EMİRDAĞ LAHİKASI – 2. Bölüm 120-139. Mektuplar (585-613)

585

– 120 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz kardeşlerim,

Bu defa motorlu kayık içinde Eğirdir’den Barla’ya giderken denizin dehşetli, emsalsiz fırtınası leyle-i Kadirdeki [Kadir Gecesi] dehşetli hastalık gibi, zahmet noktasını kaldırıp büyük bir rahmete vesile olduğunu sizlere müjde veriyorum. Altı arkadaşla beraber şehid olmak, yedi ihtimalden altı ihtimalle deniz bize geniş bir kabir olmak için zemin hazırlandı. Fakat o hal altında, mükerrer tecrübelerle yağmurun Risale-i Nur’la alâkadarlığı ve şimdi çok zamandır yağmura şiddetli ihtiyaç olduğu bu zamanda Risale-i Nur’un gizli düşmanlarının tehlikesinden ve geniş plânından kurtulmasına bir işaret olarak o dehşetli hâletimiz [durum] bir sadaka-i makbule [makbul olan, kabul edilmiş sadaka] hükmüne geçtiği remziyle, [ince işaret] o rahmet-i İlâhîden [Allah’ın rahmeti, şefkat ve merhameti] gelen emr-i Rahmânîyi imtisalindeki [bağlanma, boyun eğme] iştiyakla [arzu, istek] yağmurun bir annesi olan bu deniz, o rahmete dair emr-i İlâhîyi [Allah’ın emri] gayet heyecanla ve iştiyakla, [arzu, istek] acelelikle getirmek için, bir şefkat tokadı nevinden Nur talebeleri olan bizim başımızı tokatla yüzümüzü ve gözümüzü yağmurla okşadı.

Biz bu hâleti [durum] zahiren hiddet, mânen şefkatkârâne [şefkat dolu] okşamak nev’inde gördük. Ben daha fırtına ve yağmur başlamadan evvel hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile, hazine-i rahmete [Allah’ın rahmet hazinesi] bir anahtar olacak dehşetli ve heyecanlı bir musibet hissettiğimden, mütemadiyen Cevşen’i ve Şâh-ı Nakşibend’in virdini [devamlı yapılan zikir] okuyordum. Denizin o dehşeti içinde kemâl-i şevkle [tam bir istek ve arzu] o mübarek denizi kabir olarak kabul ediyordum. Böyle kaza ile vefat eden şehid hükmünde olduğu gibi, şehid de velî hükmünde olmasından, altı arkadaşıma acımadım. Yalnız içinde bulunan çocuğa bir parça acıdım. O kayığın makinesi bozulduğu ve yelkeni de, rüzgâr onun aksiyle geldiği için fâide vermediğini ve denizin mevcleri de pek büyük, evvelâ kayığa ve zahiren bize hücum etmesiyle beraber kayığın içine girmediği için, kemâl-i sabır [tam bir sabır] ve şükürle karşıladık ve sâlimen sahile çıktık. “Elhamdü lillâhi alâ külli hal[her durumda] dedik.

Said Nursî

586

– 121 –

Üstadımız diyor ki:

“Ben elli altmış senedir küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] karşı imana hizmet etmek ve küfr-ü mutlakın [her açıdan inkârcılığa düşmek] neticesi olan anarşilikten milleti kurtarmak için bütün kuvvetimle iman hizmetindeki ihlâsın neticesi olan âsâyişi muhafaza ile, bir câni yüzünden on mâsumu zulümden kurtarmak için rahatımı, şerefimi, haysiyetimi, hattâ lüzum olsa hayatımı feda etmekle, herbir tazyikata, [baskılar] mânâsız, lüzumsuz şeylere karşı sabır ve tahammül ettim. İşte, benim otuz kırk senedir bu hizmet-i imaniye [iman hizmeti] için, benim hakkımda habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapıp, bir bardak suda fırtına çıkarıp beni tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] ettikleri halde, sırf hizmet-i imaniyenin [iman hizmeti] bir neticesi olan âsâyiş için sabır ve tahammül ettim. Bir misali, beş mahkeme huzurunda hiç benim kıyafetime ilişilmediği halde ve mütemadiyen gezdiğim halde ve hattâ İstanbul’da mahkememde yüz yirmi polis bulunduğu halde, aynı kıyafetime ilişmediler ve iki ay İstanbul’da yaya gezdiğim halde, mümânaat [engel olma] etmediler ve ilişmeye hiç kimsenin hakkı yok.

“Çünkü, hem münzevî, hem de camie gitmiyor ve çarşıda kalabalık yerlerde gezmiyor, yalnız otomobiliyle çıkıyor. İnsanlarla zaruret olmadan konuşmuyor, yalnız teneffüs için dağlar başında ve hâli [boş] yerlerde geziyor. Şimdi ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] hiçbir hakkı yoktur ki vaziyetime, hâlime ilişsinler.”

Bir seyahat münasebetiyle ve otomobili içinde İstanbul’a en mühim bir mesele-i imaniye [imana dair mesele] için gitmesinden, şimdi İstanbul’un bazı resmî adamları yirmi cihette kanunsuz bir tarzda kanun namına Üstadımızı bir bardak suda fırtına koparmak nev’inden, milyonlar fedakâr talebeleri bulunan bir zata sinek kanadı kadar bir ehemmiyeti olmayan bir mesele için resmî adamları yanına göndermek olan yüz cihette ehemmiyetsiz, mânâsız ve bir habbeyi yüz kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapmak gibi bu şeye karşı Üstadımız diyor:

“Madem iman hizmetinde ihlâs-ı etemle, [tam ve mükemmel ihlâs] anarşiliği durdurmakla, âsâyişi muhafaza etmekle sabır ve tahammül gerektir. Ben de bunun için rahatımı, haysiyetimi feda ediyorum. Onları da helâl ediyorum.”

Üstadımızın bu defa İstanbul’a gitmesi münasebetiyle İstanbul Müddeiumumîliğince [savcı] ifadesinin alınması için yanına gelen iki memura Üstadımız dedi:

587

“Ben daha evvel bu mesele için mahkemede ifade vermiştim ve mahkeme tahkikat [araştırma, inceleme] yapmış, neticede beraat vermiş. Başka diyeceğim yok” diyerek, Samsun Mahkemesine giden ve İstanbul Mahkemesinde okuduğu ifâdâtını [ifâdeler] tekrar söyledi. Hem eskiden aldığı birkaç rapor var ki, hastalığı dolayısıyla başını sarmaya mecburdur ve şiddetli nezleden ve hastalıklardan dolayı istirahate ve tebdil-i havaya [hava değişimi] ihtiyacı vardır. Daimî bir yerde kalması sıhhatine münafidir. [aykırı] Daha evvel lüzum da olmadığı için bu raporları göstermeye tenezzül etmiyordu, lüzum görmüyordu.

Hizmetinde bulunan Nur talebeleri

 Tâhirî, Zübeyir, Sungur, Hüsnü, [güzellik] Bayram

– 122 –

Üstadımızın vasiyetnâmesi

Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] sermayesini, kendilerini Risale-i Nur’un hizmetine vakfedenlerin tayınlarına [erzak, yiyecek] vermek, hususan nafakasını çıkaramayanlara vermek lâzımdır.

Şimdiye kadar birkaç senedir tayınatları [erzak, yiyecek] verilen Nur talebeleri, haslara malum olmuş. Ben de yanımda şimdi bulunan kardeşlerimi kendime vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] ve benim vazifemi yapmaya çalışmak lâzım. Tesanüdü [dayanışma] de tam muhafaza etsinler.

Evet, bu vasiyetnameyi tasdik ediyorum.

Said Nursî

588

– 123 –

 Vasiyetnamenin Haşiyesidir [dipnot]

Üstadımız âhir ömründe insanların sohbetinden men edildiği cihetle anladı ki:

“Bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara zarar verecek haller var. Risale-i Nur’un mesleğindeki âzamî ihlâs için bu hastalık verilmiş. Çünkü bu zamanda şan, şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından, âzamî ihlâs ile bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha [açılış kısmı, baş, baş kısım] okusunlar, mânevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha [açılış kısmı, baş, baş kısım] uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nur’daki âzamî ihlâs ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir mânevî sebep hissediyorum. Kendini Risale-i Nur’a vakfetmiş olan, yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup, bu mânâyı, lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler.”

Said Nursî

– 124 –

 Menderes’in Konya nutkuna [konuşma] dair açıklaması

Başvekil, [Başbakan] sözlerinin maksatlı olarak tefsirlere tâbi tutulduğunu söylüyor. (Hususî muhabirimizden.)

