BARLA LAHİKASI – Mektubat’ın Üçüncü Kısmı 220-239. Mektuplar (375-422)

375

– 220 –

 MESÂİL-İ MÜTEFERRİKA

BİRİNCİ MESELE

Sual: Salâvatın [namazlar, dualar] bu kadar kesretle [çokluk] hikmeti ve salâtla [namaz] beraber selâmı zikretmenin sırrı nedir?

Elcevap: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma salâvat [namazlar, dualar] getirmek, tek başıyla bir tarik-i hakikattır. [hak ve hakikat yolu] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm nihayet derecede rahmete mazhar [erişme, nail olma] olduğu halde, nihayetsiz salâvata [namazlar, dualar] ihtiyaç göstermiştir. Çünkü, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bütün ümmetin dertleriyle alâkadar ve saadetleriyle nasibedardır. Nihayetsiz istikbalde, ebedü’l-âbâdda, [sonsuzlar sonsuzu] nihayetsiz ahvâle [haller] mâruz ümmetin, bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki, nihayetsiz salâvata [namazlar, dualar] ihtiyaç göstermiştir.

Hem Resul-i Ekrem hem abd, [köle] hem resul [Allah’ın elçisi] olduğundan, ubudiyet [Allah’a kulluk] cihetiyle salât [namaz] ister, risalet [elçilik, peygamberlik] cihetiyle selâm ister ki: Ubudiyet [Allah’a kulluk] halktan Hakka gider, mahbubiyet ve rahmete mazhar [erişme, nail olma] olur. Bunu es-salât ifade eder. Risalet [elçilik, peygamberlik] Haktan halka bir elçiliktir ki, selâmet [huzur] ve teslim ve memuriyetinin kabul ve vazifesinin icrâsına muvaffakıyet ister ki, selâm lâfzı onu ifade ediyor.

Hem biz seyyidinâ lâfzıyla [ifade, kelime] tabir ettiğimizden, diyoruz ki: Ya Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda [Allah’ın yüce katı] elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet [bulaşma] etsin.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَرَسُولِكَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ * 1

376

İKİNCİ MESELE

Bir kardeşimizin uzun bir sualine kısa bir cevaptır.

Eğer desen: Nedir şu tabiat ki, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve gaflet ona saplanmışlar; küfür ve küfrâna [inançsızlık, inkâr] girip, ahsen-i takvimden [en güzel biçim, tam kıvam] esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] sukut [alçalış, düşüş] etmişler?

Elcevap: Tabiat namı verdikleri şey, şeriat-ı fıtriye-i kübrâ-yı İlâhiyedir [kainattaki düzen ve intizamı sağlayan, bütün varlıkların tabi olduğu büyük, İlâhi kanunlar] ki, mevcudatta [var edilenler, varlıklar] zuhur eden ef’âl-i İlâhiyenin [kâinattaki varlıkları ortaya çıkaran İlâhi fiiller] tanzim ve nizamını gösteren âdetullahın [Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] mecmu-u kavânîninden ibarettir. Malûmdur ki, kavânîn umûr-u itibariyedir; vücûd-u ilmîsi var, haricîsi yok. Gaflet veya dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sâikasiyle [sevk eden, sürükleyen] Kâtip ve Nakkaş-ı Ezelîyi [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları bir nakış halinde yaratan Allah] tanımadıklarından, kitabı ve kitabeti [yazım] kâtip ve nakşı nakkaş, [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] kanunu kudret, mistarı [birşeyin kaynağından çıkmasına yarayan âlet] masdar, [fiillerin asıl kökü] nizamı nazzam, [düzenleyip tertip edici seep] san’atı sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] tevehhüm [kuruntu] etmişler.

Nasıl ki, bir vahşî ve insanların içtimâiyatını görmemiş bir adam muhteşem bir kışlaya girse, bir ordunun nizâmât-ı mâneviyeyle muttarid [düzenli olarak devam eden] hareketini temâşâ etse, maddî iplerle bağlı tahayyül [hayal etme] eder. Veyahut o vahşî, muazzam bir camie dahil olsa, görse ki, Müslümanların cemaat ve îdlerde muntazam, mübarek vaziyetlerini görse, seyretse, maddî rabıtalarla [bağ] bağlanmalarını tevehhüm [kuruntu] eder.

Öyle de, vahşîden çok vahşi olan ehl-i dalâletin, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] cünûd-u [askerler] semâvât ve arza [gökler ve yer] mâlik olan Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebedin muhteşem kışlası olan şu kâinata ve Mabûd-u Ezelînin mescid-i kebîri olan şu âleme girdikleri vakit, o Sultanın nizâmâtını [anlaşmazlık, çekişme] tabiat namıyla yâd etse ve nihayet hikmetlerle meşhûn şeriat-ı kübrâsını, [İslâmın büyük ve yüce kanunları] kuvvet

377

ve madde gibi sağır ve kör ve câmid, [cansız] karma karışık tezahürattan ibaret tahayyül [hayal etme] etse, elbette ona insan demek değil, belki vahşî hayvan dahi denilmez. Çünkü, o tevehhüm [kuruntu] ettiği tabiat için, geçen Sözlerde ve sair risalelerimde yüz yerde, dirilmeyecek bir surette o tabiat fikr-i küfrîsi [Allah’ı inkâr etme düşüncesi] öldürüldüğü ve Yirmi İkinci Sözde gayet kat’î bir surette ispat edildiği gibi; her zerrede, her sebepte bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] halk edecek bir kudret, bir ilim vermek, belki Vacibü’l-Vücudun [varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah] bütün sıfatını onda kabul etmek gibi nihayetsiz muhal [bâtıl, boş söz] ender muhal [bâtıl, boş söz] bir dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] belki dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] divaneliğinden gelen mânâsız hezeyanlardır. [boş söz, saçmalama]

Elhasıl: [kısaca, özetle] O Sözlerde gayet kat’î bir surette ispat edilmiş ki, tabiatperest adam bir ilâh-ı vâhidi kabul etmediği için, gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] ilâhları kabul etmeye mecburdur. O ilâhlar, herbirisi herşeye muktedir olmakla beraber, bütün ilâhlara hem zıt, hem misil [benzer] olarak şu kâinatın intizamı içinde birleşsin. Halbuki, bir sineğin kanadından tut, tâ manzume-i şemsiyeye [güneş sistemi] kadar hiçbir yerde bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki, parmak karıştırsın.

لَوْكَانَ فِيهِمَۤا الِٰهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ * 1

ferman-ı kat’î, [kesin emir, buyruk] şirk ve iştirâkin esâsâtını [esaslar] kat’î bir burhanla [delil] keser.

ÜÇÜNCÜ MESELE

Küfür, mânevi bir cehennemin çekirdeği olduğunu İkinci Sözde ve Sekizinci Sözde ve başka Sözlerde ispat edildiği gibi, maddî bir cehennem dahi onun meyvesidir. Cehenneme duhulüne [girme] sebep olduğu gibi, Cehennemin vücuduna dahi sebeptir. Zira küçük bir hâkim, küçük bir izzet, [büyüklük, yücelik] küçük bir gayret, küçük bir celâli bulunsa; bir edepsiz ona dese, “Beni tedip [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] etmezsin ve edemezsin”; herhalde, o yerde hapishane yoksa da, onun için bir hapishane icad edecek, onu

378

içine atacaktır. Halbuki, kâfir, Cehennemi inkârla, nihayetsiz gayret ve izzet [büyüklük, yücelik] ve celâl sahibi ve gayet büyük bir zâtı tekzip ve tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] ediyor, yalancılıkla ve aczle ittiham [suçlama] ediyor, izzetine [büyüklük, yücelik] şiddetle dokunuyor, celâline serkeşâne [baş kaldırır bir şekilde] ilişiyor. Elbette, farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, Cehennemin hiçbir sebeb-i vücudu [varlık sebebi] bulunmazsa, o derece tekzip ve tâcizi [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] tazammun [içerme, içine alma] eden küfür için Cehennemi halk edecek, o kâfiri içine atacaktır.

DÖRDÜNCÜ MESELE

Eğer desen: Ne için ehl-i küfür [inançsızlar] ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] dünyada ehl-i hidayete [doğru ve hak yolda olanlar] galip oluyor?

Elcevap: Çünkü, küfrün [inançsızlık, inkâr] divaneliğiyle ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sarhoşluğuyla ve gafletin sersemliğiyle, ebedî elmasları satın almak için verilen letâif [duygular] ve istidâdât-ı insaniye sermayesini, fâni şişelere, soğuk buzlara veriyor. Elbette ham cam ve câmid [cansız] cemed, elmas fiyatıyla alındığı için, en âlâ cam ve en eclâ cemed alınır.

Bir vakit elmasçı zengin bir adam divane olur, çarşıya gider, beş paralık cam parçasına beş altın verir. O zengin divaneye, herkes en iyi camlarını alır ona verir. Hattâ çocuklar da güzel buz parçalarını ona veriyor, birer altın alıyorlardı.

Hem bir vakit bir padişah sarhoş olur, çocukların içine girer, onları vükelâ ve ümerâ-yı askeriye zanneder. Şâhâne emir verir, çocukların hoşuna gider, iyi itaat ettiklerinden güzelce bir eğlence yapar.

İşte küfür bir divâneliktir, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bir sarhoşluktur, gaflet bir sersemliktir ki, bâki metâ yerine fâni metâı alır. İşte şu sırdandır ki, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] hissiyatları şiddetlidir. İnadı, hırsı, hasedi gibi herşeyi şediddir. [şiddetli] Bir dakika meraka değmeyen birşeye bir sene inat eder.

Evet küfrün [inançsızlık, inkâr] divaneliğiyle, dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sekriyle, gafletin şaşkınlığıyla, fıtraten ebedî ve ebed müşterisi olan bir lâtife-i insaniye [insanda bulunan lâtif duygulardan birisi] sukut [alçalış, düşüş] eder; ebedî şeyler yerine fâni şeyler alır, yüksek fiyat verir. Fakat mü’minde dahi bir maraz-ı asabî

379

bulunuyor veya maraz-ı kalbî [kalbî hastalık] var. O dahi, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] gibi, ehemmiyetsiz şeylere ziyade ehemmiyet verir. Lâkin çabuk kusurunu anlar, istiğfar [af dileme] eder, ısrar etmez.

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا * 1

BEŞİNCİ MESELE

Mühim bir sırr-ı âyet:

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] mecmûu mu’cize olduğu gibi, her bir sûresi dahi bir mu’cize, hattâ pek çok âyetlerin herbirisi birer mu’cize veya bir lem’a-i i’câzı [mu’cizelik parıltısı] gösterir bir tarzdadır. Meselâ, Sahâbeden bahseden âhir-i Sûre-i Feth olan âyeti, ki مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ 2 dan başlar, bütün huruf[harfler] hecâiyeyi tazammun [içerme, içine alma] etmekle beraber, Sahabenin tabakat-ı meşhuresinin—ki Ashâb-ı Bedir, Şühedâ-i Uhud, Ashâb-ı Suffa, Ehl-i Bîat-ı Rıdvân gibi şöhretgîr-i âlem [dünyaya nâm ve şöhret salmış] tabakatın—esmâsının adedine işaret ediyor. Ve şu âyetten evvelki هُوَ الَّذِۤى اَرْسَلَ رَسُولَهُ 3 âyeti, altmış üç harf olduğundan, ömr-ü Nebeviyyeye işaret ettiği gibi, bahsettiğimiz âyetle beraber Ashab-ı Bedir [Hz. Peygamber (a.s.m.) ile Bedir muharebesinde bulunan sahâbiler] ve Suffa ve Uhud ve Ehl-i Beyt-i Nebevînin adedini gösterir. İşte, âhirdeki âyetin adedi iki yüz altmıştır. Ashab-ı Bedir, [Hz. Peygamber (a.s.m.) ile Bedir muharebesinde bulunan sahâbiler] şühedâ-yı Uhud’la beraber, Bedirle Uhud şühedâsından bulunan bir tek sayılmak, hem isimleri bir olanlar bir sayılmak şartıyla, iki yüz altmıştır.

Aynı âyetteki hurufat gibi Ashab-ı Bedir, [Hz. Peygamber (a.s.m.) ile Bedir muharebesinde bulunan sahâbiler] Ashab-ı Suffa ile söylediğimiz şartla beraber, iki yüz altmış dört eder. Âyetten dört fazladır ki, Hulefa-yı [halifeler; Fahr-i Kâinat (a.s.m.) Efendimizin vekili olarak Müslümanların başkanlığını yapan ve İslâmiyeti korumak ve yaşatmakla görevli olan zâtlar] Erbaa veya Hamse-i Âl-i Abâdan [Peygamber Efendimizin kendisiyle beraber, kızı Hz. Fâtıma vâlidemiz, [baba] damadı Hz. Ali, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin] dördüne işaret vardır. Âyette herbir harfin ne kadar

380

tekerrür ettiği ve Ashab-ı Bedir [Hz. Peygamber (a.s.m.) ile Bedir muharebesinde bulunan sahâbiler] ve Uhud ve Suffanın esmâsına ne derece muvafık adet göstermesine, gelecek hurufata [harfler] dikkat et:

Hemze [başka bir harfe bağlı olarak değil, kendi başına telâffuz edilen elif; başına geldiği kelimeye “mi, mı” anlamı veren soru edatı] lâfzî [ifade, kelime] (9) gayr-ı melfuzu (15) muvafık geliyor.

