EMİRDAĞ LAHİKASI – 2. Bölüm 60-79. Mektuplar (434-484)

434

– 60 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Bütün ruh u canımızla Receb-i Şerifinizi [mübarek aylardan birincisi olan Recep ayı; hicrî ayların yedincisi] ve Şuhur-u Selâsenizi [üç aylar] tebrik edip Cenab-ı Erhamürrahimînden niyaz ediyoruz ki, hakkınızda ve hakkımızda seksen sene bir mânevî ömr-ü bâki [devamlı ömür] kazandırmaya bu üç mübarek ayı vesile eylesin. Âmin.

Saniyen: [ikinci olarak] Otuz kırk gündür hakikî ehl-i imana [Allah’a inanan] bir nevi hücum içinde üç dindar vekilin İslâmiyet şeâirini [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] bir derece tamir etmeye meydan vermemek için bir sarsıntı verildi. Hizmet-i imaniye [iman hizmeti] içinde en büyük kuvveti Nurcularda buldular. Bahanelerle onlara fütur [usanç] vermek, şevklerini kırmak için çok desiseler [hile, aldatma] yapıldı. Tarsus, İstanbul gibi, Emirdağında da acip desiselerle [hile, aldatma] beni hiddete getirip bir gaile çıkarmak istediler. Halbuki, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetiyle bana fevkalâde bir sabır ve tahammül verildi. Onların da plânı zîr ü zeber [alt üst] oldu. Hattâ Afyon’da ve burada üç büyük memurun belki azl olmak ihtimali var. Ve üç vekil de lehimde bulunmuşlar. Demek, inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] daima bizi himaye ediyor, elhamdü lillâh. Bu gibi şeyleri merak etmeyiniz. Yalnız ihtiyat [dikkat, tedbir] her vakit iyidir.

Salisen: [üçüncü olarak] Risale-i Nur’un mânevî avukatı ve bir kahramanı Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi, İzmir’deki Nurun teksiri [çoğalma] ve intibahkârâne [uyanış] İzmir vaziyeti ile Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi alâkadar olmuş, teksirdeki [çoğalma] tashihatı deruhte [üstüne almak] etmiş. Mehmed Yayla ve Abdurrahman gibi ve yardım eden kardeşler gibi İzmir’de Nurun teksirinde [çoğalma] alâkalarını devam ettireceklerine dair mektubu hapishanede Nurun küçük bir kahramanı olan Bayram getirdi. Ve Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi onunla bir miktar zeytin ve zeytinyağı göndermiş. Ben Abdülmecid kardeşimin hediyesini kabul etmediğim halde, Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi kardeşimi daha ziyade kendime yakın gördüğümden, hediyesini kabule mecbur oldum. Fakat kaidem bozulmamak için o hediyeye mukabil benim hesabıma bir Sözler mecmuası, beş tane Cevşenü’l-Kebîr, üç tane Nazif‘in [temiz, pak] mektubunda

435

yazdığı bana ait nüshalardan ve İstanbul’dan size gelecek Hizb-i Nuriyeyi ona gönderiniz.

İki Nurcu Ankara’ya gittiler. Hem Başvekil, [Başbakan] hem Dahiliye Vekili, [İçişleri Bakanı] hem Maarif [bilgiler] Vekili lehimizdedir. Ve bize müjdeli haber geldi. Onun için beni merak etmeyiniz. Ben gelen sıkıntıdan mânevî sürur [mutluluk] duyuyorum.

– 61 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

 [Seyyid Salih’in mektubundan bir parçadır.]

Bu sene on beş talebe birlikte Hicaz’a gidecekler. Hicaz’da olan masraflarını da Hicaz almayacak. Kendilerine düşen masraf çok az birşey olacak. Dönüşlerinde Salih ile bir iki arkadaşı, İran ve diğer hükûmetleri gezdikten sonra Pakistan’a İslâm Gençlik Konferansına âzâ olarak gidecekler. Belki bunların yol masrafını hükûmet verecek. Bu hususta emirlerinizi intizar [bekleme] ediyoruz.

Ali Ekber Şah’ı, Said Ramazan’ı, Abdurrahim Zapsu görmüş; Pakistan’da çok hürmet etmişler. Üstadımız yerine ellerini öptüler, duanızı rica [ümit] etmişler.

 Seyyid Salih

– 62 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Evvelâ: İstifsâr-ı hatırla el ve ayaklarınızdan öper, sıhhat ve âfiyetinizi Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] dilerim ve ziyade muhtaç olduğum duanızı beklerim efendim.

