EMİRDAĞ LAHİKASI – 1. Bölüm 180-199. Mektuplar (303-330)

303

nefsim bu halden istifade ederek, dünyadan nefret ve hastalıklı ve sıkıntılı hayattan usanmak ve berzaha [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] gitmeye ve oradaki yüzde doksan dostlarını görmeye iştiyak [arzu, istek] cihetinde karar veren kalbime ve fânide bâki zevk arayan nefsime itiraz geldi.

Birden hissiyata da, damarlara da sirayet [bulaşma] eden iman nuru o îtiraza karşı gösterdi ki:

Madem toprak bu kadar cemal ve rahmet ve hayat ve zînetlere maddî cihetinde mazhar [erişme, nail olma] olmasından hadsiz bir rahmetin perdesidir ve içine giren hiçbir şey başı boş kalmıyor. Elbette bütün bu zahirî ve maddî ziynetlerin ve güzelliklerin ve hüsün [güzellik] ve cemal ve rahmet ve hayatın mânevî merkezlerinin ve bir kısım tezgâhlarının faal bir nev’i, toprak perdesinin altında ve arkasındadır. Elbette bu himayetli annemiz olan toprak altına girmek ve kucağına sığınmak ve o hakikî ve daimî ve mânevî çiçekleri seyretmek, daha ziyade sevilir ve iştiyaka [arzu, istek] lâyıktır, diye o kör hissiyatın ve dünyaperest nefsin itirazını tamamıyla izale [giderme] ve def etti.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ اْلاِيمَانِ مِنْ كُلِّ وَجْهٍ 1 dünyaperest nefsime de dedirtti.

Said Nursî

– 180 –

Aziz, mâsum evlâtlarım,

Kur’ân’ı öğrenmek için ders almaya çalışıyorsunuz. Sizin bildiğiniz yeni harfte noksanlar olduğu için, mümkün oldukça yeni harften okunmamak lâzım gelir.

Hem Kur’ân’ı okumanın fâidesi, yalnız hafız olmak ve dünyada onunla bir makam kazanmak, bir maaş almak değil; belki herbir harfi, hiç olmazsa on hayrından tâ yüze, tâ binlere kadar Cennet meyvelerini, âhiret fâidelerini vermesini düşünüp ve ebedî hayatın rahatını ve saadetini temin etmek niyetiyle okumak lâzımdır.

Evet, mekteplerde, dünya maişeti, [geçim] ya rütbeleri için fenleri ders okumak, bu kısacık dünyevî hayatta derecesi, fâidesi bir ise, ebedî hayatta Kur’ân ve

304

Kur’ân’ın kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kelimelerini ve nurlu ve imanî mânâlarını öğrenmek binler derece daha kıymetlidir. Onlar şişe hükmünde, bunlar elmas hükmündedir.

Hem peder ve validenize hakikî ve fâideli evlâtlar olabilirsiniz. Siz, mâdem mâsumsunuz, daha günahınız yok; böyle kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir niyetle okusanız, sizleri Risale-i Nur’un mâsum şakirtleri [öğrenci] içinde kabul edip umum şakirtlerin [öğrenci] dualarına hissedar olursunuz ve nurlu ve mübarek talebeler olursunuz.

Hem Üstadınızı, hem sizi, hem peder ve validelerinizi, hem memleketinizi tebrik ediyorum.

– 181 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Bütün ruh u canımızla, geçen Leyle-i Berâtınızı tebrik ediyoruz.

Saniyen: [ikinci olarak] Nurun ehemmiyetli bir kumandanı ve nâşiri [neşreden, yayan, yayınlayan] Re’fet Beyin Nur hizmeti için İstanbul’a gitmesi çok iyi, çok güzeldir. Zaten oraya onun gibi bir Nurcu lâzımdır. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] muvaffak eylesin. Âmin.

Salisen: [üçüncü olarak] Ben, ikisini Câmiü’l-Ezher [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] ulemasına, ikisini Medine-i Münevverenin Ravza-i Mutahhara [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kabri ile minberi arasındaki şerefli alan, saha] civarındaki âlimlerine, ikisini de Şâm-ı Şerif heyet-i ulemasına göndermek üzere üç Asâ-yı Mûsâ, [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] üç Zülfikar‘ı [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] hazırladım. Başlarında, evvelce Câmiü’l-Ezher [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] ulemasına hitaben size gönderdiğimiz bir mektup derc [yerleştirme] edilmiştir. Mümkün olduğu kadar çabuk göndereceğiz inşaallah. [Allah dilerse]

Rabian: [dördüncü olarak] Ben, iki cihette mânevî hizmetlerinize ve dualarınıza ve benim yerimde yapamadığım mânevî kazançlarınızın imdadıma gelmesine şiddetle ihtiyacım var.

Birinci sebep: Bütün hayatımda şimdiki kuvvetsizlik ve gittikçe ziyadeleşen zâfiyeti hissetmemiştim. Çok sıkıntılarla daimî evradlarımı [okunması âdet olan dualar] bazı da noksan olarak yapabilirim. Halbuki bu eyyam ve leyâli-i mübarekede yüz derece çalışmaya ihtiyacım var. Ve sizin şirket-i mâneviyenize [mânevî şirket, ortaklık] hissem itibarıyla yardım etmek ve dualarınıza bin derece ziyade âminlerle iştirake koşmak lâzımken, bu iktidarsızlığım, o şirket-i mâneviyeye [mânevî şirket, ortaklık] pek cüz’î [ferdî, küçük] yardım edebilir. Bunun çaresi, vazife-i Nuriyede [Risale-i Nur vazifesi]

305

benim vazifem size verildiği gibi, o şirketteki vazifeyi de sizlerin mânevî yardımlarına dayanıp haddimden ve istidadımdan [kabiliyet] pek çok ziyade bu âciz kardeşinizdeki hüsn-ü zannınıza [güzel düşünce] muvafık çalışmayı rahmet-i İlâhîden [Allah’ın rahmeti, şefkat ve merhameti] niyaz ediyorum.

İhtiyacın ikinci sebebi: Hem siz, hem bizden olmayan bir kısım zatlar, Risale-i Nur’un hakikatinden ve şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsinden [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] tezahür eden fevkalâde halleri ve neticeleri bu biçare kardeşinizden zannedildiğinden, o büyük neticelere karşı çok büyük bir iktidar, bir tahammül lâzımken, pek cüz’î [ferdî, küçük] ve şahsî çalışmam, bu hastalık ve zâfiyetle beraber, elbette beni şiddetle mânevî yardımınıza muhtaç ediyor. Ben de bu mânevî yardımlarınızı kendime koşturmak için اَجِرْنَا، اِرْحَمْنَا gibi bütün mütekellim-i maalgayr [birici çoğul şahıs, biz] tâbir edilen kelimelerde sizleri niyet ediyorum. Güya umumunuzla beraberiz gibi çalışıyorum. Ve “âmin” dediğim vakitte, bütün dualarınıza bir âmin niyet ediyorum. İnşaallah, Erhamürrâhimîn, [merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah] rahmetiyle o çok noksan ve cüz’î [ferdî, küçük] çalışmamı, büyük çalışmanıza mükemmel bir âmin hükmünde kabul eder.

Hâmisen: [râbianın altmışta biri] Sâbık [önceki, geçmiş] hadiseden vaziyetiniz ne şekilde olduğunu çok merak ederdim. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür ki, mektubunuzda Kahraman Tahirî’nin İstanbul’a makine ve kâğıt almak için gitmesi gösteriyor ki, o hadise sönüyor ve Nurların neşrine mâni olmayacak, belki başka yerlerde olduğu gibi orada da galibane fütuhatı [fetihler, yayılmalar] var, inşaallah. [Allah dilerse]

– 182 –

Ravza-i Mutahhara [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kabri ile minberi arasındaki şerefli alan, saha] عَلٰى صَاحِبِهَا اَفْضَلُ الصَّلاَةِ وَالسَّلاَمِ 1 civarındaki mübarek heyet-i ulemaya takdim edilen Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ve Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] risalesidir. Hem bir vesile-i şefaat, hem kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] yerde hayırlı dualarına mazhar [erişme, nail olma] olmak için müellifin [telif eden, kitap yazan]

306

bedeline o mübarek yerleri ve elleri ziyaret etmek için gönderilmiştir. Bu fıkra, [bölüm] yalnız Şam, Mısır ve Hind’e gidenlerden Ravza-i Mutahhara [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kabri ile minberi arasındaki şerefli alan, saha] yerinde Câmiü’l-Ezher [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] ve Şam ve Hind cemaat-i İslâmiyesine [İslâm toplumu] yazılmış. Aynen hem dört Zülfikar, [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] hem dört Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] başlarında yazdık, ikişer nüsha olarak hem Mısır Câmiü’l-Ezher, [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] hem Şam ulemasına, hem Hindistan’da iki milyon liraya mukabil Kur’ân’ları isteyen heyete gönderdik.

