EMİRDAĞ LAHİKASI – 1. Bölüm 160-179. Mektuplar (275-302)

275

– 159 –

Kastamonu’da, sekiz sene mübarek mahdumu [efendi, kendisine hizmet edilen] ve merhum refikasıyla [arkadaş, yoldaş, yardımcı] Risale-i Nur’a fevkalâde bir sadakatle çalışan ve kalemiyle Risale-i Nur’a çok hizmet eden ve çokları Nur dairesine getiren ve hapishanede kendi gibi kahramanlardan olan Sadık Beye, hem istirahatime, hem Nur şakirtlerinin [öğrenci] tesanüdüne [dayanışma] ehemmiyetli hizmet eden ve Feyzi ve Emin ve İhsan ve Ahmed‘ler [çokça medhedilen, övülen] gibi has kardeşlerimizle, yine Kastamonu’da Nurlara hizmet eden Küçük Şeyh namında Hilmi Bey bana mektubunda, Nurcu olan refikasının [arkadaş, yoldaş, yardımcı] vefatını bildiriyor. O merhume hakkında medar-ı şükrandır [şükrü gerektiren] ki, bir iki aydır, dualarımda “Zehra’lar” dediğim vakit, “Hâcer’ler” de derdim, içinde o merhumeyi de niyet ediyordum. Vefatını bilmiyordum. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ona binler rahmet eylesin ve akrabasına sabr-ı cemîl [güzel sabır; rıza göstererek dayanıp katlanma] ihsan [bağış] etsin. Âmin.

– 160 –

Risale-i Nur dairesinde bulunan ve bilfiil çalışan hocalardan ve Konya hocalarından başka, sair hocalara, bugünlerde, tashihat yaparken şiddetli bir hiddet bana geldi. Çünkü, Arabî okumayan Nur şakirtlerinin [öğrenci] fedakârları, Arabî bilmemesinden sehivler, [hata, yanılgı] hatâlar oluyor. Ben de zahmet çektiğimden, hem eski talebelerimden olan hocalara ve kardeşime, hem şimdiki Ankara’da ve İstanbul’daki resmî hocalara bağırarak dedim:

“Ey insafsızlar! Neden hem vazifeniz, hem medresenin mahsulü, hem size farz-ı ayn [her mükellef Müslümanın yerine getirmesi gereken farz] gibi lüzumu bulunan bu hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] bana yardım etmiyorsunuz? Belki de sizin lâkaytlığınızdan [duyarsız] çokların çekilmesine sebebiyet veriyorsunuz. İmam-ı Ali’nin (r.a.) âhir zamanın bir kısım hocalarına vurduğu tokattan hissedar oluyorsunuz” diye dehşetli bir itiraz kalbe gelirken, birden, kalbini bozmayan hocaları müdafaa etmek için üç mânâ ihtar edildi.

Birincisi: Resmen iki büyük merkezde, iki heyet-i ilmiye, beyanı münasip olmayan

276

çok esbaba binaen, her vesile ile, hoca kısımlarının Risale-i Nur’dan çekilmeleri için çok vasıtaları istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediyorlar. Memuriyet gibi derd-i maişet [geçim derdi] belâsıyla biçare hocaları dairelerine çekip, Nurlardan uzaklaştırıyorlar. Biçare hocalar, Nurların kıymetini bilmiyorlar değil; belki derd-i maişet [geçim derdi] veyahut o heyet-i ulemadaki büyük hocalara itimad edip ve kendi tahsil ettiği ilm-i dinî kendi imanını kurtaracak derecesindedir zannıyla lâkayt [duyarsız] kalıp, ruhsatla amel etmeye kendine fetva buluyor.

İkinci mânâ: Bu kadar dehşetli bir hücum ve tazyike mâruz kalan Risale-i Nur şakirtlerini, [öğrenci] evham yüzünden, güya Menemen ve Şeyh Said vakıaları gibi bir hadisenin ihtimali var diye iki defa imha için, hem perde altında eskiden beri düşmanlarım, hem resmen kanun ve idare ve siyaset cihetinde merhametsiz bir surette bazı erkân-ı hükûmetin bizi iki defa hapis ve ittiham [suçlama] etmesi ve resmî ve gayr-ı resmî [resmi olmayan] propagandalarla herkesi bizden ve Nurlardan ürkütmesiyle, elbette hassas ve bir derece zaif hocalara ehemmiyetli bir korku verip bir mâzeret olur. Onun için, ekseriyet değil, belki yalnız fevkâlade bir cesaret ve gayret taşıyan bir kısım hocalar Nurlar dairesine girip, girmeyenleri de bir derece affettirdiler.

Üçüncü mânâ: Şimdilik tehir edildi. Bazı hocalar, “Minare kadar yüksek bir adamı,” hem “Alnında okunacak bir yazı bulunacak” hem “Birden eli bir su ile delinecek,” gibi hakikatin perdesi olan teşbihleri hakikat zannetmek bahanesiyle, Nurun bazı ihbarat-ı gaybiyesi, sathî [sığ, yüzeysel] nazarlarına muvafık gelmiyor, ona daha yanaşmıyor. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, bu zamanda Risale-i Nur’da, nokta-i istinad [dayanak noktası] olarak avam-ı mü’minînin en ziyade muhtaç oldukları ve Nurda buldukları öyle bir hakikattir ki; hiçbir şeye âlet olmayacak ve hiçbir garaz ve maksat, içine girmeyecek ve hiçbir şüphe ve vesveseye meydan vermeyecek ve hiçbir düşman ona bahane bulup çürütmeyecek ve yalnız hak ve hakikat için ona çalışanlar bulunacak, dünya maksatları ona karışmayacak, tâ ki, uzakta olan ehl-i iman, [Allah’a inanan] o hakikate ve sadık nâşirlerine [neşreden, yayan, yayınlayan] tam itimad edip imanlarını, zındıkların ve dinsizlerin, din aleyhindeki dehşetli feylesofların itirazlarından ve inkârlarından kurtarsınlar.

277

Evet, o ehl-i iman, [Allah’a inanan] lisan-ı hal [beden dili] ile diyecek ki: Madem bu hakikati, bu kadar şiddetli düşmanları çürütemediler ve itiraz edemiyorlar; ve şakirtleri, [öğrenci] haktan başka onun hizmetinde hiçbir maksat taşımıyorlar. Elbette, o hakikat, ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve mahz-ı hakikattir [hakkın, doğru ve gerçeğin ta kendisi] diye, bin burhan [delil] kadar bir delil hükmünde imanını kuvvetlendirir ve kurtarır; ve “İslâmiyette bir hakikatsızlık mı var?” diye daha evhama düşmeyecekler.

İki defadır, himmeti [ciddi gayret] uzun, eli kısa Abdurrahman Salâhaddin, Asâ-yı Mûsâ‘yı [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ve Zülfikar‘ın [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] bir kısmını Câmiü’l-Ezher‘e [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] göndermek istemiş; hilâf-ı memul olarak, o lüzumlu ve ehemmiyetli yere bazı esbaba binaen gitmemiş اَلْخَيْرُ فِى مَا اخْتَارَهُ اللهُ 1 kaidesince, belki ben o iki nüshaya bakmadığım ve tashih edemediğim için, o inceden inceye herşeyi tetkik eden ulema heyetine, tam bir tashih gördükten sonra, hem tam Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] beraber olarak gitmek münasiptir diye kalbime geldi. Belki ehemmiyetli ve ulemanın itirazını celb [çekme] edecek sehivler [hata, yanılgı] içinde var. Onun için, o iki risaleyi Salâhaddin bana göndersin ki, ben bakacağım. Sonra, inşaallah, [Allah dilerse] hem tam Zülfikar‘ı, [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] hem Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ile, hem Tılsım mecmuası ile, ehemmiyetli bir beyanname ile beraber göndereceğiz.

Üstadlarımdan birisi olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin (k.s.) mensuplarından olduğu anlaşılan eczacı Hacı Abdüllâtif’in mektubundan anlaşılıyor ki, bilerek, tam takdir ederek Nurlara hizmet edecektir. Zaten ben bekliyordum ki, Mevlevîlerden [Mevlevî tarikatına bağlı olanlar] bazı Nur kahramanları çıksın. İnşaallah birisi bu olacak. Ona çok selâm ederim. Hususî mektup yazmaya halim müsaade etmediği için gücenmesinler. Orada, Sabri ve mahdumları [efendi, kendisine hizmet edilen] ve Nur şakirtlerine [öğrenci] ve başta Hoca Vehbi Hazretleri olarak hocalarına çok selâm eder ve dualarını bekleriz.

• • •

278

– 161 –

Size hayatımda vefattan sonra elinize geçecek mânevî malımı ve hukukumu size vermeye ve مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا 1 sırrına binaen, ölümden evvel sizi bilfiil vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] yapmaya dair bir Nur şakirdi [talebe, öğrenci] sordu ki: “Hikmet nedir? Sizi daha çok zaman aramızda görmek istiyoruz. İnşaallah öyle kalacaksınız.”

