EMİRDAĞ LAHİKASI – 1. Bölüm 40-59. Mektuplar (104-134)

104

Sakın, sakın, hiç kederlenmeyiniz, merak etmeyiniz, hem telâş etmeyiniz, hem bana acımayınız. Şeksiz [şüphesiz] şüphesiz, inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] perde altında bizi muhafaza etmekle عَسٰۤى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ 1 âyetine mazhar [erişme, nail olma] etsin.

Onların o plânları da yine akîm [neticesiz] kaldı. Fakat bu vilâyette, doğrudan doğruya büyük bir makamdan kuvvet alıp şahsımla uğraşanlar var. Eğer mümkün olsa, buranın havasıyla hiç imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] edemediğim cihetini vesile edip, münasip bir yere naklime, Denizli Mahkemesini ve Ankara Temyiz Mahkemelerini vasıta yapıp çalışmak lâzım geliyor. Ben kendim yapamadığım için, benden, bana daha ziyade alâkadar Denizli dostları teşebbüs etseler iyi olur. Hiç olmazsa oranın hapsine, bir daha bahaneyle beni alsınlar.

Said Nursî

– 40 –

Aziz, sıddık, çok mübarek, çok faal, çok hâlis, çok kıymettar kardeşim Hüsrev,

Senin bayramın ikinci gününde elime geçen mektubun bir güvercin haber veriyor gibi geldiği aynı günde beni çok müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] eden hadise-i taarruziyeden neş’et [doğma] eden elemlerime, kederlerime bir merhem, bir ilâç hükmüne geçti, bu mânâyı hatıra getirdi: “Sana ihanet eden ehemmiyetsiz adamlara karşı, Gül ve Nur fabrikasının kahramanlarının hârikulâde hürmet ve ihtiramları [hürmet etme, saygı gösterme] varken, böyle bir iki vicdansızın hakaretine değil, milyonlarca düşmanların ihanetlerine karşı gelebilir ve hükümden iskat [düşürme] edebilir” diye kalbime geldi. Fakat kendi şahsıma baktım ki, kurumuş, çürümüş, vazifesi bitmiş bir hurma çekirdeği hükmünde iken, Risale-i Nur bahçesinde bir derece o çekirdekten tezahür eden meyvedar, muhteşem koca bir ağaç nazarıyla baktığınızı gördüm. Sizin fevkalâde hüsn-ü zannınız [güzel düşünce] o ağaçtan ileri geldiğini ve çekirdeğin de bir cihette, bir nevi vesile olduğu cihetinde hüsn-ü zanna [güzel düşünce] mazhar [erişme, nail olma] olmuş gördüm.

O mektubun birinci sahifesi güzeldir; ben de iştirak ediyorum. İkinci sahifede birkaç yerde kalem karıştırdım, tâdil ettim. Ezcümle: Hazret-i Hasan

105

Radıyallahu Anhın altı aylık hilâfetiyle beraber Risale-i Nur’un Cevşenü’l-Kebîrden ve Celcelûtiyeden aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilâfetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i [hakkı ve doğruyu yayma] imaniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünkü, adalet-i hakikiye [gerçek adalet] ile bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidatta [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] bulunan, Risale-i Nur’dur ve onun şahs-ı mânevîsi, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın bir muavini, bir mütemmimi, [tamamlayan, tamamlayıcı] bir mânevî veledi [çocuk] hükmündedir diye senin mektubunu tâdil ettim. Buna kıyasen, sana vekâleten bir iki yerde kalem karıştırdım. Fakat aynı günde mahkeme, kitaplarım içinde bana teslim ettikleri mektuplar, müsveddeleri ve onların üstünde yeşil kalemle işaretlerine göre çok ehemmiyet verdikleri o müsveddeler içinde bu size yazdığım noksan bir parçayı gördüm, fesübhânallah [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] dedim. Mektubuna benimle cevap ver diye mânâsını aldım. Belki bu parça lâhikaya girmiş; ben de size aynını yazıyorum.

Parça budur:

“Benim çok kusurlu şahsıma hüsn-ü zanla [güzel düşünce] verdiğiniz makamlar cihetinde değil, belki vazifeye, hizmete bakıp o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusurat [kusurlar] ile âlûde [bulaşmış, karışmış] mâhiyetim, benden kaçmaya bir vesile olur. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için, şahsiyetime karşı haddimin pek fevkınde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız. Ben, size nisbeten kardeşim; mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben, sizin kusuratıma [kusurlar] karşı şefkatkârâne [şefkat dolu] dua ve himmetinize [ciddi gayret] muhtacım; benden himmet [ciddi gayret] beklemeniz değil, bana himmet [ciddi gayret] etmenize istihkakım [hak edilen pay] var. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ihsan [bağış] ve keremiyle, [cömertlik] sizlerle, gayet kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana [Allah’a inanan] menfaatli bir hizmette, taksim-i mesai

106

kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden [dayanışma] hasıl olan bir şahs-ı mânevînin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı, [doğru yol gösterme] bize kâfidir.

“Madem bu zamanda, herşeyin fevkinde [üstünde] hizmet-i imaniye [iman hizmeti] bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifedir. Hem kemiyet, [çokluk] keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır. Hem muvakkat [geçici] ve mütehavvil [değişken] siyaset daireleri, ebedî, daimî, sabit hizmet-i imaniyeye [iman hizmeti] nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas [ölçü] olmaz. Risale-i Nur’un tâlimatı dairesinde bize bahşettiği feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddimden fazla fevkalâde hüsn-ü zan [güzel düşünce] ile müfritâne [çok aşırıya kaçarak] âlî [yüce] makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve müfritâne [çok aşırıya kaçarak] irtibat ve ihlâs lâzımdır; onda terakki [ilerleme] etmeliyiz. Elhak, bunda tam terakki [ilerleme] etmişsiniz.” (Parça bitti)

– 41 –

Aziz, sıddık, sebatkâr, [sebat eden] muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] kardeşlerim,

Hem maddî, hem mânevî, hem nefsim, hem benimle, temas edenler gayet ehemmiyetli benden suâl ediyorlar ki: “Neden herkese muhalif olarak, hiç kimsenin yapmadığı gibi, sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun, istiğna [ihtiyaç duymama] gösteriyorsun? Ve herkes müştak [arzulu, aşırı istekli] ve talip olduğu ve Risale-i Nur’un intişarına, [açığa çıkma, yayılma] fütuhatına [fetihler, yayılmalar] çok hizmet edeceğine o Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] hasları müttefik oldukları ve senden kabul ettikleri büyük makamları kabul etmiyorsun, şiddetle çekiniyorsun?”

Elcevap: Bu zamanda ehl-i iman [Allah’a inanan] öyle bir hakikate muhtaçtırlar ki, kâinatta hiçbirşeye âlet ve tâbi ve basamak olamaz; ve hiçbir garaz ve maksat onu kirletemez; ve hiçbir şüphe ve felsefe onu mağlûp edemez bir tarzda iman hakikatlerini ders versin. Umum ehl-i imanın [Allah’a inanan] bin seneden beri teraküm etmiş dalâletlerin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.

107

İşte bu nokta içindir ki, dahilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tâbi olmuyor—tâ avâm-ı ehl-i imanın [iman sahiplerinin avam tabakası] nazarında, hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] bazı gayelerine basamak olmasın; ve doğrudan doğruya hayat-ı bâkiyeden [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakikatı, hücum eden şüpheleri ve tereddütleri izale [giderme] eylesin.

Amma, “Mânevî ve makbul ve zararsız ve bütün ehl-i iman [Allah’a inanan] ve hakikatın istedikleri nurânî makamlar ve uhrevî rütbelerden, hâlis kardeşlerimizden hüsn-ü zanla [güzel düşünce] verilen ve ihlâsınıza zarar gelmediği halde, eğer kabul etsen, reddedilmeyecek derecede senetler, hüccetler [delil] bulunduğu halde; sen, değil tevazu [alçakgönüllülük] ve mahviyetle, [alçakgönüllülük] belki şiddet ve hiddetle ve o makamı sana veren kardeşlerinin hatırını kırmakla o rütbelerden ve makamlardan kaçıyorsun.”

Elcevap: Nasıl ki ehl-i hamiyet [hamiyet sahipleri, fedâkâr, kutsal şeyleri koruma gayreti taşıyan insanlar] bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini feda eder. Öyle de, ehl-i imanın [Allah’a inanan] hayat-ı ebediyelerini [sonsuz âhiret hayatı] tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa—hem lüzum var—kendim, değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakikî hayat-ı ebediyenin [sonsuz âhiret hayatı] makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim.

Evet, her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gelen gaflet-i umumiyede, siyaset ve felsefenin galebesinde [üstün gelme] ve enâniyet ve hodfuruşluğun heyecanlı asrında büyük makamlar herşeyi kendine tâbi ve basamak yapar. Hattâ dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını âlet eder. Mânevî makamlar olsa, daha ziyade âlet eder. Umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetlerini ve hakikatleri basamak ve vesile yapıyor diye ittiham [suçlama] altında kalıp, neşrettiği hakikatler dahi tereddütlerle revacı [kıymet, değer] zedelenir. Şahsa, makama fâidesi bir ise, revaçsızlıkla [değer, kıymet] umuma zararı bindir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Hakikat-i ihlâs, [ihlâs gerçeği] benim için şan ve şerefe ve maddî ve mânevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men ediyor. Hizmet-i Nuriyeye, [Risale-i Nur Hizmeti] gerçi büyük zarar olur; fakat, kemiyet [çokluk] keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir

108

hâdim [hizmetçi] olarak, hakikat-i ihlâs [ihlâs gerçeği] ile, herşeyin fevkinde [üstünde] hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad [doğru yol gösterme] etmekten daha ehemmiyetli görüyorum.