ANKARA: Başvekil [Başbakan] Adnan Menderes Konya’da söylemiş olduğu nutuk dolayısıyla yapılan neşriyat üzerine Zafer gazetesinin sorduğu bir suâli şu şekilde cevaplandırmıştır:

“Konya’da Hükûmet Meydanında büyük bir kitle halinde toplanmış bulunan çok muhterem Konyalı vatandaşlarıma karşı söylediğim nutkun [konuşma] lâiklik telâkkimiz [anlama, kabul etme] hakkındaki kısmının su-i niyet sahibi kalemlerde nasıl tefsire tâbi tutulduğunu, ben de esefle [üzüntü, acı] müşahede ettim. Bunlardan bir kısım sözlerimin kardeşi kardeşe kırdıracak bir mahiyette olduğunu, bir kısmı sağ politikacılara meydan açtığını ve mukaddesatçılık yasağını ortadan kaldırdığını ve netice itibarıyla Türk inkılâplarının [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] büyük esaslarından birini zedelediğini ifade etmişlerdir.

“Bütün bu yazılarda dikkatime çarpan cihet, Konya’daki sözlerimin takip olunan maksatlara ve elde edilmek istenilen neticelere göre tahrif edilmiş olmasıdır.  

589

Meselenin iyice anlaşılması için, evvelâ Konya’daki sözlerimi bir kere daha ve o günkü Anadolu Ajansında neşredildiği gibi tekrar etmek isterim. O gün aynen şöyle demiştim:

“Şimdi size lâiklik telâkkimizden [anlama, kabul etme] de bahsetmek istiyorum. Lâiklik bir taraftan din ile siyasetin birbirinden ayrılması, diğer taraftan ise vicdan hürriyeti mânâsına gelir. Din ile siyasetin kat’î surette birbirinden ayrılması esasında en küçük tereddüde dahi tahammülümüz yoktur.

“Vicdan hürriyeti bahsine gelince: Türk milleti Müslümandır. Ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvelâ kendine ve gelecek nesillere dinini telkin etmesi, onun esasını ve kaidelerini öğretmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır. Halbuki mekteplerde din dersi olmayınca, evlâdına kendi dinini telkin etmek ve öğretmek isteyen vatandaşlar bu imkânlardan mahrum edilmiş olurlar. Müslüman çocuğu, dinini öğrenmek gibi pek tabiî bir haktan mahrum edilmemek icabeder. Böyle mahrumiyet ve imkânsızlık vicdan hürriyetine uygundur denilmez. Bu itibarla orta mekteplerimize din dersleri koymak, yerinde bir tedbir olacaktır.

“Dinsiz bir cemiyetin, bir milletin pâyidar olabileceğine inanmıyoruz. En ileri milletlerin dahi din ile siyaset ve dünya işlerini birbirinden ayırdıktan sonra ne derece dinlerine bağlı kaldıklarını biliyoruz. Bugünkü seviye ile asil milletimize taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] isnadı reva görülemez. Milletimiz dinine sımsıkı bağlı olduğu kadar, umumiyetle dini en temiz duygularla benimsemektedir. İslâmlık, milletimizin vicdanında en musaffâ [arınmış, safileşmiş] seviyesini bulmuştur. Müslümanlığı ve onun esaslarını, farizalarını ve kaidelerini kifayetle [yeterli olma] telkin edip öğretecek öğretmenlerimizin yetiştirilmesine ayrıca gayret sarf edilecektir. Gelecek sene lise derecesinde ilk mezunlarını verecek olan Konya İmam Hatip Mektebinin ileri seviyede din tahsili veren bir tedris [öğrenim, eğitim] müessesesi [kurulmuş] haline getirilmesi ve bu müesseselerin [kurulmuş] benzerlerinin yurtta fazlalaştırılması uygun olacaktır.” demiştir.

“Konya nutkunun [konuşma] bu kısmını muhterem Türk efkârı [fikirler] karşısında öylece tekrar ettikten sonra şunu ehemmiyetle tebarüz ettirmek isterim ki: Beyanatım, herhangi bir iltibasa [karıştırma] mahal vermeyecek kadar açıktır. Yapılacak tefsirlerde, ileri sürülecek mütalâalarda bu açık metne sadık kalmak esastır. Hiç kimse benim söylediğim sözleri tahrif hakkına sahip olmadığı gibi, hiçbir zaman aklımdan geçmeyen maksadı ve niyetleri bana atfetmeye kimsenin hakkı olmamak lâzım gelir.”

590

Haşiye: [dipnot] Başvekilin [Başbakan] Konya’daki ehemmiyetli nutku [konuşma] için umum Nur talebeleri ve mektepli mâsum çocuklar namına bir tebrik yazacaktım. Şimdi kalbime geldi: Risale-i Nur’un serbestiyetine dair müdafaatlarımızın ve ehemmiyetli bir avukatımızın ehl-i vukufa [bilirkişi] cevabının arkasında, o nutku, [konuşma] Risale-i Nur’un serbestiyetine dair bir sebep ve senet göstermekle Anadolu’daki Müslümanları ve Nurun bütün talebelerini ona bir mânevî kuvvet ve duacı yapmak, ezan-ı Muhammedînin ilânı onlara nasıl bir mânevî kuvvet hükmüne geçti; bu nutukla Risale-i Nur’un serbestiyeti dahi, ona bir mânevî kuvvet hükmüne geçmesi için, ona tebrik yerine, dâvâ vekilimizin haklı müdafaasında bir haşiyeyaptık.1 [dipnot]

Rehber’in müsaderesine bahaneleri reddeden Avukat Mihri’nin müdafaatı gibi, Konya’da Başvekilin [Başbakan] bu nutku [konuşma] da o bahaneleri reddeden bir hakikattır.

– 125 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 2

Üstadımız Said Nursî diyor ki:

Madem Isparta benim hakikî bir memleketimdir. Ben ruh u canımla bu hakikî memleketime ve insanlarına hayır kazandırmak istiyorum. Şimdi çok mühim olan hayır da şudur:

Afyon, nasıl ki bütün Risale-i Nur Külliyatını iade etmekle âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve hattâ âlem-i insaniyette [insan âlemi] çok büyük bir hayra vesile oldu ve sekiz seneden beri olan hatâyı hiçe indirip affettirdi. Bu mübarek Isparta dahi, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] nazarında Mısır Camiü’l-Ezher’i ve eski Şam-ı Şerif [mübarek olan şehir; Şam şehri] mübarekiyetine [bereketlilik, hayırlı olma] mazhar [erişme, nail olma] olduğundan, elbette Risale-i Nur’u sahiplerine iade etmekle hasıl olacak çok büyük şeref noktasında Afyon’dan geri kalmayacak. Belki yirmi derece ileri gidecek. Isparta’nın âdil adliyesi, vatanperver Demokratı ve dindar halkı bu hayr-ı azîmi

591

memleketlerine kazandırmak ve Afyon’un mazhar [erişme, nail olma] olduğu şereften yüz derece ziyade bir şerefi kendilerine temin etmek için, bu mübarek Isparta’nın mahsulü olan Nur Risalelerinin [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] iadesine çalışsınlar. Nasıl ki, Isparta’nın bir mebusu olan Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] Tola, Ankara ve Afyon’un Risale-i Nur iadesinde yüz adam kadar fâide verip bu hayr-ı azîmin yarısını Ispartalılara kazandırdı.

Hizmetinde bulunan

Nur talebeleri

– 126 –

Üstadımız izzet-i ilmiyeyi [ilmin izzeti] muhafaza için eski zamandan beri en büyük reislere tezellül [alçalma] etmedi. Hem halkların hediyesini kabul etmiyordu. Şimdi ise Üstadımız hem zaif olduğu halde, ehl-i ilme [ilim ehli, âlimler] bir mahzuru olmayan hediyeyi ise hastalıkla alamıyor. Hattâ biz hizmetkârlarından dahi en küçük birşeyi mukabelesiz [karşılıksız] yiyemiyor. Yese hasta oluyor. Bu hâleti, [durum] hiçbir şeye âlet olmayan Risale-i Nur’daki âzamî ihlâsın muhafazası için, bir hastalık suretini aldı ve hastalıkla bu kaidesini bozmaktan men ediliyor itikadındayız. [inanç] Hattâ Risale-i Nur’un her tarafta neşir ve intişarının [açığa çıkma, yayılma] büyük bir bayramı münasebetiyle ehl-i ilme [ilim ehli, âlimler] lâzım olan musafaha [el sıkışma, kucaklaşma] ve sohbet etmekten ve bu mübarek bayramda da en has talebeleri ve kardeşleriyle musafaha [el sıkışma, kucaklaşma] ve sohbetten ve ona bakmaktan da şiddetle sıkılıp âzamî ihlâsın muhafazası için bir hastalık hâleti [durum] alarak men edildiği ona ihtar edildi. Hattâ bizler gördük ki, bu mübarek bayramda şiddetli hastalığı için talebelerine dedi: “Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü, dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor.”

