EMİRDAĞ LAHİKASI – 2. Bölüm 140-151. Mektuplar (614-638)

614

kalesi olan bu üniversiteyi yine mesâil-i azîme-yi [büyük meseleler] siyasiye içinde yeniden nazara alması, elbette bu vatan, bu devlete, bu millete bu azîm, fâideli hizmeti netice verecek. Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak. Çünkü hariçteki kuvvet tahribatı mânevîdir, imansızlıkladır. O mânevî tahribata karşı atom bombası, ancak mânevî cihetinde mâneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.

Mâdem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikiyle [incelikler] ve neticeleriyle tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini [fikir, düşünce] almak ve fikrini sormak lâzım gelirken, Amerika’da, Avrupa’da bu meseleye dair istişareye [fikir alışverişi] kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.

Said Nursî

– 140 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık, fedakâr, hâlis, muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] hakikî, ciddî, metanetli [metin, sarsılmaz, sebat [kalıcı olma, sabit kalma] eden] arkadaşlarım,

Size gayet ehemmiyetli bir halimi ve dehşetli bir zahmet, fakat inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] ile büyük bir rahmeti tazammun [içerme, içine alma] eden zahirî bir hastalığın mânevî bir istirahat ve bir tamam-ı vazifeye bir alâmet olarak bir hastalığımı beyan ediyorum. Şekvâ [şikayet] değil, teşekkür ediyorum. Fakat sizden tahammülüm için dua istiyorum. O hâlet [durum] de şudur:

Ben kelimatı [ifadeler, sözler] konuşurken, birden mânevî bir men gibi şiddetli bir hararet başlıyor. Hattâ eskiden günde bir iki defa su içerken, şimdi yemeği pek az yediğim halde, yirmi otuz defa su içmeye mecbur oluyorum. Hattâ iki gün evvel pek şiddetlendi. Ben bir tesemmüm [zehirlenme] zannettim. Hattâ bir vehme binaen yanımdaki kardeşlerime ifşa ettim. Bu gayet şiddetli hastalığıma karşı sabır ve tahammül niyaz ettim. Rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] rica [ümit] ettim; birden kalbime geldi ki: Ekser

615

hayatımdaki zahmetlerde bir inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve rahmet cilvesi bulunduğu gibi, inşaallah [Allah dilerse] bunda da o cilve-i rahmet [İlâhî rahmetin yansıması] var ki, cinnî ve insî şeytanların ve dinsizlerin seni zehirlendirmek ve susturmaya çalışmaları vazifenin tamam olmasına ve istirahatine rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] bir vesile oldu ki, geçen sene İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsiri ve Mesnevî-i [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] Arabî’yi bir sene müddetle ders vermeye başlamıştım. Gizli düşmanlarım cinnî ve insî şeytanlar, beni susturmaya desâisleriyle çalıştıkları halde, rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] hem İşârâtü’l-İ’câz‘ın, [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] hem Mesnevî-i [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] Arabî’nin Türkçesini ihsan [bağış] ettiğinden ve Risale-i Nur da ekseriyet itibarıyla kendi kendine ders verip muallimlere ihtiyaç bırakmadığından, bu tedris [öğrenim, eğitim] vazifemde bana istirahat ve tebrik nev’inde bir ihsan-ı İlâhî [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] olarak bu acip hastalık benim istirahatime medar [kaynak, dayanak] oldu.

Hem benim ruhuma geldi ki: Senin binler, belki yüz binler Saidcikler, senin bedeline ders verecek ve konuşacaklar var. İhsan-ı İlâhî ile Risale-i Nur, başka ilimler gibi meşakkatli derslere muhtaç değil. فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ 1 Gavs-ı Geylânî’nin (k.s.) kerametkârâne [keramet göstererek] cümlesi, en dehşetli zaman gibi bunda da ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] olduğu görüldü.

Hem âzamî ihlâsın zedelenmemek için, şimdi düşmanlar da, dostlara inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ettiği bir zamanda sohbet etmek, konuşmak, bu dünyada da uhrevî hizmetlerin bir güzel ve fâni meyvelerine vesile olabilir. O vakit, âzamî ihlâs ki, hiçbirşeye âlet olmayacak; hem vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmamak için kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] hakkımdaki bu şiddetli hâlete [durum] aleyhimde değil, lehimde olarak fetva verdi, müsaade etti. Ben yanımdaki vasiyetnamemdeki evlât kabul ettiğim küçük evlâtları tevkil [vekalet verme] ediyorum. Onlarla konuşanı benimle konuşmuş gibi kabul ediyorum…

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Kardeşiniz

Said Nursî

616

Üstadımızın bu hastalığı gösteriyor ki, gizli dinsizler konuşturmamak için bir ilâç bulmuşlar, yedirmişler. Elhasıl, [kısaca, özetle] Üstadımızın musafahadan, [el sıkışma, kucaklaşma] sohbetten ve konuşmaktan men edildiğini biz de görüyoruz.

Üstadımızın hizmetinde bulunan

 Tahirî, Zübeyir, Ceylân, Hüsnü, [güzellik] Bayram

– 141 –

 Berâ-yı malûmat hem resmî zatlara, hem dostlara mühim bir hakikati beyan ediyoruz:

Üstadımız gençliğinde ve hattâ çocukluğundan itibaren izzet-i ilmiyeyi [ilmin izzeti] muhafaza için şiddetle halktan istiğna [ihtiyaç duymama] ediyordu. Zekât ve sadakayı kat’iyen [kesinlikle] almadığı gibi, İkinci Mektupta da beyan edildiği üzere, hediyeyi kabul etmiyordu. Bu halin, şimdiki ihtiyarlık ve zaiflik zamanında devam edebilmesi için, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetiyle, o istiğna [ihtiyaç duymama] düsturu [kâide, kural] hastalığa inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etti. Yani mukabilsiz bir lokma alsa, derhal hasta olur. O lokmayı yiyemiyor.

Üstadımız gençliğinde bu kadar muhtaç değildi. Tek başına yaşadığı zamanlar pek az bir masraf kendisine kâfi [yeterli] idi. Şimdi pek çok talebelerine tayın [erzak, yiyecek] verdiği ve birkaç hastalıkla hasta bulunduğu bir zamanda, o istiğna [ihtiyaç duymama] düsturunun [kâide, kural] muhafazası için, rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] onu mukabilsiz hediyelerden hasta ediyor.

Aynen öyle de, Üstadımıza hürmet dahi mânevî bir hediye gibi olduğundan, şiddetle nâsın hürmetinden ve elini öpmesinden kaçıyordu. Tarihçe-i Hayatının [hayat hikayesi] ve İhtiyarlar Lem’asının [parıltı] şehadetiyle, gençliğinde emsallerinin fevkinde [üstünde] olarak, Siirt’in Tillo kasabasında inzivaya [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] girmişti. Ağrı vilâyetinde Şeyh Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Hânî Hazretlerinin türbesine kapandı. Rusya’ya esir düştüğünde, doksan kadar esir zabit [subay] kendisinin dinî derslerini şevkle dinledikleri halde, üsera kampında Tatarların küçük hâli [boş] bir camiinde bir yer bularak orada yalnızlığa çekildi. İstanbul’da Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] âzâlığı gibi câzip ve şâşaalı bir hayat içinde iken, Yuşa Tepesinde kimsesizliği tercih etti. Van’a döndüğünde pek çok eski

617

ve yeni talebeleri arasında sürurlu [mutluluk] bir ömrü istemeyerek Erek Dağındaki bir mağaraya kapandı. En son defa otuz senede gördüğü emsalsiz zulümlerin neticesi olarak hapishanelere gönderildiği zaman, kanunen tecrid müddeti on beş gün olmasına rağmen, yirmi ay ve hattâ bütün hapis müddetince tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] tutulduğu halde kimseye şekvâ [şikayet] etmedi.