– 183 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ve Zülfikar, [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] ve Kur’âniye mecmualarından, münasip gördüğünüz zaman Ravza-i Mutahharanın [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kabri ile minberi arasındaki şerefli alan, saha] civarındaki ulemaya göndermekle beraber, onlara yazınız ki:

Nur Risalelerinin [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] Medresetü’z-Zehrası,Haşiye Ravza-i Mutahharanın [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kabri ile minberi arasındaki şerefli alan, saha] عَلٰى صَاحِبِهَا اَفْضَلُ الصَّلاَةِ وَالسَّلاَمِ 1 civarındaki ulemanın şefkatine çok muhtaç mânevî bir mahdumudur, [efendi, kendisine hizmet edilen] bir talebesidir, şiddetli düşmanların hücumuna mâruz kalmış bir şakirdidir [talebe, öğrenci] ve âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] daima tenvir [aydınlatma] eden sizin o büyük medresenizin küçük bir dairesi ve şubesidir. Onun için, o âlikadr üstad ve müşfik peder ve hamiyetkâr [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] mürşid-i âzam olan zatlar, bu biçare evlâdına tam mânevî yardım etmesini onların ulüvv-ü himmetinden [çok gayretli olmak, yüksek himmet sahibi olmak] bekliyoruz. O pek büyük üstadlarımıza takdim edilen iki kitap ise, bir talebe dersini ne derece anlamış diye, akşam üzeri üstadına ve babasına yazıp vermesi gibi, o iki dersimiz, o şefkatli allâmelerin [büyük âlim] nazar-ı müsamahalarına [hoşgörü bakışı] arz edilmiş” diye bir mektup yazınız ve selâm ve ihtiramlarımı [hürmet etme, saygı gösterme] ve ellerinden öptüğümü tebliğ ediniz.

Bu risalelerin müellifi Said Nursî, yirmi iki senedir inzivadadır. [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] Tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içinde bulunduğundan, halklarla görüşemez. Ancak zaruret derecesinde

307

başkalarıyla az bir zaman sohbet edebilir. Yanında hiçbir kitap bulunmaz. Bütün yazdıkları, “Yüz otuz parça risalelerin menbaları me’hazları [kaynak] yalnız Kur’ân’dır” diyor. Biz de bütün kuvvetimizle tasdik ediyoruz. Kendisi hem hasta, hem gurbette, hem perişan bir halde, bazan çok sür’atli yazdığı risalelerde sehivler [hata, yanılgı] bulunabilir diye, sizin gibi allâmelerden [büyük âlim] nazar-ı müsamaha [hoşgörü bakışı] ile bakmanızı rica [ümit] ettiğini bize söyledi. Biz de ricasını [ümit] tebliğ ederek ellerinizden öperiz.

Nur şakirtlerinden [öğrenci]

 Tahirî, Hayri, Mustafa, Sadık, Osman, Hüsrev, Tahir

– 184 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Şimalin [kuzey] İsveç, Norveç, Finlandiya, Kur’ân’ı mekteplerinde en büyük halâskâr [kurtarıcı] bir kitap olarak kabul ettikleri gibi, şimdi erkân-ı İslâmiyenin [İslâmın esasları] birincisi olan Ramazan sıyamını tutmak niyetiyle Câmiü’l-Ezhere [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi]Şimalin [kuzey] pek uzun günlerinde bir çare-i tahfifi ve tehiri yok mu?” diye sormuşlar. Demek Avrupanın yalnız o küçük hükûmetleri değil, belki siyaset mânâsı verilmemek için kendini izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmeyen, eskide büyük ve dünyanın yüksek mevkiini tutmakla beraber, gayet dehşetli bir tarzda dünyanın fena ve fâniliğini dehşetli tokatla o yüksek mertebelerin hiçe indiğini görmekle hakikî teselli, yalnız ve ancak hakaik-i Kur’âniyede [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] bulmasıyla, o küçüklerle mânen beraber tahmin edilebilir.

Evet, dünyanın mahiyeti anlaşıldıktan sonra, elbette hayat-ı ebediyeden [sonsuz âhiret hayatı] başka beşeriyetin o inkisar-ı hayal [hayal kırıklığı] yarasını tedavi edecek Kur’ân’dan başka yoktur.

– 185 –

Çok aziz ve sıddık, kahraman Sabri,

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Galip Bey gibi çok fedakârları İslâm ordusunda yetiştirsin. Bu zât, garpta, [batı] aynı şarkta Hulûsi Bey gibi imana hizmet ediyor. Tarikat cihetiyle

308

ehl-i imanı [Allah’a inanan] dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] çekmeye çalışıyor. Bu zât, eskiden beri Risale-i Nur’u görmeden Nur mesleğinde hareket etmeye çalışmış. Sonra Nurlarla münasebeti kuvvetleştiği zaman, daha ziyade hizmet edebilir. Fakat Nurun mesleği, hakikat ve sünnet-i seniye ve feraize dikkat ve büyük günahlardan çekinmek esastır; tarikate ikinci, üçüncü derecede bakar.Galip kardeşimiz, Alevîler içinde Kadirî, Şâzelî, [kural dışı] Rüfâî tarikatlerinin bir hülâsasını [esas, öz] sünnet-i seniye dairesinde Hulefa-yı [halifeler; Fahr-i Kâinat (a.s.m.) Efendimizin vekili olarak Müslümanların başkanlığını yapan ve İslâmiyeti korumak ve yaşatmakla görevli olan zâtlar] Râşidîn, Aşere-i Mübeşşereye ilişmemek şartıyla, muhabbet-i Âl-i Beyt dairesinde bir tarikat dersi vermesini düşünüyor. Hakikat namına ve imanı kurtarmak ve bid’alardan [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] muhafaza etmek hesabına ehemmiyetli üç dört fâidesi var:

Birincisi: Alevîleri başka fena cereyanlara kaptırmamak ve müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] Râfizîlik ve siyasî Bektaşîlikten bir derece muhafaza etmek için ehemmiyetli fâidesi var.

İkincisi: Hubb-u Ehl-i Beyti meslek yapan Alevîler ne kadar ifrat [aşırılık] da etse, Râfizî de olsa, zındıkaya, küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] girmez. Çünkü muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl-i Beytin adavetini [düşmanlık] tazammun [içerme, içine alma] eden küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar. Böylelerini daire-i sünnete tarikat namına çekmek büyük bir fâidedir.

Hem bu zamanda, ehl-i imanın [Allah’a inanan] vahdetine [Allah’ın birliği] çok zarar veren bazı siyasî cereyanlar Alevîlerin fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] fedakârlıklarından istifade edip kendilerine âlet etmemek için Nur dairesine çekmek büyük bir maslahattır. [amaç, yarar] Madem Nur şakirtlerinin [öğrenci] üstadı İmam-ı Ali Radıyallahu Anh’tır ve Nur’un mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt esastır; elbette hakikî Alevîler kemâl-i iştiyakla [tam bir istek ve arzu] o daireye girmeleri gerektir.

Bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır. Seyr-i sülûk[mânevî makamlarda ruh ile yapılan seyir ve seyahat] kalbî ile tarikat mesleğinde bu bid’alar [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] zamanında çok müşkilât [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] bulunduğundan, Nur dairesi hakikat mesleğinde gidip, tarikatlerin fâidesini temin eder diye o kardeşimize Ramazanını tebrik ve selâmımla beraber yazınız. O da bize dua etsin.

• • •

309

– 186 –

Safranbolu’daki hâlis kardeşlerimizden Hıfzı’nın küçük medrese-i Nuriyesi [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] olan hanesindeki küçük ve çok çalışkan mâsumları yedi yaşında Yılmaz ve on üç yaşında Hüsnü’nün [güzellik] ve onlar gibi Nura çalışan muhterem validelerinin mübarek kalemleriyle yazdıkları tebriklerini, umum Safranbolu ve Eflâni medrese-i Nuriyesi [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] namına bu Ramazan’ın bir firdevsî [cennet; eşsiz güzellikteki bahçe] teberrükü [bereket vesilesi] hesabına kabul ettik. Yılmaz’ın rüyası aynen çıkmış.

Eflâni’nin hakikaten küçük kahramanlarından Mustafa Sungur’un güzel ve samimî mektubunun bir kısmı Lâhikaya geçecek. Elhak, Mustafa Osman’ın, Mustafa Oruç ve Mustafa Sungur gibi iki namdaş ve Nur hizmetinde pek ciddî arkadaş bulması, sadakatinin ve muvaffakiyetinin [başarı] bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] hükmündedir. Hususan Safranbolu Hasan Feyzi’si olan Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Fuad’ın ve sair o mektuplarında isimleri bulunanlara birer birer selâm ve dua ediyoruz ve onların fevkalâde gayretlerini tebrik ediyoruz. Umum kardeşlerimize binler selâm ediyoruz.