Biz de Üstadımızdan sorduk:

“Kabri ziyarete gelenler Fatiha [açılış kısmı, baş, baş kısım] okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men ediyorsunuz?”

Cevaben Üstadımız dedi ki:

“Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki firavunların dünyevî şan ve şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri [insanın bakışı] kendilerine çevirmeleri

592

gibi, enaniyet ve benlik, verdiği gafletle, heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları, mânâ-yı harfîden [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] mânâ-yı ismiyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile, eski zamandaki lillâh için ziyarete mukabil, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın [ölüm] dünyevî şan ve şerefine ziyade ehemmiyet verir. Öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur’daki âzamî ihlâsı kırmamak için ve o ihlâsın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garpta, [batı] hem kim olursa olsun, okudukları Fatihalar [açılış kısmı, baş, baş kısım] o ruha gider.

“Dünyada beni sohbetten men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle, beni sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle men etmeye mecbur edecek” dedi.

Hizmetinde bulunan talebeleri

– 127 –

Üstadımızın Afyon Mahkeme heyetine gönderdiği yazının suretidir.

Bugün sizi tebrik ve size teşekkür için Afyon’a geldim. Çoktan beri kitaplarımızın zayi olmaması için ziyade muhafaza ettiğinize teşekkür ederim. Ve şimdi Ankara’ya göndereceğinizden sizi tebrik ederim. On sene evvel hususî olarak birisinin birisine yazdığı ve bazan da benim namımla yazılıp imzam bulunmayan ve neşrolmayan hususî mektuplar evvelce mahkemenizce tetkik edilip medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] birşey bulunmadığından nazar-ı itibara [dikkate alma] alınmadı. Hem mürur-u zamana [zaman aşımı, zamanın geçmesi] uğramış ve neşredilmemiş ve af kanunları görmüş, malûmatım olmamış ve Risale-i Nur kitaplarıyla alâkası olmayan mektupları yeniden nazar-ı dikkate almak, [bir meseleyi en ince detaylarıyla ele almak; dikkate almak] hem ehl-i adaleti, [adaletle davranan kimseler] hem ehl-i vukufu [bilirkişi] lüzumsuz meşgul edeceğinden böyle işgal etmemesi ve işimizin tehire uğramaması için mezkûr [adı geçen] hususî mektuplarım o mübarek kitaplara takılmaması adaletinizden temenni ediyoruz.

Bu mübarek adliye iki defa o kitapların beraatle iadesine karar verdiği halde, bazı esbaba binaen mahpus kalmış. Aynı kitapları bazan tamamını, bazan ele

593

geçirilen kısmını beş mahkemenin iade ettiklerini ve beş emniyet dairesi de sahiplerine teslim ettiklerini size haber veriyoruz. İnşaallah adaletiniz ve hüsn-ü niyetiniz [güzel niyet] bu defa da iadesine vesile olacak.

Hasta

Said Nursî

– 128 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Sayın Adnan Menderes,

Otuz beş seneden beri siyaseti terk eden Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri, şimdi Kur’ân ve İslâmiyet ve vatan hesabına, bütün kuvvetiyle ve talebeleriyle, dersleriyle Demokrat Partinin iktidarda kalmasını muhafazaya çalıştığına, biz Demokrat Parti mensupları ve Nur talebeleri kat’î kanaatimiz gelmiştir.

Üstadımızdan, niçin Demokrat Partiyi muhafazaya çalıştığını sorduk.

Cevaben: “Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki, Halk Partisi İttihatçıların bozuk kısmının cinayetleri ve hem Cumhuriyetin birinci reisinin Sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] Muahedesiyle [iki ya da daha çok devlet arasında yapılan antlaşma] ve çok siyasî desiselerin [hile, aldatma] icbariyle [zoraki, zorlama] on beş senede yaptığı icraatının kısm-ı âzamı [büyük bir kısmı] tamamıyla eski partiye yüklendiği için, bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat’iyen [kesinlikle] iktidara getirmeyecek.

Çünkü Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki, bir Müslüman kat’iyen [kesinlikle] komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebîlerle mukayese edilemez. İşte bunun için, hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’ân ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum” dedi.

“Milletçilere gelince: Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa,Haşiye Demokrat Partiye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız [itiraz eden, karşı gelen] olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu partide, ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakikî Türk

594

olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısmı da başka milletlerle karışmıştır. O zaman, Hürriyetin başında olduğu gibi, bu asil ve mâsum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek. O vakit hakikî Türkleri, ecnebîler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcut ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir ecnebîye istinad ile masum Türk milletini tahakkümleri [baskı] altına alacaklar. Bu durum ise, dehşetli, tehlikeli olduğundan, Kur’ân ve vatan ve millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Partinin iktidarda kalmasını temin etmeleri için ders veriyorum” dedi.

Sayın Adnan Menderes,

Bütün gayesi vatan ve milletin selâmeti uğruna çalışan ve ders veren Üstadımız Bediüzzaman gibi mübarek ve muhterem bir zâtın Demokrat Partiye yaptığı yardımı kıskanan Halk Partisi ve Millet Partisielemanları, iktidar partisi yapıyormuşçasına çeşit çeşit bahane ve eziyet yaparak Üstadımızı Demokrat Partiden soğutmak için var kuvvetleriyle çalıştıklarına kat’î kanaatimiz gelmiş.

Sizin gibi “Dînin icaplarını [gerekli kılma] yerine getireceğiz; din bu memleket için hiçbir tehlike teşkil etmez” diyen bir Başvekilden [Başbakan] vatan, millet, İslâmiyet adına, partimize maddî ve mânevî büyük yardımları dokunan bu mübarek Üstadımızın kitaplarının ve kendisinin tamamen serbest bırakılarak bir daha rahatsız edilmemesinin teminini saygı ve hürmetlerimizle rica [ümit] ediyoruz.

 Demokratlar âzalarından Nur talebeleri

 Mustafa, Nuri, Nuri, Hamza, Süleyman,

Hasan, Seyda, Receb, İbrahim, Faruk,

 Muzaffer, Tahir, Sadık, Mehmed.

595

– 129 –

 Demokratlara büyük bir hakikatı ihtar

Şimdi Kur’ân, İslâmiyet ve bu vatan zararına üç cereyan var:

Birincisi: Komünist, dinsizlik cereyanı. Bu cereyan, yüzde otuz, kırk adama zarar verebilir.

İkincisi: Eskiden beri müstemlekâtların [sömürgeler] Türklerle alâkalarını kesmek için, Türkiye dâiresinde dinsizliği neşretmek için, ifsad [bozma] komitesi namında bir komite. Bu da yüzde on, yirmi adamı bozabilir.

Üçüncüsü: Garplılaşmak [batı] ve Hıristiyanlara benzemek ve bir nevi Purutluk mezhebini İslâmlar içinde yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmayan bir kısım siyasîler heyetidir. Bu cereyan yüzde, belki binde birisini Kur’ân ve İslâmiyet aleyhine çevirebilir.

Biz Kur’ân hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana karşı daima Kur’ân hakikatlerini muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu. Gördük ki, Demokratlar, evvelki iki müthiş cereyana karşı bize (Nurculara) yardımcı hükmünde olabilirler. Hem onların dindar kısmı daima o iki dehşetli cereyana mesleklerince muarızdırlar. [itiraz eden, karşı gelen] Yalnız dinde hissesi az olan bir kısım garplılaşmak [batı] ve garplılara [batı] tam benzemek mesleğini takip edenler ise, üçüncü cereyana bir yardım ediyorlar. Madem o cereyanın yüzde ancak birisini, belki binden birisini Purutlar ve Hıristiyan gibi yapmaya çevirebilirler. Çünkü, İngiliz iki yüz sene zarfında tahakküm [baskı] ettiği iki yüz milyon İslâmdan iki yüz adamı Purutluğa çevirememiş ve çeviremez.

