLA LAHİKASI – Mektubat’ın Üçüncü Kısmı 180-219. Mektuplar (303-374)

303

esnâda [vakit, zaman] mükâlemeniz [karşılıklı konuşma] neye müncer olduğunu anlayamadım. Tefsirini Üstad-ı Ekremime havale ediyorum. Yalnız kasır [köşk, saray] fikrimle, sen ne oluyorsun, diye kalbimi teskin edebildim. Üstadım, şu zâlimlerin İslâmiyete karşı tecavüzlerini, kendi mercîine ve şeriat sahibine şikâyet etti.

Mesud

• • •

– 180 –

 Vezirzâde Küçük Mustafa’nın fıkrasıdır. [bölüm]

Ey sevgili Üstadımız, ey nurların mazharı ve nâşiri, [neşreden, yayan, yayınlayan]

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizi bu memlekete göndermiş, tâ ki dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] giden ruhlar, senin neşrettiğin Nurlarla kurtulsun. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] gece ve gündüz secde-i şükran etsek, bu nimetlerin şükrünü ödeyemeyeceğiz.

Ey Üstadım, ben ümmîyim. Sair kardeşlerim gibi malûmatlı değilim ki, Risale-i Nur’a karşı hissiyatımı dilimle ifade edeyim. Fakat, inşaallah, [Allah dilerse] sadakatte ve muhabbette ve irtibat-ı ruhîde kardeşlerime yetişmeye çalışacağım. Uyanık âleminde ifade-i meram [maksadı ifade etme] edemeyen dilime bedel, uyku âleminde ruhumun diliyle, mahiyetini anlamadığım ve size karşı merbutiyetime [bağlı] delâlet eden bir-iki vak’ayı arz edeceğim:

Birincisi: Bundan bir buçuk sene evvel, ticaret için, iki günlük mesafede olan bir köye gitmiştim. O esnada dünyanın içyüzü bana göründü. Hem fâni, hem zindan hükmünde olduğundan, bir nefret geldi. Bana bu fâni dünyadan, bâki bir âleme yol gösterecek bir Üstad, Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] istedim. Ve dedim ki: “Öyle bir Üstada rast gelsem, söz veriyorum ki, ona tam hizmetkâr olacağım.”

İşte, ben bu halde ve bu niyazda iken, o gece gayet şirin ve güzel, bilmediğim bir şehirde gayet güzel, dünyada misli [benzer] bulunmaz ziynetli bir at üstünde, siz Üstadımı ona binmiş, garptan [batı] şarka doğru beş-altı metre yüksekte, şehrin üstünde

304

uçarken selâmınıza durduk, selâmınızı aldık. O esnada uyandım, şehadet getirdim. Şükrettim ki, istediğim Üstadı bulacağım. İki ay sonra ziyaretinize geldim.

İkinci vakıa: Rüyada, bir şehirde gayet kesretli [çokluk] askerler ve cephane görüyorum. Biz de, güya o askerlerdeniz. Dedim: “Ya Rabbi, bu askerlerin kumandanı kimdir?” Niyaz ettiğim vakit, karşımızda yüksek bir saray zuhur etti. O sarayın içerisine girdim ki, kumandanı göreyim. Baktım ki, parlak bir çay akıyor. O çayı takip ettim. Baktım, şubelere ayrılıyor. Devam ettim. Tâ menbaına [kaynak] kadar gittim. O askerlerin kumandanı, o suların sahibini buldum. Yani Üstadımızı, iki adamla başında namaz kılarken gördüm. Ben de o sudan abdest aldım, namaza dahil oldum. Kalbimin hareketiyle, dilimin şehadetiyle uyandım. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrettim ki, Üstadımızı bize gösterdi.

 Hizmetkâr ve talebeniz

 Mustafa

• • •

– 181 –

 Hulûsi Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Bu hafta Otuz Birinci Mektubun Yedinci Lem’asıyla [parıltı] Üçüncü Lem’asını, [parıltı] hazine-i Mektubata ilâve ve muhibbân [Allah’ı seven] ve müştâkana [arzulu, aşırı istekli] tilâvet [okuma] eylemekle, vesâtat-ı âliyenizle, bir lütf-u azîm-i İlâhîye daha mazhar [erişme, nail olma] olduğumdan dolayı Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Rahîm, Bâkî-i Zülcelâl‘e [kendi varlığı sonsuz olan, sınırsız heybet ve haşmet sahibi olan Allah] yüz binler hamd ve şükür eylemekte ve sevgili Üstadımı rızâ-yı Samedânîsine ve vazife-i meşkûre-i mâneviyesinde devamlı, nüfuzlu, şümul[kapsam] muvaffakiyetlere [başarı] mazhar [erişme, nail olma] buyurmasına, abîdâne tazarru [dua, yakarış] ve niyazlarda bulunmaktayım. Bu biçare ve isyankârdan çok dua beklediğinizi emir buyuruyorsunuz. Ben o dergâh-ı âliye ancak bir nevi i’câzının [mu’cize oluş] izharına [açığa çıkarma, gösterme] Fahru’l-Âlemîn, [gurur, övünme]

305

Habîb-i Rabbü’l-Âlemîn, [Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın sevgilisi, Hz. Muhammed (a.s.m.)] Seyyidü’l-Mürselîn (sallâllahü teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimiz Hazretlerinin en büyük mu’cizesi olan, tâ kıyâm-ı saate kadar hükmü ve i’câzı [mu’cize oluş] bâki olacağına iman ettiğim Kur’ân’ın nurları delâletiyle ve Üstadımın mübarek isimlerini, vesile-i kabul olmak üzere kullanarak iltica edebiliyorum. Hiç mümkün müdür ki, bu eşiğe yüzümü sürerken, “Ya Rab, Üstadım Said Nursî Hazretlerinden razı ol, dâreynde muratlarını hasıl kıl” diye yalvarmayayım? Asla ve kat’â! [kesinlikle] Bu bir vazife olmakla beraber, kanaatçe İnşaallah vesile-i icabe-i duadır. [duanın kabulüne vesile]

Aziz Üstad, sadîkınız [bağlılığı ileri seviyede olan dost] zaif ruhu, bu fâni hayatta olduğu gibi, bâki ve sermedî [daimi, sürekli] hayatta da inşaallah [Allah dilerse] ulvî ruhunuzun cenâh[kanat] şefkatinden ayrılmayacaktır, ayrılamayacaktır ve ayıramayacaklardır.

Evet, gayr-ı kabil-i [imkânsız] inkârdır ki, bu fâni hayatın dağdağaları [gürültü, dehşet verici] arasında, havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve letâif [duygular] her zaman müştakı [arzulu, aşırı istekli] bulundukları münevver [aydın] ve muhteşem âyineye bakamıyorlar. Fakat o meşgaleden feragat edildiği anda, yine Nur bütün haşmetiyle arz-ı dîdar [kendini gösterme] ediyor. Bu zamanlarda hiç ayrılık hissetmiyorum. Hattâ ihtilâf-ı mekânı da tesirsiz görüyorum. Yedinci ve Üçüncü Lem’aların [parıltı] bura postahanesine vürûdu, Ramazan’ın on birine tesadüf ediyor. Bir gün postada kalmasına karşılık tutulursa, her bir Lem’a, [parıltı] bu mübarek ayın başından onuna kadar birer gün almışlar ve اَوَّلُهُ رَحْمَةٌ 1 olan aşr-ı ûlâ-yı Ramazan’da mahall-i maksuda [hedeflenen, varılacak yer] vâsıl olmuşlardır. Müftülük ilânına göre tam onuncu gündedir. Dördüncü ve Sekizinci Lem’aları [parıltı] da bu mâh-ı gufrânın on dördüncü günü aldım. Posta bir gün evvel geldiğine ve bir gün de postada kalışına veya birinci makama sayılırsa, bu nurlu eser de, sanki Ramazan’ın her gününde bir Lem’a [parıltı] alarak, yerini bulmakla, hem

306

bu adetlerin boşuna konulmadığına, hem de اَوْسَطُهُ مَغْفِرَةٌ 1 olan aşr-ı sâni-yi Ramazan’da yazıldığı mahalle yetişeceğine sarahat [açıklık] derecesinde delâlet ediyor.

Şu saatte şuaâtını gözüme sokan güneş gibi, bu kadar nurlu ve zahir hakaiki, [doğru gerçekler] mahzâ bir inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] olarak bu biçareye gösterilen bu mübarek eserlerden, bu Nurların bihavlillâh gurupsuz [batış] tulû [doğma] ettikleri mahalle, Utarid ve Zühre [çiçek] gibi maddeten ve mânen yakın bulunan Hizbü’l-Kur’ân‘a [Kur’ân taraftarları] dahi hafız, sadık, halis ve salih kardeşlerimin daha çok esrar anlayacaklarına şüphe etmiyorum.

Madem ki, merkez-i feyze en uzak bulunan âciz bir kardeşlerinin mübarek eserler hakkındaki duyguları, kendilerinin de lâyıklı, mânâlı çok değerli ihtisaslarını beyana vesile oluyor. İnşaallah, bu hareketleri hizmet-i Kur’ân’dan mâdud [addedilen, sayılan] olur. Âli [yüce] huzurunuzda kardeşlerimle biraz konuşmak istiyorum.

Kardeşlerim, bu biçarenin Nurlarla iştigali [meşgul olma, uğraşma] üç devreye ayrılmıştır.

Birincisi: Üstad Hazretleriyle ilk teşerrüf [şereflenme] etmek saadetine nail olduğumdan itibaren intişar [açığa çıkma, yayılma] etmiş olan eserleri, kendim için istinsah [kopyasını çıkarma] etmek.

İkincisi: Yine muhterem Üstadımın emirlerine imtisalen, [bağlanma, boyun eğme] Sözler’in, muhtelif tabaka-i nâsa tesirleri ve kabil-i cerh, lâzımü’t-tashih, mucib-i itiraz cihetleri olup olmadığı hakkında, kasır [köşk, saray] aklımla anlayabildiğim kadar ve kısa görüşümle seçebildiğim kadarını arz eylemek ve bütün fırsatlardan istifadeyle, din kardeşlerime faideli olmak, onlara da bu Nurları göstermek, dikkat-i nazarlarını [bakış inceliği; inceden inceye düşünme ve bakma] celb [çekme] etmek, kalbî ve bâtınî yaralarına merhem eylemek emeliyle, ihtiyarsız [irade dışı] ve manevî bir tesir altında âsâr-ı Nuru aşkla okumak.

Üçüncüsü: Yine aziz ve müşfik Üstadımın emirlerine mutâvaatla, bildiğiniz veçhile [yön] herbirisi bir türlü letâfet [hoşluk, gözellik] ve belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] ve celâdette ve çok kolaylıkla

307

akıllara hayret verecek tarzda intişar [açığa çıkma, yayılma] etmekte olan nurlu âsar [eserler/asırlar] hakkındaki ihtisaslarımı arz eylemek ve bizzat veya kardeşlerim namına, bazı Kur’ânî müşkilât [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] ve tereddüdatı makam-ı feyze takdim ederek, bu tarikle hem müşkilin halline, hem de sâil [soru soran] ile birlikte, diğer kardeşlerin de istifadelerine âcizâne hizmet eylemek. Denizden katre [damla] mesabesindeki [derece] bu Kur’ânî hizmetten dolayı, bu biçareye bir kıymet atfetmeyiniz. Çünkü maalesef hiç liyakatım olmadığını ben çok iyi biliyorum.

لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللهِ 1 âyet-i celilesi [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet] ümit vermemiş olsa, isyanımın nihayetsizliği karşısında çıldırmak işten bile değil.

Öyleyse, aziz kardeşlerim, bu zavallı kardeşinize hayır dua buyurmanızı bilhassa rica [ümit] ediyorum. Kur’ân hesabına bakılırsa, o zaman belki bazı güzellikler görünebilir. Bu da, sevgili Üstadımızın buyurdukları gibi, Kur’ân’ın güzellikleri ve menba-ı kevserden gelen Nurların lâtifliği [berrak, şirin, hoş] bu hususu temin etmişlerdir. Hîn-i sabâvetimden beri, en ziyade menfûrum, fe-lillâhi’l-hamdu yalan söylemektir. Onun için hakikati ifade ettiğime emin olabilirsiniz ki, yukarıda arz ettiğim üç safhada ihtiyar ve tesadüf yoktur. Hâkim olan, bir dest-i gaybî [görünmeyen el] ve kader-i İlâhîdir. [Allah’ın belirlediği kader programı] Bunu hissediyordum. Kader-i İlâhîyi [Allah’ın belirlediği kader programı] izaha lüzum yok. Dest-i gaybın da Gavs-ı Âzam Sultan-ı Evliya Bâzü’l-Eşheb, Seyyid Abdülkadir-i Geylânî (kuddise sırruhu’l-âlî) Hazretleri olduğunu son defa öğrenmiş olduk.

Fakat muhterem Üstadımın âli [yüce] aflarına istinaden şunu ilâve edeyim ki, Gavs-ı Âzam Hazretlerinin keramet-i gaybiyeleri, [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] sarahaten [açıklık] Üstadımız Said Nursî Hazretlerini göstermektedir. Çocukluğundan beri harika tercüme-i hali tetkik edilecek olursa görülür ki, bu zâtın vücudu sırf Kur’ân ve iman hesabınadır. Ondandır ki, o harika hâlâta [durumlar, haller] mazhar [erişme, nail olma] olmuş biz biçareler, bu şem’in pervanesi [korku] oldukça,

308

hizbü’l-Kur’ân [Kur’ân taraftarları] namına Hazret-i Gavs’ın himmet [ciddi gayret] ve duasına ve cedd-i zîşânı Peygamberimiz (sallâllahü teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimiz Hazretlerinin şefâatine, iltimasına [istirham, rica] [ümit] ve nihayet Münzilü’l-Kur’ân’ın affına, himâyesine mazhar [erişme, nail olma] olacağımıza da şüphe edilmemek lâzımdır.

Allahü Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] Hazretleri cümlemizi muhafaza buyursun. Âmin. Dâreynde bâis-i [sebep, neden] necâtımız olan bu hizmeti bilkülliye [bütünüyle] terk edecek olursak, o zaman helâkimiz muhakkaktır. Madem ki elimizde ma’fuv olduğumuza dair senedimiz yok. Bâis-i [sebep, neden] feyzimiz Üstadımız Hazretlerinin bizlere şefkatından dolayı, keramet-i gaybiyeden [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] haber verdikleri müjdeler, yalnız şevkimizi ve şükrümüzü arttırmaya vesile olmalı. İsimlerinin sarahaten [açıklık] zikredildiğini bildirmekle beraber, gösterdikleri âli [yüce] feragat, cümlemiz için nazar-ı ibretle [ibret gözüyle bakış] görülmeli ve cidden taklit olunmalıdır.

Yine emirlerindendir ki, bizler hizmetle muvazzafız, mükellefiz. Neticeyle değil. Bu Nurlu hizmette bizleri birleştiren Allahü Zülcelâlden [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] niyazım, haşirde de livâ-yı Muhammedî (a.s.m.) altında haşir ve cem [toplama, bir araya gelme] olmaklığımızdır.

اَللّٰهُمَّ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا اِنَّكَ اَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ * 1

Müsaadenizle sadede [asıl konu, esas mânâ] geliyorum:

Otuz Birinci Mektubun Yedinci Lem’asına [parıltı] esas olan üç âyet-i celilenin [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet] tefsiri harika bir tarzdadır. Bilhassa İkinci Vecihle [yön] Birinci Vechin [cihet, yön, taraf] ikinci ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] ciheti, işitilmemiş bir surettedir. Bu Mektubun Üçüncü Lem’ası ki, كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 2 âyetinin meâlini ifade

309

eden يَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى يَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى 1 cümlelerinin gösterdikleri iki hakikatten çok büyük feyiz aldım. Gariptir ki, bu mübarek eser, لَقَدْ صَدَقَ اللهُ رَسُولَهُ الرُّءْيَا بِالْحَق 2 âyet-i celilesiyle [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet] başlamakla, sanki bu fakirin

gördüğü rüyaya bir işaret yapıyor ve diyor ki: Senin rüyanda gördüğün kamer, [ay] bu âyette bahis buyurulan rüyanın sahibi, İki Cihanın Fahri [gurur, övünme] (sallâllahü teâlâ aleyhi ve sellem) Hazretlerinin bir parmak işaretiyle ve izn-i Hakla inşikak [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] etmiştir. Şems onun hatırı için, On Dokuzuncu Mektupta beyan buyurulduğu üzere, bir saat hareketsiz görünmüştür, gibi mu’cizatını hatırlatarak, “Ey gafil, ittibâ-ı sünnet [Peygamberimizin sünnetine tabi olmak] et!” diyor. Bu rüyayı nakleden mektubumda, Otuz Birinci Mektubun Birinci ve İkinci Lem’alarıyla, [parıltı] Yirmi Dokuzuncu Mektubun Birinci Remzinin [ince işaret] Birinci Makamından gelen feyiz neticesi, ihtiyarsız [irade dışı] yaptığım tâbirin sonunda yazmış olduğum كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ 3 âyet-i celilesinin [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet] bir nevi i’câz[mu’cize oluş] tefsirini beyan buyurmakla, mektubuma gayet lâtif [berrak, şirin, hoş] ve çok muhteşem bir cevap verilmiş oluyor. Otuz Birinci Mektubun Dördüncü Lem’asının [parıltı] Birinci Makamı “Minhâcü’s-Sünne” denmeye hakikaten lâyıktır.

Birinci nükte: [derin anlamlı söz] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ümmetine şefkatinin derecesini ve bihakkın [gerçek anlamıyla] şefîu’l-müznibîn [şefaat eden] olduğunu göstermekle beraber, Süleyman Efendi merhumun Mevlid-i şerifindeki,

Tıfl iken ol diler idi ümmetin, 
Sen kocaldın, terk edersin sünnetin

vecizesini hatırlatmakta ve ol Hazrete ümmet olanlara, sünnetlerine riayet lüzumunu ehemmiyetle ders vermektedir.

310

İkinci nükte: [derin anlamlı söz] Cenâb-ı Peygamber (sallâllahü teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimiz Hazretlerinin nesl-i mübareklerinin, [mübârek nesil] ilâ yevmilkıyâm Hz. Hasan ve Hüseyin’den (radıyallahü teâlâ anhümâ) geleceklerini ve istikbalde çok mübarek zevâtın da bu meyanda zuhur edeceklerini nazar-ı Nübüvvetle [Peygamberlik bakışı] gördükleri için, bu iki hafîdine bütün o nurlu zâtlar hesabına şefkat göstermesi öyle bir tariftir ki, beşerin düşünmesiyle yazılmasına imkân yoktur.

Üçüncü nükte: [derin anlamlı söz] Nass-ı kat’î [kesin delil, Kur’ân-ı Kerim ve sahih hadisler gibi] ile sabit ve hadis-i Nebeviyle müberhen [delillerle ispatlanmış] Âl-i Beyte muhabbete işaret etmekte, bu vazifeyi ifâya davet eylemektedir. Çünkü, İslâmiyet bir vücutsa, bu vücudun belkemiği, muhakkak Âl-i Beyt ve başı her zaman Kitabullahtır. [Allah’ın kitabı]

Dördüncü nükte: [derin anlamlı söz] Şîaları ilzam [susturma] edecek kadar kuvvetli bir derstir. Bu şümul[kapsam] dersten gaye ne olduğu, sonunda mükemmelen icmal [kısaca, özet olarak] edilmiştir.

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُوا 1 emr-i celiline tevfikan, [başarı] bütün mü’minler tevhide çağırılmıştır.

Keramet-i Gavsiyenin işaratını [işaretler] teyid eden remizleri [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] defaatle okudum. Bu müjdeler hamd ve şükrümü arttırmıştır. Zenbilli [günah, suç, kabahat] Ali Efendinin hale çok uygun olan fıkra[bölüm] hoşuma gitti. Lâtif [berrak, şirin, hoş] tefe’ülünüz [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] خِتَامُهُ مِسْكٌ 2 kabilinden [gibisinden, türünden] olmuştur.

Evet, Kur’ânî bahçede her zaman başka renkte, başka letâfette, [hoşluk, gözellik] başka tesirde hakikî cennet çiçekleri açılıyor. Bu mezherenin [çiçeklik] bülbülünü ve onun gönülleri

311

teshir [boyun eğdirme] eden nağmesini dinleyen, meşk [uzun uzun yazma, uzatma] eden yoldaşlarına, dâreynde selâmet [huzur] ve saâdet ve muvaffakiyetler [başarı] temenni ve niyaz eylerim.

Şairin zamana muvafık bir beyti:

Bir mevsim baharına geldik ki âlemin,

Bülbül hamuş, havz [havuz] tehî, gülistan da harâp

Ben de derim:

Öyle bir bid’alar [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] devrindeyiz ki İslâmın,

Bir bülbülü, bir gülistanı kalmış Kur’ân’ın.