ب (4) ت (8) ث (3) muvafık, ج (8) muvafık, ح (3) خ (10) د (6) ذ (3) muvafık. ر (16) muvafık, ز (6) muvafık, Uhud ve Suffa’dan س (7) muvafık, Suffa’dan ش (2)muvafık, Suffa’dan ص (2) muvafık, Bedir’den ض (2) muvafık, Suffa’dan ط (1) ظ (3) Uhud’da Abâdile-i Seb’a, Hulefâ-yı Selâse ع (10) muvafık, Suffa’dan غ (6) ف (14) ق (1) muvafık, Bedir’de ك (6) ل (34) م (24)muvafık, ن (16) muvafık, ه (16) و (15) ى (12) muvafık, لا (2) ا (18) muvafık…

İşte şu hurufatın [harfler] yarısı Ashab-ı Bedir [Hz. Peygamber (a.s.m.) ile Bedir muharebesinde bulunan sahâbiler] ve Suffa ve Uhud’da muvafık gelmesiyle gösteriyor ki, gayr-ı muvafık olanlar başka tabakâtın adedine muvafıktır. Mesela, Ehl-i Bîat-ı Rıdvân gibi tabakât-ı meşhureye…

Hem câ-yı dikkattir [dikkat çekici] ki:

ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاسًا * 1

âyetinde şu âyet gibi, bütün huruf-u hecâiyeyi [alfabe sırasına göre dizili harfler] tazammun [içerme, içine alma] etmiş. Fakat bunun aksine olarak, o hurufatın tekraratı [tekrarlar] acip bir tarz-ı münasebettedir. Şu âyet ise birbirine bakıyor. Kardeş kardeşine muvafık gelmiyor. Demek şu âyetteki hurufatın [harfler] vazifesi, âyetin mânâsını teyid ederek, bahsettiği Sahabelerin esmâsına bakıyorlar. Evet, şu âyet-i kerîme, cümleleriyle gösterdiği aynı hükmü, yine kelimeleriyle, hurufatıyla [harfler] aynı mânâya işaret eder. Meselâ, şu âyetin hurufatları [harfler] Ashaba baktıkları gibi, kayıtları da Ashabın sıfat-ı meşhuresine bakar. O sıfatı göstermekle o sıfat sahiplerine parmak basıyorlar.

381

Mesela: وَالَّذِينَ مَعَهُ 1 daki maiyet-i hassa, sohbet-i mahsusayı zikretmekle Ebu Bekiri’s-Sıddık’ın medar-ı fahri [övünç kaynağı] ve şöhreti olan maiyet-i hassa ile başına parmak basıyor. اَشِدَّۤاءُ عَلَى الْكُفَّارِ 2 şiddet-i hamiyet-i İslâmiyeyle küffâra galebe-i kat’iyesiyle şöhretşiâr olan Hazret-i Ömer’i âyine [ayna] gibi gösterir.

رُحَمَۤاءُ بَيْنَهُمْ 3 şefkat-i rahîmâneyle meşhur-u enâm olan Hazret-i Osman-ı Zinnûreyne parmak basıyor.

تَرٰيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا 4 kaydıyla, rükû ve secdede devam ve kesrette [çokluk] meşhur olan Hazret-i Aliyyi’l-Murtazâ’ya işaret ediyor.

يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللهِ وَرِضْوَانًا 5 cümlesiyle Ehl-i Bîat-ı Rıdvân’a,

سِيمَاهُمْ فِى وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ 6 Ashab-ı Suffa’ya,

ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِ 7 fukahâ ve ulemâ-i Sahabeye,

وَمَثَلُهُمْ فِى اْلاِنْجِيلِ 8 Ashab-ı Huneyn ve Fetih, Uhud ve Bedir’deki Sahabelerin nâmdar yiğitlerine işaret ettiği gibi, enbiyadan [nebiler, peygamberler] sonra benî Âdem [Âdemoğlu, insan] içinde en yüksek, en nâmdar, en mümtaz [seçkin] olan Sahabelerin medar-ı rüçhâniyetleri,

382

menşe-i imtiyazları ve mâden-i meziyetleri olan secâyâ-yı sâmiye [yüksek ahlâk ve karakterler, vasıflar] ve ahlâk-ı âliye [yüksek ahlâk] ve muamelât-ı galiyeye o mezkûr [adı geçen] kayıtlar ve sıfatlarla işaret ediyor. O kayıtlarla diyor ki:

Sahabelerin halka karşı vaziyetleri: Düşmanlarına şediddirler [şiddetli] ve dostlarına ve mü’minlere rahîmdirler. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] karşı rükû ve secdede kemâl-i itâattadırlar. Her işlerinde Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rıza ve fazlını kastederek kemâl-i ihlâstadırlar. Hem Sahabelerin ilimde ve amelde ve siyasette ve askerlikte gösterdikleri fevkalâde metanet [gayret, kararlılık] ve terakki [ilerleme] ve sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve tefevvuku, [üstün gelme] maziden Tevrat ve İncil’i işhad [şahid gösterme] ederek mu’cizâne ve müstakbelden [gelecek] ibadet ve cihad vazifesinde harikulâde hareketleri ihbar ederek mu’cizâne mâzi ve müstakbelde [gelecek] iki ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] ile Sahabelerin i’câzkâr ahvâlini [haller] haber vermekle, şu âyette bir lem’a-i i’câzı [mu’cizelik parıltısı] gösterir. Ve âyetin daha başka çok işaretleri vardır. İzahı uzun olduğundan ve ihâtamız [kavrayış] nâkıs [eksik] ve elimiz kısa bulunduğundan kısa kestik.

İşte, madem şu âyet, hem cümleleri, hem kelimeleri, hem hurufatıyla, [harfler] ayrı ayrı vazifeleri gördükleri halde, mânâ-yı maksudun [asıl kastedilen anlam] etrafında toplanıp ona bakıyorlar. Acaba bilmediğimiz ve beyan etmediğimiz, şu âyetin daha çok esrar-ı acîbeyi cami olduğu anlaşılmaz mı?

ALTINCI KÜÇÜK BİR MESELE

Otuz üç adet Sözlerin ve otuz üç adet Mektupların mecmuuna Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] namı verilmesinin sırrı şudur ki:

Bütün hayatımda Nur kelimesi her yerde bana rastgelmiştir. Ezcümle, karyem [köy] Nurs’tur, merhume validemin ismi Nuriye’dir, Nakşî üstadım Seyyid Nur Muhammed’dir,  

383

Kadirî üstadım Nureddin. Kur’ân üstadlarımdan Nuri, talebelerimden benimle en ziyade alâkadarı Nur isimli bulunanlardır. Kitaplarımı en ziyade izah ve tenvir [aydınlatma] eden, nur misâlidir. Kur’ân-ı Hakîmdeki [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] en evvel aklıma, kalbime parlayan ve fikrimi meşgul eden,

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ * 1

âyetidir. Hem hakaik-i İlâhiyede [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] müşkûlâtımın ekserisini halleden Esmâ-i Hüsnâdan [Allah’ın en güzel isimleri] Nur ism-i nurânîsidir. [Allah’ın Nur ismi] Hem Kur’ân’a şiddet-i sevk ve inhisar[sınırlandırma, kayıt altına alma] hizmetim için hususî imamım Zinnûreyn’dir.

اَللّٰهُمَّ يَا نُورَ النُّورِ * وَيَا مُنَوِّرَ النُّورِ * وَيَا مُصَوِّرَ النُّورِ * وَيَا مُقَدِّرَ النُّورِ * وَيَا مُدَبِّرَ النُّورِ * وَيَا خَالِقَ النُّورِ * وَيَا نُورًا قَبْلَ كُلِّ نُورٍ * وَيَا نُورًا بَعْدَ كُلِّ نُورٍ * وَيَا نُورًا فَوْقَ كُلِّ نُورٍ * وَيَا نُورًا لَيْسَ مِثْلَهُ نُورٌ * سُبْحَانَكَ يَالاَ اِلٰهَ اِلاَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ اَجِرْنَا ﴿ وَعَلِى ﴾ مِنَ النَّارِ وَادْخِلْنَا ﴿ وَادْخِلْ عَلِى ﴾ الْجَنَّةَ مَعَ اْلاَبْرَارِ وَنَوِّرْ قُلُوبَنَا وَقَلْبَهُ وَقُبُورَنَا وَقَبْرَهُ بِأَنْوَارِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ يَارَحِيمُ يَاغَفَّارُ وَصَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ الْمُخْتَارِ وَاٰلِهِ اْلاَطْهَارِ وَصَحْبِهِ اْلاَخْيَارِ اٰمِينَ اٰمِينَ اٰمِينَ * 2

Said Nursi

• • •

384

– 221 –

 Hulûsi Beyin sualine cevaptır.

(Dişlerin kaplanması hakkındaki suale cevaptır)

1932 tarihli sualinize şimdilik etrafıyla cevap veremiyorum. Fakat bu meseleyle münasebettar [alâkalı, ilgili] bir-iki mesele-i şeriatı [dikkat; şeriat ile alâkalı mesele] icmalen [kısaca, özet olarak] yazıyorum. Şöyle ki:

Abdest vaktinde ağzı yıkamak farz değil, sünnettir. Fakat gusül hengâmında [ân, zaman] ağzını yıkamak farzdır. Az birşey de yıkanmadık kalsa olmaz, zarardır. Onun için dişleri kaplama lehinde [tarafında] ulemâlar fetva vermeye cesaret edemiyorlar.

İmam-ı Âzam ile İmam-ı Muhammed (radıyallahü anhümâ) gümüş ve altından dişlerin yapılmasına fetvaları, sabit kaplama hakkında olmamak gerektir. Halbuki bu diş meselesi umûmü’l-belvâ suretinde o derece intişarı [açığa çıkma, yayılma] var ki, ref’i [kaldırma] kabil [mümkün] değil. Ümmeti bu belvâ-yı azîmeden kurtarmak çaresini düşündüm; birden kalbime bu nokta geldi. Haddim ve hakkım değil ki, ehl-i içtihadın [müçtehidler, dinî delillerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimleri] vazifesine karışayım. Fakat bu umûmü’l-belvâ zaruretine karşı, fetvalara taraftar olmadığım halde diyorum ki:

Eğer mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] bir hekîm-i hâzıkın gösterdiği ihtiyaca binaen kaplama sureti olsa, altındaki diş ağzın zahirîsinden çıkar, bâtın hükmüne geçer. Gusülde yıkanmaması, guslü iptal etmez. Çünkü üstündeki kaplama yıkanıyor, onun yerine geçiyor. Evet, cerihaların [yara, hastalıklı uzuvlar] üstündeki sargıların zarar için kaldırılmadığından ceriha [yara, hastalıklı uzuvlar] yerine yıkanması, şer’an o yaranın gasli yerine geçtiği gibi, böyle ihtiyaca binaen sabit kaplamanın yıkanması dahi dişin yıkanması yerine geçer, guslü iptal etmez. وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ 1 Madem ihtiyaca binaen bu ruhsat oluyor. Elbette yalnız süs için, ihtiyaçsız dişleri kaplamak veya doldurmak bu ruhsattan istifade edemez. Çünkü, hattâ zaruret derecesine geldikten sonra, böyle umûmü’l-belvâda, eğer bilerek, su-i ihtiyarıyla [iradenin kötüye kullanımı] olsa, o zaruret ibâhaya [bir şeyin haram olmaktan çıkarılarak serbest bırakılması; mübah kılma] sebebiyet vermez. Eğer bilmeyerek olmuşsa, zaruret için elbette cevaz var.

Said Nursî

• • •

385

– 222 –

Üç cesetli bir ruhun bir fıkrasıdır. [bölüm] Yani: Hafız Ali, Sabri, Sarıbıçak Ali.

Otuz Birinci Mektubun On Yedinci Lem’asının [parıltı] On Yedinci Notasının [bildiri] yedi meselesinden ikinci meselesi iken Yirminci Lem’a [parıltı] olan İhlâs Risalesini [Risale-i Nur Külliyatında yer alan bir bölüm; Yirmi Birinci Lem’a] [parıltı] aldım. Kuleönü’nde kardeşim Ali Efendiyle, Yirmi Birinci Lem’a [parıltı] namıyla projektör-misal, geceleri gündüze çeviren, pek mübarek ve çok kıymettar ve gayet müessir bir risaleyle, Yirmi İkinci Lem’a [parıltı] olan On Yedinci Notanın [bildiri] Üçüncü Meselesi iken, Lemeata [parıltılar] karışmakla, sosyalizm ve bolşevizm oyunlarıyla âlem-i insaniyetin [insan âlemi] fıtrat-ı hayat-ı hakikiyesini unutturmak, ebedî zulümatı, müsâvat[eşitlik, denklik] esasiye namıyla, kendi şahıslarını istisna ederek, millet-i İslâmiyeyi [İslâm milleti] esassızlığa attıkları gazlı bombalarıyla bir nevi geceyi getirdikleri gibi, güya istila ettiği mânevî toprakta kuvve-i inbatiyeye medar [kaynak, dayanak] olacak bir hayat dahi bırakmayarak ihrak [yakma] ettikleri bir anda, şu Lem’a [parıltı] o âlemi tenvirle [aydınlatma] güneşi gösterip, âb-ı hayatıyla [hayat suyu] uyanık zemin üzerini yeşerttiğini gösteriyor.

Muhterem efendimiz,

Bir hafta mukaddem, [evvel, önce] maddeten küçük ve mânen büyük bir nâme-i mergubelerinizi, Bekir Bey vasıtasıyla bir ordu kuvvetinde aldım. Cenâb-ı Erhamürrâhimîne [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hesapsız hamd ve şükür olsun ki, bizim gibi âciz, zaif, fakir, kusurlu kullarını, hiçbir zaman maddî ve manevî takviye-i rahmetinden baîd [uzak] tutmuyor. Esen rüzgârlar muvakkaten [geçici] kapı ve pencerelerden girseler de, o hanenin sahibi derhal kapatıyor ve ayıktırdığını gösteriyor. Gerçi çok okuyamıyorsak da, yazıyı aynı vaziyette yazıyor. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1

386

Muhterem efendim,

“Şu yazılan risaleleri nasıl buldunuz?” buyuruyorsunuz? Ya Hazret-i Üstad, ne diyelim? Bizim mânevî yara ve hastalıklarımızı teşhis buyurup, öldürmemek için her nevi muâleceleri ile memzuc, hem mugaddî, [gıdalı, besleyici] hem müessir tiryaklarını Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ihsanıyla [bağış] gönderiyorsunuz. İhlâs hakkında evvelce ve bilhassa sonra ihsan [bağış] edilen risaleleri okudukça, vücudumun ağrıdığını ve her zerresinin titrediğini, müteaddit [bir çok] diyarlardan tevellüd [doğma] eden kurtlar oynamaya başlayınca, en ahmak ve eblehçe [ahmak] hareketlerimi gösterdiler.