Saniyen: [ikinci olarak] Bura için merak edecek hiçbir şey kalmadı. 5 Mart’taki merak 18 Nisan’da ferah buldu. Polis dairesi, Nur dairesi oldu. Tarsus Savcısı tetkik edip, “Bu kitapları geriye verin” o vakit demişti. Komiser Bey bana “Git, Mersin’dekilerini de al, gel, hepsini bir verelim” diye beni Mersin’e gönderdi. Mersin Emniyeti “Biz senin kitaplarını Ankara’ya gönderdik; gelirse veririz, gelmezse burada kitabın yok” dedi. Döndüm, tekrar Tarsus Komiserine geldim. Komiser Bey boynunu bükerek, “Hoca, biz emir kuluyuz. Gücenme, kusura bakma. Biz senin kitaplarını emirsiz veremeyiz” cevabında bulundu. 18 Nisan’da

436

“Kitapların gelmiş. Git, al da gel” dediler. Hemen gittim. Zülfikar, [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] Sikke-i Tasdik, Tılsım, Afyon Müdafaanızı, hülâsa [esas, öz] bu beş kitaplarımızın Ankara’ya varıp geldiğini, dışındaki sarılı kâğıttan anladım.

Netice, kitapların içinde “Satılmaması için bir şey yoktur” diyerek bir vesika [belge] ile beraber kitaplarımızı elime teslim ettiler. Ben de komiser beye bir Tılsım mecmuası, emniyet memuru Ethem Beye bir Hülâsa, [esas, öz] bir de yeni harfle Tarihçe-i Hayat [hayat hikayesi] hediye ettim, çok memnun oldular. Onlar da Nurcu oldular.

Üstadım Efendim, “Bu tarafın vazifesi senin” demiştin. Ben de söz verdim, Isparta’dan gittiğimde Mart’ta gelirim demiştim. Gaziantep ve Maraş’a varamadığım için ruhum “Sen vazifeni tam yapmadın” diyor.

Üstadım Efendim, Eskişehir’e gitmeden bir sene evvel ilk görüştüğümüzden üç dört ay sonra rüyada Üstadım, hanemize gelmiştin. Bana dediniz: “Seni bir yere göndersem gider misin?” Ben de “Giderim, efendim” dedim. Sen de “Seni üç aylık bir yere göndereceğim” dedin. Ben de hemen yürüdüm. Bana “Dur” diye emir verdin. Ben de durdum. “Ben sana şimdi git emrini verdim mi?” dedin. Ben hemen uyandım. O zamandan beri merak ediyordum. “Acaba bu sene emir verdi mi ki? Hem üç aylık yol bize de nasip olur mu ki?” diye gece ve gündüz gözyaşları döküyordum. Demek mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] şimdi imiş.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1 Efendim, el ve ayaklarınızdan hürmetle ve hasretle öpüyorum.

Çok kusurlu köleniz

 Süleyman Kaya

21.4.1951

– 63 –

Bu sene Mısır radyosu Perşembe gecesi Miractan [Allah’ın huzuruna yükselme] çok bahsetmesinden, hem Perşembe ve hem de Cuma gecesi Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] yaptım.

Saniyen: [ikinci olarak] Bizden müsadere edilen İşaratü’l-İ’câz’ı Afyon jandarma kumandanlarından birisi hiddet etmiş ki, bunun gibi ilmî ve eskiden yazılmış bir eseri ne hakla müsadere ediyorlar. Ve Afyon Müddeiumumîliği [savcı] iadesine karar vermiş. Ve bize Cuma günü ve Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] günü Hayri’yi çağırmışlar ve iade etmişler.

437

Bunu da Tarsus’taki iade misilli [benzer] Nurların intişarına [açığa çıkma, yayılma] set çekilmeyeceğine bir işaret-i Miraciye diye kabul ettik. İnşaallah Kur’ân’ımızı ve diğer risalelerimizi Afyon’dan alacağız. İstanbul’da savcılığa verilen bir kısım Rehberlerimiz, başta Eski Said’in mühim bir talebesi Avukat Mehmed Mihri ve dâvâ vekili damadı Âsım olarak demişler ki: “Elli avukatla beraber bu mesele için mahkemeye gireceğim. Fakat inşaallah [Allah dilerse] ona hacet kalmadan ve mahkemeye düşmeden alacağım.”

Salisen: [üçüncü olarak] “Haşirdeki Mahkeme-i Kübraya Şekvâ[şikayet] namındaki ve yirmi sekiz sene evvel1 Meclis-i Meb’usana hitaben yazılan ve o vakit tab edilen on maddelik namaza dair parça ve bir de Mustafa hakkında dört sene evvel Reisicumhura [Cumhurbaşkanı] yazılan üç maddelik parça, şimdi, bu zamanda Ankara’da bazı meb’usların nazarına ve imanlı hükûmet erkânına [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] göstermek niyetiyle Ankara’ya gönderilmiş. Size de berâ-yı malûmat gönderiyoruz.

Rabian: [dördüncü olarak] Dinar Baraklı köyünden Mehmed Çavuş ve kardeşi, bir adamla beraber yanıma geldiler. Pek ciddî gördüm. Sonra bana bir mektubunda bir şey yazıyor ve bir parça mektubunu leffen gönderiyorum. Bu kardeşimiz bazı şeyler soruyor. Risale-i Nur suallere ihtiyaç bırakmıyor. Ve benim bedelime herşeye cevap veriyor. Yalnız çocuk tâziyesine dair risalede يَطُوفُ عَلَيْهِمْ وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ 2 ye dair sualinde bir kısım eski tefsirler, demişler:

“Cennette çocuktan gayet ihtiyara kadar herkes otuz üç yaşında olacak.”

