EMİRDAĞ LAHİKASI – 1. Bölüm 100-119. Mektuplar (206-225)

206

– 99 –

Muhterem din kardeşim,

Kırk gündür yatakta sizinle meşgulüm. Hayal ve mesmuuma nazaran, huzurunuzun muhtel [bozuk, karışık] olduğuna zâhibim. اَلْمُؤْمِنُ بَلَوِىٌّ 1 Tahminen on gün kadar evvelsi, sokaklarda “Hâlis Afyon tereyağım var” diyen birisini pencereden yanıma çağırıp biraz yağ aldım. Maksadım sizi sormaktı. Afyon’dan Emirdağı kazasına sürüldüğünüzü, ahalinin sizinle görüşmesinin yasak olduğunu duyunca çok müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oldum.

Muhterem din kardeşim,

Bu mektubu size yazan, otuz bir sene evvelsi sizinle Erzurum’un Esad Paşa Medresesinde, Umumî Harpte Kafkas’ın karlı dağlarında ve yirmi dört sene evvel de mebusluğum hengâmında [ân, zaman] Van Valisi Haydar Bey dostunuzla Millet Meclisi salonunda görüşen Erzurum’un esbak mebuslarından Yeşil oğlu Mehmed Salih.

Mehmed Salih (r.h.)

– 100 –

Yeşil Salih’e yazılan mektuptur.

Aziz Kardeşim Hasan Efendi! Sen benim tarafımdan kıymetli kardeşimiz Salih Efendiye yaz ki, ben ölünceye kadar onun bu insaniyetini unutmayacağım ve ona çok minnettarım ve çok selâm ve dua ederim. Fakat ben her sıkıntıya karşı tahammüle karar vermişim. Hem ben iyiliği o reislerden beklemiyorum.

Said Nursî

207

– 101 –

Bana gönderdiğiniz Asâ-yı Mûsâ‘dan [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] bir nüsha, cildsiz—yalnız sarı kâğıt cild olmuş—Hüsrev’in yazısına bir parça benzer, fakat üstünde Mustafa ismi var. O kimdir? Hangi Mustafa’dır? Hem nüshanın üstünde “on üç yaşında Hatice, Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] kızı” yazılmış. Bu Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] hangi Ahmed‘dir? [çokça medhedilen, övülen] Hem ona, hem kızına bin bârekâllah! [“Allah ne mübarek yaratmış”] Bu yaşta bu koca kitabı hem dikkatli, tevafuklu, hem güzel sıhhatli yazmak, mâsumların taifesinin bir kahramanlığıdır. Kim görüyor, mâşaallah der. Buradaki mektep görmüş hanımlarda bir şevk uyandıracak.

Nazif [temiz, pak] kardeşimizin mektubu ehemmiyetlidir. Hakikaten Amerika’da, siyasete âlet değil, belki dini, din için mutaassıbane [taassup göstererek, tutucu davranarak] iltizam [kabul etme, taraftarlık] edenler çok vardı. İnşaallah Asâ-yı Mûsâ‘yı [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] alan, o dindarlardandır.

Keçeli Salâhaddin, tam bir Abdurrahman’dır; kahramanlıkta babasından geri kalmak istemiyor. Bizi de ara sıra âdetimize muhalif olarak dünyaya baktırıyor. Eğer o Amerikalı ehemmiyetli âlim bütün Risale-i Nur’u istese ve neşrine söz verse, sizin meşveretinizle [danışma] bir mükemmel takım ona vereceğiz.

Nazif‘in [temiz, pak] mektubuyla beraber bir mütekait efendinin vesveseye dair bir suali var. Eğer o adamın ciddî olarak Nurlara alâkası varsa, böyle suallere hiç ihtiyacı olmaz. Hikmetü’l-İstiâze Lem’asını [parıltı] ve Yirmi Dokuzuncu Sözün [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] melâike [melek] ve ruhanîlerin vücutlarına dair kısmını okusun. Onun mânâsız ve yüz yerde cevabı bulunan vesvesesi ise, zındık maddiyunların şimdilik dehşetli vaziyetinden fırsat bulup bir aşılamalarıdır ki, o adam ondan müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmuş, o suali sormuş. Ona selâm ederim. Risale-i Nur, onun her müşkülünü halledebilir. Hâlisane, teslimkârane ona çalışsın, onu dinlesin.

Medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] eski ve yeni kahramanlarından Marangoz Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] mektubu, üç dört cihetten beni mesrur [mutlu] ve minnettar eyledi. O medresenin baş talebesi namını verdiği Ahmed [çokça medhedilen, övülen] ise, hem şehid Hafız Ali’nin vazifesini yaptığını, hem Süleyman gibi kıymetli kardeşiyle ve küçük kerimesiyle üç tane Asâ-yı Mûsâ‘yı [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] yazmaları ve mübarek Hasan Dayının hafîdi olması, beni meraktan

208

kurtardı, hem çok memnun eyledi. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ona şifa ve onlara muvaffakiyet [başarı] ve saadet versin. Âmin. Âmin.

Merhum Hafız Mehmed’in iki kardeşi o merhumun vazifesini yapmaları ve Mustafa’nın yazısı, Hüsrev’in tatlı hattına mutabık gelmesi, benim nazarımda, yeniden iki Hafız Mehmed’i bulmuş kadar memnun oldum.

Kahraman marangozun gayretiyle Gökdereli Hatip, Risale-i Nur’a üç oğluyla beraber talebe olup yazmaya başlamalarıyla, hem onları, hem marangozu, hem köylerini tebrik ederiz. Ve marangozun onlara söylediği manzumesini [düzenli] Lâhikaya geçirdik.

Atabeyli alîl [hasta] (kötürüm) Ali Osman’ın yazdığı uzun mektubu ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] risalesi ve Nurların neşrinde cidden tesirli çalışması ve hizmet-i Nuriyede [Risale-i Nur Hizmeti] çok çalışkan Çilingir Ali ile ve dayısı Hasan’ın ona yardım etmesi ve mübarek hülyaları ve tevafukları bizleri ferahlandırdı. Eğirdir kasabasını bana ziyade sevdirdi. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onlardan razı olsun.

– 102 –

Bir derece mahremdir

Geçen kışta bana karşı suikastlerin, inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ile ve duanızın yardımıyla gelen sabır ve tahammülüm neticesinde akîm [neticesiz] kalan plânı pek geniş bir tarzda olduğuna delil ise, bu yakında Reisicumhur [Cumhurbaşkanı] Afyon’da demiş: “Bu vilâyette din cihetinde bir karışıklık çıkacağını zannederdik.”

