BARLA LAHİKASI – Onuncu Lem’a, Fihrist (517-527)

517

Onuncu Lem’a [parıltı]

Şefkat Tokatları Risalesi

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَرًا وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُوۤءٍ تَوَدُّ لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُۤ اَمَدًا بَعِيدًا وَيُحَذِّرُكُمُ اللهُ نَفْسَهُ وَاللهُ رَؤُوفٌ بِالْعِبَادِ * 1

âyetinin bir sırrını, hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] arkadaşlarımın beşeriyet mukteza[bir şeyin gereği] olarak sehiv [hata, yanılgı] ve hatalarının neticesinde yedikleri şefkat tokatlarını2 beyan etmekle tefsir ediyor. Hizmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] bir silsile-i kerameti [kerametlerin zincirleme birbirini takibi] ve o hizmet-i kudsiyenin [kutsal hizmet] etrafında izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile nezaret eden ve himmet [ciddi gayret] ve duasıyla yardım eden Gavs-ı Âzamın bir nevi kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] beyan edilecek. Tâ ki, bu hizmet-i kudsiyede [kutsal hizmet] bulunanlar, ciddiyetlerinde, hizmetlerinde sebat [kalıcı olma, sabit kalma] etsinler.

Bu hizmet-i kudsiyenin [kutsal hizmet] kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] üç nevidir.

Birinci nevi: O hizmeti ihzar [hazırlama] etmek ve hâdimlerini o hizmete sevk etmek cihetidir.

İkinci kısım: Mânileri bertaraf etmek ve muzırların [zararlı] şerrini def edip onları tokatlamaktır.

Bu iki kısmın hâdiseleri çoktur, hem çok uzundur.Haşiye [dipnot] Başka vakte tâliken, [geciktirerek, erteleyerek] en hafif olan üçüncü bir kısımdan bahsedeceğiz.

518

Üçüncü kısım şudur ki: Hizmette hâlisen [katıksız, samimi olarak] çalışanlara fütur [usanç] geldiği vakit şefkatli bir tokat yerler, intibaha [uyanış] gelerek yine o hizmete girerler. Bu kısmın hâdisâtı yüzden fazladır. Yalnız yirmi hadiseden on üç, on dördü şefkatli tokat yemişler, altı yedisi zecir [azarlama, sakındırma] tokatı görmüşler.

BİRİNCİSİ

Bu biçare Said’dir. Her ne vakit hizmete fütur [usanç] verir, neme lâzım deyip hususî, nefsime ait işlerle meşgul olduğum zaman tokat yemişim. Hem de kanaatim geliyor ki, ihmalimden tokat yedim. Çünkü, hangi maksadım beni iğfale [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] sevk etmişse, onun aksiyle tokat yerdim. Sair hâlis arkadaşlarımın da yedikleri şefkat tokatları, dikkat ede ede, benim gibi, hangi maksat için ihmal etmişse, onun aksiyle şefkat tokatlarını yediklerinden, kanaatimiz gelmiş ki, o hâdiseler hizmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] kerametindendir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik]

Meselâ, bu biçare Said, Van’da ders-i hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini ders verme] ile meşgul olduğum miktarca, Şeyh Said hâdisâtı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki neme lâzım dedim, kendi nefsimi düşündüm, âhiretimi kurtarmak için Erek Dağında harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebepsiz beni aldılar, nefyettiler; [gönderilme, sürgün] Burdur’a getirildim.