Bunun hakikati—Allahü â’lem—şu olacak ki: Sarih [açık] âyet وِلْدَانٌ tâbiri ifade eder ki, feraiz-i şer’iyeyi yapmaya mecbur olmayan ve mesnûniyet cihetiyle de yapmayan ve kable’l-bülûğ vefat eden çocuklar, Cennete lâyık ve sevimli çocuk olarak kalacaklar. Fakat şer’an yedi yaşına gelen bir çocuğa namaz gibi farzlara peder ve valideleri onları alıştırmak için, teşvikkârâne [teşvik ederek, bir şeye yönlendirerek] emretmek ve on yaşına

438

girse şiddetle namaz kıldırmak ve alıştırmak şeriatta var. Demek, “Vacip olmadığı halde, nafile nevinden yedi yaşından hadd-i bülûğa [ergenlik çağı] kadar büyükler gibi namaz kılıp oruç tutan çocuklar, mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] büyükler gibi büyük mükâfatı görmek için otuz üç yaşında olacaklar” diye, bir kısım tefsir bu noktayı izah etmeden, umum çocuklara teşmil etmişler. Has iken âmm [genel] zannedilmiş.

– 64 –

Aziz, sıddık, mütefekkir [düşünen] kardeşlerim,

Evvelâ: Çok emarelerle kat’î kanaatim gelmiş ki, gizli dinsizler, resmî bazı memurları aldatıp Nurun mahrem büyük risaleleri içinde yalnız Rehberi musırrane medâr-ı ittiham tutmaları ve bir buçuk seneden beri bana sıkıntı vermelerinin sebebi, Rehberdeki “Hüve [“O”, Allah] Nüktesi” [derin anlamlı söz] olduğunu kat’iyen [kesinlikle] bildim. Çünkü bu Hüve‘nin [“O”, Allah] keşfettiği sırr-ı tevhid [Allah’ın birlik sırrı] pek kat’î ve bedihî [açık, aşikâr] bir surette küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] kırıyor. Hattâ bir kısmında hiçbir vesvese ve şüphe bırakmıyor. Gizli dinsizler buna karşı çare bulamadıklarından, intişarına [açığa çıkma, yayılma] resmî yasakla sed çekmek için çalıştılar. Bu Hüve [“O”, Allah] Nüktesinin [derin anlamlı söz] bir gün evvel Medresetü’z-Zehranın erkânlarına [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] bir ders nevinden söylediğim çok noktalarından yalnız üç noktasını sizlere beyan ediyorum.

Birinci nokta: Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ 1 âyetinin sırrıyla güzel ve mânidar ve imanî ve hakikatli kelimelerin kalem-i kaderin [kader kalemi] istinsahıyla [kopyasını çıkarma] ve izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile intişar [açığa çıkma, yayılma] etmesiyle, bütün küre-i havadaki [hava küresi, atmosfer] melâike [melek] ve ruhanîlere işittirmek ve Arş-ı Âzam [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] tarafına sevk etmek için, kudret-i İlâhî [Allah’ın güç ve iktidarı] kaleminin mütebeddil [değişken] bir sahifesi olmaktır.

439

Madem havanın kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifesinin, hikmet-i hilkatinin [yaratılış gayesi] en mühimmi budur. Ve rû-i zemini radyolar vasıtasıyla bir tek menzil hükmüne getirip nev-i beşere pek büyük bir nimet-i İlâhiye [Allah’ın kullarına verdiği nimet] olmaktır. Elbette ve elbette, beşer, bu pek büyük nimete karşı bir umumî şükür olarak o radyoları herşeyden evvel kelimat-ı tayyibe olan kelâmullahın, [Allah kelâmı] başta Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ve hakikatleri ve imanın ve güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair kelimatları [ifadeler, sözler] olmalı ki, o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse, beşere zararlı düşer.

Evet beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] münafi [aykırı] olur. Hem beşerin tembelliğine ve sefahetine [ahmaklık, beyinsizlik] ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken, büyük bir nikmet [azap, ceza (nimetin zıddı)] olur, beşere lâzım olan sa’ye [çalışma] şevki kırar.

Şimdi gözümün önündeki makinecik ve radyo kabı, Kur’ân’ı dinlemek için odama getirilmişti. Baktım, on hissede bir hisse kelimat-ı tayyibeye veriliyor. Bunu da bir hatâ-yı beşerî olarak anladım. İnşaallah, beşer bu hatâsını tamir edecek. Ve bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, [nurlu meclis] bir menzil-i âli ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeye vesile olan bu radyo nimetine bir şükür olarak, beşerin hayat-ı ebediyesine [sonsuz âhiret hayatı] sarf edilecek kelimat-ı tayyibe, beşte dördü olacak.