Çünkü o on adam, tam o hakikati herşeyin fevkinde [üstünde] gördüklerinden, sebat [kalıcı olma, sabit kalma] edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveselerle, o kutbun derslerini, “Hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor” nazarıyla bakıp, mağlûp olarak dağıtılabilirler. Bu mânâ için hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyorum.

Hattâ bu defa bana, beş vecihle [yön] kanunsuz, bayramda, düşmanlarımın plânıyla bana ihanet eden o malûm adama şimdilik bir belâ gelmesin diye telâş ettim. Çünkü, mesele şaşalandığı için, doğrudan doğruya avâm-ı nas [sıradan halk tabakası] bana makam verip harika bir keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] sayabilirler diye, dedim: “Yâ Rabbi, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ım] bunu ıslah et veya cezasını ver. Fakat böyle kerametvâri [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bir surette olmasın.”

Bu münasebetle birşeyi beyan edeceğim. Şöyle ki:

Bu defa mahkemeden bana teslim olunan talebelerin mektupları içinde, çok imzalar üstünde bulunan bir mektup gördüm; belki lâhikaya girmiş. Risale-i Nur’un şakirtlerinin [öğrenci] maişet [geçim] cihetindeki bereketine ve bazıların tokatlarına dairdi. Burada, aynen Kastamonu’daki tokat yiyenler gibi şüphe kalmamış. Beş adam, aynen burada da tokat yediler. Haşiye [dipnot]

Risale-i Nur’un bir kâtibi dedi ki: “Neden dostların kusuratına [kusurlar] tokat gelir; hücum eden düşmanlara bu tarzda gelmiyor?”

Elcevap: Memur olmayan, veya hususî, şahsı itibarıyla hiyanet eden, hususî tokat yer. Bu nevi vukuat pek çoktur. Ve tam sadâkat edenlerde, maişetindeki [geçim] bereket ve kalbindeki rahat cihetinde ikramlara mazhar [erişme, nail olma] olanlar dahi pek çoktur. Eğer memur ise, kanun namına kanunsuz hiyanet eden, ilişen, o memlekete, o bîçare ahâliye bir umumî tokada vesile olur. Ya zelzele, ya yağmursuzluk, ya

109

hastalık, ya fırtına gibi umumî belâlara bir vesile olur. Kendisi, zahiren hususî tokat yememiş gibi görünüyor.

Hem eğer dinsizlik hesabına, imanî hizmetimize ilişenler olsa اَلظُّلْمُ لاَيَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ 1 kaidesince, küfür derecesine giren öylelerin zulümleri—büyük olduğu için—âhirete tehir edilir, ekseriyetçe küçük zulümler gibi cezaları dünyaca tâcil [çabuklaştırma] edilmez.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Said Nursî

– 42 –

 Ankara’da bulunan Emniyet-i Umumiye [genel güvenlik] Müdürü Beye,

Yirmi senedir gayr-ı resmî, [resmi olmayan] hem haps-i münferit, [tek başına hapis, hücre hapsi] hem tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içinde bulunduğu ve sebepsiz evham yüzünden emsalsiz tazyik gördüğü halde sükût eden bir bîçare ile resmî değil, hakikî ve ciddî görüşmek istersen, az sizinle konuşacağım.

Evvelâ: İki sene, iki mahkeme, yirmi sene hayatımın eserlerini, mektuplarını tetkikten sonra, idare ve âsâyiş aleyhinde hiçbir madde bulunmadığına ve bulmadıklarına delil, mahrem ve gayr-ı mahrem [gizli olmayan] bütün kitaplarımı beraatimle beraber iade etmeleri cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez bir hüccettir, [delil] bir senettir.

Yirmi seneden evvelki hayatım ise, bu vatan ve millet lehinde [tarafında] fedakârane sarf olunduğuna delil, eski Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] gönüllü alay kumandanı olarak Başkumandanın takdiratı altında hizmetlerimle ve harekât-ı milliyede [İstiklâl Savaşında savaşan güçlere verilen isim] fevkalâde hizmetimi Ankara’daki hükûmet reisleri takdirle ve Meclis-i Mebusan beni orada görmekle alkışlamasıdır. Demek bu yirmi senede bana verilen azap, bütün bütün kanunsuz ve keyfî bir muameledir. Bu yirmi sene kırk bayramımı münzevî, yalnız geçirdim. Artık yeter! Kabir kapısındayım, beni dünyaya baktırmayınız.

110

Hem Emniyet-i Umumiye [genel güvenlik] Reisi olduğunuz cihetle, benim hizmetime taraftar olmanız lâzım. Çünkü mahkemelerce sabit olduğu gibi, Risale-i Nur’un dersleri, dünyaya baktığı vakit bütün kuvvetleriyle âsâyişin temellerini muhafaza etmek, korumak ve fesat ve ihtilâllerin önünü kesmek olmasından, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve mânevî inzibat [âsayiş, düzen] komiserleri hükmünde olduğuna delil, üç vilâyet zabıtaları anlamışlar.

Bu âhirde pek ziyade, ahaliyi, memurlar, benimle görüşmekten ürkütmek cihetiyle anladım ki, hakkımda haddimden fazla ve lâyık olmadığım teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] kırmak içinmiş. Ben de size bunu kat’iyen [kesinlikle] beyan edip ve has kardeşlerime mahremce yazdığım mektuplarda teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] kat’iyen—mesleğimize [kesinlikle] ve ihlâsımıza muhalif olduğu için—şahsıma kabul etmiyorum ve reddediyorum. Ve o hususta, çok has kardeşlerimin de hatırlarını kırmışım. Yalnız Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakikatını emsalsiz bir surette tefsir eden Risale-i Nur’un kıymetini gösteren eski zatların gaybî haberlerini kabul edip yazmışım. Ve kendim, âdi bir hizmetkâr olduğumu ispat etmişim. Farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, bu teveccüh-ü âmmeye [halkın ilgisi, sevgisi] taraftar olsam da, âsâyiş lehinde [tarafında] hizmet edecek ve sizin gibi âsâyiş memurlarına fâidesi dokunacak.

Mâdem ölüm öldürülmüyor; hayattan çok ziyade ehemmiyetli bir meseledir. Yüzde doksanı bu hayatın selâmetine çalışıyorlar. Biz Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] de, herkesin başına muhakkak gelecek olan ölümün dehşetli hücumuna karşı mücadele ediyoruz. Hadsiz şükür olsun ki, şimdiye kadar o ölüm idam-ı ebedîsini, [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] yüz binler adam hakkında terhis tezkeresine Risale-i Nur ile çevirdiğine yüzbinler şahit gösterebiliriz. Bu hakikat noktasını sizin gibi vatanperver, milliyetperverler [milliyetçi, milletini seven] bizi teşviklerle alkışlaması lâzım gelirken, evhamlarla ittiham [suçlama] altına alıp tarassutlarla [baskı ve gözetim altında tutma] tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] etmek, ne kadar insaftan ve hamiyetten [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] uzak olduğunu insafınıza havale ediyorum.

 Gayr-ı resmî, tecrit ve haps-i münferitte [tek başına hapis, hücre hapsi]

Said Nursî

111

– 43 –

Afyon Emniyet Müdürlüğüne,

Ben, sizin, insaniyet ve vicdanınıza itimaden, mahrem işlerimi size beyan ediyorum. Hem vazife itibarıyla, siz, bizimle pek çok alâkadarsınız. Çünkü Risale-i Nur’un âsâyiş noktasında yirmi seneden beri yüz bin şakirdinden [talebe, öğrenci] hiçbir vukuat olmadığı gibi; pek çok zabıta memurlarının itiraflarıyla ve birşey aleyhimizde kaydetmemeleriyle bunu ispat eder. Buraya, Ankara Emniyet-i Umumiye [genel güvenlik] Müdürü geldiğini bir çocuktan işittim. Herhalde benim halimi soracak diye birşey kaleme aldım ki, rahatsızlığım münasebetiyle ona konuşmak yerinde takdim edeyim. Birden, gittiğini işittim. Size leffen onu gönderiyorum; münasip görseniz, berâ-yı malûmat ona gönderirsiniz. Ben, dünya işlerini bilmiyorum, halklarla görüşemiyorum. Senden başka burada kimsem yok ki reyini [fikir, düşünce] alayım. Benim şahsıma ait mesele gerçi çok ehemmiyetsizdir, cüz’îdir; [ferdî, küçük] fakat Risale-i Nur’a ait mesele, bu vatan ve millete pek çok ehemmiyeti var.

Size kat’iyen [kesinlikle] ve çok emarelerle ve kat’î kanaatimle beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükûmet, âlem-i İslâma [İslâm âlemi] ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i [övünülecek şeyler] tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir.

Said Nursî

– 44 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ali köyünde Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] Ali Efendi, münafıklar hakkında bir âyet-i kerimeyi soruyor. Şimdi zamanım izaha müsait olmadığı için, kısaca bir iki cümle beyan ediyorum.

“Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz” meâlindeki âyet, o zamandaki ihbar-ı İlâhî ile bilinen kat’î münafıklar demektir. Yoksa zan ile, şüphe ile münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Madem Lâ ilâhe illâllah der, ehl-i kıbledir.