Keramet-i Gavsiyeyi henüz kimseye okuyamadım. İçinde bu biçareden bahsedilişi, okumak hususunu düşündürüyor. Mübarek RamazanHaşiye bir an evvel bu isyankârların kadir-nâşinasların elinden yakayı kurtarmaya çalışır vaziyette, süratle elimizden gitmektedir. İmam Ömer Efendi geçen sene, “Ramazanın Hikmetleri” eserinin Ramazan ayı geçtikten sonra gelişinden, benim gibi müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmuştu. Bu Ramazan’ın birinci Cuma hutbesinde, [balık] ben de hazır olduğum halde, yüzlerce cemaate, bu nurlu hikmetlerden birkaçını hemen aynen okudu. Bu anda bu fakirde husule [meydana gelme] gelen şükür hislerini tarif edemeyeceğim.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * 1

 Hulûsi

• • •

312

– 182 –

 Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır. [bölüm]

Sevgili Üstadım,

Bu fakir talebenize teselli veren mektubunuzu aldım ve ba’de’t-takbil okudum. Ruhumda hasıl olan mânevî yaraların ıztıraplarıyla çok müteellim [acı çeken] olurdum. Herşeyden ziyade hürmet ettiğiniz ve ehemmiyeti dolayısıyla pek fazla itina ettiğiniz şeâir-i diniyemize [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] ve sizi severek, hâhişle, fîsebîlillâh emirlerinize itaat ederek size koşan talebelerinize sed çekmek suretiyle yapılan denâete ruhum sabredemiyordu. Bir an evvel Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] ulaşmak isteyen ruhumda, azîm bir galeyan hissediyordum. Diğer taraftan da sizden malûmat alamadığım için, ıztırapların altında fevkalhad eziliyordum. Zâlimlerin kahrı için dergâh-ı İlâhîye [Allah’ın yüce katı, makamı] iltica etmekle tesellî bulmak isterken, işte bu mektubunuz, kaza ve kadere razı olmak suretiyle tesellî ihsan [bağış] ediyordu. Ben de سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا 1 diyerek kahır talebinde bulunmayı bırakıyorum.

Ey sevgili ve müşfik Üstadım,

Her an duanıza muhtaç talebeniz, kendi hesabıma düşünürsem, ruhen bir parça istirahat ediyorum. Fakat Üstadım ve kardeşlerim hesabına düşünürsem, ıztırabım, ye’sim [ümitsizlik] birden bine çıkıyor, ruhum feverân ediyor, yine Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hesabına, itaat etmek istemiyor.

Aziz Üstad,

Âlem-i İslâma [İslâm âlemi] indirilen o azîm darbeler, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] hesabına sizin omuzlarınıza isabet ettiğini biliyorum. Böyle olmakla beraber, ulvî ruhunuz, âli [yüce] hamiyetiniz, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti]

313

hadden efzûn sabrınız, daha pek çok ve pek güzel hasletleriniz [huy, karakter] üzerinde en bâriz izleri gözüken şefkatiniz, zâlimler hakkında da hayır dua etmek oluyor.

Talebeniz

 Ahmed Hüsrev

• • •

– 183 –

 Babacan Mehmed Ali’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud [varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan, şeref ve yücelik sahibi Allah] ve Tekaddes Hazretlerinin, Cibrîl-i Emîn vasıtasıyla, Âhirzaman Nebîsi [peygamber] Peygamberimiz (a.s.m.) Efendimize gönderilen ve bugüne kadar muhafaza edilen Kur’ân-ı Hakîmi [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakikatiyle ve hak sözlerle, Hakkın yaratmış olduğu kullarına tercümanlık eden ve Hakkın rızası için gece ve gündüz dua eden, hakikî Saidden bir muhabbetname aldım ki, o da Üstadım Efendimin mektubudur.

Ciddî ve samimî dostumuz ve kardeşimiz bulunan Âsım Beye vardığımda müjdeledi. Beş dakika kadar görüştüm. Ve göndermiş olduğunuz emanetleri alırken öyle sevindik ki, bülbülün gül dalında seher vaktinde [tan yerinin ağarmaya başladığı zaman] aşkından, ağzından çıkarmış olduğu nağmeler gibi işittik. Onun için birbirimizle ne konuştuğumuzu bilemedik. Bildiğim şu kadar ki: Yalnız ayrılırken, çok şükür Cenâb-ı Allah’a, böyle envâr-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın nurları] neşreden bir Üstadımız varken, hiçbir vakit saâdetimizden mahrum kalmayız diye bildik.

 Babacan

• • •

– 184 –

Zeki Zekâi’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz ve sevgili Üstadım,

Üç haftaya yakın bir zaman oluyor ki, size mektup yazamadım. Her zaman olduğu gibi, şu günlerde dairede vazifenin çokluğu dolayısıyla, pek kıymetli olan uhrevî vazifelerim geri kalıyor ve bu cihetle teessürüm [üzülme, etkilenme] kâfi [yeterli] gelmiyormuş gibi,

314

bu hafta içinde işittiğim pek acı, elîm bir haber, bir sâika [insanı belli bir yöne sevk eden duyu] gibi beni beynimden vurdu. İşittim ki, Üstadım yılanların hücumuna mâruz kalmış.

Ah, Üstadım! Vakit vakit tehacümlerine, [her taraftan hücum etme] taarruzlarına mâruz kaldığımız bu menhus hainlerin zulmünden ne zaman âzade kalacağız? Bu mülhid [dinsiz] mütecavizler, [aşkın] haddini tecavüz etmeye başladılar. Artık tecavüzün bu derecesi fazladır. Bu itibarla, muazzam bir bârika-i hakikatin [hakikat ışığı] zuhuru yaklaştığı iman ve itikadı, [inanç] bizi tesellî ediyor. Ne zaman ki, tahribat ve istibdad [baskı ve zulüm] haddini aştı, uçurum kendini gösteriyor. “Büyük felâketler, güler yüzlü intibahlar [uyanış] doğurur” derler ki, pek musîb [isabet eden, isabetli] bir söz. Herhangi bir hükûmet zulmü ve istibdadı [baskı ve zulüm] arttırdı; mazlum milletler istiklâlini kazanıyor. Şu asırda dinsizlik ve tahribat fazlalaştı. İnşaallah, mazlum ve mâsum ehl-i imanın [Allah’a inanan] yüzü gülecek. Parlak bir hakikat güneşi tulû [doğma] edecek.

Aziz Üstadım, nâkıs [eksik] kalemim, âciz lisânım, hissiyatıma tercüman olamıyor. Her dindaş gibi, benim de kalbim aziz imanımın aşkıyla çarpıyor. Hamdolsun, damarlarımızda dolaşan kan, binler senelik ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve imandan, irsen intikal etmiş bir mayadır.

Sevgili Üstadım, öyle anlar geliyor ki, hayat çok alçalıyor. Biz insanlar o derece eğilmek mecburiyetinde kalıyoruz. Bu fikrimle, nefsim hesabına bir hisse-i gurur aramıyorum. Menhus ve mülevves [kirli, pis] ellerin temiz bileklerimizi sıkması, sabır taşını çatlatacak kadar müellim bir hal değil midir? Tahribatın en müthiş zamanında hastalanan insaniyeti mânevî ilâçlarla tedavi etmeye çalışırken, bize musallat olan hâinlere mukabele [karşılama; karşılık verme] etmek, acaba zavallı bir milletin sürükleneceği uçuruma sed çekmek için, çekilecek mezahim [yığılmalar sonucu meydana gelen zahmetler, eziyetler, sıkıntılar] ve meşâk, hayatın ind-i İlâhîde makbuliyeti [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] için sabretmek, son dereceye kadar tahammül etmek… bu fikir fakirin hayli düşüncesi neticesi bulabildiği bir hakikat…

Sevgili Üstadım, şu günleri, düşünceler ve elemler içerisinde geçiriyorum. Hâdiseyi birkaç ağızdan birbirini tutmayan rivayetler gibi, dallı budaklı olarak

315

işittim. Bendenize hâdisenin cereyanı hakkında lütfen bir haber veriniz. İnsan cünun getirecek!

Sevgili Hocam, siz herkes için, beşeriyet için, zararlı olan tahribat ve âfâtın [afetler, musibetler] önünü almak için, gece gündüz çalışınız, kendinizi tehlikeye atın da, acı acı tahkirata [aşağılama] mâruz kalın! Hayır, aziz Üstadım, hayır! Yüce dâhî, hayır! Sizin nasibiniz bu değil. Size verilecek mükâfat bu olamaz. Bu hâletler, [durum] olsa olsa üç-beş dinsizin ve birtakım Cehennem yolcularının çılgınlığıdır. Bu hale sabretmek ve ehemmiyet vermemekle, pek yüce mükâfatlara mazhariyetler kesb [elde etme, kazanma] ediyorsunuz. Siz asla ve kat’â [kesinlikle] müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmayın. Ne kadar vahşiyâne ve zâlimâne olursa da, dönüp arkanıza bakmayın. Size açılan mânevî âlemlerin kapılarına doğru ilerleyin. Yürüyün, yürüyün, tâ nâmütenâhi [sonsuz] yürüyün. Gittiğiniz yerlerde, uzaklaştığınız âlemlerde bizim gibi yaralı, âciz, zaif, pür-kusur, kemter biçareler için de, müebbed bir istirahat ve saâdet yatağını hazırlayın.

Zekâi

• • •

– 185 –

Zekâi’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Kalbim derin bir ihtiyaç ve iştiyak [arzu, istek] içinde, şu mübarek günlerde, Üstadımın ziyaretini arzu ediyor. Nasıl ki, yaz günlerinin sıcak demlerinde bilumum nebatat, [bitkiler] yağmura ihtiyaç hissederse, Zekâi de Üstadımın nasihatlerine ve telkinlerine öylece müştak [arzulu, aşırı istekli] ve muhtaçtır.

Üstadım, eyyâm-ı mübareke pek çabuk gelip geçti. Benim gibi mânevî yaralarından mecruh [yaralı, yaralanmış] biçareler, böyle mübarek günlerde, elbette kusurlarının affını ve meşru emellerinin husulünü, [meydana gelme] Hallâk-ı Âlem’den temenni ve niyaz etmişlerdir. Cenâb-ı Allah, mâh-ı gufrânın kudsiyeti [kutsal, kusursuz ve yüce] hürmetine, kusurlarımızı af ve mağfiret [bağışlama] eylesin. Âmin.

316

Sevgili Üstadım, bu defa üç gün izinle Atabey’e gidip, ebeveynimi ve âhiret dostlarımızı ziyaret ettim.

Ah, Üstadım, bazan zahirî hâdisat insanı çok düşündürüyor. Gayr-ı ihtiyarî, ruhu garip ve rikkatle [acıma] karışık bir ıztıraba düşürüyor. Bu anlarda, hayatın kararsızlıklarından mütevellid yeis, [ümitsizlik] bizi müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] ediyor. Şefkat ve merhamete hasret çekiyoruz.

Üstadım, öyle zannediyorum ki, âcizleri, hayatın ihtilâta [birbirine karışma] mecbur eden ahvâlinden [haller] uzaklaşamadıkça, kalbim ârâmgâh-ı lezzetinde tam bir sükûnu bulamayacak. İnşaallah, duanızın himmetiyle, [ciddi gayret] o anlara da selâmetle vâsıl olacağım. Bu hissiyatımı izah etmek, anlaşılmış bir ruh için zaid [lüzumsuz, gereksiz] değil midir?

Aziz Üstadım, emsal-i kesiresiyle Üstadımızın riyaseti altında müşerref olmaklığımızı dilediğim Îd-i Fıtrınızı tebrik vesilesiyle, takdim-i ihtirâmât eyler, muhterem ellerinizden ve ayaklarınızdan öperim, sevgili Üstadım.

Günahkâr talebeniz

Zekâi

• • •

– 186 –

Âhiret hemşirelerimden Müzeyyene’nin [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] fıkrasıdır. [bölüm]

Sevgili Üstadım,

İki aya yakın zamandan beri, gelen âhiret kardeşlerle selâmınızı alıyorsam da, benim gibi âcize [güçsüz, zayıf] bu talebenin, sizin her vakit nurlu nasihatlerinizi dinlemeye ihtiyacı olduğundan dolayı, haftaları bütün mahzuniyetle geçiriyorum. Evet, zaman oluyor ki, gözlerimden dökülen yaşları, nurlu risaleleri okumakla teskin ediyorum. Zaman oluyor, kalbim mütemadiyen ağlıyor. Hele şu mübarek Ramazan, birkaç müfsidin [bozguncu] kalbimize saldığı hançerin acısını kalben, bütün gün için için ağlamakla geçiriyoruz.

Nihayet, aldığım bir haber üzerine, yine eskisi gibi âhiret kardeşlerimizin, sizi ziyaret etmekten mahrum olmadıklarından memnun oldum. Yalnız mübarek

317

ibadethanenin ve bütün ehl-i iştiyakın sizin duanızdan mahrum kaldığına çok acıyorum. Hattımın noksanlığı ve zaifliği dolayısıyla risaleleri yazamadığımdan beni affediniz. “Şu zamanlarda dünyayı sevmez olduğumuz halde, kurtulamadığımıza çok müteessirim. [etkileme, tesiri altında bırakma] Issız sahralar, susuz çöller, kimsesiz yerler ruhumuzun meskeni oluyor. Hayalen oralarda dolaşıyoruz. Evet, birşey arıyoruz. Heyhât! Aradığımız gün hem çok uzak, hem çok yakın görülüyor. Daha ne kadar bu hal içerisinde çırpınacağız?” diye feryad eden kardeşlerimizin hissiyatına bu âcize, [güçsüz, zayıf] bu fakire iştirak ediyorum.

 Âcize talebeniz

Müzeyyene [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş]

• • •

– 187 –

 Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır. [bölüm]

Senelerden beri zâlimlerin pençe-i zulmünde inleyen bu biçare Müslüman kardeşlerinizle geçirmekte olduğunuz bu mübarek bayramın belki dokuzuncusunu hücra köşelerinde, dostlarınızdan uzak, akraba ve taallûkatınızdan [yakınlar, akrabalar] mahrum bir vaziyette, teâlî [yükselme, yücelme] ve terakkisi [ilerleme] için çalıştığınız cemiyet-i İslâmiyye arasından uzaklaştırıldığınız bir halde geçireceğinizi hatırladıkça yüreğim parçalanıyor, ruhum azîm bir elemle yanıyor, gözlerimden yaşlar dökülüyor. Kalbimden yükselip gelen bir ses, “Ağla, hem çok ağla! Belki rahmet-i İlâhiyenin nüzûlü ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] saâdet ve selâmeti için ağlayanlarla beraber ağla” diyor…

Bu anda kalb gözüm, bu hüzne iştirak ederek, Dicle ve Fırat ve Nil-i Mübarek gibi âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] vâdilerinde sular akıtarak ağlıyor.

Ah, sevgili Üstadım! Ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] gülerken, ehl-i ilhad [dinsizler] nefsî müştehiyatları arkasında koşarken, biz ne acı hayatlarla karşılaşıyoruz! Ah, sevgili Üstadım! Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bize saadet vermeyecek mi? Acaba bugün daha çok uzayacak mı?

318

İhtiyarsız kendime sorduğum bu suallere yine kendim cevap verirken, teennî [düşünerek acelesiz iş görme, ağır davranma] ve sabır tavsiye ediyorum. Ve sırr-ı اِنَّا اَعْطَيْنَا 1 tebşiratıyla [müjdeleme] mütesellî [teselli bulan] oluyorum.

Ey kıymettar Üstadım, sizin hüznünüze, huzurunuzda olduğum halde iştirakimi istiyordum. Öyle hissediyorum ki, ruhen hiç de uzak değilim. Bazan kendimi unutuyorum. Güya kanatsız tayeran [uçma, uçuş] ediyor, koca çınar ağacının arasından girerek meclisinize dahil oluyorum.

Sevgili Üstadım, Hâlıkımdan [her şeyi yaratan Allah] ebediyen razı olmuşum. O da sizden ebediyen razı olsun. Maalesef ziyaretinizle müşerref olamıyorum. Buna bedel Bekir Beyle takdim ettiğim ve arzu edilen şekilde yazamadığım İ’câz-ı Kur’ân’ın sahifelerini açtıkça, hakîr talebenizin her sahifeye mukabil ellerinizden öpmekte olduğumu kabul buyurmanızı istirhamla, sıhhat ve selâmet [huzur] ve muvaffakiyetiniz [başarı] için dua ederek, el ve ayaklarınızdan öperim, efendim hazretleri.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Talebeniz

 Ahmed Hüsrev

• • •

– 188 –

 Sabri Efendinin fıkrasıdır. [bölüm]

Dün Eğirdir’e gittim. Hulûsi Beyin ihlâslı ve sadakatli mektubunu getirdim. Nuranî kalb ve ruhtan cûş eden şu mektubun muhteviyat ve münderecatını bu fakir de tekrar ederim. Kendi hesabıma takdim ediyorum. O muhterem kardeşime bedel fakire, madem ki, Üstad-ı Muhteremim, [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] sâni-i Hulûsi ismini vermiş. O

319

hâlis imza sahibinin halfinde [arka] bu fakir de görünse, ifâdâtına [ifâdeler] iştirak etse, irsiyet-i [miras] mâneviyesi daha iyi sâbit ve zahir olur, emel-i âcizanesini esas gaye ve maksat bildim, efendim.

 Âciz talebeniz

 Sabri

• • •

– 189 –

 Aydınlı İsmail’in fıkrasıdır. [bölüm]

Sizin tatlı Sözlerinizi yazmaya başladım ve yazmaya doyamıyorum. Ve sizin tatlı Sözlerinizi yazmaya başladığım anda, ruhumda bir ferahlık hissediyorum. Aynı zamanda sizi hiçbir türlü unutamıyorum. Ve daima sizin mektubunuzu yazmak istiyorum.

Talebeniz

İsmail

• • •

– 190 –

 Aydın’da Doktor Şevket‘in [büyüklük, haşmet] fıkrasıdır. [bölüm]

Üstad-ı Âzamım Efendim

Nuranî ve çok kıymettar eserlerinizi okuduk, nurlu ve feyizli eserlerinizin tesiriyle parlayan kasvetli kalblerimizle, siz Üstadımıza ebediyen minnettar ve medyun-u [borçlu] şükran bulunduğumuz gibi, Risaleleri bizlere okutturmaya ve yazdırmaya sebep olan, Hafız Zühdü [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] Efendi kardeşimizi de, daima hayırla yâd etmekten kendimizi alamıyoruz. Kendilerine fiyat takdir edilemeyecek derecede kıymete mâlik bulunan muhterem Risalelerinizi yazıp ikmal [tamamlama] etmemize, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bizi muvaffak kılması için, Üstad-ı Ekremimizin dua ve himmetlerine [ciddi gayret] muhtaç bulunuyoruz.

Talebeniz

Doktor Şevket [büyüklük, haşmet]

• • •

320

– 191 –

 Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır. [bölüm]

Sevgili müşfik Üstadım Efendim Hazretleri,

Arz-ı hürmet [hürmet etme, saygı sunma] ve iştiyakla [arzu, istek] el ve ayaklarınızdan öperim. Hulûsi Beyin suallerine verilen cevaplara ait cihandeğer [dünyalara değer] kıymetli, nurlu, feyizli sözlerinizi iki gün evvel aldım. Suallerin cevapları o kadar lâtif [berrak, şirin, hoş] idi ki, ne okumaya doyabildim ve ne de idrâkim kadar olsun hakkıyla kavrayabildim.

Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin makbûlînden [kabul görmüş olanlar] olduğu halde, hatâsının ve her kitabında mühdî [doğru ve hak yola ulaştıran kişi] olamamasının esbabı, o kadar amîk bir şekilde ve o derece ince bir tarzda izah buyuruluyor ki, bu âli [yüce] dersinizi sair kardeşlerimle beraber okudum. Dedim: “Aziz kardeşlerim, bu âli [yüce] dersten istifade ediyor, mühim birşey anlıyorum; fakat zübde [en seçkin kısım, öz, tereyağı] edemiyorum, zihnimde toparlayamıyorum. Siz ne dersiniz?”

Hâzırûn, dersimizin yüksekliğine işaret ederek, İslâmiyetin ardı ve arkası kesilmeyen hücumlara mâruz kaldığı bir zamanda, bu nurlu eserlere kavuştuğumuzdan dolayı, binler teşekkür ettik. Bilhassa doktora verilen son cevap haşiyesinin [dipnot] letâfeti, [hoşluk, gözellik] yüzümüzde âsârını [eserler/asırlar] göstermişti.