– 187 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Siracü’n-Nur’un [kandil, lamba] sıhhatli, mükemmel, güzel çıkması, Medresetü’z-Zehranın gayet ehemmiyetli bir yeni dersidir ki, geniş daire-i Nuriyede [Risale-i Nur dairesi] merakla okunacaktır, inşaallah. [Allah dilerse]

Saniyen: [ikinci olarak] Kastamonu’nun Hüsrev’i Mehmed Feyzi’nin hiç sarsılmadan kemâl-i iştiyakla [tam bir istek ve arzu] Nurlara çalışması ve çalıştırılması ve okutmasını gösteren Nihad’ın ve Abdurrahman İhsan’ın mektupları gösterdiği gibi, oradan gelenler de aynı haberi veriyorlar. Tam şakirtliğini [öğrenci] yapıyor, Allah muvaffak eylesin. Âmin.

310

Ve Nurun kahramanlarından Mustafa Osman’ın Karabük’te perde altında faaliyetle Nura hizmetini ve o havalideki ve Eflâni’deki şakirtlerin [öğrenci] şevk ve gayretini Leyle-i Kadirleriyle [Kadir Gecesi] beraber tebrik ediyoruz.Haşiye [dipnot]

– 188 –

Eğer kolaysa, İstanbul’a gönderilen kitaplar buraya da uğrasa münasip olur. Benim için de yirmi otuz nüsha İstanbul’da ciltlense, bana gönderilse iyi olur. Şimdilik fiyatı elimde yoktur ki göndereyim. Hem çoklara da hediye vermeye mecbur oluyorum.

Nurların erkânlarından [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] bir iki doktor, benim hastalığımın şiddetiyle beraber o hâlis, sadık zatlara hastalık noktasından müracaat etmeyip ve ilâçlarını da yemeyip çok ağır hastalıklar içinde onlarla meşveret [danışma] etmeyerek ve şiddet-i ihtiyacım ve elemlerim içinde yanıma geldikleri vakit, hastalığa dair bahis açmadığımdan endişeli bir merak onlara geldiğinden, sırlı bir hakikati izhara [açığa çıkarma, gösterme] mecbur oldum. Belki size de fâidesi var diye yazıyorum. Onlara dedim ki:

Hem gizli düşmanlarım, hem nefsim, şeytanın telkiniyle zaif bir damarımı arıyorlar ki, beni onunla yakalayıp Nurlara tam ihlâs ile hizmetime zarar gelsin.

En zaif damar ve dehşetli mâni, hastalık damarıdır. Hastalığa ehemmiyet verdikçe, hiss-i nefs-i cisim galebe [üstün gelme] eder; “Zarurettir, mecburiyet var” der, ruh ve kalbi susturur, doktoru müstebit [baskıcı, diktatör] bir hâkim gibi yapar ve tavsiyelerine ve gösterdiği ilâçlara itaate mecbur ediyor. Bu ise, fedakârane, ihlâsla hizmete zarar verir.

Hem gizli düşmanlarım da bu zaif damarımdan istifadeye çalışmışlar ve çalışıyorlar. Nasıl ki korku ve tamah ve şan ü şeref cihetinde çalışıyorlar. Çünkü

311

insanın en zaif damarı olan “korku” cihetinde bir halt edemediler, idamlarına beş para vermediğimizi anladılar.

Sonra insanın bir zaif damarı “derd-i maişet [geçim derdi] ve tamah” cihetinde çok soruşturdular. Nihayetinde, o zaif damardan birşey çıkaramadılar. Sonra onlarca tahakkuk [gerçekleşme] etti ki, onlar mukaddesatını feda ettikleri dünya malı, nazarımızda hiç ehemmiyeti yok ve çok vukuatlarla onlarca da tahakkuk [gerçekleşme] etmiş. Hattâ bu on sene zarfında yüz defadan ziyade resmen “Neyle yaşıyor?” diye mahallî hükûmetlerden sormuşlar.

Sonra en zaif bir damar-ı insânî olan “şan ve şeref ve rütbe” noktasında bana çok elîm bir tarzda o zaif damarımı tutmak için emredilmiş. İhanetler, tahkirlerle, [aşağılama] damara dokunduracak işkencelerle dahi hiçbir şeye muvaffak olamadılar. Ve kat’iyen [kesinlikle] anladılar ki, onların perestiş [aşırı derece sevme] ettiği dünya şan ve şerefini bir riyakârlık ve zararlı bir hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] biliyoruz, onların fevkalâde ehemmiyet verdikleri hubb-u cah [makam sevgisi] ve şan ve şeref-i dünyeviyeye [dünyaya ait şeref] beş para ehemmiyet vermiyoruz, belki onları bu cihette divane biliyoruz.

Sonra bizim hizmetimiz itibarıyla bizde zaif damar sayılan, fakat hakikat noktasında herkesin makbulü ve her şahıs onu kazanmaya müştak [arzulu, aşırı istekli] olan “mânevî makam sahibi olmak ve velâyet [velilik] mertebelerinde terakki [ilerleme] etmek” ve o nimet-i İlâhiyeyi [Allah’ın kullarına verdiği nimet] kendinde bilmektir ki, insanlara menfaatten başka hiçbir zararı yok. Fakat böyle benlik ve enaniyet ve menfaatperestlik ve nefsini kurtarmak hissi galebe [üstün gelme] çaldığı bir zamanda, elbette sırr-ı ihlâsa [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] ve hiçbir şeye âlet olmamaya bina edilen hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ile şahsî makam-ı mâneviyeyi aramamak iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Harekâtında onları istememek ve düşünmemek lâzımdır ki, hakikî ihlâsın sırrı bozulmasın. İşte bunun içindir ki, herkesin aradığı keşf ü kerâmâtı [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] ve kemâlât-ı ruhiyeyi Nur hizmetinin haricinde aramadığımı zaif damarlarımı tutmaya çalışanlar anladılar. Bu noktada dahi mağlûp oldular.

312

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve gelecek Leyle-i Kadri [Kadir gecesi] herbir Nurcu hakkında seksen üç sene ibadetle geçmiş bir ömür hükmüne geçmesini hakikat-i Leyle-i Kadri şefaatçi ederek rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] niyaz ediyoruz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

– 189 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 2 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Bu aşr-i âhir-i Ramazan’da her gece, hususan tek gecelerde Leyle-i Kadrin [Kadir gecesi] bulunmak ihtimali kuvvetli olduğunu hadis-i şerif ferman ediyor. Onun için, Nurcular o nur-u âzamdan [çok büyük nur, ışık] istifadeye çalışmak gerektir.

Saniyen: [ikinci olarak] Hüsrev ve Tahirî gibi vazifelerini tam yapan ve bin Hüsrev ve beş yüz Tahirî meydanda bırakan iki kardeşimizi ve onların sisteminde bir Nurcuyu sulh mahkemesine vermek, inşaallah, [Allah dilerse] neticesinde büyük bir inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve fütuhat [fetihler, yayılmalar] olacak, hiç merak etmeyiniz.

وَعَسٰى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ 4 sırrıyla, bu hadise zulmedenlere maddî-mânevî Cehennemi ve Nurculara dünyevî-uhrevî Cenneti kazandırmaya bir sebeptir, inşaallah. [Allah dilerse]

Salisen: [üçüncü olarak] Bu mektup münasebetiyle dünkü gün yanıma gelen mühim bir resmî memura böyle söyledim ki: Eski Said’in sergüzeşte-i [bir kimsenin başından geçen hâl ve olaylar] hayatından harika üç vakıa, şimdi tahakkuk [gerçekleşme] etmiş ki, ileride çıkacak Risale-i Nur’un kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] imiş. Şöyle ki:

313

31 Mart hadisesinde Hareket Ordusunun Başkumandanı Mahmud [bütün varlıklar tarafından hamd edilen Allah] Şevket [büyüklük, haşmet] Paşa bana karşı fazla hiddetli iken ve Divan-ı Harb-i Örfîde beni muhakeme ettikleri gün, on beş adam karşımda darağacında asılı bir vaziyette Divan-ı Harb-i Örfî Reisi Hurşid Paşa benden sordu: “Sen şeriatı istedin mi? İşte şeriatı isteyenler böyle asılırlar.”

Ben de “Şeriatın bir meselesine bin ruhum olsa feda ederim” dediğim halde ve beni mahkûm etmeye pek çok esbap—muhbirlerin [sebepler] iftiralarıyla—varken, benim müstesna bir surette müttefikan [birleşerek] beraatime karar vermeleri..

Hem eski Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] nihayetinde, İstanbul’da İngilizlerin Başkumandanının eline benim İngiliz aleyhine şiddetli yazdığım Hutuvat-ı [balık] Sitte ve Başpapazına tahkirkârâne [hakaret eder şekilde] sözlerim eline geçtiği halde, beni mahvetmek yüzde yüz ihtimali varken, hiddetini geri alıp ilişmemesi…

Hem Ankara’da, divan-ı riyasetinde [başkanlık divanı, makamı] pek çok meb’uslar varken Mustafa Kemal [fazilet, olgunluk] şiddetli bir hiddetle divan-ı riyasetine [başkanlık divanı, makamı] girip, bana karşı bağırarak: “Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilâf verdin.” Ben de onun hiddetine karşı dedim: “Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.” Dehşetli bir put kırdım.