112

Sarih [açık] küfür söylemese veyahut tevbe etse, namazı kılınabilir. O Aliköyde Alevîler çok olduğunu ve bir kısmı Râfizîliğe kadar gidebilmesi nazarıyla, onların en fenası da, münafık hakikatine dahil olmamak lâzım gelir. Çünkü münafık itikatsızdır, [inanç] kalbsizdir ve vicdansızdır, Peygamber (a.s.m.) aleyhindedir. (Şimdiki bazı zındıklar gibi.) Alevî ve Şiîlerin müfritleri [ifrat eden, aşırıya giden] ise, değil Peygamber (a.s.m.) aleyhinde, belki Âl-i Beytin muhabbetinden, ifratkârane [haddi aşan, ileri giden] muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] mukabil, bunlar ifrat ediyorlar. Hadd-i şeriattan çıktıkları vakit, münafık değil, ehl-i bid’a [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] oluyorlar, fâsık [günahkâr] oluyorlar; zındıkaya girmiyorlar. Hazret-i Ali (Radıyallahu Anh), yirmi sene hürmet ettiği ve onlara Şeyhülislâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği, Ebu Bekir, Ömer, Osman’a (Radıyallahu Anhüm) ilişmeseler, Hazret-i Ali (Radıyallahu Anh) o üç halifeye hürmet ettiği gibi, onlar da hürmet etseler, farz namazını kılsalar, yeter.

Hem, madem Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] en büyük üstadı, Peygamberden (a.s.m.) sonra Celcelûtiye’nin şehadetiyle İmam-ı Ali Radıyallahu Anhtır; onun muhabbetini dâvâ eden Şiîler, Alevîler, Risale-i Nur’un derslerini Sünnîlerden ziyade dinlemeseler, Âl-i Beyte muhabbet dâvâları yanlış olur. Zaten kaç sene evvel, o Alevî köyünde üç Ali’nin himmetiyle [ciddi gayret] mâsumlar Risale-i Nur’u şevkle yazmalarını işittim. Hattâ o zamanda, o köyü de duama dahil etmiştim. İnşaallah, yine orada imam olmak istenilen kardeşimiz Ali’nin himmetiyle [ciddi gayret] ve Hafız Ali’nin (r.h.) vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] Küçük Ali gibi kardeşlerimizin gayretiyle, onların hakkındaki dualarım boş gitmeyecek; o köydeki iki kısım Sünnî, Alevî ittifak edecek.

– 45 –

Geçen hadise-i ihanetten merak etmeyiniz. O hadise söndü, plânları akîm [neticesiz] kaldı. O yapan adam da, şimdi kendini nefret-i umumîden kurtarmak için yeminlerle inkâr ediyor. Ben onu, o olduğunu bilmedim. Yoksa ilişmezdim. Zaten iliştiği

113

yoktur. Elini uzattı, başımdaki mendili açtı; hem de buraya Ankara Emniyet-i Umumîsi mühim memurlarla buraya gelmesini haber aldığı için o ihanete cesaret etti. O büyük memurlar buraya geldiler. Benim aleyhimde olan vali Rumelili olmasından, benimle görüştürmedi. Ben de size gönderdiğim konuşmak parçasını Afyon Emniyet Müdürü vasıtasıyla Ankara’da ona göndermek için, bununla melfuf pusula ile Afyon Emniyeti dairesine gönderdim. Ben de kat’iyen [kesinlikle] müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] değilim. Zaten ehemmiyeti de kalmadı. Siz de hiç merak etmeyiniz. Hem herşeyde olduğu gibi, bunda da kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] benim hakkımda onların o zulmünü ehemmiyetli bir merhamete çevirdiğini kat’iyen [kesinlikle] gördüm, Allah’a şükrettim.

Dünkü gün, bayramdan sonra bana göndereceğiniz emanetleri beklerken, mektubunuzu aldım, “Bir iş’ar [işaret etme, belirtme] olmazsa on gün sonra takdim edeceğiz” cümlesini gördüm. Demek telâş etmişsiniz, onun için göndermediniz. Endişe edilecek birşey yok. Fakat buraya ehemmiyetli memurlar geldikleri zamanda göndermemek, emanet buraya gelmemek, ihtiyarsız [irade dışı] bir güzel ihtiyat [dikkat, tedbir] olmuş.

– 46 –

Salâhaddin’in pek uzun ve on mektup kadar beni memnun eden ve sadakatine ve sebatına [kalıcı olma, sabit kalma] bu fırtınalar hiç tesir etmediğini ve daima bir Abdurrahman hükmünde bulunduğunu ve o havalideki kardeşlerimiz fütursuz [usanmadan] çalıştıklarını bildiren mektubunu aldım, mâşaallah dedim. Baba ve oğlu Isparta kahramanları gibi sarsılmıyorlar. Fakat şimdi Risale-i Nur’un tab’ [baskı basma] suretiyle intişarı, [açığa çıkma, yayılma] hakikî bir ihlâs ve kuvvetli bir tesanüd [dayanışma] ve birbirinin kusuruna bakmamak lâzım geldiğinden, Kastamonu vilâyetindeki kardeşlerimiz, Ispartalılara ihlâs ve tesanüdde [dayanışma] benzemeye mecburdurlar. İnşâallah, onlar dahi, şahsî hissiyatlarını bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetin zararına istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmeyecekler.

Hem gerçi Risale-i Nur, parlak ve kuvvetli hakikatleriyle serbestiyetini kazanmış ve düşmanlarını bir cihette mağlûp etmiş, fakat, eskiden ziyade ihtiyata [dikkat, tedbir] ihtiyacımız var. Çünkü münafık düşmanlar durmuyorlar, bahaneler arıyorlar, hükûmeti iğfale [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] çalışıyorlar.

Salâhaddin, hususî, kendine ait bir meseleyi soruyor. Dünya, hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] bağlanmak istiyor. Madem o haslar içindedir, kat’iyen [kesinlikle] Risale-i Nur’un

114

hizmetine zararı varsa, girmeyecek. Eğer bilse ki, o refika-i hayatını [hayat arkadaşı, eş] bazı has kardeşlerimiz gibi Risale-i Nur’un hizmetinde yardımcı olarak çalıştırsa, o hayata girebilir. Çünkü hasların hayatı, Risale-i Nur’a aittir ve şahs-ı mânevîsini [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] temsil eden şakirtlerinin [öğrenci] tensibiyle kayıt altına girebilir. Peder ve validesinin reyleri [fikir, düşünce] de varsa, inşaallah [Allah dilerse] zararı olmaz.

– 47 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Merak etmeyiniz, telâş edecek birşey yok. Yalnız bayramdan sonra Ankara Emniyet-i Umumî Müdürü, mühim memurlarla buraya gelmeleri ve bir cihette benimle de gizli alâkadar bir surette gelmesinden evvel bir kumandan, onların gelmesinden cesaret alıp hafifçe bana ilişti. Fakat sonra pişman oldular. O büyük memurlar geldikten sonra mucib-i endişe birşey olmadı. Tahminimce, bana ait mesele bir derece kardeşlerime sirayet [bulaşma] etmesi cihetiyle, Feyzi’ye zahiren hafifçe ilişilmiş. Fakat ben merak ediyorum, onu taharri [araştırma] etmekte neyi bahane etmişler? Neyi aramışlar? Tafsilâtı [ayrıntılar] nedir? Madem iki sene tetkikattan sonra üç mahkeme kitap ve mektublarımızı bilâistisna bize iade etmiş, biz de dünya siyasetiyle alâkadar olmadığımız onlarca tahakkuk [gerçekleşme] etmiş, daha ne arayabilirler? Olsa olsa hususî, belki kıskançlık eseri veyahut garaz veyahut gizli zındıkların tahrikiyle böyle bazı kanunsuzluklar kanun namına yapılıyor. Bu hallere mukabil, tam metanet [gayret, kararlılık] ve tesanüd [dayanışma] ve sarsılmamak ve telâş etmemek lâzımdır.

– 48 –

Aziz, sıddık kardeşim,

Camide az görüştük; lüzumlu bazı şeyler söyleyeceğim, hatırında kalsın.

Evvelâ: Bedre’deki yüz senelik vazifeyi on sene zarfında gören Sabri kardeşimizin samimî dostları olan Hakkı, Hulûsi, ( پ ) Mehmed ve Barla’da Şamlı, Süleyman, Bahri gibi kıymettar kardeşlerimize benim tarafımdan çok selâm ediyorum.

115

Saniyen: [ikinci olarak] Küçük Ali’nin büyük kardeşi mübarek Mustafa’nın Abdurrahman’dan irsiyet [miras] aldığı vazifesini, kahraman kardeşi ve mübarek mahdumu [efendi, kendisine hizmet edilen] o vazifeyi tamamıyla görüyorlar. Onun vazifesi ve hizmeti devam ediyor, merak etmesin. Hafız Mustafa, elhak merhum Hafız Ali’nin zamanında onunla beraber ektikleri Nur’anî tohumların çok mübarek mahsulâtı var.

Hem Hafız Ali’nin (r.h.) vefatından sonra hapiste onun yerinde bana hizmeti, her vakit onu benim hatırıma getiriyor. Merhum Lütfi’nin ehemmiyetli vârislerinden [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] Abdullah Çavuş, kahraman Tahirî ile, Atabeyi, Nurs karyem [köy] hükmüne getirmişler. İslâmköylü Abdullah, Hafız Ali (r.h.) zamanında Risale-i Nur’a çok hizmet etmiş. Onlara umumen selâm ediyorum. Mübarek Tahirî’nin küçücük bir medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] hükmünde hanesindeki mübareklere dua ediyorum. Yeni bir Hafız Ali (r.h.) nümunesini gösteren ve Milaslı Halil İbrahim’in sadakatini andıran İslâmköylü Halil İbrahim ve orada ona benzeyen kardeşlerime de pek çok selâm ve bilhassa Isparta’da kahraman Rüştü’nün kahraman kardeşi Burhan [delil] bizi çok minnettar ettiğini ve az bir işle bize ve Risale-i Nur’a pek çok iş gördüğünü söyleyiniz. Zaten sana şifahen söylemiştim, unutma, hususî Zekâi’yi de gör ve de ki: Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrediyorum, yine Zekâi namında ve suretinde biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] Abdurrahman’ı yine bana verdi. Daha şifahen söylediklerimi sen bilirsin; sen benim mektubumsun.