Orada yine hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] bulunduğum miktarca—o vakit menfilere çok dikkat ediliyordu; her akşam ispat-ı vücut [varlığını gösterme] etmekle mükellef oldukları halde—ben ve hâlis talebelerim müstesna kaldık. Ben hiçbir vakit ispat-ı vücuda [varlığın ispatı] gitmedim, hükûmeti tanımadım. Oranın valisi, oraya gelen Fevzi Paşaya şikâyet etmiş. Fevzi Paşa demiş, “Ona ilişmeyiniz, hürmet ediniz.” Bu sözü ona söylettiren, hizmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] kudsiyetidir. [kutsal, kusursuz ve yüce] Ne vakit nefsimi kurtarmak, yalnız âhiretimi düşünmek fikri bana galebe [üstün gelme] etti, hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] muvakkat [geçici] fütur [usanç] geldi; aksi maksadımla tokat yedim. Yani bir menfâdan diğerine, Isparta’ya gönderildim.

Isparta’da yine hizmet başına geçtim. Yirmi gün geçtikten sonra bazı korkak insanların ihtarlarıyla, “Belki bu vaziyeti hükûmet hoş görmeyecek. Bir parça teennî [düşünerek acelesiz iş görme, ağır davranma] etsen daha iyi olur” dediler. Bende, tekrar yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet buldu. “Aman, halklar gelmesin” dedim. Yine o menfâdan dahi üçüncü nefiy [inkâr] olarak Barla’ya verildim.

519

Barla’da ne vakit bana fütur [usanç] gelmişse, yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet bulmuşsa, bu ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] yılanlarından, münafıklarından birisi bana musallat olmuş. Bu sekiz senede seksen hâdiseyi, kendi başımdan geçtiği için hikâye edebilirim. Usandırmamak için kısa kesiyorum.

Ey kardeşlerim, başıma gelen şefkat tokatlarını söyledim. Sizlerin de başınıza gelen şefkat tokatlarını, izin verirseniz ve helâl etseniz, söyleyeceğim. Gücenmeyiniz. Gücenen olursa ismini tasrih [açık şekilde bildirme] etmeyeceğim.

İKİNCİSİ

Öz kardeşim ve en birinci ve yüksek ve fedakâr bir talebem olan Abdülmecid’in Van’da güzel bir evi vardı. İdaresi yerinde, hem muallim idi. Hizmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] daha revaçlı [daha çok değer verilen] bir yeri olan hududa gitmekliğim için arzumun hilâfına olarak teşebbüs edenlere, içtihadınca, güya menfaatim için iştirak etmedi, rey [fikir, düşünce] vermedi. Güya, ben hududa gitseydim, hem hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] siyasetsiz, sâfi olmayacak, hem onu Van’dan çıkaracak idiler diye iştirak etmedi. Maksadının aksiyle şefkatli bir tokat yedi. Hem Van’dan, hem o güzel evinden, hem memleketinden ayrıldı. Ergani’ye gitmeye mecbur kaldı.

ÜÇÜNCÜSÜ

Hizmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] pek mühim bir âzâsı olan Hulûsi Bey, Eğirdir’den memlekete gittiği vakit, saadet-i dünyeviyeyi [dünya hayatındaki mutluluk] tam zevk ettirecek ve temin edecek esbab [sebebler] bulunduğundan, bir derece, sırf uhrevî olan hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] fütura yüz göstermeye dair esbab [sebebler] hazırlandı. Çünkü, hem çoktan görmediği peder ve validesine kavuştu, hem vatanını gördü, hem şerefli, rütbeli bir surette gittiği için dünya ona güldü, güzel göründü. Halbuki, hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli—tâ, ihlâsla, ciddiyetle hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] bulunsun.

İşte, Hulûsi’nin kalbi çendan [gerçi] lâyetezelzel [sarsılmaz] idi. Fakat bu vaziyet onu fütura sevk ettiğinden, şefkatli tokat yedi. Tam bir iki sene bazı münafıklar ona musallat oldular. Dünyanın lezzetini de kaçırdılar. Hem dünyayı ondan, hem onu dünyadan küstürdüler. O vakit vazife-i mâneviyesindeki [mânevî görev] ciddiyete tam mânâsıyla sarıldı.