Bütün bu haller gösteriyor ki, Üstadımızın fıtratında inziva [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] daima hüküm sürmüştür. Fakat ihtiyarlığında pek çok yardıma, hizmete, sohbete muhtaç olduğu bir vakitte bunun devam etmesi için, bir nevi hastalık hâleti [durum] verilmiş. Beş dakika konuşsa, şiddetli bir hararet başlıyor, sesi çıkmıyor. Hattâ Şâfiî mezhebinde olduğu için, namazda Fatiha‘yı [açılış kısmı, baş, baş kısım] kendisi işitecek derecede okuması lâzım gelirken, hastalık sebebiyle sesi çıkmadığından, mezheb-i Hanefîyi takliden namazlarını edâ ediyor. Bu hastalığına dair iki mühim doktorun iki raporu var. İstenilirse gösterilecektir.

Şimdi Risale-i Nur’un fevkalâde fütuhatı [fetihler, yayılmalar] ve âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] dahi fevkalâde bir hüsn-ü kabule [güzel kabul görmek] mazhar [erişme, nail olma] olması hengâmında, [ân, zaman] düşmanlar dahi dostlara inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ettiği bir zamanda Risale-i Nur’un âzamî ihlâsını-ki rıza-yı İlâhîden başka dünyevî, uhrevî hiçbir rütbeye, makama âlet etmemek-muhafaza için, dehşetli bir merdumgiriz, yani, insanlardan tevahhuş [korkma, çekinme] ve sesi çıkmamak ve konuşmamak hastalığı ve elini öpmek, ona âdetâ bir tokat vurmak gibi dokunmak vaziyeti, kat’iyen [kesinlikle] bize kanaat verdi ki, bu bir istihdam[çalıştırma] Rabbânîdir. [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] Hattâ bu hakikatlerin izharına [açığa çıkarma, gösterme] vesile olan bir şahsı da Üstadımız helâl etti.

Haşiye: [dipnot] Üstadımızdan sorduk: Neden Risale-i Nur’un şâşaalı intişarı [açığa çıkma, yayılma] ve düşmanların dahi mağlûp olup dostâne vaziyet aldıkları bir zamanda insanlarla görüşmüyorsunuz?

Cevaben dedi ki: “Benimle görüşmek isteyenler, ya muarızdır [itiraz eden, karşı gelen] veya dosttur. Dost olsa, Risale-i Nur’un yüz binler nüshası benim bedelime tam konuşuyor; bana kat’iyen [kesinlikle] ihtiyaç bırakmamış. Görüşmek isteyen muarız [itiraz eden, karşı gelen] olsa, bu otuz sene zarfında pek çok mahkemeler ve ehl-i vukuflar [bilirkişi] tetkik ettikleri halde, ne Nur Risalelerinde [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] ve ne de Nur talebelerinde hiçbir suç bulamamışlar. Yirmi dört

618

mahkeme “Risale-i Nur’da suç bulamıyoruz” dedikleri, dört mahkeme de kat’iyen [kesinlikle] umum Nur Risalelelerine beraat vererek kaziye-i muhkeme haline gelen kararlarıyla bütün kitapları, mektupları sahiplerine iade etmesi, benim bedelime muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] tam cevap veriyor. Bana ihtiyaç kalmamış. Eğer şahsî görüşmek istenilse, bütün Nur talebeleri bir cihette bu biçare Said’in dâvâ vekilleri olduğu gibi, İstanbul’da ve Ankara’da avukatları bulunduğundan, isteyenler onlarla görüşebilir.”

Şiddetli hastalığı ve çok ihtiyarlığı için zarurî işlerini gören hizmetkârları

– 142 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Üstadımız ifade buyurdular ki:

Aleyhimizde olan Cumhuriyet gazetesi müdafaamı çok yanlış ve gayet fena bir tarzda tağyir [değiştirme] etmiş, hattâ “Bir cânî yüzünden on mâsuma zarar gelmemesi için” cümlesinin yerine “Bir câni yüzünden on mâsumu zulmetten kurtarmak için” gibi hezeyanlar [boş söz, saçmalama] karıştırmış. Hem de o yazdığım cevap, beş altı sene evvel İstanbul 2. Sulh Ceza Mahkemesinde aynen söylenmiş, en mühim meselemde beraat verilmiş bir müdafaa iken, bir iki ay evvel, bir bardak suda bir fırtına koparmak nev’inden, İstanbul seyahatimde gayet mânâsız garazkârâne, [garaz edercesine, kin tutarcasına] bir savcı Isparta Müddeiumumîsine [savcı] havale edip mânâsız benim ifademi almaya iki resmî polis memuru gönderdi. Onlara dedim: O meseleye beş sene evvel cevap verilmiştir. İşte o zamanki cevabım da budur, dedim. Onlar da kabul ettiler. Hem de makine ile çıkardılar, hem o herife de göndermişler.

Şimdi uzak bir yerde tekrar mânâsız olarak bizden uzak bir kaymakama başkası onu vermiş. İftiracı gazete de “Onu kaymakam, savcıya vermiş” demesiyle Risale-i Nur’un bir kısım zaif şakirtlerine [öğrenci] vesvese ve bir evham vermek istemiştir. Bu yazıya Nur’un çok avukatları tekzip yazsınlar. O meselenin mevzuuna dair İstanbul sıhhî heyetinden dört rapor var. Fakat lüzumsuz olduğu için, kimseye göstermeye tenezzül etmedim. Hem de lüzum olmamış.

Said Nursî

Ankara’daki iki emniyet müdürüne çok selâm ediyorum. Böyle şeylere ehemmiyet vermesinler.

619

– 143 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

Aziz, sıddık kardeşlerimiz,

Evvelen: Üstadımız leyle-i Beratınızı [Berat Gecesi] tebrik ediyor. Hem selâm ve dua ediyor.

Saniyen: [ikinci olarak] Diyarbekir’den dün aldığımız mektupta ifade edildiğine göre, Diyarbekir havalisiyle beraber şarkta şimdi iki yüz kadar Nur dershaneleri açılmış. Ayrıca Diyarbekir’de kadınlara mahsus dört beş dershane-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] varmış. İnşaallah bu büyük bir hayrın alâmetidir.

Üstadımız on sene evvel işaret ve büyük menfaatini beyan ettiği Nur medreselerinin şimdi bu zamanda açılma işi, tam tahakkuk [gerçekleşme] safhasına girmiş bulunuyor. O zaman demişti: “Şimdi resmen din tedrisatı [öğrenim, eğitim] için hususî dershaneler açılmasına izin verilmesine binaen Nur şakirtleri [öğrenci] mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder; fakat herkes herbir meselesini tam anlamaz. İman hakikatlerinin izahı olduğu için, hem ilim, hem mârifetullah, [Allah’ı bilme ve tanıma] hem huzur, hem ibadettir. Eski medreselerde beş on seneye mukabil, inşaallah [Allah dilerse] Nur medreseleri beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.”