Demek, gizli komite beni sıkıştırmakla bir hadise çıkarmak istiyordular. Bir ecnebî müdahelesi hesabına ve Müslümanlar ve vatan zararına, bütün bütün kanunsuz ve keyfî bir tarzda, damarıma şiddetle dokunan ihanetler ve sıkıntılarla tâzipleri, [azap] onlara dünyada tam zarar, âhirette Cehennem ve sakar; [cehennemin bir ismi] ve bize, dünyada mükemmel sevap ve zafer, ve âhirette, inşaallah [Allah dilerse] Cennet ve âb-ı kevseri [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] kazandırır. Demek bu gizli plânı Heyet-i Vekile [Bakanlar Kurulu] ve Reis hissetmiştiler ki, buralar

209

da umum me’murlar, hattâ vali ve kaymakam, zabıta benimle görüşmekten kaçıyor ve ürküyordular. Ben de hayret ederdim. Fakat, elimizde yalnız Nur bulunduğunu ve siyaset topuzu bulunmadığını, zerre kadar aklı bulunanlar anladılar.

Gariptir ki, en ziyade lehime çalışması lâzım olan bazı vazifedarlar, aleyhimde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ve istihdam [çalıştırma] edildi. Nurcular, çok ihtiyat [dikkat, tedbir] ve dikkat ve temkinde [ağırbaşlılık, ölçülü hareket] bulunmaları lâzımdır. Çünkü, mânevî fırtınalar var; bazı dessas [hilebaz, aldatıcı] münafıklar her tarafa sokulur. İstibdad-ı mutlaka dinsizcesine taraftarken, hürriyet fırkasına girer, tâ onları bozsun ve esrarlarını bilsin, ifşa etsin.

Hem Salâhaddin’in, Asâ-yı Mûsâ‘yı [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] Amerikalıya vermesi münasebetiyle deriz:

Misyonerler ve Hıristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, herhalde şimal [kuzey] cereyanı, İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avâma [halk tabakası] müsaadekâr [müsaade eden, izin veren] ve vücub-u zekât [zekâtın farz oluşu] ve hurmet-i riba ile, burjuvaları avâmın yardımına dâvet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde Müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir.

Her neyse, bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım.

Said Nursî

– 103 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Çok ehemmiyetli mektuplarınıza bir tek muhtasar [kısa] cevaba mecburiyetim var.

Evvelâ: Sualleri, çok nurlu hakikatlerin zuhuruna vesile olan Re’fet’in, hem mâsumlara Kur’ân ve Nur’ları ders vermesi, hem kendisi Nur Lem’alarıyla [parıltı] meşgul olması, hem tashihattâ bana ve Hüsrev’e yardım etmesi, hem İstanbul’da Asâ-yı Mûsâ‘nın [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] insaflı âlimlerin ellerine geçmesine çalışması, çok şâyân-ı tebriktir. Ve yeni sualine şimdi cevap verilmez, daha zamanı gelmemiş.

210

Kahraman Burhan‘ın [delil] Serbest Fırkasının reisine verdiği cevap güzeldir. Evet, Nurcular, siyasetlerle alâkaları olmaz. Yalnız iman hakikatleriyle bütün hayatları bağlıdır. Şimdiye kadar gizli komiteden, siyaseti dinsizliğe ve zındıkaya âlet edenler, istibdad-ı mutlakla Nurcuları ezdiler. İnşaallah, bir sebep çıkarHaşiye o istibdadı kıracak, mâsum ve mazlum Nurcuları kurtaracak. Fakat çok dikkat ve ihtiyat [dikkat, tedbir] lâzımdır. Risale-i Nur, dünyada her cereyanın fevkinde [üstünde] bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir tarafa tâbi ve dahil olmaz. Belki mütecaviz [aşkın] dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat [dikkat, tedbir] kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinat [dayanak noktası] olur. Fakat siyaset hesabına değil, belki Nur’ların intişarı [açığa çıkma, yayılma] ve maslahatı [amaç, yarar] hesabına, bazı kardeşler, Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilir. Hususan, mübarek Isparta’nın şimdiye kadar Nurlar medresesi olması ve muarızların [itiraz eden, karşı gelen] dahi ona çok ilişmemesi noktasında, dahilde tarafgirane vaziyet almamak, muterizlerin [itiraz eden] nedametine [pişmanlık] ve hakikate dönmelerine bir vesile olabilir. Siz daha iyi bilirsiniz.

Salâhaddin’in mektubu, birkaç cihette ehemmiyetlidir. Amerika âlimleri, elbette Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] risalesine lâkayt [duyarsız] kalmayacaklar. Eğer dini, din için seven kısmının ellerine geçse, fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapar. Yoksa, bazı enaniyetli hocalarımız gibi, kıskançlık damarıyla neşrine ve tervicine çalışmaları meşkûktür. [şüpheli] Her neyse, inayet-i İlâhiyeye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] havaledir.

– 104 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Tahirî’nin İstanbul’a gitmesi, inşaallah [Allah dilerse] hayırdır. Ve Hüsrev’in pek çok vazifelerini tamamen yapması, kanaatim geldi ki, Barla’da bulunduğum zaman bütün yazanların tashihatını ve telif [kaleme alma] hizmetini yapmamda tahakkuk [gerçekleşme] eden

211

büyük inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve harika muvaffakiyet, [başarı] aynen Hüsrev’de, yardımcılarında dahi nümunesi var.

Saniyen: [ikinci olarak] Tahirî’nin, Denizli hapsinde, unutulmaz hâlisane hizmetiyle ve Nurlara sarsılmaz sadakatiyle ve yanılmaz zekâvetiyle [zeki oluş] ve çekilmez bahadırlığıyla daire-i Nurda [Risale-i Nur dairesi] ehemmiyetli makamı için, bütün bu defaki mektubunu Lâhikaya geçirdik. Başta Nurun şakirtlerinden [öğrenci] validesi Zübeyde olarak, akrabasına ve rüfekasına [refikler, arkadaşlar] selâm ederim. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onlardan ebeden razı olsun. Âmin!

Salisen: [üçüncü olarak] Nis’li Kureyşîlerden Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Kureyşî, muhterem pederiyle ve ammizadesi [amca oğlu] Ahmed [çokça medhedilen, övülen] ile Nurların has nâşir [neşreden, yayan, yayınlayan] ve talabelerinden olması, o havali şakirtlerinin [öğrenci] namına Nurlar hakkında güzel manzum [düzenli] fıkraları [bölüm] Lâhikaya girdi. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onları muvaffak eylesin. Âmin.