DÖRDÜNCÜSÜ

Muhacir Hafız Ahmed‘dir. [çokça medhedilen, övülen] O kendisi söylüyor:

520

Evet, ben itiraf ediyorum ki, hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] âhiretim nokta-i nazarında [bakış açısı] içtihadımda hata ettim. Hizmete fütur [usanç] verecek bir arzuda bulundum. Şefkatli, fakat şiddetli ve kefaretli bir tokat yedim. Şöyle ki:

Üstadım yeni icadlaraHaşiye 1 taraftar olmadığı için—benim camim onun komşusudur; şuhur-u selâse [üç aylar] geliyor—camimi terk etsem, hem ben çok sevap kaybediyorum, hem mahalle namazsızlığa alışacak. Yeni usul yapmazsam, men edileceğim. İşte bu içtihada göre, ruhum kadar sevdiğim Üstadımın muvakkaten [geçici] başka bir köye gitmesini arzu ettim. Bilmedim ki, o yerini değiştirse, başka bir memlekete gitse, hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] muvakkaten [geçici] fütur [usanç] gelir. Tam o sıralarda ben tokat yedim. Şefkatli, fakat öyle dehşetli bir tokat yedim ki, üç aydır daha aklım başıma gelmedi. Fakat, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] Üstadımın kat’î ihbarıyla, ona ihtar edilmiş ki, o musibetin her dakikası bir gün ibadet kadar hükmünde olduğunu rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ümitvar olabiliriz. Çünkü o hata bir garaza binaen değildi. Sırf âhiretimi düşünmek noktasında o arzu geldi.

BEŞİNCİSİ

Hakkı Efendidir. Şimdi burada olmadığı için, Hulûsi’ye vekâlet ettiğim gibi ona da vekâleten derim ki:

Hakkı Efendi talebelik vazifesini hakkıyla ifa ederken, ahlâksız bir kaymakam geldi. Hem Üstadına, hem de kendine zarar gelmemek için, yazdıklarını sakladı. Muvakkaten [geçici] hizmet-i Nuriyeyi [Risale-i Nur Hizmeti] terk etti. Birden, bir şefkat tokadı mânâsında, bin lirayı vermeye mükellef olacak bir dâvâ başına açıldı. Bir sene o tehdit altında kaldı. Tâ geldi, burada görüştük, avdetinde [geri dönme] hizmet-i Kur’âniyeye, [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] talebelik vazifesine girdi. Şefkat tokadının hükmü kalktı, tebrie [beraat ettirme] etti.

Sonra Kur’ân’ı yeni bir tarzdaHaşiye 2 yazmak hususunda talebelere bir vazife açıldı. Hakkı Efendiye de hisse verildi. Elhak, o hissesine sahip çıktı. Bir cüz’ü güzel yazdı. Fakat derd-i maişet [geçim derdi] zaruretiyle kendini mecbur bilip, gizli dâvâ vekâletine

521

teşebbüs etti. Birden, bir şefkat tokadı daha yedi. Kalemi tutan parmağı muvakkaten [geçici] kırıldı. “Bu parmakla hem dâvâ vekâleti yapmak, hem Kur’ân’ı yazmak olmayacak” diye, lisan-ı mânâ ile ihtar edildi. Dâvâ vekâletine teşebbüsünü bilmediğimiz için, parmağına hayret ediyorduk. Sonra anlaşıldı ki, kudsî, [her türlü kusur ve noksandan uzak] sâfi hizmet-i Kur’âniye, [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] gayet temiz, kendine mahsus parmakları başka işe karıştırmak istemiyor.

Her ne ise… Hulûsi Beyi kendim gibi bildim, ona bedel konuştum. Hakkı Efendi de aynen onun gibidir. Eğer benim vekâletime razı olmazsa, kendi tokadını kendi yazsın.