– 49 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin bu defa neş’eli, güzel mektuplarınız, Risale-i Nur’un serbestiyeti ve matbaa kapısıyla intişarı [açığa çıkma, yayılma] hakkında beni çok mesrur [mutlu] eyledi ve kahraman Tahirî’nin yine bu ehemmiyetli işte çalışması için buraya gelmesi, beni şiddetle dünyaya bakmaya sevk etti. Kalben dedim: Madem kardeşlerim bu derece istiyorlar, çaresini arayacağız. Gecede kalbime geldi ki: İki ehemmiyetli sebepten inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] tam serbestiyet ve eski harflerle tamamını tab [basma] etmek tam müsaade etmiyor.

116

Birinci sebep: İmam-ı Ali’nin (r.a.) işaret ettiği gibi, perde altında her müştak, [arzulu, aşırı istekli] kendi kalemiyle veyahut başka kalemi çalıştırmasıyla büyük bir ibadet ve âhirette şehidlerin kanıyla râcihane [ait] muvazene [karşılaştırma/denge] edilen mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] ile mücahede [Allah yolunda cihad etme] hükmündeki kitabetle [yazım] envâr-ı imanı [iman nurları] neşretmektir. Eğer tabedilse, herkes kolayca elde ettiği için, kemal-i merakla ona çalışamaz, bilfiil neşrine hizmet vazifesini kaybeder.

İkinci sebep: Risale-i Nur’un mühim bir vazifesi, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] ekseriyet-i mutlakasının [büyük çoğunluk] yazısı ve hattı olan huruf-u Arabiyeyi muhafaza etmek olduğundan, tab’ [baskı basma] yoluyla işe girişilse, şimdi ekser halk yalnız yeni hurufu bildikleri için, en çok risaleleri yeni hurufla [harfler] tab [basma] etmek lâzım gelecek. Bu ise, Risale-i Nur’un yeni hurufa bir fetvası olup şakirtleri [öğrenci] de o kolay yazıyı tercih etmeye sebep olur. Onun için, şimdiye kadar pek çok müstehak ve lâyık iken, Risale-i Nur’a serbestiyet verilmemişti. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] şimdi hakikatlerinin kuvvetiyle serbestiyeti kazandı. Hattâ eski harfle tab’ [baskı basma] yasak iken, Âyetü’l-Kübrâ‘yı [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] bize teslim ettirip bir keramet-i ekber gösterdi.

Biz şimdi gayet mühim ve herkese lâzım Meyve ile Hüccetü’l-Bâliğa’yı [delil] ikisi bir cilt olarak yeni hurufla [harfler] tab [basma] etmek için Tahirî ile İstanbul’a gönderdim. Yalnız Meyve’nin Onuncu ve On Birinci Meselelerini vakit bulamayıp tashihsiz ona verdim. Şayet tab [basma] edilse, o iki meseleyi tam tashih edip ona gönderirsiniz.

Hem o iki risale, dahilde, ya hariçte, âşikâre veya gizli, İstanbul’da veya dışarıda eski harflerle tab [basma] etmek lâzımdır.

Hem Mu’cizât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın mu’cizeleri] Zeyilleriyle [ilave, ek] ve Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] (a.s.m.) dahi zeyilleriyle [ilave, ek] beraber ikisi bir cilt içinde eski harflerle imkân dairesinde ya İstanbul veya başka yerde eski harflerle, tevafuklu Hizbü’n-Nuriye, Hizbü’l-Kur’ân [Kur’ân taraftarları] gibi tab [basma] etmesine çalışmak lâzımdır ki; Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] göze

117

görünen tevâfuk mu’cizesinin muhafaza ile tab [basma] edilmesine mukaddeme [başlangıç] olsun. Fakat teennî [düşünerek acelesiz iş görme, ağır davranma] ile, meşveretle, [danışma] ihtiyatla [dikkat, tedbir] bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] meseleye çalışmak lâzımdır.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve selâmetlerine dua ederiz. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun, en eski şakirtlerden [öğrenci] olan Kâtip Osman ve Halil İbrahim, hiç sarsılmadan, değişmeden, sadakatlerinde demir gibi devam edip çoklara da hüsn-ü misal [güzel örnek] oluyorlar.

• • •

118

Yirmi Yedinci Mektubun Lâhikasının Zeyli [ek]

– 50 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu defa şehid merhum Hafız Ali’nin ehemmiyetli bir vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] ve Denizli talebelerinin yüksek bir mümessili [temsilci] ve Denizli şehrinin Risale-i Nur’a karşı fevkalâde teveccühünün [ilgi] bir tercümanı kardeşimiz Hasan Feyzi’nin edîbâne, Risale-i Nur hakkında fevkalâde senakârane pek uzun bir mektubunu aldım. 3

Risale-i Nur’un bana teslim olması münasebetiyle, kardeşimiz Hafız Mustafa’nın çalışması hakkında yazdığım mektubun içinde Risale-i Nur’un çok ehemmiyetli kıymetini muhtasar [kısa] bir surette beyanatıma ve hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] mektuplarımdaki ehemmiyetli dâvâlarıma bu uzun mektup tam bir izah ve Denizli şehrinin Risale-i Nur lehinde [tarafında] bir kuvvetli şehadeti ve bir şahidi olmak cihetiyle, hem bu zât mektep fenlerinde çok zaman alâkadar olup kıdemli bir muallim ve âlim olması haysiyetiyle, Risale-i Nur hakkındaki bu parlak şehadeti çok ehemmiyetli gördüm. Yalnız, bana bakan kısımları, ya tayy [atlama, aşma, geçme] veya tâdil etmeyi münasip gördüm. Bir, iki, üç yerde de, herkese göstermek münasip görmediğimden, çizgi altına aldım ve sizlere de Yirmi yedinci Mektubun veya lâhikasının bir zeyli [ek] olarak gönderdim. Bu parça mektubumu, onun mektubunun başında yazabilirsiniz. Hasan Feyzi kardeşimiz, onun bazı cümlelerini tayyetmemden [aşma, katetme] gücenmesin. Çünkü umum talebelere o tayyolunan kısım lâzım değil, hususî bazılarda kalabilir.

Bu zât, doğrudan doğruya hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyeyi bir şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] mahiyetinde, Risale-i Nur şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] cesedine girmiş ve eczalarının

119

libasını [elbise] giymiş bir tarzda, fevkalâde bir senâ ile ona hitap ediyor. Ben, baktıkça, birden itirazkârane hüsn-ü zan[güzel düşünce] pek ziyadedir tahattur [hatıra gelme] ettiğim dakikada, hakikat-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçeği] mânen dedi: “Cesede, libasa [elbise] bakma; bana bak: O, benim hakkımda konuşuyor. Doğru söylemiş.” Ben daha ilişmedim. Yalnız, Risale-i Nur tercümanı hakkında sarihan [açık] veya işareten veya kinayeten [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] onun haddinden pek fazla senâkârane tâbiratı tâdil etmeye lüzumu var. Başkalar, hususan ehl-i tenkit [eleştirmenler, kritik ve eleştiri yapan kimseler] insanlar nazarında biçare şahsıma bu nevi hüsn-ü zannını [güzel düşünce] kabul etmemek mesleğimize lâzım geliyor; tâdilime gücenmesin.

– 51 –

… O (Bediüzzaman), Nur’un hâdimidir. Eğer dünyayı istese ve dileseydi, kendisine sunulan hediye ve behiyeleri, zekât ve sadakaları ve bu teberru ve terekeleri alsaydı, bugün bir milyoner olurdu. Fakat o, tıpkı Cenab-ı Ömer’in (r.a.) dediği gibi: “Sırtıma fazla yük alırsam, nefs-i nâtıka-i kâinatın kalbi ve Allah’ın habibi [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] Aleyhissalâtü Vesselâma ve yârânı olan kâmil ve vâsıllara yetişemem ve yarı yolda kalırım” diyor.

“Bütün eşya ve eflâki [felekler, âlemler] senin için yarattım, Habibim” [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] fermanına, “Ben de senin için onların hepsini terk ve feda ettim” diye verilen cevab-ı Hazret-i Risaletpenâhîye ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ve imtisalen, [bağlanma, boyun eğme] o da dünya ve mâfîhayı ve muhabbet ve sevdasını terk ve hattâ terki de terk ederek, bütün hizmet ve himmetini [ciddi gayret] ve şu ömr-ü nazenînini envâr-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın nurları] intişarına [açığa çıkma, yayılma] sarf ve hasretmiştir. İşte bunun için, şimdi çektiği bütün zahmetler, rahmet; yaptığı hizmetler, hikmet olmuş, celâli yüzünden cemalini de gösterip, âlem, bir gülzâr-ı kemal bulmuştur.