Şu Sözler bittecrübe [deneme yoluyla] yazılmasıyla, umum kardeşlerimiz ikaz ediliyor. Ve her ferde kudsiyetiyle, [kutsal, kusursuz ve yüce] güya o ferde hitap eder gibi bir ulviyetle [yüce] mâ-i zemzem [zemzem suyu] içiriyor. İhlâsı tam, vicdanı temiz, ruhu teslim, cismi lâtif, [berrak, şirin, hoş] nesebi tâhir kardeşlerimiz, bu ikazla Cenâb-ı Erhamürrâhimîne [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] niyaz edip, “Yâ Rab, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] cümle ihvanımızı [kardeş] yaramaz şeylerden halâs [kurtulma] et ve ihlâs-ı tâmme [tam bir ihlâs ve samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme] ihsan [bağış] et” dualarında, sâlifü’l-arz haslet-i hamse-i âliye ve ehliyeden olmayan ve kesafetli [bulanık, yoğun, katı] ruhuyla müteaddit [bir çok] nuru karıştıran ve zahir haliyle sebeb-i risale olup, umumun dua ve himmetlerini [ciddi gayret] her an arzulayan, bu uğurda Risale-i Nur’a serfürû ve serfedâ edenleri, Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Habib-i Ekrem [Allah’ın sevgilisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâm, Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ve Hizbü’l-Kur’ân [Kur’ân taraftarları] hürmetine mağfiret [bağışlama] buyurup, niyet edip talep ettikleri hizmetinde muvaffak buyursun. Âmin.

Şu mübarek risaleler, hararetli bir adamın suyu gördüğünde, ufak bir kapta ise kazanına koymak, büyük göl ve deniz ise, içine girmek istediği gibi, şu zamanın nursuz yakıcı şiddet-i hararetine [sıcaklığın şiddeti] karşı ihlâs denizini göstermekle harareti kesmek, hem her nevi cevahir [cevherler] ve elmas içinde bulunduğunu beyan etmekle o

387

denize dâvet ediyor. Nefsin talibi olduğunu riyâ [gösteriş] ve hubb-u câh [makam, mevki sevgisi] gibi her cihette zararlı yılanlar gibi zehirleyen, ibadet perdesi altında dünyayı tahsil etmek isteyip, kabir kapısında hatâsını bildiği ve teveccüh-ü nâsa [insanların alâkası, ilgisi] muhabbetten, firavun gibi gark [boğma] olurken dönmek isteyip, kimseye müyesser olmadığını [kolaylıkla elde etme] ve daha teferruatıyla o âlemleri bu Lem’alar [parıltılar] öyle tenvir [aydınlatma] ediyorlar ki, eğer murad-ı İlâhî [Cenâb-ı Hakkın isteği, arzusu] olsa, bu zamanın şöhretperest zındıkları da görselerdi, ellerindeki vücutlarına zemherir [şiddetli soğuğu olan karakış dönemi; soğukluğuyla yakan ateş] getiren buzları atıp, ihlâsla iman edip, Kur’ân’ın elmas cevahirlerini [cevherler] alırlardı.

Muhterem efendim,

Keramet-i Aleviye risalesi çok cihetlerle keramet olduğu gibi, Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] intibaha [uyanış] ve teşvike, sa’y [çalışma] ve gayrete, cesaret ve şecaate [yiğitlik, cesaret] sevkle, hareket ettikleri yolda yalnız olmadıklarını ve karşılarında düşmanın, yalnız onların düşmanı olmayıp, belki mâzide duran ve bize pek yakından bakan ervâh-ı âliyenin [yüce ruhlar] de düşmanı olup, o âli ruhlar önümüzde pişdar, [öncü] etrafımızda zırh gibi ve muhafız ve muavin olduklarını göstermekle, zaiflere kuvvet, havf [korku] edenlere cesaret ve şecaat, [yiğitlik, cesaret] kavîlere [güçlü, kuvvetli] refik [arkadaş, yoldaş, yardımcı] oluyor ve her zaman bu risaleye herkesin ihtiyacını gösteriyor. Bu zamanın kisve-i ilmiye [ilmi temsil eden elbise] ve mümessil-i [temsilci] din ve rehber-i millet perdeleriyle ilmi eneye, dini dünyaya ve kendileri meyhaneye düşen ulemâû’s-sû’u haber vermekle, ehl-i iman [Allah’a inanan] ve irfanı [bilgi, anlayış] insafa, ittifaka, ittihada [birleşme] dâvet ediyor.

Cümlemiz, hâk-i pâ-yı ekremîlerine yüzler sürerek, mübarek dest-i dâmen-i kerîmânelerini öperiz efendim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

 İslâm karyesinden [köy] Ali

 Kuleönünden Ali

• • •

388

– 223 –

 Hüsrev’e hitâben yazılan bir mektuptur.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبرَكَاتُهُ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ وَعَلٰى وَالِدَتِكَ وَعَلٰى اَخِيكَ وَعَلٰى اِخْوَانِكَ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبرَكَاتُهُ * 1

Aziz, mübarek, sıddık kardeşim,

Evvelâ: Sözler’e başlamadan iki ay evvel gördüğün mübarek rüya çok güzeldir, hem hakikattir. Evet, kardeşim, sen bir bahçe-i ebedî olan Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] cennetinden, gül-ü Muhammedî [Muhammed gülü denilen kırmızı renkli bir gül çeşidi] (a.s.m.) namında, hadsiz nuranî hakikatlerin fabrikası hükmünde, tefsir-i hakaik-i Kur’âniye etrafında halka tutan ve sizin gibi çarklardan mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] olan bir cemaat-i mübareke içinde en has ve en yüksek mertebeye kâtip tayin edildiğine, o rüya beşaret [müjde] verdiği gibi, biz de beşaret [müjde] ediyoruz.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu defa bize yazdığın Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] (a.s.m.) risalesi çok harika düşmüş. Kim ona bakıyor; bir zevk-i hakikî hisseder. Demek oluyor ki, mânevî, hâlis, samimî hisler, maddî nakışlar [işleme] suretinde kendini hissettiriyor. Bu sırra ben muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olduğum vakit, kardeşim Galip dahi aynı hisse iştirak etti. “Evet, bunun altında manevî tebessüm var” diye, senin hattını kendi hattına tercihle mukabele [karşılama; karşılık verme] etti. O yazdığın risale vasıtasıyla pek çok insanlar imanlarını kuvvetleştiriyorlar; muhabbet-i Ahmediye (a.s.m.) kalblerinde ziyadeleşiyor. İşaret-i gaybiye hakkında şüpheleri kalmıyor. O sevap da senin defter-i a’mâline [amel defteri] geçiyor. Kur’ân ve Resul-i Ekrem (a.s.m.) kelimesinden başka, işaret ettiğin kelimât [kelimeler]

389

çok mânidardır, hem bir temeldir. O iki kelimenin mübarek tevafukuna bir hüccettir. [delil] Hem gösteriyor ki, bütün o tevafukatı [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] dahi riâyet etmeyen, o iki kelimenin tevafukuna kalem karıştıramaz. Zannediyoruz ki, o risalelerin hatt-ı hakikîsini sen buldun veyahut yakınlaştın.

Salisen: [üçüncü olarak] Mâbeynimizde [ara] münasebet mânevî, ruhî, hakikî olduğu için zaman ve mekân [içinde bulunulan yer ve zaman] müdahale etmez. Dergâh-ı İlâhîye [Allah’ın yüce katı, makamı] müteveccih [yönelen] olduğumuz vakit günde belki kaç defa, Hüsrev yanımda bir cihette hazır olmakla beraber, senin o şirin yazıların, hususan On Dokuzuncu Mektuptaki mübarek hattın göründükçe seni hayalimizce hazır ediyoruz. Ben ve buradaki arkadaşlar dahi seni burada görmek çok arzuluyoruz. Fakat Isparta sana çok muhtaçtır. Hem de şimdi hal ve mevsim pek müsait görünmüyor. Onun için kardeşimi bir miktar yanımda bulundurmakla, sana zahmet vermek istemiyorum. Yoksa sen bize çok lâzımsın. İnşaallah bir vakit kaza edeceğiz.

Rabian: [dördüncü olarak] Şu mübarek şehr-i Ramazan, [Ramazan ayı] leyle-i Kadri [Kadir gecesi] ihata [herşeyi kuşatma] ettiği için, kendisi de ömür içinde bir leyle-i Kadirdir [Kadir Gecesi] ki, muvaffak olanın ömrüne bin ömür katar. Dakikası bir gündür. Saati iki ay, günü birkaç sene hükmünde bir ömr-i bâkîdir. Senden ve âhiret hemşirem yani ikinci validem ve kardeşimin muhterem validesinden duanızı istiyorum. Madem duada sizi şerik ediyorum; siz de benim duama âmin hükmünde olarak dua ediniz.

Kardeşimiz Ali Efendiye dahi çok selâm ve dua ediyorum. İnşaallah tam Hüsrev’e lâyık bir kardeş oluyor. Sair kardeşlere seni tevkil [vekalet verme] ediyorum, selâm ve dua ediyorum. Bu eyyâm-ı mübarekede bana dua etsinler.

Galip der: “Hüsrev’le mânevî bir irtibat hissediyorum.” Çok selâm ediyor. Ve bilhassa saatçi Lütfü Efendiye pek çok selâm ve dua ederim. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ona, o bana yazdığı Pencere Risalesinin hurufu [harfler] adedince ruhuna rahmet, kalbine nur, aklına hakikat, malına bereket ihsan [bağış] eylesin. Âmin, âmin, âmin.

Maksadım, ona o risaleyi yazdırmak, onu has talebeler dairesine idhal [dahil etme, içine alma]

390

etmekti. Yoksa ona o zahmeti vermezdim. Mâşâallah, Hâtem-i Mu’cizât-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) çok güzel tersim etmişsiniz. Sözler’le alâkadarlar içinde, bu hâteme tam kanaati olanların isimlerini bana yazsınlar, onları ikinci dairede yazacağız, tâ o nura hissedar olsunlar. Şükre dair nüshanız Kuleönlü Mustafa bir adama verip, o da muhafaza edememiş. Yağmur bir parça bozduğu için mahcup olarak, sana göndermeyip bana gönderdi. Benim de güzel yazılmış bir nüsham var, sana gönderiyorum. Ona göre yeni bir nüsha kendinize yazarsınız. Sen bana şükre dair yazdığın mübarek nüshayı, bir ay evvel Atabey tarafına göndermiştim. Kim aldığını bilmiyorum, elime geçmedi. Hem size Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Meselesinin Hâtimesini [son] gönderiyorum. O Hâtime, [son] hâtem-i i’câza gelen tenkidatı reddediyor ve parlak bir mühr-ü tasdik olduğunu gösteriyor. O hâtemlerin bir nüshasını sana gönderdik. Orada hâtemi gören ve kabul eden ve Sözler’le alâkadar olan zâtların münasip gördüklerini, boş kalan gözlere kaydedebilirsin.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

 Mirzazâde

Said Nursî

• • •

– 224 –

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz ve gayretli âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur’ân’da yoldaşım Hulûsî-i sânî ve Sabri-i evvel,

Mâşâallah, Yirminci Mektubun kıymetini güzel anlamışsınız ve güzel de yazmışsınız.

391

Mektubunda ilm-i kelâm dersini benden almak arzu etmişsiniz. Zaten o dersi alıyorsunuz. Yazdığınız umum Sözler, o nurlu ve hakikî ilm-i kelâmın dersleridir. İmam-ı Rabbânî gibi bazı kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] muhakkikler [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] demişler ki: Âhirzamanda ilm-i kelâmı, yani ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] mezhebi olan mesâil-i imaniye-i [imana dair meseleler] kelâmiyeyi, birisi öyle bir surette beyan edecek ki, umum ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve tarikatın fevkinde, [üstünde] o nurların neşrine sebebiyet verecektir. Hattâ İmam-ı Rabbânî kendisini o şahıs gibi görmüştür.

Senin şu âciz ve fakir ve hiç ender hiç [hiç içinde hiç] olan kardeşin, bin derece haddimin fevkinde [üstünde] olarak, kendimi o gelecek adam olduğumu iddia edemem, hiçbir cihette liyakatim yoktur. Fakat o ileride gelecek acip şahsın bir hizmetkârı ve ona yer hazır edecek bir dümdârı ve o büyük kumandanın pîşdâr bir neferi olduğumu zannediyorum. Ve ondadır ki, sen de yazılan şeylerden o acip kokusunu aldın.

Hem mektubunda اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1 ‘ye ait olan esrarı sual ediyorsun. Evet o âyetin büyük bir denizinden çok Sözlerde katarâtı, [damlalar] reşehâtı [damlalar, sızıntılar] vardır. Bâhusus [bilhassa, özellikle] Yirminci Mektupta, Otuz Üçüncü Mektupta, Otuz İkinci Sözde, Yirmi İkinci Sözde onun bazı çeşmeleri var. Elbette o âyette çok tabakat var. Her taife bir tabakadan hissesini almıştır. Ruhum istiyordu ki, o âyetin bazı envârını [nurlar] yazayım; fakat şimdiye kadar müteferrik [ayrı ayrı] surette yazıldığından öyle kalmış, şimdilik onunla iktifâ [yetinme] edilmiş.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Kardeşiniz

Said

• • •

392

– 225 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] fedakâr arkadaşlarım Sabri, Hafız Ali, Hüsrev, Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü Efendiler,

 Kardeşlerim, bu Ramazan-ı Şerifte size, âlem-i nurdan [nur âlemi] bahisler açmak arzuları var idi. Maalesef bir hâdise zulmet [karanlık] âleminden bahsetmeye beni mecbur ediyor. Bu yeni hâdise için etraftaki dostlar lisan-ı kal [söz ile anlatım] ve halle meraklı, endişeli bir tarzda benden istizah istiyorlar. Onları ve sizleri meraktan kurtarmak için, o hâdiseyi, iki kısım olarak, bir parça beyan edeceğim.