ALTINCISI

Bekir Efendidir. Şimdi hazır olmadığı için, ben, kardeşim Abdülmecid’e vekâlet ettiğim gibi, onun itimat ve sadakatine itimadım ve Şamlı Hafız ve Süleyman Efendi gibi bütün has dostlarımın hükümlerine, bildiklerine istinaden diyorum ki:

Bekir Efendi Onuncu Sözü tab’ [baskı basma] etti. İ’câz-ı Kur’ân’a dair Yirmi Beşinci Sözü yeni huruf [harfler] çıkmadan tab [basma] etmek için ona gönderdik. Onuncu Sözün matbaa fiyatını gönderdiğimiz gibi onu da göndereceğiz diye yazdık. Bekir Efendi, benim fakr-ı halimi [fakir bir halde olma, fakirlik] düşünüp, matbaa fiyatı dört yüz banknot kadar olduğunu mülâhaza [düşünme, akla getirme] ederek ve kendi kesesinden vermek, belki Hoca razı olmaz diye, onun nefsi onu aldattı. Tab [basma] edilmedi. Hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] mühim bir zarar oldu. İki ay sonra, dokuz yüz lira hırsızların eline geçti. Şefkatli ve şiddetli bir tokat yedi. İnşaallah, zıyâa giden dokuz yüz lira, sadaka hükmüne geçti.

YEDİNCİSİ

Şamlı Hafız Tevfik‘tir. [başarı] O kendisi diyor:

Evet, itiraf ediyorum ki, ben bilmeyerek ve yanlış düşünerek hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] fütur [usanç] verecek harekâtım sebebiyle iki şefkatli tokat yedim. Şüphem de kalmadı ki, bu tokat o cihetten geldi.

BİRİNCİSİ: Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] benim hatt-ı Arabiyem Kur’ân’a bir derece uygun bir tarzda ihsan [bağış] edilmişti. Üstadım en evvel üç cüz bana yazdırmakla sair arkadaşlarıma taksim etti. Kur’ân yazmak iştiyakı, [arzu, istek] risalelerin tebyiz [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] ve tesvidindeki [bir yazıyı karalama olarak yazmak]

522

hizmetime arzumu kırdı. Hem Arabî hattı bulunmayan sair arkadaşlara tefevvuk [üstün gelme] edeceğim diye gururkârâne bir tavırda bulundum. Hattâ Üstadım yazıya ait bir tedbir bana söylediği vakit, “Bu iş bana aittir,” o vakit dedim. “Ben bunu biliyorum, ders almaya ihtiyacım yoktur” gibi mağrurâne [gururlu bir şekilde] söyledim. İşte bu hatama göre, fevkalâde, hiç hatıra gelmeyen bir tokat yedim. En az Arabî hattı olan bir kardeşime (Hüsrev’e) yetişemedim. Bizler bütün hayret ettik. Şimdi anladık ki, o bir tokattır.

İKİNCİSİ: Ben itiraf ediyorum ki, hizmet-i Kur’âniyedeki [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] kemâl-i ihlâs ve sırf livechillâh [Allah için] için hizmeti, iki vaziyetim ihlâl ediyordu. Şiddetli bir tokat yedim. Çünkü ben bu memlekette garip hükmündeyim, garibim. Hem, şekvâ [şikayet] olmasın, Üstadımın en mühim bir düsturu [kâide, kural] olan iktisada [tutumluluk] ve kanaate riayet etmediğimden, fakr-ı hale [fakir bir halde olma, fakirlik] mâruzum. Hodbin, [bencil] mağrur insanlarla ihtilâta [birbirine karışma] mecbur olduğumdan—Cenâb-ı Hak affetsin—mürüvvetkârâne bir surette riyâya ve tabasbusa [yaltaklanmak] da mecbur oluyordum. Üstadım çok defa beni ikaz ve ihtar ve tekdir [azarlama] ediyordu. Maatteessüf [ne yazık ki] kendimi kurtaramıyordum. Halbuki, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ruh-u hizmetine zıt olan bu vaziyetimden şeytan-ı cinnî [görünmeyen, cinnî şeytan] ve insî istifade etmekle beraber, hizmetimize de bir soğukluk, bir fütur [usanç] veriyordu.

