BARLA LAHİKASI – Yirmi Yedinci Mektubun Üçüncü Kısmı ve Üçüncü Zeylin Nihayetidir 110-145. Mektuplar (171-248)

171

Yirmi Yedinci Mektubun Üçüncü Kısmıve Üçüncü Zeylin [ek] Nihayetidir

– 110 –

İkinci Sabri ve ikinci Hüsrev ve birinci Ali’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Ey Yüce Üstad,

Cenâb-ı Erhamü’r-Râhimîne çok şükürler ki, size, o muazzam Kitâb-ı Mübînin [Allah’ın apaçık kudret defteri olan kâinat, Allah’ın kudret ve iradesinin genel kanunlar defteri] hazine-i hakâikinin miftahını, [anahtar] rahmetiyle ihsan [bağış] buyurmuş. O hakaik-i azîme [büyük gerçekler] ki, bütün dünya halkının eşedd-i ihtiyaç [çok şiddetli ihtiyaç] ve atş ile, sabırsızlıkla, mütereddid, mütehayyir, [hayrete düşen] “Acaba bir âb-ı hayat [hayat suyu] bulacak mıyız?” diye bir hâlette [durum] iken, o mahfuz [korunmuş] ve mestur zemzeme-i azimenin musluklarını açarak, her meşrep [hareket tarzı, metod] ehlinin müracaatlarında içirilmemek kabil [mümkün] olmayan bir tarzda, cüz’î, [ferdî, küçük] küllî, hattâ pek âmî [cahil, sıradan] olanlar bile bir damlayla hararetini kestirecek derecede vazife-i âliyenizde [yüce görev] münteşir, [yaygın olan] tekellüfsüz, [zahmetsiz] tasannûsuz, çok cihetlerle kanâat-ı kâmileyle şahit olabildiğimiz bu vazifeyle muvazzaf ve ancak ilm-i bînihâyeden lemeân eden, arş-ı Hüdâya nazarla âleme rahmete vesile olduğunuz hengâmda [ân, zaman] ne diyebilmek mümkün ve ne cesaret!

Hem bütün mümkinatla [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] alâkadar, o muhit ve ehass-ı havassın [en seçkin şahsiyetler] bile tam fâik [üstün] derecesinde massedebilmesi, bence baîd [uzak] diyebileceğim serâser [yer, dünya] nur olan eserlere, fakir gibi, her hususta nısf [yarı] değil, hiçin hiçi olanların, bu hususta mütalâa değil, elime kalem alıp o mübarek fikr-i âlinin içine müşevveş [dağınık, karışık] fikrimi karıştırmaktan

172

korkuyorum ve cesaret edemiyorum. Gaye-i maksat [asıl hedef, esas maksat] olan, yalnız Üstadım, her hususta muvaffakiyete [başarı] kısa nazarımla bakıyorum. Muvaffakiyetler [başarı] neticesi, bizim için bir eyyam-ı mübareke [Cuma ve kandil geceleri gibi mübarek günler] uzaktan uzağa görünüyor. İnşaallah, o yevm-i mev’ûdu, duanız himmetiyle [ciddi gayret] göreceğiz. Ve biz görmezsek, fütuhat-ı azîme nâil olan eserleriniz, pek bâlâ bir mevkide kahramanâne müşahede edecekleri şüphesizdir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizden ebedî râzı olsun. Dua-yı âciziyeden başka bir mütalâa dermeyan edemeyeceğimden, o hususu, fikr-i âlî, kalb-i sâfî kardeşlerime havale edip, el ve eteklerinize yüzlerim sürerek, kırık dökük sözlerimden affınızı dilerim.

Üstadım, bu üçüncü nükte-i kenziyeyi mütalâa ettim. Sûre-i Alâk-ı mübareğin hurûfâtının [harfler] ima ettiği sırlar karşısında hayretimden gayr-ı ihtiyârî, “Allah Allah!” lâfz-ı celâli [“Allah” kelimesi] ağzımdan çıkmakla öz ve gözlerim hazin hazin yaşarıyordu ve şöyle düşünüyordum:

Evet, nasıl ki, kâinatın her zerresi Hâlık-ı Kâinata [bütün âlemleri yaratan Allah] şehadet ve gülümseyerek haber veriyorlar. Öyle de, kâinatın haritası olan Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] vücudunu teşkil eden harfleri de, hâdisat-ı kevniyenin mâzi, hal ve müstakbeline [gelecek] lisan-ı halleriyle [beden dili] şehadet edecekleri bedihîdir [açık, aşikâr] diyorum. Bu düşüncemin izahını nihayetteki ihtarında buldum, elhamdü lillâh dedim.

Hele mübarek Sûre-i Rahmân, şu zamanın efkâr-ı bâtıla [asılsız, boş düşünceler] ve firavun-meşrep kafalara yıldırım-misâl saika [sebep, sevk etme] ile, pek sarih [açık] bir surette, her işi Rahmânü’r-Rahîmin [dünya ve ahirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah] diye ispat ve otuz bir defa bir cümle tekrarla, çör-çöpten ibaret olan tabiiyun ve maddiyun tahassungâhlarını, [sığınma, korunma] o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] harflerinin remziyle [ince işaret] zîr ü zeber [alt üst] ediyor. Zaten, Üstadım, çok yerlerde beyan buyurduğunuz gibi, bu kâinat kitabını açan

173

Kadîr-i Zülcelâl [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] ve Hakîm-i Zülkemâl, [sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi hikmetle yaratan Allah] o kitabı kapayıncaya kadar, o kitabın sahife, satır, harf ve noktalarını hakkıyla izah edecek ve hikmetini gösterecek bir müfessir, [açıklayan, yorumlayan] bir muarrifi [tanıtıcı, tarif edici] ve o muarrifin [tanıtıcı, tarif edici] verese-i hakikîsini rahmeti muktezasıyla [bir şeyin gereği] eksik etmeyecek.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * 1

Evet, Üstadım, şâhidim ki, çok yorgunsunuz ve yoruluyorsunuz. Fakat o vazifenin kudsiyeti [kutsal, kusursuz ve yüce] yorgunluğa değil, herşeye tercih edileceğini buyuruyorsunuz. Madem şu zamanda iki mühim cereyan-ı azîmenin [büyük akım] birisinin kumandasını Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] size tahmil [yükleme] etmiş oluyor ki, bütün dünya Kur’ân’ın beyan ve esrarından mânen sizi dinliyor, inşaallah [Allah dilerse] her vakit dinleyecek. Bu mânevî muharebe zamanında netice-i muharebe yalnız insanların izmihlâline [yıkılma, çökme] değil, belki bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] netice-i tahribini taşıyan ve istimal [çalıştırma, vazifelendirme] eden muharriplerledir. [tahrip eden, bozan] Öyleyse siz yalnız bize değil, ilâ yevmi’l-kıyâm bâki kalacak Müslüman yavrularının yaralanmaması için zırh; ve bir endahtta dünyayı sarsan, gürûh-u hazeleyi boğucu dumanlar içinde bırakan, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] son sistem malzeme-i mübarekelerini icada vesilesiniz. Var ol, ey sevgili Üstadım! Hemen, Rabbim yorgunluğunuza bedel bin ehl-i gazâ sevabı ihsan [bağış] buyursun. Âmin.

Affınıza mağruren [inanarak, güvenerek] şunu diyeceğim ki: Madem mânevî cihad zamanıdır, muvazzaf askeriz ve askerlikten lezzet aldığımızı söylüyoruz, düşman hem dessas, [hilebaz, aldatıcı] hem sûrî [görünüşte] kuvvetlicedir. “Kılıç hasma göre çekilir” düsturuyla, [kâide, kural] sizin telâşsız ve ârâmsız sa’yiniz [çalışma] gözönünde iken, cephemize hile tuzağı addedilen hubb-u câh [makam, mevki sevgisi] ve sermaye-i dünya gibi, çok câzibedar şeylerle bizi aldattıklarını bilmeliyiz. Ve cepheyi bırakıp, âfil şeylere aldanıp, çok mübârek ve mukaddes şeylerin ayak

174

altında kalmasına sebebiyet vermemek için, ancak ve ancak Cenâb-ı Kibriyânın azamet ve kudretinden ve şümul[kapsam] rahmetinden ve Şâh-ı Levlâkın himmet-i âmmesinden ve Zât-ı Üstadânelerinin makbul ed’iyelerinden gece ve gündüz hissemend olmamızı niyaz ediyorum ve böyle imanım var ve her dakika ârâmsız bekliyorum.

 Hafız Ali (Rahmetullahi Aleyh)

• • •

– 111 –

 Hulûsi Beyin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmı,

1. Şeâir-i İslâmiyenin [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] tağyirine [değiştirme] asla razı olmayan ve tahammül edemeyerek kulaklarını tıkayanların kanaatlerindeki isabete kat’î bir hüccet; [delil]

2. Te’vilkârâne “Zahirî muvafakat gösteriyorum” iddiasında bulunanları birinci zümreye ilhak [ekleme] ettirecek müessir bir kuvvet;

3. Ulemâü’s-sû[kötü âlimler, geçici menfaatlar uğruna hakikatları gizleyen ve gerçekleri çarpıtan âlimler] ahzâbına şedit [çok şiddetli] bir tokat;

4. Muhtelif nam ve vesilelerle, dinsizlik gayesiyle bid’alar [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] çıkaranlara, kahir [üstün] bir darbe-i kudret ve tavk-ı lânet;

5. Beşinci ve altıncı işaretler, ıslah-ı âlemin bizzat Hazret-i Mehdinin zuhuruna vâbeste [bağlı] olduğuna kanaat eden zümreden, bu zât-ı âlîşânın dahi bu emirde muktedir olmasında şüphe duyanların, bu vehimlerini bertaraf edecek, itimatlarını temin edecek, gayet kuvvetli güneş gibi bir hakikat;

6. Yedinci İşaret, bu asrın en mâkul mücahedesinin [Allah yolunda cihad etme] nasıl yapılmak iktiza [bir şeyin gereği] ettiğine delâlet eden, mahz-ı hikmet [hikmetin ta kendisi] gibi hâssaları [özel; bir ferde delâlet eden söz] câmidir.

175

Âciz kardeşinizin kısa vasfı da, elbette aczine şehadet eder. Yoksa bu hakaiki [doğru gerçekler] lâyıkıyla vasfeylemek, bu biçarenin haddi değildir.

Dünyevî meşgalem, hususî işlerimiz ve pederime yardım gibi, mecburî ahval [durumlar] ve duygular, evvel ve âhir arz ettiğim gibi, hizmet-i Kur’âniyedeki [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] vazifeme çok mâni oluyor. Ne yapayım?

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ 1 diyorum. Duanıza çok muhtacım ve muhtacız. Biz her vakit sevgili Üstadımıza duada bulunuyoruz.

 Hulûsi

• • •

– 112 –

 Sabri’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Üstad-ı Ekremim Efendim Hazretleri,

Ekalli, kırk seneden beri hakikat âleminde nurlar saçan nuranî, kudsî, [her türlü kusur ve noksandan uzak] feyizli sözlerin kâffesi, bütün safahatında [zevk, keyif] tarikat ve seyr-i sülûke [mânevî makamlarda ruh ile yapılan seyir ve seyahat] ait pencereleri küşât ile, müştaklara [arzulu, aşırı istekli] temaşa ve berk-i hâtif misâl تَعَالَوْا اَيُّهَا اْلاِخْوَانِ 2 nidâ-i belîğiyle dâvet etmekte iken, dürbînî bir nazara mâlik olanlar, pek âşikâre görüp ve dinleyip iltica etmekte iseler de, bu abd-i pürkusur, onlarla omuz omuza yürüyen, tarikatın ne demek olduğunu, matla[doğuş yeri] şems-i füyuzat ve menba-ı fevz-i necat olan, Yirmi Dokuzuncu Mektubun dokuz levha-i saadeti câmi Dokuzuncu Nüktesini [derin anlamlı söz] okuduktan sonra, alâ kadri’l-istitâa öğrendim. Nihayetsiz füyuzat [feyizler, mânevî bolluk ve bereketler] ve

176

hadsiz ezvâk-ı mütenevviayı hâvi [içeren, içine alan] olduğunu, bir kat daha tasdik ettim. Elhamdü lillâh, şu nüktede [derin anlamlı söz] nura muhtaç kalbime lâyüad nurlar bahşedildi.

Kalbimin hissedip, lisanımın ifadeye muktedir olamadığı derya-yı hakikate dalarak, şu eser-i giranbahânın şâyân-ı menn ü şükrân olduğunu arz ve mâba’dinin tevâli ve temadisini can ü yürekten talep ve temenni etmekte iken, işte tetimmesi [ek] olan üç telvih de ihsan [bağış] buyuruldu.

Bu hâtime [son] kısmı, vartalardan [tehlike] kurtulmak çaresini gösteren irşad [doğru yol gösterme] ve ikazlarıyla, cidden bir levha-i saâdet ve bâis-i [sebep, neden] hayât-ı mücedded olmuştur. Acaba her an, en az bin bir nevi semere-i saâdetle tegaddî etmekten kaçan ve o cadde-i kübrâya [büyük ve geniş cadde] asla lâyık olmayan iftira ve isnâdât perdelerini görüp, şu meş’ale-i adîmü’l-misâli söndürmek, zulümat ve dalâlât vadilerine yol açmak isteyen bakar-körlere ne demeli?

Nazîrsiz [benzer] şuleleriyle [gür ışık/alev] asr-ı hâzırı ihyâ [diriltme, hayat verme] ve tenvir [aydınlatma] ve istikbalin krokisini bihakkın [gerçek anlamıyla] tanzim ve tahkim eden nurlar, ilelebed payidar olsun. Dilerim Bâri-i Teâlâ Hazretlerinden ki, şu âsâr-ı pürnûrun, bütün ümmet-i Muhammede (a.s.m.) tâmîmine muvaffakiyet [başarı] ve müyesseriyet ihsân buyursun. Âmin.

 Sabri

• • •

177

– 113 –

 Hüsrev’in fıkrasıdır. [bölüm]

Sevgili Üstadım Efendim,

Kenzü’l-Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur’âniyede, [Kur’ân’daki çok ince ve zarif mânâ] yanlışlığın tarafımızdan nasıl karşılandığını sual eden ve hatâsının esbabını bize izah eden sevimli mektubunuzu aldım. Bu kısmı, Sûre-i Kevser’in lâtif [berrak, şirin, hoş] ve yüksek tevafukatını [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] gösteren Altıncı Remiz‘le [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ve bir de büyük bir fâtihten daha büyük olan tarikata ait kısımla beraber okudum.

Bu hafta sevincim ve şevkim pek ziyade idi. Bir taraftan, senelerden beri tab [basma] edilmesi ve âlem-i İslâma [İslâm âlemi] neşredilmesi için istinsah [kopyasını çıkarma] edilen o kıymettar mahzen-i hakaik, emin vâdilere gönderiliyordu. Diğer taraftan, şu baharın câzibedar güzelliğinden, pek çok yüksek bir nuraniyetle karşımıza çıkan Yirmi Dokuzuncu Mektubun herbir kısmının verdiği zevk-i mânevî içerisinde yaşıyorduk.

Kenzü’l-Arş duasının feyzinden gelen ikinci bir nükte-i Kur’âniyeyi, [Kur’ân’daki çok ince ve zarif mânâ] mektubunuz gelmeden evvel arkadaşlarla birlikte tekrar okuduk. Tetkik gayesi hiçbirimizde olmadığı için, on dakika içerisinde, yazılan bu kısmın nurânî şuleleri [gür ışık/alev] arasında kaldık. Okurken, ağzımızdan arada sırada çıkan sadâ-yı hayret ve taaccüpten başka birşey işitilmiyor ve yüzümüzden akan beşâşet, duyduğumuz manevî zevki, târife kâfi [yeterli] geliyordu.

Sevgili Üstadım,

Herbir risale aramızda pek büyük bir sevinçle karşılandığı ve hayretle okunduğu ve lâyık olduğu şekilde hürmet gördüğü için, her nasılsa vâki olan hatam hakkındaki mektubunuzu aldığım vakit, kıymettar Üstadım, bu hali bize ihtar etmeseydiniz, biz hiçbir vakit böyle şeyle meşgul olmayacaktık ve “Yanlış var” diyenlere karşı da hak dâvâ edeceğimizde hiç tereddüt etmeyecektik. Sûre-i Kevser’in ve Sekizinci Remzin [ince işaret] tevafukat-ı hurufiyeleri üzerinde birer birer tetkikatta bulunmuş ve hiçbirinde noksan bulamamıştık. Esasen bu tetkikatımız, noksan aramak gayesiyle değil, belki tevsi-i malûmat ve bir de mânevî gıdamızı

178

almak için vuku buluyordu. Bu akşam fakirhanede Re’fet, Lütfi, Rüşdü Efendi kardeşlerimle oturmuş bu hususta tekrar konuşmuştuk. Hepimiz diyorduk: Üstadımız bize söylemekte hiçbir şeyden çekinmediğini biliyoruz. İşte bu hal bizlere kâfidir. Şimdiye kadar da böyle birşey vuku bulmuş değildir. Bu hususta en büyük şahit, bu risaleler, ilmi kendilerine isnad eden zâtların ellerinde gezdiği halde, onları da tasdike mecbur etmiştir.

İşte, sevgili Üstadım, bu hâdisat dimağımızı [akıl, beyin] daha ziyade takviye etmiş bulunuyor ve bizi size daha ziyade raptediyor. [bağlama] Her hususta bizi himâye ve vikaye [koruma] etmekte olduğunuza, kâfi [yeterli] ve daha kat’î bir burhan [delil] yerine geçmiş bulunuyor.

Sevgili Üstadım, bu hafta hatt-ı destinizle, pek çok zahmet çekerek, bin müşkülât içerisinde yazdığınız bütün Kur’ân’daki bütün tevafukatı [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] gösterir bir nükteyi [derin anlamlı söz] daha aldım. Bundan başka bu nükte [derin anlamlı söz] gibi umumî olup, yalnız tarzları ayrı olmak üzere iki tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] listesi daha yazılacağı iş’âr buyuruluyor. Onları da sabırsızlıkla bekliyoruz. Ve yorgunluğunuzu hatırladıkça, yüreklerimiz sızlıyor. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizlere lâyık bir tarzda hayr-ı kesir [büyük, çok hayır] ihsan [bağış] eylesin. Âmin.

 Hüsrev

• • •

– 114 –

Hüsrev’in fıkrasıdır. [bölüm]

Sevgili Üstadım, muhterem Efendim,

Kur’ân-ı Kerîmin âyât ve kelimât [kelimeler] ve hurufâtında [harfler] görünen ihtilâf bertaraf edilmek üzere, yeniden hakikî ve esaslı bir surette âyât ve kelimât [kelimeler] ve hurufâtın [harfler] tesbit edileceği hakkındaki iş’âr-ı fâzılâneleri, cidden şâyân-ı tebşirdir. Bu ve bu gibi ahvâl, [haller] bizi Üstadımızın ulvî ve umumî olan vazifesinde her vakit için Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] muvaffakiyet [başarı] talebinde bulunmaklığa sevk ediyor. Bilhassa kardeşimiz Hacı Nuh Beye yazılan mektup sureti ve buna mümâsil diğer mektubat, bizim hayatımızı değiştirmiş ve müstakbeldeki [gelecek] hayatımıza nurlar serptiği gibi,

179

bugünkü insanlığın giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olduğu riyakârlık, tabasbus [yaltaklanmak] ve temelluk [dalkavukluk] ve emsâli gibi pek çok ahlâk-ı rezileden [kötü ahlâk] kurtarmış ve herbirerlerinin yerlerine de ahlâk-ı hasene [güzel ahlâk] fidanları gars ederek, birer şecere-i âliye [yüksek, yüce ağaç] ve nâfizenin [faydalı] vücuda gelmesine sebebiyet vermiştir. Hattâ o kadar diyebilirim ki, bugünkü beşeriyetin duygularından bam başka bir hayata sevk etmiş ve her ân, “Halıkımız [her şeyi yaratan Allah] bizden ne suretle razı olacak ve bugün ne gibi bir sa’y [çalışma] ile sahife-i hayatımı [hayat sayfası] kapatacağım? Acaba ümmeti bulunduğumuz o sevgili Peygamber-i Zîşân aleyhissalâtü vesselâm Efendimizin, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yolunu tutan veyahut dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gidenlerin arkalarından giden ümmetlerini, ne suretle tarik-i hidâyete getirmek için sa’y [çalışma] etsek hoşnudiyet-i Peygamberîyi (a.s.m.) celb [çekme] edebiliriz?” duyguları ve mefkûreleriyle [düşünce] yaşatmaktadır.

Kıymettar üstadlarına her hatvede ittibaı [tabi olma, uyma] seven o talebelerinizin ruhlarında, Üstadlarının en güzel fıkra[bölüm] olan “Kur’ân-ı Azîmüşşâna [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] fedâ olan bu baş, başka yere eğilmeyecek” sözü hayatımızda en güzel ve en büyük bir miftah [anahtar] ve bir düstur [kâide, kural] olmuştur.

İşte bu hayatta, bu zevkle yaşadığımız için, bu vâdideki korku denilen mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] kuvvet, talebelerinizin hak uğrunda gösterdikleri cesaretten korkmaktadır. Rızâ-i İlâhî uğrunda her gelecek hale memnuniyetle göğüs germeyi, Üstadlarının halinden hergün ve her an ders alan talebelerinize ve kardeşlerime hayırlı muvaffakıyetler ve saâdetler temenni ederken, sevgili Üstadım, size de lâyık olduğunuzdan daha güzel bir şekilde ve daha elyâk bir tarzda eltaf[çok lâtif, [berrak, şirin, hoş] çok hoş ve güzel] Sübhaniyeye nâiliyetiniz [ermek, erişmek] için dua eder ve dâmenlerinizi [etek] kemâl-i hürmet [tam bir saygı] ve tâzimle [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] öperim, Efendim Hazretleri.

 Hüsrev

• • •

180

– 115 –

 Nasuhîzade Şeyh Mehmed Efendinin fıkrasıdır. [bölüm]

Bülbül-i Bağistan-ı Kur’ân, Üstad-ı Ekremim, Efendim Hazretleri,

Mürşid-i ekmel, [en mükemmel doğru yol gösterici] şeyhim Hacı Rahmi Sultan Hazretleri, seferberliğin ikinci senesinde irtihâl-i dâr-ı beka buyurdular. Burdur’u teşrifinizden bir ay evvel, merhum Rahmi Sultan’la beraber bir cami-i şerifte birkaç cemaatle bulunmakta iken, sükût-i hâl-i murakebeye varıldı. Bazı velîler ruhânî teşrif [şeref verme] buyurdular. Nihayette, siz Üstadım teşrif [şeref verme] buyurdunuz. Bir cezbe-i Rahmân zuhurla uyandım, kendime geldim. Bir ay sonra Burdur’u teşrifle, bazı yevm [gün] sohbet-i irfâniyenizde bulunup ruhlarımıza gıda bahşolundu.

Şu tulûatımı [doğma] arza ictisâr ediyorum:

Halka-i hakikatte devrandadır ol mübârek Üstad.

Kavuşturdular ruhunu, ervâh-ı enbiyaya ânın.

Mest-i müstağrak olup hayrettedir ol mübarek Üstad.

Mübarek Kur’ân’ın dellâlısın [davetçi, ilan edici] dediler âna.

Sözleri cândır, onu tutmayan ruhsuzdur hemân,

Bütün söylediği nur-u hikmettir [ilim ve hikmet ışığı, aydınlığı] ânın.

Mirâc-ı ruhânîde devrandadır ol mübarek Üstad.

Kalbim içre feyz-i Nurun görmüşem hemân.

İçi umman-ı vahdette, dışı sahrâ-yı kesrette görünür Üstad.