Rabian: [dördüncü olarak] Eğirdir kasabasında, isimlerini yazmadığım gayet ehemmiyetli kardeşlerimiz var. Onlara ve Mehmed Sabri gibi büyük santrala istinaden ve Sabri’nin yazısına benzettiğim dikkatli ve güzel ifadeli bir mektubu çalışkan ve ciddî kardeşlerimizden Çilingir Ali’den aldım. Onun arzusuyla aynını Lâhikaya geçirdik. Ona ve onu çalıştırana “Mâşâallah ve veffakakümullah” deriz.

– 105 –

Aziz, sıddık, âlicenap [yüksek ahlâk sahibi] eski ve yeni kardeş Yeşil Salih,

Benden, sergüzeşte-i [bir kimsenin başından geçen hâl ve olaylar] hayatıma ait sorduğun maddelere gayet kısa ve mücmel [kısa, kısaca] işaret edilecek. Bir zaman sonra inşaallah [Allah dilerse] başkalar izahla cevap verecekler. Fakat tarihe geçmek ve bu asır âlimlerinin içinde kendi âdi şahsımı nesl-i âtiye [gelecek nesil] göstermek, bildirmek ne isterim ve ne de liyakatim var. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükrederim ki; beni, bana beğendirmemiş, dehşetli kusurlarımı bana göstermiş.

Hem insanlara kendini bildirmek bir şöhretperestlik olmasından, bir enaniyet, bir hodfüruşluk, bir riyakârlık ihtimali var. Bu ise, bizim gibilere tam zarardır.

212

Hem ben, madem bu asırda maddeten ve mânen münferit yaşamaya ve hayat-ı içtimaiyeden [sosyal hayat] çekilmeye mecbur olmuşum; elbette hakkım yoktur ki, hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] geçirenler içinde tarihe binip istikbaldekilere görüneyim. Yalnız bu cihet var ki, Risale-i Nur, bu vatana ve bu millete pek büyük menfaati, mahkemelerin ve ehl-i vukufların [bilirkişi] müttefikan [birleşerek] kararlarıyla tahakkuk [gerçekleşme] etmiş. Bu nokta-i nazarda, [bakış açısı] benim ehemmiyetsiz, biçare, perişan, çok kusurlu şahsiyetim değil, belki yalnız Kur’ân’ın malı ve meâli olan Risale-i Nur namına, sizin suallerinize cevap için ben işaretler ederim, sonra da Risale-i Nur ve şakirtleri [öğrenci] izahla cevap versinler.

Evvelâ: Otuz sene evvelki hayatımın tarihçesini merhum Abdurrahman yazmış, tab [basma] edilmiş.

Saniyen: [ikinci olarak] Risale-i Nur’un zuhur zamanının bir nevi tarihçesi Eskişehir hapsinin müdafaanamesiyle Yirmi Yedinci Lem’a [parıltı] olmuş. Ve Denizli hapsindeki müdafaa risaleleriyle (On birinci ve On ikinci Şuâ) İhtiyarlar Lem’ası ve Âyet-i Hasbiye [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] Risalesi ve Onaltıncı Mektupla Hücumat-ı Sitte [altı hücum; şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risalesi olan Altıncı Kısım] ve İşârât-ı Selâse [“Üç İşaret” anlamına gelen ve Risale-i Nur’da yer alan bir risâle] ve İşârât-ı Seb’a risaleleri gibi Nur eczaları, suallerinize tafsilen cevap vermek için mahkeme bana iade ettiği ve şimdi elimde bulunmayan risaleler, bir zaman elinize gelecek. İnşaallah sizi hiç unutmayacağım. Bu halimde bu alâkadarlığınız, benim çok ağır sıkıntılarımı hafifleştirdi. Allah senden razı olsun. Âmin.

– 106 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bir biçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhur dua-i Nebevî olan Cevşenü’l-Kebîr hakkında ve akıl haricindeki sevap ve faziletine dair bir hadisi görmüş, şüpheye düşmüş. Demiş:

Râvi, [hadîs rivâyet eden, bir hadîsi nakleden] Ehl-i Beytin imamlarındandır. Halbuki hadsiz bir mübalâğa görünüyor. Meselâ içinde der: ‘Bu duaya Kur’ân kadar sevap verilir.’ Hem ‘Göklerdeki

213

büyük melâikeler, [melekler] o dua sahibini gördükçe kürsilerinden inip ona pek büyük bir tevazu [alçakgönüllülük] ile hürmet ederler.’ Bu ise, aklın ve mantığın mikyaslarına [ölçü] gelmez” diye, Risale-i Nur’dan imdad istedi. Ben de Kur’ân’dan ve Cevşen’den ve Nur’lardan gayet kat’î ve tam akıl ve hikmete mutabık bir cevap verdim. Size gayet kısa bir icmalini [kısaca, özet olarak] beyan ediyorum. Şöyle ki, ona dedim:

Evvelâ: Yirmi Dördüncü Sözün Üçüncü Dalında on adet “usul” var, böyle şüpheleri esasıyla keser, izale [giderme] eder. Ona bak, cevabını al.

Saniyen: [ikinci olarak] Hergün bütün ümmet kadar hasenat ona işlenen ve bütün ümmetin saadetlerine yardım eden ve İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] mazharı ve kâinatın çekirdek-i aslîsi, [asıl çekirdek, tohum] hem en mükemmel ve cami meyvesi olan zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] Aleyhissalâtü Vesselâm, o duanın kendi hakkında o azîm mertebesini görmüş, ona haber veren Cebrail Aleyhisselâmdan işitmiş, başkalarını kendine kıyas etmiş veya edilmiş. Demek o pek fevkalâde ve acip sevap, zât-ı Ahmediyenin [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) velâyet-i kübrâsından [en büyük velâyet] ona gelmiş. Küllî, umumî değil, belki o duanın mahiyetinde böyle harika bir kıymet var ve ism-i Âzam mazharı olan zâtın tebaiyetiyle [tabi olma, uyma] başkalara dahi o sevap mümkündür; fakat gayet ehemmiyetli şartları var, yalnız okumak kâfi [yeterli] gelmez. Yoksa muvazene-i ahkâmı bozar, farzlara ilişir.