Hazır mebus dostlarım telâş ettikleri ve herhalde beni ezeceklerini tahmin ettikleri sırada, bana karşı bir nevi tarziye verip o mecliste hiddetini geri alması, âdetâ dehşetli bir kuvveti ve hakikati hissedip geri çekilmesi, ikinci gün hususî riyaset odasında, Hücumat-ı Sitte‘nin [altı hücum; şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risalesi olan Altıncı Kısım] Birinci Desise [hile, aldatma] içinde bulunan “Meselâ, Ayasofya Camii ehl-i fazl ve kemalden, ilâ âhir…” [sonuna kadar] cümlesinden başlayan, tâ İkinci Desiseye [hile, aldatma] kadar, bir saat tamamen ona söyledim.

Bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiğim halde bana ilişmemesi, hattâ taltifime [güzellikle muamele etmek] çok çalışması, kat’iyen [kesinlikle] bu üç cebbar [zorba] fevkalâde kumandanların bu üç acip hâletleri, [durum] âdeta eski Said’den korkmaları, şüphesiz ki Risale-i Nur’un, ileride kahraman şakirtlerin [öğrenci] şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] harika bir kuvveti ve Risale-i Nur’un parlak bir kerametidir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik]

314

Rabian: [dördüncü olarak] Kardeşimiz Yakup Cemal’in Denizli şakirtleri [öğrenci] namına Ramazan ve Leyle-i Kadir [Kadir Gecesi] tebrikine karşı bin bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] ve nefsine karşı mücadelesi veffakakellah ve İngiliz devletinin pâyitahtında, hatipleri kürsülerinde “Artık İngiltere’nin İslâmiyeti kabul etmesi lâzımdır” diyerek bağırdıklarını ve beşeriyetin bütün hakikî ihtiyacatını câmi olan Furkan-ı Hakîmin [doğru ile yanlışı birbirinden ayıran hikmetli Kur’ân] âyetlerini birer birer okuyup tefsir ve beyan ettiklerini, en son gazetede arkadaşların okuduklarını işitiyoruz diye o kardeşimizin bu havâdisine bin elhamdü lillâh deriz. Evet o devletin hem dünyası, hem saltanatı, hem saadeti onunla kurtulabilir.

Mübarekler pehlivanı ve Nurun büyük Abdurrahman’ı, büyük ruhlu Küçük Ali’nin Lemeat‘taki [parıltılar] muvaffakiyetine [başarı] binler bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] ve mâsum mahdumu [efendi, kendisine hizmet edilen] Nur Mehmed’in hafızlığına bin mâşaallah, veffakakellah deriz. Fakat Lem’alar [parıltılar] mecmuasında Siracü’n-Nur’a [kandil, lamba] ve Sikke-i Gaybiye [Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser adı] ve Tılsımlar’a giren parçalar mükerrer olmamak için tensibinize havale ediyoruz. Umumunuza binler selâm…

– 190 –

Hem benim şahsım hakkında desin ki: Kat’iyen [kesinlikle] bizce tahakkuk [gerçekleşme] etti ki, bu adam, altı yedi ay şiddetli hasta olduğu halde, kendi cismine nazar etmemek ve ehemmiyet vermemek için, gayet sevdiği doktorlara kat’iyen [kesinlikle] ne müracaat etti ve ne de ilâçlarını aldı.

Hem dünyaya bakmamak ve hem de hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] ihlâsına zarar gelmemek için on sene zarfında, mahkemece ispat edilmiş ki, Harb-i Umumîye [Birinci Dünya Savaşı] bakmamış, merak etmemiş. Yine siyasete ve dünyaya bir meyil [arzu, istek] uyanmamak için, yirmi beş sene bir gazeteyi dinlemedi ve okumamış, bütün kardeşlerine ve talebelerine de “Karışmayınız” diye tavsiye etmiş.

315

Hem maişetçe [geçim] yalnız ve ihtiyar olduğu halde, evham yüzünden kendisine yapılan sıkıntılara tahammül edip dünyaya bakmamış ve yirmi senedir istirahatı için hükûmete müracaat etmemiş. Zarurî bir hizmet olmadıkça kimseyi kabul etmiyor ve hiç kimsenin yardım ve ihsanını [bağış] kabul etmiyor. Ve diyor ki:

Ben, bu millet ve bu vatana en büyük, en elzem hizmet bildiğim imanlarına kuvvet vermek için Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu zamanda bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] olarak bazı hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] dertlerime deva bulduğum gibi, derhal kaleme aldım. İki sene üç mahkeme ve Ankara ehl-i vukufunun [bilirkişi] tetkikinden sonra, bu millet ve vatana hiçbir zararı olmadığına dair ittifaken beraat kararı verildiği için, bu hizmet-i imaniye [iman hizmeti] devam etmek gayesiyle arkadaşına izin vermiş ki, bazıları teksir [çoğalma] edilsin.

Hem biz bu adamdan işitiyoruz ki: Bu memleket ve millet ve hükûmet, bu eserlere şiddetle muhtaçtır. Hükûmetin erkânlarından [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] bekliyordum ki, bazıları bu eserlere sahip çıksın. Çünkü ben ölmek üzereyim; hem elim bağlı, sahip olamıyorum. İnşaallah, Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Hamdi gibi dindar, muktedir zâtlar benim bedelime sahip çıkacaklarına ümitle mütesellî [teselli bulan] oluyorum. Bu vatanın ve İslâmiyet camiasına yapacağınız bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifenizin mahkeme-i kübrâda [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] şefaatçi olmasına dua eder, hem de bilhassa o iki zâta selâm ederim.

– 191 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Leyle-i Kadirde [Kadir Gecesi] kalbe gelen pek uzun ve geniş bir hakikate pek kısaca bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Nev-i beşer, [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] bu son Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ve istibdadıyla [baskı ve zulüm] ve merhametsiz tahribatıyla ve bir düşmanın yüzünden yüzer mâsumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle [ümitsiz] ve galiplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tâmir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat [geçici] olması ve medeniyet fantaziyelerinin [aşırı süs ve lüks] aldatıcı ve uyutucu olması umuma görünmesiyle

316

ve fıtrat-ı beşeriyedeki [insanın yaratılışı, tabiatı] yüksek istidadatın, [kabiliyet] mahiyet-i insaniyesinin [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve ebed-perest hissiyat-ı bâkiye ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] aşk-ı insaniyenin heyecan içinde uyanmasıyla ve gaflet ve dalâletin, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] en sert, sağır olan tabiatın Kur’ân’ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyasetin rû-yi zeminde [yeryüzü] pek çirkin, pek gaddârâne [acımasızca] hakikî sureti görünmesiyle; elbette, hiçbir şüphe yok ki, şimalde, [kuzey] garpte, [batı] Amerika’da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşerin mâşuk-u mecazîsi [gerçek sevgiye layık olmadığı halde aşık olunan şeyler] olan hayat-ı dünyeviyesi [dünya hayatı] böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtraten beşerin hakikî sevdiği ve aradığı hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] bütün kuvvetiyle arayacak. Ve elbette, hiç şüphe yok ki, bin üç yüz altmış senede her asırda üç yüz elli milyon şakirdi [talebe, öğrenci] bulunan ve her hükmüne ve dâvâsına milyonlar ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] tasdikle imza basan ve her dakikada milyonlar hafızların kalbinde kudsiyetle [kutsal, kusursuz ve yüce] bulunup lisanlarıyla beşere ders veren ve hiçbir kitapta emsali bulunmayan bir tarzda beşer için hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] müjde verip bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla belki sarihan [açık] ve işareten on binler defa dâvâ edip, haber verip, sarsılmaz kat’î delillerle, şüphe getirmez hadsiz hüccetlerle [delil] hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] kat’iyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ders vermesi, elbette nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve mânevî bir kıyamet başlarında kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’ân’ın kabulüne çalışan meşhur hatipleri ve din-i hak[hak din] arayan Amerika’nın çok ehemmiyetli dinî cemiyeti gibi, rû-yi zeminin [yeryüzü] kıt’aları [dünyanın kara paçalarından her biri] ve hükûmetleri, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü, bu hakikat noktasında kat’iyen [kesinlikle] Kur’ân’ın misli [benzer] yoktur ve olamaz ve hiçbirşey bu mu’cize-i ekberin [en büyük mu’cize] yerini tutamaz.