Ben de dedim ki: Eğer vefattan sonra bu hakikî ve hakikatli vârislerin [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] eline bu malım geçse, dünya malı gibi bir derece taksim olur; derecesine göre herbirisi maldan bir kısmına hakikî malik olur, umumuna mâlik olamaz. Fakat ölümden evvel vârislere [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] verilse; emvâl-i uhrevî gibi, herbirisi umum o mala, o nur lâmbasına derecesine göre mâlik sayılır. Herbirisi küçük birer Said olur; bir nöbetçi yerine, binler nöbetçiler olur. Said’in, irsiyette [miras] yalnız binden bir hisse sahibi bir Nurcu olmaz, belki tam bir genç Said olur.

Meselâ o emvâl, emvâl-i Nuriye, faraza bir hazine kadar olsa, binler Nurculara tevziatta, [(sahiplerine) dağıtma] taksimatta yirmişer, yüzer altın düşebilir. Fakat vefat etmeden onları onlara vermek, bir sırr-ı azîme [büyük sır] binaen, herbirine istidadına [kabiliyet] göre, haslara bir milyon birden düşebilir. Bu sırrın bir sırrı var, şimdi izah edemem.

Yine o şakirt [öğrenci] dedi ki: “Herbir has şakirdin, [talebe, öğrenci] senin gibi hayatını ve bütün rahatını feda edebilir mi ki, o koca malı bütün birden alsın?”

Ben de dedim ki: İnşaallah, tesanüdün [dayanışma] sırr-ı âzîmi ile—ki, üç elif tesanüdle [dayanışma] yüz on bir kuvvetinde gösterdiği gibi—has şakirtlerin [öğrenci] mabeynindeki [ara] tesanüd-ü hakikînin verdiği kuvvet, benim gibi bir biçarenin sizce fevkalâde zannedilen fedakârlığından geri kalmayacaktır inşaallah. [Allah dilerse]

• • •

279

– 162 –

Sava Medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] kahramanlarından Mehmed Çavuş, benim için yazdığı Zülfikar‘ı [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] Emniyet Müdürünün elinde görmüş, demiş: “Benimdir, veriniz..”

O da demiş ki: “Hoşuma gitti, bir iki hafta okuyacağım.”

O da demiş: “Kalsın.”

Eğer münasip görseniz, benim tarafımdan o Emniyet Müdürüne ve alan komisere deyiniz ki: Said size selâm edip benim hattım güzel olmadığı için, o zât, benim için yazmış.

Ben Isparta’yı toprağıyla, taşıyla, bütün ahalisiyle mübarek gördüğümden, oradaki hükûmete, hususan zabıtasına ciddî dost nazarıyla bakıyorum. Hususan çok tecrübelerle ve üç vilâyet zabıtasının itirafıyla ve üç vilâyet mahkemesinin müttefikan [birleşerek] beraat kararıyla ve üç cemiyet-i ilmiyenin ve ehl-i vukufun [bilirkişi] tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve takdirleriyle sabit olmuş ki, Risale-i Nur eczaları ve şakirtleri, [öğrenci] Emniyet Müdürünün ve zabıtanın vazifeleri olan âsâyiş ve idare ve inzibat [âsayiş, düzen] ve ahlâksızlığa karşı, komiserlerden ziyade, serkeşleri [başkaldıran] itaate getirmek ve âsâyişi temin etmekte, mânevî ve tam tesirli mânevî inzibat [âsayiş, düzen] memurlarıdır. Onun için, zabıta, evhamla değil, kemâl-i takdirle, Emniyet Müdürünün bakması gibi bakmalıdır. Çünkü o Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] hakkında demiş: “Çok güzel, sevdim, okuyacağım, hoşuma gitti.” Her neyse. Siz, daha ne münasip görürseniz öyle yaparsınız.

Hem Emniyet Müdürüne deyiniz ki: Kardeşimiz Said diyor: Eğer o Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] tam hoşuna gitmişse, o benimdir, ona hediye ediyorum. Hem onun gibi mühim olan Asâ-yı Mûsâ‘yı [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] da ona hediye edeceğim.

Denizli’den ve Tavas’tan gelen güzel mektuplarına hususî cevap vermeye kat’iyen [kesinlikle] vaktim ve halim müsaade etmediğinden, hususî cevap vermediğimden gücenmesinler. Çakır Yusuf’un mektubundan, tam ciddiyeti ve tam Hasan Feyzi’nin bir vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olduğunu gösteriyor.

• • •

280

– 163 –

Kardeşimiz ve Nurun kumandanlarından Isparta Hulûsi’si Re’fet Beyin mübarek mâsumunun dokuz yaşında iken bu derece Risale-i Nur’dan Birinci Sözü yazması gösteriyor ki, o mübarek Hüsnü, [güzellik] Safranbolu’nun on bir yaşındaki Hüsnü’sü [güzellik] gibi dahi mâsumların küçücük bir kahramanı olmaya namzettir. [aday] Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onu Nurlara bağışlasın ve muvaffak eylesin Âmin. İnşaallah, yazdığımız nüshayı sonra tashih edip göndereceğim.

– 164 –

Eski dahiliye vekili, [İçişleri Bakanı] şimdi parti kâtib-i umumisi Hilmi Bey,

Evvelâ: Yirmi sene zarfında bir tek istida [dilekçe] Dahiliye Vekili [İçişleri Bakanı] iken sana yazdım. Fakat yirmi senelik kaidemi bozmadım, vermedim. İstersen sana okuyacağım. Hem eski dahiliye vekili, [İçişleri Bakanı] hem şimdi kâtib-i umumî sıfatlarıyla seninle konuşacağım. Yirmi sene hükûmetle konuşmayan, tek bir defa yine hükûmet hesabına hükûmetin büyük bir rüknü [esas, şart] ile konuşan adam, on saat kadar söylese azdır. Onun için siz benimle konuşmayı bir iki saat müsaade ediniz.

Saniyen: [ikinci olarak] Şimdi partinin kâtib-i umumîsi itibarıyla size bir hakikati beyan etmeye kendimi mecbur biliyorum. Hakikat de şudur:

Sen, kâtib-i umumî olduğun Halk Fırkasının millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var. O da şudur:

Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti [İslâm âlemi] kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi [İslâm birliği] muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti, [insanlık âlemi] küfr-ü mutlaktan [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri!

Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’ân’a ve hakaik-i imana [iman hakikatleri, esasları] sahip çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet [hamiyet sahipleri, fedâkâr, kutsal şeyleri koruma gayreti taşıyan insanlar] eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyen [kesinlikle] haber veriyorum ve kat’î hücceterle [delil]

281

ispat ederim ki, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] muhabbet ve uhuvveti [kardeşlik] yerine, dehşetli bir nefret; ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet; [düşmanlık] ve şimdi âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] mahva çalışan küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] altındaki anarşiliğe mağlûp olup, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] kalesi ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden [kuzeydoğu] çıkan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebebiyet verecek.

Evet, hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’ân kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa, küfr-ü mutlakı, [her açıdan inkârcılığa düşmek] istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakayı ve ehl-i namusun [namus sahibi] servetini serserilere ibâha [bir şeyin haram olmaktan çıkarılarak serbest bırakılması; mübah kılma] etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak, ancak İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, [karışma, bütünleşme] ittihad [birleşme] etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyette bulmuş, bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyetperverleri [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve milliyetperverleri, [milliyetçi, milletini seven] herşeyden evvel bu mümteziç, [birleşik, karışık] müttehid [aynı noktada birleşen] milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân hakikatleri, esasları] terbiye-i medeniye [çağdaş eğitim] yerine esas tutmak ve düstur-u hareket [hareket etme kanunu, kuralı] yapmakla o cereyanı durdurur inşaallah. [Allah dilerse]

İkinci cereyan: Âlem-i İslâmdaki [İslâm âlemi] müstemlekâtlarını [sömürgeler] kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu vatandaki kuvvetli merkeziyet-i İslâmiyeyi dinsizlikle ittiham [suçlama] etmekle bozmak ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] irtibatını mânen kesmek ve uhuvvetlerini [kardeşlik] bu millete adavete [düşmanlık] çevirmek gibi bir plânla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş.

Eğer bu cereyanın aklı başında olsa, bu dehşetli plânı değiştirip, hariçteki âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] okşadığı gibi, bu merkezdeki İslâmiyet dinini okşasa, hem o da çok istifade eder, hem azîm fütuhatını [fetihler, yayılmalar] bir derece muhafaza eder, hem bu vatan ve millet dehşetli belâdan kurtulur.

Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz hamiyetperver, [din, millet gibi üstün değerleri koruma gayretinde olan] milliyetperver [milliyetçi, milletini seven] adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhafazaya çalışıp, üç dört şahsın inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcut haseneleri ve inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] iyiliklerini onlara verip ve mevcut

282

dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç dört adamın seyyiesi [günah] üç dört milyon seyyie [günah] olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına [ruhlar] bir mânevî azap ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç dört inkılâpçı [değişen] adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle [ciddi gayret] vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara kefaret olamaz.