Dünyada, uhrâda refik [arkadaş, yoldaş, yardımcı] olalım âna.

Umarım Mevlâm ihsân eder biz âciz kullarına.

Nasuhîzâde Mehmed, söyledi hemân bu sırları.

Hazine-i Kur’ân’ın bir miftâhıdır Hazret-i Üstad.

Nasuhîzâde Şeyh Mehmed

181

– 116 –

 Âsım Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Muhterem Üstadım Efendim Hazretleri,

Bu arîzamı takdim ve tasdîa [rahatsız etme, baş ağrıtma] iki sebeb-i mücbir hasıl oldu:

Birincisi: Sevgili Üstadımın geçenki iltifatnâmelerinin bir fıkrasında [bölüm] buyuruluyor ki: “Bu fakirle aziz kardeşim Hüsrev gibi yüksek, ciddî, hâlis kardeş ve talebelerimi, âhir-i ömrümüze kadar hizmet-i Kur’ân’da dâim eylesin.”

Muazzez [aziz, değerli] Üstadımın bu dua, bu niyaz ve himmetlerine [ciddi gayret] bütün mevcudiyetimle âmin dedim. Ve daima da diyorum. Ve Cenâb-ı Lemyezel Hazretlerine de daima niyâzım budur. Ve pek muhterem ve pek sevdiğim Üstadımın dua ve himmeti [ciddi gayret] sürur, [mutluluk] sevinç, gözyaşlarımı akıttırıyordu. Bu fıkra [bölüm] ve cümleyi takip eden ikinci fıkra [bölüm] ki, aynen yazıyorum:

“Ve ben öldüğümde sizi arkamda vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] bırakarak ferahla kedersiz kabrime girmek Rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ümit ederim.”

Burası beni çok düşündürdü ve hiçbir dakika Üstadımın bu arzu, bu talep ve rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] bu ümidi, zihnimden ve fikrimden ve kuvve-i muhayyilemden hiç çıkmıyor. Binaenaleyh, bu fıkraya [bölüm] bütün zerrât-ı mevcudiyetimle “âmin” dedim ve Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] fazl [cömertlik, fazladan nimet verme] ve keremini [cömertlik] tazarru [dua, yakarış] ve niyaz ettim.

Bununla beraber—yâ Hazret, riyâ [gösteriş] değil, tasannu [yapmacık] değil, içimden doğuyor—gönül şöyle istiyor ve arzu ediyor: Bu fakir, siz Üstadımdan evvel kabre girsin ve siz, dâr-ı bekànın [daimî ve kalıcı yer] ilk kapısına gelinceye kadar, dâr-ı dünyada [dünya yurdu] bulununuz ki, bu fakir ve muhtaç olan talebenize arkasından göndereceğiniz dua ve hediyenizle mütena’im, şâd ve mesrur [mutlu] olsun. Ve sizin teşrifinizde—ki Erhamü’r-Râhimîn [merhametlilerin en merhametlisi olan Allah] olan Rabbü’l-Âlemînden [âlemlerin Rabbi olan Allah] dua ve niyâzım budur—ruhum sizi istikbal etmek

182

şerefiyle müşerref olabilmek gibi, gönül arzu ve hayatı hasıl oluyor.Haşiye [dipnot] Ve çok düşündürüyor. Ve bu arzu ve niyazımdan daha büyüğü ve şedîdi şudur ki: Üstadımın dâr-ı dünyada [dünya yurdu] daha pek çok zamanlar kalması, dolayısıyla vazife-i kudsiyenizin [kutsal vazife] devamı ve hakikat ve hidayet nurları olan Risale-i Nur ve Mektubâtü’n-Nur’ların teksiri [çoğalma] ve intişariyle, [açığa çıkma, yayılma] hâb-ı gaflette olanların, dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kalanların, ehl-i bid’a [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] ve mülhidlerin [dinsiz] tarik-i hak [hak ve hakikat yolu] ve hidayete girmeleri için siz Üstadımın çok zaman daha yaşamaklığınızı ve başımızdan eksik olmamanızı ve sizin gaybûbetinizle [kaybolma] bizlerin yetim ve öksüz kalmamaklığımızı gönül arzu ediyor. Daha çok söylemek isterim, fakat iktidar ve kifayetsizliğimden [yeterli olma] kalemim, kalbimin tercümanı olamıyor. Her iş gibi, bu arzumu da Cenâb-ı Kibriyâya havâle ederiz.

 Âsım (rahmetullahi aleyh)

• • •

– 117 –

 Hafız Ali’nin bir fıkrasıdır [bölüm] ki küçük bir meselede, “Gücendin mi?” diye istifsar münâsebetiyle yazılmıştır.

Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem,

Hayatımın her safhasından kıymetli ve o hayatı, pervâne-misâl, [korku] bir emrinin infâzına ateşte yakmaya her an hâzır olduğum kıymetli Üstadım,

Evet, değil böyle hakikat uğrunda, hattâ bir kıymetli hediyeyi ihsan [bağış] eden Pâdişâh-ı Zîşân için, o hediyeyi sarf etmekte tereddüt edilemez. Öyle de, Üstadım, bize emanet olarak ve ne zaman alınacağı meçhul olan hayatın ve her zaman emrine âmâde ve hazır olduğum Cenâb-ı Mün’imin, [varlıkları nimetlendiren yüce Allah] o emânet üzerine ne gibi

183

emri vâki olsa, inşaallah, [Allah dilerse] bilâ-tereddüt [tereddütsüz] emanetini iâdeye hazırız. Madem siz, o Padişah-ı Bîzevâlin kurbiyet-i İlâhiyesinde, [Allah’a yakınlık] aynı emrini tebliğe memur bulunuyorsunuz; öyleyse, her mübarek sözünüz hak ve aynı rahmettir.

Hem efendim, bahçıvan-misâl, fidanları büyütmek üzere, hayvanat-ı muzırranın taarruzundan bir an evvel kurtarmak için aşağı dallar kesilir ki, tâ yükselsin. O fidanların hiçbir cihetle hakları yoktur ki, “Bizi tımar eden ve hayatımıza sebep olan, bizi bazan rencide ediyor” diyemezler. Zira hâl-i asıllarıyla kalsaydılar, bir muzır [zararlı] hayvan koparacaktı ve topraktaki kökü de tefessüh [bozulma] edecekti, yok olacaktı.

Evet, Üstadım, mübalâğasız, pür-kusurlukta mislim [benzer] olmadığını nefsime bile bazan kabul ettirdiğim, yalnız pür-zünûb talebenizi, dizlerime değil, belime değil, boğaz çukuruma değil, belki de boyumdan aşan ve belki dahilimin de siyah çamurlara mezc [karışma, bütünleşme] olduğu ve tefessüh [bozulma] etmeye başladığı bir zamanda Hızır gibi yetişip ve misl-i [benzer] Lokman, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] şifahenesinden lemeân eden muâlecelerle tedaviye başladınız. Hayat ismine lâyık bir hayat bahşına vesilesiniz. O hayatı ihsan [bağış] edene ve vesile olan uğruna, o hayatı ifnâ [öldürme, yok etme] etmemekHaşiye kâr-ı akıl [akıl kârı] değildir.

Hem bir hasta, ameliyata muhtaç olduğunu bilmelidir. Ve hastasını gece gündüz tedavi altında bulunduran eczacıya karşı yüz binlerle teşekkür ve o eczacıya eczahaneyi teslim eden Hakîm-i Pür-kemâl, Kadîr-i Bîmisâl Hazretlerine nihayetsiz hamd ve şükre borçluyuz. Ve bu borcumu ifa edemediğimden pek mükedderim. Allahü Teâlâ sizden ebeden razı olsun.

 Hafız Ali (r.h.)

• • •

184

– 118 –

 Hulûsi Beyin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz Üstad, müşfik kardeş, muhterem mücahid,

Son iki hafta içinde, iki defada vürud eden Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Kısmıyla Kenzü’l-Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur’âniye [Kur’ân’daki çok ince ve zarif mânâ] ve Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Sekizinci Remzi [ince işaret] ve Altıncı Remzi [ince işaret] isimlerini taşıyan mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] eserleri aldım.

Birinci mektup, hasbe’l-beşeriye çok sıkıldığım bugünün hemen saatinde elime geçti. Evet, gözlerim böyle bir nura, aklım böyle bir derse, hasta vücudum böyle bir ilâca, muztarip [çaresiz] ruhum böyle bir tesellîye, nihayet zâlim nefsim böyle bir mânevî terbiyeye çok muhtaç olduğu bir zamanda bu eserin yetişmesi, hem hakikatte üç gün sonra postaya verilen ikinci eserden dokuz gün evvel gelmesi kat’iyetle gösteriyor ki, bu iş kendi kendine veya tesadüfî olmuş değil. Belki gelmiş değil, gönderilmiş. Yetişmiş değil, yetiştirilmiş. Maksatsız değil, bu hizmete koşturulmuş. Hattâ bir dest-i gaybî [görünmeyen el] tarafından en lüzumlu bir anda, en muhtaç ve Kur’ân hâdimlerinin en zaifi, en âcizi, en liyâkatsizi, en zebûnu [düşkün, tutkun] bulunan bu biçare kardeşinize mahz-ı eser-i rahmet ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] olarak sunulmuştur.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * 1

Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Kısmını pederim, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman ve diğer bir zât hazır iken, geçen Cuma okudum. Ben birkaç defa sırf kendi hesabıma mütalâa ettim. Okuyacak ve okunması icap [gerekli kılma] edecek mahdut [sınırlanmış] zevâtın da inşaallah [Allah dilerse] istifadesine çalışacağım. Bu nurlu eserler hem okşamak, hem korkutmak gibi iki zıt tesiri hâizdir. İnsanlara bu iki vasıtadan birinin müessir olacağı da şüphesizdir. İşte bu hakikati göz önünde bulunduran şerâit-i imandaki esaslara müşabih [benzer] bir tarzda, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tilmizlerini [öğrenci] ve hâdimlerini hakikaten ikaz ediyor ve aldanmamaları için altı esası kendilerine bihakkın [gerçek anlamıyla] ders veriyorsunuz:

185

1. Hubb-u câh [makam, mevki sevgisi] yerine, Allah’a imanın bir mânâsı olan rızâ-i İlâhî’yi;

2. Havf [korku] ve vehim yerine kadere imanı;

3. Hırs ve tamah yerine اِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ 1 âyet-i celilesi [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet] delâletiyle Kur’ân’a, kütüb-ü İlâhiyeye imanı;

4. Menfî milliyetçilik [ırkçılık] hissi yerine, bütün cin ve inse mürsel Nebiyy-i Efham (Sallâllahu Teâlâ Aleyhi ve Sellem) Efendimiz Hazretlerinin mesleğini, 2 اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ ve وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُوا 3 gibi âyât-ı mübarekeyi derhatır ettirmek suretiyle Peygamberlere imanı;

5. Enâniyet yerine acze, noksanımızı itiraf ve Kur’ân’ın tereşşuhatının [belirti] neşr ve muhafazası bâbında [kapı] hissemize düşen hizmeti yapmak ve hizmetle mükellef olduğumuzu bilerek neticeyi hesaplamamak, yani bir nevi beşeriyetten çıkmak, kütüp [kitaplar] ve suhuf-u enbiya[peygamberlere gelen sahifeler; küçük kitaplar] inzâle vasıta olan melâikeye [melekler] benzemek suretiyle meleklere imanı;

6. Tembellik ve tenperverlik [devamlı kendi canını ve rahatını düşünme, tenbellikten hoşlanma] yerine vazifedarlık, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve her saati birgün ibadet hükmüne geçecek kıymette olduğuna şüphe edilmemek lâzım gelen Kur’ânî hizmetine vakit bırakmayacak hallere karşı, bu hizmetin ulviyetini [yüce] düşünerek, elden çıkmazdan evvel gözü dört açmayı, yani ölmezden evvel hayatın kadrini bilmek gibi, kat’î bir lisanla âhirete imanı delâleten, remzen, [ince işaret] işâreten, sarahaten [açıklık] ders veriyorsunuz ve ikaz lütfunda bulunuyorsunuz.

Allahü Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] Hazretleri sizden ebeden razı olsun ve

186

ümmet-i merhume-i Muhammediyeyi dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kurtarmak ve şahrâh-ı Kur’ân’a delâlet eylemek hususundaki ihlâslı mücahede [Allah yolunda cihad etme] ve hizmetinizde dâim ve muvaffak buyursun. Âmin.

بِحُرْمَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ وَبِحُرْمَةِ الْقُرْاٰنِ الْمُبِينِ * 1

“Kenzü’l-Arş Duasının Feyzinden Gelen Bir Nükte-i Kur’âniye[Kur’ân’daki çok ince ve zarif mânâ] serlevhalı eserle, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Sekizinci Remzindeki [ince işaret] füyûzât, tarif ve tavsif [bir sıfatla niteleme] edilmeyecek âli [yüce] ve müstesna bir vaziyettedirler.

Birincide, bütün hurufât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân harfleri] adet itibarıyla işaret ve izah buyurulan tevafukları, garîk-ı beht ve hayret etti.

Dört küçük sûredeki hurufâtın [harfler] tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] vechine [cihet, yön, taraf] kısmen işaret eden ikinci eser: Hakka ki mu’ciznümâdır. [mu’cize gösteren] Nebiyy-i Âhirzaman, [kıyametten önce gönderilen en son peygamber Hz. Muhammed (a.s.m.)] medâr-ı fahr-i [övünç kaynağı] cihan, sebeb-i hilkat-i ekvân ve nüzûl-ü Kur’ân, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sallâllahu teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve eshâbihi ve ezvâcihi) [hanımlar, eşler] Efendimiz Hazretlerinin eser-i hikmet [hikmet eseri] ve rahmet olarak, şimdiye kadar mahfî [gizli] kalmış mu’cizelerinden i’câz-ı Kur’ân‘a [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden ve gaybî tevafuk namıyla sevgili Üstadımız tarafından mevki-i intişara vaz olunan bu emsalsiz eserlere karşı duyduğum mânevî zevk ve feyzin binden birini bile arz edemeyeceğim. Ve mazhar [erişme, nail olma] olduğumuz bu kadar azîm niam-ı İlâhiyeye [Allah’ın nimetleri] ve kerem-i Sübhaniyeye karşı şükürden âcizim.

187

اَللّٰهُمَّ حَصِّلْ مُرَادَنَا وَمَقْصُودَ اُسْتَاذِنَا سَعِيدِ النُّورْسِى بِحُرْمَةِ حَبِيبِكَ الْمَكِّىِّ الْمَدَنِىِّ الْهَاشِمِىِّ الْقُرَيْشِىِّ * 1

Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmından bir suret Abdülmecid Efendi kardeşimize göndermiştim. Cevabında ezcümle diyor ki: “Seydânın [“üstadım ve efendim” mânâsında âlimler için kullanılan bir hitap şekli] bintü’l-fikri o güzel kıza, Hulûsi ile Abdülmecid’den maadâ her kim bakarsa câiz değildir. Mahrem olanlar da, bu hususta nâmahremdir. [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] Bu gibi kızların dışarıya çıkmaları, hiçbir menfaati temin etmediğini ve bilâkis büyük bir mazarratı [zarar] intâç edeceği ihtimali kavlini [söz] Seydâya [“üstadım ve efendim” mânâsında âlimler için kullanılan bir hitap şekli] yazsan iyi olur. Eski Said’in hiddeti, yenisinde de vardır. Halbuki, Yeni Said, insanoğullarıyla izâa-i vakt etmemeli. Meslek ve meşrebi [hareket tarzı, metod] öyle iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Her ne ise… Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Hafız-ı Hakikîdir.”

Bendeniz de kısaca şu mealde cevap vermiştim:

Bu mütalâa bizler için doğrudur. Fakat dünyaya arkasını çeviren ve mânevî vazife-i memuresini ifa ederken insanlarla—Nurlarla alakadar [zigot; döllenmiş hücre] olanları vasıtasıyla—meşgul olan Üstad Hazretleri için bu fikri muvafık bulmuyorum. Çünkü, o zâtı bu emr-i azîmde istihdam [çalıştırma] eden, elbette muhafaza buyurur. Bana öyle kat’î kanaat gelmiş ki, eğer bizler Nurlarla alâkamızı kesersek, Üstad Hazretleri bize arkasını çevirir.

Aziz kardeşimizin endişesi, zahire bakılırsa haklı ve çok samimîdir. Fakat zaten cemaati çok mahdut [sınırlanmış] olan Nurlarla alâkadar zevâtın bu hakaikten [doğru gerçekler] mahrum edilmelerini ve bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] eserin tamamen hapsedilmelerini lâyık görmüyor ve esasa mugayir [aykırı, zıt] buluyorum. Nâsırımız, hâmimiz, muînimiz, [yardımcı] hâfızımız Allah’tır. Bütün desâisi bertaraf ederek, muhterem Üstadın vazife-i kudsiyesine [kutsal vazife] sâfi niyet,

188

samimî his ve ciddî şevkle yardım etmekte olan kardeşlerime selâm ve muvaffakiyetlerine [başarı] dua eder, dualarını rica [ümit] ederim. Pederim, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman Efendi, sâbık [önceki, geçmiş] Müftü Kemaleddin Efendi, imam Hafız Ömer Efendi ve diğer Sözler’le alâkadar olanlar selâm ve dua ediyor, hayır duanızı istiyorlar.

Devam-ı âfiyet ve muvaffakiyetinizi [başarı] tekrar eltaf[çok lâtif, [berrak, şirin, hoş] çok hoş ve güzel] İlâhiyyeden tazarru [dua, yakarış] ve niyaz eyler, mübarek ellerinizi kemâl-i hürmet [tam bir saygı] ve tâzimle [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] takbil eyler, kusurumun affını ve hayır duanızdan bu biçare sıddîkınızı çıkarmamanızı hâssaten [özellikle] arz ve istirham eylerim.

اَلْبَاقِى اَلْحُبُّ فِى اللهِ 1

 Hulûsi

• • •

– 119 –

 Said’in fıkrasıdır. [bölüm]

(Hulûsi gibi mühim bir talebemin bana gönderdiği hediyesinin iadesine dair yazdığım bir mektubu, arkadaşlarımın tensiplerine binaen onların fıkraları [bölüm] içine derc [yerleştirme] edildi.)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 3

Aziz, sıddık, vefâdar âhiret kardeşlerim Hacı Nuh Bey, Molla Hamid,

Sizler benim için çok ehemmiyetlisiniz. “Sıddık-ı vefiy bu zamanda yoktur” diyenlere karşı sizleri gösteriyorum. Yirmi sene Van’da geçirdiğim hayat-ı ilmiye benim için Van çok kıymettardır. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] sizler o kıymettarlığı

189

gösterdiniz. Ve Van’a karşı şedid [şiddetli] hissiyatıma tam mukabele [karşılama; karşılık verme] ediyorsunuz. Size medâr-ı ibret [ibret kaynağı] bir vâkıa söyleyeceğim. Şöyle ki:

Geçen sene Barlalı, İstanbul ticaretinde bulunan Bekir Efendinin şeriki Mehmed Efendi vasıtasıyla bir mektup aldım. Mektup harika olarak bana göründü. Çünkü Hulûsi Bey, “Nuh Beyle görüştüm” diye o mektupta bana yazıyor. Aynı mektupta, kardeşim Abdülmecid de, Molla Hamid’in selâm ve duasını bana yazıyor. Aynı mektupta Nurşin-i Süflâ’da Molla Abdülmecid’in yazısı ve imzası vardı. Fesübhanallah dedim. En ziyâde sevdiğim bu insanların ayrı ayrı memlekette bulunmakla beraber, bir mektupta bunların içtimaları [bir araya gelme, toplanma] tevafuklu bir levha-i temâşâdır.

Bu sene yine o Mehmed Efendi Eğirdir’e gelmiş. Yine Nuh Beyin aynı telgrafını, o zât bana getirdi. Fesübhânallah [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] dedim. Nuh Beyin lisan-ı hali, [beden dili] güya Mehmed Efendiye “Dostum, ben seninle beraber Üstadımla görüşeceğim” diyor, tahayyül [hayal etme] ettim. Sonra yine o Mehmed Efendinin hizmetkârı Eğirdir’e gidip Mehmed Efendinin mektuplarını getirmiş. Yine Nuh Beyin hediyeye ait, bana olan mektubunu getirdi. Dedim, kat’iyen [kesinlikle] bu iş tesadüfî değil. Sonra mektubun müştemilâtına [içindekiler] dikkat ettim. Tahmin ettim, Van’da Nuh Beyin bana hazırladığı hediyeyi göndermek tarihinde, ben de aynı tarihteHaşiye aynı fiyatta bir hediye-i azîmeyi Nuh Beyin namına Van’daki ihvânıma [kardeşler] gönderiyordum. İşte bu iki tevafuk, bana işarettir ki, Nuh ile Hâmid, [hamd eden] talebelik ve kardeşlik için min tarafillâh intihap [seçmek] edilmişler. Çünkü, tevafuk bizim için bir emâre-i tevfik-i İlâhî olduğuna kanaatim gelmiş. Risalelerde tevafukatın [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] bazı nümunelerini göreceksiniz.

Fakat çok rica [ümit] ederim ki, gücenmeyiniz, hediyeyi kabul edemedim. Adem-i kabulün [kabul etmeme] esbabı çoktur. En mühim bir sebep, benim kardeşlerim ve talebelerimle olan münasebetin samimiyetini ve ihlâsı zedelememektir. Hem iktisat, bereket ve kanaat sayesinde, şiddetli ihtiyacım olmadığı halde, dünya malına el uzatmak elimde değil, ihtiyarım haricindedir. Hem bir misalle ince bir sebebi anlatacağım:

190

Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim. “İstanbul’dan senin için getirdim, beni kırma” dedi. Kabul ettim. Fakat iki kat fiyatını verdim.

Dedi: Niçin böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?

Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatin için, menfaatımı terk ediyorum. Çünkü, dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete [alçaklık] düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua [yapmacık] mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat [hakikat dersi] elmas kıymetinde ise, sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua [yapmacık] muztar [çaresiz] kalmış, tamah zilletiyle [alçaklık] izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül [eğilim gösterme] etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, [hakikat dersi] elmas derecesinden şişe derecesine iner. İşte, sana mânen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatimi aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telâkki [anlama, kabul etme] ediyorum. Sen mâdem fedakârsın; ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatinizi menfaatime tercih ediyorum, gücenme.

O da, bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.

Ey Nuh Bey ve Hamid Kardeşlerim, siz de gücenmeyiniz. Hem Nuh Bey, biliniz ki, şu zamanda o havâlide vefâdârâne, şefkatkârâne [şefkat dolu] beni aramaklığınız öyle bir hediyedir ki, bunun gibi binler hediyeden kıymettardır. Hem size gönderdiğim risaleleri muhafaza etmek ve sahip çıkmak ve benim yerimde onları himaye etmek, binler lira kıymetinde bana karşı büyük bir hediyedir. Çünkü, netice-i hayatımı [hayatın neticesi, gayesi] ve vazife-i vataniyemi ve o havâlideki kardeşlerimin uhuvvet [kardeşlik] ve muhabbetlerine karşı borçlarımı eda eden o risalelere ciddî sahip çıkmak, tam muhafaza etmek ve ehline yetiştirmeye vasıta olmak öyle bir hediyedir ki, dünyevî hediyelerin binlerine mukabildir. Hem emin olunuz ki, manevî zararım büyük olmasaydı, Nuh Beyin hatırını kırmayacaktım. Şimdiye kadar, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür, hediyeleri kabul etmeye mecbur olmadım ve şu zamanda ehl-i ilmin [ilim ehli, âlimler] bir sebeb-i sukutu olan tamaha girmeye ihtiyar benden selb [ortadan kaldırma] edildi. Hem eğer sizin

191

hediyenizi kabul etseydim, çok zâtların ya kalbi kırılacaktı veyahut elli senelik kaidem bozulacaktı.