317

Saniyen: [ikinci olarak] Madem Risale-i Nur o mu’cize-i kübrânın [büyük mu’cize] elinde bir elmas kılıç hükmünde hizmetini göstermiş ve en muannid [inatçı] düşmanları teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hattâ hissiyatı tam tenvir [aydınlatma] edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’âniyenin [Kur’ân hazinesi] dellâllığını [davetçi, ilan edici] yapan ve ondan başka me’haz [kaynak] ve mercii olmayan bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] bulunan Risale-i Nur o vazifeyi yapıyor ve aleyhinde dehşetli propagandalara ve gayet muannid [inatçı] zındıklara tam galebe [üstün gelme] çalmış ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında [çok büyük ve geniş daire] ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Mûsâ‘daki [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] Meyvenin Altıncı Meselesi ve Birinci ve İkinci, Üçüncü ve Sekizinci Hüccetleriyle [delil] gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi [Allah’ın birliğini gösteren nur] göstermiş. Elbette bizlere lâzım ve millete elzem, şimdi resmen izin verilen din tedrisatı [öğrenim, eğitim] için hususî dershaneler açılmasına ve izin verilmesine binaen, Nur şakirtleri, [öğrenci] mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes herbir meselesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlerinin izahı olduğu için, hem ilim,Haşiye hem mârifet, [Allah’ı tanıma, bilme] hem ibadettir. Eski medreselerde beş on seneye mukabil, inşaallah [Allah dilerse] Nur medreseleri, beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.

Ve hem hükûmet ve millet ve vatan, hem hayat-ı dünyeviyesine [dünya hayatı] ve siyasiyesine ve uhreviyesine pek çok fâidesi bulunan bu Kur’ân lemeatlarına [parıltılar] ve dellâlı [davetçi, ilan edici] bulunan Risale-i Nur’a değil ilişmek, tamamıyla terviç [revaç ve kıymet verme, değerini artırma] ve neşrine çalışmaları elzemdir ki, geçen dehşetli günahlara kefaret ve gelecek müthiş belâlara ve anarşistliğe bir sed olabilsin.

Salisen: [üçüncü olarak] Bu Ramazan-ı Şerifte, Kur’ân’ı zevk ve şevk ile okumak çok ihtiyacım vardı. Halbuki elemli hastalık, maddî ve mânevî sıkıntılar, yorgunlukla ve meşgalelerin tesiriyle telâş ettim. Birden Hüsrev’in şirin kalemiyle yazılan

318

mu’cizatlı cüzler ve Hafız Ali ve Tahirî’ye pek çok sevap kazandıran parlak ve kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Hizbü’l-Ekber-i Kur’âniyeyi birbiri arkasından okumaya başlarken öyle bir zevk ve şevk verdi ki, bütün o yorgunlukları hiçe indirdi. Hiçbir vesveseye meydan vermeyerek pek parlak bir surette ders-i Kur’âniyeyi [Kur’ân dersi] onlardan dinlerken bütün ruh u canımla arzu ettim ve kast u azmettim ki, mümkün olduğu derecede aynı Hizbü’l-Ekber-i Kur’âniye gibi fotoğrafla mu’cizatlı Kur’ân’ımızı tab [basma] edeceğiz, inşaallah[Allah dilerse]

Said Nursî

– 192 –

Bu defa Nurların galebesiyle [üstün gelme] ve mânevî fütuhatıyla [fetihler, yayılmalar] müsadere edilen kitaplarınızı Ankara’nın emriyle size iade etmeleri, büyük bir fâ’l-i hayırdır. Ve Risale-i Nur’un tam serbestiyetine bir vesile olduğu cihetle büyük bir fütuhat [fetihler, yayılmalar] ve maslahat-ı Nuriye oldu. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1

Alîl [hasta] Ali Osman ve Çilingir Ali, Nur’un pek çalışkan kardeşlerimizin tebriklerini ruh u canımızla hem bayramlarını, hem Leyle-i Kadirlerini, [Kadir Gecesi] hem harika ve kıymetli ve çok sevaplı hizmet-i Nuriyelerini [Risale-i Nur Hizmeti] tebrik ediyoruz ve muvaffakiyetlerine [başarı] ve mahfuziyetlerine [korunmuş] dua ediyoruz. Onlar, Nur dairesini ebede kadar bir cihette minnettar ettiler. Allah razı olsun, âmin.

Ali Osman, mektubunda isimleri bulunan kardeş ve hemşirelerimize birer birer selâm ve dua ediyoruz ve dualarını istiyoruz. Ve mübarek bir kardeşimiz olan Kâzım’ın ruhuna Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] binler rahmet eylesin ve kabrini pür-nur etsin. Âmin.

Ali Osman’ın mübarek kaleminin bir kerametidir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ki, gönderdiği on beş parça risalecikler, aynı vakitte Konya Medrese-i Nuriyesinin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] iki mühim şakirdi [talebe, öğrenci] geldiler, aynı o risaleler bize lâzımdır dediler, onlara verildi. Ali Osman’a daha geniş bir sahada sevap kazandıracaklar.

Umuma birer birer selâm ve dua ediyoruz.

319

– 193 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Nurun küçük kahramanlarından muallim Mustafa Sungur, hem Eflâni, hem Safranbolu, hem Kastamonu, hem İnebolu, hem Daday, hem Araç kardeşlerimizin namına bayram tebriki için yanımıza geldi. Biz de onu bir küçük Said olarak hem size, hem o kardeşlerimize maddî ve mânevî bayramlarını tebrik için gönderdik. Ve Emirdağının Süleyman Rüştü’sü olan Çalışkan Mehmed’i Siracü’n-Nur’u [kandil, lamba] almak ve harice giden kitapları anlamak niyetiyle İstanbul’a gönderdik.

Nurların muarızları, [itiraz eden, karşı gelen] her cihetle mağlûp olduktan sonra, zahiren bize hoş görünmeyen ve hakikaten Nurlara daha menfaatli bir plân takip ediyorlar. Güya Nurcuların tesanüdünü [dayanışma] kırıp, bilinmeyecek bir tarzda bazı mühim erkânlarını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] başka yerlere gitmelerine sebebiyet veriyorlar. Halbuki onların gitmesiyle tesanüd [dayanışma] kırılmadığı gibi, gideceği yerlerde lüzumları var. Ezcümle, Muharrem’i Tavas’a, Mustafa Osman’ı Karabük’e, Re’fet’i İstanbul’a gibi… Bazı kardeşlerimizi dağıtmaya sebebiyet veriyorlar. Bu kardeşlerimiz de, onlara hissettirmeyerek, güya kendi ihtiyarlarıyla gidiyorlar. Hakikat ise, hiç ihsas [hissettirme] edilmeyecek bir tarzda, tesanüde [dayanışma] zarar niyetiyle öyle zemin ihzar [hazırlama] ediliyor.

Hem bir plânları da, onların usulünce hapse müstehak olduğumuz halde hapsimize taraftar çıkmıyorlar, “Aman hapse girmesinler” diyorlar. Sebebi: Birden Denizli hapsi bir Nur medresesi olmasıyla, hem oradan başka hapishanelere gidenler oraları tenvire [aydınlatma] çalışmaları, gizli düşmanlarımızı bütün bütün şaşırttı, onun için hapisten çıkmamıza onlar da taraftar oldular.

Hem adliyeler, Risale-i Nur’un hakkaniyetine karşı bir nevi teslimiyetle, istikbalde gelecek olan şiddetli itirazdan çekinmek için çekindiler, keyfî kanunların aleyhimizdeki hükümlerini nazara almadılar. Ve muannid [inatçı] bazı dinsizler, Nurun hakikatine karşı mağlûp olup inadı terk ettiler. Gizli düşmanlar da, “Aman hapisten çıksınlar, yoksa hapishaneler Nur medreseleri hükmüne geçecek” diye, üç kısım da müttefikan [birleşerek] beraatimize taraftar çıktılar.

320

Bu da inayet-i İlâhiyenin [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] Risale-i Nur’a verdiği bir keramettir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ki, nasıl ki bu asrın en dehşetli üç büyük kumandanlarını korkutup harika bir tarzda, hem Mart hadisesinde Hareket Ordusunun Başkumandanı, hem İstanbul’un eski Harb-i Umumîdeki [Birinci Dünya Savaşı] istilâsındaki Hareket-i Milliye sırasında İstanbul’u istilâ eden dehşetli ecnebî kumandanı korkutup bize taarruz edememesi ve hem Ankara’da, divan-ı riyasetinde [başkanlık divanı, makamı] en dehşetli reisin hiddetini tarziyeye çevirmesi gibi, üç adliyenin de dokunaklı, şiddetli müdafaata karşı binler bahane tutabildikleri halde, hakperestane ve musalâhakârane, [barış yapma] ittifakla beraat kararını vermeleri, elbette Kur’ân’ın bir mu’cize-i mânevîsi olan Risale-i Nur’un bir kerametidir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] diye kat’î bu gece bir ihtar hissettim ve kaleme aldım. Fakat gayet müşevveş [dağınık, karışık] ve tashih ve ıslah edilmeden size gönderildi.

– 194 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Siracü’n-Nur’un [kandil, lamba] biri tamam, biri de bakiyesini, iki parça aldık. Yanlışları pek az. Hatâ-savabın küçük cetvelini leffen gönderiyoruz.