Salisen: [üçüncü olarak] Size karşı elbette çok cihetlerde dahilî ve haricî muarızlar [itiraz eden, karşı gelen] var. Ben dünya ve siyasetin haline bakmadığım için bilemiyorum. Fakat beni bu senede çok sıkıştırdıkları için mecburiyetle sebebine baktım ki, size karşı bir muarız [itiraz eden, karşı gelen] çıkmış. Eğer o muarız [itiraz eden, karşı gelen] mükemmel bir reis bulup hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] namına çıksaydı, birden sizi mağlûp ederdi. Çünkü bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an’ane-i İslâmiye ile, ruh ve kalble bağlanmış. Zahiren muhalif, fıtratındaki emre itaat cihetiyle serfürû etse de, kalben bağlanmaz.

Hem, bir Müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayıt altında kalamaz; istibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan [rüşvette sınırsızlık; her istenileni vermek] başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez. Bu hakikatin çok hüccetleri, [delil] çok misalleri var. Kısa kesip sizin zekâvetinize [zeki oluş] havale ediyorum.

Bu asrın Kur’ân’a şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir. Siz, şimdiye kadar gelen inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] kusurlarını üç dört adamlara verip şimdiye kadar umumî harp ve sair inkılâpların [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] icbarıyla [zoraki, zorlama] yapılan tahribatları—hususan an’ane-i dîniye hakkında—tamire çalışsanız, hem size istikbalde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusuratlarınıza [kusurlar] kefaret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyetperver, [milliyetçi, milletini seven] hamiyetperver [din, millet gibi üstün değerleri koruma gayretinde olan] namına müstehak olursunuz.

Rabian: [dördüncü olarak] Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Ve madem siz de herkes gibi kabre koşuyorsunuz. Ve madem o kat’î ölüm ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] için

283

idam-ı ebedîdir, [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] yüz bin hamiyetçilik [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve dünyaperestlik ve siyasetçilik onu tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edemez. Ve madem Kur’ân, o idam-ı ebedîyi, [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ehl-i iman [Allah’a inanan] için terhis tezkeresine çevirdiğini güneş gibi ispat eden Risale-i Nur elinize geçmiş ve yirmi seneden beri hiçbir feylesof, [felsefe ile uğraşan, felsefeci] hiçbir dinsiz ona karşı çıkamıyor, bilâkis dikkat eden feylesofları imana getiriyor ve bu on iki sene zarfında dört büyük mahkemeniz ve feylesof ve ulemadan mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] ehl-i vukufunuz [bilirkişi] Risale-i Nur’u tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve tasdik ve takdir edip, iman hakkındaki hüccetlerine [delil] itiraz edememişler. Ve bu millet ve vatana hiçbir zararı olmamakla beraber, hücum eden dehşetli cereyanlara karşı sedd-i Zülkarneyn [Hz. Zülkarneyn (a.s.) tarafından yaptırılan set] gibi bir sedd-i Kur’ânî [Kur’ân seddi] olduğuna Türk milletinden, hususan mektep görmüş gençlerden yüz bin şahit gösterebilirim. Elbette benim size karşı bu fikrimi tam nazara almak, ehemmiyetli bir vazifenizdir. Siz dünyevî çok diplomatları her zaman dinliyorsunuz; bir parça da âhiret hesabına konuşan, benim gibi kabir kapısında, vatandaşların haline ağlayan bir biçareyi dinlemek lâzımdır.

Küçük bir Hâşiye: [dipnot]

Hilmi Bey! Tali’in var. Ben hapiste ve burada iken hakkımda seni merhametsiz gördüm. Ne vakit hiddet ettim, bedduayı niyet ettim; Hilmi Bey namında benim bir kardeşim ve Nurun has bir şakirdini [talebe, öğrenci] her vakit hayırlı duamda ismiyle zikrettiğimden, sana beddua niyet ederken, bu hayırlı duaya mazhar [erişme, nail olma] Hilmi Bey ismi âdetâ şefaatçi oldu, beni men etti. Ben de o niyetten vazgeçtim, senin beni tazip [azap verme] eden memurlarından gelen eziyete tahammül edip o bedduadan vazgeçtim. Çok defa hayret ediyordum. Bana bu kadar sebepsiz azap vermekle beraber sana hiddet etmiyordum. Demek en sonunda seninle dost olacağız diye o hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile kalbe gelmiş.

• • •

284

– 165 –

Bu yakınlarda Üstadımızın yanına ehemmiyetli iki miralay (ikisi de jandarma kumandanlarından), bir de ehemmiyetli bir meb’us (partinin müfettişlerinden) Üstadın yanına geldiler. Uzun bir sohbetten sonra, üçü de, kemâl-i teslimiyetle, [tam bir bağlılık, teslimiyet] Üstada dostluğa karar verdiler. Ve birisi, şimdiden Risale-i Nur talebesi olmuş. O meb’us (müfettiş-i umumî), Eski Said’in dostu imiş. Gittikten sonra haber aldık ki, bu zatın vasıtasıyla eski dahiliye vekili [İçişleri Bakanı] ve şimdi partinin kâtib-i umumisi olan Hilmi Bey, bilhassa hususî olarak Üstadın ziyaretine gelecek ve dostane bir surette görüşecek. Onun için, Üstad da size gönderdiğimiz bu sureti aynen onun eline vermek, o mevzuda konuşmak için kaleme alınmış. Daha o gelmeden berâ-yı malûmat size göndermeye Üstad bize izin verdi.

Hem Re’fet Beyin mübarek mahdumu [efendi, kendisine hizmet edilen] Hüsnü’nün [güzellik] küçük risalesinin âhirine duasını yazdı, onu da leffen gönderiyoruz. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, hem Nurcu, hem ciddî dost, hem mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] bir kaymakam, şimdi buraya kaymakam olmuş. Eskide size gönderilen “Dahiliye Vekili [İçişleri Bakanı] ile Bir Hasbihal” namındaki parçayı dahi gönderiyoruz. Onu da Üstad ona okuyacak.

– 166 –

Kahraman Nazif‘in [temiz, pak] ve Yâkub Cemal’in, şimâl-i [kuzey] garbîde, üç devletin Kur’ân’ı kabul etmesi Zülfikar‘ın [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] intişarına [açığa çıkma, yayılma] tevafuku; ve geçen sene, “Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] çıkarsa, dahilen ve haricen büyük fütuhata [fetihler, yayılmalar] vesile olacak” hükmünü tasdik etmesi büyük bir fa’l-i hayırdır diye, biz de o iki kardeşimizin kanaatine iştirak ediyoruz. Bu fırtınalı ve ilhad[dinsizlik, inkâr] asırda, biri gizli Alman, üçü âşikâr devletlerin, beşerin bu asırda Kur’ân’a şiddet-i ihtiyacını hissetmesi ve bilfiil kabul etmesi büyük bir hadise-i Kur’âniyedir. Değil üç devlet, belki yalnız on meşhur adam, on feylesof [felsefe ile uğraşan, felsefeci] dahi, birden, uzak memleketlerde Kur’ân’ı tasdik etmesi, bizlere ve âlem-i İslâma [İslâm âlemi] büyük bir müjde ve avam-ı ehl-i imana büyük bir kuvve-i mâneviye [mânevî güç] temin eder.

285

– 167 –

Risale-i Nur’un Yirmi Dokuzuncu Mektubunda “Hücumat-ı Sitte[altı hücum; şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risalesi olan Altıncı Kısım] ve Zeyli [ek] ve “İşârât-ı Seb’a” ve “Telvîhat-ı Tis’a” gibi risalelerin rumuzât-ı Kur’âniye ve tevafukat-ı Nuriyeye karışık bir surette bulunmasının hikmeti, mahkemeler ve ehl-i vukufun [bilirkişi] susturulmasına ve bizi onlarla mes’ul etmemesine bir vesile olmaktı. Güya o rumuzât, [remizler, işaretler] o derin ince meseleler, lisan-ı hal [beden dili] ile onlara demiş: “İnsaf ediniz, Kur’ân’ın bu derece esrarına çalışanlara ilişmeyiniz.” Şimdi ise o karışık vaziyeti hiç münasip değil. Çünkü o rumuzât [remizler, işaretler] ve tevâfukata, yirmiden ancak birisi muhtaç olur, anlar. İçindeki öteki risalelere yirmiden on dokuzu muhtaç olup anlayabilir.

Buradaki Nur şakirtleri [öğrenci] diyorlar ki: “Mu’cizeli Kur’ân’ımıza üç sene Denizlili kardeşlerimiz baktılar. Onlar müsaade etsinler, biz de üç ay bakacağız. Hem buradan İstanbul’a muhabere edip fotoğrafla Hizb-i Nuriye, Hizb-i Kur’âniye gibi tab’ına [baskı basma] çalışacağız.”