Bir taraftan hınzır [domuz] etinin hurmeti [haramlık, yasak olma] esbâb-ı illeti, gayet güzel bir surette izah edilmiş, diğer taraftan da âli [yüce] müfekkirenizden parlayan nurlarla, hem de pek yakında dünyanın ufuklarında İslâmiyetin güneşinin parlayacağına işaret buyuruyorsunuz. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizden hadsiz, hesapsız razı olsun.

Sevgili Üstadım, âciz talebeniz, bu acziyle mânevî himmetinize [ciddi gayret] iltica ediyorum. Ve öyle ümit ediyorum ki, Hallâk-ı Kerîmim beni ihtiyarım olmayarak istihdam [çalıştırma] ettiği bu vâdide, duanız himmetiyle, [ciddi gayret] inşaallah [Allah dilerse] bir idrak ve bir kabiliyet ihsan [bağış] buyuracaktır.

 Hakir talebeniz

 Ahmed Hüsrev

• • •

321

– 192 –

 Said’in bir fıkrasıdır. [bölüm]

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık, fedakâr ve vefâdâr kardeşim Kürd Bekir Bey,

Maatteessüf, [ne yazık ki] bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] nâhoş ve mâlâyâni [anlamsız, faydasız] sayılacak bir bahis söyleyeceğim. Fakat bu bahsim, hakikî hamiyetperver [din, millet gibi üstün değerleri koruma gayretinde olan] Türkçülere karşı değil, belki frengîlik hesabına sahtekâr bir surette Türkçülüğü kendine perde eden mütecavizlere [aşkın] karşı söylüyorum. Şöyle ki:

Mülhid [dinsiz] münafıkların en son ve alçakça ve vicdansızca aleyhimizde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettikleri bir silâhı şudur ki, diyorlar: “Said Kürdtür; bir Kürdün arkasında bu kadar koşmak hamiyet-i milliyeye yakışmaz.” Ben bu münafıkların vicdansızca desiselerine [hile, aldatma] karşı değil, belki safdillerin [saf kalbli, kolay aldanan] temiz kalbleri bunların sözleriyle bulanmamak için diyorum ki:

Evet, ben başka memlekette dünyaya gelmişim. Fakat Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] beni bu memleketin evlâdına hizmetkâr etmiş ki, dokuz sene mütemadiyen bu memleketteki milletin ondan dokuz kısmının saadetine kendileriyle hizmet ettiğim, bu havalideki insanlara malûmdur.

Hem ben bu memlekette Hulûsi, Sabri, Hafız Ali, Hüsrev, Re’fet, Âsım, Mustafa Çavuş, Süleyman, Lütfü, Rüşdü, Mustafa, Zekâi, Abdullah gibi yirmi-otuz Müslüman Türk gençlerini adeta yirmi-otuz bin millettaşlarıma tercih ettiğimi ve onları o otuz bin adam yerine kabul ettiğimi, bu dokuz senedeki Türkçe âsâr [eserler/asırlar] ile ve hizmetle göstermişim.

322

Evet, ben bin gafil ve âmi [basit, sıradan] Kürdü, bir Türk olan Hulûsi’ye karşı tutmadığımı ve bin cahil Kürdü, birer Türk olan Âsım ve Re’fet’e mukabil görmediğimi ve bir genç olan Hüsrev’i bin âmi [basit, sıradan] Kürtle değişmediğimi ehl-i dikkat [dikkat sahibi insanlar] ve benim ahvâlime [haller] muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olanlar tasdik ettikleri halde, frengîlik namına ve ilhad [dinsizlik, inkâr] hesabına, Türkçülük perdesi altında, sahtekâr bir milliyetperverlik [kendi milletine düşkün olma] suretinde ve hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] cihetinde bana tecavüz edenler ve Türk milletini ve milliyetini zehirleyen mülhidler [dinsiz] bilsinler ki, ben millet-i İslâmiyenin [İslâm milleti] en mühim ve mücahid ve muazzam bir ordusu olan Türk milletine binler Türk kadar hizmet ettiğime binler Türk şahittirler. İşte bana Kürd diyen ve ittiham [suçlama] eden, zâhir hamiyetperverlik [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] gösteren sahtekârlar, bu millete ne gibi hizmet ettiklerini göstersinler.

Bu firavuncukların enâniyetini kabartan mahviyetkârâne [alçak gönüllülükle] söz söylemek câiz olmadığından, bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] o mütekebbirlere [kendini büyük gösteren, büyüklenen] karşı izzet-i ilmiyeyi [ilmin izzeti] muhafaza etmek için, söylenmeyecek ve izharı [açığa çıkarma, gösterme] münasip olmayan uhrevî hizmetlerimi Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] affına güvenerek izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî

• • •

323

– 193 –

Zekâi’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz Üstadım,

Bu elîm hâdisat hususunda sabır ve tevekkülden bahsetmek, bilirim ki, zaiddir. [lüzumsuz, gereksiz] Esasen bizim gibi hayatın cüz’î [ferdî, küçük] ıztırabından ah ü enîn [inilti] eden kemterlere, sabır ve tevekkül gibi define-i saadet ve necâtın kıymetini siz öğrettiniz. Hamd olsun, günden güne bu kelimelerin mefhumunu [anlam] daha iyi kavrıyoruz ve takdir edebiliyoruz. İlk zamanlarda, yani Nurlara çok uzak olduğumuz gaflet zamanlara, hayatta, hâdisatta, herşeyde sabır ve tevekkül bizlere zahiren acı ve kabil-i hazım değil gibi geliyordu, öyle görüyorduk. Fakat bu hususatı bihakkın [gerçek anlamıyla] telkin ve tenvir [aydınlatma] buyuran Üstadımızın irşadı, [doğru yol gösterme] bizim nazarımızda sathî [sığ, yüzeysel] ve zahirî şeyleri silmektedir. Bu fakirin ve günahkârın en ziyade medar-ı süruru [sevinç ve neşe kaynağı] olan birşey varsa, o da ancak akıl ve fikir ve bahr-ı muhit-i kebirden bir katre [damla] nisbetinde kalb gözüyle hakikî nurları görüp muvakkat [geçici] bir an ve zaman için mütelezziz [lezzet alan] olmasıdır.

Sevgili Üstadım, hamd olsun, kardeşlerimiz fikren ve ruhen hal-i terakkidedirler. İnşaallah, mânen ve nazar-ı İlâhîde de terakki ediyorlar. Yirmi Yedinci Mektup gittikçe coşan berrak bir şelâle gibi çağlamaktadır. Yegâne arzum ve emelim, tarîk-i selâmet saliklerinin kesretini [çokluk] ve elimizdeki mecmua-i hakaikin daha çok kıymetli ve temiz ellerde dolaştığını görmektir. İnşaallah, zaman bu mukteza-yı hak ve hakikati icra edecektir. Acizleri, bu ümit ve intizarla [bekleme] hayırlı âkıbeti Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] temenni ediyor. Ve şimdilik gayyûr, sadık, müttakî [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] ağabeylerim ve kardeşlerimin meziyetleriyle ve temiz kalbleriyle ve hüsn-ü niyetleriyle [güzel niyet] iftihar

324

ediyorum. Nurlarla, projektörlerle, semavî yıldızlarla ezelî bir iman gibi mânevî toplarla mücehhez [cihazlanmış, donanmış] olan sefine-i mâneviyemizin [mânevî gemi] şu zamanın dalgalarından, kasırgalarından [köşk, saray] âzâde kalmasını Cenâb-ı Hallâk-ı Âlemden yalvarırken, müteveccih [yönelen] olduğumuz, hilkat-ı âlemlere bâis [sebep, neden] ve bâdî olan iki cihan serveri, [reis, baş] âcizlerin senedi Cenâb-ı Peygamber aleyhissalâtü vesselâm efendimizin ve etbâı [halk, yönetilenler] ezvacının sefinemizin [gemi] erkân [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve etbâıyla [halk, yönetilenler] müttefik olduğu ümit ve imanını besliyorum. Acizleri ise, mânen her an zarar ve ziyan içinde bir taraftan ıslah-ı hal [kendi halini ıslah etme, düzeltme] edememiş, hasara uğrayan mukaddes bilgilerin tashih ve takviyesine muhtaç, diğer taraftan nefsin hücumuna mâruz ve huzuzatına müptelâ, [bağımlı] öbür taraftan günahlarına mukabil olmayan cüz’î [ferdî, küçük] bir ubudiyetin [Allah’a kulluk] saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bihakkın [gerçek anlamıyla] temine kâfi [yeterli] gelemeyeceğinden korkup kusurlarımın cezasının tahayyülünden [hayal etme] an bean müzmahilim. Bizler kendi ubudiyetimiz [Allah’a kulluk] ve bu nâkıs [eksik] hizmetimizle bize delil, bir mürşid ve bir şefî [şefaat eden] olmadıkça saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vasıl olmak ne kadar uzak! Heyhât, hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] düm düz değil. Hissiyat-ı beşeriye [insanın hisleri, duyuları] tebeddüle pek müstaid. [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli]

Aziz Üstadım, madem ki bizi talebeliğinize ve kardeşliğinize, hattâ kabule lâyık olmayan vatandaşlarınızı ve mecruhları [yaralı, yaralanmış] huzurunuza ve arkadaşlığınıza kabul buyurdunuz. Ve bizim yaralarımıza devâ olacak semavî eczahane-i kudsiyeden ilâçları bize gösteriyor ve istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediyorsunuz. Lütfen şu âciz talebelerinizin feryatlarına acıyarak bir an evvel bizi tedâvi edin de yaralarımız kabuklansın, kurusun. Ondan sonra esas mühim vazifelerimizi ifâ etmeye başlayalım. Bizim yaralarımıza devâ olacak iksirler ve tiryaklar [ilaçlar] sizde mevcut iken şifâyı ve delâlet-i âliyelerini zât-ı fâzılânelerinden umarız.

 Sefine-i mâneviyenizin ilânat müvezzii talebeniz

Zekâi

• • •

325

– 194 –

Galib’in Fârisî fıkra[bölüm]

(Kerâmât-ı Gavsiye münasebetiyle yazmış.)

كِيسْتَمْ مَنْ چ و يَكِى عَاجِزُو بِى تَابُ وزَبُونْ … دِلْحَزِينْ سِينَه پ رْ آلامُ و سَرَمْ مَسْتِ جُنُونْ

اَزْ غَمِ فِرْقَتِ دِلْدَارِ بَسِى پ ويَنْدَمْ ……………………. كَسْ نَمِى بُوَدْ دِلِ زَارِ مَرَا رَاهِنُمُونْ

سَالَهَا دَرْ اَلَمِ هَجْرِ پ َرِيشَانْ بُودَمْ ………………….. نَهَ يَكِى يَارِ مُوَافِقْ نَهَ يَكِى جَامِ سُكُونْ

رَاهِ بِيهُودَىُ مَنْ گ مْ شُدَه بُودْ آنِ بَآنْ ……….. دَرْ سَرَمْ شَوْقِ جُنُونْ بُودْ شَبُ و رُوزِ فُزُونْ

عَاقِبَتْ دَسْتِ قَضَا هَادِئِ بِهْبُدَمِ شُدْ ………………………. هِمَّتِ زُمْرَهِ مَرْدَانِ خُدَا جِلْوَ نُمُونْ

چ ِه نَوَازِشْ كِه: دِلَمْ يَافِتَه دَرْسَايَهِ پ ِيرْ ………….. شُدَمْ اَلْحَاصِلْ اَزْدَوْلَتُ و لُطْفَشْ مَأْمُونْ

بَخْتِ نَاسَازِ مَرَا سَازِئِ اَقْبَالِ رَسِيدْ ……………….. دِلِ بِيچ َارَهِ مَنْ شُدْ زِفُيُوضَشْ مَمْنُونْ

نيِسْتْ عَجَبْ خَاكِ سِيَهْ لَعْلِ شَوَدْ دَرْپ ِيشَشْ …….نُورِ حَقَّسْتْ هَمَانْ اِينْ نَهَ فِسَانَه نَهَ فَسُونْ

دَرْ زَمِينِ اَهْلِ حَقْ اَنْوَارِى تَجَلاَّىِ خُدَاسْتْ … پيِشِشَانْ مَاضِىُ واٰتِى هَمَه يَكْ نُقْطَهِ نُونْ 1

326

اٰنْ چ ِه مَاضِيِسْتْ بِخَوانَنْدِ بَدِلْ هَمْ چ ُوكِتَابْ … حَالُ وَآِ تِى هَمَه يَكْ شِيوَه شَوَدْكُفُّ و كُمُونْ

دِلِ شَانْ آيِينَهِ اٰيَتِ لَوْحِ مَحْفَوظْ ……………………. زَانْ سَبَبْ نِهَانْ اَزْدِلْ شَانْ كُنْ فَيَكُونْ

اٰنْ چ ِه دِيدَنْدُو بِكُويَنْدْ خُدَا آمُوزَدْ ………………………. آلَتُ و قُدْرَتِ حَقَّنْدْ مُكَمَّلْ مَوْزُونْ

هَانْ دَرْ نُسْخَهِ تَوْرَاتْ ثَنَاىِ مَحْمُودْ ……………. هَانْ دَرْ لَوْحِ زَبُورْ وَصْفِ مَسِيحَا اَفْزُونْ

وَصْفِ اَصْحَابِ مُحَمَّدْ هَمَه دَرْ اِنِجِيلَسْتْ ….. اِينْ چ ِه بِنِيشْ هَمَه اَزْوَحْىِ خُدَاىِ بِي چ ُونْ

بَازِ دَرْ اَهْلِ وَلاَيَتْ تُو بِينِى اِينْ رَازْ ……………………. دَادَه اَزْ خَبَرِآ تِى پ َيَامِ مَقْرُونْ

خَبَرِ كُلْشَنِى مِى دَادْ جَلاَلِ رُومِى ……………….. شَيْخِ اَكْبَرْ خَبَرِ مِصْرِى دِهَدْ اَمْرِ بَكُونْ

اَحْمَدِ جَامْ دِهَدْ اَزْ اَحْمَدِ فَارُوقِى خَبَرْ …………….. مَنْ كُدَا مَشْ بِشُمَارَمْ كِه زِاَعْدَادِ فُزُونْ

هَرْيَكِى كُفْتَهْ خَبَرْ رَمْزُو اِشَارَتْ كَرْدَنْدْ ……….. پ ِيشيَانْ اَزْ پ َسِبَانِ دَادَه نِشَانِ سَيَكُونْ

بَاخُصُوصْ مَرْدِ خُدَاحَضْرَتِ عَبْدُ الْقَادِرْ ………… غَوْثِ اَعْظَمْ قُطْبِ دَائِرَهْ كُنْ فَيَكُونْ 1

327

پ سْ اِشَارَتْ دِهَدْ اَزْحَالَتِ آ تِى جِهَانْ …… هَرْ چ هِ دِيدَ سْتْ بِكُفْتَسْتْ بَيَانِ مَسْنُونْ

كُفْتِ دَرْ نَظْمِ تَجَلّٰى كِه شَوَمْ حِرْزِ مُرِيدْ ………..اَزْ شَرُو فِتْنَه نِكَهْبَانِ مُرِيدَمْ مَأْمُونْ

كَرْدَه اَزْ فِتْنَهِ جَنْكِيزُو هُلاٰكُو اِخْبَارِ …………….. بِنْكَرَدْلِيكِ رُمُوزِ سُخَنَشْ تَا بِكُنُونْ

خَبَرِ فِتْنَهِ اِينْ دَورْ زُنُطْقَشْ پ َيْدَا …………. يَافِتَه اَزْ رَمْزِ اُو اَرْبَاب يَقِينْ سَرْفُزُونْ

فِتْنَه دَوْرِ كِنُونْ چ ُونْكِه زِحَدْ اَفْزُو نَسْتْ ….زِشِرَارِ شَرُّو فِتْنَه شُدَه جَيْحُونِ هَامُونْ

اَهْلِ دَانِشْ هَمَه سَرْجَيْبِ قَبَامِيْكَرْدَنْذ عَرْص …… َهِ دِينِ زِمَرْدَانْ شُدَه خَالِى مَشْحَونْ

دِيدَهِ دَهْرِنَدِيدَسْتْ بَدْبِينْ دَغْدَغَه هِي چ ْ …مِى رَوَدْرُودِ فِرَاتْ خَلْقِ هَمَه تَشْنَه نُمُونْ

دَرْهَمَه هِي چ ْ عَصْرِ فِتْنَهِ اِينْ دَوْرِ نَبُودْ ………. اَكْثَرِ خَلْقِ شُدَه حَالِ زَمَانْرَا مَفْتُونْ

مُلْحِدَانْ رُوزُ شَبِ اِيجَادِ فِتَنْ مِى كَرْدَنْدْ ……….. زَهْرِ خَنْدَ نَكُنَدْ بَلْكِه بِكِرْيَدْ مَجْنُونْ

بَرْبَدِينْ فِتْنَه اُو شَرْ حَضْرَتِ اُسْتَادِ سَعِيدْ  ………جَبْهه بِكِرِفْتْ خُوشَامَرْدِ سَعَادَتْ مَقْرُونْ

تِيغْ سَرْتِيزِ شُدَه دَرْكَفِ اُو چ ُونْكِه قَلَمْ ……….كِلْكِ اُوزُمْرَهِ اِلْحَادِ هَمَه كَرْدَه زَبُونْ

هَيْبَتِ دِينِ زِكُفْتَارِ خُوشَشْ پ َيْدَا شُدْ ….. هَرْكِه اِينْ نُورِ نَبِينَدْ شَوَدْ اِذْعَانَشِ دُونْ 1

328

پ سْ اِشَارَتْ دِهَدْ اَزْحَالَتِ آ تِى جِهَانْ …… هَرْ چ هِ دِيدَ سْتْ بِكُفْتَسْتْ بَيَانِ مَسْنُونْ

كُفْتِ دَرْ نَظْمِ تَجَلّٰى كِه شَوَمْ حِرْزِ مُرِيدْ ………..اَزْ شَرُو فِتْنَه نِكَهْبَانِ مُرِيدَمْ مَأْمُونْ

كَرْدَه اَزْ فِتْنَهِ جَنْكِيزُو هُلاٰكُو اِخْبَارِ …………….. بِنْكَرَدْلِيكِ رُمُوزِ سُخَنَشْ تَا بِكُنُونْ

خَبَرِ فِتْنَهِ اِينْ دَورْ زُنُطْقَشْ پ َيْدَا …………. يَافِتَه اَزْ رَمْزِ اُو اَرْبَاب يَقِينْ سَرْفُزُونْ

فِتْنَه دَوْرِ كِنُونْ چ ُونْكِه زِحَدْ اَفْزُو نَسْتْ ….زِشِرَارِ شَرُّو فِتْنَه شُدَه جَيْحُونِ هَامُونْ

اَهْلِ دَانِشْ هَمَه سَرْجَيْبِ قَبَامِيْكَرْدَنْذ عَرْص …… َهِ دِينِ زِمَرْدَانْ شُدَه خَالِى مَشْحَونْ

دِيدَهِ دَهْرِنَدِيدَسْتْ بَدْبِينْ دَغْدَغَه هِي چ ْ …مِى رَوَدْرُودِ فِرَاتْ خَلْقِ هَمَه تَشْنَه نُمُونْ

دَرْهَمَه هِي چ ْ عَصْرِ فِتْنَهِ اِينْ دَوْرِ نَبُودْ ………. اَكْثَرِ خَلْقِ شُدَه حَالِ زَمَانْرَا مَفْتُونْ

مُلْحِدَانْ رُوزُ شَبِ اِيجَادِ فِتَنْ مِى كَرْدَنْدْ ……….. زَهْرِ خَنْدَ نَكُنَدْ بَلْكِه بِكِرْيَدْ مَجْنُونْ

بَرْبَدِينْ فِتْنَه اُو شَرْ حَضْرَتِ اُسْتَادِ سَعِيدْ  ………جَبْهه بِكِرِفْتْ خُوشَامَرْدِ سَعَادَتْ مَقْرُونْ

تِيغْ سَرْتِيزِ شُدَه دَرْكَفِ اُو چ ُونْكِه قَلَمْ ……….كِلْكِ اُوزُمْرَهِ اِلْحَادِ هَمَه كَرْدَه زَبُونْ

هَيْبَتِ دِينِ زِكُفْتَارِ خُوشَشْ پ َيْدَا شُدْ ….. هَرْكِه اِينْ نُورِ نَبِينَدْ شَوَدْ اِذْعَانَشِ دُونْ 1

329

– 195 –

 Âsım Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Otuz Birinci Mektubun Dördüncü Lem’ası olan Minhâcü’s-Sünne, elhak çok kıymettar ve emsâli bulunmayan bir risale-i şerifedir. Takdir ve tahsine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] bihakkın [gerçek anlamıyla] elyak, [daha layık] medih [övgü] ve senâya şâyeste [yaraşır, uygun, lâyık] olup, ne kadar medhedilse yine azdır. Her gören ve her okuyan ve dinleyen meftun [aşık] oluyor. Hattâ meşrepçe [hareket tarzı, metod] Alevîlik, Sünnîlik cihetinde müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] olanlar bile, son derece takdir etmektedirler. Müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] meşreplerin [hareket tarzı, metod] birbirine karşı adamları dahi, hiç itiraz edemeyip münakaşa kapısı açamıyorlar.