İkinci nokta: Nur Risalelerinde [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] denilmiş ki: “Kâinatı halk edemeyen, bir zerreyi halk edemez. Bir zerreyi tam yerinde halk edip muntazam vazifeleriyle çalıştıran, yalnız kâinatı halk eden Zât olabilir.” Bu cümlenin küllî hüccetlerinden [delil] bir cüz’î [ferdî, küçük] hücceti [delil] şudur ki:

Kelimelerin envâının [tür] kabı ve mahfazası olan yanımdaki bu radyo makineciğindeki bir avuç hava kat’iyen [kesinlikle] gösteriyor ki, şimdi elimizde baktığımız radyo “istasyon cetveli” namındaki listede yazılı iki yüze yakın merkezden, bir saatten bir seneye kadar uzak ve muhtelif mesafelerden aynı dakikada birtek

440

kelime-i Kur’âniye, meselâ “Elhamdü lillâh” kelâmı tam hurufatıyla [harfler] ve şivesiyle ve söyleyenin mahsus sadâsının tarzıyla, bu makinedeki bir avuç havanın zerreleriyle, hiç tegayyür [başkalaşım] etmeden kulağımıza gelmek için ve muhtelif kelimat-ı Kur’âniyeyi ayrı ayrı sadâ ile, çeşit çeşit şive ile, keza hiç tegayyür [başkalaşım] etmeden ve bozulmadan bizim kulağımıza getirmek için o bir avuç havanın herbir zerresinde öyle hadsiz bir kuvvet ve ihâta[kavrayış] bir irade ve bütün rû-yi zemindeki [yeryüzü] merkezlerde o Kur’ân’ı okuyan hafızların ayrı ayrı şivelerini bilecek ihata[herşeyi kuşatma] bir ilim ve onları bütün görecek ve işitecek muhit bir göz ve herşeyi bir anda işitebilir bir kulak olmazsa, elbette bu mu’cize-i kudret [Allah’ın kudret mu’cizesi] vücuda gelmeyecek.

Demek, bu bir avuçtaki hava zerreleri yalnız ve yalnız bütün kâinatı ihata [herşeyi kuşatma] eden bir ilim ve iradenin, sem’ [işitme] ve basarın [görme] sahibi bir Zâtın ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen ve en büyük şey, en küçük şey gibi kudretine kolay gelen bir Kadir-i Mutlakın [herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] kudreti ve iradesi ve ilmiyle bu mu’cizât-ı kudrete [Allah’ın kudret mu’cizeleri] mazhar [erişme, nail olma] oluyorlar. Yoksa, temevvücat-ı [dalgalanma] havaiyede mevcudiyeti tevehhüm [kuruntu] edilen serseri tesadüfün ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın icadına yer vermek, her bir zerreyi, bütün zemin yüzündeki küre-i havaiyede [hava küresi, atmosfer] bulunan her şeyi görür, bilir ve yapar hâkim-i mutlak [herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan] etmektir. Bu ise yüz bin derece akıldan uzak, muhal [bâtıl, boş söz] muhaller içinde bir hurafedir. Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] gelsinler, mezhepleri ne kadar akıldan uzak ve hurafe olduklarını görsünler.

Üçüncü nokta: Bu radyo makineciğinde ve mânevî kelimat [ifadeler, sözler] çiçeklerine saksılık eden bu kapçıktaki bir avuç havanın gösterdikleri mu’cizât-ı kudretten [Allah’ın kudret mu’cizeleri] bu hakikat anlaşılıyor ki, her bir zerre, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zâtıyla ve sıfâtıyla târif eder ve ispat eder. Bütün kâinatı teftiş eden hükemalar [âlimler, filozoflar] ve ulemalar, büyük ve geniş delillerle Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] vücudunu ve vahdetini [Allah’ın birliği] ispat etmek için bütün kâinatı nazara alırlar, sonra mârifetullahı [Allah’ı tanıma, bilme] tam elde ediyorlar. Halbuki nasıl

441

güneş çıktığı vakit bir zerrecik cam, aynı deniz yüzü gibi güneşi gösteriyor ve o güneşe işaret ediyor. Öyle de, bu bir avuç havadaki her bir zerre de, mezkûr [adı geçen] hakikate binaen, aynen kâinat denizindeki cilve-i tevhidi, [tevhid görüntüsü] sıfât-ı kemâliyle kendilerinde gösteriyorlar.

İşte, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mânevî mu’cizesinin bir lem’ası olan Risale-i Nur bu hakikati izahatıyla ispat etmesi içindir ki müdakkik [dikkatli] bir Nurcu, huzur-u daimî [sürekli olarak Allah’ın huzurunda bulunduğunun bilinci içinde olma] kazanmak ve mârifetullahı [Allah’ı tanıma, bilme] her vakit tahattur [hatıra gelme] etmek için ve huzur-u daimî [sürekli olarak Allah’ın huzurunda bulunduğunun bilinci içinde olma] hâtırı için Lâ mevcude illâ Hû [Ondan başka hiçbir varlık yok] demeye mecbur olmuyor.

Ve yine bir kısım ehl-i hakikatın [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] dâimî huzuru bulmak için Lâ meşhûde illâ Hû dedikleri gibi, o Nurcu böyle demeye muhtaç olmuyor.