Salisen: [üçüncü olarak] O dua, nasıl ki zât-ı Ahmediyeye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] baktığı vakit mübalâğadan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] oluyor. Öyle de, o duadaki yüzer Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] hakikatlerine baktığı zaman, değil mübalâğa, belki onların nihayetsiz tecellîlerinden gelmesi mümkün ve gelebilen feyizlerin nihayetsizliğini göstermek için pek az bir kısmını Muhbir-i Sâdık [doğru haber verici olan Peygamberimiz (a.s.m)] (a.s.m.) haber vermiş ve teşvik için müphem [belirsiz] ve mutlak bırakmış. Sonra, mürur-u zamanla, [zaman aşımı, zamanın geçmesi] o kaziye-i mümkine [mümkün olan hüküm; olabilirlik içeren önerme] ve mutlaka, bilfiil vâki ve külliye telâkki [anlama, kabul etme] edilmiş.

214

Rabian: [dördüncü olarak] Yirminci Lem’a-i İhlâsda, [İhlâs Lem’ası, Yirmi Birinci Lem’a] bir adama beş yüz senelik bir genişlikte bir Cennet verilmesine dair olan bir haşiye [dipnot] var. Ona da bak, gör ki, o koca Cennetin verilmesi, bilmediğimiz tarzda bir mâlikiyet [sahiplik] değil, belki insan nasıl hususî hanesine çok cihetlerle mâliktir, sahiptir; öyle de, zemin yüzündeki şeylere çok duygularıyla bir nevi mâliktir, tasarruf ve istifade edebilir. Hem, koca dünyayı, benim hanemdir, bana vermiş ve güneş lâmbamdır diyebilir.

Demek bazı fevkalhad, harika ve akıl haricindeki bir kısım sevaplar, bu mezkûr [adı geçen] hakikate bakar.

Hem İslâmiyette her sevabın, her fazilet-i a’mâlin en evvel mazharı ve bizlerin bir duada bir zerre sevabımızda, o duada bir dağ kadar sevap ve feyzi kazanan zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.), hususî virdler [devamlı yapılan zikir] ve dualar ve şeriat ve risalet [elçilik, peygamberlik] cihetiyle değil, belki velâyet-i Ahmediye [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in velâyeti] noktasında ve umumî olmayan derslerinde, kendine verilen en yüksek mertebeyi beyan eder. Kendine tam tebaiyet [tabi olma, uyma] eden has vârislerini, [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] o noktalara teşvik eder.

وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ *2 لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 1 dedim. O vesvese edip şüphelere düşen adam, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] kurtuldu, tam kanaatı geldi. Belki sizin bazılarınıza fâidesi var diye size de gönderdim.

 Umumunuza binler selâm…

– 107 –

Bu fıkra [bölüm] bir derece mahremdir yalnız haslara mahsustur

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Çok defa hatırıma geliyordu ki: “Neden herkesten ziyade medreseden çıkanlar Risale-i Nur’a sarılmaları lâzımken, en ziyade çekinen, onlardan resmî vazifeyi alanlardır?”

Şimdi birden hatıra gelen cevabın biraz kısmını beyan etmek lâzım geldi.

215

Evvelâ: Gizli münafıklar, aleyhimizde büyük makamlarda olanların bir kısmını istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ederek resmî bir tarzda şiddetli propaganda etmelerinden, bütün resmî memurlar ürkmeye ve çekinmeye mecbur olmuşlar. Onlar içinde dahi enaniyetli ve evhamlı ve bid’aları [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] kabul eden hocalar, daha ziyade çekinmeye başlamışlar, kendilerine bir özür, bir bahane aramışlar.

Risale-i Nur’dan İşârât-ı Seb’anın bid’acılara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] şiddetli tokadı ve Sekizinci ve On sekizinci Lem’ada [parıltı] İmam-ı Ali’nin (r.a.) Ercüze’de, ulemaü’s-sû’ hakkında dehşetli tokadı; ve bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] bir derece ve bir cihette müsait olan Vehhâbîlik mezhebini perde altında kabul edenler, Yirmi Sekizinci Mektubun, Vehhâbîler hakkındaki meselenin tokadı; ve Kur’ân tercümesini yapan ve Kur’ân yerinde tercümesinin okunmasına cevaz gösterenlere Risale-i Nur’un şiddetli tokatları, ve derd-i maişet [geçim derdi] zarureti ve mevki-i içtimaîde haysiyetini düşünmeleri sebebiyle hocalar, hattâ İstanbul’un eskide dost hocaları, kaçmaya ve az bir kısmı, tenkide çalışmaya, hattâ, Âl-i Beyt ve İmam-ı Ali’ye adavetleri [düşmanlık] bulunan müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] Vehhâbîlik hesabına Risale-i Nur’un Âl-i Beyt ve İmam-ı Ali’nin bir mânevî hediyesi ve eseri olmasından, itiraz etmeye başlamışlar. Fakat biz, İstanbul âlimlerinden kızmıyoruz, belki bir cihette memnunuz. Çünkü başkalara nisbeten ilişmiyorlar.

Hem merhum Fetva Emini Ali Rıza ve merhum Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Şiranî ve merhum Şevket [büyüklük, haşmet] Efendi ve merhum Mehmed Akif gibi insaflı, Risale-i Nur’u fevkalâde takdir ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] eden o muhterem ve merhum zatların hatırı için, biz İstanbul hocalarına dostuz, onlardan gücenmeyiz. İnşaallah, bir zaman Yirminci Lem’a-i İhlâs [İhlâs Lem’ası, Yirmi Birinci Lem’a] kendini onlara okutturacak, o eski dostları da yeni dostlar yapacak.

Kardeşlerim, herkes sizin gibi sebatkâr [sebat eden] olamaz. Perde altında Nurcuların kuvve-i mânevîyelerini [mânevî kuvvet] kırmak için bazı hocalar vasıta oluyorlar. Aldanmayınız ve sarsılmayınız ve onlarla münakaşa etmeyiniz. Mümkün oldukça dostane muamele ediniz, “Biz onlarla kardeşiz” deyiniz. Ve bu pusuladaki noktaları unutmayınız, tâ sizi aldatmasınlar.