 Âsım

• • •

– 196 –

 Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır. [bölüm]

Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin meşrebini [hareket tarzı, metod] izah edip noksaniyetini beyan eden nurlu beyanatınızdan çok istifade ettim. O meseleye ait evvelki dersinizden anlayamadığım cümleler ve karanlık noktalar, bu defa başka bir tarza çevrilerek karşıma çıktığını hissettim. Ve güzel yüzlü hakikatlerini görmeye başladım. Elhak, pekçok tefeyyüz [feyizlenme] ettim. Kardeşim Re’fet Beyle beraber okuduk. Üstadımıza minnettarane teşekkürler ettik. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] size lâyık olduğunuz ecr-i kesîri ihsan [bağış] etsin. Âmin.

 Ahmed Hüsrev

• • •

330

– 197 –

 Babacan Mehmed Ali’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Ey benim ruh-u canım Üstadım Hazretleri,

Size karşı hakkıyla talebelik vazifesini ifâ edemiyorum ve Risale-i Nur’a tam hizmet edemiyorum. Çünkü Risale-i Nur’la tezahür eden kuvvet ve kudret, zekâvet, [zeki oluş] esrar ve envarı [nurlar] düşündükçe, tefekkür ettikçe kendimden geçip, bîhuş kalıyorum. Öyle yüksek yerlere çıkamıyorum. İnşaallah, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] izniyle, kullarına bahşetmiş olduğu en kıymettar cevahirden [cevherler] bin kat ziyade kıymetli bulunan Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] sırlarını izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden risalelerden gücüm yettiği kadar istifadeye çalışacağım. Gündüz derd-i maişetle [geçim derdi] vakit bulamadığımdan, gecenin bir kısmını o Nurlarla ışıklandıracağım.

O Nurları yazdıkça kalemim ve kalbim gayet şirin ve ruhânî bir sevinç hissediyorum. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nasıl hamd ve şükredeceğimi bilemiyorum. Bazan o Risale-i Nur’un envârına [nurlar] karşı ihtiyarım elimden gidiyor. Gafletli geçmiş zamanımı düşündükçe mahzun ve mükedder bulunuyorum. Bu Nurları bulduktan sonra istikbalimi gördükçe kahkahayla gülüyorum, ferah oluyorum ve müferrah [ferah duyan, huzurlu] oluyorum. On beş senedir böyle bir hizmeti arzu ediyordum. Dünyanın çok safahat-ı [zevk, keyif] hayatını ve zevkiyatını gördüm. Bu ebede karşı arzuyu tatmin ve işbâ [doyma, doyurulma, tatmin olma] etmiyordular.

İşte tam o arzuyu tatmin ve temin edecek gıdayı Risale-i Nur’da buldum, elhamdü lillâh. Şimdiye kadar nefsim dünyanın zahirî zevklerine kapılmış ve beni diğer bir âlemin [âhiret, öteki dünya] zindanlarına kadar sevk etmeyi kurmuş ve bir derece muvaffak olmuştu ve bana binmişti. Şimdi ٌوَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِير 1 olan Cenâb-ı Mevlâ ve Tekaddes Hazretlerine hadsiz hamd ve şükrediyorum ki, Said isminde bir

331

zâtın vasıtasıyla esrar-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’daki sırlar] benim imdadıma yetiştirdi. Nefs-i emmarenin [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] o beliyesinden kurtuldum. On beş senedir, hakikate giden yolu aramak için çok kapılar çaldım. Çoklarında dünyaya ait ziynetleri gördüğümden geri çekildim. Fakat lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] tam bir kapı buldum. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] beni o kapıya tam hizmetkâr yapıp sebat [kalıcı olma, sabit kalma] versin. Bu zulmetli asırda hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] envarını [nurlar] neşreden Risale-i Nur, ne derece parlak olduğu ve herkese menfaatli bulunduğu inkâr edilmez. İnkâr edilse, bilmemezlikten ve anlamamazlıktandır. Anlayana sivrisinek saz gelir, anlamayana davul zurna az gelir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] gözlerimizin perdelerini kaldırsın, hakaiki [doğru gerçekler] hakkıyla bize göstersin. Âmin.

 Babacan Mehmed Ali

• • •

– 198 –

Binbaşı Asım Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Muhterem Üstadım Efendim,

Her defa olduğu gibi, bu kere de, nâmüstehak olduğum halde hakk-ı fakirânemde lütuf ve ibzal buyurulan iltifatât-ı bînihaye bu fakiri mestediyor. [kendinden geçme] Ne yapacağımı şaşırıyorum. Ancak Cenâb-ı Lemyezel Hazretlerinin lütf u kerem [cömertlik] ü ihsanına [bağış] hamd-ü şükr ü senâ ederek risale-i şerifelere sarılıyorum. Ve lezzet alıp, siz Üstadımı karşımda ve yanımda bulup mütehayyir [hayrete düşen] ve mütefekkir [düşünen] olarak bahr-i sürura dalıp gidiyorum. Ve bu halin devam ve tezyîdini eltaf [çok lâtif, [berrak, şirin, hoş] çok hoş ve güzel] ve inâyet-i Sübhâniyeden niyaz ediyorum. Nasıl etmeyeyim, ya Hazret? Fakire bunca iltifattan başka, hele bu defaki lütufnâmelerinin başına, birçok tavsiften [bir sıfatla niteleme] sonra “Hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] kuvvetli arkadaşım ve tarik-i Hakta [hak ve hakikat yolu] ve ebed yolunda

332

enîs [cana yakın, dost] yoldaşım” kelimat-ı lâtîfesi, bu cihan-kıymet kelâmlarınız, benim gibi fakir, hakir, muhtaç bu kardeşinize karşı ibzal ve himmet [ciddi gayret] buyurulması, sizin büyüklüğünüze ve daha doğrusu Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî (kuddise sırruhu’l-âlî) Hazretlerinin teveccüh, [ilgi] dua, himaye ve muhafazası olduğuna nasıl iman etmeyeyim? Nasıl ki, bu defa Gavs-ı Âzamın ihbârât-ı gaybiyesi [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] risale-i şerifesini gördüm, okudum, yazdım. Gavs-ı Âzam, âzam-ı aktâb olduğunu bilir ve kalben tasdik ederiz ve ziyade muhabbet etmekte iken, bu defa bu kanaat, bu muhabbet tasdikimi kat-ender-kat ziyadeleştirdi ve takviye etti. Ve Hazret-i Şeyhe iman ve muhabbetimi habl-i metin ile bağladı. Nasıl bağlanmayayım? Bu keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve ihbar-ı gaybîsi [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] ki, hakikat fışkıran ve ruha hayat bahşeden sözleri söyleyen, haber veren öyle bir sahib-i menba-ı kerâmât ve hakikat olan Hazret-i Gavs-ı Âzam, Üstadımın üstadıdır.

İşte bu keyfiyet, Üstadıma olan incizap, [bir şeyin çekiciliğine kapılma] merbutiyet [bağlı] ve teslimimi bir kat daha tarsîn etti ve yıkılmaz ve tahrip edilmez bir kal’a [kale] hükmünü aldırdı. Madem bu fakir, bu muhkem [değiştirilemez] kal’adayım, [kale] hariçten ve hiç kimseden pervam [korku] yok. Ve haricin taarruz ve kıyamına da mukabil taarruz ve hücumlar his ve kuvvetini elde ettim. Lütuf ve inâyet-i Bâri ile, Gavs-ı Âzam’ın teveccüh [ilgi] ve duasıyla siz Üstadıma kavuştum. هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1

Bâri’ Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden dilerim ve niyaz eylerim ki, âhir ömrüme kadar bu yolda hatve-endâz olayım ve buyurulduğu gibi “sıddık, fedakâr,

333

hakikî âhiret kardeşiniz ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] kuvvetli arkadaşınız ve tarik-i Hakta [hak ve hakikat yolu] ve ebed yolunda enîs [cana yakın, dost] yoldaşınız” olmaya bihakkın [gerçek anlamıyla] kesb-i istihkak [hak kazanma] ve liyakat edeyim. Ve minellahi’t-Tevfîk.

Ya Üstad-ı Ekremim,

Size, yani Risale-i Nur’a hüsn-ü hat [güzel yazı] ve daha doğrusu tâzim, [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] tekrim, [saygı gösterme] hürmet, samimiyet, muhabbet ve teslimiyetimin binde birini takdim edemiyorum. Âciz kalemim ve lisanım, hissiyat ve ruhumun tercümanı olamıyor.

Ruhumun siz Üstadıma karşı incizap [bir şeyin çekiciliğine kapılma] ve meclubiyeti, [celb olunmuş, çekilmiş] yüzde beş şahsınıza karşı ise, doksan beşi neşr-i envâr-ı hakikat ve dellâllığında [davetçi, ilan edici] bulunduğunuz Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] şerefine tâzim [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] ve tekrimdir. [saygı gösterme] Öyle kanaat ve imanım var ki, sizin nur ve hakikat fışkıran Sözleriniz, Kur’ân-ı Hakimden [her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] muktebes tefsiridir. Takdir, tahsin, [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] medih [övgü] ve sitayiş [övme, medih] etmeyen ve muhabbet ve merbutiyet [bağlı] beslemeyen insan değildir ve daha doğrusu merdud-u İlâhî ve Peygamberî olanlardır. Cenâb-ı Hâlık[Yüce Yaratıcı, Allah] Lemyezel Hazretleri bu gibilere de tarik-i Hak[hak ve hakikat yolu] nasîbedâr eylesin. Âmin, bihürmet-i seyyidi’l-mürselîn.

Sevgili Üstadım, hemşirenizin hastalığının had devresi geçmiş; evvelce arz etmiştim. Yüzde yirmisi mevcuttur. Henüz yataktan kalkmadı. Kuvvet ve iktidarı yok. Namaz kılabiliyorsa da vücudu titremekte ve ara sıra arızaya mâruz kalmaktadır. Lehü’l-hamdü ve’l-minne, çok şükür Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] lütûf ve keremine [cömertlik] ve bugününe, mazinin sıkıntı ve elemi geçti. Hal-i hazırına [içinde yaşanılan zaman dilimi] şükür ve istikbale tevekkülle meşguldür. Ve siz Üstadıma dualar ediyor ve diyor ki: “Şu nur ve hakikat-i Kur’âniye [Kur’ân gerçeği] risale-i şerifeleri imdadıma yetişti.” Hele Otuz Birinci

334

Mektubun İkinci Lem’asındaki [parıltı] sabır ve tahammül ve şükür bahsine o kadar bağlanmıştır ki, mezkûr [adı geçen] risale-i şerifeyi evvel ve âhir ve bilhassa hastalığı sırasında müteaddiden [çeşitli, birden fazla] fakire okutmuş ve Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hamd ü senâ etmiş ve diğer Üçüncü Lem’a[parıltı] ve sair risale-i şerifeleri okutup dinlemekte ve gözyaşları dökmektedir. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1

Bunlar ve diğer risale-i şerifeler hakikat fışkıran, nurlar saçan bir feyizdir. Şu kadar diyebilirim ki, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve bid’aların [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] en ileri gidenleri ve mülhidlerin [dinsiz] en şenîlerini [çirkin] bile imana getireceğine kanaatim var—yeter ki ruhuna nüfuz edebilsin.

Çok şükür, sevgili Üstadımızın sayesinde ve teveccüh [ilgi] ve duasıyla bu Nurlardan mütenevvir [çeşit çeşit] ve mütena’im oluyoruz. Hele Gavs-ı Azam Şeyh Geylânî Hazretlerinin kerâmât [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] ve ihbârât-ı gaybiyesini [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] hemşireniz o kadar lezzet ve muhabbetle dinliyor ki, üç sene evvelisi hastalığa tutulduğu vakit, o halinde ve kısmen aklı başında olmadığı zamanlar bahçede ağaçların dallarını tutup, “Ya Abdülkadir-i Geylânî, ya Veysel Karânî, meded!” diye bağırıp sallanıyordu. Bu defa kerâmât [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] ve ihbârât-ı gaybiyesini [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] mufassal [ayrıntılı] surette görmeye ve dinlemeye muvaffak oldu. Bu risale-i şerife, fakire de ziyadesiyle tesir etti, sürur [mutluluk] ve gözyaşlarını akıttı ve akıtmakta sa’y [çalışma] ü gayret etti. Muhabbet ve şevkimi artırdı. Şükrümü nasıl ifâ edeceğimi bilemiyorum. Hâlık-ı Lemyezel Hazretlerine karşı vazife-i ubudiyetim [kulluk görevi] noksan, iki cihan serveri [reis, baş] Seyyidül-Mürselîn Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] (sallâllahü teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimize karşı ümmetlik vazifesinde kusur ve noksanım ziyade ve hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] karşı bihakkın [gerçek anlamıyla] sa’y [çalışma] ü gayret ve çalışmakta kusur

335

ve noksanım çok olmakla beraber, fakiri siz Üstadımla beraber bulundurup, hâdim-i Kur’ân [Kur’ân hizmetçisi] kardeşlerle birleştirip, hizmet-i Kur’âniyeden—velev [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ki bir bahr-i ummandan [Hint Okyanusu; çok büyük denizler gibi engin ve derin] bir katre [damla] olsun—fakire hisse verilse, kendimi mes’ut ve bahtiyar addederim. Hamd ü senâ ve şükrüme hadd [yetki] ü pâyân göremem. Bütün okuduğum arkadaş ve kardeşlerin hepsi hep takdir ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve tasdik ediyorlar ve kanaat-i kâmilede bulunuyorlar. Hizmet-i Kur’ân’a şevk ve gayretleri tezayüd [artma] ediyor ve bu kafilede ve bu dairedekilere gıpta ediyorlar. Cenâb-ı Hâlık [Yüce Yaratıcı, Allah] ümmet-i Muhammed’in kalblerine ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] versin, ruhlarını nurlandırsın, saâdet-i dâreyn [dünya ve âhiret mutluluğu] ihsan [bağış] buyursun.

Kardeşiniz, fakir ve muhtaç

 Asım

• • •

– 199 –

 Vezirzâde Mustafa’nın fıkrasıdır. [bölüm]

Üstadım,

Beş vakit namazdan sonra, hakk-ı fâzılânelerinize duacıyım ve duanızı rica [ümit] ediyorum. Mesleğinize ve neşrettiğiniz Risale-i Nur’a karşı hissiyatımı, dilimle beyan edemiyorum. Ben ümmîyim, sair kardeşlerim gibi ifade-i meram [maksadı ifade etme] edemem. Fakat felillâhilhamd, [Allah’a hamdolsun] kalb ve ruhum Risale-i Nur’un tesirâtıyla intibaha [uyanış] gelmişler.

Kalbimin intibahını [uyanış] rüyalarımla anlıyorum. Zaten bu gaflet ve zulmet [karanlık] zamanının yakaza [uyanıklık hali] âlemini, ağır bir uyku âlemi; ve uyku âlemini ise, bir derece yakaza [uyanıklık hali] âlemi görüyorum. Onun için siz Üstadıma karşı rüyalarımla size arz ediyorum.

İşte, bir rüyamın hülâsa[esas, öz] şudur ki: Bir camide sizinle beraber bulunuyoruz. Avlusunda bazı talebe arkadaşlarımla temizlik yapıyoruz. Bir otomobil zuhur

336

etti. Mescidin yakınında duruyor. İçinde Resul-i Ekrem (a.s.m.) bulunuyor. Sonra bir dere açıldı, fasıla verdi. Tabirini siz Üstadıma havale ediyorum. Yalnız ben bundan hissediyorum ki, Resul-i Ekremin (a.s.m.) sünnet-i seniyesini ihyâya [diriltme, hayat verme] çalışan ve neşreden Risale-i Nur, Resul-i Ekremin (a.s.m.) takdir ve tahsinine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] mazhar [erişme, nail olma] olmuş ki, imdâd-ı ruhânîyle camimiz olan bu vilâyete mânevî teşrif [şeref verme] etti. Fakat ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] desiseleriyle [hile, aldatma] sünnet-i seniye hizmetkârlarını müşevveş [dağınık, karışık] ediyorlar. Üstadlarıyla görüşmemek için mâniler teşkil ediyorlar.

İkinci rüyamın hülâsa[esas, öz] şudur ki: Bir mezaristanın nihayetlerinde kesretli [çokluk] harmancıların buğday savurduğunu ve ileride iki kapılı muhkem [değiştirilemez] bir kal’a [kale] gibi yapılmış bir saray içinde Hazret-i Gavs-ı Geylânî oturmuş, gayet kalabalık insanlar varmış, gördüm. Ziyaret ettim. Tabirini siz Üstadıma havale edip, fakat bundan hissediyorum ki, mezaristan geçmiş zamandır. O harmanlardaki kesretli [çokluk] buğdayları savuran, bu zamandaki Risale-i Nur’un naşirleri [yayınlayan] ve talebeleridir ki, ruhların mânevî rızkını yetiştiriyorlar. Hakikat tanelerini evham ve hayâlât samanlarından tasfiye ediyorlar. Bu talebelerin Üstadının en mühim bir üstadı olan Hazret-i Gavs-ı Geylânî, muhkem [değiştirilemez] kal’a [kale] gibi bir sarayda oturduğunu ve onlara üstadlık ettiğini ve o etrafındaki kalabalık da ve kendi fazla meşguliyeti, keramet-i Gavsiyyesiyle izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiği gibi, Risale-i Nur talebelerine karşı himmet [ciddi gayret] ve duasıyla fazla meşgul olduğunu fehmediyorum.

 Ümmî talebeniz

 Mustafa

• • •

337

– 200 –

 Hafız Ali’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Muhterem Üstadım,

Birinci, İkinci Sözler çok ellerde dolaştıkları için, okunmaz bir halde idiler. Kezâ, istinsah [kopyasını çıkarma] ettim. Kalbime geldi ki, “Acaba şu İslâm ve iman hücceti [delil] olan Sözler’de bir sırr-ı tevafuk [uygun gelmenin sırrı] var mı?” diye baktım, gördüm, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1 dedim. Anladım ki, risalelerde umumiyetle bir kütle-i i’câz ve Şems-i Sermedî’nin [devamlı ve sürekli güneş] sönmez bir ziya-yı hakikati [hakikat ışığı] görünüyor. Nasıl ki, Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bütün dünyaya, ins ve cinne bin küsur seneden beri nidâ edip, düşmanlarını iskât [susturma] ve dostlarını müferrah [ferah duyan, huzurlu] edip, hükmü kıyamete kadar bâkidir. Öyle de, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakikî müfessiri [açıklayan, yorumlayan] olan Risale-i Nur ve eczaları, bu zulümatlı perdelerin altından kendilerini gösterip neşr-i envar [nurları yayma] ettikleri gibi, inşaallah, [Allah dilerse] bir zaman olacak, zulümat perdelerini yırtarak, bütün dünyaya hitap edip, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] mu’cize-i bahiresini ispat edecektir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ilâ yevmi’l-kıyâm neşr-i envara [nurları yayma] hizmet eden hadimlerinin teksirini [çoğalma] ihsan [bağış] buyursun.

 Hafız Ali

• • •

338

– 201 –

 Hafız Ali’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Üstad-ı Âlîşânım Efendim Hazretleri,

On bir nükteyi [derin anlamlı söz] hâvi [içeren, içine alan] Mirkatü’s-Sünne‘yi [sünnetin merdiveni; sünnetin dereceleri] istinsaha [kopyasını çıkarma] muvaffak oldum. Bu ziyadar [ışıklı] lem’a [parıltı] şu zamanda şirkle imanın ve kötüyle iyinin temyiz ve tefriki için öyle bir gevher (cevher) mihenk [ölçü] ki, memdûhu [beğenilen, övülen] gibi gözler hakikatini görmekte ve akıl hakikatine ermekte hayran ve âcizdirler. Zaten şu zamanın pek şiddetli zulümatını yırtacak, zıddının pek fevkinde [üstünde] bir nûr-u lâyezâlî, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetinden ümit edilirdi. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1 O nur, bilfiil risale-i Nur’da nebeân [haber] ettiği, her aklı başında olanlarca görülüyor. Değil böyle en büyük bir hakikati izah ve tefsir eden bir risale, hattâ bir ferdi ikaz için yazılan bir mektubun bile, her meşrebe bakar bir gözü, herkese yarar bir sözü bulunuyor.