Üstadımız, Barla’daki dokuz senelik ikametgâhı olan ve Risale-i Nur’un birinci dershanesi, hem altı vilâyet genişliğindeki Medresetü’z-Zehranın çekirdeği bulunan hanesini medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] olarak Risale-i Nur’a vakfetmişti. Şimdi onu müteakip hem Isparta ve civarı kazaları ve bazı köylerinde, hem Diyarbakır ve Şarkta Nur dershaneleri açılmaktadır. Bu suretle o dershanelerde Nurların okunması ve Nurlarla meşguliyete devam edenlere ve ders alanlara talebe-i ulûm [ilim talebeleri] şerefini kazandırmaktadır. Talebe-i ulûmun [ilim talebeleri] ise, âdi harekâtı, hattâ uykusu dahi ibadet hükmüne geçtiğini bazı büyük müçtehidler beyan etmişler.

Salisen: [üçüncü olarak] Nurların radyo diliyle Anadolu ve âlem-i İslâma [İslâm âlemi] intişarının [açığa çıkma, yayılma] ilk

620

mukaddemesi, [evvel, önce] mübarek leyle-i Berata [Berat Gecesi] tevafuk etmesi, bu vatan ve âlem-i İslâm [İslâm âlemi] hakkında Risale-i Nur lehinde [tarafında] büyük bir hayrın alâmeti ve işaretidir.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşleriniz

 Tahirî, Zübeyir, Sungur, Ceylân, Bayram

Haşiye: [dipnot] Bu mektup aynı zamanda telgrafla veya mektupla Üstadımızın leyle-i Beratlarını [Berat Gecesi] tebrik eden kardeşlerimize cevaptır.

– 144 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 2

Umum dostlarıma ve Nur kardeşlerime bu vasiyeti ilân ediyorum:

Ben şahsım itibarıyla vazife-i Nuriyeyi [Risale-i Nur vazifesi] yapmaya tâkatim kalmamış. Belki ihtiyaç da kalmamış. Hem müteaddit [bir çok] tesemmümlerle [zehirlenme] ve çok ihtiyarlık vaziyetiyle ve hastalıkla, şimdiki hayatta kalmak, tahammülüm kalmamış gibidir. Şayet müştak [arzulu, aşırı istekli] olduğum ölüm elime geçmese de, zahirî hayatımda ölmüşüm gibi diye bu vasiyetimi yazıyorum.

Hâlık-ı Rahmân[her şeyin yaratıcısı olan ve bütün varlıklara şefkat gösteren Allah] Rahîme hadsiz şükür olsun ki, bundan altmış yetmiş sene evvel hilâf-ı âdet [âdete aykırı, kural dışı] olarak tahsil-i ilim, hususan ilm-i imanî yolunda başkaların muavenetine [yardım] yalvarmamak ve tam fakr-ı haliyle [fakir bir halde olma, fakirlik] beraber Eski Said çocukluk, gençlik zamanında talebelerine tayınlarını [erzak, yiyecek] kendi vermeye çalıştığı ve ancak kısa bir zaman beş tayın [erzak, yiyecek] kabul edip mütebâki [geri kalan] talebelerine, bazan yirmi otuz talebesine tayın [erzak, yiyecek] verdiğinden, ilmi, vasıta-i cer [dilencilik vasıtası] etmeye o talebeler mecbur olmadılar. İktisat ve kanaatle o zaman muvaffak oldukları gibi, Cenab-ı Erhamürrahimîne hadsiz şükür olsun ki, Eski Said gibi şimdi Risale-i Nur kendi hakikî talebelerinin

621

tayınlarını [erzak, yiyecek] neşriyatıyla mükemmel vermeye başlamış. Âzamî ihlâsı kırmamak için, Risale-i Nur has talebelerine, hususan nafakasını tedarik edemeyenleri tam tamına idare edecek derecede Risale-i Nur’un satılan nüshalarının beşten birisi Risale-i Nur’un hakkı olduğu cihetle, şimdi elli altmış talebesine kâfi [yeterli] sermayesi çıkıyor. Benim (biçare Said’in) içinde hiçbir hakkı yoktur. Yalnız Risale-i Nur’un kıymettar hâsiyeti [özellik] ve şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevisinin [mânevî kişilik] kemâl-i sadakati [tam bir bağlılık] bu mânevî Nur bayramına vesile oldu.

Şimdi bütün talebelerin fevkinde [üstünde] diyerek değil, benim en yakınımda, hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tâhirî, Sungur, Ceylân, Hüsnü [güzellik] ve bir iki adam daha mutlak vekilim olarak vasiyet ediyorum. Şimdi Risale-i Nur’un satılan nüshalarının sermayesi, Risale-i Nur’un malıdır. Said de bir hizmetkârdır. Hayatta tayınını [erzak, yiyecek] alabilir. Hattâ bugünlerde ölüm bana çok yakın göründü. Ben de altı vilâyette bulunan elli altmış talebeyi iki üç sene Nur sermayesinden tayınını [erzak, yiyecek] vermek kat’î niyet ederken, belki bazılarını bazı mâniler onları talebelik hizmetinden vazgeçirecek diye vazgeçtim. Şimdi vasiyetimi yazdım.

Said Nursî

Haşiye:: [dipnot] Gavs-ı Âzam Şeyh-i Geylânî (r.a.) Risale-i Nur’a ve Müellifine [telif eden, kitap yazan] işaret ettiği keramet-i gaybiyesinde [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] bir fıkrada [bölüm] تَعِيشُ سَعِيدًا diye maişet [geçim] hususunda saadetle yaşayacağını ve en mesut olacağını haber vermiş. Halbuki biz Üstadımızın fakr u istiğnasını [ihtiyaç duymama] şimdiye kadar zahiren buna muhalif görüyorduk. Gavs-ı Âzamın bu ihbar-ı gaybiyesi [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] Üstadımızın hayatında şimdi bilfiil görülmüş ki, küçüklüğünde, daha on yaşında iken amcasının çorbasını içmezdi, minnet altına girmezdi. Ve ders verdiği eski talebelerinin maişetini [geçim] de kendisi deruhte [üstüne almak] ederdi. Aynen şimdi de elli altmış talebesinin tayınlarını [erzak, yiyecek] vermesi, o gaybî ihbarın tam tahakkuk [gerçekleşme] ve tezahür ettiğini göstermiştir.

 Tahirî, Sungur, Ceylân

622

– 145 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ecel muayyen olmadığı için, benim şiddetli hastalığım her vakit gelebilir diye, evvelce yazdığım vasiyetnamelerimi teyiden bu vasiyetname de şiddetli, dahilî bir hastalığımdan ihtar edildi. Ben de beyan ediyorum ki:

Benim vefatımdan sonra, benim emaneten elimde bulunan Risale-i Nur sermayesi, hem mu’cizatlı Kur’ânımızı tab [basma] ettirmek için Eskişehir’de muhafaza edilen sermaye, o Kur’ân’ın tevafukla ve fotoğrafla tab’ına [baskı basma] ait.2 Yanımızdaki sermaye ise, Risale-i Nur’un sermayesidir. O sermaye, Cenab-ı Erhamürrahimîne hadsiz şükür olsun ki, yetmiş küsur sene evvel, o zamanın âdetine muhalif olarak, kendim fakirliğimle beraber onların tayınlarını [erzak, yiyecek] verdiğime bir ihsan [bağış] ve lütf-u Rabbânî olarak, o zamandan elli altmış sene sonra Cenab-ı Erhamürrâhimîn o örfî âdete muhalif kaidemi mânevî ve geniş Medresetü’z-Zehranın hâlis ve nafakasını temin edemeyen ve zamanını Risale-i Nur’a sarf eden talebelerine aynen ve eski zaman ihsan-ı İlâhî [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] neticesi olarak şimdi yanımızdaki sermaye onların tayınlarıdır [erzak, yiyecek] ve tayınlarına [erzak, yiyecek] sarf edilecek. Ve kaç senedir benim yaptığım gibi, benim mânevî evlâtlarım, benim vereselerim [varisler, mirasçılar] aynen öyle yapmak vasiyet ediyorum. İnşaallah tam Risale-i Nur intişara [açığa çıkma, yayılma] başlasa, o sermaye şimdiki fedakâr, kendini Risale-i Nur’a vakfeden şakirtlerden [öğrenci] çok ziyade fedakâr talebelere kâfi [yeterli] gelecek ve mânevî Medresetü’z-Zehra ve medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] çok yerlerde açılacak, benim bedelime bu hakikate, bu hale mânevî evlatlarım ve has ve fedakâr hizmetkârlarım ve Nura kendini vakfeden kahraman ve herkesçe malûm kardeşlerim bu vasiyetin tatbikine yardımlarını rica [ümit] ediyorum. Risale-i Nur itibarıyla bana hiç ihtiyaç kalmadığı için, âlem-i berzaha [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] gitmek benim için

623

medâr-ı sürurdur. Siz mahzun olmayınız. Belki beni tebrik ediniz ki, zahmetten rahmete gidiyorum.