Birinci kısım: Bu bize nisbeten musibetli ve elîm hadiseyi, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve rahmetiyle başka surete çeviriyor. Evet, Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem de lüzumsuz değil. Bu hâdisenin bize karşıki veçhi, rahmet görünüyor. Ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] karşı veçhi, Cehennemin lüzumunu gösteriyor. Filhakika [gerçekte, doğrusu] bu Ramazan-ı Şerifte hâdisenin sureti çok çirkindi. Fakat Gavs-ı Âzamın dediği gibi, inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] gözünün altında ve hıfzında olduğumuzdan, çok cihetlerle hakkımızda lemeât-ı rahmet göründü.

İkincisi: Bu Ramazan-ı Şerifte acz u zaafı [zayıflık, güçsüzlük] ve fakr u ihtiyacı tam hissedip, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] iltica etmek, bir surette intibah [uyanış] ve heyecan ve şuur ve şiddet verdi. Ramazan-ı Şerifte şimdi okuduğum münâcâtların [Allah’a yalvarış, dua] okunmasına bu hâdise mühim bir kuvvet oldu. Zaten musibetler, dergâh-ı İlâhîye [Allah’ın yüce katı, makamı] sevk etmek için birer kader kamçısıdır. Her okuduğum bir kelime ve dua da ve münâcât [Allah’a yalvarış, dua] da şuurlu ve şiddetli oluyor. Resmî ve ruhsuz olmuyor. Sahâbelerdeki ibadetlerin

393

sırr-ı tefevvuku [üstünlük sırrı] bu noktadandır. Tesbih ve zikri bütün mânâsıyla şuurlu bir surette söyledikleridir.Haşiye [dipnot]

Said Nursî

• • •

– 226 –

 Hulûsi Beye hitaptır.

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

Aziz, sıddık, muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] kardeşim,

Evvelâ: Biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] Halil Nâci’nin dünyevî musibeti, beni de cidden mahzun eyledi. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onu da kurtarsın, size de sabır ve tahammül ihsân eylesin. Âmin. Nurun eskiden beri hiç sarsılmayan muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] bir kahramanı elbette dünyanın geçici, kıymetsiz, fâni vaziyetleri karşısında telâş etmez, mağlûp olmaz inşaallah. [Allah dilerse]

Saniyen: [ikinci olarak] Silsile-i ilmiyede bana en son ve en mübarek dersi veren ve haddimden çok ziyade şefkatini gösteren, Hazret-i Şeyh Muhammedü’l-Küfrevî’nin (kuddise sirruhû) hulefâsından [halifeler] Alvarlı Hoca Muhammed Efendiye ve ihvanlarına [kardeş] çok selâm ve arz-ı hürmet [hürmet etme, saygı sunma] ederim. Ve o havâlide Nurlarla alâkadar senin dostlarına çok selâm ve Nur hizmetinde muvaffakiyetlerine [başarı] dua ederiz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 3

Hasta kardeşiniz

Said Nursî

394

– 227 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَه * 1

Aziz kardeşim,

Beni merak etmeyiniz inâyet-i Rabbaniye devam ediyor. Maişet [geçim] cihetinde kanaat ve iktisat beni ihtiyaçtan kurtarıyor. Sakın birşey gönderme. Sen altı yedi nefse bakıyorsun; benim yarım nefsim var. Sen beni değil, ben seni düşünmeliyim. Sabri’nin mektubu ona yetişmemiş. Sen ve Hulûsi, benim her bir amel-i uhrevîmde [âhirete ait iş] hissedarsınız. Mâh-ı Ramazanda kazanç bire bindir. Siz de bana duanızla yardım ediniz.

Said

İşaret-i Aleviyeyi tam tasdik ettiniz mi, Haşir Risalesini [öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanmayı delilleriyle ispat eden risale, Sözler’de yer alan Onuncu Söz] çok kuvvetli buldunuz mu?

• • •

– 228 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Binler selâm. Siz maddî rütbenizden çok yüksek mânevî rütbeniz iktizasıyla [bir şeyin gereği] ayrı ayrı yerlere gönderiliyorsun. O yerlerin sana ihtiyacı var. Hiç merak etme. Senin Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] hakkında mektupların, çok talebe yerinde, senin bedeline hizmet-i Nuriyede [Risale-i Nur Hizmeti] çalışıyorlar. Birinciliği daima sana kazandırıyorlar.

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

395

– 229 –

Yıldız mektubu

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim, hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] çalışkan arkadaşlarım Sabri, Hüsrev, Hafız Ali, Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü,

Size Cemaziye’l-Âhir ayında vuku bulan bir hâdise-i semâviye [göklerle ilgili olay] münasebetiyle bir mesele beyan edeceğim. Şöyle ki:

Hazret-i zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm’ın zuhuru zamanında, وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ 3 âyetinin bir nümunesini gösterir bir tarzda, recm-i şeyâtîne alâmet olan yıldızların düşmesi kesretle [çokluk] vuku bulmuştur. Ehl-i tahkikin [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] nazarında, o zaman vahiy zamanı geldiğinden, vahye şüphe gelmemek için, kâhinler gibi, gaybî ve cinler vasıtasıyla semavî haberlerine karışanlara sed çekmeye alâmet ve işaret olmakla beraber, zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] aleyhissalâtü vesselâm cin ve inse meb’us olarak teşrifine semâvât ehlince [göklerde yaşayan manevî varlıklar] bir şenlik, bir bayram gibi bir alâmet-i sürur olduğunu, ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve hakikat hükmetmişlerdir.

Hem o meb’us zât, ehl-i küfür [inançsızlar] ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] için bir nirân-ı muhrika ve ehl-i hidayet [doğru ve hak yolda olanlar] için envâr-ı müşrika menbaı [kaynak] olduğuna, gaybî ve semavî bir işarettir. Şimdi

396

şu Cemâziye’l-Âhirde emsâli görülmemiş bir tarzda, gece saat dörtte başlayıp, beş ve beş buçuğa kadar devam eden yıldızların düşmesi ehemmiyetli bir hâdise-i semâviyedir. [göklerle ilgili olay] Semâvâtın hâdisâtı zeminimize baktığı cihetle herhalde o hâdisâtın dahi küre-i arzda [yer küre, dünya] bir eseri olacaktır. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetine sığınmalıyız ki, nîrân-ı muhrika yapmasın, envâr-ı müşrikaya çevirsin.

Evet, nasıl ki Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] sûrelerinde, âyetler birbirine bakar, işaret ederler. Öyle de, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir kur’ân-ı kebîri [büyük bir kitap gibi yazılmış olan kâinat] olan şu kâinatın ulvî, süflî [alçak] sûreleri dahi birbirine bakar, birbirinin nüktelerini [derin anlamlı söz] izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder. Semâ sûresinde bizim gibi lâfz-ı Celâli [“Allah” kelimesi] yalnız kırmızı yazmak değil, belki nur yaldızıyla Lâfza-i Celâl [“Allah” kelimesi] gibi yazılan yıldızlar ve o yıldızlardan fışkıran nuranî noktalar, elbette bir işaret fişekleri hükmünde, birer sırrı ilân ettiğini, o mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] semavî sûresinin şânındandır. Kendimizce bir fâl-i hayır addetmeliyiz.

Saniyen: [ikinci olarak] Size semâvâtın kırmızı yıldızlarını andıran, Kur’ân’daki İsm-i Celâlin [“Allah” ismi] iki bin sekiz yüz altı (2806) defa tekerrürü, Kur’ân semâsını o nuranî yıldızlarla ziynetlendirmiş ve o adetlerin sahifeler, yapraklar, sûreler itibarıyla birbirine mânidar münâsebât-ı tevafukıyetleri, daha ziyade letâfetini, [hoşluk, gözellik] ziynetini güzelleştirmiş.

Bu defa size kendi nüsha-i Kur’âniyemi [ciltlenmiş, kitap hâline getirilmiş Kur’ân nüshası] gönderiyorum. Bu nüshamda size gönderilen listeye göre işaretler koydum. İsm-i Celâl [“Allah” ismi] ve ism-i Rabbe [herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran anlamında Allah’ın ismi] ayrı ayrı işaret vaz edildi.

İsm-i Celâlin [“Allah” ismi] tevafukat-ı adediyesi hem muntazamdır, hem mânidardır; fakat bir parça dikkat ister. Çünkü, risalelerde görünen tevafuk gibi, daima sahife sahifeye bakmıyor. Bazan sahife mukabiline değil, belki bir arkasına veya arkasının mukabiline bakar. Bazan bir yaprak atlar, bazan bir sahife iki sahifenin mecmuuna bakar. Meselâ: Otuz beşinci sahifede on üç (13) adet Lâfza-i Celâl [“Allah” kelimesi] gelir. Arkasına sekiz (8), sonra beş (5) geliyor. Demek o on üç adet bu iki rakama birden bakar ki, o da on üç ediyor, ve hâkeza… Hem bazan bir sahife, iki sahifenin

397

mecmuuna bakmakla beraber, aynı suretinde iki adet gelir, herbiri onun bir cüz’ünü gösterir. Meselâ: Sûre-i Tevbe’de, 188. sahifede on altı Lâfza-i Celâl [“Allah” kelimesi] geliyor, arkasında altı geliyor, altının arkasında on geliyor. Beraber yukarıdan okunsa on altı olur, tevafuk eder.

Sûre-i Ahzab’ın yine sahife dört yüz yirmi ikide (422) on altı İsm-i Celâl [“Allah” ismi] geliyor; zahirî tevafuku yok. Halbuki bir sahife daha evvel on gelir ve mukabilinde altı var; terkip [birleşim, sentez] edilse on altı olur, tevafuk eder. Hem bazan ism-i Rab [herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran anlamında Allah’ın ismi] ile beraber tevafuk eder. Bazan sahife sahifeye değil, yaprak yaprağa bakar. Hem bazan sahife rakamına bakar.

Dokuz rakamı çok defa sahife rakamına baktığı için tevafuktan çıktığını hissettim.Haşiye [dipnot] Her neyse, siz de tetkik edersiniz. Sonra meşveretinizle [danışma] gizli tevafukatı [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] gösterecek rakamları yazacağız. Yeni yazdığımız Kur’ân’dan tensip ettiğiniz takdirde kaydedeceğiz. Başta yüz elli sahifede elli bir defa yedi ve sekiz geliyor. Yirmi sekizde sekizdir, yirmi üçte yedidir. Bu yedi, sekiz birbirine muvafık kabul edilmiş; yediden sekize, sekizden yediye geçmekle tevafuk bozulmuyor. Bu iki rakamın Kur’ân’da mühim sırları bulunduğu hissedilir.

Salisen: [üçüncü olarak] Hazret-i Zât-ı Ahmediye (aleyhisselâm) nasıl bir şecere-i tûbâ [Cennetteki tûba ağacı] olduğunu ve asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve evliya ve sıddıkîn, [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] o şecere-i nuraniyenin [nurlu ağaç] meyveleri ve mesâlik [meslekler, tutulan yollar] ve turuk [yollar] onun dalları olduğunu gösterir bir silsile-i azîme, [büyük zincir] eskiden kalma ve eskimiş bir silsilename yanımda var. Onu güzelce tebyiz [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] etmek için hattı güzel, cetvelde mehareti bulunan zâtları istiyorum. Şimdilik Hüsrev’le Tenekeci Mehmed Efendi, Bekir Ağada bulunan ölçüyle on beş tabaka kâğıt beraber, Hafız Ali’nin haber gönderdiği vakit gelsinler.

Rabian: [dördüncü olarak] Yirmi Yedinci Mektuba ilhak [ekleme] edilecek, kardeşlerimizin bazı yeni fıkralarını [bölüm] size gönderdim. Hakikaten bu fıkralar [bölüm] ve umum Yirmi Yedinci

398

Mektubun fıkraları [bölüm] çok faidelidirler. Ehemmiyetli, tatlı, hoş, güzel mânâlar, dersler; teşvik, teşci [cesaretlendirme] eder hisler vardır. Ben kendim onlardan tatlı istifade ediyorum; tembel olduğum zaman bana ehemmiyetli bir teşvik kamçısı oluyor. Her neyse… Kardeşlerim, gücenmeyiniz; bir miktardır sizlere mektup yazdığım zaman birbirinden uzak meseleleri topluyorum; her mektup bir aşure olur.

Hamisen: [beşinci olarak] Ben kolu kısa, boyu kısa cübbeme razı oldum; daha birşey lâzım değil. Hüsrev’in sakosu [palto, ceket] yanımda makbul misafirdi, gönderiyorum. Validesinin bir derece kesb-i âfiyet ettiğinden çok mesrur [mutlu] oldum. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sıhhat ve âfiyet versin. Orada Hüsrev’in kardeşi Ali Hasan ve Tenekeci Mehmed Efendi ve Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] gibi Sözler’le alâkadar olanlara selâm ediyorum.

Kardeşiniz

Said Nursî

Nümune için gönderilen kâğıt zâyi olmuş, göremedik. Beyaz kâğıttan siz intihap [seçmek] edersiniz. Sulfato [kinin; sıtma ilâcı] geldi, fakat çoktur. Mehmed Efendi bana yeniden bir levha yazması beni minnettar ediyor. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yazdığı herbir harfe mukabil bin sevap ihsan [bağış] eylesin. Âmin, âmin.

• • •

– 230 –

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ الْقُرْاٰنِ وَ اَسْرَارِهَا * 2

Ey bu dâr-ı fânide [geçici yer, dünya] medar-ı tesellîlerim, bu diyar-ı gurbette [gurbet diyarı, yurdu] enîslerim [cana yakın, dost] ve esrar-ı Kur’âniyede [Kur’ân’daki sırlar] beni iştiyaklarıyla [arzu, istek] konuşturan zeki, ferasetli [anlayışlılık, çabuk seziş] muhataplarım,

Sizlere, yalnız bir-iki dakika temâşâ etmekle, ne derece acınacak bir halde, nâkıs [eksik] bir hatla çalıştığımı ve sizin kıymettar kalemleriniz, ne kadar bana

399

ehemmiyetli olduğunu ihsas [hissettirme] etmek için, kendi hattımla tashihsiz bir fihriste-i huruf göndermiştim. Halbuki, sizler bir-iki dakika değil, saatlerce baktınız ve günlerce zaptettiniz. Bundan anladım ki, siz ona fazla merak ediyorsunuz. Onun için size o listenin tebyizini [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] gönderiyorum. İsterseniz kendinize bir suret alırsınız.