Orada ve civarınızda bulunan eski talebelerim ve kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyorum ve onların dualarını istiyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

– 120 –

 Said Nursî’nin fıkrasıdır. [bölüm]

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık, sadık, çalışkan kardeşim, hizmet-i Kur’ân’da arkadaşım Re’fet Bey,

Senin gördüğün vazife-i Kur’âniyenin [Kur’ân vazifesi] hepsi mübarektir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizi muvaffak etsin, fütur [usanç] vermesin, şevkinizi artırsın.

Senin vazifen yazıdan daha mühimdir. Yalnız, yazıyı terk etmeyiniz.

Uhuvvet [kardeşlik] için bir düsturu [kâide, kural] beyan edeceğim ki, o düsturu [kâide, kural] cidden nazara almalısınız:

Hayat, vahdet [Allah’ın birliği] ve ittihadın [birleşme] neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad [birleşme] gittiği vakit, mânevî hayat da gider.

وَلاَ تَنَازَعُوا فَتفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُم 4 işâret ettiği gibi, tesanüd [dayanışma] bozulsa cemaatin tadı kaçar. Bilirsiniz ki, üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adedîyle içtima [bir araya gelme, toplanma] etse, yüz on bir kıymetinde olduğu gibi, sizin gibi üç-dört hâdim-i Hak, ayrı ayrı ve taksimü’l-a’mâl [işbölümü] olmamak cihetiyle hareket etseler,

192

kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakikî bir uhuvvetle, [kardeşlik] birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, [dayanışma] birbirinin aynı olmak derecede bir tefâni sırrıyla hareket etseler, o dört adam, dört yüz adam kuvvetinin kıymetindedirler.

Sizler koca Isparta’yı değil, belki büyük bir memleketi tenvir [aydınlatma] edecek elektriklerin makinistleri hükmündesiniz. Makinanın çarkları birbirine muavenete [yardım] mecburdur. Hem birbirini kıskanmak değil, belki bilâkis birbirinin fazla kuvvetinden memnun olurlar. Şuurlu farz ettiğimiz bir çark, daha kuvvetli bir çarkı görse memnun olur. Çünkü vazifesini tahfif [hafifletme] ediyor. Hak ve hakikatin, Kur’ân ve imanın hizmeti olan büyük bir hazine-i âliyeyi [yüce hazine] omuzlarında taşıyan zâtlar, kuvvetli omuzlar altına girdikçe iftihar eder, minnettar olur, şükreder.

Sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız. Tenkit edilecek şeyler kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var. Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telâkkî ediyorum. Siz de Üstadınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Adeta, herbiriniz ötekinin faziletlerine naşir [yayınlayan] olunuz. Kardeşlerimizden İslâm Köylü Hafız Ali Efendi, kendine rakip olacak diğer bir kardeşimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti, çok kıymettar gördüğüm için size beyan ediyorum:

O zât yanıma geldi; ötekinin hattı, kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. “O daha çok hizmet eder” dedim. Baktım ki, Hafız Ali kemâl-i samimiyet ve ihlâsla, onun tefevvukuyla [üstün gelme] iftihar etti, telezzüz [lezzet alma] eyledi. Hem Üstadının nazar-ı muhabbetini [sevgi bakışı] celb [çekme] ettiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim, gösteriş değil, samimî olduğunu hissettim. Cenâb-ı Allah’a şükrettim ki, kardeşlerim içinde bu âli [yüce] hissi taşıyanlar var. İnşaallah bu his büyük hizmet görecek. Elhamdü lillâh, yavaş yavaş o his bu civarımızdaki kardeşlere sirayet [bulaşma] ediyor. Küçük bir lâtife: [berrak, şirin, hoş]

Sohbet içinde sizden bahis geçti. Şükre dair meseleyi sordum:

“Hüsrev’in yazdığını Re’fet Bey gördü mü?”

Bekir Ağa dedi:

Evet gördü ve dedi:

“Çok güzel, fakat acaba sen kalem karıştırmadın mı?”

193

Hüsrev dedi: “Yok, kendi nüshamda, tam bütün gelmedi. Fakat kendilerine yazdığım tam geldi.”

Biraz münakaşa oldu.

Bu münasebetle kardeşim Re’fet Beye derim ki: Aslında tevafuk noksan olsaydı, zâten ben tavsiye etmiştim ki, kalem karıştırmasınlar, asıl vaziyet bozulmasın. Bekir Ağa da gördü ki, asıl müsveddede çıkıntı olduğu halde, tevafuk Hüsrev’in tarzında var. Onun için Hüsrev’in bir mahareti varsa, tevafuku bozmamış. Hattâ Mu’cizât-ı Ahmediyedeki [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] salâvat [namazlar, dualar] tevafukunda tavsiye etmiştim ki, kimse maharetini karıştırmasın. Fakat asıl müsveddelerde, en acemi [Arap milletinden olmayan başka milletler] bir müstensihin [el ile yazıp çoğaltan] nüshasında, birkaçı müstesna bütün tevafuktadır. Onun için, sekiz ayrı ayrı müstensihin [el ile yazıp çoğaltan] setredemediği [örtme] bir tevafuk, elbette kuvvetlidir; müstensihler [el ile yazıp çoğaltan] bozmasınlar. Tevafuku getiremeyen bozuyor. Demek en büyük maharet odur ki, tevafuku bozmasın. Çünkü tevafuk var. Sen de Hüsrev’e yardım et ki, hakikaten mevcut ve matlup [istek] tevafuku denk getirebilsin. Çünkü, yoktan var etmiyorsunuz; hakikî varı yok etmeyin.

Sözler’le alâkadar olanlara selâm ve dua ediyorum.

Said Nursî

• • •

– 121 –

 Hafız Ali’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem,

Yirmi Dokuzuncu Mektubun Üçüncü Kısmının Dokuzuncu Meselesinde emir buyurulan hizmet-i Kur’ân’dan fakirin hissesine iki erkek ve bir kız çocuğu düşmüş imiş. Aynı emri alıp gelirken düşünüyordum: Acaba, akraba-i taallûkatımda çocuklar var, hangisini intihap [seçmek] edeyim? Benim bu düşünceme mânen denilmiş ki: Hay Ali! Sen kendi reyine [fikir, düşünce] muhtar değilsin. Onun intihabı başka kapıya aittir. Üç gün sonra Yaşar ve Necati [kurtuluş] isminde iki çocuk, bana hem refik, [arkadaş, yoldaş, yardımcı] hem ders arkadaşı ve bir derece onlara kalfa olarak tayin edildim. Çocuklar hurufatı tam bilmedikleri için bazan yazıyla, bazan kitaptan gösteriyordum. Bir ay sonra

194

Kur’ân okumaya başladılar. Beşinci ay içinde اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1 hatme muvaffak oldular.

Mübarek Üstadım, bu hususu çok düşünüyordum ki, lâakal [en az] bir-iki senede Kur’ân okumaya liyakat kesb [elde etme, kazanma] edilirken, memûlün hilâfında meydana gelen bu emr-i azîm kimseye verilmez; ancak ve ancak i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] o büyük denizinin reşhasıdır [sızıntı] ve iki cihan fahri, [gurur, övünme] Nebiyy-i Âhirzaman [kıyametten önce gönderilen en son peygamber Hz. Muhammed (a.s.m.)] Peygamberimiz Muhammed Mustafa aleyhissalâtü vesselâmın himmet-i mâneviyeleriyle o i’câzın [mu’cize oluş] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve intişarına [açığa çıkma, yayılma] memur edilen Üstadımın duası gibi çok büyük kuvvetlerle hasıl olduğuna, ben değil bu hale şahit, karyemizin [köy] ekserisi iman edip tasdik ediyorlar. Bütün köy ehl-i imanı [Allah’a inanan] namına, bu emr-i hayra vesile olan Üstadımıza lâ-yüad ve lâ-yuhsâ teşekkürlerle, “Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizlerden ebeden razı olsun” duasını âciz lisanımla daima söylüyorum.

Üstadım, birşey daha var ki, emr-i Üstadânelerine intizardayım. [bekleme] O da şudur: Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ihsan [bağış] ederse, dairenizin şakirdini [talebe, öğrenci] Hafız Yaşar bu kışta bahara sebep olup, mütenevvi [çeşit çeşit] çiçekleri açmasına Nisan yağmuru misillû, [benzer] vücudunuz o çiçekler arasında, bir gül-ü Muhammedî [Muhammed gülü denilen kırmızı renkli bir gül çeşidi] (a.s.m.) yetiştirmekte inşaallah [Allah dilerse] vesile olacağınıza şüphe yoktur. Mübarek dairenin mübarek talebesine, mübarek Cuma gecesinde hatminin duasıyla, hıfzının iptida [başlangıç] duasını ve fakir-i pürkusurun af duasını, bütün hâssa [ayırıcı vasıf, özellik] ve duygularımla, hürmetle el ve eteklerinizden öper ve kusurlarımın affını niyaz ederim, Efendim Hazretleri.

 Hafız Ali

• • •

195

– 122 –

 Hüsrev’in fıkrasıdır. [bölüm]

Sevgili Üstadım,

Evvelki hafta irsal [gönderme] buyurduğunuz, “Bir Sırr-ı اِنَّاۤ اَعْطَيْنَا 1 ” serlevhasını taşıyan risalenizi aldık. Esasen hiçbir hafta geçmiyor, sürurlarımızı [mutluluk] tezyid [artırma, çoğaltma] eden, yeni ve hem gayet derecede şirin birer risale elimize gelmemiş bulunsun. İşte, iki haftadır bu kıymettar risaleyi okuyor ve elimizden bırakmıyoruz.

Evet, bu risale, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] istikbalde bu ümmete vaad ettiği güneşin tulûuna [doğma] intizarımızı [bekleme] teşdid etmekle kalmadığı gibi, bir taraftan içindeki hakikate bizi meftun [aşık] ediyor. Ve diğer taraftan, acaba feza[uzay] zulmet [karanlık] bulutlarıyla dolu olan bu âlemin, o güneş neresinden ve ne suretle doğacak ve ne şekilde bu zulmet [karanlık] ve âfet saçan bulutları dağıtacak diye tahayyül [hayal etme] ederken, ikinci feyyâz [çok feyizli] bir diğer zeyl, [ek] o güneşin vaktini tayin etmekle bizi pek büyük bir bâr-ı sakilden kurtarmış ve senelerden beri almak istediğimiz halde alamadığımız derin bir nefesi vermiş ve bizi dilşâd eylemiştir.

 Ahmed Hüsrev

• • •

– 123 –

 Hulûsi Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Bu defa, Kenzü’l-Arş duasının feyzinden gelen İkinci ve Üçüncü Nüktelerle, [derin anlamlı söz] zeylini [ek] hâvi [içeren, içine alan] mübarek mektubunuzu almakla cidden bahtiyarım. Bu âciz kardeşiniz, gelen mektubunuzun, gerek muhterem Üstadıma ve gerekse o havâlideki kıymetli arkadaşlarıma olan tesiri bana ait olmadığına ve belki benim bir vasıta olduğuma delildir. Çok tecrübe ettim, zât-ı fâzılânelerine mektup yazmak için, bazan üç kelimeyi bir araya getiremiyorum. Ekseriyetle gaybî bir zâtın ifâdâtını [ifâdeler]

196

zaptına kadir olduğum kadar yazdığımı hissediyorum. Demek yazdırılıyor. Maamâfih, vâki takdirleri, bir dua olarak telâkkiyle [anlama, kabul etme] teşekkür etmekteyim. Kur’ân hizmetini dünyevî ve maddî menfaate sarahaten [açıklık] tercih eden. Hüsrev namındaki kardeşimi tebrik ederim. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] böyle Hüsrev’lerin adedini çoğaltsın ve daim arttırsın. Âmin.

Bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmete candan iştirak eden zevâtı bilmek bana en büyük müjde oluyor. Müftü Kemal [fazilet, olgunluk] Efendi, evvel mektubu mütalâa etmişti. İki gün evvel ziyaretine gittim, “Hiç kimsenin bugüne kadar muktedir olmadığı dekaik [incelikler] ve hakaiki [doğru gerçekler] Kur’ân’dan bulup çıkarmışlar” diyerek takdirlerini beyan, selâm ve dualarını tebliğ etmekliğimi söylediler. Bu dakikaya kadar mübarek mektubu Fethi Bey, Hacı Baha Efendi, pederim ve eniştem ve Hacı Abdurrahman Efendi dinlemeye muvaffak oldular. Hafız Ömer Efendiye de inşaallah [Allah dilerse] ilk fırsatta okumaya çalışacağım.

Her mektubunuz, bana yeniden hayat verecek kadar müessir oluyor. Bu mübarek mektup, Dördüncü Remzin [ince işaret] yazılışını ve bu fakire de ihsan [bağış] edileceğini mübeşşir oluşu itibarıyla, bilhassa memnuniyet ve sürurumu [mutluluk] mucip [gerektirici] olmuştur.

Hayli zaman evvel, Kur’ân’daki tevafuk sırrını açmaya başlamıştınız. Bugüne kadar lihikmetin mahfî [gizli] kalmış olan i’câz-ı Kur’ân‘dan, [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] böyle çok mühim bir faslının keşfine ve neşrine muvaffak oluşunuza ne kadar hamd ve şükür edilse yeridir. İzn-i Bâri ile açtığınız bu yolda ilerledikçe, daha ne kadar harikalar meşhudunuz [görünen] olacak ve bunlardan muhtaç kardeşlerinize ne âli [yüce] müjdeler vereceğiniz; geceden sonra gündüz, kıştan sonra bahar, dünyadan sonra âhiretin vücutları gibi kat’î hissedilmektedir. Ne büyük bahtiyarlıktır ki, bu saâdetlere mazharız. Ne kadar bedbahtlıktır ki, bu Nurlara göz yumarlar. Ne derece hatâdır ki, bu hakaike [doğru gerçekler]

197

lâyıkı veçhile [yön] alâkadar olunmaz. Ne câniyane ve ahmakane bir ruhtur ki, üflemekle bu güneşi söndürmek düşünürler.

İşte bu ışıklı yolunuzda, Sâhib-i Kevserin delâletiyle Kevseri buldunuz. Şefîu’l-Mahşerin [şefaat eden] izniyle Kevser ırmağının menbaında [kaynak] durarak, وَسَقٰيهُمْ رَبُّهُمْ شَرَابًا طَهُورًا 1 âyet-i celîlesini okuyor ve “Ey nâs! Kim ki ebedî hayat ister, işte âb-ı hayat! [hayat suyu] Kim ki yolunu şaşırmış; işte vesile-i necat! Kim ki küfür ve inadından dönmez, onu bekliyor şedit [çok şiddetli] azap ve ikab! [ağır ceza] ilââhir” gibi nurlu beyanatınızla her taifeyi ihyâ, [diriltme, hayat verme] ikaz ediyorsunuz.

Sizi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetinizde, alâ kaderi’t-tâka tâkibe çalışan dost, kardeş ve talebelerinize birer maşrapa vererek, muhtaçlara gıda, zaif ve marizlere ilâç, zâlim ve kâfirlere semm-i katil olan mâ-i kevserden ulaştırmayı emrediyorsunuz. Sizin kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetinizle, irşadınızla [doğru yol gösterme] açılan hakikat ufkuna bakınca, Kur’ân’ın hudutları tayin ve tahdid [sınırlama] edilmeyecek kadar vâsi [geniş] bir havz-ı ekber olduğunu; Fatiha [açılış kısmı, baş, baş kısım] besmelesinin ب menbaından [kaynak] gelen, herbirisi ayrı lezzette, ayrı şiddette, ayrı kuvvette “sûre”ler namında, yüz on dört âb-ı hayat [hayat suyu] şubelerinin kevser [Cennette bulunan bir havuz] musluğundan bu havuza akmakta olduğunu görür gibi oluyoruz.

İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez!

El ele, omuz omuza vererek himmet [ciddi gayret] ve gayret-i Hüdâ pesendâneleriyle mazhar-ı takdir [takdire şayan [layık, yaraşır] olan] olan uhrevî kardeşlerime selâm ve dualar eder ve muvaffakiyetler [başarı] temenniyle dualarını istirham eylerim.

 Hulûsi

• • •

198

– 124 –

 Âsım Beyin fıkrasıdır. [bölüm] Telvihat-ı Tis’a münasebetiyle yazmış.

Sevgili Üstadım,

Ne diyeyim, müştâkı [arzulu, aşırı istekli] olduğum bu risale-i şerife, bu sözler, bu hakikat, bu nur, bu fakire lütuf ve kerem-i İlâhî [Allah’ın ikramı] olarak ihsan [bağış] buyuruldu.

هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1 Cenâb-ı Kadir-i Mutlak Hazretlerine hadsiz ve hesapsız hamd ü senâ ediyorum ki, siz Üstadıma kavuştum ve binnetice bu nurları, bu hakikatleri gördüm, okudum, yazdım ve gerdenbeste-i inkıyâd oldum. Binaenaleyh, tavsiye ve dua-i Üstadâneleriyle feyizyâb [feyiz bulan, gelişen, çoğalan] olmak için, Cenâb-ı Zülcelâl ve’l-Kemâl Hazretlerinden ve Mefhar-i [övünme sebebi, övünç kaynağı] Mevcudat [var edilenler, varlıklar] Aleyhi Ekmelü’t-Tahiyyat [daha mükemmel] aleyhissalâtü vesselâm efendimiz hazretlerinden ve bütün pîr, [önder] pîran [önder] ve mürşidân ve Şâh-ı Nakşibend Kuddise Sirruhu Hazretlerinden ve bilhassa bütün mevcudiyetiyle gerden-dâde-i inkıyâd ve teslim olduğum siz Üstadımdan tazarru [dua, yakarış] ve niyaz ve istimdad [yardım dileme] ediyorum ki, mütevekkilen alâllah, ya Üstad-ı Âzam, tarîkat-i Muhammediyenin maksat, gaye ve esasını, teferruat ve füruatını [dallar, şubeler, kısımlar] zikir ve beyan eden bu Dokuzuncu Kısım, bir nur-u tarikat ve hakikattir. Okumaya doyulmaz; okudukça hâsıl olan şevk ve lezzet hesaba gelmez. Hele Dokuzuncu Telvih, hülâsa [esas, öz] ve icmal [kısaca, özet olarak] edilerek bütün hakikatlar toplanmış. Temsilde hatâ olmasın, Hazret-i Mevlânâ’nın üfürdüğü neyden tuğyan [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] ve feyezan eden, Hazret-i Ali’nin

199

(kerremallahu veche) [cihet, yön, taraf] kuyuya söylediği esrar-ı hakikatten başka nedir? Farkı nerededir ki, o ney, o kuyuda [kayıtlar, sınırlamalar] hâsıl olan kamıştandır.

Karîham [zihin gücü, akıldan çıkan fikirler] dar, kalemim âciz kalbime tercüman olamıyor. Şu kadar diyebilirim ki, benim gibi fakir ve müptedilere büyük ve pek büyük bir ders, bir mürşid ve mutmainneye [şüphesiz, tam kanaatle inanma] erişmiş ve daha yukarı çıkmış sâfilere bir düstur [kâide, kural] ve ders-i ibrettir. [ibret dersi] Kıymet takdir edilmez bir şâheser-i tarikattır, bir nur-u hakikat-feşân, [hakikat nuru] bir gülistandır. Daha doğrusu, sırf bir ilham-ı Rabbânîdir. Cenâb-ı Lemyezel Hazretleri siz Üstadımı, bu ve bunun emsâli âsâr-ı bergüzîde [değerli, kıymetli eserler] telifinde, [kaleme alma] envâr [nurlar] ve hakikatler neşir ve dellâllığında [davetçi, ilan edici] çok zamanlar daim ve kaim [ayakta duran] buyursun. Ve siz Üstadımı, sizi sevenlerin ve dellâllığında [davetçi, ilan edici] bulunduğunuz nidalarınızı işitmek ve dinlemek, okuyup yazmak, mucibince hareket ve amel etmek heves ve iştiyakında [arzu, istek] bulunan kardeşlerimin başından eksik buyurmasın. Âmin, bihürmeti seyyidi’l-Murselîn.

 Âsım (r.h.)

• • •

– 125 –

 Re’fet Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Muhterem Üstadım,

Bu remizler, [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] öyle hayret-bahş ve harika-nümâ eserlerdir ki, okuyan ilim âşıklarına ezvâk-ı nâmütenâhi ve hissiyat-ı ulviye-i [yüksek duygular] rakîka bahşetmektedir. Bu hissiyat-ı âliye [yüce, yüksek hisler] ile hayatımız o kadar tazelendi ki, yeni hayatımızda sâbit-kadem olmak şartıyla, Hallâk-ı Azîmden uzun ömürler temenni ediyorum. Zira mütalâasına doyamıyorum. Ne kadar okursam okuyayım, diğer bir okuyuşumda, okumamış gibi oluyorum. Ve yeni bir eser okur gibi oluyorum. Hadsiz bir zevk-i mânevî ve nihayetsiz bir hazz-ı ruhî ile okuyorum.

200

İşte gerek Sözler ve Mektubat ve gerekse Remizlerin [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] en harika vasfı, zannedersem bu ince noktada olsa gerektir. Âsâr-ı saireyi bir defa okuyunca, ikinci bir defa okumaya o kadar heves uyanmıyor. Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] envârını [nurlar] ne kadar okursam okuyayım, def-i cû’ edemiyorum. Bilhassa Remizler, [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] fakiri çok teshir [boyun eğdirme] ve hayrete müstağrak [dalmış, kendinden geçmiş] kıldı. Ve onları derhal yazıyorum.

 Re’fet

• • •

– 126 –

 Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır. [bölüm]

Bizi tarik-ı Hakta dolaştıran, mânevî yaralarımızı tedavi eden, hakikat uğrundaki düşüncelerimize bir kat daha metanet [gayret, kararlılık] veren, bugünün şeytankârâne tehdidatına [tehditler] rağmen cesaretimizi takviye eden ve her hususta ruh ve kalblerimizi iman ve hakikat nuruyla nurlandıran ve sa’yimizde [çalışma] teşci [cesaretlendirme] eden ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] iki âyetini ihtivâ eden Otuz Birinci Mektubun Birinci ve İkinci Lem’alarını [parıltı] ve Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmından İkinci Remzine [ince işaret] ait mühim bir i’câzı [mu’cize oluş] da aldık, okuduk. Aldığımız mânevî feyzi, benim gibi yoksul bir talebenizin kalb ve kaleminin haddi değildir ki tarif etsin.

Kıymettar Üstadım, nasıl o Hâlık-ı Zülcelâle [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] nihayetsiz bir minnettarlıkta bulunmayalım ki, aziz Üstadımızı vasıta kılarak, en büyük nimetlerini, pek ziyade muhtaç olduğumuz bir vakitte veriyor, bizi teselli ediyor. Hem memnun ediyor, hem de istikbalin nurlu yüzünü göstererek bizi o nura koşturuyor. Bir taraftan kardeşlerimizi çoğaltıyor, muhiblerimizi [Allah’ı seven] teksir [çoğalma] ediyor. Maddî ve mânevî kuvvetlerimizi takviye ediyor. Diğer taraftan saâdet hazinelerinin anahtarlarını ellerimize veriyor.

Ey aziz Üstadım, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizden ebeden razı olsun.