Saniyen: [ikinci olarak] Madem Isparta mânevî bir Medresetü’z-Zehradır ve madem o mübarek dershanedeki hükûmeti şimdiye kadar mümkün olduğu kadar müsaadekârane [müsaade eden, izin veren] davranıyor ve başta Emniyet Müdürü olarak takdirkârane [takdir eden, beğeniyi ifade eden] Risale-i Nur’a bakıyorlar. Biz, oradaki hükûmete karşı dost nazarıyla bakıyoruz; ne yaparlarsa gücenmeyiniz ve gücenmeyeceğiz.

Hem şimdiye kadar onların bize karşı az tazyikleri neticesinde ehemmiyetli hayırlar olmuş. Şimdi bir maslahat [amaç, yarar] için bütün bütün serbest olarak her tarafa neşretmek, belki “sırran tenevveret[gizli ve sır perdesi altında parlama; hizmetin gizliden gizliye yayılması] sırrına münafi [aykırı] olduğundan, bir derece ihtiyat [dikkat, tedbir] tavsiyelerinde bir hayır var.

Salisen: [üçüncü olarak] Dadaylı ehemmiyetli muallimlerden ve kıymetli Nur nâşirlerinden [neşreden, yayan, yayınlayan] Hafız Hasan’ın ve Nurcu iki mübarek mahdumlarının, [efendi, kendisine hizmet edilen] Doktor Hakkı ve Hüsnü [güzellik]

321

ve Araçlı Tahir’in ve Daday’daki Fuad gibi kıymetli kardeşlerimizin bayram tebriklerine mukabil, ruh u canımızla hem geçmiş bayramlarını, hem Nur hizmetinde sebatkârâne [sebat ederek, kararlı bir şekilde] muvaffakiyetlerini [başarı] tebrik ediyoruz. Ve mektubunu Lâhikaya geçmek için leffen gönderiyoruz.

Rabian: [dördüncü olarak] Nur kahramanlarından Re’fet kardeşimiz, kendi sisteminde gayet ehemmiyetli Abdülehad namında bir büyük hocayı, Risale-i Nur’a tam bağlı bir kardeşi İstanbul’da bulmuş. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ikisini de daima muvaffak eylesin. Âmin.

Hâmisen: [râbianın altmışta biri] Bir miktardır hiç görmediğim bir tarzda, pek şiddetli bir alâka ile, çoktan görmedikleri peder, validelerine hararetli bir iştiyakla [arzu, istek] ellerine sarılmaları gibi, iki yaşından on yaşına kadar mâsum çocuklar, faytonla gezdiğim vakit beni görünce, aynen öyle uzaktan koşup benim ellerime sarıldıklarının ne hikmeti var diye hayret ediyordum. Birden ihtar edildi ki:

Bu küçücük mâsumlar taifesi, bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile, ileride Risale-i Nur ile saadeti bulacaklarını ve tehlike-i mânevîden kurtulacaklarını, belki de içinde çokları şakirt [öğrenci] olacaklarını ve buranın maddî-mânevî havasına imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] edemediğim için menfîlere verilen serbestiyet münasebetiyle buradan gitmemekliğim için lâkayt [duyarsız] olan büyüklerin bedeline, “Bizler Nur dairesindeyiz; bizi bırakma, gitme” gibi bir mânâ var, hissettim.

• • •

322

– 195 –

 Hüve Nüktesi [derin anlamlı söz]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

Çok aziz ve sıddık kardeşlerim,

Kardeşlerim, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 3 ve قُلْ هُوَ اللهُ 4 deki ( هُو )”Hû” lâfzında, [ifade, kelime] yalnız maddî cihette bir seyahat-i hayaliye-i fikriyede, [hayalde ve düşüncede yapılan yolculuk] hava sahifesinin mütalâasıyla âni bir surette görünen bir zarif nükte-i tevhidde, [Allah’ın birliğine dair ince bir mânâ] meslek-i imaniyenin [iman yolu] hadsiz derece kolay ve vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde suhuletli [kolay] bulunmasını ve şirk ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] mesleğinde hadsiz derecede müşkilâtlı, [zor] mümteni [imkansız] binler muhal [bâtıl, boş söz] bulunduğunu müşahede ettim. Gayet kısa bir işaretle o geniş ve uzun nükteyi [derin anlamlı söz] beyan edeceğim.

Evet, nasıl ki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında, eğer tabiata, esbaba havale edilse, lâzım gelir ki, ya o kapta küçük mikyasta [ölçü] yüzer, belki çiçekler adedince mânevî makineler, fabrikalar bulunsun; veyahut o parçacık topraktaki herbir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, muhtelif hasiyetleriyle ve hayattar cihazatıyla yapmalarını bilsin, adeta bir ilâh gibi hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarı bulunsun. Aynen öyle de, emir ve iradenin bir arşı olan havanın, rüzgârın herbir parçası ve bir nefes ve tırnak kadar olan ( هُو )”Hû” lâfzındaki [ifade, kelime] havada, küçücük mikyasta, [ölçü] bütün dünyada mevcut telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize [alıcı] ve nâkileleri [iletici] bulunsun ve o hadsiz işleri beraber ve bir anda yapabilsin; veyahut o ( هُو ) “Hû”daki havanın, belki unsur-u havanın [hava maddesi] herbir parçasının herbir

323

zerresi, bütün telefoncular ve ayrı ayrı umum telgrafçılar ve radyo ile konuşanlar kadar mânevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun ve onların umum dillerini bilsin ve aynı zamanda başka zerrelere de bildirsin, neşretsin. Çünkü, bilfiil o vaziyet kısmen görünüyor ve havanın bütün eczasında o kabiliyet var. İşte, ehl-i küfrün ve tabiiyyun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] ve maddiyyunların mesleklerinde, değil bir muhal, [bâtıl, boş söz] belki zerreler adedince muhaller ve imtinâlar ve müşkilâtlar [zor] âşikâre görünüyor.

Eğer Sâni-i Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] verilse, hava bütün zerratıyla [atomlar] O’nun emirber [emre hazır] neferi olur. Birtek zerrenin muntazam birtek vazifesi kadar kolayca, hadsiz küllî vazifelerini Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] izniyle ve kuvvetiyle ve Hâlıka intisap [bağlanma] ve istinad ile ve Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] cilve-i kudretiyle [Allah’ın kudretinin yansıması] ve bir anda, şimşek sür’atinde ve ( هُو )”Hû” telâffuzu ve havanın temevvücü [dalgalanma] suhuletinde [kolaylık] yapar. Yani, kalem-i kudretin [Allah’ın kudret kalemi] hadsiz ve harika ve muntazam yazılarına bir sahife olur. Ve zerreleri, o kalemin uçları; ve zerrelerin vazifeleri dahi, kalem-i kaderin [kader kalemi] noktaları bulunur. Birtek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalışır.

İşte, ben لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 ve قُلْ هُوَ اللهُ 2 deki hareket-i fikriye [fikir hareketi, fikir akımı] ile seyahatimde hava âlemini temâşâ ve o unsurun sahifesini mütalâa ederken, bu mücmel [kısa, kısaca] hakikati tam vazıh [açık, âşikar] ve mufassal, [ayrıntılı] aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] müşahede ettim. Ve ( هُو )”Hû”nun lâfzında, [ifade, kelime] havasında böyle parlak bir burhan [delil] ve bir lem’a-i Vâhidiyet [Allah’ın birliğini gösteren parıltı] bulunduğu gibi, mânâsında ve işaretinde gayet nuranî bir cilve-i Ehadiyet [Allah’ın birliğinin herbir şeyde görünmesi] ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid [Allah’ın birliğini gösteren kesin delil] ve “( هُو )’Hû’ zamirinin mutlak ve müphem [belirsiz] işareti hangi Zâta bakıyor?” işaretine bir karine-i taayyün [belirtme işareti, “O” zamirinin Allah’a işaret etmesi] o hüccette [delil] bulunması içindir ki, hem

324

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] hem ehl-i zikir, [Allah’ı sürekli olarak zikredenler, ananlar] makam-ı tevhidde [tevhid makamı, kalben Allah’ın birliğinin hissedildiği hal] bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kelimeyi çok tekrar ederler diye, ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile bildim.

Evet, meselâ bir nokta beyaz kâğıtta iki üç nokta konulsa karıştığı; ve bir adam, muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasıyla şaşıracağı; ve bir küçük zîhayata [canlı] çok yükler yüklenmesiyle altında ezildiği; ve bir lisan ve bir kulak, aynı anda müteaddit [bir çok] kelimelerin beraber çıkması ve girmesi, intizamını bozup karışacağı halde, aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] gördüm ki, ( هُوَ ) “Hüve“nin [“O”, Allah] anahtarıyla ve pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda, herbir parçası, hattâ herbir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya konulabileceği halde karışmadığını ve intizamını bozmadığını; hem ayrı ayrı pek çok vazifeler yaptığı halde hiç şaşırmadan yapıldığını; ve o parçaya ve zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde hiç zaaf [zayıflık, güçsüzlük] göstermeyerek, geri kalmayarak intizamla taşıdığını; hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, mânâda o küçücük kulak ve lisanlara kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] gelip, çıkıp, hiç karışmayarak, bozulmayarak o küçücük kulaklara girip o gayet incecik lisanlardan çıktığı; ve o her zerre ve her parçacık, bu acip vazifeleri görmekle beraber, kemâl-i serbestiyetle, [tam serbestlik] cezbedârâne, [kendinden geçerek] hal diliyle ve mezkûr [adı geçen] hakikatin şehadeti ve lisanıyla لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 ve قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ 2 deyip gezer ve fırtınaların ve şimşek ve berk [şimşek] ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde intizamını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor ve bir iş diğer bir işe mâni olmuyor; ben aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] müşahede ettim.