Hem hiçbir tarihte bir İslâm, Hıristiyan olduğunu ve kanaatle başka bir dini İslâmiyete tercih etmiş olduğu işitilmediğinden, iktidar partisinde bulunan az bir kısım, dinin zararına siyaset namıyla üçüncü cereyana yardım etse de, madem o Demokrat Partisi, meslek itibarıyla öteki iki cereyan-ı azîmenin [büyük akım] durmasında ve def etmesinde mecburî vazifeleri olmasından, bu vatana ve İslâmiyete büyük bir fâidesi dokunabilir. Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil, belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız [itiraz eden, karşı gelen] oldukları için, onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î [ferdî, küçük] bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza

596

sebep oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde [tarafında] ehl-i dini [din sahipleri, dindarlar] yardıma davet ediyoruz. Ve dinde lâübali kısmını dahi cidden îkaz edip “Aman, çabuk hakikat-i İslâmiyeye [İslâm hakikatleri, gerçekleri] yapışınız!” ihtar ediyoruz ki, vatan ve millet ve onların hayatı ve saadeti, hakaik-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] dayanmak ve bütün âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] arkasında ihtiyat [dikkat, tedbir] kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İslâmiye [İslâm kardeşliği] ile dört yüz milyon kardeşi bulmak ve Amerika gibi din lehinde [tarafında] ciddî çalışan muazzam bir devleti kendine hakikî dost yapmak, iman ve İslâmiyetle olabilir. Biz bütün Nurcular ve Kur’ân hizmetkârları onlara hem haber veriyoruz, hem İslâmiyete hizmette muvaffakiyetlerine [başarı] dua ediyoruz. Hem de rica [ümit] ediyoruz ki, bu memleketin bir ehemmiyetli mahsulü ve vatanda ve şimdi âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] pek büyük fâidesi ve hizmeti bulunan Risale-i Nur’u müsaderelerden kurtarıp neşrine hizmet etsinler. Bu vatandaki dindarları kendine taraftar etsinler. Ve selâmeti bulsunlar.

Said Nursî

– 130 –

Medar-ı ibret [ibret kaynağı] ve hayret ve şükrandır ki:

Yirmi dokuz senedir, elli seneden beri benimle muarız [itiraz eden, karşı gelen] gizli düşman komiteler bütün desiseleriyle [hile, aldatma] aleyhimde adliyeyi, hükûmeti sevk etmeye çalışırken ve her desiseye [hile, aldatma] baş vururken, yüz otuz kitabımı, binler mektuplarımı tetkik ve taharrî [araştırma] için adliyenin nazarını celb [çekme] etmiş. O adliyeler, beşi kat’î beraat ve umum kitapları suç yok diye iadeye karar vermeleri ve geçen Malatya hadisesi münasebetiyle yine gizli düşmanlarımız hükûmetin ve adliyenin nazar-ı dikkatini bizlere çevirmeye çalıştıkları halde, yirmi üç mahkeme demişler ki: “Suç bulamıyoruz.”Haşiye [dipnot] Acaba benim gibi dünya ehli ile münasebeti pek az ve Risale-i Nur gibi hakikati hiçbir şeye feda etmeyen yüz otuz kitabında bu kadar aleyhimizde

597

bahane arayanlar varken hiçbir suç bulunmaması ve yalnız Eskişehir’in birtek mesele olan tesettürden başka, o da cevap verildikten sonra kanaat-i vicdaniyeye çevrilmesi, halbuki Nur talebeleri gibi takvaya taraftar olanlardan bir tek adamın on mektubunda on günde onu mesul edecek bazı maddeler bulunur. Bu kadar hadsiz bir derecede kesretli [çokluk] birşeyde medar-ı mes’uliyet adliyeler gösterememesi iki şeyden hâli [boş] değil:

Ya kat’iyen [kesinlikle] bir inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve hıfz-ı İlâhiyedir ki, bu cihette merhametini, rahimiyetini Nur talebeleri, Kur’ân hizmetkârları hakkında gösteriyor ki, bize temas eden bütün adliyeleri böyle harika bir adalete ve hiçbir cihette haksızlık yapmamaya ve böyle aleyhimizde binler esbap [sebepler] varken o hakikat-i kudsiye-i [kutsal hakikatler] Kur’âniyenin bir hizmetine yardım etmişler. Biz de bütün ruh u canımızla onlara teşekkür ederiz.

Eski zaman adliyelerinin önünde padişahlar, fukaralarla diz çöküp muhakeme olması ve Hazret-i Ömer (r.a.) adaleti zamanında âdi bir Hıristiyanla, Hazret-i Ali (r.a.) âdi bir Yahudi ile muhakeme olması ile gösterilen, adliyedeki haktan başka hiçbirşeye âlet olmadığını gösteren adliyelik adaletinin bu sırr-ı azîmine [büyük sır] bizimle alâkadar olan bu adliyeler—bize temas eden cihette—mazhar olmuşlar. Onun içindir ki, sekiz senedir bu kadar işkenceler, hapisler, tazyikatlar [baskılar] gördüğüm halde, hiçbir adliye adamlarına, bu sırr-ı azîme [büyük sır] binaen, değil küsmek ve beddua, bilâkis kalben bir minnettarlık, bir nevi teşekkür, bir tebrik var.

Said Nursî

– 131 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 3

Aziz, sıddık, vefadar, fedakâr kardeşlerim,

Evvelen: Bütün ruh u canımla fevkalâde nuranî hizmet-i imaniyenizi [iman hizmeti] tebrik ederim.

598

Saniyen: [ikinci olarak] Ankara’da dindar Ahrarların kongresinde beni Diyanet Riyaseti [Diyanet İşleri Başkanlığı] dairesinde bir vazife ile tavzif [görevlendirme] etmeyi hararetle istemelerine ve Medresetü’z-Zehranın Nur talebelerini, bu meselede bana kabul ettirmekte vasıta yapmalarına karşı derim:

O toplantıda bu teklifi yapan meb’uslara ve dindar arkadaşlarına çok teşekkür ve çok selâm ve muvaffakiyetlerine [başarı] çok dua ederiz. Fakat ben ziyade zaif ve şiddetli hasta ve ihtiyar ve kabir kapısında ve perişan olduğumdan, o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifeyi yapmaya iktidarım olmamasından, benim yerimde Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] benim bedelime Nur şakirtlerinin [öğrenci] has ve hâlis ve İslâmiyetin hakikî fedakârlarının şahsiyet-i mâneviyesi, [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifeyi şimdiye kadar gayr-ı resmî [resmi olmayan] perde altında yaptıkları gibi, inşaallah [Allah dilerse] resmî bir surette dahi yapabilecekler. Onlara havale ederiz…

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Duanıza muhtaç kardeşiniz

Said Nursî

– 132 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 2

 [İmanın dünyada dahi bir nevi cennet lezzetini benim hayatımda temin ettiğine dair.]

Ben dokuz yaşımdan beri şefkatli validemi görmediğimden sohbetinde bulunamadım. O hürmetli muhabbetten mahrum kaldığım ve üç hemşiremi de on beş yaşımdan sonra göremediğim—Allah rahmet etsin—vâlidemle beraber berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] âlemlerine gittikleri için, dünyanın çok zevkli, lezzetli olan uhuvvetkârâne [kardeşçe] sohbetlerinden merhamet ve hürmetten mahrum kaldığımdan ve üç kardeşimden iki kardeşimi elli seneden beri görmediğimden—Allah onlara rahmet etsin—öyle kıymettar, dindar, âlim iki kardeşimin sohbetinden, hürmetkârâne muhabbet, merhametkârâne şefkatteki sürurdan [mutluluk] mahrum kaldığımdan, bu dünyada Risale-i

599

Nur’un imanda cennet çekirdeği bulunduğunu gösterdiği gibi, bugün dört fedakâr hizmetimde bulunan mânevî evlâtlarımla bir seyahat ettiğim zaman imandaki cennet çekirdeğinin bir zerreciği kat’iyen [kesinlikle] ruhuma ihtar edildi.

Ömrümde mücerret [soyut] kaldığımdan dünyada çocuklarım olmamasından, çocuklara karşı şefkatkârâne [şefkat dolu] zevklerinden, memnuniyetlerinden de mahrum kaldığımla beraber, bu noksaniyeti hissetmiyordum. Bugün dört yarama mukabil, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] gayet zevkli bir mânâyı ihsan [bağış] etti, üç cihetle tedavi etti.

Birincisi: Risale-i Nur’da beyan edilen hadis-i şerifteki عَلَيْكُمْ بِدِينِ الْعَجَۤائِزِ 1 sırrıyla, ihtiyar kadınların Risale-i Nur cihetinde harika istifadeleri ve zevk-i ruhanîleri, [ruhun aldığı zevk] merhume validemin merhametkârâne hususî şefkatinden gelen lezzete mukabil küllî ve umumî bir surette binler valideleri rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] bana ihsan [bağış] ettiği gibi, üç merhume hemşirelerimin şefkatkârâne, [şefkat dolu] kardeşâne sevinç ve sürurlarına [mutluluk] bedel, yüz binler genç hanımları bana hemşire nev’inde Risale-i Nur cihetiyle verip dualarıyla ve Nurlarla alâkadarlıkları ile hemşirelerim yüzünden kaybettiğim üç fâide yerine binler fâide-i mânevî ve sürur-u ruhî ihsan [bağış] etmiş. Bu ikinci kısmın hakikat olduğuna çok delil ve emareleri var, kardeşlerim biliyorlar.