Hüsrev’in himmetiyle [ciddi gayret] daireye giren ve Nurun yeni şakirtlerinden [öğrenci] bana mektup yazan Hatice ve Râbia, [sâlisenin altmışta biri] haslar içinde kabul edildiler. Ve çok alâkadar olduğum

216

Barla’da hararetle Bahri ve evlâdı ve Eyyub ve Ali ve Mehmed ve Süleyman’ların gayretleriyle Nurlar dersine çalışmaları beni sevinçle ağlattırdı. Ben bütün Barla halkına, hususan Süleyman’lar ve Bahri ve Mehmed’ler ve Mustafa’lar, eski zamanda Nurlara kıymettar hizmet eden Şamlı Hafız Tevfik [başarı] ve mübarek Hafız Halid ve İmam Hakkı Efendi ve Muhacir Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] ve evlâdı ve ahfadı [torunlar] ve Şem’î ve bana çok hizmet eden Abdullah Çavuş ve oradaki komşularıma ricalen [ümit] ve nisaen binler selâm ve dua ederim ve mübarek aylarda dualarını isterim.

Bahri ve evlâtları üç Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] yazdıklarını şimdi haber aldım. Muhacir Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] ile Barla’da kardeşlerimizin hesabına hem Kâzım’ın, hem berber Mehmed’in ciddî hâlisane mektupları Lâhikaya girmeye hak kazandılar. Ve Bahri’nin güzel manzumesi, [düzenli] küçük bir medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] hesabına tam girebilir.

Medar-ı hayret [hayret sebebi] bir lâtif [berrak, şirin, hoş] inayettir [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ki, Büyük Mustafa’yı (r.h.) aynen merhum Abdurrahman gibi hem sadakatiyle, hem kalemiyle, hem iktidarıyla Nurlara hizmet edeceğini kalbime ihtar edilmesiyle o zamanda Abdurrahman’ın vefatını unutmaya çalıştım. Hakikaten Küçük Ali, o hatıra-i gaybiyeyi kalem cihetinde dahi tam tamına tasdik ettirdi. Kardeşinin kalemini kendisi aldı. Sarı bıçağı, elmas kılıcı yaptı. Demek o zaman, onu da mübarek Mustafa’nın ruhunda hissetmiştim.

Hem Muhacir Hafız Ahmed‘i [çokça medhedilen, övülen] hem bana, hem Nurlara alâka ve sadakat noktasında Nurların birinci talebesi ve fedakâr bir nâşiri [neşreden, yayan, yayınlayan] kalben hissetmiştim. Halbuki kalemle hizmete muvaffak olamadı. Çok defa o gaybî hissimi tahattur [hatıra gelme] ederdim. Sonra, birden hem oğlu Kâzım, hem damadı Bahri, hem diğer damadı berber Mehmed ondan his ve ümid ettiğim metînane hizmeti fevkalâde bir alâka ve sadakatle tam tamına yerine getirmeye, çalışmaya başladılar. Hattâ hafîdeleri dahi mâsum şakirtler [öğrenci] içine girmişler. Umuma selâm.

Said Nursî

217

– 108 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık, bahtiyar, vefâkâr, faal, sebatkâr [sebat eden] kardeşlerim,

Evvelâ: Tekraren hem sizin Receb-i Şerifinizi [mübarek aylardan birincisi olan Recep ayı; hicrî ayların yedincisi] ve Leyle-i Regaibinizi [Regaib Gecesi; Receb ayının ilk Cuma gecesi] tebrik, hem Safranbolulu kardeşlerimizin tebriklerine mukabeleten [karşılama; karşılık verme] şuhur-u selâselerini [üç aylar] ve dört leyâli-i mübarekelerini ve Nurlarla gayet ciddî alâkalarını tebrik ederiz. Ve oranın şakirtleri [öğrenci] namına yazılan tebrikname mektubunda benim pek çok kusurlu şahsıma verdikleri unvanları ve senâları, Halil İbrahim’in bazı mektupları gibi, tadil ile Risale-i Nur’a çevirip Lâhikaya girmesini istedim; fakat şahsım pek sarih [açık] bir tarzda mevzu yapıldığı için yakıştıramadım, şimdilik geri kaldı.

Kardeşlerim, kat’iyen [kesinlikle] biliniz: Şan ve şeref ve hodfüruşluk ve kendine güvenmek ve şahsımı beğendirmekten ürküyorum ve kaçıyorum ve şahsıma karşı medihlerden [övgü] hoşlanmıyorum. Yalnız Risale-i Nur’a karşı sadakat ve kanaate bir emare olmak cihetiyle, bazı müfritane [ifrat eden, aşırıya giden] tâbirleri, ya hatırları için veya hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] kırmamak fikriyle, kısmen tâdil ile kabul ve sükût ederim. Fakat iki ihlâs Lem’aları [parıltı] ve mesleğimizin “hıllet[çok güçlü dostluk] ve “ihlâs” ve “uhuvvet[kardeşlik] esasları, bu tarz medihlere [övgü] müsaade etmez. Hem, bu benlik ve enaniyet asrında ve şöhretperestlerin nazarında Nur’ların safiyetine [saf, açık ifade] ve hâlisiyetine [samimilik] zarar verebilir.

Saniyen: [ikinci olarak] Hıfzı’nın iki mâsumunun yazdıkları Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ve Rehber ve Küçük Sözler [Sözler kitabı içerisinden alınmış olan bazı bölümlerden oluşan kitapçık] bizi mesrur [mutlu] eyledi. Yüz mâşâallah! Böyle binler Nurcu mâsumlar, istikbali Nurlandıracaklar.

Said Nursî

218

– 109 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu şuhur-u mübarekede, Nurcuların şirket-i mâneviyesine [mânevî şirket, ortaklık] inşaallah [Allah dilerse] pek çok kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] servet girecek. Herbir Nurcu, binler lisanla ve yüzer kalemle çalışacak gibi kâr kazanacak. Ve bu mübarek ve çok bereketli aylarda beş tarzda ibadet sayılabilen kalemle Zülfikar[Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] Mu’cizat mecmuasına hizmet edenler, tam bahtiyardırlar. Fakat yazıdan ziyade, sıhhatine dikkat etmek lâzım ve elzemdir. Bugün de tatlı iki mânidar tevafuku gördüm. Kanaatım geldi ki, benim bugünlerde zahmetler içinde Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] tashihinde sıkıntılarıma mukabil, inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] ücretimi ve tayınatımı [erzak, yiyecek] şirin bir surette veriyor.