Ey aziz Üstad, bizler nasıl şükretmeyelim, nasıl minnettar olmayalım ki, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şiddetli muhtaç olduğumuz dünyanın o koca güneşi gibi, Kur’ân güneşinin hakikî bir müfessirine [açıklayan, yorumlayan] bizleri kavuşturdu. Nasıl salât [namaz] ü selâm olmasın ki, ol hazret-i sipeh-sâlâr-ı enbiyâ olan Şâh-ı Levlâke ki, bizlerin görmez gözlerimizi nuruyla şûledâr [gür ışık/alev] edip, tarîk-i müstakime sevk eyledi. Nasıl duagû olmayalım, ol Hazret-i Dellâl-ı Kur’ân’a ki, isyanımıza bakıp, bizleri halka-i irşadından hariç ve hal-i aslîmizde bırakmadı ve inşaallah [Allah dilerse] iki cihanda da bırakmayacaktır.

Sevgili Üstad, her iki parçayı istinsah [kopyasını çıkarma] ederken kalbime geldi ki, asıllarını taklit etmeyeyim. Zira, üzerlerinde zahir olan ezhâr[çiçekler] tevafuku, cilve-i bedâyi başka

339

tarzda kendini nasıl gösterecek dedim. Ve takdim-i âcizânem olan iki nüshadaki san’at-ı bedîa, akıl ve istidad-ı beşerden [insandaki potansiyel kabiliyet] pek uzak bir tarzda, gûya tezgâhında ölçülerek, biçilerek, her harfi bir vezn-i [ölçü, tartı] kasdî ile zuhur ettiğini gösteriyor. Ve şu zamanın akıldan uzak eblehlerine [ahmak] mânen diyorlar ki, “Bizim halen üzerimizde tecellî eden cilve-i cemâli, [güzelliğin görüntüsü] aklınızla ölçemezsiniz. Yalnız gözleriniz varsa görebilirsiniz.”

Evet, baharda zeminin yüzünde san’at-ı Rabbaniyeyle her tarafta sündüs-misâl çiçeklerin açılmaları; cüz’î [ferdî, küçük] şuuru olan kimse, bir Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] olan Zât-ı Zülcelâlden [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] başkasına veremez. Öyle de, risaleler umumiyetle Kur’ân ömrünün asırlar senelerinden on dördüncü asır nevrûz-u sultânî misil[benzer] bir baharı taşıyorlar. Arı kadar aklı olan, bu baharda bu çiçeklerden istifade etmezse ne denir? Ve koca baharı görmeyen ehl-i basîrete ne denir? Ve görüp de kendini kışta zemherire [şiddetli soğuğu olan karakış dönemi; soğukluğuyla yakan ateş] atana ne denir? Heyhât… kendine zîşuûr ve ehl-i fikir [düşünce sahipleri] ve ehl-i basiret süsü verenlere!

Var ol, ey sevgili Üstad! Sen bu Kur’ânî elmaslarla, o koca baharın mübeşşirisin. “Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] maksut [istek] ve muradınıza nâil buyursun. Âmin” duasıyla dest ü dâmen-i muallâlarını [yüksek namus sahibi; yüce, yüksek etek] öperim, Efendim Hazretleri.

 Fakir talebeniz

 Ali

• • •

340

– 202 –

Sâlifü’z-zikr eserler hakkında bir arîzacık da bu fakir ve âciz talebeniz takdim-i huzur-u fâzılâneleri niyetinde isem de, esasen emel ve gayelerimiz bir olduğu için, Hafız Ali Efendi kardeşimin şu mektubunun meâlini tekrarla iktifa [yetinme] eylediğimi arz ve hâk-i pâ-yi ekremîlerini öperim, efendim.

 Pür-kusûr talebeniz

 Hulûsi-i Sâni

• • •

– 203 –

 Hulûsi Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz ve muhterem Üstadım,

Nurların intişarında [açığa çıkma, yayılma] berk [şimşek] gibi bir sür’at lâzım gelirken cüz’î [ferdî, küçük] bir betâetten her zaman esefle [üzüntü, acı] bahsettiğim, malûm-u âlîleridir. Yakın vakitte bazı müştaklar [arzulu, aşırı istekli] daha söz dairesine iltihak [karışma, katılma] ettiler. Kalbime gelen bir ihtarla keyfiyet-i intişarı düşündüm ve şu hakikatleri hissettim, hattâ kani [inanmış, tatmin olmuş] oldum:

Mübarek Sözler ve Mektuplar tamamen olmasa bile bu muhitte de hem de yazılmadan hayli intişar [açığa çıkma, yayılma] etmişler. Civar diğer vilâyet kazâlarında, [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] bu âsârı [eserler/asırlar] görmek ve işitmek isteyenler çok varmış. Fesübhânallah, [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] bu kadar cüz’î [ferdî, küçük] ve nâkıs [eksik] hizmetten bu derece faide elde edilmesi de gösteriyor ki, bu Sözler ve Mektuplar hakikaten “Nur” isminin tecellîleridir ki, suhuletle [kolaylıkla] intişar [açığa çıkma, yayılma] ediyorlar. Bu hal karşısında hayretle tefekkürde iken, Bismillah ismini alan Birinci Söz, hatırıma getirildi. Ve şöyle düşünmeye başladım. Dünyaya arkasını çeviren Üstad, Hazret-i Gavs’ın teşvikiyle belki delâletiyle Kur’ân’ın gayr-ı mekşuf bir hazinesinden

341

Bismillah ile giriyor, Kur’ânî tarlaya Bismillah diyerek Sözler tohumunu ekiyor, Furkanî bahçeye Bismillah diyerek nurlu Mektuplar çekirdeğini dikiyor. Emr-i İlâhîye [Allah’ın emri] imtisâlen [emre uyma, bağlanma] ekilen tohum ve dikilen çekirdeklerin inkişaf [açığa çıkma] ve intişarları [açığa çıkma, yayılma] şüphesiz harika-âsâ olur.

Birinci Sözdeki temsilde seyahat eden mütevâzi [alçakgönüllü, gösterişsiz] zât, tamamen Üstadımızdır. Nebat, [bitki] ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök, damarları nasıl Bismillah tesiriyle, yer altında sert taşı toprağı delip, geçiyorsa, aynen onun gibi, Bismillah ile mevkî-i intişara vaz olunan Sözler de, harika bir tarzda arza yayılıyor. Ve en münevver [aydın] ve mükemmel meyve olan beşerin mü’minlerinin kalblerine nüfuz ediyorlar. Bu bid’atların [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] kesreti [çokluk] ve muharriplerin [tahrip eden, bozan] bolluğu devrinde Bismillah ile gars olunan Nur fidanının yaprakları olan, diğer Sözler ve Mektuplarla, bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] fidanın dal ve budakları olan Hizbü’l-Kur’ân [Kur’ân taraftarları] ve bu hizbin esası ve seyyidi olan muhterem Üstad da bir hıfz-ı gaybîye mazhar [erişme, nail olma] bulunuyorlar.

Şems-i Risaletten gelen Kur’ânî Nurların evvelen Üstada ve buradan da biz biçarelere, bizlerden de diğer müştaklara, [arzulu, aşırı istekli] ilh. [(ilâ âhir) sonuna kadar] intikal etmekte olduğunu tasavvur ettim. “Elhamdü lillâh” dedim. Mühim bir rüyamda arz ettiğim vecihle, [yön] Sözlerinizin mü’minlere intişarına [açığa çıkma, yayılma] küçük cemaatiniz inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ile âhize, [alıcı] vasıta olmuşlar. كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً بِإِذْنِ اللهِ 1 sırrına mazhariyetle mânevî galebeyi [üstün gelme] temin, merkezdeki mürşidlerine müteveccih [yönelen] ve murakıp küçük bir halka-i tevhidi teşkil edenler gibi, bu küçük cemaatinizin herbiri arkasında, bir nisbet-i mütezâyide-i muntazama ile artan, mahrut şeklinde zümre-i muvahhidîni görür gibi oldum. Allahu ekber dedim. Bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] tasavvuru, kardeşlerimize

342

aşağıdaki levhayla daha ziyade izaha çalışacağım. Bu nurlu tefekkür, bana büyük bir ümit bahşetti. Muallim Cudî’nin kasidesindeki [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] şu mısraı da derhatır ettirdi.

Cem [toplama, bir araya gelme] etti kabâil ve şuûbu

Mevlâya muhabbeti müsellem [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş]

Bir kıbleye bağlandı kulûbu [kalbler]

Sallâllahü aleyhi ve sellem.

İşte, ittibâ-ı sünneteHaşiye [Peygamberimizin sünnetine tabi olmak] pek büyük ehemmiyet veren muhterem Üstadımız da, bu asırda اَلْعُلَمَۤاءُ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَۤاءِ 1 sırrınca, içlerine saçılan nifak [ayrılık, dağılma] tohumu yüzünden, hergün biraz daha tevhidi bırakanları, bir kıbleye bağlamak için, Sözler ve Mektubat namındaki Nurlu eserlerle ehl-i imanı [Allah’a inanan] irşada çalışıyor. Küffara, hattâ cin ve şeytanlara dahi, mebde-i nüzulündeki gibi, nusûs-u Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın açık hükümleri] ilan ediyor. Mahfî [gizli] i’câzı [mu’cize oluş] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyor.

Vahdetü’l-vücuda [Allah’ın birliği] dair olan risaleyi mühim zâtlara okuduktan sonra, bir sevk-i mâneviyle, ihtiyarsız, [irade dışı] bir yere daha gittim. Orada vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] meşrep [hareket tarzı, metod] sahibi âlim bir zâtı hazır buldum.2 Vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] hakkındaki mektubu okudum. Daha doğrusu, ihtiyarsız [irade dışı] olarak okudum. Müstemî olan o mühim âlim, bidayette

343

cüz’î [ferdî, küçük] itiraz parmağını uzatmak istedi. Sonuna kadar dinlemesini ihtar ettim. Tamamen okuduktan sonra, o zât hayretinden Sözler’in büyüklüğünü ve “Bu zamanda böyle büyük kelâmı acaba kim yazabilir?” diye merakı ve suali üzerine, Kur’ân’ın feyzine mazhar [erişme, nail olma] olan Üstadımızı haber verince, o zât tamamıyla arz-ı teslimiyet eyledi.

İşte, ihtiyarım olmayarak bu acip tesadüf ve teslimiyette kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] bu cilvesi, dâvâmıza sadık bir burhan [delil] ve tesadüf oyuncağı olmadığımıza büyük bir delildir.

اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 1

 Hulûsi

• • •

– 204 –

Bu gelecek iki fıkra, [bölüm] İkinci Sabri olan Hafız Ali Efendinindir.

Bu defa istinsahına [kopyasını çıkarma] muvaffak olduğum Yirmi Dokuzuncu Sözü [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] istinsahım [kopyasını çıkarma] esnasında İkinci Esasın “Medarlar” [kaynak, dayanak] namıyla, “biner mumluk elektrik lâmbaları” hizasına geldiğimde, şöyle bir fikir kalbime geldi. Kalemi bırakarak düşündüm ve düşündüğümü aynen yazıyorum:

Üstadım, beka-yı ruh ve haşir hakkında, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafından bize o hakaike [doğru gerçekler] giden yolu göstermiş. Gösterilen hakikatin yolunda hevesât-ı nefsâniyeye [nefsin gelip geçici arzu ve istekleri] hoş gelmeyen şeyler vardı ki, bize uzun ve karanlık…

İşte, şimdi serâser [yer, dünya] nur olan Sözler ve o Nur fabrikasının elektrik lambaları ve kuvve-i câzibeleri, [çekim gücü] o yolu pek parlak gösterdiği gibi, pek yakından cezb [çekme] edip hemen yakın ve yakından daha yakın olduğunu göstermekle beraber, havf [korku] yerine emniyet, zakkum [Cehennemde bir ağacın ismi] yerine asel bahşediyorlar. Ve fevkalgaye hikmetlerini beyanda aczimi itirafla, lisanımın döndüğü kadar derim:

344

يَا رَبِّى بِحَقِّ اِسْمِكَ الْعَظِيمِ وَبِحَقِّ الْقُرْاٰنِ الْحَكِيمِ وَبِحَقِّ حَبِيبِكَ اْلاَكْرَمِ * 1

Deryâ-yı Nurun başkumandanı olan Üstadımı razı olduğun amel üzerine sâbit ve razı olacağı amelini teshil [kolaylaştırma] ve müyesser kıl. Âmin.

 Ali

• • •

– 205 –

Serâser [yer, dünya] nur olan umum Sözler’in hakikatini beyandaki âli, [yüce] gâli, [pahalı, kıymetli] el yetişmez makam-ı mânâ-yı mefhumunu, değil şimdi zamanın zındıkları, tâ eski inatçı ve bunlara müşabeheti [benzeme] olan Firavunlar, Nemrutlar anlasalardı iman ederlerdi, dedim ve size çok dua ettim.

 Ali

• • •

– 206 –

 Hulûsi Beyin fıkrası. [bölüm]

Yirmi Beşinci Söz, i’câz-ı Kur’ân‘ı [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] çok parlak bir tarzda ispat eden, ehl-i Kur’ân‘a [Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; Kur’âna bağlı olan mü’minler] mesned, [dayanak] melce [sığınak] ve mahzen-i esrar; ve gürûh-u isyan ve tuğyan [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] ve küfrâna [inançsızlık, inkâr] bütün levâzımat-ı harbiyeyi câmi, mühlik bir silâhhane; yıkılmaz, aşılmaz, geçilmez bir sur; burç ve barûsu muhkem, [değiştirilemez] mahûf ve müthiş bir kal’a-i polat ve bedendir.

Hakikat böyle olmakla beraber, Kur’ânî sûra dayanan Kur’ânî kal’aya [kale] iltica eden çok acip ve harika Kur’ânî esrarın tetkikine koyulan, Kur’ân’ı kendilerine

345

delil-i şefî, imam, refik, [arkadaş, yoldaş, yardımcı] muhafız bilen hâdimü’l-Kur’ân namına esrar-ı Kur’ân’a inâyet-i Hakla muttali, [bilme, anlayıp farkına varma] hakaik-i Kur’ân‘a [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] lütf-u Hakla âşina, rumuzat-ı [ince işaretler] Kur’ân’a avn-i Hakla vâkıf, [bir şeye hâkim olacak derecede bilgi sahibi olan] müdakkik, [dikkatli] muarrif, [tanıtıcı, tarif edici] mübeşşir Üstadımdan şunu öğrenmek istiyor ve bunu kalben cidden çok arzu ediyorum…

 Hulûsi

• • •

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

– 207 –

Aziz kardeşim Mustafa Efendi,

Bazı emârelerle ve bazı zevâtın hüsn-ü şehadetiyle bana kanaat gelmiştir ki, zâtınız dahi Müezzinzâde Bekir Efendi gibi bana ciddî bir talebe ve samimî bir âhiret kardeşi olabilirsiniz. Hem senin merhum pederin Hacı Said Efendi, silsile-i duamda çoktan beri dahildir.

Bu defaki gayet kıymettar hediyen olan zemzem suyu ve Medine-i Münevvere hurmasına mukabil, gayet kıymettar ve ehl-i iman [Allah’a inanan] mâbeyninde [ara] nihayet derecede muteber ve ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] başında sâika [insanı belli bir yöne sevk eden duyu] gibi tesir gösteren, Otuz Birinci Söz olan mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] ve şakk-ı kamere [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] dair risaleyi ve vahdaniyet [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] ve marifetullah [Allah’ı bilme ve tanıma] ve

346

muhabbetullaha [Allah sevgisi] dair ve ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] meyanında [bir şeyle bağlantılı olarak, arasında] emsalsiz ve pek meşhur ve nuranî üç mevkıf[bölüm, kısım] olan Otuz İkinci Sözü takdim ediyorum. Eğer zâtınız hattı güzel bir zâtı bulup size, (kendinize) istinsah [kopyasını çıkarma] etsen çok iyi olur. Fakat tashihine dikkat edilsin. Bir iki defa, kardeşim Seyyid Şefik’in muavenetiyle [yardım] mukabele [karşılama; karşılık verme] edilsin. Sonra Bekir Efendi alsın, kendine ve kayınpederine yazdırsın. Eğer zâtınız öyle iyi bir kâtip bulamadınız ise; aslı sana kalmak ve birkaç defa Bekir Efendiyle beraber okumak şartıyla Bekir Efendiye veya Mehmed Efendi veya Hafız Hidâyet Efendi gibi kıymetini takdir eden ve münasip gördüğün zâtlara ver, kendilerine yazdırsınlar.

Haber almışım ki, Arabî olarak eski hurufla [harfler] Matbaa-i Evkafta tab [basma] edilmek izni varmış. Eğer Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetiyle, Türkçe olarak eski hurufa müsaade-i resmî olduğu dakikada ve Bekir Efendi şu iki risaleyi Seyyid Şefik’in taht-ı nezaretinde [gözetim altında, gözaltı] tashihine gayet dikkat etmek şartıyla çabuk tab [basma] ediniz. Tab [basma] masrafını da kesenizden sarf etmeye mecbur değilsiniz. Çünkü, Haşir Sözüne seksen banknotu sarf ettik; üç yüz banknotu kazandık. Demek bunlar satılmayacak mallar değildir. Müslüman ruhları bunlara gıda gibi muhtaçtırlar. Yalnız iki yüze yakın aboneler bulunsa, birisi tab [basma] edilse hem fiyatını çıkarabilir, hem başka risalelerin de tab’ına [baskı basma] medar [kaynak, dayanak] olabilir. Halklardan sadaka kabul etmediğim gibi, kitaplarıma da sadakalarla tab’ını [baskı basma] kabul etmem. Yalnız gayretinizi ve himmetinizi, [ciddi gayret] Onuncu Söz gibi, yalnız yanlışsız ve güzelce tab’ına [baskı basma] ve matbaadaki tashihatına sarf ediniz. Ve birinci olarak tab ettirdiğiniz risalenin mesârif-i tab’iyesi ne kadar ise bana bildiriniz. Ben borç eder, para gönderirim.

Eğer tab’ına [baskı basma] muvaffak oldunuz ise; zâtınız, pederiniz gibi çok sevdiğiniz Medine-i Münevvere ve Mekke-i Mükerreme ahâlisine bir miktar nüsha gönderseniz çok iyi olur. Belki eski hediyelerinizden daha hayırlı hediye hükmüne geçecektir, inşaallah. [Allah dilerse]

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî

• • •

347

– 208 –

 Hulûsi Beye hitaptır.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz kardeşim,

Sizler sabah ve akşam duamda dahilsiniz. Siz dahi beni duanızda dahil ediniz. Şu âlemde mü’minin mü’mine karşı en büyük yardımı dua iledir. Eğer bir adam, dostundan emin ise ki gurura girmez; onu şükre sevketmek için, tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] nev’inden ona ait bir kısım ihsânât-ı Rabbaniyeyi bahsetse beis yoktur zannederim.

İşte, seni gurursuz bildiğim için bu sırrı sana açıyorum. Şöyle ki:

Ben Sözleri yazarken ihtiyarsız [irade dışı] olarak ekser temsilâtı, [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] şuûnât-ı askeriye nev’inde zuhur ediyordu. Ben hayret ediyordum, neden böyle yazıyorum? Sebebini bulamıyorum. Sonra hatırıma geldi ki, belki istikbalde şu Sözler’i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı cân edecek en mühim talebeleri askerîyeden yetişecek. Onun için böyle yazmaya mecbur oluyorum, düşünüp o kahraman askerleri bekliyordum.

İşte mağrur olma, şükret; sen o askerlerden bahtiyar birisisin ki, evvel yetiştin. Yirmi dört adet Sözleri meşâgil-i dünyeviye içinde yazmaklığın, benim bu hüsn-ü zannımı [güzel düşünce] teyid etti. Fakat bâki kalan Sözler çok mühimdirler. Hususan i’câz-ı Kur’ân [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] ve Kader Sözleri… İnşaallah ötekileri sana yazdıran, bunları dahi yazdıracak. Şimdiye kadar yazdığın Sözleri bir vakit gönder, güzelce tashih edip göndereceğim.

Merhum Muallim Cudi’nin kasidesi [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] mübarektir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o zâtı

348

şefâat-i Kur’ân’a mazhar [erişme, nail olma] etsin. Görmemiştim, görmesinden memnun oldum, Allah senden razı olsun. Yazdığın salâvat-ı şerife [Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duaları] ise, onun hususunda birşeye rastgelmedim. Fakat ondaki letâfet [hoşluk, gözellik] ve nuraniyet gösteriyor ki, onun hakkında zikredilen sevaba ve fazilete lâyıktır.