Hem merhum kardeşimin vefatıyla fedakârâne dünyadaki maddî, mânevî muavenetlerinden [yardım] ve muhabbet ve şefkatlerinden mahrumiyetime bedel, rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] o hususî iki üç kardeş yerine yüz binler hakikî kardeş gibi hakikî şefkat, muavenet [yardım] ve yardım eden, hattâ değil yalnız dünya hayatını, belki hayat-ı uhreviye [âhiret hayatı] sermayesini de Risale-i Nur’un hizmetinde bana yardım etmek için fedai kardeşleri ihsan [bağış] etmiş.

Dünyada evlâtlarım olmadığından, gayet zevkli olan çocuklara şefkat meziyetinden mahrumiyetime bedel, bir iki çocuk şefkatine bedel, yüz binlerle mâsumları ki, ileride Risale-i Nur’la beslenmeleri cihetiyle, bu hususî, cüz’î [ferdî, küçük] üç şefkatkârâne [şefkat dolu] vaziyeti yüz binlere çevirdi. Buna dair çok emareleri var. Hattâ bana hizmet edenler biliyorlar ki, peder ve validesinden çok ziyade bir şefkat, bir hürmet,  

600

bir bağlılık, mâsum çocukların bana karşı Bolvadin’de ve Emirdağındaki ekser yollarda göstermeleri, bu cüz’î, [ferdî, küçük] şahsî, hususî zevki, lezzeti, şefkatkârâne [şefkat dolu] hürmeti binler küllî ve umumî bir surete çevirdiğine çok misalleri var.

Mübarek bir kısım zîruhlarda [ruh sahibi] hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] olduğu gibi, mâsum çocukların bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile, Risale-i Nur’un onlara dünyevî, uhrevî bir babalıkla terbiye ve muhafaza etmesini ruhları hissetmiş ki, Nurun hizmetkârına babalarından ve validelerinden daha şiddetli bir hürmet gösteriyorlar. Hattâ benim hiç görmediğim, tanımadığım üç yaşındaki bir kız çocuğu yalın ayak, dikenlere basarak, [görme] koşarak geldi. Hattâ pek çok dostlarım Bolvadin’de bulunduğu için otomobille çok hızlı gittiğimiz halde kurtulamıyoruz. Hattâ her yerde, hiç beni işitip görmedikleri halde, peder ve validesine gösterdikleri alâkayı göstermeleri, benim hakkımda, nefsim, hevesim cismanî cihetinde dahi imanda bir cennet çekirdeği var olduğunu gördüm.

Said Nursî

– 133 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Üstadımızı ziyarete gelip de görüşemeyenlerin ve biz görüştürmeden gidenlerin hatırları kırılmamak için, Üstadımızın gizli harika bir ahvâl-i ruhiyesini [ruhî haller, psikolojik haller ve durumlar] beyan etmeye mecbur olduk. Hattâ bugün bir parça dikkatsizlik ettiğimizden, gayet çok muhtaç olduğu hizmetimize nihayet vermek niyet ettiği halde, şimdiki yazacağımız şey hatırına geldi; bizi de affetti, helâl etti.

İşte hakikat budur:

Biz de kat’iyen [kesinlikle] anladık ki, Üstadımız ekser hayatını tecerrüdle [sıyrılma] geçirdiği gibi, bütün hayatında hediyeleri kabul etmemek ve mukabilsiz hediyeler onu hasta etmek gibi, şimdi hürmet ve dostluk cihetiyle onunla görüşmek, ona gayet ağır geliyor. Hattâ mükerreren [defalarca] biz de anladık. Musafaha [el sıkışma, kucaklaşma] etmek, elini öpmek, kendine tokat vurmak gibi, ruhen müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oluyor. Ve ona bakmaktan, dikkat etmekten de şiddetle müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oluyor. Hattâ hizmetinde biz bulunduğumuz halde, zaruret olmadan bakamıyoruz.

601

Bunun sırrı ve hikmetini kat’iyen [kesinlikle] anladık ki, Risale-i Nur’un esas mesleği hakikî ihlâs olmak cihetiyle, şimdiki tezahür, sohbet etmek, fazla hürmet etmek, bu enaniyet zamanında bir nefisperestlik, [nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olma] riyakârlık, tasannu [yapmacık] alâmeti olmak cihetiyle ona şiddetle dokunuyor. Çünkü der:

“Benimle görüşmek isteyen, eğer âhiret için, Risale-i Nur için ise, Risale-i Nur bana kat’iyen [kesinlikle] ihtiyaç bırakmamış. Milyonlar nüshası her birisi on Said kadar fâide veriyor. Eğer dünya cihetiyle ve dünyaya ait işler için görüşmek ise, o, dünyayı şiddetle terk ettiği için, dünyaya dair şeyleri mâlâyani, vakti zâyi etmek olduğu için cidden sıkılır. Eğer Risale-i Nur’un hizmetine, intişarına [açığa çıkma, yayılma] ait olsa, bana hizmet eden hakikî fedakâr talebelerim ve mânevî evlâtlarım ve kardeşlerim benim bedelime görüşmeleri kâfi; [yeterli] bana hiç ihtiyaç yok.”

Uzun yerlerden, uzak memleketlerden gelenlerle beraber başka kardeşlerimizin de hatırları kırılmasın. Çünkü, on seneden beridir her sabah okuduğu ve başkaları onu tevkil [vekalet verme] ettiği evrad [okunması âdet olan dualar] okumasında sevabı bağışladığı vakit der ki:

Yâ Rabbi! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Benimle görüşmek için gelip görüşmeden dönenlerin defter-i a’mâline [amel defteri] de yazılsın” diye ruhlarına hediye ediyor. Üstadımızın bu hâlini kardeşlerimize beyan ediyoruz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Hizmetinde bulunan

Nur talebeleri

– 134 –

İleri gazetesinin 13 Nisan 1957 tarihli nüshasından alınmıştır:

Üstad Bediüzzaman’ın uğurlu elleriyle yeni bir camiin temeli atıldı.

Üstad Bediüzzaman Said Nursî 3. Eğitim Tümeni Camiine harç koydu. (Isparta hususî muhabirimiz bildiriyor.)

Isparta’nın geçen yıllarda teşekkül [kendi kendine oluşma] etmiş bulunan Üçüncü Eğitim Tümeni için yaptırılmasına karar verilen camiin temeli, tertip edilen muazzam bir merasimle atılmış ve bu törene Isparta’da bulunan Risale-i Nur Müellifi [Risale-i Nur Külliyatının yazarı; Bediüzzaman Said Nursi] Üstad

602

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de davet olunmuşlardır. Büyük bir alâka ile karşılanan Üstad, törenden sonra, uğurlu elleriyle temele ilk harcı koymuşlar ve dualarda bulunmuşlardır.

– 135 –

 Hüseyin Avni ve Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] Tola ile bir hasbihaldir

Biz Nur şakirtleri, [öğrenci] Üstadımızın hizmetinde ve mesleğinde bulunduğumuzdan, siyasetlerle alâkamız yoktur. Fakat Demokratlar Nurların neşrine müsaadekâr [müsaade eden, izin veren] olmaları ve eskiden beri Nurun men’ine dair zulümleri yapmadıklarından, Demokratın hatırı için seçimlerle alâkadar olduk. Evvelki defa gibi bu defa da Nurcuların epey fâidesi, Demokrat lehine oldu. Üstadımıza ve Nurlara en ziyade fâidesi dokunan eski adliye vekili Hüseyin Avni ve Senirkent Meb’usu Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] Tola herkesten ziyade kazanmaları lâzımken kazanmamaları bizi çok müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etti diye Üstadımıza söyledik. Bize dedi ki:

Müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmayınız. Ben de sizinle beraber olarak onları tebrik etmeliyiz. Çünkü, iki sene zarfında elli sene kadar hükûmete, vatana, millete, dine, âsâyişe hizmet ettiklerine delil-i kat’î, [kesin delil] kerametkârâne [keramet göstererek] Üstadımızın ona müracaatı olmadan Rehberin kurtulmasını arzu ettiği aynı dakikada, müsadere edilen iki yüz Rehberin bize iadesine emir vermesiyle iki yüz bin adam Rehberden istifade etmesiyle ona duacı olması; ve Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] Tola’nın ehemmiyetli çalışmasıyla Sözler mecmuası resmen Ankara’da tab [basma] edilmesiyle hem âsâyişe, hem Demokrata, hem bu vatan ve millete yüz sene meb’usluk etmek kadar fâidesi oldu. Şimdi bu kadar mânevî, hakikî, hususan bâkî ve uhrevî kâr onlara yeter. Bir iki sene memuriyet ve meb’usluğa çalışmakla o bâki elmas gibi hizmetlerini, kırılacak fâni şişeye âlet yapmamak gerektir. Onun için ben onları tebrik ediyorum. Siz de onları tebrik ediniz, dua ediniz. Hattâ ben Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] Tola’nın tekrar meb’us olmasını istedim, tâ Nurlara hizmet etsin; fakat onun evvelki hizmeti kâfi [yeterli] geliyor. Kapıyı açmış, daha ihtiyaç kalmadı.”