120

Lütf u kahrı şey-i vâhid [bir şey, tek şey] bilmeyen çekti azâp,

Ol azaptan kurtulup sultan olan anlar bizi,

Niyazî-i Mısrî gibi diyen bu tercüman, herşeyi hoş görerek, katreyi [damla] umman, âdemi insan, ve nurunu âleme sultan eylemiştir.

Ona “Kürdî” denilmesi ve kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali’de (r.a.) görülen يَامُدْرِكًا kelimesinin hazf [anlatmama, açıklamama] ve kalbiyle “Kürt” îma ve işaretinin bulunması, gerçekten Kürtlüğüne delâlet etmez ve onun mânevî silsile-i şerâfet ve siyadetten tenzil [indirme] ve teb’idini icap [gerekli kılma] ettirmez. Bu isnad ve izafe, Kürdistan’da doğup büyüyen ve bu lâkapla mâruf [bilinen] ve meşhur olan bu zâtın Risaletun-Nur’un [elçilik, peygamberlik] tercümanı olduğunu sırf âleme ilân etmek içindir; yoksa Kürtlüğünü ispat etmek için değildir.

Kürtçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr [örtme] ve ihfa için olup, hakikî hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mânâ ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum.

Âlem-i İslâmiyet [İslâm âlemi] ve insaniyete ve Haremeyn-i Şerifeyne [Mekke’de bulunan Kâbe-i Şerif ve Medine’de bulunan Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mescidine (Mescid-i Nebevî) verilen isim] asırlarca hizmet eden bu kahraman Türk milletini onun çok sevmesinde ve hayatının mühim bir kısmını hep Türklerle meskûn olan bu havalide geçirmesinde büyük hikmetler, mânâ ve mülâhazalar [düşünme, akla getirme] olsa gerektir.

Âb-ı rû-yi Habîb-i Ekrem için,

Kerbelâ’da revan olan dem [an, vakit] için,

Şeb-i firkatte ağlayan göz için,

Râh-i aşkında sürünen yüz için.

Risale-i Nur’a ve Üstada ve İslâma zafer ver, yâ Rabbî! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Âmin.

121

Ey Risale-i Nur! Seni söndürmek isteyen bedbahtların necm-i istikbali sönsün. İzzet ve ikbâli ve şân ü şerefi aksine dönsün. Sen sönmez ve ölmez bir nursun.

Boyun bâlâ, gözün şehlâ, gören mecnun seni leylâ.

Sözün ferşte, [yer] gözün Arşta, gönül meftun [aşık] sana cânâ.

Nikabın nur, nigâhın nur, kitabın nur senin ey nur

Bağın Nursî, huyun mûnis, [cana yakın] özün idris ferd-i yektâ.

Açılmış gül, öter bülbül, yüzünde var zarif bir tül.

Yazılmış üstüne Nur’dan قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنىٰ 1

Sana cânın fedâ etmez mi senden hem görenler hak,

Sözün hak, hem özün hak, hem mesleğin hak, hem makamın Kâbetü’l-ulyâ.

يُرِيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ * 2

Üstadım Efendim Hazretleri,

Ben, bu yazıları Risaletu’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] eli ve kalemi ve diliyle bu hakîr kalbime ondan sıçrayan küçük bir kıvılcım parçasıyla yazdım. Kabulünü ve imdad ve ilhamın [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] kesilmemesini rica [ümit] eder ve hürmetle ellerinizden öper ve dualarınızı beklerim efendim.

Duanıza muhtaç talebeniz

 Hasan Feyzi (Rahmetullahi Aleyh)

– 52 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Size dört meseleyi beyan etmek kalbime ihtar edildi:

Birincisi: Hem lisan-ı hal, [beden dili] hem lisan-ı kal [söz ile anlatım] ile ve başka tezahüratlarla sorulan bir suale cevaptır.

122

Deniliyor ki: “Madem Risale-i Nur hem kerametlidir, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] hem tarikatlerden ziyade iman hakikatlerinin inkişafında [açığa çıkma] terakki [ilerleme] veriyor ve sadık şakirtleri [öğrenci] kısmen bir cihette velâyet [velilik] derecesindeler. Neden evliyalar gibi mânevî zevkler ve keşfiyatlara [keşifler] ve maddî kerametlere [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] mazhariyetleri görülmüyor; hem onun talebeleri de öyle şeyler aramıyorlar? Bunun hikmeti nedir?”

Elcevap:

Evvelâ: Sebebi, sırr-ı ihlâstır. [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] Çünkü, dünyada muvakkat [geçici] zevkler, kerametler [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] tam nefsini mağlûp etmeyen insanlara bir maksat olup, uhrevî ameline bir sebep teşkil eder, ihlâsı kırılır. Çünkü amel-i uhrevî [âhirete ait iş] ile dünyevî maksatlar, zevkler aranılmaz; aranılsa, sırr-ı ihlâsı [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] bozar.

Saniyen: [ikinci olarak] Kerametler, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] keşfiyatlar, [keşifler] tarikatta sülûk [mânevî yol alma] eden âmi [basit, sıradan] ve yalnız imanı taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] bulunan ve tahkik [araştırma, inceleme] derecesine girmeyenlere, bazan zaif olanları takviye ve vesveseli şüphelilere kanaat vermek içindir. Halbuki Risale-i Nur’un imanî hakikatlerine gösterdiği hüccetler, [delil] hiçbir cihette vesveselere meydan vermediği gibi, kanaat vermek cihetinde kerametlere, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] keşfiyatlara [keşifler] hiç ihtiyaç bırakmıyor. Onun verdiği iman-ı tahkikî, [araştırma ve incelemeye dayanan iman] keşfiyat, [keşifler] zevkler ve kerametlerin [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] çok fevkinde [üstünde] olmasından, hakikî şakirtleri, [öğrenci] öyle keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] gibi şeyleri aramıyorlar.

Salisen: [üçüncü olarak] Risale-i Nur’un bir esası, kusurunu bilmekle mahviyetkârane [alçakgönüllülük] yalnız rıza-yı İlâhî [Allah rızası] için rekabetsiz hizmet etmektir. Halbuki keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] sahipleri ve keşfiyattan [keşifler] zevklenen ehl-i tarikatın [tarikata mensup olanlar] mâbeynindeki [ara] ihtilâf ve bir nevi rekabet ve bu enaniyet zamanında, ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] nazarında, onlara sû-i zan edip, o mübarek zatları, benlik ve enaniyetle ittiham [suçlama] etmeleri gösteriyor ki, Risale-i Nur’un şakirtleri, [öğrenci] şahsı için keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve keşfiyatlar [keşifler] istememek, peşinde koşmamak lâzım ve elzemdir.

123

Hem onun mesleğinde şahsa ehemmiyet verilmiyor. Şirket-i mâneviye [mânevî şirket, ortaklık] ve kardeşler birbirinde tefâni noktasında Risale-i Nur’un mazhar [erişme, nail olma] olduğu binler keramet-i ilmiye [ilmî kerameti, olağanüstülüğü] ve intişar[açığa çıkma, yayılma] hizmetteki teshilât [kolaylık] ve çalışanların maişetindeki [geçim] bereket gibi ikrâmât-ı İlâhiye umuma kâfi [yeterli] gelir; daha başka şahsî kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] aramıyorlar.

Rabian: [dördüncü olarak] Dünyanın yüz bahçesi, fâni olmak haysiyetiyle, âhiretin bâki olan bir ağacına mukabil gelemez. Halbuki, hazır lezzete meftun [aşık] kör hissiyât-ı insaniye, [insanın hisleri, duyguları] fâni, hazır bir meyveyi, bâki, uhrevî bir bahçeye tercih etmek cihetiyle, nefs-i emmare [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] bu hâlet-i fıtriyeden istifade etmemek için Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] ezvak[mânevî zevkler] ruhaniyeyi ve keşfiyat-ı mâneviyeyi dünyada aramıyorlar.

Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] bu noktada benzeyen eskiden bir zât, haremiyle beraber büyük bir makamda bulundukları halde, maişet [geçim] müzayakası yüzünden haremi, demiş zevcine: “İhtiyacımız şedittir.” [çok şiddetli]

Birden, altundan bir kerpiç yanlarında hazır oldu. Haremine dedi: “İşte Cennetteki bizim kasrımızın [köşk, saray] bir kerpicidir.”

Birden o mübarek hanım demiş ki: “Gerçi çok muhtacız ve âhirette de çok böyle kerpiçlerimiz var; fakat fâni bir surette bu zayi olmasın, o kasrımızdan [köşk, saray] bir kerpiç noksan olmasın. Dua et, yerine gitsin; bize lâzım değil.” Birden yerine gitti, Keşifle gördüler diye rivayet edilmiş.

İşte bu iki kahraman ehl-i hakikat, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] dünyaya ait ezvak[mânevî zevkler] kerametlere [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] koşmadıklarına bir hüsn-ü misaldir. [güzel örnek]

İkinci mesele: Tevafuk eğer müteaddit [bir çok] tarzda ve ayrı ayrı cihette birbirini takviye edecek surette olsa, kat’iyet ve sarahat [açıklık] derecesinde kanaat verebilir.