İstanbul’daki Amerika Sefiri vasıtasıyla Amerika’daki Müslüman heyetine Zülfikar‘ı [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve bir Asâ-yı Mûsâ‘yı [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] göndermesini isteyen o dostumuz ve kardeşimize deyiniz ki: Sefirlerin kafası siyasetle meşgul olduğundan ve Risale-i Nur, siyasetle alâkası olmadığından, siyasî bir kafa çabuk takdir edemiyor.

Hem Risale-i Nur, müşterileri aramaz; müşteriler onu aramalı, yalvarmalı. Amerika, buranın en küçük bir havâdisini merakla takip ettiği halde, buranın en büyük bir hadisesi olan Risale-i Nur’u elbette arayacaktır. Bundan sonra her meselemizde emir, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] temsil eden has şakirtlerin [öğrenci] ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim [fikir, düşünce] var.

Umum kardeşlerimize binler selâm ve selâmetlerine dua eden ve dualarını isteyen kardeşiniz…

• • •

286

– 168 –

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür ediyoruz ki, Medresetü’z-Zehranın erkânları, [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] hakikî bir tesanüd [dayanışma] ve sarsılmaz bir ittihad [birleşme] kerametiyle, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bütün müşkilâta [zor] ve mânialara galebe [üstün gelme] edip Nurun elmas Zülfikar‘larını [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve harika mu’cizatlı hüccetlerini [delil] muhtaçlara yetiştirmeye muvaffak oluyorlar. Bu neticeye mukabil çektiğimiz zahmet bin derece ziyade olsa da ucuzdur, ehemmiyeti yoktur.

Kardeşimiz Re’fet’in mektubunda Münevvere, [aydınlanmış, nurlanmış] Nazmiye, Saim namında üç mâsumun üç ayda elif’ten başlayıp Kur’ân-ı Hakîmi [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hatmetmeye [bitirme, son verme] muvaffak olmalarından ve Kur’ân dersiyle beraber Nur hakikatlerini ve hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] mâsumâne, müştakane dinlemeleri için onları ve üstadlarını ve peder ve validelerini tebrik ediyoruz. Münevvere [aydınlanmış, nurlanmış] ve Nazmiye, Abdülbaki ve Mehmed Celâl’in Nur hizmetinde noksan kalan vazifelerini inşaallah [Allah dilerse] tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] edecekler.

Bizi ve Risale-i Nur’u çok minnettar eden kahraman Burhan‘ın [delil] mektubunda yazılan hastaya Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şifa versin ve kardeşimiz Zekâi’nin vefat eden validesine çok rahmet eylesin. Âmin.

Nur’un erkânından [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve hocalar kısmının yüzünü ak eden Nurun santralı Sabri’nin mektubunda, merhum Hafız Ali, Hasan Feyzi ve onların halefi ve vazifelerini gören Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Fuad’ın, ihtiyar ve vazifesi bitmek üzere olan bu biçare Üstadlarına bedel ömrünü feda etmek, onun yerinde çabuk berzaha [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] gitmek gibi, Sabri kardeşimiz de dördüncü olmak üzere ve ömrünü kabilse bana vermek, nefis ve kalbini ikna edip bana yazıyor. Ben, bu pek eski ve sarsılmaz ve Nurlar için hayatı çok fâideli kardeşime binler bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] deyip, bana verdiği ömrünü

287

kabul edip, ona aynen Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Fuad gibi, o bâki kalan iki ömrümü, o iki kardeşime ve o iki yeni Said’e emanet verip benim bedelime hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] ve Nuriyede hizmet etsinler.

Ve onun mektubunda, Barla medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] baş kâtibi Şamlı Hafız Tevfik‘in [başarı] halka-i tedrisinde, Sıddık Süleyman’ın mahdumu [efendi, kendisine hizmet edilen] Yusuf ve merhum Mustafa Çavuş’un ve Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] oğulları gibi Kur’ân dersiyle Kur’ân yazısını ve Nurları öğrenmesi; ve Hulûsi ve Hafız Hakkı’nın Nurları şevk ile yazmaları, Barla’ya karşı benim ümidimi kuvvetlendirdiler ve derince bir ferah ve sürur [mutluluk] verdiler. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] muvaffak eylesin. Âmin. Ve Tevfik‘e [başarı] tevfik [başarı] refik [arkadaş, yoldaş, yardımcı] eylesin. Âmin.

Sabri’nin mektubu içinde, ben Barla’da iken bana çok hizmet eden ve çok defa hatırıma gelen Sıddık Süleyman’ın hemşirezadesi Hüseyin’in mektubu beni çok sevindirdi. Hem onun hakkındaki merakımı izale [giderme] eyledi. Mâşaallah, tam Sıddık Süleyman’ın mahiyetinde eski alâkadarlığını muhafaza ediyor.

Hem, Sabri’nin mektubuyla beraber Eğirdir Cire Köyü Risale-i Nur talebelerinden Şükrü, Süleyman, Osman Çavuş’un samimî ve ciddî alâkalarını Nurlara karşı gösteren mektuplarına karşı, “Bârekâllah, [“Allah ne mübarek yaratmış”] Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizleri muvaffak etsin” deriz.

Kastamonu’nun Hüsrev’i ve Rüştü’sü olan Mehmed Feyzi ve Emin’in gönderdikleri benim Kastamonu’da kalan bir kısım risaleler emanetlerini aldım. Size gönderdiğim Asâ-yı Mûsâ‘nın [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] lûgatnamesini [kelime, sözcük] hasta olduğu halde çok güzel ve âlimâne yazan, lûgatnamenin [kelime, sözcük] başında güzel bir fıkra [bölüm] derceden [yerleştirme] ve bana da ayrı mektup yazan Risale-i Nur’un serkâtibi [baş kâtib] Mehmed Feyzi’nin, oraca çok müşkilât [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] ve mânialara rağmen harika sadakatini ve Nur’lara fâik [üstün] alâkasını, sarsılmadan imana hizmetini bir kaç cihette yapması gösteriyor ki, o küçük bir Hüsrev

288

olduğu gibi, tam bir Hasan Feyzi’dir. Fakat, ben orada iken, çok ehemmiyetli ve enaniyetli bir sofi-meşrep eski memurlardan bir zât ve gayet mühim malûmatlı, dünya ile çok alâkadar ve siyasî tüccar bir hoca, bana karşı ilişmedikleri için, ben de onları daire-i Nura celbetmeye çalışmadım, onlara da ilişmedim. Şimdi Mehmed Feyzi ise, Kastamonu’yu onların nüfuzundan kurtarıp Denizli gibi muvaffak olamıyor. Hilmi, Sadık ve Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Kureyşî gibi Nurun kahramanları da köylerde bulunduğundan, Feyzi’nin hizmeti bir derece hususî kalıyor. İnşaallah, bir vakit tam muvaffak olurlar.

Kastamonu’nun Zehra’ları, Hâcer’leri, Lütfiye’leri, Ulviye‘leri, [yüce] Necmiye’leri [kısım, durak; yıldız] başka bir sahada, hanımlar âleminde Nur hizmetinde Feyzi’ye arkadaşlık ediyorlar.

Feyzi’nin mektubunda Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] teşebbüsüyle resmî Kur’ân mektebi açılıp, en evvel Nurun mâsumları ve hususan Emin’in mahdumları [efendi, kendisine hizmet edilen] en evvel mektebe girip, en evvel onlar Kur’ân’ı hatmederek kısmen hıfza başlamaları cihetinde, onları ve pederlerini ve oradaki şakirtleri [öğrenci] tebrik ediyoruz ve o mâsumlara binler bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] deriz.

İki defa Nurun hizmeti için buraya kadar gelen kıymetli hemşiremiz Zehra’nın Medresetü’z-Zehranın kâğıt masrafına iki yüz lira vermesi, hanımlar kısmında da Hüsrev’ler, Feyzi’ler, Ahmed‘ler [çokça medhedilen, övülen] bulunduğunu gösteriyor.

Kastamonu’da, Hafız İhsan’ın imzasıyla ve Nur kahramanlarından Hilmi Bey ve Emin’in müşterek mektubunu aldım. Ben, bu iki eski ve kıymetli ve sarsılmaz ve metin [sağlam] o kardeşlerime ve İhsan’lara ve oradaki Nur şakirtlerine [öğrenci] çok hasretler ve iştiyaklarla [arzu, istek] selâm ediyorum. Ve hapiste, bizimle beraber ve bize hapiste çok hizmet eden İhsan nerededir, merak ediyorum.

Safranbolu havalisi, hakikaten Mustafa’lar ve Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Fuad ve Hıfzı (r.h.) ve Rahmi gibi harika sadakat ve alâkadarlıkla, Kastamonu’daki sekiz sene bizim Nur hizmetimizin akîm [neticesiz] kalmadığını ve Safranbolu’da parlak bir medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] olacağını maddeten ispat ediyorlar. Bu defa Mustafa Osman’ın mektubunda,

289

iki saat yakınındaki Karabük fabrikalar şehrinde bulunan yüzer genç ve işçilerde Nurlar fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapacağını bildirmekle ehemmiyetli bir müjde telâkki [anlama, kabul etme] ediyoruz.