Birisi: Kahraman Tahirî’nin teberrük [bereket vesilesi] olarak getirdiği tatlı lokmalar, acip bir bereketle, hergün ikişer üçer yediğim halde bitmiyordu. Hayret ederdim. Bugün âdetimle iki alacaktım; baktım yalnız iki tane kalmış. İktisat için birisini aldım. Aynı saatte, Hıfzı’nın iki mâsum evlâdının, bir kutu içinde yazdıkları nüshalar altında şekerden, ekmekten, aynen Tahirî’nin lokmaları gibi, hem onun miktarında elime verildi. Ben bu tatlı tevafuktan zevk alırken, dünkü gün, aynı saatte çok hararetim vardı, çok su içiyordum. Canım üryani [çıplak] erik hoşafı istedi. Ben bilmiyordum, unutmuştum; şiddetli bir arzuyla hararetimi teskin edecek eskide alıştığım ve çok istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettiğim üryani [çıplak] erik, bir kutu içinde ve Âsiye’nin has arkadaşlarından Nurcu Şerife Hanımın şekeriyle elime verildi. Ben de bu çok tatlı tevafukun hatırı için hem mâsumların, hem onların teberrüklerini [bereket vesilesi] yüz misli [benzer] kadar kabul ettim.

Umumunuza binler selâm.

Said Nursî

219

– 110 –

Aziz, sıddık, sarsılmaz, usanmaz, çekinmez, çekilmez kardeşlerim,

Evvelâ: Bu yaz, derd-i maişet [geçim derdi] cihetiyle ve bu şuhur-u selâse, [üç aylar] ibadet haysiyetiyle bir derece Nurların kitabetine [yazım] fütur [usanç] verebilir diyenlere beyan ederiz ki: Bilâkis, yazmaya şevk verir ve vermek gerektir. Çünkü Nurun hizmeti, hem maişet, [geçim] hem rahat-ı kalbe [kalp rahatlığı] bereketleriyle yardım ettiği gibi, ibadet-i tefekkürî [Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde mahlûkat üzerinde düşünme ibadeti] nev’inden olması cihetiyle, mübarek ayların sevaplarına büyük yardımı olur.

Saniyen: [ikinci olarak] Nur’un bir şakirdi [talebe, öğrenci] bana dedi ki: “Geçen sene daha Nurlar bize teslim olmadan ve hususî bir iade neticesinde burada rahmet dahi hususî bir derece tezahürüyle demiştin ki: ‘Ne vakit tam serbestiyetle Nur’lar okunsa ve yazılsa ve bize iade edilse, yağmurla, rahmet tam olacak’ haber vermiştin. Hakikaten bu baharda hem Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] her tarafta merakla yazılması ve okunması, hem Zülfikar[Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] Mu’cizat yazılmasına şevkle başlanması, bu emsalsiz rahmete bir vesile olduğuna katî kanaatım geliyor” dedi.

– 111 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Hüsrev’le bir ruh iki ceset ve kendisi, bahadır biraderiyle Nur hizmetinde çok ehemmiyetli mevki alan kahraman Rüştü’nün acip bir el makinesini Nurlar için celbine çalışması, ehemmiyetli bir fütuhat-ı Nuriyenin [Nur risaleleriyle gerçekleştirilen fetihler] mukaddemesidir. [evvel, önce] İnşaallah, yine Nurlar, Nurcuların, lâyık elleriyle kalemleri gibi tab’ [baskı basma] ve neşredilecek; yabani ve lâyık olmayanlara muhtaç olmayacak. Fakat herşeyden evvel sıhhatli ve yanlışsız ve güzel bir tarzda makine ile, mümkünse evvel eski harfle yazılsa, sonra yeni harfle daha münasiptir. Sizlerin isabetli tedbirinize havale ediyoruz.

Saniyen: [ikinci olarak] Konyalı Sabri’nin Re’fet’e yazdığı mektubunu gördüm, ondan bildim ki, bu Sabri, öteki Sabri gibi gayet hâlis ve samimî ve çalışkan bir Nurcudur.

220

Bin bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] hem ona, hem onu teşvik ve teşcî [cesaretlendirme] eden ve hocaların yüzlerini ak eden Konya âlimlerine! Başta müfessir [açıklayan, yorumlayan] mübarek Hoca Vehbi olarak onlara ve oradaki Nur şakirtlerine [öğrenci] çok selâm ederiz ve bu mübarek şuhur-u selâsede [üç aylar] dualarını isteriz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî

– 112 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sekiz sene çoluk ve çocuğuyla sadakatle bana hizmet eden; ve evlâd ve ahfad [torunlar] ve refika [eş] ve damatlarıyla Nurlara ciddî çalışan; ve ders ve vaazlarını bütün Nurlardan veren; ve vefatından on dakika evvel dünyaca en ehemmiyetli vasiyeti, kendinin Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] için Şamlı Hafız’a rica [ümit] eden, vefatından iki gün evvel bana mektup yazıp benim aynı vakitte Sava’yı Barla’ya tercih ederek Sava mezaristanında defnimi arzu ettiğimi sizlere yazdığımı sadakatin kerametiyle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] hissedip bana mukabele [karşılama; karşılık verme] ve itiraz tarzında o mektubunda der:

“Sen Barla’yı ikinci vatanımdır dediğin halde, neden ona gelmiyorsun, başka yerleri tercih edersin? İptidâ-yı medrese-i Nuriye Barla’dır, senin mezarın orada olmalı” diye bana ihtar etti. İki gün sonra, size yazdığım daha size yetişmeden, onun mektubunu, hem Şamlı Hafız ikinci sahifesinde yazdığı vefat haberini aldığım merhum Muhacir Hafız Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] (r.h.) dünyadan göçmesi, aynen Abdurrahman gibi beni çok sarstı, ağlattırdı, اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ 2 dedirtti. Binler rahmet onun ruhuna insin. Âmin. Kabri de hanesi gibi Kur’ân ve Nur’un bir menzili olsun. Âmin. Şüphem kalmadı ki, bu zahir sadakat kerâmeti, Nurcuların imanla kabre gireceklerini ispat ediyor ve hüsn-ü hâtimeye [güzel son] mazhardırlar.

221

Benim tarafımdan onun akrabasını tâziye ediniz. Ve ben bütün dualarımda onu hissedar ediyorum diye tebliğ ediniz.

Saniyen: [ikinci olarak] Kardeşimiz Re’fet bana yazıyor ki: “İstanbul’da Nurlara çok ihtiyaç var ve ekmek gibi herkes muhtaçtır. Ve kardeşlerimizden ve Nurlarla çok alâkadar ve çok okumuş ve Nurcu olan Yeşil Şemseddin, Nur’un hakikatlerinden ders verdiğinden, vaazında binlerle adam bulunur.”

Hem Re’fet der: “Bundan anlaşılıyor ki, Risale-i Nur, bu millete hergün ekmek gibi lâzımdır.”