İşittim ki, Onuncu Sözden sen kendi nüshanı pederinize göndermişsiniz. Ben ona mukabil bir nüshayı kardeşime hediye ediyorum. O nüshada, fehmi teshil [kolaylaştırma] edecek çok yerlerinde çizgi çekilmiş. Onu Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, Hüseyin Efendiye veriniz ve daha sair bildiğinize gösteriniz—tâ onlar nüshalarını onun gibi yapsınlar.

Kardeşim, şu gurbet, esaret, yalnızlık vahşetinde Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, sen ve Hüseyin Efendi gibi nurlu dostlarla ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] edip tesellî buluyorum. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] beni de, sizi de tarik-i Haktan [hak ve hakikat yolu] şaşırtmasın. Âmin.

Şeyh Mustafa, Hakkı, Hüseyin ve Edhem Efendilere selâmla dua ederim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

 Âhiret kardeşiniz

Said Nursî

• • •

– 209 –

 Hulûsi Beye hitaptır.

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ زَمَانِكَ الْمَصْرُوفِ لِكِتَابَةِ اَجْزَۤاءِ رِسَالَةِ النُّور * 3

349

Gayyûr, ciddî, hâlis ve muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] âhiret kardeşim,

Evvelen: Size Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfını [bölüm, kısım] gönderdim.Haşiye [dipnot] Dikkatle okuyunuz ve güzelce yazınız. Hatâlar varsa da tashih ediniz. Acele ve hazin bir kalble yazıldığı için, içinde müşevveşiyet [düzensizlik, karışıklık] bulunacaktır.

Saniyen: [ikinci olarak] Muvakkat [geçici] bir fütur, [usanç] bir tembellik sizde ârız [ortaya çıkma] olduğunu yazıyorsunuz. Baharda kanın galeyânından gelen ve gecelerin kısalmasındaki uykusuzluğundan neş’et [doğma] eden ve müstemilerin kalbleri işlere teveccüh [ilgi] etmelerinden tevellüd [doğma] eden rehavet ve füturdan başka, meyanımızdaki münasebet-i ruhiyenin rabıtasıyla, [bağ] musibetin eseri olarak bendeki sarsıntının size in’ikâsı [yansıma] ve sirayet [bulaşma] etmesi mümkündür.

Merhum Abdurrahman’ın vefatı zamanında, bilmediğim halde, o münasebet-i ruhiye cihetiyle fazla bir sarsıntıyı Ramazan-ı Şerifte hissettim. Şimdi anladım ki, şuurî ve ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] olmayan çok in’ikâsât [yansıma] vardır.

Fakat, kardeşim, sen şimdi iki vazifeyi görmekle mükellefsin: Biri, kardeşim Hulûsi Beyin vazifesi; biri de, evlâd-ı mâneviyem ve biraderzâdem ve bir dehâ-i nuranî sahibi olmak pek muhtemel olan Abdurrahman’ın vazifesi de size ilâve edildi. O benim hakikî bir vârisim [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] idi. Yazdıklarımı ve malımı kendi malı telâkki [anlama, kabul etme] ederdi, öyle de sahip oluyordu. Sen de bundan sonra yazı ve sözleri, senin hocanın yazısı diye tutma; kendi malın ve senin sözlerindir bil, öyle sahip ol. Hakkı Efendiye söyle ki, o da kardeşim Abdülmecid yerinde kendini anlasın ve onun vazifesiyle mükellef olduğunu bilsin.

Salisen: [üçüncü olarak] Otuz Üçüncü Sözden başka Söz yazılmak ihtiyacı kalmadı. Hem şer’an çok mübarek bu otuz üç adetten, bazı esbaba binaen vazgeçmeyeceğim. Hem de hakaik-i esasiye-i [temel gerçekler, esas doğrular] Kur’âniye ve imaniyenin elzem ve lâzım olan kısımları hemen ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] itibarıyla yazılmıştır.

350

Ümit ediyorum ki, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kabul etse, tevfik [başarı] verse, yazılanlar dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bulutlarını dağıtmaya kâfidirler. Her derdin devâsı içinde var demeyeceğim; fakat mühlik dertlerin ağleb [çoğunlukla] devâsı, yazılanlarda vardır. Siz onların mütalâasını, kıymettar bir ibadet olan tefekkür nev’inde telâkki [anlama, kabul etme] ediniz. Ve onlardaki ilmi, envâr-ı imandan [iman nurları] ve mârifetullahtan [Allah’ı tanıma, bilme] tasavvur ediniz ki usanç vermesin. Hem sizde ve müstemiînde iştiyak [arzu, istek] olduğu zaman okuyunuz. Bakî selâm ve dua.

Kardeşiniz

Said

Otuz Üçüncünün Birinci Makamına dair sen fikrini yazdın. Beğendiğini gösteriyorsun. Hakkı Efendiyle Müftü Efendi ve sair ihvanların [kardeş] da nasıl bulduklarını anla, bana yaz. Umum kardeşlerime selâm ve dua ediyorum ve onların duasını istiyorum.

 Hulûsi Bey kardeşim, o senin selefine [önce gelen, önceki, yerine geçilen] mektubunu oku, ona acı ve ona dua et.

• • •

– 210 –

 Hulûsi Beye hitaben yazılmış bir mektuptur.

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حِسَابِ اَبْجَدِ اَعْدَادِ حُرُوفِ مَا قَرَأْتَهُ مِنْ اَجْزَۤاءِ رِسَالَةِ النُّور * 2

Sevgili kardeşim,

Seni teşvik için değil, çünkü teşvike muhtaç değilsin. Hem medar-ı fahr [övünç kaynağı] olmak için değil; çünkü fahr ise ucb [kendini beğenme, gurur] ve riyâya medardır. Belki sana medar-ı şükür olmak için diyorum ki:

351

Sen ve Hakkı Efendi benim için yüz ciddî talebe hükmüne geçtiniz. Hattâ diyebilirim ki, kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] beni bu yerlere göndermesi, sizleri şu vazife-i kudsiyede [kutsal vazife] uyandırmak içinmiş. Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin [araştırma ve incelemeye dayanan iman] dersini vermek pek büyük bir fazilettir ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü’min, çok mü’minlere bir nokta-i istinad [dayanak noktası] olur ki, şuursuz olarak avâm-ı mü’minîn o iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] sahibinin kuvvet-i imanına [iman gücü] istinad ederek kuvve-i mâneviyeleri [mânevî güç] kırılmaz; dalâletlere [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] karşı dayanırlar.

İşte şöyle bir derste bulunduğunuz için Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz binler şükretmelisiniz. Ben de Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz binler şükür ediyorum ki, o kuvvetli omuzlarınız yüküm altına girdiği için zaif omuzum ağırlıktan kurtulup ruhum rahat etti. İstirahat bulan ruhum size takdirkârane [takdir eden, beğeniyi ifade eden] ve minnettârâne bakıyor. Ve mes’uliyetten kurtulan kalbim de muvaffakiyetinize [başarı] dua ediyor. Ve icrâ-yı vazife için çok düşünmekten kurtulan aklım da sizi tebrik ediyor. Ben şu vazife-i kudsiyede [kutsal vazife] bilmeyerek istihdam [çalıştırma] olunurdum; siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşaallah, niyet-i hâliseniz, [saf, temiz niyet] benim müşevveş [dağınık, karışık] niyetimi dahi tashih edecektir. Şimdi başka birkaç noktayı size beyan ediyorum.

Evvelen: Yazdığım bazı şeylere dair fikrinizi soruyordum. Maksadım, “Gördüğüm hakikat acaba hakikat midir?” diye sormuyorum. Belki, “Hakikate açılan yol, acaba umuma yol olabilir mi?” diye soruyorum. Çünkü umumun telâkkisini [anlama, kabul etme] sizin kadar bilmiyorum.

Saniyen: [ikinci olarak] Misafir müftüye ve Şeyh Mustafa’ya, size gönderilen mektubun birer suretini verdiğin için iyi ettiniz. Hattâ bana da bir suret gönderiniz. Hem biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] olan o müftünün oğluna deyiniz ki, benim tarafımdan âhiret kardeşim ve Kur’ân hizmetinde arkadaşım ve meşreben [hareket metodu açısından] celâlli [görkemli, haşmetli, yüce] olan pederine yazsın: Selâm, duamla beraber ondan istiyorum ki, beraber götürdüğü envâr-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın nurları]

352

suhulet-i intişarları için irşad [doğru yol gösterme] ve nasihatinde فَقُولاَ لَهُ قَوْلاً لَيِّنًا 1 âyetindeki lûtf-u irşadı [doğru yolu gösterme lütfu, nimeti] kendine rehber etsin…

Rabian: [dördüncü olarak] Sorduğun suallere dair yanımda kitap bulunmadığı için, Hanefî ulemâsının kavillerini [söz, görüş] ve ehâdîsin rivayetlerini şimdilik bilmiyorum. Fakat bence, böyle efdaliyet meselesinde, kabul-i âmmeyi ihsâs [hissettirme, belirtme] eden âdet-i cemaat medar-ı tercihtir. Âdet-i İslâmiye [İslâmın âdeti, geleneği] nasıl gelmiş, o daha efdaldir.

Birinci sualiniz: Eğer Kur’ân okunurken, namazın, tesbihatın tetimmesi [ek] ise, kıbleye karşı duranlar, vaziyetlerini bozmamak evlâdır. Yalnız müezzinin önündeki adam arkasını çevirsin, yahut çekilsin. Eğer Kur’ân müstakil [bağımsız] olarak okunursa, okuyana karşı teveccüh [ilgi] etmek evlâdır. Hem cihât-ı sitte [altı yön] ile mukayyed [kayıtlı] olmayan ruh kulağıyla dinleyen adam kıbleye karşı teveccüh [ilgi] etse; ve cismanî kulağıyla dinleyen adam, okuyana karşı teveccüh [ilgi] etse, evlâdır.

İkinci sualiniz: Cemaatin iştiyakına [arzu, istek] ve okuyanın niyetine göre efdaliyet tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] eder.Haşiye [dipnot]

Üçüncü sualiniz: Üç İhlâs, bir Fatiha, [açılış kısmı, baş, baş kısım] muhtasar [kısa] bir hatim hükmünde olduğundan ona vakit tahdit edilmez. Her vakitte gayet müstahsendir. [güzel görülen, beğenilen]

Dördüncü sualiniz:

اَللّٰهُمَّ اَنْتَ السَّلاَمُ وَمِنْكَ السَّلاَمُ تَبَارَكْتَ يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلاِكْرَامِ * 2

353

kelâmını değil yalnız müezzin, her bir musallî her bir namazın selâmından sonra söylemesi Şâfiîce [şifa verici] sünnettir. Hanefîce dahi, müezzin için her namazda sünnet olması gerektir.

Umum ihvanlara [kardeş] selâm ve bayramlarınızı tebrik ediyorum.

 Âhiret kardeşiniz

Said Nursî

• • •

– 211 –

 Hulûsi Beye yazılan bir mektuptur.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

وَعَلَيْكُمُ السَّلاَمُ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ ضَرْبِ ذَرَّاتِ وُجُودِكُمْ فِى عَاشِرَاتِ دَقَۤائِقِ عُمْرِكُمْ * 2

Aziz kardeşim, hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] arkadaşım, gayretli talebem, sevgili biraderzadem, [kardeş çocuğu, yeğen]

Senin güzel mektubun bana şifalı oldu. Ben ziyade rahatsızken onu okudum, bana bir sürur [mutluluk] verdi, o sürur [mutluluk] dahi o hastalığa bir hiffet [hafiflik] verdi. Şu hastalığın sırrı, insanlardan istiğnâya [bir başkasına ihtiyaç duymama] dair sana yazdığım mektubun kerametidir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Çünkü, o mektubu bir gün iki-üç zâta, onların hediyelerinin adem-i kabulüne [kabul etmeme] medar [kaynak, dayanak] olmak için okudum. Aynı günde o zâtın hanesine gittim. Az bir yemek getirdi, arkadaşlarımın hatırları için bir parça yedim. Hiç hatırıma gelmedi ki, o günde o hakikatli mektubu o yemek sahibine okudum, şimdi muhalefet ediyorum. Yemekten sonra hatırıma geldi. Fakat “Hediye kabul edemiyorum, belki yemek

354

yenilir” tahmin ettim. Fakat يَقُولُونَ مَا لاَ يَفْعَلُونَ 1 altına girdiğimden, öyle bir şiddetli tokat yedim ki, bu dört senede böyle hastalık görmemiştim. Fakat Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrettim ki, bir-iki senedir bazı emareler ve hâdiselerle zannettiğim bir hakikat, bu tokatla gayet kat’iyetle göründü.

Şeyh Mustafa’ya benim tarafımdan geçmiş olsun de ve şu hikâyeyi ona söyle:

Eskide iki ciddî âhiret kardeşleri varmış. Biri hasta düşer; ötekisi ziyaretine gitti. Dua eder, hasta iyi olmaz. “Öyleyse sen kalk, ben yatacağım” demiş. Hasta kalkmış, onun yerine hasta olarak yatmış. Her neyse… Demek Şeyh Mustafa ile kardeşliğimiz ciddîleşmiş ki, ben hastalığına dua ettim, kabul olmadı. Fakat birkaç gün devamı mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] olan hastalığının bir parçası bana verildi. İnşaallah ona bir parça hiffet [hafiflik] gelmiştir.

Sözler hakkında hüsn-ü şehadetiniz, bana büyük bir tesellî verdi. Vazifemin bitmediğine dair burhanlarınız [delil] gayet kuvvetlidirler; lâkin ben gayet kuvvetsizim. Fakat Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tevekkül edip, o burhanlara [delil] serfürû ediyorum.

Cemaate Sözler’i okumak zamanında, sendeki hissiyât-ı âliye ve fazla inkişaf [açığa çıkma] ve fedakârâne hamiyet-i diniye [dinin koruyuculuğu] galeyanının sırrı şudur ki:

Velâyet-i kübrâ [en büyük velâyet] olan veraset-i Nübüvvetteki [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] makam-ı tebliğin envarı [nurlar] altına girdiğin içindir. O vakit sen, dellâl-ı Kur’ân Said’in vekili, belki mânen aynı hükmüne geçtiğin içindir.

Gurbet mektubuyla kamer [ay] ve zemin ve seyyarata [gezegenler] dair mektubuma cevap verilmemesinin sebebi şu olmak gerektir ki: Gurbet Mektubu, bütün dünyayı unutmak hissiyle yazılmıştır. Sen dünyayı unutmak değil, belki vazife itibarıyla en sathî [sığ, yüzeysel] maddiyatla zihnin meşbû olduğu bir zamanda, herhalde o gurbetteki zevki bulamadın. Ve o Mektubun tam derecesini, muvakkaten [geçici] perde çekilmiş olan parlak zekâvetin [zeki oluş] kavrayamadı ki, cevap yazamadı.

Öteki Mektup, çok yüksek ve çok geniş hakaika [doğru gerçekler] işaret ettiği ve hadsiz âlem-i ulvînin [yüce âlem] ve nihayetsiz âlem-i mânevînin [mânevî âlem, madde ötesi âlem] bir nevi haritasına işaret ettiği için, sâfî,

355

meşgalesiz, arzî ve arzlılardan [dünyalılar] sıyrılıp yukarıya çıkan bir akıl lâzımdı. Halbuki, benim gayretli kardeşim, o vakit zeminin haritasını alacak bir vazifeyle meşgul olduğundandır ki, o ulvî ve pek keskin zekâvetin, [zeki oluş] o Mektuba karşı sükûtu iltizam [kabul etme, taraftarlık] etmeye mecbur olmuş.

Said Nursî

• • •

– 212 –

بِاسْمِهِ ﴿ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ ﴾ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ اَيَّامِ الْفِرَاقِ * 1

Aziz, sıddık, vefâdar, hakikatli, fedakâr kardeşlerim Nuh Bey, Molla Abdülmecid, Molla Hamid,

Çok mübarek hediyenizi açtık, gördük ki, Van hediyesi değil, belki Medine-i Münevvere ve Ravza-i Şerifenin mübarek kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] hediyesidir. Hem fiyatı, üstünde yazıldığı gibi yirmi beş lira değil, yirmi beş bin liradan fazla mânen kıymetlidir. O mübarek hediyeyi Medine-i Münevvere namına, bu havalideki Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmetinde hâlis hizmetkârlarına ve benim arkadaşlarıma tevzi[(sahiplerine) dağıtma] etmek için, aler-re’s-i vel’ayn kabul ettik. Fakat bu manevî hediyenin ehemmiyetli bir sırrı bulunduğu bana ihtar edildi. Yani Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz bin şükür ediyorum ki, Kur’ân’a ve zât-ı Risalete [Allah’ın elçisi olan zât, Hz. Muhammed (a.s.m.)] hizmetimizin bir alâmet-i makbuliyeti nev’inden olarak, bir iltifat-ı Nebevîyi hissettim. O sırrı size açmak münasip görüldü. Şöyle ki:

356

Şimdi bu mektubu yazan kâtiple kardeşi Mesud beraber bir gün, üç aydan beri bahsi geçmediği Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Ağanın bahsi geçti. Beraberimde kâtip Tevfik‘le [başarı] Mesud’a dedim: “Bütün kitapları Diyarbakır’daki Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Ağaya göndereceğiz. Tâ ya Şâm-ı Şerif tarafına, ya Van’daki sıddıklara ulaştırsın.” Bu sözümüz ve meşveretten [danışma] dört saat sonra, aynen o Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Ağa habersiz çıktı geldi.

Aynı günde siyah bir mürekkebimiz [yazı için kullanılan sıvı] vardı. “Keşke güzel bir kırmızı mürekkebimiz [yazı için kullanılan sıvı] olsaydı” dedik. Biraz o mürekkepten [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] taş üzerine döktük; siyah ve mor idi. Sonra yazmaya başladık. Tam istediğimiz tarzda kırmızı oldu. Bu hale yedi-sekiz kişi pek çok hayret ettik. Bu işi de bir fâl-i hayr addettik. “Fesübhânallah,” [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] dedik, “bunda bir sır var.” Sonra birden bire hatırıma geldi: Şâm-ı Şerifte eniştem Molla Said var; bir kısım kitapları Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Ağaya verip göndereceğim” dedikten sonra, tam bir sıddık olan Nuh Bey hatırıma geldi. Evvel başka memleket niyetiyle, sonra İstanbul’daki kardeşlerin istemesiyle, siyah tali’imiz suretini değiştirip parlayacaktır, diye mânâ verdik. Sonra Mısır’a niyet edip yazdırdığım kitapları, en lâyık Van’ı ve en sâdıkı Nuh’u gördüm, ona göndereceğim diye, Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Ağa gittikten sonra, onun arkasından Burdur’a kadar gönderdim.

Sonra bu işte öyle bir muvaffakiyet [başarı] ve teshilât [kolaylık] göründü ki, şüphe bırakmadı ki, burada bir sır var. Nazar-ı dikkati celb [çekme] etti. Dikkat ettik ki, evvelki mektupta size yazdığımız gibi, İstanbul’da oturan bir adam, üç defa buraya misafireten gelerek, onun eliyle Nuh Beyin üç defa mektup telgrafı elime geçiyor. Ve en sevdiğim Hulûsi Bey ve Molla Abdülmecid ve Molla Hamid ve Hoca Abdülmecid Efendilerin selâmları ve isimlerini bir mektupta, yine o Mehmed Efendi geçen sene bana o getirdi. Dedim: Bu bir işaret-i inâyettir; bu tesadüfî değil.

Sonra Nuh’un hediyesi, yirmi beş liralık kıymetinde bir teneke, bizim namımıza geldiğini işittik. Arkadaşlarla beraber hesap ettik ki, biz burada hangi tarihte kitap hediyelerini Nuh için hazırlıyorduk aynı tarihte, Nuh, habersiz olarak, kırk gün mesafede, bize o nisbette ve mânâ cihetiyle onun gibi mübarek hediyeyi hazırlıyordu. Bu tevafuk kat’iyen [kesinlikle] tesadüf değil. Hattâ bir kısım dostlar dediler ki, bu Nuh Beyin kerametidir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] “Acaba Nuh Beyin kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] var mı ki,

357

biliyormuş gibi mukabilini gönderiyor?” dediler. Dedim ki, “İhlâsın ve sadakatin dahi velâyet [velilik] gibi kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] var. Belki, bazan daha fevkindedir.” [üstünde]

Hediyenin vürudundan sonra, bir ay kadar kaza merkezinde bıraktık, almadık. Sonra Nuh’un mektubunu aldıktan sonra getirterek açtık, hayrette kaldık. Tasavvurumuzun bütün bütün fevkinde [üstünde] çıktı. Bu teberrüke karşı istiğnâ [bir başkasına ihtiyaç duymama] değil, belki bir iltifat-ı Ravza-i Mutahhara olduğundan, ona karşı dilencilikle iftihar ediyorum. كُلُّ شَىْءٍ مِنَ الْحَبِيبِ حَبِيبٌ sırrınca, “Habîb‘in [sevgili] diyarından gelen herşey mahbubdur.” Ve onun içinde bir, bilhassa Ravza-i Mutahharanın [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kabri ile minberi arasındaki şerefli alan, saha] levha-i müzeyyene ve münevveresi [aydın] vardı. Bir kısım san’at-ı İlâhiyenin [Allah’ın san’atı] bir nevi küçük müzehanesi şekline getirdiğim hücremin duvarına, o levha-i mübarekeyi dahi tâlik [sonraya bırakma] ettim ve karşısında oturdum; derince, müştâkane [arzulu, aşırı istekli] temâşâya başladım. Birden, o levhada bana ihtar eder gibi kalbime geldi: Bizler senin risalelerinin mânidar işaretleriyiz. Fesübhânallah [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] dedim, bu hediye içinde sırlar var.