Fakat bunu biliniz ki, bu fihriste muvakkat [geçici] bir me’haz [kaynak] olmak için takribî [yaklaştırma] bir tarzdadır. Ben kolaylık için, kısmen eski mahfuzatıma, [korunmuş] kısmen iki mikyasla [ölçü] dokuz saatte perişan hattımla yazmıştım. Sonra anladım ki, bu vadide bir tefsir köyümüzde var. O tefsiri getirdik, mukabele [karşılama; karşılık verme] ettik. Ekseriyet-i mutlakayla [büyük çoğunluk] tevafuk etmişiz, birkaç büyük yekûnlarda, [bütün, toplam] on-on beş küçük yerlerde muhalefet oldu. Tahkikat [araştırma, inceleme] neticesinde, tefsirin matbaa ve müstensihlerin [el ile yazıp çoğaltan] eser-i sehvi olarak muhalefet olmuş. İki üç yerde müsvedde listemizi tashih ettik. Sonra o tashihimizin yanlış olduğunu anladık, daha listemizi değiştirmedik. Matbaa hatâsı olarak tefsir tashihe muhtaç zannettik, fakat edemedik. Çünkü, sahibi büyük bir müdakkik [dikkatli] ve matbaa da Câmiü’l-Ezher [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] yanında ve kurbünde, [yakın] Ezherî ulemâsının nazarı altında olduğundan tashihe cür’et edemedim.

Aynı tefsiri, tebyizle [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] beraber gönderiyorum. Ona bakarsınız; fakat tenkide uğraşmayınız. Çünkü benim listem takribîdir, [yaklaştırma] daha tahkikî yapmadım. Tefsir ise, çoğunda rivayete istinad eder. Hem bazı Sûre-i Mekkiyede Medenî âyetler girmiş. Belki hesaba dahil etmemiş. Meselâ, Sûre-i Alâk’ta hurufu [harfler] yüz küsur demiş. Muradı, en evvel nâzil olan nısf-ı evveldir. [ilk yarı] O doğru söylemiş. Ben ise, eski mahfuzatıma [korunmuş] istinaden mecmu-u sûreyi zannettiğim için onun savabında hatâ etmişim.

Hem tevafuktaki esrar, küllî yekûnlara [bütün, toplam] bakar. Takribî [yaklaştırma] fihriste bize kâfidir. Kenzü’l-Arş’ın üç nüktesinde [derin anlamlı söz] yazılan tevafukat, [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] küsuratın değişmesiyle değişmezler. Belki büyük yekûnların [bütün, toplam] değişmesiyle dahi o tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] bozulmaz. Meselâ, Sûre-i Kehf ile otuz dokuz sûre, bin adedinde ittifak ediyorlar. Bir-iki tane

400

bin adedini kaybetse, o mühim tevafuk bozulmaz. Ve hâkeza… Küsuratın çendan [gerçi] esrarı var, daha bize tamamıyla açılmadı. İnşaallah açıldığı vakitte fihriste dahi tahkikî bir surete girecek.

Said Nursî

• • •

– 231 –

 Hüsrev’in fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz Üstadım,

Cemaziye’l-Âhir ayında vuku bulan وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ 1 âyetinin ifade ettiği hâlâtın [durumlar, haller] bir nümunesini izah eden hâdisat-ı semâviyeyle Kur’ân’ın semasında parlayan Lâfza-i Celâl [“Allah” kelimesi] yıldızlarının acip ve tatlı tevafuklarını ders veren o kıymettar mektubunuzu, Hafız Ali kardeşimiz de dahil olduğu halde Re’fet, Bekir, Lütfi, Rüşdü, Keçeci Mustafa Efendi ve ağabeyim Ali Efendiyle beraber okuduk. O gece meclisimiz pek tatlı idi. Hâdisât-ı semâviyeyi hayret ve taaccüple ve pek büyük bir sevinçle karşılayarak, mele-i âlânın [en yüce mertebe] bayramlarına biz de iştirak etmiştik.

Nasıl ki bu hâdise-i semâviyenin [göklerle ilgili olay] birinci defa vukuu, (başta insan suretinde yapılmış Hubel tâbir ettikleri büyük putlarıyla 360 putu ilâh kabul eden) müşrikîn-i Kureyş’in helâkine netice vermişti. İnşaallah bu ikinci vuku’da 14’üncü asr-ı Muhammedîde ve Avrupa terakkiyatıyla [ilerleme] iftihar ettiği ve yirminci asır namını alan bugünde, ehl-i fetretin [vahyin gelmediği, karanlık dönem; Hz. İsa (a.s.) ile Hz. Muhammed (a.s.m.) arasındaki devrede yaşayanlar] putperestliğinin daha feci bir surete giren suretperestliğinin kökü kesileceğini bize ilân ediyordu.

401

Bu ilân, ümmet-i merhume-i Muhammediyeye, pek güzel ve pek hayırlı bir fütuhatı [fetihler, yayılmalar] hazırladığını hatırlatarak, mahzun kalblerimizi şenlendirmiş, ağlayan yüzlerimizi güldürmüş, gamnâk çehrelerimize beşaşet serpmişti. Dimağımızda [akıl, beyin] Asr-ı Saâdetin [Peygamberimiz (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] o câzibedar hayatını canlandırmış, güya mâziyi istikbale çevirerek, bir müddet o âlemlere ve o nezih [temiz] ruhlu, ulvî düşünceli insanlar arasında yaşatmıştır.

Saniyen: [ikinci olarak] Lâfza-i Celâlin [“Allah” kelimesi] mânidar ve münasebetdar tevafukatını [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] temâşâya koyulduk. Bu tevafukat, [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] ihtiyarsız [irade dışı] nazarımızı kendisine çeviriyordu. İrae edilen kısımlar ve tevâzün [denge, ölçü] ettirilen adetler, o kadar şirindi ki, okurken kalbimize serinlik, dimağımıza [akıl, beyin] bir inkişaf, [açığa çıkma] ruhumuza bir gıda veriyordu…

Vaktimizi arttırmak için, yan yazıyla yazılan Kur’ân-ı Kerîmin 15’inci sahifesine kadar 7, 8 adetler tevafukatını [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] muhafaza ederek, 51 defa gelmesi, mektubun nihayetini asel (bal) ile bağlıyordu. Ne kadar gariptir ki, bu rakamların hem yazılmaları birdir, hem sırada kardeşlikleri birdir ve hem de sahifede gösterdikleri rakamla tevafukları birdir.

Ey sevgili Üstad,

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizden çok razı olsun, yeni yeni meyveler ve fâkihelerle tagaddi suretiyle takviye-i ezhana, hem de def-i cû’ suretiyle ıztıraplarımızı teskine vasıta oluyorsunuz.

 Hüsrev

• • •

– 232 –

 Hüsrev’in fıkrasıdır. [bölüm]

Sevgili Üstadım, aziz hocam, efendim hazretleri,

El ve ayaklarınızdan öperek, sıhhat ve âfiyetiniz için duacıyım. Bu hafta zarfında, yazıp ikmaline [tamamlama] muvaffak olabildiğim yirmi altıncı ve onuncu cüzleri ve Kur’ân-ı Kerîmin tamamen yazılmasından mütevellid sürurlarımı [mutluluk] ifade eden şu arîzamı takdim ediyorum.

402

Sevgili Üstadım, bu hususta mâruz kaldığım, o Furkan-ı Ezelînin bazı inâyâtından [inâyetler, yardımlar] bahsetmekliğime müsaade edilmesini rica [ümit] ederim. Şöyle ki:

Lâfza-i Celâl [“Allah” kelimesi] ve lâfz-ı Rab [Rab kelimesi] tevafukatıyla, [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] kelime tevafukatını [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] muhafaza etmek suretiyle, bir Kur’ân-ı Kerîm yazılmasını emir buyurduğunuz vakit, pek büyük bir sevinçle kaleme sarılmıştım. İlk yazdığım üç cüz’ün başlangıcında, o kadar müşkülâtla yazı yazıyordum ki, sevincimi yeis, [ümitsizlik] şevkimi fütur [usanç] doldurmuştu. Esasen Arabî hattımın hiç olmaması, ye’simi [ümitsizlik] teşdid, füturumu tezyid [artırma, çoğaltma] ediyordu.

Sevgili Üstadım, bu hal çok devam etmedi. İlk günlerde sabahtan akşama kadar çalıştığım halde, beş veya altı sahife yazı yazabilmek, benim için büyük bir muvaffakiyet [başarı] iken, Kur’ân-ı Azîmü’l-Burhânın yardımı imdadıma yetişti. Müşkülâtın yerini sürur, [mutluluk] teessürün [üzülme, etkilenme] yerini sevinç kapladı. Bazı günler kalemi elimden bırakmamak için, namaz vaktinin uzamasını veyahut gurubun [batış] olmamasını temenni ediyordum. Bazan olurdu, sabahlara kadar yazı yazmak isterdim. Bazan olur, yazılması gayet güç sahifelere, Kur’ân’dan istimdad [yardım dileme] ederdim; gayet kolaylıkla o sahifeyi yazmaya muvaffak olurdum. Bazan en kolay yazılacak sahifelerde, istimdadı [yardım dileme] bırakırdım. Elimde kalem güya yazı yazmakta izhar-ı acz [âcizliğini gösterme] ederdi. Hattâ bazan yanlış yazarak sahifeleri tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ettiğim olurdu.

Bu kadar teshilât [kolaylık] arasında, Arabî hattımın şeklinin değişmekte olduğunu gördüm. Birinci defaki yazdığım yazılarımla son yazdığım yazılarımı karşılaştırdığım vakit, böyle çapraşık bir yazıyla, nasıl olur da dilâver bir pehlivan gibi ortaya atıldığımı düşünerek evvelce çok meyûs oldum. Sonra da sevincimden mesrurâne [mutlu] şükürler ettim.

Kur’ân’da mevcut tevafukatıyla [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] beraber yazan Hafız Ali, Hoca Sabri, Hafız Zühdü [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] gibi kardeşlerimin yazdıklarını gördükçe şevkim artıyordu. Ümidin fevkinde [üstünde] bir terakkiyat [bir hedefe yönelik ilerlemeler] gördüm. Bu esnalardaki inâyetin [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] bir kısmı kalbe tulû [doğma] ediyordu. Bir kısmı idare-i taayyüşüme taallûk [ait olma, ilgilendirme] ediyordu. Bir kısmı da yazı yazarken vuku buluyordu. Meselâ son bir hâdiseyi arz edeceğim. Şöyle ki:

En son yazdığım Sûre-i Tevbe’nin 197. sahifesinde altı Lâfza-i Celâl [“Allah” kelimesi] mevcut, dimağıma [akıl, beyin] sahifenin yazılacak şeklini hazırladım.

403

سَيَرْحَمُهُمُ اللهُ اِنَّ اللهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ * 1

âyet-i celîlesindeki iki tane Lâfza-i Celâl, [“Allah” kelimesi] tevafuk harici kalmak suretiyle yazmaya başladım. Vaktâ [ne vakit] ki فَمَا كَانَ اللهُ 2 daki Lâfza-i Celâli [“Allah” kelimesi] yazdım. Düşündüm ki, istediğim gibi olmayacak, öyleyse üç bir, iki bir tevafuk olsun dedim. Ben tevafuk edecek Lâfza-i Celâle [“Allah” kelimesi] yaklaştıkça, Lâfza-i Celâller [“Allah” kelimesi] tevafuktan uzaklaşıyorlardı. Bir türlü arzu ettiğim şekilde muvaffak olamadım. En nihayet hal-i hazır [içinde yaşanılan zaman dilimi] vaziyet vücuda geldi. Sahifeyi değiştirmek istedim. Baktım, bu sahife ihtiyarımı dinlememişti. Bunda bir maksat ve bir gaye olacağını hatırlayarak, sahifeyi yırtmadım. 198’inci sahifeyi yazdıktan sonra, dikkat ettim. 197’nci sahifede tevafuk haricî bir satırdaki iki lâfza-i Celâl [“Allah” kelimesi] 198’inci sahifede aynı satır üzerindeki, iki Lâfza-i Celâl [“Allah” kelimesi] ile üst üste geldiğini ve diğerinin 199’uncu sahifede pek cüz’î [ferdî, küçük] bir inhirafla [doğru yoldan sapma] (belki yarım santim kadardır) diğer bir Lâfza-i Celâlin [“Allah” kelimesi] üstünde olduğunu gördüm, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 3 diyerek, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] benim gibi alîl [hasta] ve pek çok mâsiyet [günah] ve kusurlu bir kulunu böyle kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir hizmette istihdam [çalıştırma] ettirdiğinden dolayı, nihayetsiz sürura [mutluluk] müstağrak [dalmış, kendinden geçmiş] oldum.

Bu inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve muvaffakiyetler, [başarı] fazilet ve mübecceliyette herşeye tefevvuk [üstün gelme] eden susmaz ve susturulmaz bir ses, feyyaz bir ziya ve nevvâr bir azametle, yirmi sekiz bin âleme imamlık eden, ders veren o Furkan-ı Ezelînin hadsiz kerametlerinden [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve nihayetsiz mu’cizelerinden, kıvılcım-misâl küçük bir lem’ası idi.

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] dergâh-ı izzetinde kabul buyursa, benim gibi, zillet [alçaklık] ve meskenet her tarafını kaplayan kusurlu, âciz bir abd [köle] için, ne büyük bir saadet!

404

İşte, sevgili Üstadım, himmet-i âlîniz ki ve لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ 1 hitâb-ı izzetine [izzetli ve şerefli hitap] mazhar [erişme, nail olma] olan menba-ı füyuzat aleyhissalâtü vesselâm efendimizin himemat-ı kudsiyeleriyle ve refik [arkadaş, yoldaş, yardımcı] olan Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] kerametleriyle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud [varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan, şeref ve yücelik sahibi Allah] hazretlerinin müsaade ve lütufları sayesinde ve yine onların rızası uğrunda, ümmet-i Muhammed için vasıta olup yazdırılan bu Kur’ân-ı Kerîmi size takdim ederken, fakir talebeniz, (size ciddî bir talebe, hakikî bir kardeş, muti [itaat eden, emre uyan] bir evlât ve Peygamber-i Zîşân Efendimiz Hazretlerine ümmet ve Hallâk-ı Kerîme de kemter bir kul) olabilmek dilekleriyle el ve eteklerinizden kemâl-i tâzim ve hürmetle öperim, efendim hazretleri.