Hem bir kısım Nurları ehemmiyetli zatlara vermiş ve Zülfikar[Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] Mu’cizât’ın benim tashihimden geçmiş bir nüshasını istiyor.

Umuma birer birer selâm ve dua ederiz ve dualarını isteriz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî

– 113 –

Hüsrev’i tashihte ve tevzide [(sahiplerine) dağıtma] ve tedbirde ve muhaberede ve Nurların neşir ve yetiştirmesinde tebrik ve muvaffakiyetine [başarı] dua ederiz. Bu ehemmiyetli vazifelerle beraber, yine o şirin ve parlak kaleminin yazılarını çok nüshalarda görüyoruz. Hem müstakil [bağımsız] nüshaları da yazıyor, mektubundan anlıyorum.

Şimdi birden medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] (Sava) Hacı Hafız Mehmed, merhum Hafız Mehmed ve kardeşleri ve Mehmed’leri ve Ahmed‘leri [çokça medhedilen, övülen] ve mâsum Nurcuları ve mübarek ihtiyar ve sâir kahraman, şakirtlerini [öğrenci] düşündüm. Hayatım müddetince ona yakın olmak bütün canımla istedim ve vefattan sonra onların mezaristanında defnolmamı arzuladım.

Birden ihtar edildi ki:

“Gerçi Medresetü’z-Zehranın merkezi olan Isparta Vilâyetinde maddeten bulunmak çok cihetle fâideli, saadetlidir; fakat Nurun mesleği ve Nurcuların meşrebi [hareket tarzı, metod] cihetiyle daima berabersiniz. Zaman ve mekân, [içinde bulunulan yer ve zaman] perde olamazlar. Şarkta,

222

garpta, [batı] şimalde, [kuzey] cenupta, [güney] dünyada, berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] bulunsanız, mânen bir mecliste, beraber sayılırsınız. Onların mânevî yardımları daima birbirine oluyor ve sana da gelir” diye beni teskin etti.

Ben dedim: Madem şimdi her tarafta Nurlara kuvvetli ve kesretli [çokluk] eller sahip çıkıyorlar ve tam muhafaza ve neşrine çalışıyorlar, elbette ben bir parça istirahat etsem tembellik olmaz.

– 114 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Geçen mübarek Leyle-i Berâtınızı ve gelecek Ramazan-ı Şerifinizi tebrik ederiz. Bu sene, Berat Gecesi, Nurcular hakkında çok bereketli ve kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğuna bir emaresini hayretle gördük. Şöyle ki:

Ben, Berat Gecesinden az evvel Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] tashihiyle meşgulken, bir güvercin pencereye geldi, bana baktı. Ben dedim: “Müjde mi getirdin?” İçeriye girdi, güya eskiden dost idik gibi, hiç ürkmedi.Haşiye [dipnot] Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] üstüne çıktı, üç saat oturdu. Ekmek, pirinç verdim, yemedi. Tâ akşama kaldı, sonra gitti, tekrar geldi. Berât gecesinde, tâ sabaha kadar yanımda kaldı. Ben yatarken başıma geldi, Allahaısmarladık nevinden başımı okşadı, sonra çıktı gitti. İkinci gün, ben teessüf [eseflenme, üzülme] ederken, yine geldi, bir gece daha kaldı. Demek bu mübarek kuş, hem Asâ-yı Mûsâ‘yı, [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] hem Berâtımızı tebrik etmek istedi.

– 115 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Kastamonu Hüsrev’i ve Süleyman Rüştüsü olan Mehmed Feyzi ve Emin’in, Üstadlarının Kastamonu’daki hayatımın bir tarihçesini, hüsn-ü zanla [güzel düşünce] haddimden çok fazla senâlarını tebdil [başka bir şeyle değiştirme] etmeyerek kabulümün sebebi şudur ki:

Bugünlerde Afyon’un büyük memuru, bir çavuşu bana ihanete vasıta yapıp güya teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] hakkımda kırarak, tâ bu vilâyet, Denizli, Isparta gibi Nurlara tam sahip çıkmasın ve Nurlar parlamasın. Gerçi ben tahammül ettim,

223

fakat buranın yeni şakirtlerinin [öğrenci] teessürlerinden [üzülme, etkilenme] müteessirdim. [etkileme, tesiri altında bırakma] Düşünürken, Mehmed Feyzi’nin bu samimâne ve âlimâne, hürmetkârâne mektubu o herifin ve o âmirinin ihanetlerini yüzlerine vurup hiçe indirerek, teessüratımı [üzülme, etkilenme] tam sildi, süpürdü. Binler derece o iki bedbahttan yüksek olan iki Nurcunun böyle medih [övgü] ve hürmetleri, onların kanunsuz cebir [Cebriye mezhebi] ve ihanetlerinin aynı zamanda tam tamına tevafuku, Feyzi ve Emin’in sadakatlerinin bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğuna kanaat ettiğimdir.

– 116 –

Kardeşlerim,

Şimdi tebeyyün [meydana çıkma, görünme] etti ki, beni karakola çağırmak, lüzumsuz bahanelerle beni hükûmete celb [çekme] etmekte maksat, ihanet ve halkın nazarında ehemmiyetsizliğim ve bana müttehem [itham olunan, kendisinden şüphe edilen] vaziyeti vermek içindi. Şimdi tahammülüm kalmadı. Mümkün oldukça oraya beni çağırmamak lâzımdır. Ceza hâkimini görünüz. Bana bir dâvâ vekili tarzında bir adamı bulunuz; benim bedelime lüzum olsa karakola gitsin. Yirmi beş sene münzevî bir adam, böyle ihanetkâr insanlarla görüşmek, işkenceli bir azaptır. Ben, sekiz sene Kastamonu’da, birtek defa valinin ısrarıyla yanına ve iki defa da polishaneye gittim. Burada sebepsiz on defadan geçti. Ben daha gidemem. Hem doktordan bir rapor alınız. Yoksa bu şehre maddî ve mânevî zarardır.