Tetkike başladım. Baktım ki, gönderdiğim risaleler kaç parçadır; herbir parçaya mukabil bir nevi hediye var. Yirmi bir parça, hem risalelerden hem teberrükten [bereket vesilesi] saydım. Bu çeşit teberrükü, [bereket vesilesi] şimdiye kadar işitmemiştim. Hiçbir hacı böyle bir zamanda, böyle merak edip, her neviden bir kısım alsın hem benim hesabıma Medine-i Münevverenin mübarek eşyasını bana ayırıp göndersin… Bu demek Nuh muh işi değil. Ravza-i Mutahhara [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kabri ile minberi arasındaki şerefli alan, saha] sahibinin bu teberrük [bereket vesilesi] içinde bir iltifatı vardır.

Madem kitapların parçaları ve hediyelerin nevileri birbirine tevafuk ediyor. Öyleyse her bir nevi, bir nevi kitaba işareti var, münasebeti var. Şu gözümün önündeki levha ise, Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] namında aslı beş parçadan ibaret On Dokuzuncu Mektuba muvafakat münasebeti var. Çünkü, şu levha o Ravza-i Mutahharanın [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kabri ile minberi arasındaki şerefli alan, saha] ve Hücre-i Saadetin suretini gösterdiği gibi, Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] risalesi dahi, Asr-ı Saâdetin [Peygamberimiz (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] manevî suretini almıştır. Şu beş minare, o beş parçaya işaret ediyor. Şu kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] Risalesine bakıyor.

358

Öyleyse, sair nevilerin dahi, risalelerin nevilerine işaret eder diye, dikkat ettim ki, yedi nevi hurma gönderilmiş. Bir parçası büyükçe, otuz üç tane kadar. Fesübhânallah, [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] dedim, yedi nev’i göndermekte ne mânâ var? Birden kalbime geldi ki: İman-ı billâha dair yedi nevi ile aynı hakikat yazılmış, Van’a gönderilmiş. Dikkat ettim: Evet, mevzu vahdâniyet-i İlâhiye [Allah’ın bir ve tek olması] olduğu halde, Yirminci Mektupla sureti küçük, mânâsı pek büyük zeyliyle [ek] ve Yirmi İkinci Söz herbiri birer risale, Birinci Makam, İkinci Makamı ve Otuz İkinci Söz Üçüncü Mevkıfı [bölüm, kısım] ile evvelki iki mevkıf [bölüm, kısım] herbiri birer risale hükmünde ve Otuz Üçüncü Mektup, Otuz Üç Pencere ile yedi risaledir. O da aynen yedi nevi envâr-ı mârifetullahtan bir şems-i hakikatin [hakikat güneşi] ziyasındaki elvân-ı seb’a [yedi renk] gibi bir mahiyet gösterdiğinden, Medine-i Münevverenin hediyesi içinde hakikat-i hurmadan yedi nevi Nuh Beyin eline verilip buraya kadar gönderilmesi, o yedi nura tevafukla bir makbuliyet [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] işareti veriyor dedik, Allah’a şükrettik.

Hem o neviden birisi otuz üç tane olması, o risalelerin birisi otuz üç pencere olması ve hediye içindeki tesbih üç defa otuz üç olması, Otuz Üçüncü Sözün Otuz Üçüncü Mektubunda otuz üç penceresine muvafakati, Nuh’u ihtiyarsız, [irade dışı] sırf bir vasıta-i zahirî olarak bize gösterdi. Nuh’a değil, belki Ravza-i Mutahharaya [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kabri ile minberi arasındaki şerefli alan, saha] karşı minnettarâne, müteşekkirâne [teşekkür ederek] baktık.

Sonra, o mübarek mâ-i zemzem, [zemzem suyu] büyükçe bir şişe ve parlak nuranî bir surette içinde çıkması… Dedik ki: Madem o levha-i mübareke Mu’cizât-ı Ahmediyeye, [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] o yedi nevi hurma mârifetullaha [Allah’ı tanıma, bilme] ve resâil-i tevhide işaret var. Elbette bu mâ-i zemzem [zemzem suyu] dahi, âb-ı hayatın [hayat suyu] mâ-i zemzemesini [zemzem suyu] kâinata dağıtan Kur’ân-ı Mübînin [hak ve hakikatı açıklayan Kur’ân] menbâı ve birinci mahall-i nüzulü bi’r-i zemzeme civarı olduğundan Yirmi Beşinci Söz olan i’câz-ı Kur’ân‘a [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] işaret vardır. Ve alâmet-i makbuliyet olarak telâkki [anlama, kabul etme] ediyoruz.

Said Nursî

• • •

359

– 213 –

 Hulûsi Beye yazılmıştır.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Sual: İmam-ı Gazâlî’nin “Neş’e-i uhrâ, [âhirette ikinci kez diriltilme] neş’e-i ûlâya [insanın ilk yaratılışı] bütün bütün muhaliftir” demesinin sebebi?

Elcevap: Hüccetü’l-İslâm [delil] İmam-ı Gazâlî’nin “Neş’e-i uhrâ, [âhirette ikinci kez diriltilme] neş’e-i ûlâya [insanın ilk yaratılışı] bütün bütün muhaliftir” demesi, mahiyet ve cinsiyet itibarıyla değildir. Çünkü, يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ 2 ve هُوَ الَّذِى يَبْدَؤُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ 3 gibi çok âyetlerin sarahatine [açıklık] muhalif olur. O muhalefet, keyfiyet ve suret itibarıyladır. Hem de umur-u uhreviyenin [âhirete ait işler] mertebece fevkalâde yüksek olmasına işarettir. Hem de Gazâlî’nin haşr-i cismaniyle beraber haşr-i ruhânînin dahi vuku bulmasına, bazı ehl-i bâtına taklit ve mümâşât [maslahat yolunu, anlaşma tarzını seçme] cihetiyle bir işaretidir.

Sual: Sa’d-ı Taftazanî biri hayvanî, diğeri insanî olmak üzere ruhu ikiye taksim ettikten sonra, “Mevte [ölüm] mâruz kalan, yalnız ruh-u hayvanîdir. Ruh-u insanî [insan ruhu] ise mahlûk değildir ve onunla Allah beyninde [arasında] nispet ve sebep yoktur. Cesetle kaim [ayakta duran] olmayıp müstakill-i [bağımsız] bizzattır” demesinin sebebi ve izahı?

Elcevap: Sa’d-ı Taftazanî٫nin اَلرُّوحُ اْلاِنْسَانِيَّةُ لَيْسَتْ مَخْلُوقَةً 4 demesi; قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى 5 sırrıyla—beka-yı ruh bahsinde beyan edildiği gibi—ruhun mahiyeti, zîhayat [canlı] bir kanun-u emir, zîşuûr bir âyine-i ism-i Hayy, zîcevher  

360

bir cilve-i hayat[hayat görüntüsü, yansıması] sermedî [daimi, sürekli] olduğundan mec’uldür. Bu cihetle, mahlûktur denilemez. Fakat Sa’d, Makasıd ve Şerhu’l-Makâsıd’da, bütün muhakkıkîn-i İslâmın icmâına ve âyât ve ehâdîsin nusûsuna [hükmü açık olan Kur’ân ve hadis metinleri] muvafık olarak, “O kanun-u emir, vücud-ı hâricî giydirilmiş, sair mahlûkat gibi mahlûk ve hâdistir” demiştir. Sa’d’ın ezeliyet-i ruha kail [inanmış] olmadığına bütün âsârı [eserler/asırlar] şahittir.

ٌلَيْسَتْ بَيْنَهَا وَبَيْنَ اللهِ نِسْبَة 1 demesi, hulûl [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] gibi bâtıl bir mezhebin reddine işarettir. Hayvânâtın ruhları dahi bâkîdir; kıyâmette yalnız cesetleri fenâ bulur. Mevt [ölüm] ise fenâ değil, belki alâkanın kesilmesidir. وَلاَ سَبَبَ 2 demesi, esbâb-ı zahiriyenin tavassutu [vasıta olma, aracılık etme] ve Azrail aleyhisselâmın kabz-ı ervâh [ruhların bedenden alınması işlemi] hususundaki münâcâtı [Allah’a yalvarış, dua] bahsinde denildiği gibi, ruhun doğrudan doğruya perdesiz, vasıtasız icad edilmesine işarettir. اِسْتَقَلَّتْ بِذَاتِهَا 3 demesi, beka-yı ruh ispatında denildiği gibi, “Ceset ruha dayanır, ayakta kalır. Ruh ise bizâtihî kaimdir. [ayakta duran] Ceset harap olursa daha ziyade serbest olur, melek gibi göğe uçar” demektir ve bâtıl bir mezhebin reddine işarettir.

• • •

 (Hususî kısmı)

Haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair, Sûre-i Rûm’da.. وَمِنْ اٰيَاتِهِ… وَمِنْ اٰيَاتِهِ… وَمِنْ اٰيَاتِهِ … haşrin, ayrı ayrı çok kuvvetli burhanlarını [delil] mu’cizâne beyan eden o âyetlerin ilhamı [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ile,

361

o âyetlere bir tefsir yazmak niyetinde olduğum vakitte, bu suallerin sorulması, lâtif [berrak, şirin, hoş] bir tevafuktur.

وَاَزْوَاجَهُمْ وَاَوْلاَدَهُمْ 1 fıkrasını [bölüm] dua ve münâcâtımda [Allah’a yalvarış, dua] ilâve ettiğim dakikada hatırıma geldiniz. Bu nevi duada dahi birinciliği kazandınız. Kalben, kalemen, bilfiil alâkadar olmak şartıyla, yirmi dört saatte yüz defa, tasavvurca beş yüz defa, manevî kazanç ve duamda hissedar olmaya müstehak olmanızı arzu ettiğim bir vakitte bu sualleriniz, beni sizin hesabınıza çok mesrur [mutlu] etti ve bir beşaret [müjde] oldu.

Said Nursî

• • •

– 214 –

 Hulûsi Beye hitaptır.

بِاسْمِ مَنْ ﴿ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ ﴾ وَعَلَيْكُمُ السَّلاَمُ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ عُمْرِكُمْ عَمَّرَكُمُ اللهُ بِالسَّلاَمَةِ وَالْعَافِيَةِ * 2

Aziz kardeşim,

Evvela: Mektubun bana tesir etti. Fakat hakikati düşündüm, o teessür [üzülme, etkilenme] gitti. İşte hakikat şudur ki:

Mâbeynimizdeki [ara] münasebet ve uhuvvet [kardeşlik] inşaallah [Allah dilerse] hâlis ve lillâh için olduğundan, zaman ve mekânla [içinde bulunulan yer ve zaman] mukayyed [kayıtlı] olmaz. Bir şehir, bir vilâyet, bir memleket, belki küre-i arz, [yer küre, dünya] belki dünya, belki âlem-i vücut, iki hakikî dost için bir meclis hükmündedir. Böyle dostluk ve kardeşliğin firakı [ayrılık] yok, hep visaldir. [kavuşma] Fâni, mecazî, dünyevî dostluklar sahipleri, firakı [ayrılık] düşünsün, bize ne?

362

Mezhebimizde (mesleğimizde) firak [ayrılık] yok. Sen nerede bulunsan, şu kardeşinle ellerinizdeki Sözler vasıtasıyla sohbet edebilirsin. Ben de istediğim zaman, seni yanımda dergâh-ı İlâhîye [Allah’ın yüce katı, makamı] beraber el açıp niyaz etmek suretinde görebilirim. Eğer kader sizi başka bir yere gönderirse, اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ 1 hükmünce, kemâl-i rızayla [tam bir memnuniyet, hoşnutluk] teslim ol. Hem senin gibi, inşaallah [Allah dilerse] kalbi selîm, aklı müstakîm, [doğru, istikametli] hakikî iman dersini veren zâtlara başka yerler daha ziyade muhtaçtır. Orada (Eğirdir’de) lillâhilhamd [Allah’a hamd olsun] imana çok hizmet ettin. Eğirdir’den ziyade başka yerler belki daha muhtaçtır.

Saniyen: [ikinci olarak] Sorduğun birinci suale senin kalbini tevkil [vekalet verme] ediyorum. Nasıl fetva verirse, ben de öyle razıyım. Merâtib-i dünya, nokta-i nazarımda [bakış açısı] pek ehemmiyetsiz olmakla beraber, senin gibi mertebesini hizmet-i Kur’ân’a medar [kaynak, dayanak] edenler için, minnet altına ve zillete [alçaklık] girmemek şartıyla hoş görüyorum. İkinci sualin ise, peder ve validenin arzuları pek mühimdir. Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bir âyet-i kerimede, beş tarzda onlara karşı şefkat ve hürmeti emreder. Eğer suhuletle [kolaylıkla] arzuları yerine gelmek kabilse yaparsınız.

Salisen: [üçüncü olarak] Aziz kardeşlerim, bahar ve yazın meşgaleleri, hem gecelerin kısalması, hem şuhûr-u selâsenin [üç aylar; Receb, Şaban ve Ramazan ayları] gitmesi ekser kardeşlerimin bir derece hisse alması ve daha sair bazı esbabın bulunması, elbette bir derece neş’eli kış dersine fütur [usanç] verir. Fakat onlardan gelen fütur, [usanç] size fütur [usanç] vermesin. Çünkü o dersler, ulûm-u imaniyeden [iman ilimleri] olduğu için, bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bâhusus, [bilhassa, özellikle] siz daima bir-iki hakikî kardeşi de bulursunuz.

Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zîşuur [akıl ve şuur sahibi] çok mahlûkatı vardır ki, hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] istimâından [dinleme] çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemileriniz çoktur.

363

Hem mütefekkirâne [gerçek nimet verici olan Allah’ı düşünürek] o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî ziyneti ve medar-ı şerefi [şeref kaynağı] olduğuna işareten biri demiş:

آسْمَانْ رَشْكْ بُرَدْ بَهَرْ زَمِينْ كِه دَارَدْ

يَكْ دُوكَسْ يَكْ دُو نَفَسْ بَهْرِ خُدَا بَرْ نُشِينَنْدْ

Yani, semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen [katıksız, samimi olarak] lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] çok güzel âsâr-ı rahmetini [rahmet eserleri] ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını [san’at eserleri] birbirine göstererek Sânilerini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.

Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir-iki defa düşünülse kâfi [yeterli] gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi, her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u imaniye [iman ilimleri] bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler ekseriyet itibarıyla inşaallah [Allah dilerse] o cümledendir.

Bütün kardeşlerimize birer birer selâm ediyorum. Zannederim mufarakat [ayrılık] ihtimalinden, ikimizden ziyade Hakkı Efendi kardeşimiz, daha ziyade sevap kazanmak emâresi olarak, daha ziyade müteessirdir. [etkileme, tesiri altında bırakma] Fakat Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hakkımızda çok emarelerle inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve rahmetini gösterdiğinden, surî [görünüşte] iftirakımız [ayrılık] vuku bulsa, bir eser-i inâyet [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] ve rahmet olduğunu telâkki [anlama, kabul etme] etmeliyiz.

Rabian: [dördüncü olarak] Sizin gibi hakikate yetişmiş ve hakikatteki hakikî tesellî ve esaslı sevinci bulmuş zâtlara, envâr-ı imaniyenin [iman nurları] ve esrar-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’daki sırlar] neşirlerine karşı—ehl-i dalâletin ve şeytanların desâisle tehacümünden [her taraftan hücum etme] neşet eden [doğan, kaynaklanan] müşkülât ve gam ve kedere karşı sabır ve metanet [gayret, kararlılık] et ve hüzün ve merak etme—demeye ihtiyaç hissetmem.

364

Hem her vakit beklediğim, ehl-i zındıkanın [dinsizler] bana hücumu gayretli talebem, cesaretli biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] olan uhrevî kardeşimden başlaması muhtemel olmakla beraber, hıfz-ı Kur’ânî her müşkülâta galip ve lezzet-i hizmet-i imaniye her kederi unutturur itikadında [inanç] olduğumdan, seni teşcî [cesaretlendirme] ve teşvike lüzum görmem.

Râkımü’l-Hurûf Hafız Halid sana selâm eder, duanı ister.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

 Ahiret kardeşiniz

Said Nursî

• • •

– 215 –

Üçüncü Mektubun baş kısmı.

بِاسْمِ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ بِكَلِمَاتِ النُّجُومِ وَالشُّمُوسِ وَاْلاَقْمَارِ وَالسَّيَّارَاتِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَعَلٰۤى اِخْوَانِكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ النُّجُومِ فِى السَّمٰوَاتِ * 2

Aziz kardeşim ve sevgili arkadaşım,

Şimdi yüz tabakalık fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir sarayın, en yukarı menzilinde bulunuyorum. Sen de mânen burada hazır ol. Bir parça sohbet edip konuşacağız. İşte kardeşim,

Evvelâ: Evvelki mektubumda, bütün Sözlere dair sual etmiştim ki: İçlerinde cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilecek hakikatler var mı? Veyahut avâma izharı [açığa çıkarma, gösterme] muzır [zararlı] şeyler bulunuyor mu? Yoksa yalnız Otuz İkinci Sözün Üçüncü Maksadı için değildi.

Saniyen: [ikinci olarak] Sana Nokta risalesini [Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer almaktadır] gönderiyorum. Acîptir ki, Eski Said’in kuvvet-i ilmiyle, nazar-ı aklıyla anladığı ve gördüğü hakikatleri, senin kardeşin şuhud-u kalbiyle, nur-u vicdanla gördüğüne tevafuk ediyor. Yalnız bazı cihetlerde noksan kalmıştır ki, Yirmi Dokuzuncu Sözde [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] edilmiş. Hususan âhirdeki

365

remizli [işaretli] nükte [derin anlamlı söz] ve o remizli [işaretli] nüktenin [derin anlamlı söz] sırrı beyanında, çok hakikatler Nokta’da yoktur, Yirmi Dokuzuncu Sözde [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] vardır. Fakat birbirinden çok uzak bu iki Said’in aklı, kalbi, bu derece ittifakı aciptir.

Salisen: [üçüncü olarak] Şeyh Mustafa’ya selâmımı tebliğle beraber de ki: Yazdığın Kader Sözü beni çok memnun etti. Duayla kardeşlik hakkını edâ ettiğin gibi, bunun yazmasıyla talebelik hukukunu dahi kazâ [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] ettin. Allah senden razı olsun. Yazdığını Abdülmecid’e gönderiyorum. O yüzlerce adama okutturacak; herbirisinden sevap sana gelecek.

Rabian: [dördüncü olarak] Kardeşimiz Abdülmecid’e bir mektupla bazı Sözleri gönderiyorum. Sen gayet emniyetli bir tarzda postaya ver. Adres: “Ergani-i Osmaniyede esnaftan [sınıflar] Vanlı Şehabeddin Efendi vasıtasıyla Vanlı Abdülmecid Efendiye.” Bu adresi yeni hurufla [harfler] mektuba ve emanete yazınız.1

جُو لاَاِلٰهَ اِلاَّ اللهُ بَرَابَرْ مِيزَنَنْد هَرْشَىْ دَمَادَمْ جُويَدَنَدْ يَاحَقْ سَرَاسَرْ كُو يَدَنْد يَاحَىْ * 2

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 3

Kardeşiniz

Said Nursî

– 216 –

Mektubat’ta On Sekizinci Mektup’un başı ve İkinci Mesele-i Mühimmedeki [önemli mesele] sualinin cevabına bir zeyildir. [ilave, ek]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 4

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 5

366

Aziz, sıddık, muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] kardeşim Hulûsi Bey,

Suallerinize dair bir cevap yazmıştım. Kardeşimiz Hüsrev bir izah istedi. O zât ruhen size benzediği için, onun istizahına sen de iştirak ettiğini tahayyül [hayal etme] ettim. Bu zeyli [ek] yazdım, size gönderdim.