Demek, ya herbir zerre ve herbir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrâta [atomlar] hâkim-i mutlak [herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan] bir hassaları bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medar [kaynak, dayanak] olabilsin. Bu ise zerreler adedince muhal [bâtıl, boş söz] ve bâtıldır. Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez. Öyle ise, bu sahife-i hava, [hava sayfası] hakkalyakin, [bizzat yaşamak suretiyle, kesin bilgiye ulaşma] aynelyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] derecesinde bedahetle, [ap açık bir şekilde] Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] hadsiz, gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] ilmi ve hikmetle çalıştırdığı

325

kalem-i kudret [Allah’ın kudret kalemi] ve kaderin mütebeddil [değişken] sahifesi ve bir Levh-i Mahfuzun [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] âlem-i tagayyürde [değişken âlem] ve mütebeddil [değişken] şuûnâtında [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] bir Levh-i Mahv, İsbat [bir şeyin yıkılıp tekrar kuruluşunu gösteren manevî levha, yaz boz tahtası] namında yazar bozar tahtası hükmündedir.

İşte, hava unsuru yalnız nakl-i asvat [seslerin nakli, iletimi] vazifesinde mezkûr [adı geçen] cilve-i vahdâniyeti [Cenab-ı Allah’ın birlik görüntüsü] ve mezkûr [adı geçen] acaibi gösterdiği ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hadsiz muhaliyetini [imkansızlık] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiği gibi; unsur-u havaînin [hava maddesi] sair ehemmiyetli vazifelerinden biri de elektrik, câzibe, dâfia, [def eden, uzaklaştıran] ziya gibi sair letâifin [duygular] naklinde şaşırmadan, muntazaman, asvat [sesler] naklindeki vazifeyi gördüğü aynı zamanda bu vazifeleri dahi gördüğü aynı zamanında, bütün nebatat [bitkiler] ve hayvanata teneffüs ve telkih [aşılama] gibi hayata lüzumu bulunan levazımatı [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] yetiştiriyor. Emir ve irade-i İlâhiyenin [Allah’ın iradesi, dilemesi] bir arşı olduğunu kat’î bir surette ispat ediyor. Ve serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık, hedefsiz esbab [sebebler] ve âciz, câmid, [cansız] cahil maddeler bu sahife-i havaiyenin [hava sayfası] kitabetine [yazım] ve vazifelerine karışması hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını aynelyakin [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesinde ispat ettiğini kat’î kanaat getirdim. Ve herbir zerre ve herbir parça lisan-ı hâl [hal dili] ile لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 ve قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ 2 dediklerini bildim. Ve bu ( هُوَ ) “Hüve[“O”, Allah] anahtarıyla havanın maddî cihetindeki bu acaibi gördüğüm gibi, hava unsuru da bir ( هُو )”Hû” olarak âlem-i misal [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] ve âlem-i mânâya [maddî gözle görünmeyen mânevî âlem] bir anahtar oldu.

Mütebakisi [geri kalan kısım] şimdilik yazdırılmadı. Umuma binler selâm.

Kardeşiniz

Said Nursî

326

– 196 –

Kardeşlerim,

Merak etmeyiniz ve Nurun fevkalâde perde altındaki fütuhatına [fetihler, yayılmalar] kanaat ediniz. Şimdiye kadar hiçbir eserin böyle ağır şerait altında bu derece tesirli intişarını [açığa çıkma, yayılma] tarih göstermiyor.

Hem tam serbestiyet verilmemesinin sebebi ve hikmeti: Nurların fevkalâde kuvvetinden korkuyorlar. Belki sarsıntı verecek diye, tam takdir ve kabul etmekle beraber, şimdilik resmen intişarından [açığa çıkma, yayılma] telâş ettiklerini, Diyanet Reisi büyük reisle görüşmesinden haber alınmış. Eski gibi hücum yok; belki musalâha [barış yapma] istiyorlar. Fakat Nurlar lehinde [tarafında] kuvvetli cereyanlar, inşaallah [Allah dilerse] o telâşı, iştiyakla [arzu, istek] resmen neşrine çevirecek. Hem çok enaniyetliler, eserlerini terviç [revaç ve kıymet verme, değerini artırma] etmek için, Nurların meydana çıkmalarına kıskanmak damarıyla taraftar olmuyorlar. Merak etmeyiniz, Nur galebe [üstün gelme] edecek.

– 197 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Medresetü’z-Zehranın yirmi derslerini ve hediyesini aldım. Ona mukabil, Darü’l-Hikmette vazife-i ilmiyede iken tayınatım [erzak, yiyecek] olan, elime verilen ve o zaman tab [basma] ettiğim risalelerin masrafından fazla kalan ve onunla hacca gitmek niyet ettiğim ve yirmi otuz seneye yakın bir zamanda benim ihtiyat [dikkat, tedbir] erzakım bulunan doksan banknot—ki, nazarımda bin banknot kadar kıymeti vardı—Medresetü’z-Zehranın kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] derslerine medar [kaynak, dayanak] olmak için, Nurun ehemmiyetli bir nâşiri [neşreden, yayan, yayınlayan] ve Hafız Ali’nin (r.h.) çalışkan bir vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] Hafız Mustafa (r.h.) ile size gönderdim. Bu yeni derslerin fiyatı, aynı Siracü’n-Nur [Nur Lambası; Risale i Nur] ve Sikke-i Gaybiye [Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser adı] gibi, benim hakkımda yedi buçuk lira olsun. Çünkü ben çoklara hediye vermeye mecbur oluyorum. Bununla beraber, herbir ders ve nüshayı Medresetü’z-Zehranın erkânlarından [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] bin hediye hükmünde kabul ediyorum.

327

Saniyen: [ikinci olarak] Risale-i Nur, hacılarla hariç âlem-i İslâma [İslâm âlemi] yayılıyor, kendi kendini lâyık ellere yetiştiriyor. Ve Şam’a el yazısı ile gönderdiğimiz Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ve Zülfikar‘ı [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] heyet-i ilmiye on beş gün tetkik etmiş, tam takdir etmelerine alâmet olarak demişler: “Biz bunu mecmualar halinde kısım kısım tab [basma] edelim.”

Hem bunu birden tab [basma] etmeye çok para lâzım. Hem bunu şimdi birden Arabîye tercüme etmek uzun zaman lâzım; imkân olmuyor. Onun için, oradaki eski talebem ve yeni gönderdiğim şakirt, [öğrenci] kitabı onların elinden kurtarmaya çalışmışlar ki, para kazanmak için tab etmemişler. O kardeşlerim, kendi ellerinde müştaklara [arzulu, aşırı istekli] okutturuyorlar. Halbuki ben, tab [basma] etmek için iznim yoktu. Şimdi zamanı değil. Hem Arabîye çevirmek, Mısır ulemasının iştirakiyle ehemmiyetli ve yüksek bir heyet-i ilmiye lâzım. Her neyse, acele edilmiş.

Salisen: [üçüncü olarak] Harice göndermek için İstanbul’a gönderdiğimiz bir kısım nüshalar daha gönderilmemesinin sebebi, hacca gitmek için pek çoklar rağbet göstermediklerinden ve “Hududa fazla dikkat ediliyor ve bir bahaneyle çevriliyor” diye, elinde olan emanet bulunan, hacca gidecek olan zât, bize yazmış ki: “Bunu postayla doğrudan doğruya Mekke-i Mükerreme’de Mehmed Ali Mâliki, Vaziye Mahalle-i Şâmiye adresiyle gönderilsin” diye münasip görmüş; onu, bahaneyle hududdan çevrilmemek için beraber götürmemiş. Çok da isabet olmuş. Çünkü, benim ve Nur şakirtlerinin [öğrenci] namına şimdi bu mecmuaları göndermek, her halde inkişafa [açığa çıkma] başlayan İslâm birlik fikri ve ittihad-ı İslâm siyaseti, Risale-i Nur’u kendine bir kuvvet, bir âlet yapmaya çalışacaktı ve bizleri siyaset-i İslâmiyeye [İslâm siyaseti, idaresi] bakmaya mecbur edecekti. Halbuki Risale-i Nur’un mesleğindeki sırr-ı ihlâs; [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] iman, Kur’ân hakikatlerinden başka hiçbir şeye âlet, tâbi olmadığı; hem müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakikî ihtiyacını hissedip ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur’u aramasının lüzumu; halbuki gönderilecek o mübarak merkezler, şimdilik Nurlara hakikî ihtiyacını değil, belki âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] hayat-ı dîniyesine ait cihetlerinden düşünmeye mecbur olması; hem Nur mesleğinde benlik ve gösteriş bir nevi şöhretperestlik, merdud olduğundan, bu enaniyet zamanında insanlara kendini satmaya çalışmak ve beğendirmek, bir anda Nur şakirtleri [öğrenci] böyle büyük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mevkilere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihetiyle, kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] Nur şakirtlerini [öğrenci] tam ihlâsın muhafazası için şimdilik müsaade etmiyor.