Nur talebelerinden

 Mehmet Kaya, Hüsrev, Tâhirî, Sungur, Zübeyir, Ceylân, Bayram

603

Haşiye: [dipnot] Üstadımız dedi ki: Dünya cihetiyle meb’us olmadığından, ayda bir miktar banknot kaybetti. Şimdi onun hizmetiyle Sözler mecmuasının neşriyle milyonlar adamlar içinde yalnız benim hisseme mukabil birşey lâzım olsaydı, ben—elli bin lira kadar bana fâide oldu—eğer param olsaydı, böyle azîm bir yekûn [bütün, toplam] ona verecektim. Şimdi bu hakikati nazar-ı dikkate almak [bir meseleyi en ince detaylarıyla ele almak; dikkate almak] lâzım gelirken, tekrar meb’us olsaydı, bu hakikat nazara alınmayacaktı. Onun için bazı dinsiz zâlimlerin parmağıyla kazanmadığından müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmasın.

– 136 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

 Vasiyetnamenin bir zeyli [ek]

Eşref [en şerefli] Edip’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat‘ın [hayat hikayesi] otuzuncu sahifesindeki Said’in hususiyetlerinden altı nümunesinden yedinci nümunesi ki, mukabelesiz [karşılıksız] hediyeyi ömründe kabul etmemek, kanaat ve iktisada [tutumluluk] istinaden, şiddet-i fakriyle [fakirliğin şiddetli olması] beraber, altmış-yetmiş sene evvelki kendi talebelerinin tayınatını [erzak, yiyecek] da kendisi verdiği acip vaziyetin şimdiki bir misâli ve bir sırrı kaç senedir anlaşıldı diye, vasiyetnamenin âhirinde bunu yazmanın zamanı geldi.

Evet, şiddet-i fakr [fakirliğin şiddetli olması] ve istiğna [ihtiyaç duymama] ile hediye almamakla beraber, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, yasak olmayan daktilo makinesiyle intişar [açığa çıkma, yayılma] eden Risale-i Nur’un verdiği sermaye ile, şimdi mânevî Medresetü’z-Zehranın dört beş vilâyetinde hayatını Risale-i Nur’a vakfeden ve nafakasına çalışmaya zaman bulamayan fedakâr Nur talebelerinin tayınatına [erzak, yiyecek] acip bir bereketle kâfi [yeterli] gelen ve Nur nüshalarının fiyatı olan o mübarek sermayeyi ben öldükten sonra da o hâlis, fedakâr kardeşlerime vasiyet ediyorum ki, altmış-yetmiş sene evvelki kaidemi yetmiş sene sonraki şimdiki düsturlarıma [kâide, kural] aynen tatbik etsinler. İnşaallah Risale-i Nur’un tab’ [baskı basma] serbestiyeti olsa, o düstur [kâide, kural] daha fazla inkişaf [açığa çıkma] eder.

604

Medâr-ı hayrettir [hayret veren] ki, o eski zamanda evkaftan beş talebenin tayınatını [erzak, yiyecek] Van’da Eski Said kabul etmiş, o az para ile bazan talebesi yirmiye, otuza, altmışa kadar çıktığı halde kendi talebelerinin tayınatını [erzak, yiyecek] kendisi veriyordu. O kanaat ve iktisadın [tutumluluk] bereketiyle ve kendi beş altı mavzer [orduda kullanılan bir cins tüfek] tüfeğini satmakla istiğna [ihtiyaç duymama] kaidesini bozmadı. O zaman meşhur Tâhir Paşa gibi çok yardımcılar varken kaidesini bozmadı. O altmış yetmiş senelik düstur-u hayatının, [hayat kanunu] bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] ile altmış yetmiş sene sonra o kanaat ve istiğnanın [ihtiyaç duymama] bir meyvesi inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ile ihsan [bağış] edildi ki, o kadar mahkemeler ve yasaklar ve müsadereler ve eski hurufla [harfler] izin vermemekle beraber, kaç senedir dört beş vilâyet vüs’atindeki [genişlik] mânevî Medresetü’z-Zehranın fedakâr talebelerinin tayınatını [erzak, yiyecek] Risale-i Nur kendisi hediye etti.

Halbuki, o nüshaların bir kısm-ı mühimmini hediye olarak mukabelesiz [karşılıksız] etrafa ve âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve Avrupa’ya gönderdiği ve elindeki nafakasını Nurun teksirine [çoğalma] sarfettiği halde, yine Nurun nüshaları acip bir tarzda hem kendine, hem o hâlis fedakârlarına kâfi [yeterli] gelmesi, eski zamandaki işaret-i gaybiyesinin [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] bir güzel meyvesi ve bir hikmeti olduğuna kat’iyen [kesinlikle] kanaatim geldiğinden, vasiyetnamemin âhirinde beyan ediyorum:

Bu vasiyetname benden sonra bâki kalan tayınat [erzak, yiyecek] içinde de konulsun, tâ ki bazı insafsız insanlar “Bu Said günde beş on kuruşla yaşadığı ve kimseden para almadığı halde şimdiki mirası yüzer lira görünüyor, nerede buldu?” dememek için bu hakikati izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek münasip olur.

Şimdi mânevî evlâtlarım, fedakâr hizmetkârlarım olan Zübeyir, Ceylân, Sungur, Bayram, Hüsnü, [güzellik] Abdullah, Mustafa gibi ve has ve hâlis Nurun kahramanları olan Hüsrev ve Nazif, [temiz, pak] Tahirî, Mustafa Gül gibi zatların nezaretinde o düsturumun [kâide, kural] muhafaza edilmesini vasiyet ediyorum.

 Said Nursî

605

– 137 –

 [Bazı gazetelerde çıkan yalanlar hakkındaki bir tekzibi [yalanlama] berâ-yı malûmat gönderiyoruz.]

Bazı muhalif gazeteler, Risale-i Nur talebelerine tekrar “tarikat kurmuşlar” ittihamını [suçlama] yaptıklarını gördük. Bunun hakikatle hiçbir alâkası yoktur. Bu husus Risale-i Nur dâvâsını gören 10’a yakın Ağır Ceza Mahkemesinin kat’iyet kesb [elde etme, kazanma] etmiş kararlarıyla sabittir.

Hem tarikata dair en küçük bir emareye vaktiyle müsadere edilip sonra bilâ-kayd ü şart sahiplerine iade edilen Risale-i Nur kitapları ve mektupları arasında tesadüf edilmemiştir. Bilâkis, Üstadımız Said Nursî’nin mektuplarında ve müdafaalarında kat’î bir lisanla beyan ettiği, “Zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikatsız Cennete giden pek çok, fakat imansız Cennete giden yoktur” ifadesi mevcuttur.

Bu sarahate [açıklık] ve bütün mahkeme ve müddeiumumîlerin [savcı] otuz seneden beri tarikat hususunda en küçük bir delile tesadüf edememelerine mukabil, dini ortadan kaldırmak isteyen ve bugünkü İslâmî inkişafı [açığa çıkma] bir türlü hazmedemeyen, dine lâkayt, [duyarsız] hattâ aleyhindeki bir güruh hakikat-i İslâmiyete [İslâm hakikatleri, gerçekleri] tarikat namını verip kendi efkârları [fikirler] lehine bu vatanda bir zemin ihzar [hazırlama] etmek peşindedirler. Elbette her defasında olduğu gibi, gizli dinsizlerin entrikalarıyla, plânlarıyla ihdas [icat etme, yaratma] edilen bu vâkıa, bu vatan ve milletin lehine olarak tecellî edecektir. Ve Aydın ve Nazilli mahkemeleri de adaletli seleflerine [önce gelen, önceki, yerine geçilen] ittibaen [tabi olma, uyma] Nur şakirtlerini [öğrenci] tebrie [beraat ettirme] edeceklerdir.