Çok hasta

Said Nursî

Evet, biz Üstadımızın bu vasiyetine şahidiz.

 Emirdağlı Çalışkan, Mustafa Acet, Safranbolulu Hüsnü,
Ermenekli [güzellik] Zübeyir, Çoğollu Bayram

– 146 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, muhterem kardeşimiz Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] Bey,

Leyle-i Kadrinizi [Kadir gecesi] tebrik eder, muvaffakiyetler [başarı] dileriz. Üstadımız size hususî selâm ediyor. Dedi ki:

Tahsin‘in [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] neşrettiği Tarihçe-i Hayat [hayat hikayesi] yirmi büyük mecmua kadar fâide verdi, fütuhat [fetihler, yayılmalar] yaptı. Şimdi bir parça ilişmelerine kat’iyen [kesinlikle] merak etmesin. Nazar-ı dikkati celb [çekme] ettiği için, büyük bir ilânname hükmüne geçti. Şimdiye kadar nasıl ki yirmi senedir yirmi büyük mecmua perde altında intişar [açığa çıkma, yayılma] etmesiyle çok büyük fütuhata [fetihler, yayılmalar] medar [kaynak, dayanak] oldu. Tarihçe-i Hayat‘ın [hayat hikayesi] da perde altında intişarı [açığa çıkma, yayılma] inşaallah [Allah dilerse] aynı neticeyi verecek.”

Saniyen: [ikinci olarak] Madem Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizi Ankara’da Risale-i Nur’un başkumandanı olarak ihsan [bağış] etmiş; Risale-i Nur’un, Kur’ân’ın kırk vech-i i’câzından [mu’cizelik yönü] bir vechi olan nazmını [diziliş, tertip] beyan eden İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsirinin neşri de size müyesser oldu. O veçh-i nazım yedi kısımdır. Bir kısmı tevafukattır. [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] Tevafukatın [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] bir nevi de Lâfza-i Celâlde [“Allah” kelimesi] görülen zahir tevafukattır. [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] İşte, mu’cizatlı Kur’ân’ımız bu

624

tevafukatı [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] gösteriyor. İnşaallah bu mu’cizatlı Kur’ân’ın neşri ve tab’ı [baskı basma] da size nasib olacak.

Evvelce Üstadımız on bin lira size göndermişti. Şimdi de Kur’ân’ın âyetlerine tam muvafık olarak altı bin altı yüz altmış altı lirayı ki bu para, talebelerin iki senelik tayınatından [erzak, yiyecek] fazla kalan paradır—bunda bir sırr-ı azîm [büyük sır] var, aynı altın para gibi mübarektir. Başkasına sarf etmemek lâzımdır. Size bazı Kur’ân’ın cüzleriyle birlikte gönderiyoruz ve pek çok selâm ediyoruz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşleriniz

 Tâhirî, Zübeyir, Ceylân, Sungur

– 147 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 2

Ankara’ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslâmiyete ciddî taraftar Dahiliye Vekili [İçişleri Bakanı] Namık Gedik’i görmek ve İslâmiyetin kahramanı olan Adnan Beye ve Tevfik [başarı] İleri gibi mühim zatlara bir hakikatı söylemektir ki:

Hem Demokrata ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslâmı, [İslâm âlemi] hattâ bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı muzahrafattan [atıklar] temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise, bu mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim. Adnan Bey, Namık Gedik ve Tevfik [başarı] İleri gibi zatların hatırı için başka yere gitmedim.

Hem Risale-i Nur, Kur’ân’ın kanun-u esasiyesiyle bütün Anadolu ve vilâyât-ı şarkiyede [doğu illeri] âsâyişi temin eden Risale-i Nur’un beş yüz bin nüshası komünistliği susturduğu gibi, âsâyişi temin ettiğine bir delili budur ki:

On küsur sene evvel Afyon Müddeiumumîsi [savcı] “altı yüz bin fedakâr talebesi var; beş yüz bin nüsha Risale-i Nur’dan neşretmiş. Belki âsâyişe zarar gelir” dedi.

625

Ona karşı Said demiş ki: “Mâdem altı yüz bin fedakâr talebesi var. Bu on beş senedir bana bu kadar zulmediliyor. Birtek vukuatı hiçbir zabıta ve mahkeme gösteremedi.”

Hem dedim: “Ey müddeiumumî! [savcı] Eğer bin müddeiumumî, [iddia makamı, savcı] bin emniyet müdürü kadar âsâyişin teminine Risale-i Nur hizmet etmemişse, Allah beni kahretsin. Siz de bana ne ceza verirseniz verin” dedim. O bu sözüme karşı hiçbir çare bulamadı.

Yalnız bir iki sene sonra Nurun bir küçük talebesi Risale-i Nur’a zarar gelecek zannıyla kendini intihar edecekti ki, tab’ [baskı basma] ettiği bir küçük risaleye zarar gelmesin. Sonra Üstadı onu men etti ve küçücük bir hadise oldu ve ikisi de barıştırıldı.

Halbuki bir Üstadın on tane fedakâr talebesi bulunsa—hattâ biri selâm etmiş tokat vurulmuş, biri elini öpmüş tahkir [aşağılama] edilmiş—hiçbir fedakârı, âsâyişe ilişmemek için sükût etmişler. Said’den işitmişler ki, “Benim yüz ruhum olsa âsâyişe feda ediyorum.” Onun için وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 1 kanun-u esasiyesiyle, beş câni yüzünden doksan mâsuma zarar gelmemek, bir câni yüzünden on mâsum çoluk çocuk, peder ve validelerine zulüm etmemek için, Risale-i Nur iman hizmetiyle beraber âsâyişi tamamıyla temin edip herkesin kalbinde fenalığa karşı bir yasakçı bırakıyor. Ben de bin ruhum olsa, Kur’ân’ın bu kanun-u esasiyesine feda ettiğimi Tarihçe-i Hayat [hayat hikayesi] ispat ediyor ve meydandadır. Ve mahkemeler de kabul etmişler.

Hattâ tezahüre bir riyakârlık, bir hodfuruşluk, [kendi kendini beğenme] bir enaniyet mânâsını verip halklarla görüşmeyi de terk ettiği ve rahmet-i İlâhînin [Allah’ın rahmeti, şefkat ve merhameti] ihsanıyla [bağış] sesi de kesilmiş ki, dostlarla görüşmeye mecbur olmasın ve hatırları da kırılmasın.

Said Nursî

– 148 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 2* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 3

Gayet şiddetli hasta Üstadımıza mühim, resmî bir zattan bir mektup geldi.