 Fakir talebeniz

 Ahmed Hüsrev

• • •

– 233 –

 Milâslı Halil İbrahim’in fıkrasıdır. [bölüm]

Efendim,

İsterim ki Yirmi Yedinci Mektubun tatlı sadâları içerisinde benim de boğuk sesim çıksın. Lâkin heyhât o maden-i esrâr bahrinden dem [an, vakit] vurmak haddim değil. Benim arzum ve iştiyâkım, [şiddetli arzu ve istek] o gülistana girebilmek ve o güzel güllerden

405

koklamak… Yoksa onun tavsifinde [bir sıfatla niteleme] âciz ve kasırım. [köşk, saray] Gerçi kalbimde galeyan eden mânâlar çoktur. Lâkin her nedense, lisan hissiyatımızın tercümanı olamıyor.

Şu kadar diyebilirim ki, elimde mevcut risaleler ve Fihristede gördüğüme nazaran, Risale-i Nur eczaları bir şecere-i nuraniyedir [nurlu ağaç] ki, dalları aktâr-ı arza [dünyanın dört bir yanı] neşr-i envâr ediyor. Ve ilânihaye edecektir. Karanlıklı bir gecede, semâdaki yıldız ve kamerler, [ay] zemin yüzünde nasıl rehberlik ederlerse, Risale-i Nur eczaları da öyledir. Ve zulmette nura ihtiyaç ne ise, Risale-i Nur eczaları da odur.

Bahr-i dalâlet mevceleri arasında, sefine-i Nuh (a.s.) necat [kurtuluş] verir, her kim dahil olsa, tufan-ı maâsiden halâs [kurtulma] bulur. Risale-i Nur eczaları, küre-i arzın [yer küre, dünya] mevsim-i erbaa kütüphanesinde [kitaplar] bir bahardır. Ve bahar kadar letâfetlidir [hoşluk, gözellik] ve canbahştır. Ve ölmüş arza o bahar vasıtasıyla hayat verildiği gibi, Risale-i Nur eczaları da ölmüş arz kulûblere [kalbler] taze hayat verir. Risale-i Nur eczaları bir mürşiddir. İnsanı haksızlıktan hakka döndürür ve hayvanlıktan insaniyete ve esfel-i sâfilînden, [aşağıların aşağısı] âlâ-yı illiyyîne [yücelerin en yücesi] yükseltir. Otuz Üçüncü Sözün Yirmi Dördüncü Mektubu ve emsalleri, insanın ruhunda inşirah [ferah, rahatlık, sevinç] hasıl ediyor. Ve kalbinde Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] hikmetine karşı pencereler açıyor. Risale-i Nur eczaları, insanın sıkıntılı vaktinde imdadına yetişir ve tesellî eder. Bu ciheti aynen gördüm ve elhasıl [kısaca, özetle] Risale-i Nur eczaları hakkında her ne desem, yine o nura karşı sönüktür. İşte o fihristeler fihristesi böyle olunca, daha ilerisini ehli olan anlar.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

 Halil İbrahim (r.h.)

• • •

406

– 234 –

 Hulûsi Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Bugün hayreti mucip, [gerektirici] nazarı cazip, dikkati câlip, mânâsı lâtif, [berrak, şirin, hoş] tertibi zarif, tevafuku nazif, [temiz, pak] envârı [nurlar] zahir, icâzı bâhir, [açık] zübde-i burhan, erkân-ı iman, bir lem’ası i’câz-ı Kur’ân [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] olan ve mübarek Hüsrev’in çok mükemmel bir tarzda istinsah [kopyasını çıkarma] ettiği, Yirmi Dokuzuncu Sözle, [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] melfufu cidden çok mühim meseleleri cami ve bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] cevapları hâvi [içeren, içine alan] On Altıncı Lem’a[parıltı] ve benim gibi tembellere mükemmel bir ders-i ikaz olan Mektubu almakla bahtiyar ve çoktandır mahrum kaldığım Nurlara kavuşmaktan mütevellid nimete mazhariyetten dolayı, Cenâb-ı Hallâk-ı Rahîme teşekkürden âcizim.

Orada kardeşlerimizden beş nevi ibadet hakkındaki izahlarıyla kötü şahsiyetime değil, sırf Kur’ân’a, imana, Nura, hakâika [gerçekler, hakikatler] müteveccih [yönelen] hâlime baktım. Ve kanaatlarımı yokladım, ben de aynı şeyleri düşünmüş ve kanaat getirmiştim.

1. Ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] karşı mücahede: [Allah yolunda cihad etme]

اِنْ تَنْصُرُوا اللهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ 1

2. Neşr-i hakikatte [hakkı ve doğruyu yayma] Üstada yardım:

وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰى 2* وَاَطِيعُوا اللهَ وَاَطِيعُوا الرَّسُول 3

3. Müslümanlara iman cihetinden hizmet:

اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللهِ اْلاِسْلاَمُ 4 * وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُوا 5

407

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ 1 gibi âyetlerle اَلدِّينُ النَّصِيحَةُ، اَلدِّينُ النَّصِيحَةُ، اَلدِّينُ النَّصِيحَةُ 2 hadîs-i şerifi.

4. Kalemle ilmi tahsil:

نۤ وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ 3 Madem ki hakikat ilmi tedris [öğrenim, eğitim] ediliyor; elbette mahfî [gizli] hikmetlere binaen mahdut [sınırlanmış] insanların eline geçen, kulağına giren bu nevi derslerin ciddi tahsili için, bilhassa okuması yazması olanların bizzat yazmak suretiyle bu neticeyi bulacaklarına şüphe edilmemelidir. Birşeyi yazmak okumak, anlamak, sonra başka kâğıda nakletmektir ki, bu tarzla matlup [istek] istifadenin temin edileceği muhakkaktır.

5. Bir saati bir sene ibadet hükmüne geçecek tefekkür:

Evet, Nurlarla istifade, böyle saatler, zannederim, hepimizin meşhudu [görünen] olmuştur. Sözler’deki hakaiki [doğru gerçekler] tefekkür, aynen Kur’ân’ın künûzunu [hazineler] mânen taharrîdir [araştırma] ki, Fettâh [herşeyi lâyık olduğu şekil ve suretlerde açan, fetihler ve açılımlar müyesser eden Allah] ismi imdada yetişerek, öyle muhayyirü’l-ukul kapılar açıyor ki, zevkine nihayet bulunmuyor. Perdesiz, vasıtasız Kur’ân’a bakınca, zülâl [saf, berrak su] gibi hakaikin [doğru gerçekler] tecellî ettiği, bulutsuz havada güneş ve böyle bir havada yıldızlarla süslenmiş semâda bedirlenmiş kamer [ay] gibi müşahede olunuyor.

Benim gibi bir isyankârın vaziyeti, hali, kabiliyeti, istidadı [kabiliyet] asla müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] değilken, Allahü Zülcelâlin [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] nihayetsiz kerem [cömertlik] ve rahmeti, fazl [cömertlik, fazladan nimet verme] ve inâyetiyle, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] iki kere iki dört kat’iyetinde kat’î kanaatim gelmiştir ki, Hazret-i Gavs’ın ve onun

408

Üstadı, iki cihan fahri [gurur, övünme] Nebiyy-i Efhamımız (a.s.m.) Efendimiz Hazretlerinin dua ve himmetleri, [ciddi gayret] Hazret-i Kur’ân’ın şakirtleri [öğrenci] üzerindedir.

Sû-i ihtiyarımızla [irâdenin kötüye kullanılması] bozmazsak, bu himayet ve sahâbet elbette devam edecektir, kat’î kanaat ve imanındayım. Şu satırları bana yazdırtan âsâr-ı Nurun şeref-i vürudları ve feyizleri, inşaallah [Allah dilerse] içinde gizlenmiş olan aşr-i âhir-i Ramazan’daki leyle-i kadrin [Kadir gecesi] ihya [diriltme] edilmiş sevabını verir ve rızâ-yı Samedanîye mazhariyetle, saâdet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluk] kazanmaya bir vesile olur.

Ey Üstadımın bu fâni âlemde arkadaşları, inşaallah [Allah dilerse] âhiret âleminde de yoldaşları olacak olan aziz ve kıymetli kardeşlerim,

Şu anda kalbim şöyle inliyor, ben de ihtiyarsız [irade dışı] yazıyorum: Hazret-i Üstadın gösterdiği yol, aynen Kur’ân’ın cadde-i kübrâsıdır; [büyük ve geniş cadde] ondan ayrılmayalım, hizmetten kaçmayalım, fütur [usanç] getirmeyelim. Sermayesi yalan ve yalancılık olan siyaset propagandaları, sû-i kesbimizle [fiilin kötüye kullanılması, kötüyü kazanmak, elde etmek] kazanılan ve bugün tevarüs edilen fena şeylere karşı, kaderi ittiham [suçlama] derecesinde muradullaha müdahaleye cesaret etmeyelim. Biz abdiz; sebeb-i hilkatimiz, [yaratılış sebebi] Seyyidimizi, Yaratanımızı, Râzıkımızı [bütün mahlukatın rızkını veren Allah] bilmek ve bulmaktır. Hülâsa-i mevcudat olan Peygamberimiz vasıtasıyla inzal [indirme] ve ikram buyurulan Kur’ân’ın ahkâmına [hükümler] ve o Hazretin sünnetine tevfik-i harekete [uygun hareket] bezl ü gayret edelim. İşte o Nur elimizde mürebbî, [eğitici, terbiye edici] yanımızda muarrif, [tanıtıcı, tarif edici] aramızda Nurları neşre, mürebbî [eğitici, terbiye edici] ve muarrifimizi [tanıtıcı, tarif edici] dinlemeye çalışalım. Biz vazife-i ubudiyeti [kulluk görevi] yapalım, netice-i mükâfatı, Hâlık-ı Rahîmimize [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] bırakalım. Yekdiğerimize [bir diğer şey] en büyük yardım olan duayı da esirgemeyelim.

409

Zühre, [çiçek] Habbe, [dane, tohum] Katre [damla] ve Zeylinin [ek] Arabî bir nüshası bu fakire ihdâ buyurulmuş, birgün tercümesinin de yapılacağına işaret olunmuştu. Demek zamanı geldi ve benim gibi Arabî bilmeyen kardeşlerin mânevî arzuları, Zühre‘nin [çiçek] tercümesine vesile oldu. Çok muhtasar [kısa] olarak duygularımı arz edeceğim:

Birinci Nota: [bildiri] فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 1 kelime-i tevhidiyle [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] Mâbud-u Hakikîye [gerçek ibadet edilmeye lâyık olan Allah] bağlanmalı.

İkinci Nota: [bildiri]

اَللهُ اَكْبَرُ اَللهُ اَكْبَرُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاللهُ اَكْبَرُ اَللهُ اَكْبَرُ وَ لِلّٰهِ الْحَمْدُ * 2

tekbir-i ekberiyle kibriya [büyüklük] ve azamet sahibi ancak Allahü Zü’l-Celâl ve’l-Kemâl olduğunu…

Üçüncü Nota: [bildiri]

كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ * 3

nass-ı azîmi ile, madem herşey helâk olacak; ey zaif insan, bundan senin, şemse nisbeten bir zerre bile olmayan hayatının da hissesi olduğunu anla, aklını başına topla, yaratılışındaki hikmeti düşün, haddini bil, ömür ve hayatını, sana saâdet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluk] temin edecek şeylerle geçir, hakikatini…

Dördüncü Nota: [bildiri]

كُلُّ نَفْسٍ ذَۤائِقَةُ الْمَوْتِ * 4

قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِۤى اَنْشَأَهَۤا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ * 5

gibi âyetlerle müeyyed [teyid edilmiş, sağlamlaştırılmış] olduğu üzere ba’delmevt

410

ثُمَّ نُفِخَ فِيهِ اُخْرٰى فَاِذَاهُمْ قِيَامٌ يَنْظُرُونَ * 1

âyetinin sırrı zahir olacak ceza ve hesap gününde, Mâlik-i Yevmiddîn‘in [kıyamet gününün sahibi olan Allah] huzurunda, mahlûkat ve mevcûdatın en kıymettarı olan insanın, aynen halk olunarak bulundurulacağını…

Beşinci Nota: [bildiri] Avrupa’nın sûrî [görünüşte] medeniyetinin hakaik-i Kur’âniyeyle [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] butlanını [bâtıl oluş]

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَۤاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ * 2

âyetinin bir muhavere [karşılıklı konuşma] şeklinde tedrisini… [öğrenim, eğitim]

Altıncı Nota: [bildiri]

اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ 3* كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً * 4

gibi âyetlerle, hem iman tâcını giyen hizbullahın [Allah’a bağlı olanlar, din uğrunda ciddi gayret gösterenler] galebesini [üstün gelme] ve hem zahir insan suretinde halk olunan müşrikînin ve onların bir nev’i olan, herşeyi inkâr edenlerin, Kur’ân nazarındaki kıymetlerini…

Yedinci Nota: [bildiri]

وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا 5* اِنَّ اللهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَاْلاِحْسَانِ * 6 وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰى * 7

gibi âyâtın mânâsını hatırlattığını…

Sekizinci Nota: [bildiri] Sonunda zikrolunan dört âyet-i celîlenin bir nevi tefsiri…

Dokuzuncu Nota: [bildiri] Bugünün Dokuzuncu Sözünün bir çekirdeği olduğunu…

Onuncu Nota: [bildiri] Mârifetullaha [Allah’ı tanıma, bilme] yol açacak, bid’aların [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] kesreti [çokluk] zamanında Risale-i Nur ünvanını alacak ve en evvel ehl-i iman [Allah’a inanan] “Öldükten sonra dirilmek var, ceza

411

ve hesap günü var, uyanın” hitabıyla mevki-i intişara konulacak olan Onuncu Söze mahfî [gizli] işaret ettiğini…

On Birinci Nota: [bildiri] On Bir, On İki, On Üç, On Dördüncü Sözler gibi, Kur’ân’dan fazlaca bahs eden Nur risalelerini, [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] bilhassa bunlar arasında parlak bir mevkii işgal eden Yirmi Beşinci Sözün geleceğine imâ edildiğini…

On İkinci Nota: [bildiri] Bütün Müslümanlara, muhtelif tarikatlarda sülûk [mânevî yol alma] ile kazanılacak neticeye, acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarikinde besmele olacak bir ders verdiğini…

On Üçüncü Nota: [bildiri] Yirmi Altıncı Sözü اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ 1 âyetlerini,

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ 2 hadisini, Birinci Sözü, mecazî muhabbetteki mâkul dereceyi göstererek, taklitten tahkike [araştırma, inceleme] geçmek lüzumunu…

On Dördüncü Nota: [bildiri] Çok mühim ve pek nurlu bir eser olan, Yirminci Tevhid Mektubunu…

On Beşinci Nota: [bildiri] Üç meselesiyle, Kur’ân’daki emir ve nehyin [yasak] ne kadar yerinde olduklarını ve şeriat-ı Ahmediye desâtirinin, [düsturlar, kanunlar] ne kadar mâkul ve mantıkî esaslara istinad ettiğini, ayân beyân göstermektedir. Çok kusurlu ve âciz talebeniz, aldığı feyizleri ancak metindeki [sağlam] yazıları tekrarla ifade edebilir. Hitabı azaltmak için, sözü itnâba düşürmemek daha mâkul düşüncesiyle, mâruzatımı [arz edilen şey, istek, rica] [ümit] kısa kesmeyi daha faideli görüyorum.