 Ahmed Hüsrev

• • •

201

– 127 –

Zeki’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Ben istiyorum ki, bir an evvel bir yere çekileyim de, mesâiden hariç zamanlarımı, o ulvî ve mukaddes hazine-i hakikat ve âsâr-ı giran-bahâ hizmetinde devama başlayayım. Fakat bugünlük bu yüce emelimin husulünden, [meydana gelme] bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] ve bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] mahrum kalıyorum. Hiç olmazsa şu günlerde elimde, o mütalâası gönüllere ve kalblere bir safâ-yı [gönül hoşnutluğu] sermedî [daimi, sürekli] ve câvidânî bahşeden kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] birer lem’ası ve birer nur-u timsâli olan eserlerinizden bir-iki tanesi elimde bulunsaydı, benim için nâ-kabil-i tarif bir sürur [mutluluk] ve saâdet menbaı [kaynak] olacaktı ve ne bulunmaz bir nimet, ne ele geçmiş bir define olacaktı.

Çok zaman evvel Sabri Efendi ağabeyim, yeni çıkan kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve esrarlı nurlardan, bir cüz’ü bâri olsun göndermek fikrinde olduklarını bildiriyorlardı. Galiba müsait vakit bulamadıklarından, yazıp gönderemediler. Hem bazı eserleri beraberimde getirmediğimden çok pişman oluyorum. Onlardan başkalarını istifade ettirmek fırsatını bulamazsam, mütalâa eder, mânen mücadeleye bir medar-ı kuvvet olurdu.

Netice itibarıyla, madem ki şimdilik o hazinelerden istifade edemiyorum; o halde, kendimi zararlı görmekte haklıyım. İnşaallah duanız himmetiyle, [ciddi gayret] yakın bir zaman zarfında, o zararları telâfiye kâfi [yeterli] bir zaman ve bir fırsat ele geçer.

Bir ömr-ü mukadderden mâdud [addedilen, sayılan] olan şu günlerim şükür ve hamdle geçmektedir. Bana öyle bir kanaat geldi ki, kalbimi yokladıkça, kalbim bu kanaati takviye ediyor; nefsimle mücadelede muzaffer olacağımı ümit ediyorum.

Aziz Üstadım, şu hicrana [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] ve firaka, [ayrılık] muvakkat [geçici] olduğu için tahammül ediyorum. Ayrılığımız her ne kadar muvakkat [geçici] olsa, yine beni müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] ediyor. Bizzarûre mâlâyâni [anlamsız, faydasız] şeylere mâruz kaldıkça, “Âh” diyorum, “Üstadımın yanında olsaydım!” Ve kendi kendime, daha doğrusu kalbime ümit ve cesaret tavsiye

202

ediyorum. Reddedilen bir arzu nasıl kesb-i şiddet ederse, emellerimin şimdilik husûle [meydana gelme] gelmemesiyle, iman ve emellerim de aynı nisbette kesb-i kuvvet ediyor, ruhum yükseliyor; kalbimde açılan pencereden, mânen daha serin ve daha geniş nefes alıyorum.

 Zeki

• • •

– 128 –

 Hulûsi Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Üstad-ı muhteremim [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] efendim,

Bu mektubun mühim bir hususiyeti var. O da, tarik-ı velâyet serlevhasını taşıyan ve çok ehemmiyetli bir mevzuu ihtiva etmesidir. Evet, اَلاَ اِنَّ اَوْلِيَۤاءَ اللهِ لاَخَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَهُمْ يَحْزَنُونَ 1 âyet-i celilesine [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet] bir nevi tefsir olan bu mübarek ve münevver [aydın] eserle,

1. Tarikat, hoşça tarif ediliyor.

2. Faidesinden, cüz’î, [ferdî, küçük] fakat güzel bir misal gösteriliyor.

3. Velâyet [velilik] ve tarikatın münasebeti ve ehemmiyetleri, inkâr edenlerin firak-ı dâlleden [hak yoldan sapmış, inançsız gruplar] oldukları ve bu hazine-i uzmâ[büyük hazine] kapatmak, tahrip etmek ve bu kevser [Cennette bulunan bir havuz] menbaı[kaynak] kurutmak isteyenlerin fiillerindeki hatâ yüzlerine vuruluyor. Ve bu yolda, aklı başında ve insafı olanı ikna edecek delâil [deliller] ve misaller beyan olunuyor.

4. Meslek-i velâyetin yekdiğerine [bir diğer şey] zıt vasıfları ise, seyr ü sülûk [mânevî yol alma] ün [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] iki meşrebi [hareket tarzı, metod] ile gayet sarih [açık] izah ve tavsif [bir sıfatla niteleme] ediliyor.

5. Vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] ve vahdetü’ş-şuhud [Allah’tan başka bir şeyin görülmemesi ve Allah’tan başka her şeyin unutkanlık perdesiyle örtülmesi] meşrebiyle [hareket tarzı, metod] bundaki mühim varta [tehlike] beyan olunuyor.

203

6. Velâyet [velilik] yolları içinde en güzelinin Sünnet-i Seniyeye ittibâ [tâbi olma, bağlanma] olduğu, velâyet [velilik] yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası ihlâs olduğu ve bu dünyanın dârü’l-hikmet [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] ve dârü’l-hizmet olup, dâr-ı ücret olmadığı fasih [güzel, açık ve düzgün] bir üslûpla takrir [yerleştirme] buyuruluyor.

7. Şeriatın şümûlü, [kapsam] tarikat ve hakikatin maksud-u bizzat [asıl gaye] hükmüne geçmemeleri iktiza [bir şeyin gereği] ettiği, Sünnet-i Seniye ve ahkâm-ı şeriat [şeriatın hükümleri, esasları] haricinde bulunan ehl-i tarikatın [tarikata mensup olanlar] iki kısmı tarif ve Sünnet-i Seniyeye muhalefetleri misaliyle fehme takrib [yaklaştırma] ediliyor.

8. Tarikattaki sekiz varta [tehlike] sayılmakla, nazar-ı dikkat [dikkat içeren bakış] celb [çekme] ediliyor.

9. Tarikatın pek çok fevâidinden [faydalar] dokuzu, icmalen [kısaca, özet olarak] tedris [öğrenim, eğitim] buyuruluyor.

Heyhât! Bu maâliyatı lâyıkıyla fehmedemediğim için, ancak kabiliyetim nisbetinde feyz aldığımı itiraf etmek mecburiyetindeyim. Bununla beraber, bu biçareye, bu mübarek eserinizle çok şeyler öğrettiniz. Bazı zaif bilgilerimi takviye ettiniz. Mütalâalardan, musahabelerden [karşılıklı sohbet etme] ve vaaz u nasihatlardan, muhtelif meslek ve meşrep [hareket tarzı, metod] erbâbıyla hasbıhallerden edindiğim bazı noksan kanaatları tashihle sağlamlandırdınız.

Allahü Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] Hazretleri dünyevî ve uhrevî bütün matlup [istek] ve maksudunuzu ihsan, [bağış] bilhassa ümmet-i merhume-i Muhammediye (a.s.m.) hakkındaki dualarınızı dergâh-ı ulûhiyetinde [Allah’ın yüce katı] kabul buyursun. Hakikaten Kur’ân’a, imana hizmetten başka birşey düşünmeyen aziz ve muhterem Üstadımızı bu ümmete bağışlasın ve rıza-i İlâhîsine [Allah rızası] nâil buyursun. Âmin,

204

بِحُرْمَةِ الْقُرْاٰنِ الْمُبِينِ وَبِحُرْمَةِ اِمَامِ الْمُبِينِ * 1

Bu nurlu mektubu okuduğum zevâtın hepsi, muhteviyatını takdir ve tasdik ettiler ve eminim ki çok istifade ettiler.

Aziz, müşfik Üstadım,

Allah için size muhabbet eden bu âciz talebenizi, her vesileyle ikaz ve irşada çalışıyorsunuz. Mânevî çok yüksek dersler veriyorsunuz. Fakat maddeten ve mânen yakınınızda, şeref-i sohbetinizle müşerref ve hizmet-i Kur’ân’a tevfik-i İlâhîyle [Allah’ın yardım ederek başarılı kılması] çok emekleri geçen, cidden çok muhterem ve çok kıymetli kardeşlerim gibi feyz alamıyorum. Bunu da isyan ve kusurumun fazlalığından ve muhîtin, [her şeyi kuşatan] hâdisatın beni daima nurlarla iştigale [meşgul olma, uğraşma] mâni oluşundan ve çok yaman nefsimin ve cin ve ins ve şeytanların hücumlarından biliyor ve bu sebeple bedbahtlığımı hissediyorum.

Gerçi mazhar [erişme, nail olma] olduğum ve—yüz bin kerre yazık ki—şükrünü yerine getiremediğim niam-ı İlâhiye [Allah’ın nimetleri] hadsizdir. Fakat hergün, her saat, hattâ her dakika ve saniye bu fâni hayattaki nasibimin kesildiğini ihtar etmekte olmasına rağmen, yine tamamen dünyadan elimi çekmekliğim mümkün olamıyor. Hazret-i Kur’ân’a, sevgili Üstadıma çok kuvvetli merbutiyetim [bağlı] ve Nebiyy-i Efham (sallâllahü aleyhi ve sellem) Efendimiz Hazretlerinin getirdikleri din-i mübîne [hak ve hakikatı açıklayan din, İslâm] ve şeriata lâyetezelzel [sarsılmaz] imanım, mübarek duanızla bu fakir-i pürkusuru inşâallah hüsranda koymaz ümidi, yegâne tesellimi teşkil ediyor.

Bu mektubunuzda Yirmi Altıncı Sözün Zeylinde [ek] bahis buyurulan ve alâ kadri’t-tâkat hükmüne tevfik-i harekete [uygun hareket] çalıştığım yol ki; acz, fakr, şefkat, tefekkür tarikidir. Aziz ve muhterem Üstadımın tarif ve tavsiye ve irşad [doğru yol gösterme] buyurdukları

205

kestirme, Kur’ânî ve nurânî caddedir. İnşaallah bu yoldan dönmem. Temenni ederim ki, hiç eksilmeyen ve vazife namı altında uhdeme tevdi edilen işler, bu sene duanızla ve hayırlısıyla biraz azalır da, hakikî hizmete daha ziyade çalışırım. Ve minallahi’t-tevfik.

 Hulûsi

• • •

– 129 –

 Sabri’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Üstad-ı Âzam Efendim Hazretleri,

Bu defa hoş ve lâtif [berrak, şirin, hoş] tevafukatıyla [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] nuranî yolculara dest-i mânevîsini uzatarak, ziyâdar parmağıyla “Bizler başıboş, gelişi güzel serpilmiş şeyler değiliz. Belki muvazene-i tâm ve tevafuk-u hakikiye ve bir kıyâs-ı kat’iye ile inkişaf [açığa çıkma] ve temevvüc [dalgalanma] eden kitab-ı semâviyye-i Kur’âniyenin misalsiz birer yıldızlarıyız” diyerek, bâlâsı zîrine, sağı soluna eyâdî-i mânevîsiyle musafaha [el sıkışma, kucaklaşma] ve mukabele [karşılama; karşılık verme] edercesine tevafukatı [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] müşahede edilen Kitab-ı Mübînin [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] lemeât [Lem’alar isimli eser] ve tereşşuhatının [belirti] tevafukatı, [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] Onuncu Sözde dahi müşahede edildi. Bu Sözün mânidar ve hikmettar [herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yapan] tevafuk ve intizamları, sanki kemâl-i hararetle yekdiğerine [bir diğer şey] müştak [arzulu, aşırı istekli] ve mütehassir birkaç samimî ve ciddî kardeş ve arkadaşların vuslatları gibi, Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] herbir âyât ve kelâmı, taht-ı tasarrufuna [tasarrufu altında] aldığı kelime ve kelâmları, yine semâvâtın hadsiz elektrikleri olan yıldızlar gibi parlatarak, şu letâfetleriyle, [hoşluk, gözellik] insaniyet tarifine tam dahil olan zîşuuru [akıl ve şuur sahibi] mest [kendinden geçme] ve hayran bırakıyor.

Şurası da şâyân-ı hayrettir ki: Şu mübarek Onuncu Söz, mevzuu olan haşir

206

mesele-i mühimmesi, [önemli mesele] kâinatın hitam[son, sonuç] ömrüne muallâk ve mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] olduğu gibi, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] arasında dahi, bu Sözün en son tevafukatını [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] göstermesi de ayrıca bir tevafuktur diyorum. Cennet nehirleri demek olan Kur’ânî nehirleri, envâ-ı türlü âvâzıyla [yüksek ses] coşkun coşkun aksın aksın ki, zaman-ı câhiliyet ve devr-i fetrette, son derece ihtiyaçlı olan akvâm [kavimler] üzerlerine tulû [doğma] eden şümûs-u Kur’âniyenin sür’atle inkişaf [açığa çıkma] ve tevessü [genişleme, yayılma] ve nev-i beşerin humsunu [beşte bir] ihyâ, [diriltme, hayat verme] ebedî ve dâimî bir nurla tenvir [aydınlatma] ve izâe eylediği gibi, şu asr-ı dalâlet ve hüsran ve devr-i bid’at ve tuğyanda, [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] ehl-i iman [Allah’a inanan] ve tevhidin yaralı ruhlarına merhem olsun.

Evet, altı-yedi seneden beri hoş ve şirin bu manzarayı gören lâtif [berrak, şirin, hoş] ve nazîrsiz [benzer] bir gül-i Muhammedîyi koklayan ümmet-i Muhammed Sûre-i Kevser’den, bihamdihî ve’l-minneti, mükâfat-ı ruhiyesini ve dimağiyesini [akıl, beyin] aldı. Ve bu noktaya ruhum emin idi ki, çoktan beri ehl-i iman [Allah’a inanan] ve tevhid, İslâmiyet gibi bâkî ve sermedî [daimi, sürekli] güneşin küsûf ve ufûlüne [batış] canavarcasına çalışmayı kendine vazife addeden ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] pis programlarını görüp nevm-i gafletten [gaflet uykusu] uyanarak, Sûre-i Kevser’i takip eden iki sûreyi lisan-ı hal [beden dili] ve kal ile okuyarak, zındıklara hitaben, “Bizler sizin nifak [ayrılık, dağılma] denizinde serseriyâne [başıboş bir şekilde] ve zulümkârâne gezen dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve sefâhet [ahmaklık, beyinsizlik] gemilerinize binemeyiz; ancak, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] nuranî ve tevhid sikkeli [mühür] iman ve İslâm zırhlılarına bineriz. Menzillerimize vardığımızda muvaffakiyet [başarı] ve semere-i sa’yimiz [çalışmanın meyvesi, neticesi] tezahür ve tahakkuk [gerçekleşme] eder” diye bağırarak ve اِذَا جَۤاءَ نَصْرُ اللهِ 1 (ilh.) fermân-ı mübînini tilâvetle, [okuma] Sûre-i Kevser’in müjde ve

207

beşâreti bizleri kuvvet ve metanete [gayret, kararlılık] sevk, hem behçet ve meserrete yetiştirdi. Mâruzatıyla [arz edilen şey, istek, rica] [ümit] nusret ve fütuhatın [fetihler, yayılmalar] gelmesi kokusunu alarak, fevc fevc daire-i Kur’âniyeye arz-ı dehalet ettiler. Bu hususta tesbih ve tahmidin [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] ehem vazifeleri olduğunu anlayarak tevbelerini reddetmeyen Cenâb-ı Rabbü’l-İzzet Hazretlerine istiğfara [af dileme] şitâb [kış] edip salâh [düzelme] ve felâh ve fevz-i necat yollarını tuttular.

“Heman Rabbim, hakikî verese-i Enbiyayı teksir, [çoğalma] dünyevî ve uhrevî âmâl ve makasıdına muvaffak buyursun” duasını tekrarla beraber Onuncu Sözün âciz kalemime kumanda verip yazdırdığı şu arîzacığımı takdime cür’et eder, bilhassa dest ve dâmen-i muallâlarını [yüksek namus sahibi; yüce, yüksek etek] öperim, efendim.

Hâmiş: Harman ortasında Mevlevi-vâri dolaşan bu biçare çiftçi, sözlerini de işlediği işe benzeterek, söylediğini tekrar söylemiş, geçtiği yere dönmüş, yine gelmişse de, ne yapsın? Üstadı, yıldırım gibi seri hatvelerle ilerlerken, hiç olmazsa karınca yürüyüşü takip edeyim, irtibat kesilmesin niyetiyle şu perişan cümleleri derc [yerleştirme] ve takdim ettim, efendim.

 Muhammed Sabri

(Rahmetullahi Aleyh)

• • •

– 130 –

 Ahmed Hüsrev’in bir fıkrasıdır. [bölüm]

Kıymetdar Üstadım,

Bugün Süleyman Efendi kardeşimle irsal [gönderme] buyurulan, biri dünyanın ömrünü izah eden bir mektupla, diğeri Hazret-i Yûnus aleyhisselâmın duasının fezâilini [faziletler, üstün özellikler] gösteren Otuz Birinci Mektubun otuz bir lem’adan [parıltı] on birinci kısmının birinci kısmını aldık ve okuduk.

208

Sevgili Üstadım, bu kısım bizi o kadar mesrur [mutlu] etti ki, târifine muktedir değilim. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizden ebeden razı olsun.

Bu risale kat’î bir varlıkla bu ümmete necat [kurtuluş] kapılarını açıyor. Ve bu zulümatlı günlerin avdet [geri dönme] etmemek üzere veda etmekte olduğunu ihbar etmekle beraber, şakirtlerini [öğrenci] hep birden ve bir ağızdan münacata [dua, Allah’a yakarış] davet ediyor.

Sevgili Üstadım, istikbalimizi nur deryasından fışkıran nücûm-misâl nurlarla aydınlatan ve bu kasvetli ve karanlıklı ve kâbuslu günlerimizde kat’î bir ümitle yaşatan ve herbir risalede lemeân eden yeni bir başka nurla yüzümüzü güldüren Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud [varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan, şeref ve yücelik sahibi Allah] Hazretlerine bîhisab şükrümüzü takdim ederken, sevincimizi katlayan Üstadımızın vürûduna sabırsızlıkla intizarımızı [bekleme] arz ederim, efendim.

 Ahmed Hüsrev

• • •

– 131 –

Said Nursî’nin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Kardeşim Hüsrev, Lütfi, Rüştü,

Size Üstad ve talebeler ve ders arkadaşları içinde faide verecek bir fikrimi beyan edeceğim. Şöyle ki:

Sizler—haddimin fevkinde—bir [üstünde] cihette talebemsiniz ve bir cihette ders arkadaşlarımsınız ve bir cihette muîn [yardımcı] ve müşavirlerimsiniz.

Aziz kardeşlerim, Üstâdınız lâyuhtî değil… Onu hatâsız zannetmek hatâdır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin [günah] bir sayılmak sırrıyla, insaf odur ki: Bir seyyie, [günah] bir hatâ görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir. Hakaike [doğru gerçekler] dair mesâilde [meseleler] külliyatları ve bazan da tafsilâtları [ayrıntılar] sünuhat[Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] ilhâmiye nev’inden olduğundan, hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’îdir. Onların hususunda sizlere bazı müracaat ve

209

istişarem, [fikir alışverişi] tarz-ı telâkkisine dairdir. Onlar hakikat ve hak olduklarına dair değildir. Çünkü, hakikat olduklarına tereddüdüm kalmıyor.

Fakat münâsebât-ı tevafukiyeye dair işaretler, mutlak ve mücmel [kısa, kısaca] ve küllî surette sünûhât-ı ilhâmiyedir. Tafsilât [ayrıntılar] ve teferruatta bazan perişan zihnim karışır, noksan kalır, hatâ eder. Bu teferruatta hatam, asla ve mutlaka zarar îras etmez. [netice verme, sebep olma, bırakma] Zaten kalemim olmadığından ve kâtip her vakit bulunmadığından, tâbiratım pek mücmel [kısa, kısaca] ve nota [bildiri] hükmünde kalır, fehmi işkâl [anlaşılması zor olma] eder.

Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım, benim hatâmı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur [mutlu] olacağım. Hattâ başıma vursanız, Allah razı olsun diyeceğim. Hakkın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz. Nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] enâniyeti hesabına Hakkın hatırı olan bilmediğim bir hakikati müdafaa değil, ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ederim.

Bilirsiniz ki, şu zamanda şu vazife-i imaniye [iman hakikatlerini yayma görevi] çok mühimdir. Benim gibi zaif, fikri çok cihetlerle inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] etmiş bir biçareye yüklenmemeli, elden geldiği kadar yardım etmeli. Evet, mücmel [kısa, kısaca] ve mutlak hakaik, [doğru gerçekler] biz zahirî vesile olup çıkıyor. Tanzim ve tasfiye, tasvir ise, kıymettar, muktedir ders arkadaşlarıma aittir. Bazan onlara vekâleten tafsilâta, [ayrıntılar] tanzimata girişiyorum, noksan kalıyor.

Bilirsiniz ki, yaz mevsiminde dünya gafleti ziyade hükmeder. Ders arkadaşlarımızın çoğu fütûra düşüp tâtil-i eşgale [çalışmayı durdurma, görevini yapmama] mecbur oluyor. Ciddî hakaikle [doğru gerçekler] tam meşgûl olamıyor. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâl-i rahmetinden, [mükemmel bir şefkat ve merhamet] iki senedir ciddî hakaike [doğru gerçekler] nisbeten yemişler, fâkiheler nev’inden tevafukat-ı latîfeyle ezhânımızı [zihinler] taltif [güzellikle muamele etmek] etti, zihnimizi neş’elendirdi. Kemâl-i merhametinden [merhametin mükemmelliği] o tevafukat-ı lâtîfe meyveleriyle, ciddî bir hakikat-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikati] zihnimizi sevk etti ve ruhumuza, o meyveleri gıda ve kut [gıda] yaptı. Hurma gibi, hem fâkihe, hem kut [gıda] oldu. Hem hakikat, hem ziynet ve meziyet birleşti…

210

Kardeşlerim, bu zamanda dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve gaflete karşı pek çok mânevî kuvvete muhtacız. Maatteessüf, [ne yazık ki] ben şahsım itibarıyla çok zaif ve müflisim. [iflas etmiş] Harika kerâmâtım [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] yok ki, bu hakâiki [gerçekler, hakikatler] onunla ispat edeyim. Ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir himmetim [ciddi gayret] yok ki, onunla kulûbu [kalbler] celb [çekme] edeyim. Ulvî bir deham yok ki, onunla ukulü [akıllar] teshir [boyun eğdirme] edeyim. Belki, Kur’ân-ı Hakîm‘in [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dergâhında, [Allah’ın yüce katı] bir dilenci hâdim [hizmetçi] hükmündeyim. Bu muannid [inatçı] ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] inadını kırmak ve insafa getirmek için, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] esrarından bazan istimdad [yardım dileme] ederim. Kerâmât[Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] Kur’âniye olarak, tevafukatta [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] bir ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] hissettim, iki elimle sarıldım.

Evet, Kur’ân’dan tereşşuh [sızma/sızıntı] eden İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] ve Risâle-i Haşirde kat’î bir işaret hissettim. Emsalleri bulunsun bulunmasın, bence bir keramet-i Kur’âniyedir. [Kur’ân’ın kerameti] İşârâtü’l-İ’câz‘ın [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] bir sahifesine dikkat ettik; satırların başında bütün hurûfât [harfler] ikişer ikişer olup, harika bir intizamla hurufatın [harfler] vaz edildiğini gördük. Onuncu Sözde medâr-ı tevafuk 3, 4, 5, 6 rakamları, herbirisi 13’te ittifakları; o 13’ün de, Altıncı ve Sekizinci, mahrem Dördüncü Remizlerde [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] mühim bir esrar anahtarı olduğunu gördük. Bunda şüphemiz kalmadı ki, kâğıt üzerinde daima kalacak bir keramet-i Kur’âniyedir, [Kur’ân’ın kerameti] bir ikram-ı İlâhîdir [Allah’ın ikramı, bağışı] ve doğrudan doğruya, risalenin ve iman-ı haşrin tasdikine bir imza telâkki [anlama, kabul etme] ettik. Havada uçmak, su üzerinde yürümeye benzemiyor; onlar muvakkat[geçici] Hem şahsın kemâline ve ihtiyarına, belki istidrâca verilebilir. Doğrudan doğruya hakikate—hususan bu zamanda—hizmet edemiyor.