Belki وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ 1 parlak hakikatının kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] penceresi ona kâfi [yeterli] geliyor. Bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] Arabî fıkranın [bölüm] kısacık bir izahı şudur ki:

Evet, herkesin bu âlemde birer âlemi var, birer kâinatı var. Âdetâ zîşuurlar [akıl ve şuur sahibi] adedince birbiri içinde hadsiz kâinatlar, âlemler var. Herkesin hususî âleminin ve kâinatının ve dünyasının direği kendi hayatıdır. Nasıl herkesin elinde bir âyinesi [aynası] bulunsa ve bir büyük saraya mukabil tutsa, herkes bir nevi saraya, âyinesi [aynası] içinde sahip olur. Öyle de, herkesin hususî bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] bu hususî dünyasını Lâ mevcude illâ Hû [Ondan başka hiçbir varlık yok] diye inkâr etmekle, terk-i mâsivâ [Allah’tan başka herşeyi terketmek] sırrıyla Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] karşı huzur-u dâimî ve mârifet-i İlâhiye [Allah’ı bilme, tanıma] bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] da, yine dâimî mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] ve huzuru bulmak için Lâ meşhûde illâ Hû deyip kendi hususî dünyasını nisyan [unutkanlık] hapsine sokar, fânilik perdesini üstüne çeker, huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir.

Şimdi, bu zamanda, Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsiyle [mânevî mu’cizelik] tezahür eden وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ sırrıyla, yani, zerrelerden yıldızlara

442

kadar herşeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zât-ı Vâhid-i Ehadi [birliği herşeyi kapladığı gibi her bir şeyde de ayrı ayrı tecellîleri görülen Zât; Allah] sıfâtıyla bildiren âyetleri, yani delâletleri ve işaretleri var.

İşte Hüve [“O”, Allah] Nüktesiyle [derin anlamlı söz] bu mezkûr [adı geçen] hakikat-i kudsiyeye [kutsal hakikatler] ve imaniyeye ve huzuriyeye icmâlen [özet] işaretler vardır. Risale-i Nur, bu hakikati izahatıyla ispat etmiş. Eski zamandaki ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] bir derece mücmelen [kısa, kısaca] ve muhtasaran [kısa] beyan etmişler. Demek, bu dehşetli zaman daha ziyade bu hakikate muhtaçtır ki, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] i’câzıyla [mu’cize oluş] bu hakikat tafsilâtıyla [ayrıntılar] ihsan [bağış] edilmiş, Nur Risaleleri [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] de bu hakikata bir nâşir [neşreden, yayan, yayınlayan] olmuşlar.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

– 65 –

Dindar ve hamiyetkâr [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve vatanperver milletvekillerine şunu arz ediyorum:

Mekke-i Mükerremede Hacerü’l-Esved [Kabe’nin doğu köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte bulunan semavî, kutsal siyah taş] yanında hürmet için konulduğunu hacıların gördükleri Zülfikar[Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] Mu’cizât-ı Kur’âniye mecmuasıyla, Medine-i Münevverede de Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın kabri üzerinde konulduğunu gördükleri Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmuası gibi Risale-i Nur’un bir kısım eczaları, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] bizimle hakikî uhuvvetini [kardeşlik] temine vesile oldukları halde, müsadere edilmek suretiyle dört seneden beri evrak-ı muzırra gibi dosyalar içinde mahkeme mahzenlerinde [depo] çürütülmek suretiyle imhasına çalışıldığı ve dört mahkeme beraatine ve serbestiyetine karar verdikleri ve biz de çok defa makamata istida [dilekçe]

443

ile müracaat edip serbestiyetini istediğimiz ve hem Başbakanın “din propagandası yüzünden şimdiye kadar bu vatana hiçbir zarar gelmediğini” söylediği halde, bu dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun tasdikinin tâcili [çabuklaştırma] ve takdimi lâzım gelirken tehir edilmesi, dindar meb’usların nazar-ı millette [milletin bakışı, düşüncesi] “Kendilerine düşen en ehemmiyetli dinî vazifelerini yapmıyorlar” diye dindarların bir telâşları var. Biz de telâş ediyoruz ki, dahilî, gizli dinsizler ve komünizm hesabına çalışan hainler bu vaziyetten istifade etmemeleri için bu gelecek hakikati sizlere beyan etmeye hamiyyeten mecbur oldum. O hakikat de budur ki:

[Demokrat dindar milletvekillerine bir hakikati ihtar]

Bugünlerde hastalığım itibarıyla kışın pek şiddetli hiddetine tahammül edemedim. Çok tecrübelerimle, umumî bir hatanın neticesinde hava ile zemin, zelzele ile fırtına ile gadab-ı İlâhîyi [Allah’ın hiddeti ve gazabı] haber vermek nevinden hiddet ediyorlar gibi âdete muhalif bir vaziyet gösterdiler. Ben de bundan bir mânevî fırtınaya alâmet hissettim. Kalbime geldi ki: “Acaba yine İslâmiyet ve hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] zararına bir hatâ-yı umumî mi meydana geldi?” Âdetim olmadığı halde ve dünya siyasetini terk ettiğim halde bu nokta için sordum: “Ne var? Cerideler [gazete] ne haber veriyorlar?”

Bana dediler ki: “Din propagandasını yapan dindarların serbestiyet kanunu geri kalmış. Fakat solcular hakkındaki kanunu tâcil [çabuklaştırma] edip tasdik etmişler.”