 Hulûsi

• • •

412

– 235 –

 Mu’cizât-ı Ahmediyeyi yaldızla yazan Doktor Abdülbâki Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Sevgili, müşfik Üstadım, efendim hazretleri,

Kıymetine nihayet olmayan ve her vecihle [yön] medih [övgü] ve takdir sitayişine [övme, medih] şâyân bulunan Risale-i Nur eczalarından bir parçası olan On Dokuzuncu Mektubu, bu mektubun mazhar [erişme, nail olma] olduğu intişarındaki [açığa çıkma, yayılma] inâyetine [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olan kalemimle, iki gün evvel ikmal [tamamlama] edip, sevgili Üstadıma takdim ediyorum. Bu risale hakkında aziz Üstadıma kalbî ihtisasatımı arz etmek istiyorum. Fakat ne kalemim ve ne de kalbim ifadeden âcizdir.

Bu risalenin ruhumda vücuda getirdiği tebeddülâtı [başkalaşma, değişme] tarif imkânsızdır. Hakikaten ruhumun Asr-ı Saâdete [Peygamberimiz (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] ait karanlıklı noktalarını aydınlatmış, kalbimin en derin mahallerine nüfuz ederek, fakir talebenize verdiği ziyaları, nurlarıyla fakir talebenizi öyle bir hale getirmiştir ki, bu kusurlu talebenizin Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] istediği ve zulümatları yararak nurlar serpen asırda, beşeriyeti helâkten kurtarıp saâdete davet eden ve elinde ve lisanında sonsuz mu’cizatıyla, yalnız beşeriyete ve dünyaya değil, bütün mevcudata, [var edilenler, varlıklar] dünya ve âhirete kendini tanıttıran o Peygamber-i Zîşâna ümmet olabilmek ve sevgili Üstadıma talebe olabilmek kaydı altında hayatıma hâtime [son] verilmesidir. El ve ayaklarınızdan öperim, efendim.

Abdülbâki

• • •

413

– 236 –

 Ehl-i dünyanın Üstâdımız hakkındaki asılsız üç vehimleri münasebetiyle bir kardeşimizin ettiği sualine karşı cevaptır.

Üstadımız Barla’da kimsesiz kaldığı için, mütalâa edecek kitapları olmadığından, dünyadan ümidini kesip, âhiret noktasından, iman cihetinde, kendi nefsiyle olan mükâlemelerini, [karşılıklı konuşma] düşündüklerini çok defa “Ey nefsim, ey nefsim!” diye kaleme almış. Ne vakit o vaziyetten, o belâdan kurtuldu. Buraya geldi, altı ay zarfında oradaki altı gün kadar birşey yazmadı. Zaten neşriyat yapmıyor. Ancak kendi nefsi için nota [bildiri] nev’inden kaydettiği mesâili, [meseleler] iman cihetinde vesveseye düşmüş bazı has dostlarının istemelerine binaen, güçlükle onlar alıp mütalâa ediyorlar. Yazdığı en mühim bir eseri, bir müdür, vesveseli ve onun hakkında muannid [inatçı] bir valiye şikâyet tarzında vermiş, o muannid [inatçı] vali tetkikatında, “Bu eserde ve bunun neşriyatında siyasete taallûk [ait olma, ilgilendirme] edecek bir cihet yoktur; sırf mesâil-i imaniyeye [imana dair meseleler] aittir” diye hakikati anlamakla o müdürü tekdir [azarlama] etmiştir.

Hem hocamız tarikat zamanı olmadığını, mütemadiyen dostlarına söylüyor. “İmanı kurtarmak zamanıdır” diyor. Buna delil, dokuz senedir hiçbir kimseye tarikat tâlim etmemesidir. Yalnız mezhebi Şâfiî olduğu için, namazdan sonraki tesbihatı biraz fazlacadır. O fazlalık da, otuz üçer tesbihattan sonra, mezheb-i Şâfiîde sünnet olan bazan on, bazan otuz üç Lâ ilahe illâllah ve üç defa da salâvat [namazlar, dualar] okumaktan ibarettir.

Hususî ibadetinde yanına hiçbir kimseyi bırakmaz; en has hizmetçisi de yanına giremez. Ve diyor ki: “Ben şeyh değilim, ancak bir hocayım. Eskiden dünyaya karıştığım için günahlarım çoktur. Onlara istiğfar [af dileme] ediyorum” diyor.

Üstadımız hakkında ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] ve ehl-i hüküm [hükmedenler, hüküm verenler] tarafından çok defa “Neyle yaşıyor?” diye endişekârâne soruluyor. Bu sual altında, “Acaba başkaların hediye ve sadakalarıyla mı yaşıyor?” deniliyor.

Elcevap: Bizler daimî hizmetindeyiz. Hiçbir kimsenin sadaka ve hediyesini ihtiyarıyla kabul etmez. Mecbur kaldığı zaman, mukabilini vermek suretiyle

414

alır. Barla’da köy halkı az olduğundan, men edip kendini kurtarıyordu. Buraya geldikten sonra, Barla gibi “Ben birşey istemiyorum” diye olan musırrâne [ısrarlı bir şekilde] redde muvaffak olamadı. Hatırları kırılmayacak bazı dostların getirdikleri yemekleri birkaç defa yedi. Sonra birden bire, hasta olmadığı halde iştiha[arzu, istek] tam kesildi. Bizim kanaat-i kat’iyemiz [kesin düşünce] geldi ki, başkasının hediye ve sadakasını yedirmemek için, manevî bir ihtar ve bir itabdır. [azarlama]

Evet iki sene evvel, bütün Ramazan’da üç ekmek, bir okka [1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] pirinç ona ve dört kedisine kâfi [yeterli] geldiği gibi, bir sene evvel üç fırancala, bir Ramazan yine kâfi [yeterli] gelmişti. Bu Ramazan-ı Şerifte, otuz günde, yarım okka [1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] yoğurtla, yarım okkadan [1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] daha az pirinç ve dört kuruşluk bir fırancala yediğini—yalnız bir-iki kupa çay içmek ve iftar zamanında bir çay kaşığı bal yemek müstesna—başka birşey yemediğini bizzat müşahede ettik.Haşiye [dipnot]

Hem daimî hizmetinde olan bir arkadaş Rüşdü Efendi, üç okka[1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] beş kuruşa satılan ufak balıklardan güzelce kızartılmış üç tane getirmişti. Bunları Üstadımıza yedirmek için ısrar etti. Hem Rüşdü Efendinin hatırını kırmamak, hem de balıkları sevdiği için yedi. O balık yüzünden beş saat mütemadiyen sancı çekti. Bu sancı başladıktan üç saat sonra, Rüşdü Efendiye dedi ki: “Hüsrev’deki paramdan balığın fiyatını al; sancı devam ediyor” dediği halde balıkların fiyatını almadığı için, iki saat daha devam ediyor. En nihayet dedi ki: “Aman parayı al, beni bu sancının verdiği azaptan kurtar.” Rüşdü Efendi balığın fiyatını aldığı dakika, sancı birden bire kesildi. Biz Üstadımızın halinden, vaziyetinden, bu acip hali aynen gördük. İşte Üstadımız hakkında “Neyle yaşıyor?” diyenler, hatâlarını tashih etsinler.

 Bekir, Re’fet, Hüsrev, Rüşdü

• • •

415

– 237 –

 Hulûsi Beyin mektubudur.

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ بِلاَ اِنْقِطَاعٍ * 2

Eyyühe’l-Üstadü’s-Said,

Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] şahsiyet-i mâneviyelerinde [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] en âciz, en zaif ve en menfaatsiz bir uzuv olmakla beraber, bu intisabın [bağlanma, mensup olma] verdiği kuvvetle, manevî efradının [bireyler] dualarının ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] himayelerinin himmetine [ciddi gayret] ve Rabb-ı Rahîmin kerem [cömertlik] ve inâyetine [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] dayanarak, nail olduğumuz son nurlu âsârın [eserler/asırlar] mütalâa ve zavallı muhitimizdeki neşrinden mütevellid hâlis sürurumuza [mutluluk] ve nihayetsiz mânevî duygularımıza tercüman ve lisan-ı acz [acizlik dili] ile hissiyatı izhara [açığa çıkarma, gösterme] vasıta, başta muhterem ve çok müşfik ve aziz Üstada ve onun tevfik-i Hüdâ ile en kıymetli muinleri [yardımcı] ve Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] mânevî cisimlerinde daima faal ve nevvar nâkil ve nâşirleri [neşreden, yayan, yayınlayan] olan kardeşlerimize şükran ve dua borcumuzu iblâğ etmek emel ve niyetiyle, şu arîzacığı yazmaya başlıyorum.

Evvelâ ulvî ve gaybî kerametten [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bahs edeceğim: Mecmuatü’l-Ahzab’da “Ercûze” namındaki kaside-i mübareki (Fethi Beyde) buldum. Birçok yerlerini okudum. Fazla tetkik edemedim. Ancak “Sekine” nâmı verilen ve İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı]

416

tazammun [içerme, içine alma] eden altı isim Ferd, Hayy, [diri, canlı] Kayyûm, [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] Hakem, [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] Adl, [adalet] Kuddûs [her türlü kusur ve çirkinlikten uzak olan ve her şeyi temiz yapan Allah] (Celle Celâlühü) olarak buldum. Bu esmâ-i mübarekenin [Allah’ın yüce, bereketli isimleri] vird [devamlı yapılan zikir] edilmesine müsaade ve ne suretle devam iktiza [bir şeyin gereği] ettiğine emrinizi istirham ederim.

Merhumun ceddimin Hazret-i Ali radıyallahü anh efendimiz hazretlerine mâtuf [ait olan] ve evvelce arz ettiğim “Kerâmâtü’l-evliyâi [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] hakkun” düsturunu [kâide, kural] tasdik sadedindeki [asıl konu, esas mânâ] keramat hadisinin ifade edildiği bir zamanda, orada da bu mübarek eserin neşredilmiş olması, cidden hayreti mucip [gerektirici] olmakla beraber, işlerimizin tesadüfle alâkası olmadığını gösterecek küçük bir delil ve Risale-i Nur, mu’cize-i Kübrâ-i [büyük mu’cize] Ahmediye (a.s.m.) olan Kur’ân-ı Azîmüşşândan [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] nebeân [haber] ettiği için i’câzkâr hâdisât eksik olmayacağına işarettir. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1

Bu ulvî eserin sonuna Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] namına bu âciz talebenizin ismini koymakla, sıddîkınızın yazılmış ve yazılacak bütün Risale-i Nur lemaâtına karşı tasdikte tereddüd etmeyeceğine işaret olduğunu, şükürle karşıladım.

Sûre-i Rahmân’daki فَبِاَىِّ اٰلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ 2 âyet-i celîlesindeki tekrarlar gibi, Risale-i Nur’un mebde-i intişarından bu zamana kadar enva-ı keramet ve gaybî i’câz [mu’cize oluş] izhar [açığa çıkarma, gösterme] edilmekte ve bu feyizli hâdisat, Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci]

417

gayrete ve himmete [ciddi gayret] teşvik eylemekle beraber, onları mânevî silâhlarla teçhiz ederek, kuvve-i imanlarını tezyide [artırma, çoğaltma] vesile olmaktadır.

Allahü Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] Kur’ân-ı Kerîminde, Peygamber-i Zîşân hadîs-i nebevîlerinde, Cihâryâr-ı Güzîn, Sahâbe-i Kirâm ve Âl-i Beyt namlarına, Hazret-i Ali ve evlâdından Hazret-i Gavs kaside-i mübarekelerinde, fitne-i âhirzamandaki [âhirzaman fitnesi] en mühim ve Kur’ânî harekete remz, [ince işaret] delâlet, işaret, belki sarahatle [açıklık] parmak bastıklarını, Risale-i Nur nâşiri [neşreden, yayan, yayınlayan] bütün eserlerinde gösterir ve derslerinde tekrar tekrar söylerse, tereddüt ve şüpheye zerre kadar mahal ve hak kalır mı? Asla ve kat’â. [kesinlikle] Allah’ın ihsanına [bağış] yüz binler hamd ve şükürler olsun.

Münasebet gelmişken, tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] maksadıyla, mazhar [erişme, nail olma] olduğum, bütün acz ve noksanıma rağmen, gördürülmekte olan kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetin şerefi, mânevî vahdetteki [Allah’ın birliği] ihlâsın ikramı addedilmeye sezâ, [layık] gaybî himaye ve sıyaneti, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] kardeşlerime mücmelen [kısa, kısaca] arz ve iblâğ edeyim.