Hüsrev’in müdafaatımda yazılan dört zelzele meselesini tasdik eden bu geceki şiddetli dört defa zelzele, bana ve Nurlara ve bu memlekete kat’î bir suikast eseri olarak hükûmet içinde hizmetçime bağırarak bana tahkirkârâne [hakaret eder şekilde] ihanet ve şetmedip [çirkin söz, kötü düşünce] “Git ona söyle” diyen ve kaymakamın emr-i cebrîsiyle “Hasta da olsa buraya getiriniz” bekçilere ve jandarmalara emir veren ve Afyon’un perde altındaki büyük memura dayanan karakol çavuşu, hem Nur şakirtlerinin [öğrenci] şevklerine, hem Nurların burada yazılmasına, hem bana ehemmiyetli sıkıntı vermesinin aynı vakitte, böyle burada görülmeyen bu şiddetli zelzelenin gelmesi gösteriyor ki, Risale-i Nur bir vesile-i def-i belâdır; tâtile [Allah’ı inkâr etme] uğradıkça, belâ fırsat bulup gelir.

Nurlara az zamanda çok hizmet eden Mustafa Osman’ın gayet tevazukârâne [alçakgönüllülükle] ve mahviyetkârane [alçakgönüllülük] mektubu, tam onun hâlisane sadakatini ve ihlâsını ispat edip

224

on beş senelik haslarla omuz omuza geldiğini gösterir. Zaten yazdığı Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmuası kuvvetli bir delildir. İşte bu dakikada bunu yazarken, yine hafif zelzele başladı.

– 117 –

Emirdağ zabıtasıyla bir hasbihal

“Hem insaniyet namına istediğim bir hukukuma karşı yapılan, hayretimi mucip [gerektirici] acip bir muamelenin sebebi nedir?” diye bir sualim var.

Birincisi: Bir seneden beri sakladığım şekvâ[şikayet] vermedim. Şimdi zabıtanın vasıtasıyla Ankara makamatına vermek üzere bir zata gönderdik. Dedim: Afyon Emniyet Müdürü insaflıdır. Ona da bir suret elden gönderdim. Ondan istirahatime dair bir eser beklerken, bilâkis beni sıkıştıran zatlara yazmış: “Bu güzel yazı onun değil. Kim yazmışsa tahkik [araştırma, inceleme] ediniz.”

Acaba çok kuvvetli ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] o şekvâ[şikayet] nazara almayıp lüzumsuz, ehemmiyetsiz, zararsız bir yazıyı merak etmek, benim istirahatımı bozmak; bin liraya ehemmiyet vermemek, beş paraya çok ehemmiyet vermek gibi olmaz mı? Yüz otuz risalelerden binler nüshaları ayrı ayrı yazılarla üç mahkeme inceden inceye tetkikten sonra ve onları yazanların mühim bir kısmı benimle beraber mahkemede bulunmaları ve zerre kadar medar-ı mesuliyet olmadığı halde, “Kim ona yazıyor diye tahkik [araştırma, inceleme] ediniz” demek yüzünden bir kanun, bir maslahat [amaç, yarar] var mı? Bir biçareyi bu bahaneyle karakola çağırmak, endişe vermek ve bilhassa benim ihbarımla istemek ne lüzumu var? İşte ben size haber veriyorum: Eğer arzu etsem, binler adam yazılarımı yazacaklar; hem her tarafta millet ve vatan menfaatine yazıyorlar.

İkincisi: İnsaniyet namına sizden isterim ki, tâ bayrama kadar benim yüzümü dünyaya çevirmeyiniz. Ben sizi düşünmediğim gibi, siz dahi beni unutunuz. Bu mübarek aylarda benim gibi dünyadan küsmüş bir bîçâreyi âhiret zararına gayet ehemmiyetsiz dünya işleriyle meşgul etmeye mecbur etmeyiniz.

– 118 –

Bu mânidar yeni zelzeleyi merak ettim. Kalben dedim: Eğer sair yerlerde bu şiddetle olmuşsa, her halde Nur şakirtlerine [öğrenci] dahi yine bir tecavüz var. Yoksa benim yalnız mektubumla alâkadardır, diye sordum. Dediler: Yalnız Ankara hafif,

225

Afyon ve Eskişehir ve bu Emirdağında ve en şiddetlisi bu kasabada olmuş. Fakat medar-ı hayrettir [hayret sebebi] ki, dört defa şiddetli olduğu halde, hiçbir zarar olmadı. Bunun bir hikmeti budur:

Kat’î emir verilmiş ki: “Said’i cebren hükûmete getiriniz.”

Bekçiler ve bir onbaşı gelmişler. Kapımı kapamıştım, kilitlemiştim. Onlar demişler: “Biz istifa ederiz, onun kapısını kırmayacağız.” Dönmüşler, gitmişler.

Demek bu hususî zelzele müdafaatımdaki zelzeleler gibi Risale-i Nur’la alâkadardır ki, bu defa hususî kaldı, hem şiddetiyle beraber zararsız geçti.

Eğer Nurun buradaki küçücük medresesinin kapısını kırsaydılar, elbette tokat ciddî olacaktı, yalnız ihtar için olmayacaktı. Gerçi bu taarruz cüzî [fert] ve hafif idi, fakat ben gizlemem ki, hiç bu defa gibi damarıma dokunmamıştı. Fakat Nur ve Nurcuların hatırı için, harika tahammül ettim. Çünkü o bedbaht, hükûmette, vazife sandalyesinde bana şetmedip [çirkin söz, kötü düşünce] hizmetçime der: “Git, ona söyle.” Hükûmetin nüfuzunu serseri şahsına mal ederek meydan okumuş. Ve Eski Said’in bende irsiyet [miras] kalan damarıma çok ilişti. Fakat fevkalâde ehemmiyetli olan sükûn ve temkin [ağırbaşlılık, ölçülü hareket] ve itidal-i dem [soğukkanlı davranış, düşünerek hareket] ve sabır ve tahammülün kat’î lüzumu beni teskin etti.

Salisen: [üçüncü olarak] Marangoz merhum Barlalı, harika sadakatli Mustafa Çavuş’un tam yerine geçen medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] tam çalışkan kahramanlarından Marangoz Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] benim için Sava’nın Davraz Dağında berzahî [iki şey arasındaki geçiş yeri] ve uhrevî bir menzil, bir mezar düşünmesi ve yazması, beni çok sevindirdi ve hazînane ağlattırdı.

– 119 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Tekrar mübarek Ramazan’ınızı tebrik ederiz. İki kahraman kardeşin ve Mu’cizât-ı Ahmediyede [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] yedi çocuğun bir cihette bir sekizincisi hükmüne geçen Süleyman Rüştü’nün mübarek kerimesinin makine ile Zülfikar[Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] Mu’cizât’a çalışmasını ve Hüsrev ve Tahirî’nin şirin ve dikkatli yazılarını teksir [çoğalma] etmeye fedakârane deruhde etmelerini bütün ruh u canımızla onları tebrik ederek, şimdiye