Her neyse, bir küçük mesele münasebetiyle çok konuştum ve çok da israf ettim. Ahbapla fazla konuşmak mergub [bütün yaratılmışların Kendisinin rızasını istediği Allah] olduğundan, inşaallah [Allah dilerse] bu israf affolur.

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

211

– 132 –

 Biraderzadem merhum Abdurrahman’ın vefatını müteakip yanıma gelip, kuvvetli emarelerle Abdurrahman’ın yerine bana gönderildiği kalbime ihtar edilen, gayet çalışkan ve hâlis kardeşlerimizden, elmas kalemli, Kuleönlü Sarıbıçak Mustafa Hulûsi’nin, on fıkra [bölüm] yerine geçecek tek birinci fıkrasıdır. [bölüm]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ الْقُرْاٰنِ وَ اَسْرَارِهَا * 2

Ey benim muhterem Üstadım,

Âciz talebeniz, küre-i arz [yer küre, dünya] içerisinde ruhum bazan şarka, bazan cenuba, [güney] bazan garba, bazan şimale, [kuzey] bazan semâya giderdi. Acaba yardım ne taraftan erişecek diye beklerdim. Ruhum bir mürşid-i ekmel [en mükemmel doğru yol gösterici] taharri [araştırma] ederdi. Aramak üzere iken bana ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] olundu ki, “Mürşidi sen uzakta arıyorsun. Pek yakınında bulunan Bediüzzaman vardır. O zâtın Risale-i Nur’u müceddid [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] hükmündedir. Hem aktabdır, [kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler] hem zülkarneyndir, hem âhirzamanda gelecek İsâ aleyhisselâmın vekilidir, yani müjdecisidir” denildi. Bunun üzerine üstad-ı muhteremin [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] nezdine vardım. Risaleleri, bize yazmak için emir verdi. Ben de on beş kadar Sözler’den yazdım ve okuyorum. İstidadım kısa, fikrim müşevveş [dağınık, karışık] olduğundan, risalelerden hakkıyla istifade ve istifaza [feyizlenme] edemiyordum.

Bilâhare, Yirmi İkinci Mektubu verdiniz, yazdım. Bir iki defa arkadaşlarımla okudum. Âciz talebenizin maddî ve manevî on beş yaşından beri mazide birikmiş olan küflü yaralarını tedavi etti. Elhamdü lillâh. Bunun üzerine bir rüya gördüm. Rüya budur:

212

Menâmda, kıbleye karşı bir vilâyete gittim. O vilâyette gezerken, iki büyük acip fabrikaya rastgeldim. Bu fabrikalar dünyadaki fabrikalara benzemiyor; ve hem de, bu fabrikalar insanın sağ cenahına [kanat] geliyor. İkisinin de sahipleri yok. İçerisine girdim; fabrikanın biri büyük, biri küçük. Bu küçük fabrikayı ben idare ederim diye, ona sahip oldum.

Bunun üzerine bir rüya daha gördüm:

Kıbleye karşı uzun bir kışla ve kışlanın içinde büyük bir fırın var. ben de o fırının dairesindeyim ve ayak üzereyim. Karşımda, gençlerden ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] Süleyman isminde bir genç vardı. Ve sağ tarafımda yine gençten, İsmail isminde birisi vardı. Buna binaen, alettahmin yüz kadar gençler, o fırının dairesinde sağımda ve solumda ayak üzere idiler. Hayret ettim. Bunun üzerine büyük bir zât geldi, gençlerin önüne ufacık bir mendil serdi. O mendil üzerinden, dört köşe haşhaşlı ekmeği gençlere birer birer dağıttı. Bilâhare, o mendilin içinden birer avuç da kuru üzüm dağıttı. Bakıyorum, o mendilden üzüm ve ekmek tükenmedi. Hayret ettim. Bana denildi ki. Bu mübarek zât, Said Nursî’dir. Ben de anladım ki, bu harika iş aktablarda [kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler] bulunur dedim, uyandım.

Bunun üzerine risaleleri devam üzere yazmakta iken, Allah’ın tevfiki [başarı] ve Üstad-ı Muhteremin [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] himmeti [ciddi gayret] erişti. Çok çok istifade etmeye başladım. Bilâhare, bütün o rüyamda gördüğüm gençler, etrafıma toplandı. Herbirisi bana arkadaş ve Kur’ân’a talebe oldular.

Ve bir de bizim memleketin insanları, bir parça ehl-i tarikat [bir tarikata bağlı olanlar] ve ehl-i takvâdır. [takvâ sahipleri] Memleketimizde zahir ve bâtın hocası olmadığından şeytana ve nefse çok defa hedef oluyorduk ve evham içinde boğuluyorduk. Risaleleri okudukça, şeytan-ı lâîn ve nefsin hilelerini ve evhamlarını Cehennemin dibine atıyordu. Risaleleri okurken, çok arkadaşlar çok hayrette kalırlardı. “Bu koca Bedi’, [güzel, eşsiz] bu lü’lü-misâl bu sözleri, bu kelimeleri nereden buluyor?” diye birbirimize çok defa diyorduk. Lisanına baksan, birşey istifade edilmez gibi görünüyor. Halbuki, söyledikleri hep hikmettir. Nazarımıza dehşet veriyor, nur serpiyorHaşiye diye, tekrar tekrar

213

iştiyakla [arzu, istek] okuyorduk. Bunun üzerine, “Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] ve Mektubatü’n-Nur, okuyanlara bir iksir-i âzamdır” [tesiri en büyük olan ilâç] diye hükmettik.

Muhterem Üstadım, maddî ve manevî yaraları bulunan, bu yüz arkadaşımın yaralarını, risaleler tedavi ediyor. Hattâ, bazan bizden uzak olanlar evhama boğulur, gelirler; âciz talebeniz bir risale okursam evhamını kaldırır, giderlerdi. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Feyyâz-ı Mutlak [pekçok feyiz, bolluk ve bereket veren Allah] ve Hallâk-ı Azîm mevcudat [var edilenler, varlıklar] ve câmidat ve zerreler adedince sizden razı olsun. Âmin.

Yarın mahşerde, herkesten evvel Resul-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem Efendimiz Hazretlerinin şefaatine mazhar [erişme, nail olma] ol, inşaallah. [Allah dilerse] Âmin.

Bu gençlerin hergün, her saat duasını alıyorsunuz. Ve herbir risaleyi okurken, en aşağı sekiz-on kadar arkadaş bulunuyor. Halbuki bu fitne-i âhirzamanda, [âhirzaman fitnesi] bu gençlerin bir araya gelip hak söz dinlemeleri pek mühimdir ve medâr-ı şükrandır. [şükür vesilesi, sebebi]

Bu âciz talebeniz Arabî görmemiş ve medrese hiç görmemiş. Eskiden yazılmış Türkçe kitapları okurdum, maddî ve manevî yaralarımı tedavi edecek ilâç bulamazdım. Ruhum ve kalbim çok çırpınıyordu. Öyle bir dereceye gelirdim ki, her saat kendimi intihar etmeye karar verirdim. “Acaba halim nedir ve ne olacak? Mürşid-i kâmil [çok olgun yol gösterici] nerede bulabilirim?” diye çok merak eder ve yeis [ümitsizlik] içerisinde kalırdım.

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nasıl ki Cehennem gibi bir zaman içinde Cennet gibi bir zamanı halk eder; ve her zamana lâyık çareleri icad eder; ve her yaraya muvafık ilâcı ihsân eder… Öyle de, bu medresesiz zamanımızda, bizim gibi yaralılara, Üstad-ı Muhterem [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] vasıtasıyla risaleleri Türkçe olarak telif [kaleme alma] ettiriyor. Buna ne kadar şükredeyim,—lâyüad ve lâyuhsa—Cenâb-ı Hakka şükürler olsun ve Üstad-ı Muhteremi [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] de Kur’ân hizmetinde muvaffak edip iki cihanda aziz eylesin. Âmin.

Ben hiçbir Arabiyat görmeden, medresede beş-on sene okumadığım halde, yalnız risaleleri yazıp ciddiyetle okudum. Kendimi yirmi sene medresede

214

okumuş gibi tahayyül [hayal etme] ediyorum. Sebebi ise, bu âcizin, bu fakirin, bu miskinin nezdine çok Arabiyat hocaları geliyor ve benim okuduğuma hayret ediyorlar. Evvelden mürşid-i kâmil [çok olgun yol gösterici] terbiyesi görmüş insanlar geliyorlar, benden işittikleri kelimelere meftun [aşık] oluyorlar. Çok hocalar, iki diz üzerine gelip, “Risale okuyuver” diyorlar.

Eğer sesim erişseydi olanca kuvvetimle bağırarak, küre-i arzdaki [yer küre, dünya] gençlere diyecektim: “Risaleleri ciddî okumak ve yazmak, yirmi sene medresede okumaktan fâiktir [üstün] ve daha menfaatlidir.” Medresede okumaktaki maksat, evvelâ kendini kurtarıp, saniyen [ikinci olarak] ümmet-i Muhammed’i kurtarmaya çalışmak değil mi? Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] ve Mektubatü’n-Nur, yirmi senelik medrese ilmini veriyor itikadındayım. [inanç]

Ve herbir risale, tek başıyla bir mürşid-i ekmeldir. [en mükemmel doğru yol gösterici] Kalbi bozulmamış herhangi genç, bir risaleyi alıp dikkatle ve teslimiyetle okusa, daire-i inkıyâda geliyor, ıslah oluyor. Herhangi bir maddiyun bir risaleyi alıp okursa, iman etmezse de hiçbir bahane bulamıyor. Herhangi bir dinsiz okusa ve tamam mânâsıyla anlasa, imana geliyor. Herhangi bir feylesof [felsefe ile uğraşan, felsefeci] okusa, “Bundan daha yüksek akıl olamaz ve akıllar toplansa bunun fevkine [üstüne] çıkamaz, akıl buna yol bulamaz” diyor. Risale-i Nur, lisan-ı hal [beden dili] ile Avrupa meftunu [aşık] bulunan tek gözlü deccâla “Ya iman et, yahut bütün dünyanın maskarası olacaksın” diyor.

Şimdi, aziz ders kardeşlerim, bu fakir, bir tane mürşid-i ekmel [en mükemmel doğru yol gösterici] ve kutup [esas, önder, direk, eksen] ararken, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ihsanıyla, [bağış] keremiyle, [cömertlik] lütfuyla, rahmetiyle, Üstad-ı Muhteremin [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] sa’yi [çalışma] ile yüz on dokuz mürşid-i ekmel [en mükemmel doğru yol gösterici] ve kâmil buldum. Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] ve Mektubatü’n-Nur, yüz on dokuz adediyle, herbirisi birer mürşid-i ekmeldir [en mükemmel doğru yol gösterici] ve aktabdır. [kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler]

Ey maddî ve mânevî yaralı olan genç kardeşlerim ve ey mürşid-i ekmele [en mükemmel doğru yol gösterici] muhtaç olan ehl-i tarîkat [tarîkata mensup olanlar] kardeşlerim:

Şeyh Abdülkadir-i Geylânî ve Şâh-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbânî,

215

İmam-ı Gazâlî, Muhyiddin-i Arabî, Mevlânâ Hâlid (radıyallahü anhüm, kaddesallahü esrârehüm) [Allah sırlarını mübarek kılsın] Hazretlerinin derece-i kemâlâtları, [mükemmellik derecesi] merâtib-i imanları risalelerde ve Mektubat’ta vardır. Haşiye [dipnot]

216

Ey kardeşlerim ve ey halifeler, tarikatın ve hakikatin müntehasını [en son nokta] anlamak isterseniz, risaleleri ciddiyetle okuyun. Bâlâdaki zâtların arkasında gidersiniz ve yüksek imanlarına yaklaşırsınız.

Ey ehl-i tarikat [bir tarikata bağlı olanlar] kardeşlerim, bilhassa sizlere çok rica [ümit] ediyorum, risaleleri bir defa okuyunuz. Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] ve Mektubatü’n-Nur’un herbir satırında, bir kitabın tesirini bulamazsanız, bana ne derseniz deyiniz, kabul ediyorum.

Tekrar çok tavsiye ediyorum, okuyun, okuyun. Okudukça, risaleler feyzâver nurları saçıyorlar. Okudukça iştiyak [arzu, istek] getiriyorlar, usanç vermiyorlar. Başka kitapları bir-iki defa okusan, insana usanç veriyor. Halbuki risaleler öyle değil, okudukça başka başka iman halleri telkin ediyorlar…

217

Döneceğim bâlâdaki rüyanın tabirine; aklım yetiştiği kadar tâbir edeceğim, Allah hayretsin:

Biri büyük, biri küçük fabrikadan büyük fabrika ise, Üstad-ı Muhteremdir. [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] Fabrikanın içerisinde bulunan acip ve garip, bedi’ [güzel, eşsiz] âletler ise, bu zamana kadar hiçbir imamın söylemediği kelimeleri ve iman telkinatlarını [telkinler] yapan Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] eczalarıdır. O küçük fabrika ise, Risale-i Nur’ları kim okuyup yazarsa, o dahi küçük fabrikaya benzeyecek. İçerisindeki bedi’ [güzel, eşsiz] âletler ise, Risale-i Nur’un düsturları, [kâide, kural] hakikatleri ve mesâil-i imaniyedir. [imana dair meseleler] Okuyan ve yazan insanlar, öyle kuvvetli, sarsılmaz imanları bulacaklardır. Fabrika hareketi ise, risaleleri okuyup yazan adamların kemâl-i şevk [tam bir istek ve arzu] ve heyecanla çalışmalarıdır. Görmüş olduğum vilâyet ise, velâyet-i kübrâ [en büyük velâyet] yollarını gösteren Risale-i Nur’dur.

Bu rüyayı takviye için, bir rüya daha söyleyeceğim:

Menâmda, İstanbul’a yaya olarak iki defa gittim. İstanbul’a vardığımda, dükkânları hep açıktır, içinde sahipleri yoktur. Dükkânların içinde, sandıklarda büyük büyük mıhlar [çivi] gördüm ve başka demir parçaları da vardı. Bunun üzerine mânevî rahmet yağarken, İstanbul’dan yaya olarak avdet [geri dönme] ettim…

Allahu a’lem, bunun tâbiri de, dünyada İstanbul büyük ve güzel memleket olduğu gibi, öyle de risaleler ve Mektubatü’n-Nur velâyet-i kübrâ [en büyük velâyet] yollarını gösterir. Demir gibi kuvvetli, elmas mıhlar [çivi] gibi hakikatin burhanlarını [delil] satışa çıkaran ve her risale bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] dükkân hükmüne gelen bir meşher-i nuranîdir. O sergide imanî nurlar teşhir ediliyor. Ve velâyet-i kübrâ [en büyük velâyet] yollarını gösterdiğini, iki kere iki dört eder derecesinde kanaatim gelmiştir.

İkinci gördüğüm rüyanın tâbiri, Allahu a’lem, böyle olsa gerektir: Kıbleye karşı kışla ise, mânevî Allah’a asker olan gençlerin Isparta vilâyetindeki geniş dershanelerine işarettir. Ekmeği dağıtan zât ise, Üstad-ı Muhterem [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] Said Nursî’dir. Ve ekmek pişiren fırın ise, Üstadımın hususî medresesidir. Fırının ekmeğinin müşterileri ise, risaleleri okuyup lezzetini anlayan, benim gibi ve arkadaşlarım gibi “Hel min mezid” diyenlerdir.

Evet, Üstad-ı Muhterem, [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] insanlara mânevî ekmek dağıtıcıdır. Bu fırında çok işaretler vardır. Aklım bu kadar yetişiyor. Gençlerin ayakta olması ise, gençlerin

218

imanî risaleleri okuyup imanları kuvvetleneceğine işarettir. O tatlı ve yedikçe noksan olmayan üzüm ve ekmek ise herşeyden daha tatlı i’câz-ı Kur’ân [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] esrarına ve imanın envârına [nurlar] işarettir ki, onları Risale-i Nur dağıtıyor. Âciz talebeniz ise, gençlerin başında ve sağ tarafta bulunduğum ise, gençlere ihsan-ı İlâhî, [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] ve Üstad-ı Muhteremin [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] himmetiyle [ciddi gayret] o gençlere vesile olacağıma işarettir inşaallah[Allah dilerse] Benim aklım bu kadar eriyor; bu kadar tabir edebildim. Rüyalarımın ıslah ve tabirini rica [ümit] ederim.

Yirmi gün zarfında bir rüya daha gördüm: Eğirdir Gölünün kenarında, yani çakıllığında bulunuyormuşum. Bu denizin kenarında büyük bir beyaz çadır kurulmuş. Çadırın içinde, büyük bir direğin dibinde Üstadım Said (r.a.) bulunuyor. Bu esnada eline büyük, bir kırmızı kaplı kitap alıp, çadırın direğine dayanarak o kitabı okudu. Bilâhare, hariçten, kıble tarafından Mahmud [bütün varlıklar tarafından hamd edilen Allah] isminde gençten, yeşil elbiseli birisi gelip Üstadımın elinden o kitabı—yani okuduğu hutbeyi—istedi [balık] ve aldı. Çadırdan Mahmud [bütün varlıklar tarafından hamd edilen Allah] ismindeki genç dışarıya çıktı, kıbleye karşı, ayak üzere halklara dedi ki: “Bu âna gelinceye kadar böyle bir hutbeyi [balık] hiçbir imam okumamıştır” diyerek, o hitabeyi alıp kıbleye karşı götürdü. O anda uyandım, Allah hayretsin.

Bu rüyayı da bildiğim kadar tabir edeceğim: O deniz ise, Şeriat-ı Muhammediyedir. [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’tan getirdiği İslâm dini] O çadır ise Isparta vilâyetidir. O hutbe ise, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] ve Mektubatü’n-Nur’dur. Hutbeyi götüren yeşil elbiseli genç Mahmud [bütün varlıklar tarafından hamd edilen Allah] ise, ya Şeyh-i Geylânî, ya İmam-ı Rabbânîdir. Risaleler makam-ı Mahmud yolunu târif ediyorlar. Üstadımın hutbesi [balık] olan Risale-i Nur, bu zamanın bir mehdisi ve müceddididir. [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât]

Ey küre-i arzda [yer küre, dünya] bulunan gençler, hocalar ve halifeler! Bin senedir insanların aradığı Mehdi Hazretlerinin pişdârı ve müjdecisi, Üstadımın neşrettiği Risale-i Nur’dur.

Ey benim kardeşlerim, benim gibi âciz bir talebenin okumasından, anlamasından ne çıkar? Üstadıma ne sual açabilirim? Kaç kitap okudum da sual açayım ve mesele halledeyim? Ne gibi sual sorayım?

219

Dünyada çok kitaplar vardır ve o kitapları okumuşsunuzdur. Okuduğunuz kitapların hepsini de anladınız mı? Alâ külli hal, [her durumda] anlayamadığınız meseleler çoktur. Üstadıma sual açınız, meydana ilim çıksın ve iman hakikati çıksın da dünyada bulunan üç yüz elli milyon Müslümanlar da istifade etsinler. Ne kadar müşkilâtınız [zor] varsa halledilsin, bizim gibi âcizler de istifade etsin.

Ey hocalar ve ehl-i kalb, [kalb ehli] soracağınız suallerin cevaplarını Risale-i Nur’da bulabilirsiniz. Ehl-i keşf [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] ve kalbden birisi, benim gibi âciz bir insandan Mehdiyi soruyor, “Ne vakit gelecek?” Daha Mehdiyi anlayamamış. Dâbbetü’l-arz [bir çeşit yerde yaşayan hayvan] kimler olduğunu bilmiyor. Bunlara dair, risalelerde birer bahis vardır. Her müşkil [zor] sualin cevabını o risalelerden arayınız, bulursunuz.

Ey hocalar ve halifeler! “Bizim ilmimiz bize yeter” deyip, yıldız böceği gibi şavkınıza, [ışık, parıltı] ilminize aldanmayın. İnsanın kendi bildiği kendine kâfi [yeterli] gelmez. Her insan, her meseleyi anlayamaz. Uyuyorsunuz! Uyuduğunuz miktar artık yeter; uyanmalı!

Peder ve validem ve cümle arkadaşlarım ve biraderim Ali çok selâm edip, iki ellerinden öper ve dua etmektedirler.

Kuleönü’nde Sofuoğlu Talebeniz

 Mustafa Hulûsi (r.h.)

• • •

– 133 –

Risale-i Nur’un tesvidinde [bir yazıyı karalama olarak yazmak] çok hizmeti sebkat eden temiz kalbli, ihlâslı, güzel bir hafız, müdakkik [dikkatli] bir hoca olan Hafız Halid’in bir fıkrasıdır. [bölüm]

Risale-i Nur’un müellifi Bediüzzaman, nâdire-i cihan, hâdim-i Kur’ân [Kur’ân hizmetçisi] Said Nursî (r.a.) hakkında hissiyatımdan binden birini beyan ediyorum:

Üstadım, kendisi Nur ism-i celîline mazhardır. Bu ism-i şerif, kendileri hakkında bir ism-i âzamdır. Kendi karyesinin [köy] adı Nurs, validesinin ismi Nuriye,

220

Kadirî üstadının ismi Nureddin, Nakşî üstadının ismi Seyyid Nur Muhammed, Kur’ân üstadlarından Hafız Nuri, hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] hususî imamı Zinnûreyn; fikrini, kalbini tenvir [aydınlatma] eden âyet-i Nur [“Allah, göklerin ve yerin nûrudur” ifadesiyle başlayan, Nur Sûresinin 35. âyeti] olması ve müşkil [zor] mesâilini [meseleler] izaha vasıta olan nur temsilâtı [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] gayet kıymettardır. Resâilin [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] mecmuuna Risale-i Nur tesmiyesi, [isimlendirme] Nur ismi onun hakkında ism-i âzam olduğunu teyid etmektedir.

Risale-i Nur adlı harika telifatının [kaleme alma] bir kısmı Arabî olmakla beraber, Risale-i Nur eczaları şimdiye kadar yüz on dokuza bâliğ [erişen, ulaşan] olmuştur. Herbir risale, kendi mevzuunda harikadır. Gayet yüksek olmakla beraber, Onuncu Söz ismiyle iştihar eden [meşhur olan] haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair olan risalesi pek harikadır, câmidir. Ulemaca sırf naklî olan haşri ve neşri, gâyet kuvvetli ve kat’î delâil-i akliyeyle [aklî deliller] ispat etmiştir. Onunla çokların imanını kurtarmışlar.

هُوَ الَّذِي جَعَلَ الشَّمْسَ ضِيَۤاءً وَالْقَمَرَ نُورًا 1 âyetinin sırrıyla diyebilirim ki, Risale-i Nur bir kamer-i marifettir ki, şems-i hakikat [hakikat güneşi] olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] nurunu istifâza eylemiş ki, نُورُ الْقَمَرِ مُسْتَفَادٌ مِنَ الشَّمْسِ 2 olan meşhur kaziye-i felekiyeye mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olmuştur. Hem diyebilirim ki, Üstadım Kur’ân hakkında bir kamer [ay] hükmünde olup, semâ-i risaletin şemsi olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan nuru istifade edip Risale-i Nur şeklinde tezâhür etmiş.