Risale-i Nur’un bütün vatan sathında [bir şeyin üstü, dış yüzü] ve hattâ âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve Avrupa’nın pek çok yerlerinde hüsn-ü kabule [güzel kabul görmek] mazhar [erişme, nail olma] olması ve Türkleri, âlem-i İslâmla [İslâm âlemi] eski ittihada [birleşme] muvaffak edecek bir dünyevî semeresi [meyve] Nur şakirtlerinin [öğrenci] niyetlerinde olmadan netice vermesi ve hükûmetin bizzat İslâmiyete, dine, vicdan hürriyetine tam kıymet verip eski hükûmetin tahribatlarını tamire çalışması ve mukaddesata tecavüz edenlerin tenkîli hakkında bir kanun çıkarmaya teşebbüsü gibi müsbet [isbat edilmiş, sabit] ve ferahlatıcı pek çok hâdisâtın aynı anında o asılsız meselenin ihdası, [icat etme, yaratma] hükûmetin ve İslâmiyetin aleyhinde olanların mahsulü olduğunda asla şüphe etmiyoruz.

606

Yalanlarının birkaç delili de şunlardır:

Üstadımız Said Nursî için “Bir şah ve bir padişah gibi yaşamakta ve gelen yardımlarla geçinmektedir” diye o vicdansızlar ap açık bir iftirada bulunmuşlardır. Said Nursî, amcasının çorbasını dahi içmemiş olup, hayatında kimsenin minneti altında kalmayıp, beş bin lira hediyeye beş para değer vermeden red ve iade eden, hayatındaki istiğna [ihtiyaç duymama] düsturunu [kâide, kural] en zâlimâne muameleler ve mahrumiyetler içinde kaldığı zamanlarda dahi bozmayan ve böylece izzet-i İslâmiye [İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği] ve şeref-i diniyeyi muhafaza etmiş olan bir zâttır.

Evet, Üstadımızın, halkların hediyesini kabul etmemek düsturu, [kâide, kural] seksen senelik hayatıyla sabit olduğu ve otuz senelik müteaddit [bir çok] mahkemelerde dahi vesikalarla [belge] tahakkuk [gerçekleşme] etmiş, dost ve düşmanın gözleri önünde zahir olmuştur. Bu bedihî [açık, aşikâr] hakikatin herkesçe bilindiği bir zamanda böyle ittihamda [suçlama] bulunanların ne kadar dehşetli garazkâr [kötü niyet sahibi, art niyetli] olduklarını ehl-i vicdanın takdirlerine bırakıyoruz.

Ankara hükûmetinin adaletiyle Üstadımız Said Nursî’nin Risale-i Nur eserleri basılmaktadır. Hissesine düşen bir miktar kitap fiyatlarını Üstadımız, hayatını Nurlara vakfedip nafakasını çıkaramayan Nur talebelerine tayın [erzak, yiyecek] olarak vermektedir. Kendisi de bugün artık herkesin malûmu olmuş olan âzamî bir iktisat ve kanaatle yaşamaktadır. Ve bütün ömrü boyunca fevkalâde bir iktisat dairesinde kendini idare ettiğine, seksen senelik hayatını bir şahid-i sadık [doğru sözlü şahit] olarak gösteriyoruz.

Halkı Demokrat hükûmet aleyhine geçirmek plânlarını takip eden muhtelif gazetelerin diğer bir zahir yalanları ise, Nazilli’de iki mübarek adamın Ramazan-ı Şerif hakkındaki hasbihalini “İslâmî bir devlet kurmak” gibi siyasetvâri [politika yaparak; siyasî bir ifâde ve tavırla] bir tarzda tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edivermeleri, o sahte siyaset bezirgânlarının, çocukları dahi kandıramayacakları acemice [Arap milletinden olmayan başka milletler] bir iftira ve bir uydurmalarından ibarettir. Böyle yalanları yapmakla hangi maksatlarının istihsaline [elde etme, ele geçirme] çabaladıkları kimsenin meçhulü değildir.

Nazilli’ye hiç gitmemiş olan, orada bir kimseyi tanımayan, kırk seneden beri اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ 1 deyip, siyasetle alâkasını kesen, yalnız ve yalnız Kur’ân ve iman hakikatleriyle imanı kurtarmak dâvâsına ömrünü hasreden, [sadece belli şeylere odaklanan] bunun haricinde dünyevî şeylerle alâkadar olmayan, seksen yedi yaşında,

607

daima yatakta olan, zehirli hastalıkların tesiratıyla ölüm nöbetleri geçirip “Kabir kapısındayım” diyen ve sükûnet ve istirahate pek muhtaç olan Said Nursî gibi bir İslâm müellifini [telif eden, kitap yazan] böyle siyasî iftiralarla mevzubahs etmek, çok vecihlerle [yön] vicdansızlıktır. Müthiş bir gaddarlıktır. Âdi bir yalancılık derekesine [aşağı derece] sukuttur. [alçalış, düşüş]

Herhangi bir din âlimine, bir bahane ile peygamberlik isnadını yapmak, doğrudan doğruya İslâmiyete bir taarruz ve Kur’ân’a bir ihanettir.

Üstadımız Said Nursî bütün ömrü müddetince Sünnet-i Seniyeye ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmiş ve bir Sünnet-i Seniyeye muhalif hareket etmemek için idam [hiçlik, yokluk] cezalarını hiçe saymış ve Sünnet-i Seniyeyi ihya [diriltme] ve imanı muhafaza uğrunda yüz otuz parça eser telif [kaleme alma] etmiştir. Hunhar din düşmanlarına karşı hayatını istihkar [küçümseme] ederek mücahede [Allah yolunda cihad etme] etmiş ve nihayet muvaffak ve muzaffer olmuştur.

Evet, ittibâ-ı sünnet-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sünnetine tabi olma] dâir yazdığı bir eseri otuz seneden beri binlerce nüsha neşrolmuştur. Fahr-i Kâinat, [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.)] Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimizin son ve hak peygamber olduğuna dair muazzam bir eseri olan Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] kitabı da meydandadır. Hakikat-ı hal [bir durumun gerçek yönü] böyle olduğu halde, Said Nursî’ye böyle bir ittihamı [suçlama] yapanların, hak ve hakikatten, insaf ve vicdandan ne kadar uzak oldukları kıyas edilsin. Bu ittihamı [suçlama] yapmak, şeytanların bile hatırından geçmez.

Bu hadisenin bir sebebi şu olmak kavîdir [güçlü, kuvvetli] ki, Risale-i Nur, aile hayatına büyük bir fâide verip hanımların iffet ve namus ve ismetle ve saadetle hayat geçirmelerini temin ettiğinden, kadınlar Risale-i Nur’a çoklukla rağbet göstermektedirler. Buna bir hüsn-ü misal [güzel örnek] olarak hanımların neşrolunan birkaç makalesini din düşmanları görmüşler ve bolşeviklik hesabına birtakım uydurma bahanelerle hücuma geçmişlerdir. Fakat asla muvaffak olamayacaklardır. Onların maksatlarının tam aksine olarak Risale-i Nur’un neşriyatı erkek ve kadınlar arasında harika bir tarzda inkişaf [açığa çıkma] etmektedir ve edecektir.

Hastalığı münasebetiyle hizmetinde bulunan

 Tâhirî, Zübeyir, Ceylân, Bayram, Sungur, Rüştü

608

– 138 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

En mühim bir mahkemede son sözüm olarak “Mahkeme-i Kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] Şekvâ[şikayet] namıyla yazılan ve Tarihçe-i Hayat‘ta [hayat hikayesi] birkaç defa neşrolunan ve mahkemede iken Ankara makamatına, Temyiz Mahkemesine [Yargıtay; yanlışı doğrudan ayıran yüksek mahkeme] ve mahkeme reislerine gönderilen şekvânın [şikayet] sebebi, o hadisenin acip, garip, küçük bir nümunesi bu defa aynen başıma geldiği için, o “Mahkeme-i Kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] Şekvâ“ya [şikayet] bir haşiyecik [dipnot] olarak beyan ediyorum:

İki gün evvel, çok müştak [arzulu, aşırı istekli] olduğum ve eski zamanda Anadolu medrese-i ilmiyesi hükmünde olan Konya’ya üç sebep bahanesiyle,

Biri: İki hakikatli Nur kardeşim fakir halleriyle beraber büyük bir masrafa girip İzmir mahkemesine gitmişler. Dönüşlerinde yanıma uğradılar. Ben de onları kısmen masraftan kurtarmak için, hususî otomobilimle Konya’ya kadar beraber almak;

İkincisi: On beş sene benim yanımda okumuş ve yirmi seneye yakın müftülük etmiş ve kırk seneden beri birtek defadan başka görmediğim ve bütün kardeşlerim, akrabalarım içinde hayatta bir o kalmış olan kardeşimi ve çocuklarını ziyaret etmek ve onlarla görüşmek.