Kalbime geldi ki: Bu vatan ve İslâmiyetin maslahatı, [amaç, yarar] herşeyden evvel dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun hem tâcil, [çabuklaştırma] hem tasdik ve hem de çabuk mekteplerde tatbik edilmesi elzemdir. Çünkü bu tasdikle Rusya’daki kırk milyona yakın Müslümanı, hem dört yüz milyon âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] mânevî kuvvetini bir ihtiyat [dikkat, tedbir] kuvveti olarak bu vatana kazandırmakla beraber, komünistin mânevî tahribatına karşı şimdiye kadar Rusun, Amerika ve İngilize karşı tecavüzünden ziyade bin senelik adavetinden [düşmanlık] dolayı en evvel bize tecavüz etmesi adavetinin [düşmanlık] mukteza[bir şeyin gereği] iken, o tecavüzü durduran, şüphesiz hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] ve imaniyedir. Öyleyse, bu vatanda herşeyden evvel o acip kuvvete karşı hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] ve imaniyeyi

444

bilfiil elde tutup dinsizliğin önüne kuvvetli bir sedd-i Zülkarneyn [Hz. Zülkarneyn (a.s.) tarafından yaptırılan set] gibi bir sedd-i Kur’ânî [Kur’ân seddi] yapılması lâzım ve elzemdir.

Çünkü dinsizlik Rusu, şimdiye kadar yarı Çin’i ve yarı Avrupa’yı istilâ ettiği halde, bize karşı tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren, hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyedir. Yoksa, Rusların tahribat nevinden mânevî kuvvetlerine karşı adliyenin binden birine maddî ceza vermesiyle; serserilere ve fakirlere, zenginlerin malını peşkeş çeken ve hevesli gençlere ehli namusun kızlarını ve ailelerini mübah kılan ve az bir zamanda Avrupa’nın yarısını elde eden bir kuvvete karşı, ancak ve ancak mânevî bombalar lâzım ki, o da hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] ve imaniye atom bombası olup o dehşetli solculuk cereyanını durdursun. Yoksa, adliye vasıtasıyla yüzden birine verilen maddî ceza ile bu küllî kuvvet tevkif edilmez.

Onun için, dindar milletvekilleri bu tacili lâzım gelen hakikati tehir etmelerinden, çok defa tecrübelerle gördüğümüz gibi bu defa da küre-i hava [hava küresi, atmosfer] şiddetli soğuğu ile buna itiraz ediyor.

İki dehşetli Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle, kat’iyen [kesinlikle] dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet [delil] ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile bir musalâha [barış yapma] veya tâbi olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl-i Kur’ân‘a [Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; Kur’âna bağlı olan mü’minler] kılıç çekemez.

Said Nursî

– 66 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Mevlid-i Şerifinizi ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Ve muvaffakiyetinizi [başarı] ve Nurların fevkalâde tesirli intişarlarını [açığa çıkma, yayılma] sizlere müjde ediyoruz. Ve Nurcuları tebrik ediyoruz.

445

Saniyen: [ikinci olarak] Bu mübarek gecede pek şiddetli bir ihtar kalbime geldi ki: İstanbul’daki üniversiteciler Eski Said ile Yeni Said’in Tarihçe-i Hayatındaki [hayat hikayesi] harikaları yazmaları münasebetiyle iki fikir meydana gelmiş.

Birisi: Dostlarda, benim haddimden pek ziyade, fevkalâde bir nevi velâyet [velilik] gibi bir hüsn-ü zan [güzel düşünce] hasıl olmuş. Ve muârızlarda [karşı çıkan, muhalif] ve ehl-i felsefede [felsefe ile uğraşanlar] de pek harika bir dehâ zannı ve hattâ bazılarında da kuvvetli bir sihir tevehhümüyle, [kuruntu] haddimden bin derece ziyade bir tevehhüm [kuruntu] hasıl olmuş. Ve bu mânâya dair çok yerlerde “Bunun hakikati nedir?” diye maddî ve mânevî izahı benden istenilmişti. Ben de bu geceki şiddetli ihtar için çok mukaddematlı [evvel, önce] bir hakikati beyan etmeye mecbur oldum.

Birinci mukaddeme: [evvel, önce] Nasıl ki bir çam ağacının buğday tanesi kadar bir çekirdeği, koca çam ağacına bir mebde’ [başlangıç] oluyor; kudret-i İlâhî [Allah’ın güç ve iktidarı] o acip ağacı o çekirdekten halk ediyor. Milyondan ancak bir hisse o çekirdekte bulunurken, o çekirdek kader kalemiyle yazılan mânevî bir fihriste olmuş. Yoksa, bir köy kadar fabrikalar lâzımdır ki, o acip ağaç, dal ve budaklarıyla teşkil edilsin. İşte, azamet ve kudret-i İlâhînin [Allah’ın güç ve iktidarı] bir delili de budur ki, bir zerreden dağ gibi şeyleri halk eder.