221

Üstadım, başkalarında nadiren bulunan mümtaz [seçkin] hasletlerinden, [huy, karakter] zahirî tavrının pek fevkinde [üstünde] bir vaziyet gösteriyor. Zahir hale bakılsa, ilmihali bilmiyor gibi görünüyor; birden, bakarsın, bir derya kesiliyor. Mezun olduğu miktarı ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan istifade derecesi nisbetinde söyler. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan cihet-i istifadesi olmadığı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet [alçakgönüllülük] gösterir. “Bende nur yok, kıymet yok” der. Bir hasleti [huy, karakter] de tam tevazudur [alçakgönüllülük] ve مَنْ تَوَاضَعَ رَفَعَهُ اللهُ 1 hadîsiyle tam âmil olmasıdır.

İşte bu haslet [huy, karakter] icabatındandır ki, bizim gibi talebelerinden bazı mesâil-i ilmiyede muhalefet bulunsa, onların sözlerini, içinde arar, hak bulduğu vakit, kemâl-i tevazuyla ve lezzetle kabul ederek teslim eder. “Mâşâallah,” der “Siz benden daha iyi bildiniz” der. “Allah razı olsun” der. Hak ve hakikati, nefsin gurur ve enâniyetine daima tercih eder. Hattâ ben bazı meselelerde muhalefet ediyordum. Bana karşı gayet mültefit, memnunâne [memnun bir şekilde] bir tavır alır; eğer yanlış yapsam, güzelce, damarıma dokunmayarak beni ikaz eder. Eğer güzel birşey söylemişsem, çok memnun olur.

Üstadım bilhassa hikmet-i hakikiye [felsefenin karşısında Kur’ân’ın koyduğu gerçek hikmet] fenninde, yani hikmet-i şeriat ve İslâmiyet noktasında pek harikadır ve hikmet-i beşeriyede [insanın bilgi ve felsefesi] dahi çok ileridir. Hattâ o ilimde, Eflâtun ve İbni Sina’yı geçmiş diyebilirim.

Bundan on üç sene evvel, Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye âzâsından iken, küçükten beri şimdiye kadar mânen izn-i İlâhîyle [Allah’ın izni] onun bir muîni [yardımcı] ve nâsırı ve muhafızı olan kutb-u Rabbânî ve kandil-i nurânî Abdülkadir-i Geylânî (aleyhi nazaru’r-Rahmânî) Hazretlerinin Fütûhu’l-Gayb risalesini tefe’ülen [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] açtığı esnada,

222

اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ * 1

ibâresi çıktı. O ibare,2 onun hakkında pek mânidar olarak, Eski Said’i Yeni Said’e çevirmesine sebebiyet vermiştir.

Eski Said olduğu zamanlarda, İngilizlerin dinî suallerine gayet lâtif [berrak, şirin, hoş] ve müskit [susturucu] bir cevap vermiştir. Ve ilm-i mantıkta, [mantık ilmi] İbni Sina’nın telifatından [kaleme alma] geçecek Tâlikat [sonraya bırakma] namında harika bir risalesi var. İşkâl-i mantıkıyeyi kıyâs-ı istikrâî cihetiyle on bine kadar iblâğ edip, hiçbir âlimin yetişemediği bir derece-i ihata göstermiş. Sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] isminde bir risalesinde gördüm ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, âlem-i mânâda, [maddî gözle görünmeyen mânevî âlem] bir medresede ona ders verdiğini görmüş. O ders-i mâneviyeye binaen İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] namındaki harika tefsiri yazmış. Bana birgün dedi ki:

Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] hâdisat ve netâicleri [neticeler] mâni olmasaydı, İşârâtü’l-İ’câz‘ı [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] Allah’ın tevfiki [başarı] ve izniyle altmış cilt yazacaktım. İnşaallah, Risale-i Nur, âhiren o mutasavver [hayal edilen] harika tefsirin yerini tutacak.”

Üstadımla yedi-sekiz sene musahabetim [karşılıklı sohbet etme] esnâsında [vakit, zaman] mühim meşhudatım [görünen] çoktur. Fakat اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ 3 mucibince, deryaya delâlet maksadıyla bu fıkra [bölüm] kâfi [yeterli] görüldü. Çünkü Üstadımdan iftirak [ayrılık] zamanı idi; acele yazdım. Üstadım, وَالصَّاحِبُ بِالْجَنْبِ 4 âyetinin sırrıyla çok defa yanlarında beni musahip bulmak hakkını ve teveccüh [ilgi] duasıyla yerine getireceklerine eminim…

 Hafız Halid (r.h.)

• • •

223

– 134 –

 Hulûsi Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz, muhterem, müşfik ve mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] Üstadım!

Bu defa irsâline [yere çakma, sabitleme, demir atma, sağlamlaştırma] inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] buyurulan Risale-i Nur eczalarının dört kısımlık fihristesini aldım. Daha evvel Otuz Birinci Mektubun On Üçüncü ve On Dördüncü Lem’alarını [parıltı] almış, fakat ihtisaslarımı arza muvaffak olamamıştım. Fihristeler dört tarafımı aydınlattılar ve itikatta [inanç] bir olup, çok metin [sağlam] hikmetlerle bazı a’mâlde [ameller, işler] ayrılıkları olan dört mezheb-i hak [doğru mezhep] gibi, bu fakire hakka, hakikate, sıdka, [doğruluk] imana, nura, rızaya giden yolları gösterdiler. Hâdisât-ı dünyeviye [dünyaya ait olaylar] meşgalesi, şimdiye kadar başımdan geçmemiş bir tarzda beni yormuş. Koca bir dairenin maddî ve manevî ağır yükü altında tek başıma kaldığımdan çok bunalmıştım.

Aziz Üstadımın Otuz Birinci Mektubun Birinci Lem’asıyla [parıltı] tavsiye buyurduğu evrâdın [okunması âdet olan dualar] kuvveti, Risale-i Nur’un feyzi, müşfik üstadımın müstecab duası ve üstadımın üstadı Hazret-i Gavs’ın lillâhil-hamd en küçük hâcetimi [ihtiyaç] görecek kadar zahir himmeti, [ciddi gayret] mahza bir lütf u fazl-ı İlâhî [Allah’ın lütfu, ihsanı] [bağış] eseri olarak devam edebildiğim salâvât-ı şerife berekâtıyla zuhur eden imdâd-ı Risaletpenâhî ve Cenâb-ı Allah’ın nihayetsiz in’âm [nimet verme] ve ihsan [bağış] ve inâyeti [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] sayesinde, yüzbinler hamd ve şükürler olsun, ye’se [ümitsizlik] ve fütura düşmekten kurtulmuş; yalnız, huzur-u manevînize birkaç satırlık arîzayla çıkmak geç kalmıştır.

Hakikaten, elmas kalemli çok kıymetli kardeşlerimin âsâr-ı Nurun cem’ [bir araya gelme] ve teksir [çoğalma] ve neşrinde gösterdikleri gayret ve himmet [ciddi gayret] ve sevgili Üstadımıza bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifede yaptıkları muavenet, [yardım] her türlü takdirin fevkindedir. [üstünde] Allahü Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi]

224

cümlesinden razı olsun ve neşr-i envâr-ı Kur’âniyede [Kur’ân’ın nurlarının yayılması] daimî muvaffakıyetlere mazhar [erişme, nail olma] buyursun…

Otuz Birinci Mektubun On Üçüncü ve On Dördüncü Lem’alarında, [parıltı] o kadar büyük dersler, o kadar azametli hakikatler, o derece şâşaalı hikmetler ve nurlu, kudsî, [her türlü kusur ve noksandan uzak] lâhutî feyizler mündemiçtir [içinde bulunan] ki, bu biçare kardeşinizin sönük zekâsı, kısa düşüncesi, perişan, müşevveş [dağınık, karışık] dimağıyla, [akıl, beyin] hissedebildiği zevkleri ifade etmesine imkân yoktur…

İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez,

Zira, bu terazi o kadar sıkleti çekmez.

On Üçüncü Lem’anın [parıltı] on üç işaretle beyanı, Sûretü’l-Felâk ve Suretü’n-Nâs âyetleriyle,

وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ * وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ * 1

âyetlerinin mecmu-u adedine veya bu iki sûrenin herbirinde okunmakta olan اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ 2 adediyle ve Fatiha [açılış kısmı, baş, baş kısım] başta sayılmazsa, yüz on üçüncü sûreye tam ve lâtif [berrak, şirin, hoş] tevafuk ve işaret göstermesi nazar-ı dikkati celb [çekme] etmektedir. Her işaretin nihayetinde, o işaretteki hakaik, [doğru gerçekler] birkaç enseb [daha uygun] ve âlâ kelimeyle ifade edilmiştir ki, bundan daha kuvvetli beyan olamaz. İhtisasımı, bu işaretlerdeki kelimelerle kısaca arz edeceğim.

Birinci işaret: Şeytanın ve onun şerik ve muînleri [yardımcı] olan ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] şerrinden ancak şeriat-ı Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’tan getirdiği İslâm dini] ile âmil ve sünnet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sünneti, hal, söz, tavır ve tasdikleri] ile mütemessik olmakla kurtulmak imkânı olduğunu;

İkinci işaret: Küfre [inançsızlık, inkâr] giren ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] kemiyeten [sayıca, nicelik itibariyle] çokluğunun kıymetsizliğini;

225

şeytan ve avenelerinin [yardımcı] tasallutlarına [hükmetme, musallat olma] karşı istiâze, [Allah’a sığınma] istiğfar, [af dileme] hıfz-ı İlâhîye [Allah’ın koruması] iltica ve takvâyla Sünnet-i Seniyeye yapışmaktan başka çare olmadığını,

Üçüncü işaret: Zahiren cüz’î [ferdî, küçük] hatâ ve isyanla çok büyük tahribat yapmakta olan hizbü’ş-şeytana karşı, en kuvvetli kal’a [kale] olan Kur’ânî kal’aya [kale] iltica lâzım geldiğini,

Dördüncü işaret:

مَۤا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَۤا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ * 1

âyetine bir nevi tefsir mâhiyetinde, cüz’î [ferdî, küçük] ihtiyar ve icadsız [bir şey ortaya koymayan] kesble [elde etme, kazanma] şerlere sebebiyet veren şeytanın müthiş tahribatına karşı istiğfar [af dileme] ve Allah’a iltica ve Sünnet-i Seniyeye riayet iktiza [bir şeyin gereği] ettiğini,

Beşinci işaret: Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] azîm tergib [istek uyandırma, şevklendirme] ve teşviklerinin tam yerinde olup, ehl-i imanın [Allah’a inanan] desâis-i şeytaniyeye [şeytanın hileleri, aldatmacaları] kapılmaları imansızlıktan ve imanın zayıflığından ileri gelmediğini, hem günâh-ı kebâiri işleyenlerin küfre [inançsızlık, inkâr] girmediklerinin, فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ * وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ 2 iki âyetle sâbit olduğunu ve nihayet Cenâb-ı Erhamü’r-Râhimînin Gafûr [çok merhamet eden, suçları bağışlayan Allah] ve Rahîm isimlerini melce [sığınak] ve tahassüngâh [sığınma yeri] yaparak şeytandan istiâze [Allah’a sığınma] edilmesini,

Altıncı işaret: Tahayyül-ü küfrü, tasdik-i küfürle [küfür ve inkârı kabul etme] iltibas [karıştırma] ve tasavvur-u dalâleti, [inançsızlığı zihinde şekillendirme] dalâletin tasdiki suretinde gösteren desâis-i şeytaniyeden [şeytanın hileleri, aldatmacaları] kurtulmak için, hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve muhkemât-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’daki sarsılmaz hükümler] sarılmak ve lümme-i şeytaniyeden [şeytanın verdiği kuruntu] gelen desiselere [hile, aldatma] karşı istiâze [Allah’a sığınma] etmek ve her iki manevî yaraya karşı Sünnet-i Seniyeyi merhem yapmak icap [gerekli kılma] ettiğini,

226

Yedinci işaret: Erkân-ı imaniyeden [iman esasları] biri olan kadere tevilsiz iman etmek lâzım olduğunu ve günah-ı kebîreyi işleyen mü’min kalabileceğini, fakat, şeytanların tahribatına karşı Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bin bir isminin tecellî etmekte olduğunu, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] mezhebinden ayrılmamak ve Kur’ân’ın çetin ve metin [sağlam] kal’asına [kale] girerek Sünnet-i Seniyenin muktezasına [bir şeyin gereği] tevfik-i hareket [uygun hareket] eylemekle kurtulmaya muvaffak olunacağını;

Sekizinci işaret: Küfür ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yoluna insanların nasıl ihtiyarlarıyla sülûk [mânevî yol alma] ettiklerini ve bunların nasıl hayat geçirebildiklerini aliyyü’l-a’lâ bir tarzda ders verdikten sonra, ehl-i iman [Allah’a inanan] için Kur’ân’ın himayesi altına iman-ı tam ve itikad-ı kâmille [mükemmel, kusursuz itikad, inanç] girmek ve Sünnet-i Seniyenin daire-i nuraniyesine [Risale-i Nur dairesi] seve seve dahil olmaklığın ne kadar güzel olduğunu,

Dokuzuncu işaret: Hizbullahın, [Allah’a bağlı olanlar, din uğrunda ciddi gayret gösterenler] neden çok defa hizbü’ş-şeytan olan ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] mağlup olduklarını, Medine münafıklarının dalâlette ısrar ederek hidayete girmemeleri ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın iki muharebedeki mağlûbiyetinin hikmetini beyan ederek, O Seyyidü’l-Mürselînin sünnetine ittiba [tabi olma, uyma] sayesinde muvakkat [geçici] acıların geçeceğini,

Onuncu işaret: İblis’in en mühim bir desisesi [hile, aldatma] olarak kendine tâbi olanlara kendini inkâr ettirdiğinden, dört misalle izah etmek suretiyle bahs; ehl-i imana, [Allah’a inanan] cin ve ins şeytanlarının şerlerinden, Allah’a iltica etmekle selâmete kavuşulacağını;

On Birinci işaret: Cirim [büyük cisim] ve cismi küçük, cürüm ve zulmü büyük, ayıb ve zenbi [günah, suç, kabahat] azîm biçare insanı kâinatın hiddetinden, mahlûkatın nefretinden, mevcudatın [var edilenler, varlıklar]

227

öfkesinden kurtarmak için Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] daire-i kudsiyesine [kutsal daire] girmeye ve Sünnet-i Seniyeye ittibâ [tâbi olma, bağlanma] eylemeye dâvet ettiğini,

On İkinci işaret: Mahdut [sınırlanmış] günahlara Cehennemle mukabelenin [karşılama; karşılık verme] mahz-ı adalet [tam anlamıyla adalet] olduğuna, Cehennemin cezâ-yı amel, Cennetin fazl-ı İlâhîyle [Allah’ın lütfu, ihsanı] [bağış] olduğuna, seyyienin [günah] az yazılıp hasenenin çok yazılmasına, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] muvaffakiyetlerinin—hâşâ—kendilerinde [başarı] hakikat olduğuna veya ehl-i hakta zaaf [zayıflık, güçsüzlük] bulunduğuna delâlet etmediğini gösteren dört meraklı suale gayet fasih [güzel, açık ve düzgün] ve beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] cevaplar vermek suretiyle, ehl-i imanı, [Allah’a inanan] رَاْسُ الْحِكْمَةِ مَخَافَةُ اللهِ 1 düsturuna, [kâide, kural] her türlü saâdeti cami olan Kur’ân ve sünnet şahrâhına girmeye teşvik ettiğini;

On Üçüncü işaret: Üç noktasıyla, şeytanın desiselerine [hile, aldatma] müptelâ [bağımlı] olan biçare insana, hayat-ı diniye, [dine ait hayat] hayat-ı şahsiye [kişisel hayat] ve hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] selâmeti ve sıhhat-i fikir [sağlıklı düşünce] ve istikamet-i nazar [doğru görüş] ve selâmet-i kalb [kalp huzuru, rahatlığı] için muhkemat-ı [değiştirilemez] Kur’âniye mizanlarıyla [ölçü] ve Sünnet-i Seniye terazileriyle a’mâl [ameller, işler] ve hâtıratını tart ve Kur’ân’ı ve Sünnet-i Seniyeyi daima rehber yap; ve اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ 2 diyerek Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ilticada bulun, diye çok kıymetli tavsiyede bulunduğunu; ve خِتَامُهُ مِسْكٌ 3 nev’inden on üç işaret halinde tefsir olunan Suretü’n-Nâs ve iki âyeti tekrarla derse nihayet verdiğini, gayet zevkli ve şevkli ve alâkalı bir surette beyan ve ifade eylemektedir.

228

On Dördüncü Lem’anın [parıltı] Birinci Makamını teşkil eden iki mesele bence çok mühimdir. Bu dersin takrir [yerleştirme] ve tahririne [yazı, yazı yazmak] vesile olan Re’fet Bey kardeşimizden Allah razı olsun. İkinci Makam başlı başına bir şâheserdir.

Bismillâhirrahmânirrahîm hakkındaki beyan buyurulan altı sır, öyle bir hazine-i esrar[sırlar hazinesi] Rabbânîdir [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] ki, ancak Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] inâyetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] bu mübarek eseri okuyup anlayanlar ondan zevk alabilirler.

Bundan evvelki bir mektupta, ihtiyarsız [irade dışı] Birinci Söz’ü teşkil eden Bismillâhirrahmânirrahîm hakkındaki mübarek eserden, kalb-i âcizîye gelen bazı hoş tefekkürattan [tefekkürler, düşünmeler] bahsetmiştim. Dâima şefkatle dua ve derslerinden istifade ettiren muazzez [aziz, değerli] üstadım, benim daha evvelden de Bismillâhirrahmânirrahîm içindeki Rahmân ve Rahîm isimlerinin hikmet-i tahsisi [ait kılınmasının hikmeti, gayesi] hususundaki sualime, ikinci ve mutantan [tantanalı, gösterişli] bir cevap daha lûtfetmiş oluyorlar. Bu mazhariyetten dolayı Hâlık-ı Rahîme [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] ne kadar şükretsem azdır.

Fihristeyi harfi harfine henüz okuyamadım, fakat inşaallah [Allah dilerse] okuyacağım. On Birinci Mektubun neleri ihtiva ettiğini öğrendim. Yazılmayan ve rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] yazılmasına muvaffakiyet [başarı] niyaz olunan âsârın [eserler/asırlar] da neşrine muvaffakiyetinizi, [başarı] eltâf-ı Sübhaniyeden tazarru [dua, yakarış] ve niyaz eylerim. Otuzuncu Sözün mahkeme başkâtibini nasıl tehdit ettiğini, hatırasını tamamıyla gözümün önüne getirdim.

Fihriste-i Güldeste: Fihriste namı altındaki bütün risalelerde yazılı olduğu tarzda değildir. Tamamen hususiyet göstermektedir. Sözler’in ve Mektupların bir hülâsatü’l-hülâsası [esas, öz] denecek vaziyettedir.

Âsâr-ı nurun bir zübdesi, [en seçkin kısım, öz, tereyağı] hazâin-i nurun elmas anahtarı, resâil [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] ve Mektubat’ın nurlu kapısı olan bu hayırlı telife sebep olanları da, müellifini [telif eden, kitap yazan] de, Allahü Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] ve’l-Kemâl Hazretleri saâdet-i dâreyne [dünya ve âhiret mutluluğu] mazhar [erişme, nail olma] buyursun. Âmin.

 Hulûsi

• • •

229

– 135 –

 Hüsrev’in fihriste hakkında bir fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz Üstadım,

Senelerden beri vücuda getirilen misilsiz [benzer] âsâra, [eserler/asırlar] Otuz Birinci Mektubun On Beşinci Lem’asıyla [parıltı] öyle misilsiz [benzer] bir eser daha ilâve buyurulmuş oluyor ki, o şâheserler, böyle şâh bir eseri, o harika bediiyyât böyle bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] bir zübdeyi, [en seçkin kısım, öz, tereyağı] o acip telifat [kitap olarak kaleme alınan eserler] böyle acip bir mecmuayı, o azîm hakaik [doğru gerçekler] böyle azîm bir külliyât-ı hakaiki ve o nurlu risaleler böyle nurlu bir fihristeyi istiyordu. Yüz binler şükrolsun ol Feyyâz-ı Mutlak [pekçok feyiz, bolluk ve bereket veren Allah] Hazretlerine ki, hiçbir müellifin [telif eden, kitap yazan] muvaffak olamadığı böyle misilsiz [benzer] eseri hazine-i rahmetinden [Allah’ın rahmet hazinesi] ihsan [bağış] etmekle, yüz yirmi adede vasıl olan Külliyat-ı Nuru, yüz yirmi sahifeden aşağı olmayan misilsiz [benzer] fihristesiyle bir yerde toplamış bulunuyor. Bu risalenin menfaati, fevâidi [faydalar] o kadar çok ki, izaha hâcet [ihtiyaç] yok. Bu kıymettar risale, kendi kendini lâyık olduğu bir tarzda methediyor. Hem o kadar güzel methediyor ki; fevkinde [üstünde] beyân olamaz.

 Hüsrev

• • •

– 136 –

 Dereli Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Efendinin çok mânidar rüyalı bir fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz ve müşfik üstadım efendim,

Birgün âlem-i menamda bir sahrada gezerken, birçok kalabalık ahalinin içine girdim. Dersim olan kelime-i tevhide [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] devam ediyordum. O ahâlinin cümlesi Nasârâ imiş. Biz âşikâre kelime-i tevhidi [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] çektiğimizden, hepsi bize iştirak etti. Her yüz başında, “Muhammedün Resulullah” [Allah’ın elçisi] diyorum. O Nasâralar, “İsâ ruhullah”

230

diyorlar. Onlara dedim ki: “Yahu, biz İsâ aleyhisselâmı tasdik ediyoruz.” Ve kendilerine kelime-i tevhidi [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] okudum, “İsâ ruhullah” dedim. “İşte bakınız, ben sizin peygamberinizi tasdik ediyorum. Siz de bizim peygamberimizi tasdik etseniz ne olur” dedim. “Hayır! İsâ aleyhisselâm gökten inmedikçe ve sizin peygamberinizi âşikâr tasdik etmedikçe, biz tasdik etmeyiz” dediler. Bunun üzerine yanımda iki arkadaş bulundu. Lâkin arkadaşlarım kimler olduğunu bilmiyorum. “Biz dua edelim de İsâ aleyhisselâm gelsin ve bizi nasıl tasdik ediyor, göreceksiniz.” Dua ettik. İki kişi “Âmin” dediler. Lâkin İsâ aleyhisselâm gelmeyince müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olduk. Yine dua ettik, “Ya Rabbi! Bizi bunların yanında niçin mahcup çıkarıyorsun?” dedik. “Bu din âlî [yüce] değil mi?”

Tahminen, arası bir saat veya bir buçuk saat sonra, karşıdan üç kişi çıktı. Elhamdü lillâh, İsa aleyhisselâm geliyor. Baktım, birisi sakallı, ikisi şâbb-i emred. Dedim: “İsâ aleyhisselâm otuz üç yaşında olduğu halde göğe huruç [çıkma] etti, niçin sakalında beyaz var?” Kalbime geldi ki, “Allahu a’lem, İsâ aleyhisselâm değilse?” Bu zât ve iki arkadaşıyla yanımıza geldiler. Dikkatle baktım, Üstadımın simâsı ve elbisesidir. Bizim yanımıza gelince, bizim altımız mağara imiş. Yanındaki iki kişiye emretti: “Şurada kilitli salipler, haçlar var. Cümlesini çıkarınız.” Çıkardılar. Nasâralara karşı hepsini kırdı ve Kelime-i Tevhid [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] getirip Peygamberimizi tasdik edince, biz de Nasârâlara, “Bakınız, işte İsâ aleyhisselâmın vekili geldi” deyince, cümlesi tasdik ettiler.

Allahu a’lem, bu rüyanın bir tabiri şudur ki: Üstadımızın Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] aldığı ve neşrettiği Risale-i Nur vasıtasıyla Nasârânın bir kısmı İslâmiyeti kabul edecek ve Nasârâ Müslümanları veya Hıristiyan mü’minleri hükmüne geçip Üstadımızın sözlerini İsâ aleyhisselâmın sözleri nev’inden hüsn-ü kabul [güzel kabul görmek] edeceklerine işârettir.