İşte ben bu kusuruma karşı şiddetli—fakat inşaallah [Allah dilerse] şefkatli—bir tokat yedim. Şüphemiz kalmadı ki, bu tokat, o kusura binaen gelmiş. O tokad da şudur:

Sekiz senedir ben Üstadımın hem muhatabı, hem müsevvidi, [yazıları ilk başta karalama şeklinde yazan kişi] hem mübeyyizi olduğum halde, sekiz ay kadar Nurlardan istifade edemedim. Bu hale hayret ettik. Ben de ve Üstadım da, “Bu neden böyle oluyor?” diye esbab [sebebler] arıyorduk. Şimdi kat’î kanaatimiz geldi ki, o hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] nurdur, ziyadır. Tasannu, [yapmacık] temelluk, [dalkavukluk] tezellül [alçalma] zulmetleriyle birleşemiyor. Onun için, bu nurların hakikatlerinin meâli benden uzaklaşıyor tarzında bulunarak bana yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] görünüyor, yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] kalıyordu. Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] niyaz ediyorum ki, bundan sonra Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bana o hizmete lâyık ihlâs ihsan [bağış] etsin, ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] tasannu [yapmacık] ve riyâdan kurtarsın. Başta Üstadım olarak kardeşlerimden dua rica [ümit] ediyorum.

 Pür kusur Şamlı Hafız Tevfik [başarı]

523

SEKİZİNCİSİ

Seyrânî’dir. Bu zât, Hüsrev gibi Nura müştak [arzulu, aşırı istekli] ve dirayetli bir talebemdi. Esrar-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’daki sırlar] bir anahtarı ve ilm-i cifrin [harflerin sayı değerlerinden anlam çıkarmak üzerine kurulu ilim] mühim bir miftahı [anahtar] olan tevafukata [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] dair Isparta’daki talebelerin fikirlerini istimzaç [kaynaşmaya çalışma, uyum sağlamaya çalışma] ettim. Ondan başkaları kemâl-i şevkle [tam bir istek ve arzu] iştirak ettiler. O zât başka bir fikirde ve başka bir merakta bulunduğu için, iştirak etmemekle beraber, beni de kat’î bildiğim hakikatten vazgeçirmek istedi. Cidden bana dokunmuş bir mektup yazdı. “Eyvah!” dedim, “bu talebemi kaybettim.” Çendan [gerçi] fikrini tenvir [aydınlatma] etmek istedim. Başka bir mânâ daha karıştı. Bir şefkat tokadını yedi. Bir seneye karib, [yakın] bir halvethanede [yalnızca ibadet etmek ve çile doldurmak için kapanılan oda] (yani hapiste) bekledi.

DOKUZUNCUSU

Büyük Hafız Zühdü’dür. [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] Bu zât, Ağrus’taki Nur talebelerinin başında nâzırları hükmünde olduğu bir zaman, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ve bid’alardan [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] içtinâbı [uzak durma, sakınma] meslek ittihaz [edinme, kabullenme] eden talebelerin mânevî şerefini kâfi [yeterli] görmeyerek ve ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] nazarında bir mevki kazanmak emeliyle, mühim bir bid’anın [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] muallimliğini deruhte [üstüne almak] etti. Tamamıyla mesleğimize zıt bir hata işledi. Pek müthiş bir şefkat tokadını yedi. Hanedanının şerefini zîrüzeber [alt üst, darma dağınık] edecek bir hâdiseye mâruz kaldı. Fakat, maatteessüf, [ne yazık ki] Küçük Hafız Zühdü, [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] hiç tokada istihkakı [hak edilen pay] yokken, o elîm hâdise ona da temas etti. Belki, inşaallah, [Allah dilerse] o hâdise onun kalbini dünyadan kurtarıp tamamıyla Kur’ân’a vermek için bir ameliyat-ı cerrahiye-i nâfia [vücudun faydasına olan cerrahî ameliyat] hükmüne geçer.