328

Rabian: [dördüncü olarak] Kahraman ve sadakatte hiç sarsılmadan ve kardeşiyle mâsum olmalarıyla ve az zamanda pek çok kıymetdar hizmet eden Süleyman Rüştü’nün dünyada, âhirette Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onu mânevî ve maddî ticaretinde daima onu ihsanına [bağış] mazhar [erişme, nail olma] eylesin. Âmin.

Hâmisen: [râbianın altmışta biri] Hüve [“O”, Allah] Nüktesi [derin anlamlı söz] pek ince, gerçi çok mücmel [kısa, kısaca] ve muhtasar [kısa] olmuş, fakat herkes ondan pek kuvvetli bir nur-u imanî [iman aydınlığı] hissedebilir diye size gönderildi. Fakat o nüktenin [derin anlamlı söz] âhirlerinde “Her zerre, cezbedârâne [kendinden geçerek] hal diliyle لاَ اِلٰهَ إِلاَّ هُوَ * قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ 1 deyip gezer” cümlesine, “hal diliyle ve mezkûr [adı geçen] hakikatin şehadeti ve lisanıyla” kelimeleri ilâve edilecek. Bu Hüve [“O”, Allah] Nüktesi [derin anlamlı söz] ile Yirmi Dokuzuncu Mektubun Beşinci Kısmı olan اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ 2 âyeti münasebetiyle bir seyahat-i hayaliye [hayalî yolculuk] ve yine Yirmi Dokuzuncu Mektubun Birinci Kısmında yalnız nûn-u na’büdü kapısıyla cemaat sırrını gösteren seyahat-i hayaliye [hayalî yolculuk] dahi beraber Sikke-i Gaybiye‘nin [Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser adı] âhirine veyahut münasip gördüğünüz yere konulsun. Eğer inâyat Sikke-i Gaybiye‘ye [Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser adı] konulmamış ise, onun da bir hülâsasını [esas, öz] derc [yerleştirme] edilmesini size havale ediyorum.

– 198 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Mesmuatıma [duyulanlar, işitilenler] nazaran, Şemsi ve isimlerini söylemeyi münasip bulmadığımız müellifler, [telif eden, kitap yazan] Zülfikar‘dan [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve sair Risale-i Nur’dan bazı kısımları kendi namlarına neşretmelerine razıyım ve helâl ediyorum ve memnun olurum. Onlar da Nurun şakirtleridirler, [öğrenci] bu surette Nurları neşrederler. Yirmi seneden beri çoklar, hattâ büyük hocalar eserlerinde ve müellifler [telif eden, kitap yazan] de Nurun meselelerinden çoklarını almışlar ve alıyorlar. Hattâ değil böyle dost zatları, belki resmî makamları bulunan ve eserler yazan ve Nurların intişarlarına [açığa çıkma, yayılma] taraftar olmayan ve eserleri revaç [değer, kıymet]

329

bulmak niyetiyle Nurun neşrine mâni olanları dahi helâl ediyoruz. Çünkü onların men’leri başka bir tarzda ve daha fâideli intişarına [açığa çıkma, yayılma] ve fütuhatına [fetihler, yayılmalar] vesile oluyorlar.

Ben, hal-i hâzıra bakmadığım için bilemiyorum. İstemeyerek işittim ki, eser yazan ve Nurdan çalan resmî büyük zatlar diyorlar: “Risale-i Nur’u okuyabilirsiniz, başkasına vermeyiniz.” Güya Nurlar onların eserlerini setrettirecek! [örtme] Halbuki Nurlar, o eserlerdeki hakikatleri tasdik eder, onlara kuvvet ve revaç [değer, kıymet] verir. İnşaallah bir zaman onlar resmen neşrine mecbur olacaklar. Fakat İzmirli hâkimin dediği gibi, “Risale-i Nur gizlenmiyor ve başka kitaplara benzemiyor ve temellük [sahiplenme] edilmiyor. Nerede bulunursa bulunsun, ben Nur’dan gelmişim” der.

Hem Risale-i Nur’un sekiz senedir en mühim parçaları İstanbul’a gidiyordu ve kemâl-i şevkle [tam bir istek ve arzu] müellifler [telif eden, kitap yazan] okuyorlardı. Esasen Risale-i Nur ise, ona şakirt [öğrenci] olmak şartıyla, herkesin kendi malı gibidir.

Isparta’dan hacca giden ve benim bedelime dahi mânen hac etmeyi vaad eden o mübarek kardeşlerimizi has şakirtler [öğrenci] dairesinde bütün mânevî kazançlarımıza hissedar etmeye karar verdik. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onları iki cihanda mes’ut eylesin. Âmin.

Medresetü’z-Zehranın bana gönderdiği bu defaki Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] fiyatından kalan altmış banknotu yakında göndereceğim

Hem Nur Ticarethanesini tebrik ediyorum. İnşaallah, yakın zamanda muhaberemiz Nur Ticarethanesi sahibi vasıtasıyla olacak. Umuma birer birer selâm.

– 199 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Rehber’den yüz tanesini nâşirlerinden [neşreden, yayan, yayınlayan] elli banknota aldım ve kendi Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] nüshalarımdan sattığımdan onlara verdim. Bana son gönderdiğiniz Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] fiyatından borcum kalan altmış banknotun yerine size gönderdim. Yirmi-otuz tanesi Medresetü’z-Zehranın dahilinde ve mütebakisi [geri kalan kısım] Denizli, Milas, Burdur, Antalya, Aydın, İzmir gibi yerlere tensip ettiğiniz miktarda

330

gönderirsiniz. Asıl bunun ehemmiyetli hakikî fiyatı, alan adam hiç olmazsa on adama okutmaktır. Çünkü nüshaları azdır.

Saniyen: [ikinci olarak] Mahkemedeki müdafaatınızı beğendim, güzeldir. Teşrin 22’ye tehiri de hayırlıdır. Zaten onların elindeki kısmı, resmî adamların bir cihette hisseleridir, okusunlar. Okumasalar da, yakınlarında dairelerinde bulunması ve onlar vazifeten onların hakaikiyle [doğru gerçekler] mücmelen [kısa, kısaca] meşgul olması, mânevî ders alıyorlar, hiç merak etmeyiniz. Nurların inkişafı [açığa çıkma] ve fütuhatı [fetihler, yayılmalar] gittikçe ziyadeleşiyor, resmî adamların çoklarını içine alıyor. Resmî memurlara bir merak düşmüş, arıyorlar. Buldukları vakit, tokadını yedikleri halde elini öpüyorlar.

Salisen: [üçüncü olarak] Küçük Isparta’nın kahramanlarından Küçük İbrahim’le Salih’in mektupları, beni fevkalâde mesrur [mutlu] eyledi. Bin bârekâllah! [“Allah ne mübarek yaratmış”] O iki kardeşimiz, o havalideki ehemmiyetli kardeşlerimizi ziyaret edip sıhhat ve selâmetlerini yazdıkları gibi, Karadeniz sahillerinde Ordu, Sinop, Gerze, Ayancık, [aşikâr, belli] Bartın, Zonguldak gibi yerler Nurlarla münevver [aydın] olduklarını ve İstanbul’un Üsküdar tarafından Nurcu vâiz [nasihat veren] hocalar Nura çalıştıklarını ve Gerze’den mühim bir ticaret ve gayet Nurlara müştak [arzulu, aşırı istekli] ve Nurlara tam çalışmaya azmeden bir yeni kardeşimizin güzel mektubunu aldık. İbrahim’le Salih’i ve o zâtı çok selâmımızla beraber tebrik ediyoruz, muvaffakiyetlerine [başarı] dua ediyoruz.

Rabian: [dördüncü olarak] Alamescid imamı faal kardeşimiz İbrahim Edhem’in kendi sisteminde tam Nurcu olarak bulduğu vaiz Ali Şentürk’ün ve vâiz [nasihat veren] Osman Nuri’nin samimî ve fedakârane ve Nur hizmetinde azimkârane mektuplarında arzu ettikleri tarzda has şakirtler [öğrenci] dairesinde kabul olmuşlar. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onları muvaffak eylesin. Âmin. Ali Şentürk’ün mektubunda ismi bulunan müfti-i belde Ali Rıza’ya pek çok selâm edip Ali Rıza namındaki çok ehemmiyetli kardeşlerimizin içinde Nur dairesine girdiğini ve çoklara hüsn-ü misal [güzel örnek] olacağını tebliğ ediniz.

Umuma binler selâm.