Evet, Risale-i Nur’da öyle bir kuvvet vardır ki, Avrupa’nın en müannid feylesoflarını dahi teslime mecbur eder. Her ruhun bir ihtiyac-ı hakikîsi olan hakikî iman nurunu arayan Hıristiyan muvahhidler, [Allah’ın birliğine inanan] elbette Risale-i Nur’u görseler, (Hazret-i İsa aleyhisselâmın vesâyâ[öğütler, nasihatler] nev’inden) kabul edip sarılacaklardır…

 Dereli Mutâf

Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen]

• • •

231

– 137 –

 Âsım Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Bu Risale Fihristesi, hakikaten menba-ı nur ve mecma-i hakikattır. Elhak nur fihristeleridir. Şöyle söyleyebilirim ki: Otuz üç Söz, otuz üç Mektubun herbiri, feyezanda olan birer menba-ı nur-u hakikat ve gülistan-ı bâğ-ı cinandır. Binaenaleyh bu müteaddit [bir çok] güller bağının herbirisinden müteaddit [bir çok] güller koparıp, dört kısım üzerine güller demeti yapılmış gibi vücuda getirilmiş bir eser-i cihan-kıymet olduğuna kanaat ettim. Bu Fihristeleri okumak, herhalde ve behemehâl Söz ve Mektuplar risale-i şerifenizi görmek, okumak, yazmak için insanı iştiyak [arzu, istek] ve gayrete sevk ediyor ve şiddetli kamçılıyor. Fakirce noksan olan risale-i şerifelerin hangisini evvelâ yazayım? Çünkü, herbiri birbirleriyle nur ve hakikat müsabakasına çıkmış diye, mütelâşî ve heyecanlı bir vaziyetteyim. İnşaallah, dua-yı Üstadâneleriyle, kâffesini yazarım. Şurasını da arz etmek isterim ki: Sabri Efendi kardeşimin ilhâhı [bir şeyin kabulü için ısrarla üzerine düşmek] ve zât-ı Üstadânelerinin ilhamıyla [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] Fihristelerin telifi, [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] çok musîb [isabet eden, isabetli] ve hayırlı, hem hadsiz hakikatlere anahtar olmuştur.

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sevgili Üstadımızı âfiyette dâim, ömürlerine bereket ve herbir umûrunda [işler] muvaffakiyet [başarı] ihsan [bağış] buyursun da, pek çok zamanlar başımızda tâc-ı zafer olarak taşıyalım ve hizmet-i Kur’ân’da çalışalım, yorulalım, yol alalım. Ve cümle mü’minîn [iman edenler; Allah’a ve Onun peygamberlerle gönderdiği şeylere inananlar] de istifade etsin ve ehl-i bid’a [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] ve mülhidlerin [dinsiz] de başları yere gelsin.

Talebeniz

 Âsım (r.h.)

• • •

232

– 138 –

 Kuleönü’nden Sarıbıçak Mübarek Mustafa’nın kardeşi Küçük Ali’nin fıkrasıdır. [bölüm]

(Bulunduğumuz asrın yaralarından, mânevî doktora muhtaç bir gencin fıkrasıdır.) [bölüm]

Aziz, şefkatli, muhterem Üstadım,

Bulunduğumuz asır, mânevî seferberlik (harp) zamanı olduğundan, vücudumdaki yaralara baktıkça, yaralar git gide daha fazlalaşmakta iken, birgün işittim ki, “Sağdan sola geçiniz” diye ilân ediyorlar. Ve otuz iki harfin birkaç adedini kaybedip ilân edince öyle bir yara daha açıldı ki, evvelki yaraları unutturdu. Nasıl ki, nass-ı Kur’ân‘da, [Kur’ân’ın açık ve kesin hükmü]

اِذْ اَوَى الْفِتْيَةُ اِلَى الْكَهْفِ فَقَالُوا رَبَّنَۤا اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ اَمْرِنَا رَشَدًا * 1

Ashâb-ı Kehf efendilerimiz beş veya sekiz delikanlı, asrımızdaki tahammül edilmeyen fenalık gibi o asırda fenalıktan, fitneden kaçarak mağaraya iltica ettiler. Sebebi ise, din-i hak [hak din] üzere bulunan ehl-i imanı, [Allah’a inanan] zamanlarının padişahı olan Dakyanus, putperestliğe dâvet edip, kabul edenleri putlara kurban [yakın] kestirip, kabul etmeyenleri katliâm ettiği sırada, Ashâb-ı Kehf efendilerimiz mağaraya çekildiler.

Ben de, asrımıza ve yaralarımıza baktıkça, bütün gün ruhum çırpınmakta iken, “Acaba bu karma karışık zamanda, benim gibi böyle mânevî yaralı gençler, o Mahkeme-i Kübrâda, [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud [varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan, şeref ve yücelik sahibi Allah] ve Tekaddes Hazretlerinin huzurunda ve Peygamberimiz Muhammed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm efendimizden nasıl şefaat dileyebilirler?” diyerek, bütün gün ruhum ağlardı. Madem Muhammed aleyhissalâtü vesselâma, binlerce maddî ve mânevî yaralılar, dilsizler, nüzûl olmuş, bütün kalbi kararmış, imanı yok bedevî adamlar,

233

Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın yanına vardığında, bir saat, birgün sohbet-i Nebevîde bulunur; sonra kavim [insan topluluğu] ve kabilelerine rehber ve muallim olarak döndüler. Ve madem kıyamete kadar bâki bıraktığı Kur’ân ve Kur’ân’ın tayin etmiş olduğu mânevî doktorlar, kıyamete kadar gelecek mü’minlere maddî ve mânevî doktorluk vazifesini görecekler. Ve şimdiki hal vilâyetimiz dahilinde bulunan mânevî doktora müracaat edeyim diyerek, ruhum her an gezmekte iken bîhuş olup yattım.

Bana rüyamda üç şahıs gösterildi. İkisinin ismini söylemediler. Diğeri Üstadım Bediüzzaman’ı, ismiyle söylediler. Hemen eline yapışıp ellerini öptüm. Üstadım acele olarak cebinden bir kalem ve bir kâğıt parçası çıkarıp bana verdi. Hemen uyandım. Peder ve validem ehl-i kalb [kalb ehli] olduğundan, rüyayı anlattım. Pederim, “Bu Zât Barla’ya henüz yeni geldi. Bir iki sene kadar oldu. Git, müracaat et” dedi. Ben dedim: “Daha askere gitmedim, yaşım genç. Böyle büyük mânevî bir doktorun yanına bu yaralarla nasıl gideyim ve nasıl cerrahiyesine dayanayım?” Bana “Git” denildi. Hitap iki oldu. Hemen sabahleyin kalkıp gittim. Üstadımı görünce, bir-iki dakika titredim. Sonra, “Fesübhânallah[“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] dedim. “Doktoru görünce o yaralar bütün kuvvetleriyle bağırıyorlar. Verdiği eczâlara tahammül edemeyecekler.” O yaraları açamadım. Üstadım da talebeliğe kabul edip, beş vakit farzı bırakmayacağıma çok çok tenbih etti. Avdetten [geri dönme] bir-iki ay sonra hemen askere gittim. Terhis oluncaya kadar, (yirmi mah mukaddem) [evvel, önce] bu yaralar içinde, her saat ve her dakika, اَلْمَوْتُ حَقٌّ 1 kaziyyesini düşünüp, “Acaba benim halim ne olur?” derdim. Memlekete avdetimde, [geri dönme] ağabeyim Mustafa’yı (rahmeten vâsiaten) [geniş] görünce ruhum biraz genişledi. Acaba bu nereden ileri geliyor, dedim. Bir-iki gün sonra, mübarek Ramazan-ı Şerîf gecesi üçüncü hitap olarak, yine rüyamda, memleketimizin kenarında, Üstadım Bediüzzaman, elinde bir asâ, çoban olup dellâllığı [davetçi, ilan edici] ilân ediyor. Ve diyor, “Ben Kur’ân’ın dellâlıyım” [davetçi, ilan edici] diye yüksek sesle bağırıyor, ilân ediyor. Ben heyecanımdan hemen uyandım.

Demek, bakınız ey kardeşlerim ve bütün mü’minler! Üstadım Hazretleri değil memleketimize, bütün üç yüz elli milyon Müslümana her saat, her dakika, her an bağırıyor. Benim gibi zahir kulağıyla dinlemeyiniz, kalb kulağıyla dinleyelim ki, her an bağırıp çağırdığını işitelim. Madem bu elmas ve cevherler, bu sergiler asrımıza verilmiş; bütün asrımızda kazancımızı versek, yine o elmasların

234

birinin fiyatını veremeyeceğiz. Bahar mevsimi geçmeden bütün cevherlerden alalım. O cevherler ise Risale-i Nur Külliyatıdır.

Ben âciz de Yirmi Dördüncü Sözün Dördüncü ve Beşinci Dalını okumaya ve yazmaya başladım. Ve yaralarımın birer birer kuruduğunu hissedince, Mektubat ve Sözler’i bütün kuvvetimle yazmaya karar verdim. Benim gibi yaralı kardeşlerime, bütün Müslümanlara, bütün kuvvetimle bağırıyorum: “Eyvah! Bu asrımızda, bu yaralarla nasıl istirahat edebiliriz, yoksa!.. Bu asrın mânevî doktoru ve ilâçları ise, Kur’ân’dan tereşşuh [sızma/sızıntı] eden Risaleti’n-Nur [elçilik, peygamberlik] ve Mektubatü’n-Nur’dur. Onlara sıkı sarılalım.”

 Âciz talebeniz

 Ali Ulvi

• • •

– 139 –

 Kuleönü karyesinden [köy] İbişoğlu Mehmed’in bir fıkrasıdır. [bölüm]

Muhterem Üstadım Efendim,

Kardeşim Mustafa risaleleri yazmaya başlayalı beş sene oldu. Maalesef iki senesini zayi ettik. Üç seneden beri, risaleleri sair arkadaşlarla beraber, hizmetimizin haricinde her zaman okuyup istifade ediyoruz. Bazı, köyümüzün ehl-i tarikat [bir tarikata bağlı olanlar] olanları, bidayeten [ilk önce] kardeşim Mustafa’nın okuduğuna ehemmiyet vermiyorlardı.

Ben de, bu “Okunan Sözler, hem tarîkate, hem hakikate pek muvafıktır. Hem bu zamanın yaralarına bir ilâçtır” diyordum. Ve her ne zaman yeis [ümitsizlik] içerisinde kalsam, kardeşimin yanına gelir, işittiğim hakikatleri Risale-i Nur’dan okutur, dinler ve Risale-i Nur’un verdiği feyizle yaralarım tedavi olur, giderdim. Herhangi bir meseleden bahsedilse, Risale-i Nur’da en iyisi vardır. Yalnız çok insanlar var ki, Sözler’in kıymetini bilmiyorlar. Ben de bütün bu söylenen sözlere ilâç, risalelerde vardır diyorum. Olanca kuvvetimle küre-i arza [yer küre, dünya] bağırarak derim ki, “Hariçte görülen marazlara ilâç vardır.”

Ey kardeşlerim, istifade edelim. Bu risalelerden istifade etmeyenler ne kadar akılsızdırlar! Çok şükürler olsun ki, böyle bir zât-ı muhtereme Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bizi eriştirdi. Lillâhi’l-hamdü ve’l-minne.

235

Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetiyle, ihsanıyla, [bağış] eltafıyla [çok lâtif, [berrak, şirin, hoş] çok hoş ve güzel] Üstad-ı Muhteremin [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] himmetiyle [ciddi gayret] ehl-i tarîkatla [tarîkata mensup olanlar] birleştik. Şimdi Sözler’i çok okuyoruz. Ve onlar da çok istifade ediyorlar, menfaattar oluyorlar. Sözler’in hak olduğunu tamamıyla anladılar. Hattâ okumak için kardeşimi çok zaman icbar [zoraki, zorlama] ediyorlar. Birgün kardeşim Mustafa risaleleri yazmaklığım için beni teşvik etti. Ben de yazmak için Yirminci Mektubu aldım. İstinsah ettiğim bu mektupta üç tevafuk gördüm. Satırın yukarısında iki tane “nihayetsiz” var, ve altında da üç “dünya” tevafuku var. Bu halden müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oldum. İnşaallah Üstad-ı muhteremimin [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] himmetiyle [ciddi gayret] risaleleri yazmaya muvaffak olurum ümidindeyim.

Yirminci Mektubu elimde götürürken, meydanda idi. Karşımda muhtar odası bulunduğundan, risaleyi saklamıştım. O gece rüyamda, Üstad-ı Muhteremimi [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] büyük bir denizde ve denizin içerisinde sarayda gördüm. Bizim köyün insanları da o sarayın etrafında idiler. Âciz talebeniz, doru ata binerek zâtınızın yanına vardım. O adamlar bana, denizden nasıl atladığımı sordular. Ben de o adamlara cevaben, “At yeni nallı olduğundan hiç zahmet çekmeden geldim.” Halbuki, deniz ince bir surette incimad [donma] etmişti. O esnada Üstadım karşıma çıkarak, “Niçin Sözler’i saklıyorsunuz? Bundan sonra Sözler meydanda olacak” dediniz. O esnada benden at istediniz. Ben de güzel yürüyüşlü atı getirdim, o esnada uyandım. Allah hayr etsin.

 Âciz talebeniz

 Hacı Mehmed

• • •

– 140 –

 Kuleönü karyesinden [köy] elmas kalemli Mustafa’nın kıymettar arkadaşı Hafız Mustafa’nın fıkrasıdır. [bölüm]

Ey Feyyâz-ı Mutlak [pekçok feyiz, bolluk ve bereket veren Allah] ve Vâhid-i Ehad [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] olan Cenâb-ı Allah’a giden tarik-i müstakim yolunu gösterip, pek elemli ve pek hatar[tehlike] uhrevî hayatımın kurtulmasına sebep olan Üstadım Efendim,

236

Bundan dört mah mukaddem, [evvel, önce] Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] elmas, inci dükkânından pırlantaları ve vüs’atimiz [genişlik] kadar uhrevî harçlığı almak üzere ziyaretinize kardeşim Mustafa ile varmıştık. “Niçin geldiniz?” diye şefkatli bir tekdire [azarlama] binâen müteessirâne [etkileme, tesiri altında bırakma] geriye döndük. O tekdirden [azarlama] gelen şefkatli ve ücretli bir fırtınaya tutulduk. O zaman Üstadımın iksir-i âzam [tesiri en büyük olan ilâç] olan o mübarek kalbini rencide ettiğimizi anlayınca, ikinci bir teessür [üzülme, etkilenme] bana geldi. Bu zamana kadar pek âciz, hiç-ender-hiç olan zaif ruhum o teessürler [üzülme, etkilenme] içinde feryad ederken, şefkatli tokat risalesinde, bizim fırtınalı tokadımızı zikreden Üstadımızın hakkımızda ne derece şefkatli olduğunu anladık. O teessürâtımız [üzülme, etkilenme] sürura [mutluluk] kalboldu. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1

Bu mübarek Rebiü’l-Evvelin on ikinci gecesi, mübarek bir gecede Üstadımın pek yakınımızda olan Isparta’ya hicreti [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] beni o kadar memnun ve mesrur [mutlu] etti ki, o yaralar ve bereler ve teessürlerden [üzülme, etkilenme] hiçbir şey kalmadı. Elhamdü lillâh, Rebiü’l-Evvel ayının on ikinci gecesi, dünya ve âhiret yaratılmasına sebep olan, dünya ve âhireti, zerreden şemse kadar bütün mükevvenâtı [yaratılmışlar, bütün varlıklar] ziyalandıran, kıyamete kadar bâki, güneş gibi nurlu, feyizli, gıdalı şeriatıyla âhiret kapısını açan o mübarek Zât-ı Fahr-i Âlem (sallâllahü aleyhi ve sellem) Efendimizin o mübarek gecede dünyaya teşrif [şeref verme] buyurması, bütün mükevvenâtı [yaratılmışlar, bütün varlıklar] memnun edecek pek mübarek bir gecede Üstadımın hicreti, [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] yani Rebiü’l-Evvelin on ikinci gecesi Isparta’nın harîmine dahil olması ve hicretinin [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] tevafuk ve tesadüf gelmesi, beni yine o elmas çarşısında pırlantaları vüs’atimiz [genişlik] kadar almak üzere Üstadımın ziyaretine yol açtı. İnşaallah bu hicretiniz [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] büyük fütuhata [fetihler, yayılmalar] sebep olacaktır.

Nitekim, Sallâllahü Aleyhi ve Sellem Efendimizin Mekke’den Medine’ye hicreti [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] esnasında, feth-i Mekke [Mekke’nin fethi] haberinin Cibrîl-i Emînle nüzûlü, Peygamberimizi

237

ve Sahabe efendilerimizi memnun ettiği gibi, Üstadımın tevafuk eden hicreti, [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] fütuhata [fetihler, yayılmalar] sebep olması, beni ve bütün Müslümanları memnun ve mesrur [mutlu] eyleyecektir.

İmamoğlu

Hafız Mustafa (r.h.)

• • •

– 141 –

 İmamoğlu Hafız Mustafa’nın bir fıkrasıdır. [bölüm]

(Bütün Söz ve Mektubat’ın birer mürşid-i kâmil [çok olgun yol gösterici] vazifesini gördüklerine dair hatıra gelen bir mektuptur.)

Üstadım Efendim,

Bundan bir sene evvel—Sözler ve Mektubat’ı istinsah [kopyasını çıkarma] esnasında—bazı nükteler, [derin anlamlı söz] kendi emrâz-ı kalbiyeme [kalbî hastalıklar] muvafık bir ilâç geldiğinden “Evet, bu nükteyi [derin anlamlı söz] altın yazıyla yazmalı” diye söylerdim. Lem’alar [parıltılar] telif [kaleme alma] edildi. Bütün Söz ve Mektubat’a feyizleriyle anahtarlık yaptı. Şöyle ki:

Kışın en şedid [şiddetli] tehlikeli ve fırtınalı zamanında, yırtıcı hayvanların en azgın ve kuvvetli zamanlarında, geniş sahrada, çamurlu bir yolda giden bir yolcunun imdatsız, kimsesiz o tehlikeler içinde, düşe kalka, yüzde doksan dokuz fırtınalar ve o yırtıcı canavarların elinde parçalanacağı ve telef [yok olma, zâyi olma] olacağı hengâmda, [ân, zaman] kendini kurtarmak isteyen o yolcunun gözüne tesadüf eden, sahranın ortasındaki çelikten daha güzel, polattan [çelik] daha kuvvetli yapılmış bir saraya rastgelmesi, o yolcuyu o kadar memnun ve mesrur [mutlu] eder ki, hattâ o saraya daha çabuk yetişip, yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanmasından halâs [kurtulma] olmak için koşarak, acelesinden ayaklarının bile yere temas etmesini istemeyen bu yolcu, kendisinin saraya girmesine vesile olanlara, değil bütün malını vermek, belki canını feda eder.

İşte, asrımızda Sözler ve Mektuplar, o yolcunun saraya rast gelmesiyle bütün tehlikelerden kurtulduğu gibi, ins ve cin canavarlarının tehlikelerinden kurtulmak için Sözler’in herbiri o kaleden daha sağlam bir tahassungâh [korunma yeri, sığınak] olduğuna yüz bin kanaatim vardır. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] o sarayın anahtar vazifesini Lem’alar’ın [parıltı] feyziyle bulabildim. O tehlikelerden biçare zaif ruhumu kurtarmak için içeriye

238

girdim. Gördüm ki, Cennet, sekiz tabaka olup, hiç birbirine mâni olmadığı ve benzemediği gibi, birine girdiğimde onun letâfeti [hoşluk, gözellik] evvelki girdiğimin lezzetini tazelendirdiği gibi, risaleler aynen öyledir.

 İmamoğlu

Hafız Mustafa (r.h.)

• • •

– 142 –

Risale-i Nur’un tesvid [bir yazıyı karalama olarak yazmak] ve tebyizinde [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] çok hizmeti sebkat eden Şamlı Hafız Tevfik‘in, [başarı] Risale-i Nur’un hakkaniyetine dair istihracî [çıkarma] bir fıkrasıdır. [bölüm]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Malûm olsun ki, Zübdetü’r-Resâil [en seçkin kısım, öz, tereyağı] Umdetü’l-Vesâil namında, kutbü’l-ârifîn Ziyaeddin Mevlânâ Şeyh Hâlid’in (kuddise sirruhu) mektubat ve resâil-i şerifelerinden muktebes nasâyih-i kudsiyenin tercümesine dair bir risaleyi, on üç sene mukaddem, [evvel, önce] Bursa’da Hocam Hasan Efendiden almıştım. Nasılsa mütalâasına muvaffak olamamıştım. Tâ bugünlerde, kitaplarımın arasında birşey ararken elime geçti. Dedim: “Bu Hazret-i Mevlânâ Hâlid, Üstadımın hemşehrisidir. Hem İmam-ı Rabbânî’den sonra, tarîk-ı Nakşînin en mühim kahramanıdır. Hem tarik-i Hâlidiye-i Nakşiyenin pîridir.” [önder] Risaleyi mütalâa ederken, Hazret-i Mevlânâ’nın tercüme-i halinden şu fıkra[bölüm] gördüm:

Ashâb-ı Kütüb-i Sitteden İmam-ı Hâkim, Müstedrek’inde ve Ebu Davud, Kitab-ı Sünen’inde; Beyhakî, Şuab-ı İman’da tahriç buyurdukları,

239

اِنَّ اللهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ اْلاُمَّةِ عَلٰى رَاْسِ كُلِّ مِأَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا * 1

yani, “Her yüz senede Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir müceddid-i din gönderiyor” hadis-i şerifine mazhar [erişme, nail olma] ve mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] ve müzhir-i tâm olan Mevlânâ eş-şehîr, kutbü’l-ârifîn, gavsü’l-vâsılîn, vâris-i Muhammedî, kâmilü’t-tarikati’l-âliyye ve’l-müceddidiyye Hâlid-i Zülcenâheyn (Kuddise sirruhu), ilâ âhir[sonuna kadar] Sonra tarihçe-i hayatında [hayat hikayesi] gördüm ki, tevellüdü, [doğma] 1193 tarihindedir. Sonra gördüm ki, 1224 tarihinde Saltanat-ı Hind’in payitahtı [başkent] olan Cihanâbâd’a dahil olmuş. Abdullah Dehlevî Hazretlerinden aldıkları füyûzât-ı mâneviyeyle tarik-i Nakşî [Nakşî tarikatı; Buharalı Muhammed Bahaüddin Nakşibendi Hazretleri tarafından kurulan tarikat] silsilesine girip müceddidliğe [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] başlamış.

Sonra 1238’de, ehl-i siyasetin [siyaset adamları, politikacılar] nazar-ı dikkatini celb [çekme] ettiğinden, vatanını terk ederek diyar-ı Şam’a hicretle [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] gitmiştir. Hem içinde gördüm ki, Hazret-i Mevlânâ’nın nesli, Hazret-i Osman bin Affan’a (radıyallahü anh) mensuptur.

Sonra gördüm ki, tercüme-i halinde istidad-ı fıtrî [doğal yetenek, kàbiliyet] ve kabiliyet-i harika ile, sinni yirmiye bâliğ [erişen, ulaşan] olmadan evvel a’lem-i ulemâ-i asr ve allâme-i vakit olmuş. Süleymaniye kasabasında tedris-i [öğrenim, eğitim] ulûm [ilimler] ile iştigal [meşgul olma, uğraşma] eylemiştir.

Sonra Üstadımın tarihçe-i hayatını [hayat hikayesi] düşündüm. Baktım, dört mühim noktada tevafuk ediyorlar.