ONUNCUSU

Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] (r.h.) namında bir adamdır. Bu zât, risalelerin yazmasında iki üç sene teşvikkârâne [teşvik ederek, bir şeye yönlendirerek] bir surette bulunuyordu ve istifade ediyordu. Sonra ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] zaif bir damarından istifade etti. O şevk zedelendi. Ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] temas etti—belki o cihetle ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] zararını görmesin, hem onlara sözünü geçirsin

524

ve bir nevi mevki kazansın ve dar olan maişetine [geçim] bir suhulet [kolaylık] olsun. İşte, hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] o suretle, o yüzden gelen fütur [usanç] ve zarara mukabil iki tokat yedi. Biri: Dar maişetiyle [geçim] beraber beş nüfus [nefisler] daha ilâve edildi, perişaniyeti ehemmiyet kesb [elde etme, kazanma] etti. İkinci tokat: Şeref ve haysiyet noktasında hassas ve hattâ birtek adamın tenkit ve itirazını çekemeyen o zât, bilmeyerek bazı dessas [hilebaz, aldatıcı] insanlar onu öyle bir surette kendilerine perde ettiler ki, şerefi zîrüzeber [alt üst, darma dağınık] oldu, yüzde doksanını kaybetti ve yüzde doksan adamı aleyhine çevirdi. Her ne ise, Allah affetsin, belki inşaallah [Allah dilerse] bundan intibaha [uyanış] gelir, yine kısmen vazifesine döner.

ON BİRİNCİSİ

Belki rızası yok diye yazılmadı.

ON İKİNCİSİ

Muallim Galip’tir (r.h.). Evet, bu zât, sadıkane ve takdirkârâne, [övgüyle] risalelerin tebyizinde [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] çok hizmet etti ve hiçbir müşkilât [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] karşısında zaaf [zayıflık, güçsüzlük] göstermedi. Ekser günlerde geliyordu, kemâl-i şevkle [tam bir istek ve arzu] dinliyordu ve istinsah [kopyasını çıkarma] ediyordu. Sonra kendine otuz lira ücret mukabilinde umum Sözler’i ve Mektubat’ı yazdırdı. Onun maksadı, memleketinde neşretmek ve hem hemşehrilerini tenvir [aydınlatma] etmekti. Sonra, bazı düşünceler neticesinde, risaleleri tasavvur ettiği gibi neşretmedi, sandığa bıraktı. Birden, elîm bir hâdise yüzünden bir sene gam ve gussa [üzüntü, tasa] çekti. Risalelerin neşriyle ona adâvet [düşmanlık] edecek resmî birkaç düşmanlara bedel, zalim, insafsız çok düşmanları buldu, bir kısım dostlarını kaybetti.

ON ÜÇÜNCÜSÜ

Hafız Halid’dir (r.h.). Kendisi der:

Evet, itiraf ediyorum, Üstadımın hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] neşrettiği âsârın [eserler/asırlar] tesvidinde [bir yazıyı karalama olarak yazmak] hararetli bir surette bulunduğum zaman, mahallemizde bir cami imamlığı vardı. Eski kisve-i ilmiyemi, [ilmi temsil eden elbise] sarığı bağlamak niyetiyle muvakkaten [geçici] o hizmete fütur [usanç] verip, bilmeyerek çekildim. Maksadımın aksiyle şefkatli bir tokat yedim. Sekiz dokuz ay imamlık ettiğim halde, müftünün çok vaadlerine rağmen, fevkalâde bir surette, sarığı saramadım. Şüphemiz kalmadı ki, o kusurdan bu şefkatli

525

tokat geldi. Ben Üstadımın hem bir muhatabı, hem bir müsevvidi [yazıları ilk başta karalama şeklinde yazan kişi] idim. Benim çekilmemle tesvid [bir yazıyı karalama olarak yazmak] hususunda sıkıntı çekmişti. Her ne ise, yine şükür ki, kusurumuzu anladık ve bu hizmetin de ne kadar kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] olduğunu bildik. Ve Şah-ı Geylânî gibi, arkamızda melek-i sıyânet [koruyucu melek] gibi bir üstad bulunduğuna itimad ettik.