İşte, aynen bunun gibi, hiçbir mahviyet [alçakgönüllülük] ve tevazu [alçakgönüllülük] niyetiyle olmayarak, bütün kanaatimle ilân ediyorum ki, benim hizmetim ve sergüzeşte-i [bir kimsenin başından geçen hâl ve olaylar] hayatım, bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş. İnayet-i İlâhiye ile bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i imaniyeye [iman hizmeti] mebde’ [başlangıç] olmak için, Kur’ân’dan gelen ve meyvedar bir şecere-i âliye [yüksek, yüce ağaç] olan Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] ihsan [bağış] etmiş. Ben bunu kasemle [yemin] temin ediyorum ki, bütün hayatımda geçen o harikalardan dolayı ben kendimde kat’iyen [kesinlikle] bir kabiliyet ve bir meziyet ve o fevkalâdeliğe bir liyakat görmüyordum. Hayret hayret içinde kalıyordum. Değil fevkalâde bir dehâ veyahut fevkalâde bir velâyet, [velilik] belki kendi kendimi idâre edecek ve hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ile münasebettar [alâkalı, ilgili] olacak bir kabiliyet görmüyordum. Gerçi zahiren hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] gibi bazı hâlât [durumlar, haller] hayatımda görünmüştü. O da ihtiyarım haricinde halkların hüsn-ü zannını [güzel düşünce] tekzip etmemek

446

için bir nevi hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] gibi oluyordu. Fakat halkların hüsn-ü zan[güzel düşünce] gibi hakikatte olmadığımın hikmetini bilmediğimden ve dünyaya yaramadığımı, böyle bin derece haddimden fazla bir teveccühe [ilgi] mazhar [erişme, nail olma] olduğumu bütün bütün hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] telâkki [anlama, kabul etme] ediyordum. Fakat Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz bin şükür olsun ki, yetmiş seksen senelik hayatımın sonlarında onun hikmetini ihsan-ı İlâhiye ile bir derece bildik ve kısaca bir kısmına işaret edeceğim. Ve çok nümunelerinden bir kısım nümunelerini beyan ediyorum:

Birinci nümune: Medrese usulünce hiç olmazsa on beş sene tahsil-i ilim lâzım geliyor ki, hakaik-i diniye ve ulûm-u İslâmiye [İslâm ilimleri] tam elde edilsin. O zamanda Said’de, değil harika bir zekâ veya bir mânevî kuvvet, belki bütün istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve kabiliyetinin haricinde bir acip tarzla, bir iki sene sarf ve nahiv mebâdisini [başlangıçlar, belirtiler] gördükten sonra, üç ayda acip bir tarzda kırk elli kitabı güya okumuş ve icâzet almış gibi bir hâlet [durum] göründü.

Bu hal altmış sene sonra doğrudan doğruya gösterdi ki, o vaziyet ulûm-u imaniyeyi [iman ilimleri] üç dört ayda, kısa bir zamanda ellere verebilecek bir tefsir-i Kur’ânî [Kur’ân’ı yorumlayan tefsir eseri, kitabı] çıkacak ve o biçare Said de onun hizmetinde bulunacak işaretiyle, hem bir zaman gelecek ki, değil on beş sene belki bir sene de ulûm-u imaniyeyi [iman ilimleri] ders alacak medreseler ele geçmeyecek ve azalacak bir zamana bir nevi işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] gibi mânâlar hatıra geliyor.

İkinci nümune: O eski zamanda, Said’in o çocukluk zamanında büyük âlimlerle münazarasını ve o âlimlerin suallerine cevap vermesini, hattâ kendisi hiç sual etmeden âlimlerin en müşkül [zorluk] suallerine doğru cevap vermesini, ben kat’iyen [kesinlikle] itiraf ediyorum ve itikad [inanç] ediyorum ki, o hal ne harika zekâvetimden [zeki oluş] ve ne de acip istidadımdan [kabiliyet] neş’et [doğma] etmiş değildir. Ben de biçare, müptedi, sersem, gürültücü bir çocuk iken, hiç böyle, değil büyük âlimlere cevap vermek, belki küçük hocalara, hattâ küçük talebelere de mağlûp olur bir halde iken doğru cevap vermekliğim, kat’iyen [kesinlikle] istidadımdan [kabiliyet] ve zekâvetimden [zeki oluş] gelmemiş olduğuna kanaat-i kat’iyem [kesin düşünce] var. Yetmiş senedir de hayret ediyordum.

Şimdi ihsan-ı İlâhî [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] ile bir hikmetini anladım ki: Çekirdek gibi, medrese

447

ilimlerine bir ağaç ihsan [bağış] edilecek ve o ağacın hizmetinde bulunana karşı pek çok rakipleri ve muarızları [itiraz eden, karşı gelen] bulunacak.