626

Diyor ki: “Tarihçe-i Hayat‘ın [hayat hikayesi] neşrolunmaması için eski partinin mühim adamları, büyük bir tâvizle eski partinin bazı memurlarını bu hatâya sevk etmişler.”

Üstadımız da dedi ki: “Bu Tarihçe-i Hayat‘ın [hayat hikayesi] en mühim kısmı üç defa Sebilürreşad tarafından, dört defa da otuz kırk seneden beri hem eski harf, hem yeni harfle neşredilmiş ve içindeki müdafaat parçaları da müteaddit [bir çok] mahkemelerin huzurunda okunmuş ve resmen de neşredilmiş. Yeni olarak, Medine-i Münevvere gibi hariç yerlerden bir iki âlim zâtın, izah ve teşekkür nevinden birkaç hakikatli mektupları var. Onun için mahkemelerin resmen bunlara ilişecek hiçbir ciheti yok.

Saniyen: [ikinci olarak] Risale-i Nur, kırk elli senede bütün ehl-i siyasetin [siyaset adamları, politikacılar] tazyikatı [baskılar] altında tek başına âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] harika bir tarzda neşrolduğu halde, şimdi milyonlar nâşirleri [neşreden, yayan, yayınlayan] varken, değil eski bir parti, dünya toplansa ona karşı bir sed çekemez, mümkün değil. Belki bir ilânnâme hükmüne geçer. Onun için, Nur talebeleri müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmasınlar.

Salisen: [üçüncü olarak] Hem eski partinin bana karşı zulümlerini helâl ettiğim, hem Kur’ân’ın bir kanun-u esasiyesi olan وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 1 yani, “Birisinin hatâsı ile başkası, partisi, akrabası mes’ul olmaz, olamaz” diye, hem Anadolu, hem vilâyet-i şarkiyede [Doğu illeri] Risale-i Nur’la neşredildiği sebebiyle, âsayişe tam kuvvetli bir tarzda hizmet edilmiş. Demek bir mânevî zabıta hükmünde, herkesin kalbinde bir yasakçı bırakıyor. Bu noktaya binaen, Risale-i Nur eski partinin dört beş hatâsını yüz derece ziyadeleştirmeye mânidir. Yüzde beş adamın hatâsını doksan beşe de verip yirmi otuz derece ziyadeleştirmemiş. Onun için umum o partinin ekserisi iktidar partisi kadar Risale-i Nur’a minnettar olmak lâzımdır. Çünkü, bu dersi, bu kanun-u esasiye-i Kur’âniyeyi Risale-i Nur ders vermeseydi, o beş adamın hatâsı binler adamı da hatâkâr yapardı.

Rabian: [dördüncü olarak] Kat’iyen [kesinlikle] tahakkuk [gerçekleşme] etmiş ki, Risale-i Nur hariçten hücum eden küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] karşı bu milleti ve âlem-i İslâmiyeti [İslâm âlemi] muhafaza edecek Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân]  

627

mu’cize-i mâneviyesinden [mânevî mu’cize] bir derstir ki, dinsiz feylesoflardan hiçbirisi ona karşı mukabele [karşılama; karşılık verme] çaresi bulamadılar. Kat’iyen [kesinlikle] haber aldık ki: Hariçte bazı yerde bir milyon gençler “Müsalemet-i [barış ve huzur içinde olma] umumiyeyi temin edecek Risale-i Nurdur” demişler. Sulh-u umumî taraftarı Almanya ve Amerika gibi bazı ecnebîlerin de Risale-i Nur’u tercümeye başladığını haber aldık.

Hâmisen: [râbianın altmışta biri] Eğer resmî adamlar bazı yeni kanunlara yanlış mânâlar verip bir iki satırına ilişseler, benim bedelime deyiniz ki: “Bir adamın hatâsıyla yirmi bin komşusu cezalandırılır mı, hapsedilir mi? Dünyada böyle hükmeden hiçbir kanun var mı?”

İşte her sahifesi yirmi satır olan beş yüz sahifelik bir kitabın bir satırında bir adama şiddetli tokat vurmuşsa, evvelâ, isim muayyen değil, orada mesuliyet yok… Şayet olsa da, sansür gibi o satır silinir. O kitabı müsadere etmek, on bin adamı hapse sokmak gibi kâinatta işitilmemiş bir kanunsuzluk, bir zulüm olduğu gibi, öteki yirmi bin satırlar şimdiye kadar yirmi bin adamın imanını kuvvetlendirdiği cihetle, yirmi bin hasene ve iyilik olduğundan, elbette o hatâyı ve seyyieyi [günah] affettirir.

Ben şiddetli hasta olmasaydım daha konuşacaktım. Siz hizmetkârlarım tashih ve ıslah edersiniz. Hattâ münasip görseniz, mânen polislerin bir vazifesini gören Risale-i Nur’un âsayiş hizmetinde polislere büyük bir kuvvet olan derslerine polisler herkesten ziyade taraftar olmak lâzım gelirken, şimdi resmen taharri [araştırma] memuru suretinde, polislik aleyhinde olan bu hizmeti polislere vermeye ruhum razı değil. Onlara umumen hakkımı helâl ettiğimi söylersiniz.

Sâdisen: [hâmisenin altmışta biri] Şiddetli bir teessüfle, [eseflenme, üzülme] leyle-i Miraç vaktinde Mirac-ı Şerif, şuhur-u selâse [üç aylar] hürmetine vesile beklerken, Tarihçe-i Hayat [hayat hikayesi] hasebiyle taharrî [araştırma] hadisesi şiddetli bir keder verdi. “Sadaka belâyı def eder”1 mealindeki hadis-i sahihin [hakkında şüphe edilmeyen ve doğruluğu kesin olarak bilinen Peygamberimizin sözleri] hükmüyle, Risale-i Nur Anadolu için belâları def eder bir sadaka hükmüne geçtiği, ona beraatler ve serbestiyetler verildiği zaman belâların def edilmesi, ona hücum edildiği zaman belâların gelmesi yüz hadisesi var ki, bazan zelzele ve fırtınalarla kaydedildiği gibi, bu defa da hayatımda görmediğim tahtessıfır [sıfırın altında] on sekiz dereceye yakın bir soğuk, taarruz ve taharrînin [araştırma] aynı vaktinde geldi.

628

Üstadımız şiddetli hastalığından fazla konuşamadı. Hasta halinde hizmetkârına dedi: “Merak etmemeleri için berâ-yı malûmat bazı dostlara ve bazı resmî zatlara gönderirsiniz.”

Şiddetli hasta Üstadımızın hizmetkârı

Evet, hizmetkârımın yazdığı doğrudur.

Said Nursî

– 149 –

Müddeiumumîler [savcı] hakkında Üstadımızın garip bir hâlet-i ruhiyesini [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] beyan etmek zamanı geldi. Bana dedi ki:

Otuz kırk sene bu tazyikatımda, [baskılar] hukukullah [Allah’ın hakkı] mânâsında olan hukuk-u âmme namındaki vazifelerle muvazzaf olan savcılar ekser hapislerimde, nefyimde [gönderilme, sürgün] şiddetlerini gördüğüm halde onlara karşı bir hiddet, bir küsmek bana gelmiyordu.