 Ez’afü’l-ibâd Hafız Halid

ON DÖRDÜNCÜSÜ

Üç Mustafa’nın küçücük üç tokat yemeleridir.

BİRİNCİSİ: Mustafa Çavuş (r.h.) sekiz senedir bizim hususî küçük camie, hem sobasına, hem gazyağına, hem kibritine kadar hizmet ediyordu. Hattâ gazyağını ve kibritini sekiz senedir kendi kesesinden sarf ettiğini sonra öğrendik. Cemaate, hususan Cuma gecelerinde, gayet zarurî bir iş olmayınca geri kalmıyordu. Sonra ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] onun safvet-i kalbinden [kalbin saflığı, temizliği] istifade ederek dediler ki:

“Sözlerin bir kâtibi olan Hafızın sarığına ilişecekler. Hem gizli ezan muvakkaten [geçici] terk edilsin. Sen kâtibe söyle, cebir [Cebriye mezhebi] görmeden evvel sarığı çıkarsın.”

O bilmiyordu ki, hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] bulunan birisinin sarığını çıkarmaya dair sözü tebliğ etmek, Mustafa Çavuş gibi yüksek ruhlulara pek ağırdır. Onların sözlerini tebliğ etmiş. O gece rüyada ben görüyordum ki, Mustafa Çavuş’un elleri kirli, kaymakam arkasında olarak odama geldi. İkinci gün ona dedim:

“Mustafa Çavuş, sen bugün kimle görüştün? Seni, elin mülevves [kirli, pis] bir surette kaymakamın arkasında gördüm.”

Dedi: “Eyvah! Bana böyle bir söz, muhtar söyledi, ‘Kâtibe söyle.’ Ben arkasında ne olduğunu bilmedim.”

Hem aynı günde bir okkaya [1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] yakın gazyağını camie getirmiş. Hiç vuku bulmayan, o gün kapı açık kalmış, bir keçi yavrusu içeriye girmiş, büyük bir adam gelmiş, keçi yavrusunun seccademe yakın bıraktığı muzahrefâtı [dışkı] yıkamak için, ibrikteki gazyağını su zannedip bütün o gazyağını, temizlik yapıyorum diye, camiin her tarafına serpmiş. Acaiptir ki, kokusunu duymamış. Demek, o mescid lisan-ı hal [beden dili] ile Mustafa Çavuş’a diyor: “Senin gazyağın bize lâzım değil. Ettiğin hata için, gazyağını kabul etmedim” diye işaret vermek için o adama koku işittirilmedi. Hattâ o hafta içinde, Cuma gecesinde ve birkaç mühim namazda, o kadar çalıştığı halde cemaate yetişemiyordu. Sonra ciddî bir nedamet, [pişmanlık] bir istiğfar [af dileme] ettikten sonra safvet-i asliyesini [temelden gelen saflık] buldu.