Nurun küçük kahramanlarından Mustafa Sungur ve Rahmi’nin güzel mektuplarında, onların köylerinde Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Fuad’ın ciddî gayretiyle ders vermesi; ve Eflâni nahiyesinin, Barla nahiyesi gibi bir medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] hükmüne girdiğini ve ora ahalisi iştiyakla [arzu, istek] Nurları dinlemesi; ve yeniden iki genç muallim daha eski yazı ile Nurlara girmesi; ve çocukların, huruf-u Kur’âniyeyi [Kur’ân harfleri] öğrenmeye başlaması ile Risale-i Nur’ları da yazmaya girmeleri, büyük bir fa’l-i hayırdır. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o mâsumları muvaffak etsin ve onların üstadları ve peder ve validelerinden razı olsun. Onlar, duada mâsumlar dairesine girdiler. Başta Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Fuad, Mustafa ve Rahmi olarak, Eflâni nahiyesini tebrik ediyoruz.

Nurun küçük kahramanlarından Mustafa Sungur ve Rahmi’nin az bir zamanda, eski harfle, Mustafa Sungur’un gayet mükemmel Meyve’nin On Birinci Meselesi Hâtimesi ile ve Rahmi’nin Gençlik Rehberi’ni eski harfle güzelce yazmaları ve Kastamonu’dan gelen kitaplarım içinde bize göndermeleri, hakikaten benim için yeni biraderzadelerim [kardeş çocuğu, yeğen] bir Abdurrahman ve Fuad dünyaya gelmiş gibi beni memnun ediyor.

– 169 –

Edhem Hoca namında Balıkesir’de muhacir ve Celâleddîn-i Rûmî’nin mensuplarından, yirmi seneye yakın köy hocalığı ve çocuklara Kur’ân okutmakla meşgul ve şimdi de tam Risale-i Nur’a Balıkesir ve Kırkağaç havalisinde hizmet eden ve uzun mektubuyla korkak hocaları Nurlara dâvet eden ve cesaret veren ve Balıkesir, Kırkağaç havalisi Nur şakirtleri [öğrenci] namına “Sandıklı Alamescid Köy imamı İbrahim Edhem” imzasıyla yazdığı mektupta, çok ehemmiyetli ve güzel fıkraları [bölüm] var ve korkak hocalara tokatları var. O zâtı cidden tebrik ediyorum. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] muvaffak eylesin. Hem ona, hem mektubunda isimleri bulunan yeni ve çok Nurculara selâm ediyorum. Onun uzun mektubunu, hastalığımdan,

290

tashih ve ıslah ve tâdil edemedim. Hakkımda pek ziyade senâlarını ya kaldırmak, ya tâdil etmek lâzımdır. Lâhikaya girmek için suretini size gönderiyorum. İnşaallah Hasan Feyzi, Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Fuad muallimleri Nurlara sevk ettikleri gibi, bu gayretli kardeşimiz de hocaları Nurlara sevk edecek.

Ben Denizli Otelinde iken bana mahdumuyla [efendi, kendisine hizmet edilen] ara sıra ekmek, ateş cihetinde hizmet eden ve Tahir Çavuş’la bana mektup gönderen ekmekçi Mustafa’ya da selâm ediyorum.

Umuma binler selâm ve selâmetlerine dua ederiz.

– 170 –

[Maddî ve mânevî bir sual münasebetiyle hatıra gelen bir cevaptır.]

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Deniliyor ki: “Neden Nur şakirtlerinin [öğrenci] kuvvetli hüsn-ü zanları [güzel düşünce] ve kat’î kanaatleri, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyade şevklerine medar [kaynak, dayanak] olan bir makamı ve kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risale-i Nur’a verip, kendini çok kusurlu bir hâdim [hizmetçi] gösteriyorsun?”

Elcevap: Hadsiz hamd ve şükür olsun ki, Risale-i Nur’un öyle kuvvetli ve sarsılmaz istinad noktaları ve öyle parlak ve keskin hüccetleri [delil] var ki, benim şahsımda zannedilen meziyete, istidada ihtiyacı yoktur. Başka eserler gibi müellifin [telif eden, kitap yazan] kabiliyetine bakıp, makbuliyeti [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] ve kuvveti ondan almıyor. İşte meydanda, yirmi senedir kat’î hüccetlerine [delil] dayanıp, şahsımın maddî ve mânevî düşmanlarını teslime mecbur ediyor.

Eğer şahsiyetim ona ehemmiyetli bir nokta-i istinad [dayanak noktası] olsaydı, dinsiz düşmanlarım ve insafsız muarızlarım [itiraz eden, karşı gelen] kusurlu şahsımı çürütmekle, Nurlara büyük darbe vurabilirdiler. Halbuki o düşmanlar, divaneliklerinden, yine her nevi desiselerle [hile, aldatma] beni çürütmeye ve hakkımda teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] kırmaya çalıştıkları halde, Nurların fütuhatına [fetihler, yayılmalar] ve kıymetine zarar veremiyorlar. Yalnız bazı zaif ve yeni müştakları [arzulu, aşırı istekli] bulandırsa da vazgeçiremiyorlar.

291

Bu hakikat için, hem bu zamanda enaniyet ziyade hükmettiği için, haddimden çok ziyade olan hüsn-ü zanları [güzel düşünce] kendime almıyorum. Ve ben, kardeşlerim gibi, kendi nefsime hüsn-ü zan [güzel düşünce] etmiyorum. Hem kardeşlerimin bu bîçare kardeşlerine verdiği makam-ı uhrevî, hakikî, dinî makam ise, Mektubat’ta İkinci Mektubun âhirindeki kaideye göre, şahsıma verdikleri mânevî hediye olan kemâlâtı, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] eğer—hâşâ!—ben kendimi öyle bilsem, olmamasına delildir. Kendimi öyle bilmesem, onların o hediyesini kabul etmemek lâzım geliyor.” Hem kendini makam sahibi bilmek cihetinde enaniyet müdahale edebilir.

Birşey daha kaldı ki, dünya cihetinde hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa, daha iyi tesir eder denilebilir. Bunda da iki mâni var.

Birisi: Faraza velâyet [velilik] olsa da, bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velâyetin [velilik] mahiyetindeki ihlâs ve mahviyete [alçakgönüllülük] münafidir. [aykırı] Nübüvvetin [peygamberlik] vereseleri [varisler, mirasçılar] olan Sahabeler gibi izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve dâvâ edemezler; onlara kıyas edilmez.

İkinci mâni: Pek çok cihetlerle çürütülebilir ve fâni ve cüz’î [ferdî, küçük] ve muvakkat [geçici] ve kusurlu bir şahıs sahip olsa, Nurlara ve hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] fütuhatına [fetihler, yayılmalar] zarar gelir. Fakat bir nokta var ki, mûcib-i şükrandır: Ehl-i siyasetteki [siyaset adamları, politikacılar] düşmanlarım, mezkûr [adı geçen] hakikatleri bilmedikleri için, şerefli, izzetli [büyüklük, yücelik] Eski Said’i düşünüp mütemadiyen Nurlar bedeline benim şahsıma ihanet ve tenkis [eksiltme, değerini indirme] etmekle meşgul oluyorlar. Bazı mutaassıp enaniyetli hocaları da şahsımın aleyhine çeviriyorlar, güyâ Nurları söndürmeye çalışıyorlar. Halbuki Nurları daha ziyade parlattırmaya vesile oluyorlar. Nurlar, âdi şahsımdan değil, Kur’ân güneşinin menbaından [kaynak] nurları alıyor.

– 171 –

Alamescid Köyü hocası İbrahim Edhem’in hâlisâne mektubuyla, ehemmiyetli ve Nurun mâsum şakirtlerinin [öğrenci] o mübarek hocanın dersinden tam hisse alan ve Nur dairesine giren altı küçücük mâsumların kendi kendilerine düşünüp hocalarına

292

söyleyerek, altı pusula kendi kalemleriyle yazarak, bu ihtiyar, hasta Said’e, o mâsum mübarekler, ömürlerinden herbiri bir kısmını vermesi, hakikaten gayet medar-ı hayret [hayret sebebi] ve takdir bir hadise-i Nuriyedir. Ben dahi o mâsumların o mübarek hediyelerini kabul edip, yine o küçücük Said’lere hediye ederek, benim yerimde çalışmak için bağışlıyorum. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onları muvaffak eylesin. O küçücük Said’ler ise, işaretlerinden, İbrahim, dokuz yaşında, Mustafa on bir yaşında, Halil İbrahim on iki yaşında, Emin Yılmaz on dört yaşında, Mehmed on bir yaşında, Abdullah on iki yaşlarındadır.

Medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] kahramanlarından ve o medresenin üstad-ı mübareki, merhum Hacı Hafız’ın mahdumu [efendi, kendisine hizmet edilen] ve vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] Hafız Mehmed’in, o medresenin umum şakirtleri [öğrenci] namına yazdığı mektubunda “Nurla iştigalin, [meşgul olma, uğraşma] ölümden başka her belâya, hastalıklara bir ilâç olduğu gibi, dehşetli ölümü de, Cennetin kapısı gösterip, ehl-i imanı [Allah’a inanan] heyecanla şevke getiriyor” diye fıkra[bölüm] hakikat olduğuna pek çok hadiseler var. Mâsum mahdumu [efendi, kendisine hizmet edilen] da hafızlığa başlaması, inşaallah [Allah dilerse] muvaffak olacak, ceddinin ve pederinin mübarek hafızlık ünvanlarını daimileştirecek.

Medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] elmas kalemli kahramanlarından Mustafa Yıldız’ın, sureten [görünüş itibarıyla] kısa ve mânen uzun ve kıymetli mektubunda, medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] kahramanlarına havale edilen Sikke-i Gaybiye‘nin [Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser adı] yağlı kâğıda yazılmasını üç dört hüdhüdün mânen alkışlaması gösteriyor ki, inşaallah [Allah dilerse] Sikke-i Gaybiye [Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser adı] medrese-i Nuriyede [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] parlak bir tarzda çıkacak ve güzel fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapacak.

Kahraman Tahirî’nin gönderdiği kısa münâcât, [Allah’a yalvarış, dua] sıhhatlidir. Fakat yalnız baştaki kısmın tercümesi var. Şimdi tam tercüme etmeye halim müsaade etmiyor; aynen yazılsın. Bu kısacık münâcât [Allah’a yalvarış, dua] gösteriyor ki, enaniyet-i nefsiye ve hissiyat-ı hayatiye, Risale-i Nur’un telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] zamanında hükmetmemişler, Nurların ihlâs ve safiyetini [saf, açık ifade] bulandırmamışlar. Eski Harb-i Umumîde, [Birinci Dünya Savaşı] daima şehid olmaya muntazır [bekleyen, hazır] olduğumdan, İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsiri tam, hâlis yazıldığı gibi, bu münâcâttaki [Allah’a yalvarış, dua]

293

tam rabıta-i mevtin [her an ölümü düşünüp ahiret için çalışmak] kuvvetli tezahürü dahi, Nurların sâfi ve hâlis bir mahiyet almasına vesile olmuş, inşaallah [Allah dilerse] hissiyat-ı nefsaniye [kötülükleri emreden nefsin yönlendirdiği duygular] karışmamış.

Nurların birinci medresesi olan ve ben ruhen çok alâkadar olduğum Barla’nın ehemmiyetli genç şakirtlerinden, [öğrenci] aynen Denizli’den bana gelen Ahmed [çokça medhedilen, övülen] gibi, Mehmed gibi, bir Ahmed [çokça medhedilen, övülen] ve Mehmed buraya geldiler ki, o eski zamanda en ziyade alâkadar olduğum ve bana sekiz sene sadakatle hizmet eden Muhacir Hafız Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] Mustafa Çavuş hesabına; merhum Mustafa Çavuş’un mahdumu [efendi, kendisine hizmet edilen] Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] merhum pederi hesabına ve berber Mehmed ise, kayınpederi merhum Muhacir Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] bedeline ve Barla’daki Nur şakirtleri [öğrenci] namına yanıma geldiler. Hakikaten ben, Barla’ya ve o zamana gitmiş kadar sevindim. Mâşaallah, Barla, birinci medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] olduğunu hissetmeye başlamış. Ciddî bir intibah, [uyanış] bir alâkadarlık gösteriliyor. Hattâ eskiden Onuncu Sözü tab [basma] eden Hacı Bekir, benim orada oturduğum odayı, herbir masrafını deruhte [üstüne almak] edip, satmaktan men etmiş. Nur şakirtlerinin [öğrenci] bir misafirhanesi hükmünde muhafaza edilmesini Barla’ya haber göndermiş.

Nur santralı kardeşimiz Hoca Sabri’nin, eskiden beri onun gibi Nurcu refikasının [arkadaş, yoldaş, yardımcı] ve mübarek mahdumu [efendi, kendisine hizmet edilen] Nureddin’in (Yaşar) küçük bir mektuplarını aldım. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onlara sıhhat ve âfiyet ve saadet ihsan [bağış] eylesin. Âmin.

Gariptir ki, müstesna olarak her tarafta yağmura ihtiyaç varken, bu Emirdağına mahsus şiddetli bir yağmur ve emsali görülmemiş fındık kadar taneleri büyük ve ekinlere çok fâideli bir dolu geldi. Şimdi yanımda iki Nurcu kardeşler diyorlar ki: “Hem mu’cizatlı Kur’ân’ın gelmesi ve Afyon’dan bir nüsha Zülfikar‘ın [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] müsaderesi münasebetiyle ehemmiyetli bir hücum beklenirken, takdirle Emniyet Müdürü tarafından okunmuş. Ve üçü İsmail namında üç ehemmiyetli memurun aynı vakitte Nurlara tam şakirt [öğrenci] ve nâşir [neşreden, yayan, yayınlayan] olmaları bu yağmura vesile oldu.”

294

Çünkü şimdiye kadar çok tecrübelerle, Risale-i Nur’un serbest intişarıyla [açığa çıkma, yayılma] belâların ref’i [kaldırma] ve ona ilişmek ve susturulmakla belâların gelmesi sabit olmuş, hattâ mahkemede ispat edilmiş. Anlaşılıyor ki, bu bahar fırtınasında iki haricî, iki dahilî dört cereyan, herbiri bir maksada göre ve Nurcuların şevkine ve sa’ylerine [çalışma] ilişmek ve yüzlerini dünyaya ve siyasete çevirmek istemelerinden kuraklık başladı, inşaallah [Allah dilerse] yakında ref olur.

– 172 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bütün tarih-i beşeriyede, [insanlık tarihi] kat’iyen [kesinlikle] misli [benzer] görülmemiş ve kavm-i Lût’un başına yağan semavî taşlardan daha müthiş taşlar, dinsizlik hesabına milyonlarla ehl-i imanı [Allah’a inanan] ve mâsumları edyân-ı semaviye [vahiyle gelen semavî dinler] ve kavânin-i İlâhiye [İlâhî kanunlar] haricine dehşetli vasıtalarla sevk eden bir memleketi semavî taşlarla tokatlamasının bir mukaddemesi [evvel, önce] olarak, resmî gazetelerin kat’î haber verdikleri bir hadise-i semaviyeyi, âdetime muhalif olarak bir Nur şakirdi [talebe, öğrenci] bana haber verdi. Dedim: Yirmi beş sene gazetelerin havâdislerini merak etmedim. Fakat bu taşlar, Risale-i Nur’un dinsizlere mânevî tokatlarını temsil ettiği cihette ve beş-altı sene evvel ondan haber verdiği için o şakirde [talebe, öğrenci] dedim: “Git, yalnız o hadiseyi tamamıyla oku, tahkik [araştırma, inceleme] et.” O tahkik [araştırma, inceleme] etti, geldi. Diyor ki: “Bu baharda, Rusya’nın Vladivostok Ormanlarına, zemin yüzünde hiç emsali görülmeyen büyüklükte semadan taşlar düşmüş. Ve en büyüğü, yirmi beş metre uzunluğunda ve on metre boyundadır. Düştüğünde etrafındaki ağaçları devirmiş ve otuz kadar büyük çukurlar husule [meydana gelme] getirmiş. Tetkik edilen parçalarında demir, çelik ve başka maddeler, karışık olarak mizansız [ölçü] bulunmaktadır.”

İşte resmî gazetelerin kat’î verdikleri bu haber, bin üç yüz altmış (1360) sene evvel Sûre-i Fîl’in mu’cizâne تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ 1 cümlesiyle bin üç yüz elli dokuz (1359) tarihinde dünyayı dine tercih eden ve dinsizliği esas tutan, bir nevi medeniyet hesabına beşeri yoldan çıkaranların başlarına, ebâbil kuşları gibi,

295

semavî tayyarelerden bombalar başlarına inecek ve semavî taşlar yağdırmasına mukaddemesi [evvel, önce] olacak diye haber veriyor.

Ve فِى تَضْلِيلٍ 1 aynen bin üç yüz altmış (1360) tarihini gösterip, dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] cezası olarak kavm-i Lût’un başına gelen ahcar-ı semaviyeyi andıran semavî taşlar o tarihlerden sonra geleceğini haber verip tehdit ediyor. Ve Risale-i Nur’un “Sûre-i Fîl” nüktesine [derin anlamlı söz] ait beyanatı içinde haşiyeli [dipnot] bu cümle var:

“Evet, bu tokatlardan pürşer beşer, şirkten şükre girmezse ve Kur’ân’a tarziye vermezse, melâike [melek] elleriyle de ahcâr-ı semaviye başlarına yağacağını bu sûre bir mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ile tehdit ediyor.”

İşte bu fıkra [bölüm] doğrudan doğruya bu taşlara işareti olmasına iki emâre var.