Hem Keramet-i Gavsiyenin birinci satırına dair bir parça gönderildi, onun âhirine yazarsınız. Hem Keramet-i Gavsiye ile münasebettar [alâkalı, ilgili] bir nükte-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’daki çok ince ve zarif mânâ] gönderdik. Meşrebimize [hareket tarzı, metod] muhalif olan bu izhar-ı esrara beni sevk eden mânevî ihtarla kardeşlerimizin sa’ye [çalışma] ziyade şevk ve gayrete gelmelerine bir vesile olmasıdır.

Hakikaten bir vakit fütur, [usanç] geldi. Tevafuk çıktı, şevki tazelendirdi. Bir zaman yine fütur, [usanç] baş gösterdi. Keramet-i Gavsiye çıktı, gayreti çok ziyadeleştirdi. Ben bu hâletten [durum] anladım ki, izharından [açığa çıkarma, gösterme] hizmetimize zararı yok; olsa olsa nefsime zarardır. Zaten nefsim hizmete feda olmaya hazırdır. Başta muhterem pederiniz, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman, Kemaleddin, Ömer Efendi olarak risalelerle alâkadar olan zâtlara selâm ve dua ediyorum ve dualarını istiyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said

• • •

367

– 217 –

Hulûsi’nin ikinci suâlinin cevabına bir zeyildir. [ilave, ek]

Sual: Muhyiddin-i Arabî, vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] meselesini en yüksek bir mertebe telâkki [anlama, kabul etme] ettiği gibi, ehl-i aşk [aşk ehli, Allah aşıkları] bir kısım evliyâ-i azîme [büyük veliler] dahi ona ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmişler. Bu mes’elenin en yüksek mertebe olmadığını, hem hakikî olmadığını, belki bir derecede ehl-i sekir ve istiğrâkın [türü kapsayacak şekilde umumi hâle getirme] ve ashâb-ı şevk ve aşkın meşrebi [hareket tarzı, metod] olduğunu diyorsun. Öyle ise, muhtasaran [kısa] sırr-ı verâset-i Nübüvvetle [Peygamberlik varisliğinin sırrı] ve Kur’ân’ın sarâhatiyle [açıklık] gösterilen Tevhîdin yüksek mertebesi hangisidir? Göster.

Elcevap: Benim gibi hiç ender hiç, [hiç içinde hiç] âciz bir bîçârenin kısa fikriyle bu yüksek mertebeleri muhâkeme etmek, yüz derece haddimin fevkindedir. [üstünde] Yalnız, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] feyzinden gelen gayet muhtasar [kısa] bir iki nükteyi [derin anlamlı söz] söyleyeceğim; belki bu meselede faidesi olacak.

BİRİNCİ NÜKTE: [derin anlamlı söz] Vahdetü’l-vücudun [Allah’ın birliği] meşrebine [hareket tarzı, metod] ve saplanmasına çok esbab [sebebler] var. Onlardan bir ikisi kısaca beyan edilecek.

Birinci sebep: Mertebe-i Rubûbiyetin hallâkıyetini [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] âzamî derecede zihinlerine sığıştıramadıklarından ve sırr-ı Ehadiyet [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] ile herşeyi bizzat kabza-i Rubûbiyetinde tuttuğunu ve herşey kudret ve ihtiyar ve irâdesiyle vücud bulduğunu kalblerine tam yerleştiremediklerinden, “Herşey Odur” veyahut “yoktur” veya “hayaldir” veya “tezâhüriyetidir” veya “cilveleridir” demeye kendilerini mecbur bilmişler.

İkinci sebep: Firâkı [ayrılık] hiç istemeyen ve firaktan [ayrılık] şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve bu’diyetten [uzaklık] Cehennem gibi korkan ve zevâlden [batış, kayboluş] gayet derece nefret eden ve visâli, [kavuşma] rûhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti [yakın] Cennet gibi hadsiz bir iştiyakla [arzu, istek] arzulayan aşk sıfatı, herşeydeki akrebiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın kula olan yakınlığı] bir cilvesine

368

yapışmakla, firak [ayrılık] ve bu’diyeti [uzaklık] hiçe sayıp, likâ ve visâli [kavuşma] dâimî zannederek “Lâ mevcude illâ Hû[Ondan başka hiçbir varlık yok] diye, aşkın sekriyle ve o şevk-i bekà ve likâ ve visâlin [kavuşma] muktezâsıyla, [gereklilik] gayet zevkli bir meşreb-i hâli vahdetü’l-vücudda [Allah’ın birliği] bulunduğunu tasavvur ederek, müthiş firaklardan [ayrılık] kurtulmak için, o vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] meselesini melce[sığınak] ittihâz etmişler.

Demek birinci sebebin menşei, [kaynak] aklın gayet geniş ve gayet yüksek olan bazı hakàik-ı îmâniyeye [iman hakikatleri] yetişmediğinden ve ihâta [kavrayış] edemediğinden ve aklın îmân noktasında tamamıyla inkişâf [açığa çıkma] etmediğindendir. İkinci sebebin menşei, [kaynak] kalbin aşk noktasında fevkalâde inkişâfından [açığa çıkma] ve hârikulâde inbisâtından ve genişliğinden ileri gelmiştir.

Amma sarâhat-i [açıklık] Kur’âniye ile verâset-i Nübüvvetin [Peygamber varisliği] evliyâ-i azîmesi [büyük veliler] ve ehl-i sahv [uyanık iken hakikatleri görerek onlara ulaşan Allah dostları] olan asfiyânın gördükleri mertebe-i uzmâ-yı Tevhid ise, hem çok yüksektir, hem rubûbiyet [Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] ve hallâkıyet-i İlâhiyenin [Allah’ın kendi zatına yaraşan yaratıcılığı] mertebe-i uzmâsını, [en büyük mertebe] hem bütün esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] hakikî olduklarını ifade ediyor. Ve esâsâtını [esaslar] muhâfaza edip, ahkâm-ı Rubûbiyetin muvâzenesini bozmuyor. Çünkü derler ki:

Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ehadiyet-i zâtiyesiyle ve mekândan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] iyetiyle [bir yerle sınırlı olmayan] beraber, herşey bütün şuûnâtıyla, [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] doğrudan doğruya ilmiyle ihâta [kavrayış] ve teşhis edilmiş ve irâdesiyle tercih ve tahsis edilmiş ve kudretiyle ispat ve îcâd edilmiştir. Bütün kâinatı birtek mevcud [gerçek varlık sahibi olan Allah] gibi îcâd ve tedbir ediyor. Bir çiçeği kolaylıkla halk ettiği gibi, koca baharı dahi o suhûletle [kolaylık] halk eder. Birşey birşeye mâni olmaz. Teveccühünde [ilgi] tecezzî [bölünme, parçalanma] yoktur. Aynı anda, her yerde, kudret ve ilmiyle tasarruf

369

noktasında bulunuyor. Tasarrufunda tevzi [(sahiplerine) dağıtma] ve inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] yoktur. On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfının [bölüm, kısım] İkinci Maksadında bu sır tamamıyla izah ve ispat edilmiştir.

Lâ müşâhhate fi’t-temsîl[temsilde tartışma olmaz] kaidesiyle temsildeki kusura bakılmadığından, gayet kusurlu bir temsil söyleyeceğim—tâ iki meşrebin [hareket tarzı, metod] bir derece farkı anlaşılsın.

Meselâ, hârika ve emsalsiz, gayet büyük ve gayet ziynetli, şark ve garba bir anda uçacak ve şimalden [kuzey] cenuba [güney] ulaşan kanatlarını kapayıp açacak, yüz binler nakışlarla [işleme] tezyin [süsleme] edilmiş ve kanadının herbir tüyünde gayet dâhiyâne san’atlar derc [yerleştirme] edilmiş bir tavus kuşu farz ediyoruz. Şimdi seyirci iki adam var. Akıl ve kalb kanatlarıyla bu kuşun yüksek mertebelerine ve hârika ziynetlerine uçmak istiyorlar.

Birisi, bu tavus kuşunun vaziyetine ve heykeline ve hârikulâde herbir tüyündeki kudret nakışlarına [işleme] bakar ve gayet aşk ve şevk ile sever. Dakik [derin ve ince] tefekkürü kısmen bırakır ve aşka yapışır. Fakat görür ki, hergün o sevimli nakışlar [işleme] tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve tebeddül [başkalaşma, değişme] eder. Sevdiği ve perestiş [aşırı derece sevme] ettiği o mahbublar kaybolur, zeval [geçip gitme] buluyor. O adam kendine tesellî vermek ve aklına sığıştıramadığı vahdet-i hakikî [Allah’ın gerçek anlamda tek oluşu] ile rubûbiyet-i mutlaka [Allah’ın herşeyi kuşatan sınırsız ve sonsuz rablığı] ve ehadiyet-i zâtî [zâtına ait birlik] ile hallâkıyet-i külliyeye [herşeyi kuşatan yaratıcılık] mâlik bir nakkâşın [herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] bir nakş-ı san’atıdır [san’at işlemesi] demek lâzım gelirken, o itikad [inanç] yerine, “Bu tavus kuşundaki ruh o kadar âlîdir [yüce] ki, onun sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] onun içindedir veya o olmuş. Hem o ruh, vücuduyla müttehid, [aynı noktada birleşen] vücudu ise sûret-i zâhiriye [dış görünüş] ile mümteziç [birleşik, karışık] olduğundan, o rûhun kemâli ve o vücudun yüksekliği, bu cilveleri böyle gösterir, her dakika başka bir nakşı ve ayrı bir hüsnü [güzellik] izhâr eder. Hakikî ihtiyar ile bir îcad değil, belki bir cilvedir, bir tezâhürdür” der.

Diğer adam der ki: “Bu mîzanlı [ölçülü] ve nizamlı, gayet san’atkârâne [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] nakışlar, [işleme] kat’î

370

bir surette, bir irâde ve ihtiyar ve kasd ve meşîeti [dileme, irade, istek] iktizâ eder. İrâdesiz bir cilve, [görünme, yansıma] ihtiyarsız [irade dışı] bir tezâhür olamaz. Evet, tavusun mâhiyeti güzel ve yüksektir; fakat onun mâhiyeti fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olamaz. Belki münfâildir; fâili ile hiçbir cihette ittihâd edemez. Rûhu güzel ve âlîdir, [yüce] fakat mûcid [icad eden, yoktan var eden, Allah] ve mutasarrıf [dilediği gibi idare eden] değil, belki ancak mazhar [erişme, nail olma] ve medardır. [kaynak, dayanak] Çünkü herbir tüyünde, bilbedâhe, [açık bir şekilde] nihâyetsiz bir hikmetle bir san’at ve nihâyetsiz bir kudretle bir nakş-ı ziynet görünüyor. Bu ise irâdesiz, ihtiyarsız [irade dışı] olamaz. Bu kemâl-i kudret [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] içinde kemâl-i hikmeti [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] ve kemâl-i ihtiyar içinde kemâl-i rubûbiyeti [Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının mükemmelliği] ve merhameti gösteren san’atlar, cilve [görünme, yansıma] milve işi değil. Bu yaldızlı defteri yazan kâtip onun içinde olamaz, onunla ittihâd edemez. Belki, yalnız o defter, o kâtibin yazı kaleminin ucuyla temâsı var. Öyle ise, o kâinat denilen misâlî tavusun hârikulâde ziynetleri, o tavus Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] yaldızlı bir mektubudur.”

İşte şimdi o kâinat tavusuna bak, o mektubu oku, Kâtibine “Mâşâallah, Tebârekâllah, Sübhânallah” de. Mektubu kâtip zanneden veya kâtibi mektup içinde tahayyül [hayal etme] eden veya mektubu hayal tevehhüm [kuruntu] eden, elbette aşk perdesinde aklını saklamış, hakikatin hakikî suretini görmemiş.

Vahdetü’l-vücudun [Allah’ın birliği] meşrebine [hareket tarzı, metod] sebebiyet veren aşkın envaından en mühim ciheti, aşk-ı dünyadır. Mecâzî olan aşk-ı dünya, aşk-ı hakikîye [hakikat aşkı; doğruluğa karşı hissedilen aşk] inkılâb [değişim, devrim] ettiği zaman, vahdetü’l-vücuda [Allah’ın birliği] inkılâb [değişim, devrim] eder. Nasıl ki insandan şahsî bir mahbûbu muhabbet-i mecâzî ile seven, sonra zevâl [batış, kayboluş] ve fenâsını kalbine yerleştiremeyen bir âşık, mahbûbuna aşk-ı hakikî [gerçek aşk] ile bir bekà kazandırmak için “Mâbud [ibadet edilen] ve Mahbûb-u Hakikînin [sevilen ve gerçek anlamda sevilmeye lâyık olan Allah] bir âyine-i cemâlidir” [güzelliğin aynası] diye kendini tesellî eder, bir hakikate yapışır. Öyle de, koca dünyayı ve kâinatı hey’et-i mecmuasıyla [fertlerinin hepsi; harf, kelime, âyet ve sûre gibi parçaların oluşturduğu birlik] mahbub [sevimli/sevgili] ittihâz

371

eden, sonra o muhabbet-i acîbe [şaşkına döndüren sevgi] dâimî zevâl [batış, kayboluş] ve firak [ayrılık] kamçılarıyla muhabbet-i hakikîye [gerçek sevgi] inkılâb [değişim, devrim] ettiği vakit, o çok büyük mahbubunu zevâl [batış, kayboluş] ve firaktan [ayrılık] kurtarmak için vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] meşrebine [hareket tarzı, metod] ilticâ eder. Eğer gayet yüksek ve kuvvetli îmân sahibi ise, Muhyiddin-i Arab’ın emsâli gibi zâtlara zevkli, nûrânî, makbul bir mertebe olur. Yoksa, vartalara, [tehlike] maddiyâta girmek, esbapta [sebepler] boğulmak ihtimâli var. Vahdetü’ş-şuhud [Allah’tan başka bir şeyin görülmemesi ve Allah’tan başka her şeyin unutkanlık perdesiyle örtülmesi] ise, o zararsızdır, ehl-i sahvın [uyanık iken hakikatleri görerek onlara ulaşan Allah dostları] da yüksek bir meşrebidir. [hareket tarzı, metod]

اَللّٰهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ * 1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

372

– 218 –

Yirmi İkinci Mektubun Hâtimesindeki [son] bahse bir zeyldir. [ek]

اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا * 1

Gıybet şu âyetin kat’î hükmüyle nazar-ı Kur’ân’da gayet menfur ve ehl-i gıybet, gayet fena ve alçaktırlar. Gıybetin en fena ve en şenîi [çirkin] ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev’idir. Yani, gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zinâ isnat etmek, en şenî [çirkin] bir günah-ı kebâir [büyük günahlar] ve en zâlimâne bir cinayettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mesut bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir. [zulüm, acımasızlık] Evet, Sûre-i Nur bu hakikati o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor.

وَلَوْلاَ اِذْ سَمِعْتُمُوهُ قُلْتُمْ مَا يَكُونُ لَنَۤا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهٰذَا سُبْحَانَكَ هٰذَا بُهْتَانٌ عَظِيمٌ * 2

şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen, merdûdü’ş-şehadettir; ebedî şehadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar. Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir? Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu şartı koşturmakla, “Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız demektir.” يُحِبُّونَ اَنْ تَشِيعَ الْفَاحِشَةُ 3 tehdidiyle, öyleleri münafık gibi ehl-i imanın [Allah’a inanan] hayat-ı içtimâiyelerini [sosyal hayat] böyle işâalarla [bir haberi yayma, duyurma] ifsad [bozma] ediyorlar, ifade ediyor. Ve bilhassa böyle gıybet ehl-i namus [namus sahibi] ve ehl-i haysiyet hakkında olsa ve bilhassa ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] hakkında olsa ve bilhassa akıldan hariç bir tarzda olsa… Meselâ, namuslu bir zât, kendi gayet yakışıklı, bir cihetle

373

mükemmel ve ailesine kemâl-i itimadı olduğu halde, hiçbir cihetle ona mukabil gelemeyen ve onun hizmetkârı hükmünde ve ona nispeten çirkince bir insan ve dünyada onların içtimâını hiçbir fıtrat ve vicdan kabul etmediği bir surette, o biçare ailesini o suretle gıybet etmek, bu nevi gıybetin en şenîidir. [çirkin] Böyle eşne[en çirkin ve fena, iğrenç] gıybetin sebebi, olsa olsa, insanın dest-i ihtiyarında [irade ve dileme eli] olmayan bir muhabbet vasıtasıyla, yine kadınların kıskançlığından ve habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] görüp ve kendi iffetini göstermekle başkasını ittiham [suçlama] etmek nev’inden bu nevi şayialar [yayılmış haber, yaygın olan söylenti] meydan alıyorlar. Bu işâadan [bir haberi yayma, duyurma] tevbe etsinler; yoksa kahr-ı İlâhî gelmesi kaviyen [kuvvetle] memuldür. Öyle iftira edenler, böyle iftiraya maruz kalacakları, cezâ-yı amelleri olmak ihtimalini düşünsünler!

Said Nursî

• • •

– 219 –

Yirmi Altıncı Mektubun İkinci Mebhasının [bahis, kısım] Âhiridir.

(Benimle görüşen veya görüşmek arzu eden dostlara bir düsturdur [kâide, kural] ki, uzakta bulunan bir kısım kardeşlere yazılmıştır.)

Benimle görüşmek arzunuzu hissettim. Kardeşlerim, benimle görüşmek iki cihetle olur: Ya dünya cihetiyle, yani hayat-ı içtimaiye-i insaniye [insanların sosyal hayatı] itibariyledir. Şu cihetteki kapıyı kapamışım. Veya hayat-ı uhreviye [âhiret hayatı] ve hayat-ı mâneviye [maddî olmayan hayat] cihetiyledir. O da iki vecihledir. [yön]

Biri: Şahsıma haddimden fazla hüsn-ü zan [güzel düşünce] edip şahsımdan, bir istifade-i maneviyeyi niyet etmektir. Şu veçhi de kabul etmem. Çünkü, ben Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] sırf bir hizmetkârıyım, o mukaddes dükkânın bir dellâlıyım. [davetçi, ilan edici] Şahsî dükkânımdaki perişan, ehemmiyetsiz şeyleri satışa çıkarmayacağım ve çıkarmak istemiyorum. Çünkü, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] elmaslarının kıymetlerine şüphe îras etmemek [netice verme, sebep olma, bırakma] için, perişan ve şahsî dükkânımda bulunan kırık cam parçalarını

374

satsam, hakikî sarraf [anlayan, değer veren] olmayan müşteriler, dellâllık [davetçi, ilan edici] vaktinde elimde gördükleri elmaslara da şişe nazarıyla bakabilirler; zihinlerine bir iltibas, [karıştırma] bir şüphe gelir. Onun için, şahsî dükkânımı kat’iyen [kesinlikle] kapamışım. Bana o mukaddes dükkânın hizmetkârlığı yeter. Müflis [iflas etmiş] bir hizmetkâr olsam, daha hoşuma gidiyor.

İkinci vecih [yön] şudur ki: Kur’ân hesabıyla ve dellâllığı [davetçi, ilan edici] ve hâdimliği noktasında benimle görüşmektir. Şu vecihte [yön] gelenleri ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ediyorum. Fakat bu görüşmek için şark ve garp [batı] mâni olmaz. Belki yerin üstü ve altı dahi birdir. Sureten [görünüş itibarıyla] görüşmeye o kadar lüzum yok.

Şu münasebetin de ve manevî görüşmenin de üç meyvesi var:

Birincisi: Dellâllık [davetçi, ilan edici] ettiğim mukaddes dükkânın mücevheratını [kıymetli taşlar] benden almaktır. İşte o dükkândan şimdilik on iki küçük cevherleri size gönderdim.

İkinci meyvesi: Beş farz namazını kılan ve yedi kebâiri [büyük günahlar] terk eden zâtları, şu manevî münasebet ve görüşmek neticesi olarak, âhiret kardeşliğine kabul ediyorum. Ben her sabah manevî kazancım ne ise, o âhiret kardeşlerimin sahife-i a’mâline [iş ve davranışların yazıldığı sahife] geçmek için Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] dergâhına [Allah’ın yüce katı] niyaz edip hediye ediyorum. Onlar dahi beni manevî hayratlarına ve dualarına hissedar etmelidirler-tâ hisselerini kazancımızdan alsınlar.

Üçüncü meyvesi: Onları yanımda ya hakikaten veya hayalen hazır edip beraber dergâh-ı İlâhîye [Allah’ın yüce katı, makamı] el açıp dua ederek ve Kur’ân’ın hizmetine dair el ele, kalb kalbe verip gayet ciddî bir surette rapt[bağlama] kalb etmektir. İşte, kardeşlerim, size şu üç meyve şimdiden hâsıldır.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî

• • •