526

İKİNCİ MUSTAFA’LAR: Kuleönü’ndeki kıymettar, çalışkan, mühim bir talebem olan Mustafa ile, onun çok sadık ve fedakâr arkadaşı Hafız Mustafa’dır (r.h.). Ben Bayramdan sonra, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] bize sıkıntı verip hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] fütur [usanç] vermemek için, “Şimdilik gelmesinler,” diye haber göndermiştim. “Şayet gelecek olurlarsa birer birer gelsinler.” Halbuki bunlar, üç adam birden, bir gece geldiler. Fecirden [sabah vakti] evvel hava müsaitse gitmek niyet edildi. Hiç vuku bulmadığı bir tarzda, hem Mustafa Çavuş, hem Süleyman Efendi, hem ben, hem onlar, zâhir bir tedbiri düşünemedik, bize unutturuldu. Herbirimiz ötekine bırakıp ihtiyatsızlık [dikkat, tedbir] ettik. Onlar fecirden [sabah vakti] evvel gittiler. Öyle bir fırtına onları iki saat mütemadiyen tokatladı ki, bu fırtınadan kurtulmayacaklar diye telâş ettim. Şimdiye kadar bu kışta ne öyle bir fırtına olmuş ve ne de bu kadar kimseye acımıştım. Sonra Süleyman’ı, ihtiyatsızlığının [dikkat, tedbir] cezası olarak arkalarından gönderip, sıhhat ve selâmetlerini anlamak için gönderecektim. Mustafa Çavuş dedi: “O gitse o da kalacak. Ben de onun arkasından gidip aramak lâzım. Benim arkamdan da Abdullah Çavuş gelmek lâzım.” Bu hususta “Tevekkelnâ alâllah[“Allah’a tevekkül ettik, dayandık”] dedik, intizar [bekleme] ettik.

Sual: Has dostlarınıza gelen musibetleri, tokat eseri deyip hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] füturları cihetinde bir itab [azarlama] telâkki [anlama, kabul etme] ediyorsun. Halbuki size ve hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] hakikî düşmanlık edenler selâmette kalıyorlar. Neden dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor?

Elcevap: اَلظُّلْمُ لاَيَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ 1 sırrınca, dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha [uyanış] gelir.

Düşman ise, hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] zıddiyeti, mümânaati, [engel olma] dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hesabına geçer. Bilerek veya bilmeyerek hizmetimize tecavüzü zındıka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için, onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar.

Nasıl ki, küçük kabahatleri işleyenlerin nahiyelerde cezaları verilir, büyük kabahatleri de büyük mahkemelere gönderilir. Öyle de, ehl-i imanın [Allah’a inanan] ve has dostların hükmen küçük hataları, çabuk onları temizlemek için, kısmen dünyada ve sür’aten verilir.2 Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] cinayetleri o kadar büyüktür ki, kısacık

527

hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] cezaları sığışmadığından, mukteza-yı adalet [adaletin gereği] olarak, âlem-i bekàdaki [devamlı ve kalıcı âlem] Mahkeme-i Kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] havale edildiği için, ekseriyetle burada cezaya çarpılmıyorlar.

İşte, hadis-i şerifte اَلدُّنْيَا سِجْنُ الْمُؤْمِنِ وَجَنَّةُ الْكَافِرِ 1 mezkûr [adı geçen] hakikate dahi işaret ediyor. Yani, dünyada şu mü’min, kısmen kusurâtından [kusurlar] cezasını gördüğü için, dünya onun hakkında bir dâr-ı cezadır. [iyi veya kötü işlerin karşılığının verildiği ceza ve mükafat yeri] Dünya, onların saadetli âhiretlerine nisbeten bir zindan ve cehennemdir. Ve kâfirler, madem Cehennemden çıkmayacaklar;2 hasenatlarının mükâfatlarını kısmen dünyada gördükleri ve büyük seyyiatları [günahlar] tehir edildiği cihetle, onların âhiretine nisbeten dünya cennetleridir. Yoksa, mü’min bu dünyada dahi kâfirden mânen ve hakikat nokta-i nazarında [bakış açısı] çok ziyade mes’uttur. Adeta mü’minin imanı, mü’minin ruhunda bir cennet-i mâneviye [manevî cennet] hükmüne geçiyor; kâfirin küfrü, [inançsızlık, inkâr] kâfirin mahiyetinde mânevî bir cehennemi ateşlendiriyor.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 3