Birincisi: Şimdiye kadar gelen semavî taşlar bir iki karış oldukları halde, böyle yirmi beş metre uzunluğunda ve on metre genişliğinde dağ gibi taşlar, elbette semavatın dinsizliğe karşı bir alâmet-i hiddetidir. Sûre-i Fîl mu’cizâne ona bakması, onun tefsiri, ona işaret etmesi, hakikattir. O hadisenin o ihbara liyakati var. Çünkü emsalsizdir.

İkinci emâresi: Bütün zemin yüzünü ve nev-i beşeri tehdit eden dehşetli bir dinsizliğin merkezlerine gelmesidir. Ve dinsizler bunu hissetmişler ki, küçücük hadiseleri ehemmiyetle neşrettikleri halde, bir iki aydır bu acip, dehşetli hadiseyi, ellerinden geldiği kadar şâşaalandırmamaya çalışmışlar.

• • •

296

– 173 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 3

Aziz sıddık kardeşlerim Tahirî, Sabri, Salâhaddin, Mehmed, Mustafa,

Evvelâ: Bu gelen şuhur-u selâsenin [üç aylar] hürmetine ve Nur şakirtlerinin [öğrenci] sadakat ve ihlâslarının hürmetine, çok ehemmiyetli hakkımda bir sebeb-i itab ve tokat bir hadiseyi tamire çalışacağız. Ve gücenmeyiniz. Şöyle ki, bu gece hiç görmediğim bir itab, bir tâzip [azap] suretinde mânevî bir şiddetli ihtar ile denildi ki:

“Dünyaya, zevke, keyfe tenezzül etmemekle Nurlardaki ihlâs ve istiğnâ[bir başkasına ihtiyaç duymama] muhafazaya mükelleftin. Ve bu asırda يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا 4 sırrıyla dünyayı dine tercih etmek ve bilerek elması şişeye tebdil [başka bir şeyle değiştirme] etmek olan hastalığa, Nur vasıtasıyla çalışmaya vazifedardın. Yüz tecrübenizle de anladın ki, insanların hediyeleri, ihsanları, [bağış] yardımları, sana dokunuyor, hattâ seni hasta ediyor. Hergün eserini, tecrübesini görüyorsun. Senin en ziyade itimad ettiğin ve Risale-i Nur’un fedakâr kahramanlarının yüzlerini Risale-i Nur’un hizmetinden ziyade kendi istirahatine çevirmeye sebebiyet verdin, ilââhir…” diye daha mânen çok söylenildi diye beni tam tekdir [azarlama] etti. Hattâ şimdi bir mânevî tokattan dahi korkuyorum. Bu hadisenin çare-i yegânesi, [tek çare] bu otomobili alan sizler ilân edeceksiniz ki, “Bu kardeşimiz Said, bunu kabul edemedi, mânevî, dehşetli bir zarar hissetti.”

İkincisi: Otomobil şimdi Konyalı Sabri’nin yanına gönderilmeli, oraya gitsin. O razı olmazsa Medresetü’z-Zehra erkânlarına [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] gitsin. Sabri merak etmesin, her ay Nurlara onun harika hizmeti bir otomobil fiyatından ziyadedir. Onun için gücenmesin.

297

Saniyen: [ikinci olarak] Kat’iyen [kesinlikle] biliniz ki, bu dehşetli itâbı gördüğümün sebebi, istirahat için bir arzu nevinde ve bir temenni tarzında, bir otomobille gezmeye gittiğim vakitte, otomobilci dedi ki: “Küçücük otomobiller çıkmış, bin lira gibi bir fiyatla satılıyor.”

Ben de temenni nevinden dedim ki: “Keşke, öyle bir emanet küçük otomobil elimize geçseydi, sair yerlerdeki Nurcu kardeşlerimi ziyaret etseydim” demiştim.

Buna hakikî ve ciddî bir karar vermemiştim. Bir arzu iken, buradaki iki has kardeşimiz, bu arzuyu ciddî bir karar zannedip bin lira değil, dört bin liraya kadar fedakârâne çalışmışlar. Buraya geldikleri vakit, yedi saat memnuniyetle telâkki [anlama, kabul etme] edip, o arzuyu bir dua-yı makbule zannettiğim halde, birden bu gecede mânevî itiraz ve itab [azarlama] gördüm. O arzumun hatâsını anladım. Hiç görmediğim bu tarz mânevî itabın [azarlama] üç sebebi var; başka vakit izah edilecek.

Bu otomobili alan beş kardeşimiz kat’iyen [kesinlikle] bilsinler ki, değil beşinin bir otomobili sadaka ve ihsan [bağış] ve hediye etmişler, belki onların hayırlı niyetleri cihetinde Risale-i Nur dairesi hizmetinde herbiri tam bir otomobil fiyatı kadar bir hediye bilfiil yapmışlar gibi mânen kabul edildiğine bana bir işaret ve kanaat var. Madem, kardeşlerim, sizin hâlisâne bu hizmetiniz hakkınızda böyle makbuliyet [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] var. Siz müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmayınız. Beni de bu mânevî itabdan [azarlama] kurtarınız. Hem benim düstur-u hayatıma, [hayat kanunu] hem Risale-i Nur’un sırr-ı ihlâsına [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] gelmek ihtimali bulunan zararı çabuk tâmir ediniz. Hem o otomobil burada kalmasın. En büyük hisseyi veren zâtın yanına gitsin. Üç ehemmiyetli sebebi izah ettiğim vakit, bu telâşımın hakikatini anlarsınız. Zaten hem şuhur-u selâse, [üç aylar] hem üç ay mühim mecmuaların çıkmasına kadar bütün dünya saltanatı verilse de bakmamaya mecburum. Şayet otomobile verdiğiniz para tam çıkmazsa, o noksanını alâküllihal [her durumda] ben herşeyimi satıp tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] etmeye karar verdim.

Umumunuza selâm. Hakkınızı bana helâl ediniz. Ben de size helâl ediyorum.

• • •

298

– 174 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye devamdadır. Bu yeni taarruzları inşaallah [Allah dilerse] akîm [neticesiz] kalacak, hem Nurun fütuhatına [fetihler, yayılmalar] yardım edecek. Şimdilik telâşsız, kanun dairesinde hakkımızdaki kanunsuz muameleyi def etmek için, bir kardeşimiz Ankara’ya gitsin. Eski partinin müfettişi Hilmi Uran ve Afyon vilâyetinin müfettişi, mebus Celâl’i ve Diyanet Riyasetinde [Diyanet İşleri Başkanlığı] Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Hamdi ve ehl-i vukuftaki [bilirkişi] Yusuf Ziya gibi zatları görsün, bize edilen kanunsuz ve keyfî muameleyi değiştirmeye çalışsın.

Hem müsadere edilen Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ve makine için mahkemeye ve zabıtaya deyiniz ki: “Bunların nüshalarının teksiri [çoğalma] hariç içindir; harice gönderilecektir.”

Madem şimalde [kuzey] üç devlet Kur’ân’ı kabul edip mekteplerinde ders vermeye başlamışlar. Ve mâdem Hindistan bu hükûmetten iki milyon liralık Kur’ân-ı Kerîm istedi.Ve madem Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] eczalarını iki sene üç mahkemeniz ve feylesof [felsefe ile uğraşan, felsefeci] âlimleriniz onları tetkik ettikten sonra ittifakla beraatimize karar verip bu kitapları takdir ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] etmişler. Ve madem bu iki kitap, Kur’ân’ın iki keskin kılıcı ve iki parlak hüccetleridir [delil] ve en muannidleri [inatçı] de teslime mecbur ediyorlar. Ve madem bu iki eser, dehşetli ve tahripçi anarşistliği yetiştiren, şimalden [kuzey] gelen dinsizlik cereyanına karşı tam mukabele [karşılama; karşılık verme] edebilir bir kuvvette olduklarına binler ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] ve ehl-i fen [bilim adamları] şehadet ediyorlar. Ve madem şimdiki hükûmet Kur’ân mekteplerini açıyor ve mekteplere dinî dersler vermeye emretmiş. Elbette, bize karşı bu muamele, emsalsiz ve keyfî bir zulüm ve vatana ve millete ve âsâyişe ve hürriyet-i vicdana [vicdan hürriyeti] bir cinayettir. Biz istemiyoruz ki dünya siyaseti bize bulaşsın. Yoksa, haberiniz olsun ki biz hakkımızı tam müdafaa edebiliriz. Bizi mecbur etmeyiniz!

299

Umumunuza binler selâm…

Benim için münasip bir vakitte cildlendirdiğiniz Asâ-yı Mûsâ‘dan [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gönderirsiniz. Hüsrev’in, vazifesini tam yaptıktan sonra gelen bu maddî zararın hiç ehemmiyeti yok. Zülfikar‘lar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] tam intişar [açığa çıkma, yayılma] etti; Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] da az zayiat olmakla beraber inşaallah [Allah dilerse] mânevî pek çok menfaati olacak. Yalnız Nurcular sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve tesanüdlerini [dayanışma] muhafaza edip telâş etmesinler, şevkleri kırılmasın.