Sonra görüyordum: Onların zahirî şiddetine sebep olan kusurları kendilerinde görmüyordum. Fakat, çok defa bir zaman sonra, kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] başka kusuratıma [kusurlar] binaen şefkat tokadının öyle savcıların eliyle geldiğini gördüm. Kader adalet yaptığı için, o şefkat tokadını ruh ve kalbimle kabul ettim. Zahirî sebebe binaen savcıların şiddetini helâl ediyorum. Şimdi, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür, o müddeiumumîlerin [savcı] bir kısmı, vazifeleri olan hukuk-u umumiyenin [kamu hukuku] müdafaası, hukukullah [Allah’ın hakkı] nev’inden olduğu cihetle, bana karşı şiddet değil, bilakis hakikî adalet noktasında, umum İslâmiyete ve belki insaniyete de menfaati olan Risale-i Nur’un hizmet-i imaniyesi [iman hizmeti] cihetiyle şiddeti bırakıp kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] şefkat tokadına bakar gibi zahirî tâzip, [azap] hakikaten yardım hükmüne geçtiği için, ben de bu sırr-ı azîm [büyük sır] münasebetiyle, bütün böyle müddeiumumîlere [savcı] karşı bir dostluk ve dua etmek vaziyetini aldım. Zahiren bana karşı şiddet-i hüküm görünen hâlât, [durumlar, haller] o hizmet-i imaniyeye [iman hizmeti] bir ilânname hükmüne geçti.

Ben de şimdi onlara, hukuk-u âmmenin hukukullah [Allah’ın hakkı] hükmüne geçtiğini bilenlere, umumen selâm ve dua ediyorum. Bana olan şiddetlerini umûmen helâl ediyorum.

Said Nursî

Üstadımızın sizlere yazdığı aynı hakikat olan bu mektubunu arz ediyorum.

Talebesi Sungur

629

– 150 –

Bediüzzaman Said Nursî’nin gazetelere bir mektubu

Bize ait meseleleri yazan gazetelere hitaben yazdığım bu yazıyı neşretseler, bugünlerde olan aleyhimdeki isnadlarını helâl edeceğim. Şiddetli hastalığıma binaen bu kısacık mektubumu o gazeteler neşretsinler ki; bizi düşünen kardeşlerim kederlenmesin.

Evvelâ: Bugünlerde olan meseleler için merak etmeyiniz. Hakkımızda tecellî eden inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ile bu büyük bir hayırdır. Hem hasta olduğumdan konuşmaya ve görüşmeye de tahammül edemiyorum. Şimdi Risale-i Nur’un dahil ve hariçteki fevkalâde intişarı [açığa çıkma, yayılma] ve geniş fütuhatıyla [fetihler, yayılmalar] düşmanlar da dost olmuşlar. Herkesin konuşmak istemesine mukabil, inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] ile sesim de kısılmış ki, daha Risale-i Nur bana ihtiyaç bırakmadığından görüşüp konuşamıyorum.

Beni altı vilâyetten davet etmeleri üzerine giderken önümüze gelen ve Risale-i Nur’un ve mesleğimin hakikatini anlayan dost memurlar, Emirdağı’nda istirahat etmemi ve şimdilik Emirdağında kalmamı hükûmetin rica [ümit] ettiğini bildirdiler. Zaten görüşmeye ve konuşmaya tahammül edemediğimden, hakkımdaki bu dostane teklif ve vaziyet bir inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] oldu ki, beni davet eden çok vilâyetlerdeki hakikî kardeşlerimin hatırları kırılmasın. Hem bazı vilâyetlere gidip diğer vilâyetlere gidemediğimden ileri gelen vaziyetimle, yüz binlerle hakikî fedakâr talebelerim gücenmesinler.

Saniyen: [ikinci olarak] Benim bu seyahatlerimde kat’iyen [kesinlikle] siyasetle alâkamın olmadığına bir delil, kırk seneden beri siyaseti terk ettiğimden, yalnız ve yalnız Kur’ân’ın bu zamana tam muvafık bir tefsiri olan Risale-i Nur küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] kırdığı için anarşistliğe ve tahribatçı cereyanlara karşı sed çektiği gibi, Kur’ân’ın Risale-i Nur’a verdiği dersinde bir kanun-u esasî [anayasa] olan وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 1 sırrıyla, “Âsâyişe ilişmek, beş câni yüzünden doksan mâsuma zulüm etmektir” diye olan uhrevî hizmetimiz vatan, millet ve âsâyişe de büyük bir fâidesi olması cihetiyle, beni tecessüs [gizlice araştırma] eden veyahut da zahmet veren polis ve inzibatlara [âsayiş, düzen] da

630

helâl ediyorum. Onları âsâyişin mücahid muhafızları diye, kardeş gibi mesrurâne [mutlu] kabul ettim. Hattâ, beni Ankara’dan çevirmelerini de kabul ettiğim gibi, hakkımda bir inâyet-i İlâhiyeye [Allah’ın inayeti, yardımı] vesile olmaları cihetiyle Allah’a şükrettim. Ve kemâl-i ferahla [mükemmel bir rahatlık, huzur, neşe] Ankara’dan döndüm.

Salisen: [üçüncü olarak] Her yerde Risale-i Nur’un intişarı [açığa çıkma, yayılma] ve okunması ve pek fazla müştakları [arzulu, aşırı istekli] bulunması dolayısıyla, benimle görüşmek ve konuşmak ve dâvet etmek arzu ediyorlardı. Bu vaziyette, yirmi vilâyete gitmemin zarureti vardı. Ancak Risale-i Nur’un tab [basma] edildiği yerler olan Ankara, İstanbul ve Konya’ya gittim.

Beni Emirdağına çeviren dostlara şunu derim ki: Hakkımdaki bu muamele bir inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve rahmet-i İlâhiyeye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] vesile oldu. Sıkılmıyorum. Yalnız benim yirmi sene kaldığım Isparta vilâyetinde iki senelik kira ettiğim bir evim ve orada bazı eşyalarım var. Oranın havası da bir parça hastalığıma yarıyor. Hükûmetin müsaadeleriyle bir ay Emirdağında, bir ay da kiraladığım Isparta’daki evimde bulunmak arzu ediyorum.

Bediüzzaman Said Nursî

– 151 –

 Umum Nur talebelerine Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son derstir

Aziz kardeşlerim,

Bizim vazifemiz müsbet [isbat edilmiş, sabit] hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye [Allah rızası] göre sırf hizmet-i imaniyeyi [iman hizmeti] yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet [isbat edilmiş, sabit] iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Meselâ, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme [baskı] ve terzile [rezil ve alçak gösterme] karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü [baskı] kaldırmadığım, birçok hadiselerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam [hiçlik, yokluk] tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere [baskı] boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet [isbat edilmiş, sabit] hareket etmek,

631

menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele [karşılama; karşılık verme] ettim. Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.

Evet, meselâ seksen bir hatâsını mahkemede ispat ettiğim bir müddeiumumînin [savcı] yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. [mânevî cihad, mücadele] Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir. وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 1 düsturu [kâide, kural] ile—ki “Bir câni yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk—çocuğu mesul olamaz”—işte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle âsâyişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilebilir. Mezkûr [adı geçen] âyetin düsturuyla [kâide, kural] vazifemiz, dahildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] âsâyişi ihlâl edici dahilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı mâneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] aittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”

Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; [iman hizmeti] muvaffak etmek veya etmemek Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vazifesidir” deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur’ân’dan ders almışım.

Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele [karşılama; karşılık verme] edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müsbet [isbat edilmiş, sabit] bir şekilde mânevî tahribata karşı mânevî, ihlâs sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî

632

talebeleri Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muhafaza için müsbet [isbat edilmiş, sabit] hareket edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azîmdir.