İşte, hapisten sonra yazılan bir kısım mektuplarımız hem makbul, hem çok ehemmiyetli, hem bu zamanda halk onlara çok muhtaç olduğuna bir emare

124

olarak, yazdığımız zaman, hilâf-ı âdet [âdete aykırı, kural dışı] bir tarzda, serçe kuşunun ve kuddüs kuşunun [kumru] ve güvercinlerin garip bir tarzda odama gelmeleri ve birbirine tevafuk etmesi ve Milas’ta ehemmiyetli bir kardeşimiz Halil İbrahim’in, kuddüs kuşu [kumru] bahsi bulunan mektubu aldıkları zaman, aynen, hilâf-ı âdet, [âdete aykırı, kural dışı] kilitli bir odasını açarken, kuddüs kuşu [kumru] oda içerisinde uçmaya çalışması, hem içinde bulunan mektubu, hem bizim kuşlarımıza tevafuku; ve medrese-i Nuriyedeki [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] şakirtlerin [öğrenci] o mektuplarımızı okumak zamanında iki çekirge mektubun başına gelip dinlemeleri sabık [daha önceden geçen] kuşlarda tevafukatına, [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] bu küçük kuşlar dahi hem tasdik, hem tevafuk ettikleri gibi; İnebolu’daki sadık kardeşlerimizin imzalarıyla; yine mektubumuzu gecede okudukları zaman, gayet heyecanlı bir tarzda bir gece kuşu onları korkutup, pencereye el atıp iki kanadıyla pencereyi döğerek lisan-ı hal [beden dili] ile “Ben de o mektupla alâkadarım, bizi alâkasız zannetmeyiniz” diye yine sabık [daha önceden geçen] aynı meseleye ve sabık [daha önceden geçen] kuşların alâkadarlıklarına, büyük kuş da tam tevafuk ve tasdik ediyor.

Aynı meseleye bu kadar tevafukatHaşiye [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] hem mektuplardaki mücmelen [kısa, kısaca] bahsedilen hakikatlerin çok ehemmiyetli olmasından ve nev-i beşerin bu asırdaki vaziyetine bakması noktasında, acaba kâinat kitabının hâdisat ve meseleleri birbiriyle münasebettarlığını [alâkalı, ilgili] düşünen ve hayali geniş bir ehl-i kalb [kalb ehli] ve fikir böyle dese, hakkı yok mu ki, güya beşer, gayet kesretli [çokluk] tayyareleriyle ve insan kuşlarıyla, kuşların âlemi olan cevv-i havadaki [gökyüzü, atmosfer] kuşları hem korkutup, hem kuşlar âleminde acip bir heyecanla nev-i beşerin gidişatına karşı kuşlar dahi ciddî alâkadarlık gösterip, insanların bu zâlim, tahribatçı canavar kuşlarına karşı kimler mukabele [karşılama; karşılık verme] edip onları zulümden, tahripten vazgeçirip beşerin menfaatinde ve saadetinde çalıştırmasına çalışan kimlerdir, diye Risale-i Nur meselelerine alâkadarlık gösteriyorlar denilse, yeri yok mu? İhtimal verilmez mi? Mânâsız bir hayal denilebilir mi?

Üçüncü mesele: Geçen üç sene evvel Ramazan’da telif [kaleme alma] edilen ve yine bu sene Ramazan’da serbest intişar [açığa çıkma, yayılma] eden Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] bir hülâsa[esas, öz] olan Hizb-i Nuriyeyi okudum. Fakat bir saatten fazla çekerdi. Birden o hülâsanın [esas, öz] da bir

125

hülâsası, [esas, öz] on veya onbeş dakika aynı Ramazan’da tezahür etti. Onu okuduğum zaman, bütün Âyetü’l-Kübrâ‘yı [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] okuyorum gibi bir inkişafat-ı [açığa çıkma] imaniye ve تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] iki veya üç sahifelik Arabiyyü’l-ibare [Arapça ibare, metin] [sağlam] okuyorum. Vakit bulamıyorum, kendi kalemimle size yazayım. İnşaallah bir zaman size yazacağım. O parçayı benim gibi anlayanlar, kendisine mahsus nüshalarından ya Âyetü’l-Kübrâ‘ya, [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] ya Hizbü’n-Nuriyenin âhirinde yazar, tesbihattan ve duadan sonra otuz üç defa Lâilâhe illallah tesbihatımızın yerinde—yalnız sabah tesbihatında, mânâsını düşünerek—onu okuyabilir.

Dördüncüsü: İki noktadır:

Birincisi: Ispartalı kardeşlerimiz, hususan Gül Nur kahramanı Hüsrev, benim bu kış münasebetiyle maddî hâcetlerimi [ihtiyaç] merak ediyorlar, yardım etmek istiyorlar. Ben de onlara teşekkürle beraber derim ki:

Onların Risale-i Nur’a hizmeti, her şakirdin [talebe, öğrenci] saadet-i ebediyesine [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] menfaati gibi, benim de hakikî kışım suretinde olan kabrimden sonraki kışta ihtiyacatıma o derece mükemmel yardım ediyorlar ki; bu fâni, muvakkat [geçici] kışın hâcâtına yardımdan binler derece ziyadedir. Eğer benim elimden gelseydi, bütün ruh u cânımla, kemal-i iştiyâkla bütün onların hâcât-ı maddiyesini [maddî ihtiyaçlar] temine çalışırdım. Beni merak etmeyiniz. İktisat ve kanaat, bana iki hazinedir; tükenmez, bitmez.

İkinci nokta: Bir zaman “Küçük Isparta” namını alan ve her yerden ziyade, geçen meselemizde hapis musibetini çeken İnebolu ve civarı kardeşlerimin gayet güzel ve samimane mektupları beni çok mesrur [mutlu] eyledi. Yalnız, Risale-i Nur’un kahramanlarından baba-oğulun meşrepleri [hareket tarzı, metod] ayrı ayrı olduğundan, birbiriyle tam imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] edemediklerinden endişe ediyorum. Baba ne kadar haksız da olsa, oğul, onun rızasını tahsil etmeye mecburdur. Oğul da ne kadar serkeş [başkaldıran] de olsa, baba, şefkat-ı fıtriyesini ona karşı esirgemez ve esirgememeli. Değil böyle

126

baba ve evlât ve mümtaz [seçkin] seciyeli [huy, karakter] ve Risale-i Nur’un baş şakirtleri, [öğrenci] belki birbirinden çok uzak ve düşman da olsalar, Risale-i Nur’un hatırı için Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] mabeynindeki [ara] tefanî, birbirini tenkit etmemek, kusurunu affetmek düsturuyla [kâide, kural] bu iki kardeşim, dünyevî ve cüz’î [ferdî, küçük] ve hissî şeyleri medâr-ı münakaşa etmesinler. Pederlik ve veletliğin iktiza [bir şeyin gereği] ettiği hürmet ve şefkatle beraber, Nur’un şakirtliği [öğrenci] iktiza [bir şeyin gereği] ettiği kusura bakmamak ve affetmek ve benim çok sevdiğim iki kardeşim, benim hatırım için, birbirini tenkit etmemek lâzım geliyor.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyoruz.

– 53 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Mânen mâruz kaldığım iki şıklı bir sualin cevabıdır:

Birincisi: “Neden en ziyade senin şahsın hakkında hüsn-ü zan [güzel düşünce] eden ve sana büyük bir makam veren ve Risale-i Nur’la çok kuvvetli irtibatı bulunan ve sen de onları çok sevdiğin halde, hizmet-i Nuriyenin [Risale-i Nur Hizmeti] haricinde senin şahsınla temaslarını istemiyorsun ve senin hakkında fazla hüsn-ü zan [güzel düşünce] beslemeyeni sohbette tercih ediyorsun, daha ziyade iltifat gösteriyorsun, nedendir?”

Elcevap: Otuz Üçüncü Sözün İkinci Mektubunda dediğim gibi: Bu zamanda insanlar, ihsanını, [bağış] muhtaçlara çok pahalı satarlar. Meselâ, benim gibi bir biçareyi, sâlih [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu] veya velî zannedip, sonra bir ekmek verir ve mukabilinde makbul bir dua ister. Bu kadar fiyat vermektense, bu ihsanı [bağış] istemiyorum diye hediyelerin adem-i kabulüne [kabul etmeme] bir sebep gösterdiğim gibi; Risale-i Nur’un has şakirtleri [öğrenci] müstesna olarak—başkaları, beni, büyük bir makamda bilmekle, kuvvetli bir alâka ve hizmet gösterir. Hem mukabilinde, dünyada, ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] gibi nur’ânî neticeleri ister. Sonra bize hizmeti ile ve alâkasıyla mânevî ihsan [bağış] eder. Böylelerin bu nevi ihsanlarına [bağış] karşı, istediği fiyata sahip olamadığım için mahcup oluyorum. Onlar da ehemmiyetsizliklerimi bildikleri vakit inkisar-ı hayale [hayal kırıklığı] uğrarlar, belki hizmette fütura düşerler. Gerçi umur-u uhreviyede [âhirete ait işler] hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür. Fakat mesleğimizde ve hizmetimizde, bazı ârızalarla, inkisar-ı hayal [hayal kırıklığı]

127

cihetiyle, şükür yerine, meyusiyetle [ümitsiz] şekvâ [şikayet] etmeye sebep olur; belki de hizmetten vazgeçer. Onun için, mesleğimizde kanaat, daima şükrü ve metaneti [gayret, kararlılık] ve sebatı [kalıcı olma, sabit kalma] netice verdiği için, ihlâs dairesinde, hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz halde, neticelerine ve semeratına [meyve] karşı kanaatle mükellefiz.