Kardeşiniz

Said Nursî

– 175 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Madem Isparta Nur dershanesi hükmüne geçmiş ve şimdiye kadar her yerden ziyade oranın hükûmeti ve zabıtası müsamahakâr, belki dost nazarıyla Nurculara bakmış, ziyade incitmemiş. Biz dahi Isparta’nın mübarekiyeti [bereketlilik, hayırlı olma] hesabına onların bu hadisede ilişmelerinden gücenmiyoruz ve bir cihette onları da tebrik ediyoruz ki, Nurun eczalarını vazifece tetkik etmeye ve okumaya ve istifade etmeye muvaffak oluyorlar. Zaten onların hakkıdır, en evvel onlar okusunlar. İmanı kuvvetli bir zabıta veya adliye memurunun, on adam kadar millete ve vatana fâidesi olabilir. Onun için, maddî zayiatımız, bu mânevî fâideye nisbeten hiç ehemmiyeti yok. Münasip gelse, benim tarafımdan da Emniyet Müdürü ve Müddeiumumîye [savcı] selâm edip deyiniz ki: “Ben onlara beddua değil, bilâkis dua ediyorum ki: Yâ Rabbi! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Onlara iman-ı kâmil [mükemmel iman] ve hüsn-ü hâtime [güzel son] ver ve Nurlardan müstefid [faydalanan, yararlanan] yap.”

– 176 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Gerçi şimdi ayrı ayrı kasabalarda kardeşlerimi görüp, Nur hizmetinde bir cihette yardım etmek için, beş kardeşimizin benim için minnetsiz olarak aldıkları otomobil, bir cihette kırk bin lira kadar fâidesi ve lüzumu varken, kabul etmediğimden zahirî bir zarar zannedildi. Fakat neticesinde Nur şakirtlerinin [öğrenci] ellerinde

300

kat’î bir hüccet [delil] oldu ki, dünya için ilme ve dine zaruret var diye zarar veren muteriz [itiraz eden] hocaları ve siyasîleri, Risale-i Nur’un yüksek hakikati, dünyanın hiçbir menfaatine tenezzül edip âlet olmadığını kat’î bir surette bu hadise ile bir hüccet [delil] olarak onları ilzam [susturma] etmesine kuvvetli bir senet olan harika kerametinden [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] daha kuvvetli bir burhan [delil] hükmüne geçti. Hattâ çok evham eden ve Nurdan kaçan ve Nurun dünyanın hiçbir şeyine tenezzül etmediğine inanmayan, bir kısmı şimdi kemâl-i teslimiyetle [tam bir bağlılık, teslimiyet] Nurların hakikatine ve herşeyin fevkınde olduğunu teslime mecbur oluyor. Demek o zararı da, inayet-i Hak, hakkımızda ehemmiyetli bir rahmete çevirdi.Haşiye [dipnot]

– 177 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Bütün ruh u canımızla, geçmiş rahmetli [şefkatli] ve bereketli ve kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve yağmurlu Mirac-ı Şerifinizi tebrik ve emsâl-i kesiresiyle müşerref olmaklığınızı rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] niyaz ediyoruz. Ve bu sene, aynen geçen sene gibi, Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] gecesinden evvel, gecede, hiç emsali görülmemiş bir tarzda yağmurun gelmesi ve Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] Gecesi ve gündüzünde devam etmesi, kâinat ve anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] bu mübarek geceyi alkışladığına bir alâmet olduğu gibi, Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Asâ-yı Mûsâ‘nın [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] fütuhatlarına—hususan [fetihler, yayılmalar] resmî dairelerde—bir emaresi olduğuna kanaatimiz kat’îdir. Ve bu mübarek gecenin yarısına kadar şiddetli ve çalışmaya bir derece mâni bir rahatsızlık ve sancı birdenbire zâil [geçici, yok olucu] olmaları bana kanaat verdi ki, bu mübarek gecede kardeşlerim sıhhat ve âfiyetim için duaları, hakkımda makbuliyetinin [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] eseri olduğuna ve o gecenin bir miktarında ziyade hastalık cihetiyle herbir saati on

301

saat kadar sevaplı bulunmasını bir nevi mânevî müjde aldım, Allah’a şükrettim. “Erhamürrâhimîne [merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah] hadsiz şükür olsun” dedim.

Saniyen: [ikinci olarak] Nurun bir kumandanı kardeşimiz Re’fet Beyin Ankara seyahatiyle Nurlara az bir zamanda büyük bir hizmete muvaffak olduğuna şüphe yoktur. İnşaallah yakında eseri görünecek. Hususan Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] müntesipleri umumen Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmualarını takdir ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ile karşılamaları ve tenkit değil, belki himaye ve müdafaa edeceklerine söz vermeleri, çok ehemmiyetli bir hadisedir ve Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Asâ-yı Mûsâ‘ya [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] parlak bir ilânnamedir.

– 178 –

Muhterem Üstadım Efendim Hazretleri,

Kardeşimiz Müteahhit İsmail Efendi, Hilmi Beyle hususî olarak her zaman görüşmekte olduğundan, bu hususta lâzım gelen izahatın verilmesini ona havale ederek, biz doğruca Diyanet Riyasetine [Diyanet İşleri Başkanlığı] gittik. Orada, evvelâ bizim Isparta’da iken tanıdığımız müderris [medrese âlimi, hoca, profesör] Hasan Hüsnü [güzellik] Bey vardı. Kendisi Diyanet Riyaseti [Diyanet İşleri Başkanlığı] Heyet-i Müşavere âzâsındandır. Onunla hususî olarak bir müddet görüştüm ve izahat verdim. Bilâhare beraberce heyet-i müşavere odasına giderek Ankara ehl-i vukuf [bilirkişi] raporunda imzası bulunan müderris [medrese âlimi, hoca, profesör] Yusuf Ziya’yı gördüm. Baktım, Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmualarıyla, hakkımızda yazılmış olan evraklar önünde duruyordu. Yanında yer gösterdi. Mufassalan [ayrıntılı olarak] izahat verdim. Dedim:

“Sizin raporunuz ve Denizli Mahkemesinin kararı ve Mahkeme-i Temyizin [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] tasdiki varken, kitaplarımıza vuku bulan taarruz ve bizlere verilen bu sıkıntı neden ileri geliyor? Madem cumhuriyet idaresinde kanun herşeyin fevkindedir [üstünde] ve onun hükmü câri olur. Biz kanun huzurunda beraat etmişiz, bundan böyle bize ilişmemek gerektir. Bunun men’i, sizin vereceğiniz isabetli bir kararla mümkündür. Yoksa biz hakkımızı arayabiliriz” dedim.

Sonra ilâve etti: “Bu, oradaki adliye memurlarıyla zabıtanın sizin meseleye vukuf-u tâmmeleri olmadığından ileri geliyor. Şimdi evrak önümdedir.

302

Su-i tevehhüme uğramış mütalâalarına birer birer cevap vereceğim” dedi ve eserleri takdir ettiğini söyledi. Ben de Üstadımızın selâmını söyledim, bilmukabele selâm ve duanızı istediğini bildirdi.

Ondan sonra oradan ayrıldım, Diyanet Reisinin yanına girdim. Onunla da bir müddet görüştüm ve izahat verdim. Cevaben, “Ben Hoca Hazretlerini Dârü’l-Hikmetten [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] tanırım, hürmetim vardır. Kendisine selâm ve hürmetlerimi iblâğ ediniz” dedi. Ve bize, “Lâzım gelen cevabı vereceğiz; inşaallah [Allah dilerse] iyi olur” dediler. Ve bilumum Diyanet müntesipleri, eserleri takdirle karşıladılar. Bu gibi yolsuz işlerin, ancak âsâr-ı diniye mütalâasında hüsn-ü niyet [güzel niyet] taşımayarak kendi kafalarına göre mânâ vermelerinden ileri geldiğini anladım.

Ertesi gün, Mehmed Efendi kardeşimiz, Erzurum Meb’usu Vehbi Paşayı görmüş. O zât dahi “Ben Dahiliye Vekilini [İçişleri Bakanı] görüp bu hususta uzun uzadıya görüşeceğim. Üstad Hazretlerine hürmet ve selâmlarımı götürünüz” demiş. Bunun üzerine parti erkânıyla [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] görüşmeyi İsmail Efendiye havale ederek Ankara’dan ayrıldık.

Kusurlu, âciz talebeniz

 Re’fet

– 179 –

Bu şâşaalı baharınHaşiye çiçeklerini temâşâ etmek için arabayla bir iki saat geziyorum. Hiç hayatımda görmediğim bir tarzda bütün çiçekli otlar, âdetin fevkinde [üstünde] bir tarzda büyümüş, çiçekler açmış, tebessümkârâne tesbihat edip, lisan-ı hal [beden dili] ile Sâni-i Zülcelâllerinin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] san’atını takdir edip alkışlıyorlar gibi hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] hissettiğimden, hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] müştak [arzulu, aşırı istekli] hissiyatım ve gafil ve tahammülsüz