Bir mesele daha var; o da çok ehemmiyetlidir. Hükm-ü Kur’âna [Kur’ân’ın hükmü] göre, bu zamanda mimsiz medeniyetin [“deniyet”, aşağılık] icabatından olarak hâcât-ı zaruriye [zarurî ihtiyaçlar] dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla, hâcat-ı gayr-ı zaruriye, hâcât-ı zaruriye [zarurî ihtiyaçlar] hükmüne geçmiş. Âhirete iman ettiği halde, “Zaruret var” diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet [geçim] derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor.

Kırk sene evvel, bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler:

“Biz şimdi mecburuz. اِنَّ اَلضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ 1 kaidesiyle, Avrupa’nın bazı usullerini medeniyetin icaplarını [gerekli kılma] taklide mecburuz” dediler.

Ben de dedim: “Çok aldanmışsınız. Zaruret su-i ihtiyardan [iradenin kötüye kullanımı] gelse, kat’iyen [kesinlikle] doğru değildir; haramı helâl etmez. Su-i ihtiyardan [iradenin kötüye kullanımı] gelmezse, yani zaruret haram yoluyla olmamışsa zararı yok. Meselâ; Bir adam su-i ihtiyarıyla [iradenin kötüye kullanımı] haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa, hüküm aleyhine câri olur, mâzur sayılmaz, ceza görür. Çünkü, su-i ihtiyarıyla [iradenin kötüye kullanımı] bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] çocuk cezbe halinde birisini vursa, mâzurdur. Ceza görmez. Çünkü ihtiyarı dahilinde değildir.”

İşte, ben o kumandana ve hocalara dedim: “Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Su-i ihtiyardan, [iradenin kötüye kullanımı] gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] meyillerden [arzu, istek] ve haram muamelelerden tevellüd [doğma] eden hareketler haramı helâl etmeye medar [kaynak, dayanak] olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuşsa, mutlak zaruret olmadığı ve su-i ihtiyardan [iradenin kötüye kullanımı] geldiği için, haramı helâl etmeye sebep olamaz.

633

Kanun-u beşerî [insanlar tarafından konulan kanun] de bu noktaları nazara almış ki, ihtiyar haricinde zaruret-i kat’iye ile, su-i ihtiyardan [iradenin kötüye kullanımı] neş’et [doğma] eden hükümleri ayırmıştır. Kanun-u İlâhîde [Allah’ın kanunu] ise, daha esaslı ve muhkem [değiştirilemez] bir şekilde bu esaslar tefrik edilmiş.”

Bununla beraber zamanın ilcaatıyla [mecburiyetler, zorlamalar] zaruretler ortalıkta zannederek bazı hocaların bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] taraftarlığından dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek “Zaruret var” zannıyla hareket eden o biçarelere vurmayınız. Onun için kuvvetimizi dahilde sarf etmiyoruz. Biçare, zaruret derecesine girmiş, bize muhalif olanlardan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz. Ben tek başımla daha evvel aleyhimdeki o kadar muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] karşı dayandığım, zerre kadar fütur [usanç] getirmediğim, o hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] muvaffak olduğum halde, şimdi milyonlar Nur talebesi olduğu halde, yine müsbet [isbat edilmiş, sabit] hareket etmekle onların bütün tahkiratlarına, [aşağılama] zulümlerine tahammül ediyorum.

Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Âsâyişi muhafazaya müsbet [isbat edilmiş, sabit] bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi hakikatler itibarıyla, bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz.

Risale-i Nur’un neşri her tarafta kanaat-i tamme [tam ve kesin kanaat, inanma] verdi ki, Demokratlar dine taraftardırlar. Şimdi bir risaleye ilişmek, vatan, millet maslahatına [amaç, yarar] tamamen zıttır.

Bir mahrem risale vardı ki, o mahrem risalenin neşrini men etmiştim. “Öldükten sonra neşrolunsun” demiştim. Sonra mahkemeler alıp okudular, tetkik ettiler, sonra beraat verdiler. Mahkeme-i Temyiz [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] o beraati tasdik etti. Ben de bunu dahilde âsâyişi temin için ve yüzde doksan beş mâsuma zarar gelmemesi için neşredenlere izin verdim. “Said, meşveretle [danışma] neşredebilir” dedim.

Üçüncü mesele: Şimdi küfr-ü mutlak, [her açıdan inkârcılığa düşmek] öyle cehennem-i mânevî neşrine çalışıyor ki, kâinatta hiçbir kâfir ona yanaşmamak lâzım geliyor. Kur’ân’ın “rahmeten lil’âlemîn” olduğunun bir sırrı budur ki: Nasıl Müslümanlara rahmettir;

634

âhirete iman, Allah’a iman ihtimalini vermesiyle de, bütün dinsizlere ve bütün âleme ve nev-i beşere rahmet olmasına bir nükte, [derin anlamlı söz] bir işarettir ki, o mânevî cehennemden dünyada da onları bir derece kurtarmış. Halbuki şimdi fen ve felsefenin dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kısmı, yani Kur’ân’la barışmayan, yoldan çıkmış, Kur’ân’a muhalefet eden kısmı, küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] komünistler tarzında neşre başladılar. Komünistlik perdesinde anarşistliği netice verecek bir surette münafıklar, zındıklar vasıtasıyla ve bazı müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] dinsiz siyasetçiler vasıtasıyla neşir ile aşılanmaya başlandığı için, şimdiki hayat, dinsiz olarak kabil [mümkün] değildir, yaşamaz. “Dinsiz bir millet yaşamaz” hükmü bu noktaya işarettir. Küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] olduğu zaman, hakikat-i halde [bir şeyin gerçek durumu] yaşanmaz. Onun için, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu asırda bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] olarak Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] bu dersi vermiş ki, küfr-ü mutlaka, [her açıdan inkârcılığa düşmek] anarşistliğe karşı sed çeksin. Hem çekmiş. Evet Çin’i, hem yarı Avrupayı ve Balkanları istilâ eden bu cereyana karşı bizi muhafaza eden Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu dersidir ki, o hücuma karşı sed çekmiş, bu suretle o tehlikeye karşı çare bulmuştur.

Demek bir Müslüman mümkün değil, başka bir dine girip, ya Hıristiyan ve Yahudi, hususan bolşevik gibi olmak… Çünkü, bir İsevi, Müslüman olsa, İsâ Aleyhisselâmı daha ziyade sever. Bir Mûsevî, Müslüman olsa, Mûsâ Aleyhisselâmı daha ziyade sever. Fakat bir Müslüman, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] medar [kaynak, dayanak] hiçbir hâlet [durum] kalmaz. Vicdanı tefessüh [bozulma] eder, hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] bir zehir olur.

Onun için, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] işârât-ı gaybiyesi [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] ile, kahraman Türk ve Arap milletleri içinde lisan-ı Türkî ve Arabî ile bu asrı kurtaracak bir mu’cize-i Kur’âniyenin [Kur’ân mu’cizesi] Risale-i Nur namıyla bir dersi intişara [açığa çıkma, yayılma] başlamış. Ve on altı sene evvel altı yüz bin adamın imanını kurtardığı gibi, şimdi milyonlardan geçtiği sabit olmuş.

635

Demek Risale-i Nur, beşeri anarşistlikten kurtarmaya bir derece vesile olduğu gibi, İslâmın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arabı birleştirmeye, bu Kur’ân’ın kanun-u esasîlerini [anayasa] neşretmeye vesile olduğunu düşmanlar da tasdik ediyorlar.