Üçüncüsü: Eski Said’in ve Yeni Said’in mühim üstadlarından olan ve onun müridleri olan Mevlevîlerin [Mevlevî tarikatına bağlı olanlar] her yerde Risale-i Nur’la alâkadarlıkları cihetiyle çok alâkadar olduğum ve İmam-ı Rabbânî, İmam-ı Gazâlî gibi mühim bir üstadım olan Mevlânâ Celâleddin’i ziyaret için gitmiştim.

Hem, Tarihçe-i Hayat‘ta [hayat hikayesi] insanlarla görüşemediğime dair neşredilen yazı ki, “Ziyaretçilerle görüşemiyorum.” Nasıl ki, hediyelerden men etmek için Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hastalık verdiği gibi, bu hürmetkârâne ziyaret de bir nevi hediye-i mâneviye olduğundan, sesim kesilip bir eser-i inâyet [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] olarak konuşmaktan men olunduğumdan kardeşimin evine dahi gidemedim ki, konuşmayayım. Hiç olmazsa Konya’da iki üç gün kalmak zarurî iken mecburî olarak bir saat içinde namazımı

609

kılıp dönmüşüm. Fakat orada bana birden bire öyle bir vaziyet verildi ki, bütün gazetelerde neşrettiler. Kırk senedir bir defadan başka görüşmediğim kardeşimin evine dahi gidip görüşemediğim ve konuşamadığım halde, sanki binler adamlarla görüşmüşüm gibi muamele gördüm.

Gerçi, polislerin, aldıkları emre binaen o vaziyetleri cidden büyük bir sehiv [hata, yanılgı] idi. Fakat bu şiddetli hastalıklı halime muvafık geldiği için onlardan sıkılmadım. Bilakis helâl ettim. Allah razı olsun dedim, teşekkür ettim. Ben tebdil-i havaya [hava değişimi] çok muhtaç olduğum için, yazın dağlarda, kışın da kira ettiğim ayrı ayrı menzillerde gezmeye mecbur oluyorum. Bir yerde duramıyorum. Hastalığım şiddetleniyor. Niyet ettim, tekrar ara sıra Konya gibi yerlere gideceğim. Hattâ kirasını verdiğim Emirdağında iki menzilim, Eskişehir’de bir menzilim varken, o mânâsız vaziyet beni o tebdil-i havadan, [hava değişimi] o menzilleri ziyaret etmekten men edilmeme sebep olduğunu Konya’daki vaziyetten hissetmiştim. Ben kat’iyen [kesinlikle] kimseyle görüşemiyorum.

Bunun gibi, âdetim hilâfına bana yapılan çok gayr-ı kanunî muameleler var. İşte bu defaki mezkûr [adı geçen] vaziyeti beyan eden şu ifâdâtım [ifâdeler] evvelce yazılan “Mahkeme-i Kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] Şekvâ“ya [şikayet] bir zeyil [ilave, ek] olarak neşredilebilir.

Said Nursî

– 139 –

 Reis-i Cumhura ve Başvekile, [Başbakan]

Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir biçare garip ihtiyar der ki:

Size iki hakikati beyan ediyorum:

Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakiyetkârâne [başarı] ittifakını, bu millete kemâl-i samimiyetle, sürûr ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh-u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah [Allah dilerse] dört yüz milyon İslâmın sulh-u umumiyesine ve selâmet-i âmmenin teminine kat’î bir mukaddeme [başlangıç] olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.

610

Otuz kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terk ettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar-ı kalbînin sebebi: Elli seneden beri imanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur’ân’ın bu zamanda bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] olan Risale-i Nur’un Arabistan ve Pakistan’da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen miktarın üç misli [benzer] Risale-i Nur’un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda kabir kapısında bu netice-i azîmeyi [büyük netice] görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.

Saniyen: [ikinci olarak] Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında “kulüpler” suretinde büyük zararı görülmesi ve Birinci Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] yine ırkçılığın istimaliyle [çalıştırma, vazifelendirme] mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye [İslâm kardeşliği] karşı istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilebilir ve istirahat-i umumiye [genel huzur, insanların dünya ve âhiret rahatı, mutlululuğu] düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbuki, menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde, evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezc [karışma, bütünleşme] olmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mezc [karışma, bütünleşme] olmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir.

Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız, inşaallah [Allah dilerse] bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, dört yüz milyon kardeş Müslümanları ve sekiz yüz milyon sulh ve müsalemet-i [barış ve huzur içinde olma] umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sâir dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden, size beyan ediyorum.

Salisen: [üçüncü olarak] Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât [sömürgeler] nâzırı Kur’ân’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz [baskı] altında tutamayız. Ya Kur’ân’ı sukut [alçalış, düşüş] ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”

611

İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsat [bozgunculuk, kargaşa] komitesi bu biçare fedakâr, mâsum, hamiyetkâr [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de, altmış beş sene evvel bu cereyana karşı, Kur’ân-ı Hakîm‘den [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] istimdat [medet isteme] eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir “Dârülfünun-u [üniversite] İslâmiye” tasavvuru ile, altmış beş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir fâidesi olarak hayat-ı dünyeviyemizi [dünya hayatı] de istibdad-ı mutlaktan ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] helâketinden [mahvolma] kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mâbeynindeki [ara] uhuvvetini [kardeşlik] inkişaf [açığa çıkma] ettirmeye iki vesileyi bulduk.

Birinci vesilesi: Risale-i Nur’dur ki, uhuvvet-i imaniyenin [imandan gelen kardeşlik] inkişafına [açığa çıkma] kuvvet-i iman [iman gücü] ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsalsiz bir mazlumiyet ve âcizlik hâletinde [durum] telif [kaleme alma] edilmesi ve şimdi âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyun ve tabiiyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe [üstün gelme] çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf [bilirkişi] dahi onları cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edememesidir. İnşaallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin [İslâm kardeşliği] anahtarını bulan zatlar, bu mu’cize-i Kur’âniyenin [Kur’ân mu’cizesi] cilvesini âlem-i İslâma [İslâm âlemi] işittireceksiniz.

İkinci vesilesi: Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezhere [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] gitmek istiyordum. Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:

Câmiü’l-Ezher [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, [üniversite] bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, [insan topluluğu] meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat [bozgunculuk, kargaşa] etmesin. Hakikî, müsbet [isbat edilmiş, sabit] ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile

612

1 اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin [anayasa] tam inkişafına [açığa çıkma] mazhar [erişme, nail olma] olsun. Ve felsefe fünunu [fenler, bilimler] ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle [doğru gerçekler] tam musalâha [barış yapma] etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep [ilim ehli kimseler] ve ehl-i medrese [medresede ilim tahsil edenler] birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarkiyenin [doğu illeri] merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsında, Câmiü’l-Ezher [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] üslûbunda bir darülfünun, [üniversite] hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikine [doğru gerçekler] çalıştığım gibi ona da çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için yirmi bin altın lira verdiği gibi, sonra ben eski Harb-i Umumîdeki [Birinci Dünya Savaşı] esaretimden döndüğüm vakit, Ankara’da mevcut iki yüz meb’ustan yüz altmış üç meb’usun imzası ile yüz elli bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal [fazilet, olgunluk] de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine herşeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt [duyarsız] ve garplılaşmak [batı] ve an’anattan tecerrüd [sıyrılma] etmek taraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler ki:

“Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garplılaşmaya [batı] ve medeniyete muhtacız.”

Ben de cevaben dedim:

Siz, farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser enbiyanın [nebiler, peygamberler] Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın [âlimler, filozoflar] ve feylesofların garpta [batı] gelmelerinin delâletiyle Asya’yı hakikî terakki [ilerleme] ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] kanunu nazara almayarak garplılaşmak [batı] namıyla

613

an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikine [doğru gerçekler] kat’iyen [kesinlikle] tarafdar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:

Ben Van’da iken, hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim.

Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık [günahkâr] bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.”

Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel [işin aksi, ters tepki] ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, [günahkâr] hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.”

Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin [İslâm milleti] kahraman bir ordusudur.

Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi [İslâm kardeşliği] tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.

İşte bu cevabımdan sonra, an’ane aleyhinde ve her cihetle garplılaşmak [batı] fikrini taşıyanlar, kalktılar, imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim. Allah kusurlarını affetsin; şimdi vefat etmişler.

Râbian: [sâlisenin altmışta biri] Mâdem Reisicumhur [Cumhurbaşkanı] gayet mühim mesâil-i siyasiye içinde Şark Üniversitesini en ehemmiyetli bir mesele yapıp hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmetle medresenin medâr-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye, eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi orta şarkta sulh-u umumînin temel taşı ve birinci