Meselâ, Risale-i Nur hizmetiyle Isparta ve civarında binler ehl-i imana [Allah’a inanan] fevkalâde kuvvet-i imaniyeyi [iman gücü] temin etmek olan bu netice, bizim fevkalâde hizmetimize kâfidir. On kutup [esas, önder, direk, eksen] derecesinde biri çıksa, bin adamı derece-i velâyete sevk etse, yine bu neticeyi aşağıya düşürtmez. Nurun hakikî şakirtleri, [öğrenci] bu gibi neticelere kanaat ediyorlar. O büyük kutbun müridlerinin kanaat-i kalbiyelerini temin eden üstadlarının fevkalâde makamı ve meselelerde hükümleri yerine, Risale-i Nur’un sarsılmaz hüccetleri, [delil] o müridlerinin kanaatlerinden çok ziyade şakirtlerine [öğrenci] kanaat verdiği gibi, bu hâlet [durum] ve itikad [inanç] başkasına da sirayet [bulaşma] eder, menfaat verir. O müridlerin kanaati ise, hususî ve şahsî kalır.

Hattâ ilm-i mantıkta [mantık ilmi] “kaziye-i makbule” tâbir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple [üstün gelen kanaat] kanaat verir. İlm-i mantıkda; burhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna [güzel düşünce] ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, [delil] bu burhan-ı yakinî [çok kesin delil] kısmındandır.

Çünkü, ehl-i velâyetin [velâyet makamında olanlar, velî kullar] amel ve ibadet ve sülûk [mânevî yol alma] ve riyazetle gördüğü hakikatler ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, [iman hakikatleri] aynen onlar gibi, Risale-i Nur, ibadet yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış; sülûk [mânevî yol alma] ve evrad [okunması âdet olan dualar] yerinde, mantıkî burhanlarla [delil] ilmî hüccetler [delil] içinde hakikatü’l-hakaike yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarikat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve

128

ilm-i akîde ve usûlü’d-din içinde bir velâyet-i kübrâ [en büyük velâyet] yolunu açmış ki, bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe [üstün gelme] çalan felsefî dalâletlere [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] galebe [üstün gelme] ediyor, meydandadır.

Teşbihte hatâ olmasın, nasıl ki Kur’ân’ın gayet kuvvetli ve mantıkî hakikati, sair dinleri, felsefe-i tabiiyenin [her şeyi tabiata dayandıran felsefe] savletinden [saldırı] ve galebesinden [üstün gelme] kurtarıp onlara bir nokta-i istinad [dayanak noktası] oldu, taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] ve aklın haricindeki usullerini de bir derece muhafaza etti. Aynen öyle de, bu zamanda onun bir mu’cizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi, felsefe-i maddiyeden [her şeyi maddeye dayandıran felsefe] gelen dehşetli dalâlet-i ilmiyeye karşı, avâm-ı ehl-i imanın, [iman sahiplerinin avam tabakası] taklîdî olan imanlarını, o dalâlet-i ilmiyenin savletinden [saldırı] kurtarıp, umum ehl-i imana [Allah’a inanan] bir nokta-i istinad [dayanak noktası] ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi, zaptedilmez bir kal’a [kale] hükmüne geçmiştir ki, bu emsalsiz dehşetli dalâletler [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] içinde, yine avâm-ı mü’minin imanını, şüphelerden ve İslâmiyetini, hakikatsizlik vesveselerinden muhafaza ediyor.

Evet, her tarafta, hattâ Hint ve Çin’de ehl-i iman, [Allah’a inanan] bu zamanın çok dehşetli dalâletinin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] galebesinden, [üstün gelme] “Acaba İslâmiyette bir hakikatsizlik mi var ki, sarsılmış?” diye şüpheye ve vesveseye düştüğü vakit birden işitir ki, bir risale çıkmış, imanın bütün hakikatlerini kat’î ispat eder, felsefeyi mağlûp edip zındıkayı susturuyor, diye anlar. Birden o şüphe ve vesvese zâil [geçici, yok olucu] olup imanı kurtulur ve kuvvet bulur.

Sualin ikinci şıkkı: “Sen, bir mektubunda, şairane bir lâtifeyi, [berrak, şirin, hoş] yani kuşların, mektuplarını yazmak ve okumak zamanında yanınıza ve şakirtlerin [öğrenci] yanına gelmelerini, o lâtifeyi [berrak, şirin, hoş] ciddî bir tarzda kardeşlerine yazdın. Halbuki o kuşlar, hal-i âlemi [dünyanın içinde bulunduğu hâl, durum] ve Risale-i Nur’un hâdisâta karşı fâidesini bilecek mahiyetinden uzaktırlar.”

Elcevap: Emir ve izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ve havl [güç] ve kuvvet-i Rabbâniye ile, umum hayvanatın, melâikeden [melekler] bir çobanı, bir nâzırı olduğu gibi, kuş taifesinin de bir çobanı

129

var. Onlar bilmese de, emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ile ve ilham-ı Rabbânî ile, çobanları onları sevk eder. O sevk-i fıtrî ise, kuşlara gelen ilhama dayanır. Kuşlar, ilhama mazhardırlar ki, yaşı bir günlük bir arı yavrusu, havada, bir gün mesafede gider, o ilham-ı fıtrî [Cenâb-ı Hakkın, ihtiyaçlarını karşılamaları için varlıklara vermiş olduğu duygu] ile, o sevk-i Rabbânî [her şeyin rabbi olan Allah’ın yönlendirmesi] ile yolunu şaşırmadan dönüp, gelip yuvasına girer.

Evet, nasıl ki küre-i arz [yer küre, dünya] Risale-i Nur ve şakirtlerine [öğrenci] gelen zulme itiraz etti ve cevv-i hava [gökyüzü, atmosfer] yağmursuzlukla ve soğukla Risale-i Nur’a gelen tazyikat [baskılar] ve müsadereyi tenkit etti ve bulutlar serbestiyetini yağmurlarla alkışladı; elbette kuş nev’i de alâkadar olabilir.

Evet, insanın bir kısım sun’î [gerçek olmayan] kuşlarının bir bomba yumurtasıyla bir köyü harap edip bin adamı mahveden cinayetine ve cehennemî zakkum [Cehennemde bir ağacın ismi] yumurtaları taşıyan o insanî kuşların tahripçi kısmını, hem küre-i arza, [yer küre, dünya] hem nev-i beşere müstebidane, merhametsiz tahribatına karşı, bu hayvanî kuşlar, tesirli bir surette istikbali tenvir [aydınlatma] eden Risale-i Nur’u elbette mânen tebrik edip alkışlar, diye suretindeki hadise, gerçi çok tatlı bir lâtifedir; [berrak, şirin, hoş] fakat çok ince bir hakikat dahi içinde var.

– 54 –

Kardeşlerim,

Bu defa Meyve Risalesi‘nin [On Birinci Şuâ] tam kıymetini bilen ve kendine “Meyveci” namını veren Risale-i Nur santralcısının yazdığı mektup, beni çok memnun eyledi. Çünkü, Hulûsi, Hakkı gibi yirmi seneye yakın bir zamandan beri mâbeynlerinde [ara] olan samimane dostluk ve kardeşlik tam devam ve sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ettiği gibi, onların Risale-i Nur’a karşı alâka ve irtibat ve sadakatleri, aynen mâbeynlerindeki [ara] hâlisâne münasebetleri gibi hem devam ediyor, hem metanet [gayret, kararlılık] kesb [elde etme, kazanma] ediyor, ârızalarla sarsılmıyor. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrediyorum ki, böyle hâlis, muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] ve başkalara

130

hüsn-ü misal [güzel örnek] olan sadık şakirtleri [öğrenci] Risale-i Nur’a vermiş ki, daimî hakta hulûs [halis, paklık] ile ve Nur hizmetinde sabır içinde şükrediyorlar. O Meyvecinin civarında, ismini söylemediğim malûm ve çok alâkadar olduğum kardeşlerim, hususan Barla sıddıkları, beni çok defa hayalen eski zamana ve o memlekete celb [çekme] ediyorlar, Barla ve dağlarında gezdiriyorlar. Ben, onlarla ve o yerleriyle çok alâkadarım, unutmuyorum. Onlara binler selâm ediyorum.

– 55 –

Kozca Hatibi Hasan Şükrü’nün mektubu beni memnun eyledi; selâm ederim. Mâsumlar, ümmîler, hemşireler ve kaleme çalışanlar başta olarak umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyoruz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

– 56 –

Mahkeme tarafından bana iade edilen, daha elime geçmeden postadan müsadere edilen mübarekler heyetinin pehlivanı Küçük Ali’nin bir mektubunu gördüm ki, her iki sene bir defa bütün Risale-i Nur’u yazmaya karar vermiş, yapmış. Bu kahramanlığı ile, benim, Risale-i Nur’un birinci şakirdi [talebe, öğrenci] olan Büyük Mustafa’da hakikî bir Abdurrahman’ı ve arkasında çok Abdurrahman’ları göreceğim diye keşfiyatımı [keşifler] tam tasdik etmiş ve o mübarek Mustafa’nın vazifesini tam yapmış. Ve Hafız Mustafa dahi, Hafız Ali zamanında tam bir muavini ve vefatından sonra tam bir vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olduğunu hapiste gösterdi. Demek mübarek heyet-i âlisinde, on sekiz sene evvel ümit ettiğim hizmet-i Nuriyeyi [Risale-i Nur Hizmeti] tam yapmışlar ve yapıyorlar. Ektikleri tohumlar, onlar çalışmasalar da, onların bedeline mahsulât veriyor.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ediyoruz.

131

– 57 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Sizin leyâli-i aşere olan mübarek o geçmiş gecelerinizi ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bayramınızı ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmet ve keremiyle [cömertlik] ve hıfz u himayetiyle ve tevfik [başarı] ve hidayetiyle, Risale-i Nur’un tab’ [baskı basma] ve intişarına [açığa çıkma, yayılma] ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] tevafuklu tab’ına [baskı basma] sizleri muvaffak eylesin. Âmin.