1. Allah’a malûm, çok kusurlarımı bilmeyen büyük ve küçük bütün halkın hakkımdaki teveccühleri, [ilgi]

2. İktiza ettikçe, soruldukça, münasebet geldikçe, pervasızca [korku] daima aldığım derslerden, öğrendiğim hakikatleri söylediğim halde, bütün meslektaşlarımın hakkımda muhabbet göstermeleri ve cevap verememeleri;

3. Ahkâm-ı diniyece [dinin hükümleri, esasları] gücüm yettiği kadar mutâvaat gösterdiğimi bildiklerine ve gördüklerine rağmen, ekser meslek büyüklerimin hususiyet ve gidişlerini beğenmediğim halde, alenen takdirlerini izhar [açığa çıkarma, gösterme] eylemeleri;

418

4. Elâziz’de maddeten hayli uzakta bulunmaklığıma rağmen, Risale-i Nur feyzi menbaından [kaynak] nebeân [haber] eden lemaâtın, izn-i Hakla arızasız gelebilmeleri;

5. Eski hocalarımın âsâr-ı Nuru bu âcizden dinlemeleri, vasıtamla okumaları;

6. Elhamdü lillâh, buraya gelen nurlu eserlerin, hususiyet ve mahremiyet kayıtlarına bir derece dikkat ederek intişarına [açığa çıkma, yayılma] çalıştığım halde, yüz bin kere şükür ve minnet ol Hâlık-ı Azîme, bir mâni ve şer zuhur etmemesi, ilh... [(ilâ âhir) sonuna kadar]

Açık, zahir, bâhir [açık] ve kat’î bir himaye ve siyanet-i mâneviye neticesi ve Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] arasındaki hakikî ihlâs ve tesanüdün [dayanışma] parlak bir tecellîsidir.

Sun’î [gerçek olmayan] bir tevazu [alçakgönüllülük] için değil, hakikati ifade için derim ki, bundan evvel Sabri Efendi kardeşimize yazdığım küçük mektubumda da zikrettiğim veçh [yön] ile, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] vücud-u mânevîsinde, [mânevî varlık] ancak küçük bir ayak parmağı kadar bir kıymeti olan bu biçare kardeşinizi, Hâlıkımız [her şeyi yaratan Allah] bu günahkâr abdini nihayetsiz in’âm [nimet verme] ve ihsanına [bağış] lâyık görmüş ki, Risale-i Nur naşirine [yayınlayan] bir talebe, Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] bir kardeş, Kur’ân hâdimlerine bir arkadaş etmiştir. Arabî ve Fârisî bilmeyen, ilim ve medrese görmeyen bir âsi abdine, hikmet-i Samedâniyesiyle böyle bir ikramda bulunuşu, elbette bir hikmete müsteniddir. [dayanan] O da herhalde Risale-i Nur’la alâkadar olanlar arasındaki safvet [arılık, berraklık] ve ihlâsla, Risale-i Nur’un ind-i İlâhîdeki derecesine ve hizmetin ulviyetine [yüce] atfolunur.

İşte Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] en gayr-ı nâfi bir uzva, misal olarak zikredilen bu kadar açık himaye ve sıyanet-i İlâhî vâki olursa, diğer münevver [aydın] unsurlara ne derece ikram ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] olacağı kıyas olunabilir.

419

Allah’ın inâyetine, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] Peygamberimiz Muhammed Mustafa Sallâllahü Teâlâ Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretlerinin imdat ve ruhaniyetlerine [ruh özelliği] istinad ederek, Allah rızası için hizmete koşan, yekdiğerini [bir diğer şey] mânevî ve uhrevî kardeş tanıyan, başta müşfik Üstad, yani Risale-i Nur naşiri [yayınlayan] ile onun şakirtlerini [öğrenci] فَاِنَّ حِزْبَ اللهِ هُمُ الْغَالِبُونَ 1* وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ 2 âyetlerinin sırlarının tezahürü inşaallah [Allah dilerse] karşılayacaktır.

İktisat hakkındaki risale hem insanî, hem içtimaî, [sosyal, toplumsal] hem dinî, hem dünyevî çok güzel ahlâkî, çok hoş imânî, çok değerli nurânî bir nasihatnamedir. Buradaki kardeşlerimizden bazılarının âsâr-ı Nur hakkındaki ihtiyarsız [irade dışı] şu sözleri, ne kadar yerindedir. Diyorlar ki: Bu mübarek eserlerden biri okununca, içimizden “Bundan daha yüksek eser olamaz” dediğimiz halde, ikincisini dinlediğimiz zaman bakıyoruz ki, bu evvelkinden daha ulvî ve nurludur.

Ben de diyorum ki: Ey ihvan! [kardeş] Risale-i Nur’un bütün cüzlerinde öyle bir kuvvet var ki, yalnız birini dinlemeye, okumaya veya yazmaya muvaffak olan kimse, Allah tevfik [başarı] verirse, imanını kurtaracak hakikatleri onda bulur. Çünkü her cüz’ün diğerleriyle mânen irtibatları vardır. Okuyana ve dinleyenlere sırran diyorlar ki: Bu okuduğun kitapta, bizdeki hakikatlerin de uçları, kokuları, işaretleri var. Dikkat edersen görürsün, çalışırsan anlarsın, cüz-ü ihtiyarını [insandaki çok az seçim gücü, irade] bu emre sevk edersen Allah da muvaffakiyet [başarı] verir. Bulur ve bilebilirsin.

İhlâsa dair Yirminci, Yirmi Birinci Lem’alar: [parıltı] Yirminci Lem’a [parıltı] muhtelif meslek ve meşrepte [hareket tarzı, metod] mü’minler arasındaki rekabetkârâne [rekabet edercesine] ihtilâfların esbabını öyle bir teşrihtir [şerh etme, açıklama, ortaya çıkarma] ki, tavsif [bir sıfatla niteleme] edebilmek için bu mübarek eseri aynen nakleylemekten başka çare yoktur. Allah cümlemizi muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] kullarından eylesin. Âmin.

420

En az on beş günde bir defa okunması emir buyurulan Yirmi Birinci Lem’a: [parıltı] Evrad [okunması âdet olan dualar] edinilecek kadar ehemmiyetlidir. Malûmdur ki, kale içinden fetholunur. Bugünkü muvaffakiyete [başarı] sebep olan ihlâs kalkarsa, maâzallah, o zaman çok vahîm neticeler tevellüd [doğma] eder. En büyük düşmanımız nefsimizdir. Onu susturmak için, zannedersem, şu ihtar kâfidir: “Ey nefs-i nâdân! Beni kandıramazsın. Madem ki, peygamber-i azîmü’l-kadr bir nebiyyullah olan Hazret-i Yusuf aleyhisselâm, وَمَۤا اُبَرِّئُ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ لاََمَّارَةٌ بِالسُّۤوءِ اِلاَّ مَارَحِمَ رَبِّى 1 demiştir. Aldatamazsın; senden ve senin samimî yoldaşların cinnî ve insî şeytan, ehl-i bid’a [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] ve ulemâü’s-sû [kötü âlimler, geçici menfaatlar uğruna hakikatları gizleyen ve gerçekleri çarpıtan âlimler] şerlerinden Allah’a sığınırım.”

Eski Said lisanıyla kaleme alınmış olan Yirmi İkinci Lem’a: [parıltı] Zaleme güruhunun hücumlarına pek mükemmel müdafaa ve elyak [daha layık] ve âlâ bir cevaptır.

فَاللهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ * 2

Otuz Birinci Mektubun Yirmi Beşinci Lem’ası: [parıltı] Maddî ve mânevî bütün hastalıklara mükemmel devadır. Altıncı Devanın iki defa yazılmasına merak ettim, hatırıma geldi. Birden yirmi beşe kadar devaları topladım, 325 oldu. Tekrar eden altı numaralı devayı da zam edince 331 çıktı. Söylenişte ve yazılışta ekseriyetle hazfedilen [anlatmama, açıklamama] bu rakamlardaki kaldırılmış bin sayısını nazar-ı dikkate alırsak 1325 ve 1331’de İslâm âleminin başına gelmiş olan musibetlere, bu Lem’ada [parıltı] mahfî [gizli] işaret bulunduğuna hükmeyledim. Basiretli ve nurlu arkadaşların, daha mahfî [gizli] hakaik [doğru gerçekler] çıkardıklarını ümit ediyorum. Eski talebenizden Hafız Hüseyin Efendiye bu Lem’a[parıltı] babasının vefatından birkaç gün sonra, arefe günü Hafız Ömer Efendiyle evine gitmek suretiyle okumak nasip oldu. Maddî ve manevî hastalıklarına ilâç veren hekim-i hâzık aziz Üstada çok dua etti. Bu mübarek eserin bu zât üzerindeki tesirini şöyle telhis [özetleme] edebiliriz. Ehibba ve

421

arkadaşlarından hastalığını soranlara, “Çok mükemmel bir ilâç buldum. Doktorlara ilâç parası vermekten elhamdü lillâh kurtuldum. Günden güne iyi oluyorum” diyormuş. 17 Zilhicce 1353.

 Uhrevî kardeşiniz ve âciz talebeniz

 Hulûsi

• • •

– 238 –

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] Kuleönlü Hacı Osman’ın bir fıkrasıdır. [bölüm]

Muhterem Üstadım,

Risale-i Nur’u birkaç seneden beri dinleyip, binde bir almış olduğum mânevî yaralarıma bir ilâç vazifesi görüyordu. Fakat hastalara ait Yirmi Beşinci Lem’a [parıltı] ve ihtiyarlara ait Yirmi Altıncı Lem’a[parıltı] Mustafa ve arkadaşlarımla beraber okuyup kemâl-i şevkle [tam bir istek ve arzu] dinledim. Bakıyorum ki, vücudumdaki yaralara güzel tesir ediyor, arkadaşlarıma dedim: “Madem Risale-i Nur’un tesiri bu kadar kuvvetlidir; ben yazmaya karar verdim. Fakat hiç okuyup yazmam yok ki, böyle kıymettar Risale-i Nur’a yardım edeyim. Madem kalemim yok, beni hizmetçi ve postacı olarak tayin ediniz” diye müteessirâne [etkileme, tesiri altında bırakma] söyledim.

O gece rüyamda, kendimi ölmüş ve yıkanmış olarak kabre bıraktılar. Haşir zamanı gelip kabirden kefenle başım açık, ayaklarım yalın olarak kalktım. Korkarak memleketimize gelirken, büyük bir köprüye yolum uğradı. Köprünün iki tarafında iki nöbetçi vardı. Birinden geçip, diğeri hemen beni yakaladı. Acaba nereye götürecek diye, bütün vücudum titriyordu. Biraz gittikten sonra köprü bitmeden Üstadıma beni teslim etti. Üstadım beni yıkayıp bıraktı.

Sonra asker olarak bir camie bütün ahali toplandı. Bir asker geldi, bana dedi: “Seni büyük bir kumandana hizmetçi tâyin ettiler, gideceksin.” Ben dedim: “Benim gibi süflî [alçak] bir nefer, [asker] nasıl o müşirin [mareşal] yanında hizmetçilik eder?” İtiraz ettim. Yine tekrar etti, “Gideceksin.” Ben korkarak gittim. Baktım ki, orada Üstadımı görünce mesrûrâne sevindim. Bana dedi: “Arkamdan gel.” Yüksek bir saraya çıktı, bana dedi: “Bu ufak hizmetleri gör.” Ben düşünmekte iken, Barlalı Süleyman Efendi geldi. Beraber bulunurken, Üstadım güzel bir gül bahçesine gitti. Ve orada bir küçük genç oturur; bana dedi: “Sen bu gence hizmet edeceksin” dedi. Hemen uyandım.

422

Ey kardeşlerim, madem Üstadım “Bende birşey yok; ben yalnız tayin olduğum cevahir [cevherler] dükkânından herkesin ihtiyacı var olduğunu ve Kur’ân’ın dellâlı [davetçi, ilan edici] olduğunu” sekiz-dokuz senedir ilân ediyor. Biz Risale-i Nur’ları yazmak, okumak ve dinlemek için herkesin ihtiyacı var. Onun için, ey Müslümanlar, mânevî yaralarınıza ilâç ararsanız, Risale-i Nur’da vardır. Yazın, okuyun, imanınız o kadar teâli [yücelme] edecektir. Hiç şüphe etmeyiniz.

Mübarek iki ellerinizden öperim ve bayramınızı tebrik ederim.

 el-Hubbu fi’llah câhil ve âciz talebeniz

Hacı Osman

• • •

– 239 –

 Âhiret hemşirelerimizden ve Risale-i Nur talebelerinden Müzeyyene’nin [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] fıkrasıdır. [bölüm]

Muhterem Üstadım,

Şu fâni dünyanın elemlerine gark [boğma] olan gözlerim, sizin feyizli, nurlu Sözlerinize ve tesirli ve şifalı risalelerinize, can ü gönülden merbut [bağlı] oldukça ve okudukça, risaleleriniz ne kadar büyük bir mürşid olduğunu hiçbir şeyle tarif edemem.

Evet, şu dünyaya, şu zamana çöken zulmet [karanlık] ve gaflet perdelerini Sözleriniz yırtıyorlar, parçalayıp o zulmeti ve gafleti dağıtıyorlar. Hangi akıl var ki, hakikat perdesini görüp de, o hakikat perdesinde nur-u hakikat [hakikat nuru] parlarken, onlara gözünü yumup, zulmet [karanlık] perdesine atılmış olsun? Ben de inşaallah [Allah dilerse] zulmete atılmam. Artık güçlükle bahtiyar olup da tekrar bedbaht olamam.

Üstadım, ben sair kardeşlerim gibi sizden bizzat ders almaktan mahrumum. Fakat haftada veya bir ayda, âlî [yüce] Sözlerinizden gıyabî bir ders alıyorum tasavvuruyla dinliyorum. Gûya bizzat sizden ders alıyorum. Bütün gün ehl-i İslâmın [Müslümanlar] selâmetini ve şu halimin zulmetten nura dönmesini, siz başta ve önde, biz arkada Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yalvaralım. Cenâb-ı Mevlâm hayırlısıyla ihsan [bağış] buyursun. Fazla söylemeye lisanım, aczim, kusurum bırakmıyor. Kusurumuzu Üstadımıza itiraf ediyorum.