240

Birincisi: Hazret-i Mevlânâ 1193’te dünyaya gelmiş. Üstadım ise, Arabî 1293’te.1 Tam Mevlânâ Hâlid’in yüz senesi hitam [son, sonuç] bulduktan sonra dünyaya gelmiş.

İkincisi: Hazret-i Mevlânâ’nın tecdid-i din mücahedesine [Allah yolunda cihad etme] başlangıcı ve mukaddemesi, [evvel, önce] Hindistan’ın payitahtına [başkent] 1224’te girmiş. Üstadım ise, aynen yüz sene sonra, 1324’te Osmanlı Saltanatının payitahtına [başkent] girmiş, mücahede-i mâneviyesine [mânevi mücadele, cihad etme] başlamış.

Üçüncüsü: Ehl-i siyaset, [siyaset adamları, politikacılar] Hazret-i Mevlânâ’nın fevkalâde şöhretinden tevehhüm [kuruntu] ederek diyar-ı Şam’a nakl-i mekân [yer değiştirme] ettirilmesi, 1238’de vaki olmuştur. Üstadım ise, aynen yüz sene sonra 1338’de Ankara’ya gidip, onlarla uyuşamayıp, onları reddederek, küserek tekrar Van’a gidip, bir dağda inziva [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] ederken 1338 senesini müteakip, Şeyh Said hâdisesinin vukuu münasebetiyle ehl-i siyasetin [siyaset adamları, politikacılar] vehmine dokunmuş. Üstadımızdan korkarak Burdur ve Isparta vilâyetlerinde dokuz sene ikamet ettirilmiş.

Dördüncüsü: Hazret-i Mevlânâ Hâlid, yaşı yirmiye bâliğ [erişen, ulaşan] olmadan evvel allâme-i zaman [yaşadığı zamanın allâmesi, büyük âlimi] hükmünde, fuhûl-u ulemânın üstünde görünmüş, ders okutmuş. Üstadım ise, tarihçe-i hayatını [hayat hikayesi] görenlere ve bilenlere malûmdur ki, on dört yaşında icâzet alıp a’lem-i ulemâ-i zamanla muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] girişmiş, on dört yaşında iken, icâzet almaya yakın talebeleri tedris [öğrenim, eğitim] etmiştir.

Hem Hazret-i Mevlânâ Hâlid, neslen Osmanlı olduğu ve Sünnet-i Seniyeye bütün kuvvetiyle çalıştığı gibi, üstadım da Kur’ân-ı Hakîme [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmet noktasında, meşreben [hareket metodu açısından] Hazret-i Osman-ı Zinnûreyn’in arkasında gidip, Hazret-i Mevlânâ gibi, Risale-i Nur eczâlarıyla, bütün kuvvetiyle Sünnet-i Seniyenin ihyâsına [diriltme, hayat verme] çalıştı.

İşte bu dört noktadaki tevafukat, [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] tam yüz sene fasılayla Risale-i Nur’un

241

takviye-i din hususundaki tesirâtı, Hazret-i Mevlânâ Hâlid’in tarik-i Nakşiye vasıtasıyla hizmeti gibi azîm görünüyor.Haşiye [dipnot]

Üstadım kendine ait medh ü senâyı kabul etmiyor. Fakat Risale-i Nur, Kur’ân’a ait olup medh ü senâ, Kur’ân’ın esrârına aittir. Yalnız Üstadımla Hazret-i Mevlânâ’nın birkaç farkı var:

Birisi: Hazret-i Mevlânâ, zülcenâheyndir. [iki kanatlı (burada Peygamberimizin hem halktan Hakka, hem de Haktan halka olan iki yönlü elçiliği kastedilmiştir)] Yani, hem Kadirî, hem Nakşî tarikat sahibi iken, Nakşîlik tarikatı onda daha galiptir. Üstadım, bilâkis, Kadirî meşrebi [hareket tarzı, metod] ve Şâzelî [kural dışı] mesleği daha ziyade onda hükmediyor. Ben Üstadımdan işittim ki: Hazret-i Mevlânâ Hindistan’dan tarik-i Nakşîyi [Nakşî tarikatı; Buharalı Muhammed Bahaüddin Nakşibendi Hazretleri tarafından kurulan tarikat] getirdiği vakit, Bağdat dairesi Şâh-ı Geylânî’nin (k.s.) ba’del-memat hayatında olduğu gibi, taht-ı tasarrufunda [tasarrufu altında] idi. Hazret-i Mevlânâ’nın mânen tasarrufu, bidâyeten [başlangıç] câ-yı kabul göremedi. Şâh-ı Nakşibend (k.s.) ile İmam-ı Rabbânî’nin (k.s.) ruhaniyetleri [ruh özelliği] Bağdat’a gelip Şâh-ı Geylânî’nin ziyaretine giderek rica [ümit] etmişler ki, “Mevlânâ Hâlid senin evlâdındır, kabul et.” Şâh-ı Geylânî (k.s.), onların iltimaslarını [istirham, rica] [ümit] kabul ederek Mevlânâ Hâlid’i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlânâ Hâlid (k.s.) birden parlamış. Bu vakıa, ehl-i keşifçe [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] vâki ve meşhud [görünen] olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velâyetin [velâyet makamında olanlar, velî kullar] bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rüyayla görmüşler. Üstadımın sözü burada hitam [son, sonuç] buldu.

İkinci fark şudur ki: Üstadım kendi şahsiyetini merciiyetten [başvurulan yer, müracaat yeri olma, bir takım şeylerin kendisine dayandırıldığı merkez nokta olma] azlediyor. Yalnız Risale-i Nur’u merci gösteriyor. Hazret-i Mevlânâ Hâlid’in şahsiyeti ise, kutbü’l-irşad, merciü’l-hâs ve’l-âmm olmuştur.

242

Üçüncü fark: Hazret-i Mevlânâ Hâlid, zülcenâheyndir. [iki kanatlı (burada Peygamberimizin hem halktan Hakka, hem de Haktan halka olan iki yönlü elçiliği kastedilmiştir)] Fakat, zamanın muktezasıyla [bir şeyin gereği] ilm-i tarikatı ve sünnet-i seniyeyi esas tutmak cihetiyle tarikatı daha ziyade tutmuşlar. O noktada sarf-ı himmet [ciddî gayret gösterme] etmiş. Üstadım ise, şu dehşetli zamanın muktezâsıyla [gereklilik] ilm-i hakikati [hakikat ilmi] ve hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] cihetini iltizam [kabul etme, taraftarlık] ederek, tarikata üçüncü derecede bakmışlar.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Baştaki hadis-i şerifin “Her yüz sene başında dîni tecdid [yenileme] edecek bir müceddidi [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] gönderiyor” müjdesinin ihbarına müvazi [paralel, karşılıklı aynı hizada olma] olarak, Hazret-i Mevlânâ Hâlid, ekser ehl-i hakikatın [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] tasdikiyle, 1200 senesinin, yani on ikinci asrın müceddididir. [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş. Kanaat verir ki-nass-ı hadisle-Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] hükmündedir.

Benim Üstadım daima diyor ki: “Ben bir neferim, [asker] fakat müşir [mareşal] hizmetini görüyorum. Yani kıymet bende yoktur. Belki Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] feyzinden tereşşuh [sızma/sızıntı] eden Risalet-i Nur eczâları bir müşiriyet-i [mareşal] mâneviye hizmetini görüyor.”

Üstadımı kızdırmamak için şahsını senâ etmiyorum.   

 Şamlı Hafız Tevfik [başarı]

• • •

– 143 –

 Re’fet Bey ve Hüsrev gibi Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] buldukları.—Risale-i Nur bereketine işaret eden—lâtif bir tevafuktur.

Risale-i Nur’un Isparta’ya ne derece rahmet olduğuna delâlet eden bir tevafuk-u acibe:

Risale-i Nur’un mazhar [erişme, nail olma] olduğu inâyâtın [inâyetler, yardımlar] külliyetinde mühim bir ferdi de şudur ki: Isparta vilâyeti sekiz seneden beri Risale-i Nur’un müellifini [telif eden, kitap yazan] sinesinde

243

saklamıştı ve Barla gibi şirin bir nahiyesinde, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] lütuf ve keremiyle [cömertlik] muhafaza etmişti. Bu müddet zarfında yavaş yavaş intişar [açığa çıkma, yayılma] eden Risale-i Nur’dan Isparta’da binler adam imanlarını takviye ettiler. Bilhassa gençler pek çok istifade ve istifaza [feyizlenme] ettiler.

Vaktâ [ne vakit] ki, Üstadımızın Barla gibi lâtif [berrak, şirin, hoş] ve şirin bir mahaldeki sıkıntılı ve pek acıklı ve en katı kalbleri ağlatan işkenceli esareti bitti. Risale-i Nur’un müellifi olan Üstadımızın nazarı Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] avniyle Isparta’ya müteveccih [yönelen] oldu. Evhama düşen bazı zâlim ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] teşebbüskârâne harekât-ı zahiriyesi bir sebeb-i âdi olarak yeni bir zulme hedef oldu. Üstadımız Isparta’ya getirildi.

Fakat Üstadımızın teşrif [şeref verme] ettiği zaman yaz mevsiminin en hararetli zamanı idi. Yağmurlar kesilmiş, Isparta’yı iska eden sular azalmış, bir kısm-ı mühimminin menba’ı kesilmiş, ağaçlar sararmaya, otlar kurumaya, çiçekler buruşmaya başlamıştı.

Risale-i Nur’un en ziyade intişar [açığa çıkma, yayılma] ettiği mahal Isparta vilâyeti olduğu için, Risale-i Nur hakkındaki inâyât-ı Rabbaniyeyi pek yakından müşahede eden Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] olan bizler, mühim bir vâkıaya daha şahit olduk.

Bu hâdise ise: Müellifinin [telif eden, kitap yazan] Isparta’ya teşrifini müteakip, bir asır içinde bir veya iki defa vukua gelen bir vakıa olarak, bu yaz mevsimindeki yağmurun kesretli [çokluk] yağması olmuştur. Pek harika bir surette yağan bu yağmur Isparta’nın her tarafını tamamen iska etmiş; nebatata [bitki] yeniden hayat bahşedilmiş; bağlar, bahçeler başka bir letâfet [hoşluk, gözellik] kesbetmiş; [elde etme, kazanma] ekserisi hemen hemen ziraatle iştigal [meşgul olma, uğraşma] eden halkın yüzleri, Risale-i Nur’un nâil olduğu inâyâtından [inâyetler, yardımlar] ve bereketinden olan bu yağmurdan istifade ederek gülmüş, ruhları inbisat [genişleme, yayılma] etmişti. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâl-i merhametiyle, [merhametin mükemmelliği] bu yaz mevsiminin bu şiddetli ve hararetli vaziyetini, baharın en letâfetli, [güzel, hoş] en şirin ve en hoş vaziyetine tebdil [başka bir şeyle değiştirme] etti. Güya Risale-i Nur, yüz on dokuz parçasıyla, müellifi olan Üstadımıza bir taraftan hoşâmedî [“hoş geldin” deme] etmek ve mahzun olan kalbine tesellî vermek ve gamnâk ruhunu tatyib etmek; ve diğer

244

taraftan da, sekiz seneden beri yaşadığı Barla’yı unutturmak ve o muhteşem çınar ağacını ve dostlarını ve alâkadar olduğu şeylerden gelen firak [ayrılık] hüznünü hatırlatmamak için, Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz on dokuz risalenin eliyle, yüz on dokuz bin kelimeleri diliyle dua etti, yağmur istedi. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] öyle bereketli bir yağmur ihsan [bağış] etti ki, bir misli [benzer] doksan üç tarihinde yağdığını ihtiyarlarımızdan işitiyoruz ki, bu tarih, Üstadımızın tarih-i velâdetine tesadüf etmekle beraber, bu umumî hâdise-i rahmet olan kesretli [çokluk] yağmur, hususî bir surette Risale-i Nur’a baktığına bir delili de şudur ki:

Risale-i Nur’un neşrine vasıta olan Üstadımız geldiği gün, Isparta’yı gayet hararetli ve yağmursuzluktan toz-toprak içinde görmüş. Barla gibi bir yayladan gelip böyle bir yerde dayanamayacağım, diye telâş ediyordu. Üçüncü veya dördüncü günü bahçeleri kısmen gezdiği vakit, sebze ve ot ve çiçeklerin susuzluktan buruştuklarını görerek gayet müteessirane [etkileme, tesiri altında bırakma] su istiyor, yağmur talep ediyordu. Arkadaşımız olan Bekir Beyden, değirmenleri çeviren suyu göstererek “Isparta’nın suyu bu kadar mı?” diye sormuştu. Bekir Bey cevap verdi: “Gölcüğün suyu kesilmiş, gelmiyor. Isparta’nın dörtte birini sulayan bu sudan başka yoktur” dedi.

Üstadımızın Isparta’da çok talebesi bulunduğundan, ruhen yağmurun gelmesini istiyordu. Aynı günde öyle bir yağmur geldi ki, elli seneden beri Isparta böyle bir hâdiseyi görmemiş. O yağmur yüzde doksan dokuz menfaat vermiştir. Bundan anlaşılıyor ki, o tevafuk tesadüfî değil; bu rahmet, Isparta’ya rahmet olan Risale-i Nur’a bakıyor. Lillâhilhamd! [Allah’a hamd olsun] Bu kerem-i İlâhî [Allah’ın ikramı] neticesi olarak Üstadımız diyor ki: “Isparta bana Barla’yı unutturdu. Unutamayacağım birşey varsa, o da, her yerde olduğu gibi, Barla’da bulunan ciddî dost ve talebelerimdir.”

Talebesi:    Talebesi:   Hizmetkârı:  Hizmetkârı:

 Mustafa    Lütfi          Rüştü    Hüsrev

Daimî Hizmetkârı:     Daimî Hizmetkârı:

Bekir Bey          Re’fet

• • •

245

– 144 –

 Süleyman Efendi, Mustafa Çavuş ve Bekir Beyin bir fıkrasıdır. [bölüm] Isparta’daki kardeşlerimizin fıkrasındaki [bölüm] dâvâyı ispat eden kuvvetli iki delili gösteriyor.

Re’fet Bey ve Hüsrev gibi kardeşlerimizin harika bir surette yağan umumî yağmur içinde Risale-i Nur bereketine hususiyetle baktığına, bizim de kanaatimiz geliyor. Çünkü gözümüzle yağmur hâdisesini, hususî bir şekilde hizmet-i Kur’ân [Kur’ân hizmeti] ve Risale-i Nur’a baktığını iki suretle gördük.

Birinci suret: Risale-i Nur’un vasıta-i neşri olan Üstadımızın camii, Barla’da seddedildi. Risale-i Nur’u yazacak hariçteki talebelerinin yanına gelmeleri men edildiği hengâmda [ân, zaman] kuraklık başladı. Yağmura ihtiyac-ı şedid [şiddetli ihtiyaç] oldu. Sonra yağmur başladı, her tarafta yağdı. Yalnız Karaca Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Sultan’dan itibaren, bu daire içinde kalan Barla mıntıkasına yağmur gelmedi. Üstadımız bundan pek müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olarak dua ediyordu. Sonra dedi ki:

“Kur’ân’ın hizmetine sed çekildi, bu köydeki mescidimiz kapandı. Bunda bir eser-i itab var ki, yağmur gelmiyor. Öyleyse, madem Kur’ân’ın itabı var. Yâsin Sûresini şefaatçi yapıp Kur’ân’ın feyzini ve bereketini isteyeceğiz.”

Üstadımız Muhacir Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Efendiye dedi ki: “Sen kırk bir Yâsin-i Şerif oku.”

Muhacir Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Efendi bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alâmeti görünmezken, ikindi namazı vaktinde, Üstadımız, daima itimad ettiği bir hatırasına binaen Muhacir Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Efendiye söyledi ki: “Yâsin’ler tılsımı açtı; yağmur gelecek.”

Aynı gecede, evvelce yağmadığı Barla dairesi içine öyle yağdı ki, Üstadımızın odasının altındaki Çoban Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] bahçesindeki duvar yağmurdan yıkıldı. Halbuki Karaca Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Sultan’ın arkasında ve deniz kenarında balık avlamakla meşgul Şem’î ile arkadaşları bir damla yağmur görmediler.

İşte bu hâdise kat’iyen [kesinlikle] delalet ediyor ki, o yağmur, hizmet-i Kur’ân’la

246

münasebettardır. [alâkalı, ilgili] O rahmet-i âmme [her şeyi kaplayan rahmet] içinde bir hususiyet var ki, Sûre-i Yâsin anahtar ve şefaatçi oldu ve yağmur kâfi [yeterli] miktarda yağdı.

İkinci suret: Kuraklık zamanında, yirmi otuz gün içinde yağmur Barla’ya yağmamışken, Yokuşbaşı Çeşmesi yapıldığı bir zamanda menbaına [kaynak] yakın Üstadımız ve biz (yani, Süleyman, Mustafa Çavuş, Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Çavuş, Abbas Mehmed ve sair kardeşlerimiz) beraber cemaatle namaz kıldık. Tesbihattan sonra dua için elimizi kaldırdık, Üstadımız yağmur duası etti. Kur’ân’ı şefaatçi yaptı. Birden, o güneş altında, herbirimizin ellerine yedi-sekiz damla yağmur düştü. Elimizi indirdik, yağmur kesildi. Cümlemiz bu hale hayret ettik. O vakte kadar yirmi otuz gündür yağmur gelmemişti. Yalnız o yağmur duası ânında, dua eden her ele yedi-sekiz damla düşmesi gösterdi ki, bunda bir sır var. Üstadımız dedi ki: “Bu bir işaret-i İlâhiyedir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mânen diyor ki: Ben duayı kabul ediyorum, fakat şimdi yağmur vermiyorum.” Demek sonra sûre-i Yâsin şefaat edecek. Nitekim öyle olmuştur.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Isparta’daki kardeşlerimizin umumî rahmet içindeki Risale-i Nur’un bereketine dair dâvâ ettikleri hususiyeti, bu iki kuvvetli delille tasdik ediyoruz.

 Barla’da

 Şem’î, Mustafa Çavuş, Bekir Bey, Muhacir Hafız Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] Süleyman

• • •

– 145 –

Ehl-i iman-bilhassa [Allah’a inanan] şimdiki Risale-i Nur’un zâkir [zikreden] ve muvahhid [Allah’ın birliğine inanan] şakirtleri-öyle [öğrenci] bir cadde ve minhâca girmişler ki, o cadde gayet müstakim, [doğru ve düzgün] gayet nurlu, gayet sevimli. Bütün iki tarafı elmas, inci dükkânı… Bunların başında, nass-ı Kur’ân‘dan [Kur’ân’ın açık ve kesin hükmü] gelen ve Kur’ân-ı Kerîmin ve Furkan-ı Hakîm‘in [doğru ile yanlışı birbirinden ayıran hikmetli Kur’ân] âyât-ı beyyinatından [ap açık âyetler]

247

intişar [açığa çıkma, yayılma] eden Risale-i Nur’un yüz yirmi parçasından beher parçası birer mürşid-i âzam, birer mürşid-i ekmel, [en mükemmel doğru yol gösterici] birer kal’a-i hasin, birer elmas kılıç olarak sabittir. Öyleyse, ey Lütfi, Risale-i Nur’a sıkı yapış ki, bir mürşid-i ekmel [en mükemmel doğru yol gösterici] bulasın. Lisanına tevhidi ver ki, şu muhkem [değiştirilemez] kaleye giresin; Feyyâz-ı Mutlak‘ın [pekçok feyiz, bolluk ve bereket veren Allah] kelâmı olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyâna [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hâdim [hizmetçi] ol ki, o elmas kılıncı elinde tutasın…

İşte o kılıçla, hiç havfsız, [korku] başlarını sarhoşlukla o bataklığa sokan dinsizlerin kafalarına vurarak atla. Ondan sonra, فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ 1 gibi kat’î delilleri Peygamberimiz Sallallahu Teâlâ Aleyhi Ve Sellem Efendimizden müteselsilen, [zincirleme bir şekilde] bütün Risale-i Nur’un müellifi Üstadımız Said Nursî’nin yetiştiği ve serbest gezdiği “Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] (a.s.m.)” olan hatt-ı müstakîmi bari bir parça da sen takip et ki başın felâh bulsun…

Şu geçen Cuma günü ruhumda bir sıkıntı devam ederek, Üstadım için Bismillâhirrahmânirrahîm sırrını istinsah [kopyasını çıkarma] ediyordum. Maalesef emrâz-ı asabiyemin hadsiz istilâsı, o mühim risaleyi pek âni olarak akîm [neticesiz] bıraktırdı. Tekrar yine başladım, bir parça yazdım; baktım ki, yine satır geçmişim, evvelki yazdığım yere mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] dökülmüş. Kendimde o sıkıntı hâlâ duruyor. Tekrar olarak abdest üstüne abdest aldım, bütün seyyiatımı [günahlar] itiraf ederek ortaya döktüm, istiğfar [af dileme] ettim. Mübarek dua olan salâvat-ı şerifeye [Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duaları] başladım. Sonra kalbime geldi ki, Üstadımdan himmet [ciddi gayret] isteyeyim. Üstadımın üstadına dediği gibi, ben de derim ve dedim… O hal, o vaziyet el’an [şimdi] devam ediyordu. Hattâ intihar derecesine kadar gelmişti. Dedim: “Aman yâ Rabbî! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Bundaki hikmet nedir?” Ve o risaleyi ertesi güne tâlik [sonraya bırakma] ettim.

O akşam, yani Cumartesi gecesi, âlem-i menamda, Üstadım Atabeyin Zergendere Mescidinde imiş. Sabah namazına gidiyormuşum. Tesadüfi bir karakol kumandanı bana dedi ki: “Nereye gidiyorsun?” “Camie” dedim. Beni takiben

248

camie o da girdi. Gördüm ki, Üstadım bir karyola üzerindedir. Evvelki cemaatimizden hariç, içeride beş-altı daha jandarma bulunuyor. Cemaat لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ…الخ 1 devam ediyorlar. O beraber girdiğimiz kumandan ise, cemaatimize karşı “Aman siz ne yapıyorsunuz?” diyerek kendisinin itliğini ispat edip, mağruriyetinden içeriye tükürdü. O anda Üstadım o dinsizin yüzüne tükürüp “Git yanımızdan, pis!” dedi, tard [kovma] etti. Hemen o zaman elimi sağ taraftaki deliğe uzattığımda bir kasatura geldi. Hiç meslek ve meşrebimize [hareket tarzı, metod] uymayan, her cihetle muhalif hareket eden Hasan isminde bir adam o kasaturayı alıp ve ucuyla o dinsizi göstererek, “Aman efendim, aman hocam, siz yalnız emir buyurunuz, bu dinsizin imhâsına sebep ben olacağım” dedi ve aynı zamanda bir sağ omuzuna, bir de sol omuzuna vurdu ve gitti. Bütün bu dinsizler bunu görünce tevehhüme [kuruntu] düşüp “Başımıza belâ bulduk, bizden Hocanın yanına kimse gitmez. Ancak Ethem ÇavuşHaşiye 1 var, onu gönderelim, bizim için yalvarsın, yakarsın; aman biz hepsinden vazgeçtik” dediler.

O sabah bu garip rüyayı Zühdü [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] Efendi ve Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] ağabeylerime söyledim. Hattâ o gün Hafız Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] Üstadımı ziyaret için iki bardak suyla beraber Isparta’ya gitmek istedi. Fakir de gittiğine memnun oldu. Rüyayı tenbih ettim, çünkü o gece gördüm. Nitekim söylemiş. Fakat çok acıklı haberden o kadar müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oldum ki, o zaman anladım, ruhumdaki sıkıntı bu imiş. Haşiye [dipnot] 2

 Lütfi