Saniyen: [ikinci olarak] Risale-i Nur’un bir hülâsa[esas, öz] olan Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] ve Hizb-i Nuriyenin bir hülâsatü’l-hülâsası [esas, öz] hükmünde otuz üç kelime-i tevhidin [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] namaz tesbihatındaki eskiden beri okuduğum ve Risale-i Nur’un ekser hakikatleri namaz tesbihatında inkişaf [açığa çıkma] etmesiyle hayalim fazla tevessü [genişleme, yayılma] ederek, o otuz üç kelime-i tevhid, [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] herbirisini kâinatın bir tabaka-i mahlûkatının lisan-ı haliyle [beden dili] söylediği o kelimeyi ben o lisan ile söylüyorum gibi, o küllî lisan-ı hal, [beden dili] benim cüz’î [ferdî, küçük] lisan-ı kàlimin [dille söyleyerek] aynı olur. Ben, kemal-i zevkle okuyorum. Size de suretini gönderiyorum.

Benim şüphem kalmadı ki: تَفَكُّرُ سَاعَةٍ… الخ 1 sırrını taşıyan Hizb-i Nuriyenin on beş dakika zarfında bu hülâsatü’l-hülâsası [esas, öz] dahi aynı sırrı taşıyor. Arabî bilmeyenler, Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] mertebelerini güzelce anlasalar, bu Arabî parça tam anlaşılır. Arabî bilmeyen, birkaç defa ikisine baksa, tam anlayacak. Bunu ben yirmi dört saatte bir defa ya sabah namazının tesbihatında veya başka vakitte, en ziyade usandığım ve sıkıntı zamanında okuyorum. Bana ulvî bir inşirah [ferah, rahatlık, sevinç] verir, usancı izale [giderme] eder. Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] ve Hizb-i Nuriyenin âhirinde yazılsa, münasip olur. Mânidardır ki, Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] ve Risale-i Nur’un ekser hakikatleri

132

Ramazan’da ve tesbihatında zuhuru gibi, bu Hülâsatü’l-Hülâsa, [özetin özeti] aynen Ramazan’da ve tesbihatta zuhur etti.

Salisen: [üçüncü olarak] Bugünlerde haber aldım ki, Heyet-i Vekile, [Bakanlar Kurulu] benim nüfusumu [nefisler] Kastamonu’dan alıp Emirdağına nakletmeye karar vermişler. Anlaşılıyor ki, Risale-i Nur’a ve talebelerine ilişmeye bahane bulamıyorlar, yalnız ehemmiyetsiz şahsıma ehemmiyet veriyorlar, kayıtlar altına alıyorlar.

Ben de size bütün kuvvetimle temin ediyorum ki, ben ruh u canımla, onların, Risale-i Nur ve talebelerine ilişmeye bedel bana ilişmelerini iftiharla kabul ediyorum. Güya başka yerlerde birden bana iltihak [karışma, katılma] ediyorlar ve men’ine çare bulamıyorlar, fakat burada tam çare bulmuşlar zannedip böyle muamele oluyor. Siz hiç müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmayınız. Benim bu vaziyetim, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] fütuhatlarına [fetihler, yayılmalar] bir vesiledir. İnayet-i merhamet-i İlâhiye, hakkımda ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] haksızlıklarını büyük bir hayra çevirecek kanaatindeyim. Zaten mesleğimizde zaman, mekân sohbetimize mâni olamaz. Şarkta, garpta, [batı] hattâ âhirette, berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] olsa da beraberiz. Meselâ, berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] Hafız Ali (r.h.) hergün mânen yanımızdadır. Bu hakikate binaen, sûrî [görünüşte] ayrılmaya, hattâ ölüme ehemmiyet vermemeliyiz.

Rabian: [dördüncü olarak] Medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] kahramanlarından marangoz Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] bülbülü, gül fabrikasının mübarek gülcü kâtibinin bülbülünü tasdik etmesi pek lâtif [berrak, şirin, hoş] olmuş. Zaten baharda umum kuşlar namına nebatat [bitkiler] kafilelerinin erzak-ı hayvaniyeyi getirmelerine karşı bülbüller bir hatiptir ki, onları kuşlar namına alkışlıyor. Risale-i Nur’un kuşlar tarafından alâkadarlıkları içinde, elbette yine başta bülbül görünmek lâzım geliyor ki göründü.

Safranbolulu muhlis, [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] metin [sağlam] kardeşimiz Mustafa Osman, “Buradaki kardeşlerime bir iki mektup gönderdim” diyor; mektupların cevabını alamadığından telâş etmiş. Etmesin. İhtiyata binaen ve Isparta vasıtasıyla muhabereye itimaden ona ayrı mektup yazılmamış; merak etmesinler. Kastamonulu kardeşlerimiz de telâş

133

etmesinler. Nüfusumun [nefisler] buraya nakli, Kastamonu ve onlarla alâkamı gevşetmez, bilâkis daha kuvvetli beni onlarla bağlıyor. Ben, ekser vakitte hayalen ve mânen kendimi Kastamonu’nun mübarek dağlarında ve o kardeşlerimin yanında buluyorum.

– 58 –

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hakikî vârislerim, [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah]

Bayram tebriklerine ait çok mektupları aldım. Herbirine cevap vermeye vaktim, halim müsaade etmiyor. Herbir mektubu, çok kardeşlerimi temsil ederek bir has kardeşimiz yazmış. O mektuplarda, tebrikten başka bazı ehemmiyetli noktalar da var; beni mesrur, [mutlu] minnettar eyledi.

Ezcümle, Gül ve Nur fabrikası namına Hüsrev’in tebrik mektubu, beni sevinçle ağlattırdı. Zaten Hüsrev’in mümtaz [seçkin] bir hâsiyeti [özellik] budur ki, şimdiye kadar bana gelen bütün mektuplarının hiçbirisi beni incitmiyor; elîm zamanlarımda da yumuşak geliyor, ruhumu okşuyor. Bu cihette dahi ona şahsım itibarıyla çok minnettarım.

Hulûsi-i Sâni Sabri’nin, malûm kardeşleri hesabına tebriknamesi, beni derinden derine sevindirdi. O has kardeşimizin takdir ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] noktasında ileri olması, Hüsrev ve Hasan Feyzi hakkında çok güzel takdiratı, beni cidden müferrah [ferah duyan, huzurlu] eyledi. Hasan Feyzi’nin Denizli şakirtlerinin [öğrenci] hesabına tebriki dahi onun yüksek irtibatını, kuvvetli alâkasını gösterdi.

Kastamonu fedakârları namına Kastamonu’nun Hüsrev’i ve Rüştü’sü olan Feyzi ve Emin’in tebrikli mektubu ve Feyzi’nin malûm hadisede hiçbir endişe verecek bir hal vuku bulmadığını, bilâkis bir teşvik kamçısı hükmüne geçtiğini yazması, bizim endişemizi izale [giderme] etti.

Nazif‘in [temiz, pak] o havalideki kardeşlerimizin namına tebriki ve Nazif‘in [temiz, pak] sarsılmaz sadakat ve irtibatı ve kuvvetli ümitleri bize tam bir nefes aldırdı. Onun hususî rakipleri bulunduğu için telâşlıydım.

Sadakati harika olduğu gibi, cesareti de o nisbette olan Halil İbrahim’in (r.h.) doğrudan doğruya benim adresime gönderdiği tebrikini aldım. Onu ve Nur’un

134

dikkatli avukatı başta olarak onların umumuna selâm ve bayramlarını tebrik ederiz.

Medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] kahramanlarından Şükrü Efenin kuşların ve serçelerin alâkadarlıklarını gösteren mektubu, kahraman marangozun teyidini teyid etti, bizi de memnun etti.

Atabey kardeşlerimizden, Lütfi vârislerinden [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] Ali Osman’ın mektubundaki sualine cevap vermeye vakit bulamadık.

İşte bu mezkûr [adı geçen] kardeşlerimizin herbiri temsil ettikleri kendilerine ve arkadaşlarına ayrı ayrı ruh u canımızla maddî ve mânevî bayramlarını tebrik ediyoruz ve büyük Re’fet kardeşimize binler safâlarla [gönül hoşnutluğu] geldin deriz.

Umum kardeşlerime ki, içinde mâsumlar tâifesi ve ümmî ihtiyarlar ve fedakâr hemşireler tâifeleri olarak birer birer üçüncü olarak bayramlarınızı tebrik ve selâm ve selâmet [huzur] ve saadetlerine dua ederek hatm-i mekal ediyorum.

– 59 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Merhum Şehid Hafız Ali’nin (r.h.) kitaplarıyla beraber bana gelen mübareklerin pehlivanı ve Abdurrahman’ların kahramanı büyük ruhlu Küçük Ali’nin Sikke-i Tasdîk-i Gaybî nâmındaki mecmuası çok güzel ve münasiptir. Fakat Lâhikada ve bilhassa Emirdağı parçasında, Risale-i Nur’un kerametlerine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] alâkadar zelzele ve yağmur ve kuşlar bahisleri gibi daha münasip gördüğünüz mektuplar o Sikke‘nin [mühür] âhirine girse, daha güzel olur. Bu münasebetle, mübarekler heyetinin bayramlarını tekrar tebrikle Küçük Ali’ye bin bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] derim.

Safranbolu bahadırı fedakâr Mustafa Osman’ın buradaki şakirtlere [öğrenci] gönderdiği güzel mektubu okudum. Bu zât dahi Hasan Feyzi gibi fevkalâde sadakatini ve hüsn-ü zannını [güzel düşünce] edîbane yazmış, fakat Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] yerine