Madem bu zamanda küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] Kur’ân’a karşı çıkıyor. Küfr-ü mutlakta [her açıdan inkârcılığa düşmek] Cehennemden ziyade dünyada da daha büyük bir cehennem var. Çünkü, ölüm madem öldürülmüyor. Hergün beşerde otuz bin cenaze ölümün devamına şehadet ediyor. Bu ölüm küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] düşenlere, yahut taraftar olanlara, hem şahsın idam-ı ebedîsi [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve bütün geçmiş, gelecek akrabalarının da idam-ı ebedîsi [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] olarak düşündüğü için, Cehennemden on defa daha fazla dehşetli cehennem azâbı çeker. Demek o cehennem azâbını küfr-ü mutlakla [her açıdan inkârcılığa düşmek] kalbinde duyuyor. Çünkü, herbir insan akrabasının saadetiyle mesut, azabıyla muazzep [eziyet çeken, sıkıntı gören] olduğu gibi Allah’ı inkâr edenlerin itikadlarınca [inanç] bütün o saadetleri mahvoluyor, yerine azaplar geliyor. İşte bu zamanda, bu dünyada bu mânevî cehennemi insanların kalbinden izale [giderme] eden tek bir çaresi var. O da Kur’ân-ı Hakîmdir. [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] Ve bu zamanın fehmine göre onun bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] olan Risale-i Nur eczalarıdır.

Şimdi Allah’a şükrediyoruz ki, siyasî partiler içinde bir parti, bir parça bunu hissetti ki, o eserlerin neşrine mâni olmadı; hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] dünyada bir cennet-i mâneviyeyi [manevî cennet] ehl-i imana [Allah’a inanan] kazandırdığını ispat eden Risale-i Nur’a mümanâat etmedi, neşrine müsaadekâr [müsaade eden, izin veren] davrandı, nâşirlerine [neşreden, yayan, yayınlayan] de tazyikattan [baskılar] vazgeçti.

Kardeşlerim, hastalığım pek şiddetli; belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan—bazan men olduğum gibi—men edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, “ehvenüşşer[iki şerden daha az zararlı olanı] deyip bazı biçare yanlışçıların hatâlarına hücum etmesinler. Daima müsbet [isbat edilmiş, sabit] hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil… Çünkü dahilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; [müsaade eden, izin veren]ehvenüşşer[iki şerden daha az zararlı olanı] olarak bakınız. Daha “âzamüşşer”den kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara fâideniz dokunsun.

636

Hem dahildeki cihad-ı mânevî, [mânevî cihad, mücadele] mânevî tahribata karşı çalışmaktır ki, maddî değil, mânevî hizmetler lâzımdır. Onun için, ehl-i siyasete [siyaset adamları, politikacılar] karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok…

Meselâ, bir parti bana binler vecihle [yön] sıkıntı verdiği halde, hattâ otuz senede hapisler de, tazyikler de olduğu halde, hakkımı helâl ettim. Ve azaplarına mukabil, o biçarelerin yüzde doksan beşini tezyif [alay etme, küçük düşürme] ve itirazlara, zulümlere mâruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum ki, وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 1 âyeti hükmünce kabahat ancak yüzde beşe verildi. O aleyhimizdeki partinin şimdi hiçbir cihetle aleyhimizde şekvâya [şikayet] hakları yoktur.

Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamlarıyla bizi, yetmiş kişiyi mahkûm etmek için su-i fehmiyle, dikkatsizliğiyle Risale-i Nur’un bazı kısımlarına yanlış mânâ vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde ispat edildiği gibi, en ziyade hücuma mâruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müddeiumumînin [savcı] üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu. Dediler: “Bu müddeiumumînin [savcı] kızıdır.” O mâsumun hâtırı için o müddeîye [iddia sahibi] beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler, o Risale-i Nur’un, o mu’cize-i mâneviyenin [mânevî mu’cize] intişarına, [açığa çıkma, yayılma] ilânına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etti.

Kardeşlerim, belki ben öleceğim. Bu zamanın bir hastalığı daha var; o da benlik, enaniyet, hodfuruşluk, [kendi kendini beğenme] hayatını güzelce medeniyet fantaziyesiyle [aşırı süs ve lüks] geçirmek iştihası, [arzu, istek] tiryakilik gibi hastalıklardır. Risale-i Nur’un Kur’ân’dan aldığı dersin en birinci esası benlik, enaniyet, hodfuruşluğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlâs-ı hakikî ile imanın kurtarılmasına hizmet edilsin. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür, o âzamî ihlâsı kazananların pek çok efradı [bireyler] meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir mesele-i imaniyeye [imana dair mesele] feda eden çoktur. Hattâ Nurun biçare bir şakirdinin [talebe, öğrenci] düşmanları dost olduğu vakit onunla sohbet etmek çoğaldığı için, rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] cihetinde sesi kesilmiş. Hem de ona takdirle bakanlar isabet-i nazar

637

hükmüne geçip onu incitiyor. Hattâ musafaha [el sıkışma, kucaklaşma] etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veriyor.

“Senin bu vaziyetin nedir?” diye soruldu. “Madem milyonlar kadar arkadaşların var; neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?”

Cevaben dedi: “Madem mesleğimiz âzamî ihlâstır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâki bir mesele-i imaniyeyi [imana dair mesele] o saltanata tercih etmek âzamî ihlâsın iktizasıdır. [bir şeyin gereği] Meselâ, harp içinde, avcı hattında, [savaşta düşmana doğru dağılarak ön safta ilerleyen asker birliği] düşmanın top gülleleri arasında Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini [derin anlamlı söz] tercih ederek, o gülleler içinde Habib [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] kâtibine ‘Defteri çıkar’ diyerek at üstünde o nükteyi [derin anlamlı söz] yazdırmış. Demek Kur’ân’ın bir harfinin, bir nüktesini [derin anlamlı söz] düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş ruhunun kurtulmasına tercih etmiş.”

O kardeşimize sorduk: “Bu acip ihlâsı nereden ders almışsın?”

Demiş: İki noktadan…

Birisi: Âlem-i İslâmiyetin [İslâm âlemi] en acip harbi olan Bedir Harbinde, namaz vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için, düşmanın hücumuyla beraber mücahidlerin yarısı silâhını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak, [ortak olmak] iki rek’at sonra onlar da hissedar olsun diye Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] Aleyhissalâtü Vesselâm bir hadis-i şerifiyle emretmiş olmasıdır. Madem harpte bu ruhsat var. Ve madem cemaat hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete riayet etmek en büyük bir hadise-i dünyeviyeye tercih edilmiş. Üstad-ı mutlakın [ilimde üstünlüğü ve öğreticilği tartışmasız ve sınırsız olan üstad] böyle bir işaretinden bir nüktecik [derin anlamlı söz] alarak, biz de ruh ve canımızla ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ediyoruz.

İkincisi: Kahraman-ı İslâm [İslâm kahramanı] İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, Celcelûtiyenin çok yerlerinde ve âhirinde bir himayetçi istemiş ki, namaz içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum mânâsı hâtırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuru ile namazdaki huzuruna mâni olunmamak için, bir muhafız ifriti [cinlerden bir tür] dergâh-ı İlâhîden [Cenâb-ı Allah’ın rahmet kapısı] niyaz etmiş.

638

İşte bu biçare, ömrü bu zamanda hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] içinde yuvarlanan biçare kardeşiniz de, hem sebeb-i hilkat[yaratılış sebebi] âlemden, hem kahraman-ı İslâmdan [İslâm kahramanı] bu iki küçük nükteyi [derin anlamlı söz] ders aldım. Ve bu zamanda çok lâzım olan Kur’ân’ın esrarına ehemmiyet vermekle, harp içinde ruhunun muhafazasını dinlemeyerek, Kur’ân’ın bir harfinin bir nüktesini [derin anlamlı söz] beyan etmiş.

Said Nursî