İşte, bu zamanda, İslâmlar içinde muhtelif meşrepler [hareket tarzı, metod] ve meslekler sahipleri birbirisini tenkit etmek ve eserine mukabil eserler neşretmek, Mutezile ve Ehl-i Sünnet gibi birbirini kırmak âdetiyle bu zamanda o Nur ağacının hizmetkârının başına vuracak ve rekabet veya meşrep [hareket tarzı, metod] muhalefetiyle en tesirlisi ve en müthişi medrese hocaları olmak lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz bin şükür olsun ki, eskiden beri devam etmekte olan o âdete muhalif olarak, Risale-i Nur en ziyade ulemânın damarlarına dokundurduğu halde hocaların Nurlara karşı tenkitkârâne [tenkit edercesine] eserler yazamadıklarının sebebi, o zamanda o çocuk Said’in ulemânın suallerine karşı doğru cevap vermesi ulemanın cesaretini kırmış ki, hiçbir yerde kıskanç hocalardan, hem meşrepçe [hareket tarzı, metod] Said’e çok muhalif oldukları halde Nur Risalelerine [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] karşı mukabil çıkmamaları, bu halin bir hikmeti olduğuna kanaatim gelmiş. Yoksa böyle acip bir zamanda ehl-i medresenin [medresede ilim tahsil edenler] itirazı başlasaydı, dinsizlik taraftarları olan gizli düşmanlarımız hem Nurları, hem ulemayı çürütmek için ehemmiyetli bir vesile yapacaklardı. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükrolsun ki, en ziyade Nurların dokunduğu resmî ulema, aleyhinde bulunamadılar.

Üçüncü nümune: Eski Said’in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediğinin ve Kürdistan âdeti talebelerin tayinatı ahalinin evlerinden verildiği ve zekâtla masrafları yapıldığı halde, Said hiçbir vakit tayin almaya gitmediğinin ve zekâtı dahi bilerek almadığının bir hikmeti, şimdi kat’î kanaatimle şudur ki:

Âhir ömrümde Risale-i Nur gibi sırf imanî ve uhrevî bir hizmet-i kudsiyeyi [kutsal hizmet] dünyaya âlet etmemek ve menâfi-i şahsiyeye vesile yapmamak için, o makbul âdete ve o zararsız seciyeye [huy, karakter] karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr [fakirliğin şiddetli olması] ve zarureti kabul edip elini insanlara açmamak hâleti [durum] verilmişti ki, Risale-i Nur’un hakikî bir kuvveti olan hakikî ihlâs kırılmasın. Ve bunda bir işaret-i mânevî hissediyordum ki, gelecek zamanda maişet [geçim] derdiyle ehl-i ilmin [ilim ehli, âlimler] mağlûbiyeti bu ihtiyaçtan gelecektir.

448

Dördüncü nümune: Yeni Said ihtiyarlığında bütün bütün siyasetten ve dünyadan kendini çekmeye çalıştığı halde, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] bütün bütün kanuna ve insafa ve vicdana, hattâ insanlığa muhalif bir tarzda eşedd-i zulümle [zulmün en şiddetlisi] yirmi sekiz sene işkencelerle ezdiklerine ve bir sineğin ısırmasına tahammül etmeyen o biçare Said’in baltalarla başına vurduklarına ve ihanetin en şenîlerini [çirkin] yaptıklarına karşı, emsalsiz bir sabır ve tahammül ona ihsan [bağış] olunması ve gayet asabî ve sinirli olduğu gibi, fıtraten korkak olmadığı halde “Ecel birdir, tegayyür [başkalaşım] etmez” hakikatine imanından gelen büyük bir cesaretle beraber en korkak, en miskin bir vaziyette sükût edip sabretmesi, hattâ bir miktar sonra o işkenceler sonunda ruhuna bir ferah verilmesinin bir hikmeti, kanaat-i kat’iyemle [kesin düşünce] budur ki:

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakaik-i imaniyesini [iman hakikatleri, esasları] tefsir eden Risale-i Nur’u hiçbir şeye ve şahsî menfaatlerine ve mânevî kemâlâtlarına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] âlet yapmamak ve hakikî ihlâsı kırmamak için, ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] Said hakkında “dini siyasete âlet yapmak” vehmini verip, tâ Said işkencelerle, hapislerle dini siyasete âlet etmesin diye ehl-i siyasetin [siyaset adamları, politikacılar] zâlimâne hükümleri altında kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] Nurdaki hakikî ihlâsı kırmamak için Said’e şefkatli tokatlar vurup “Sakın, sakın, hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] tefsiri olan Risale-i Nur’u kendi şahsî menfaatlerine ve hattâ mânevî kemâlâtlarına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve belâlardan ve muzır [zararlı] şeylerden kurtulmaklığına âlet yapma. Tâ ki Nurun en büyük kuvveti olan ihlâs-ı hakikî zedelenmesin” diye, kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] şefkatli tokatları olduğuna kat’î kanaat ediyorum.

Hattâ, her ne vakit sırf âhiretime şahsî ibadetle ziyade meşguliyetim sebebiyle Nurun hizmetini bıraktığım aynı zamanında, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] bana musallat olup bana azap verdiğine kat’î kanaat getirmişim.

Bu dördüncü nümunenin izahını en son yazılan mektuplardan, ehl-i siyaset, [siyaset adamları, politikacılar] Said’i dini siyasete âlet yapar diye hapislere atması ve sonra Said onun hikmetini, yani kaderin şefkat tokatları olduğunu anlamasıyla onları helâl etmesi ve kendi tahammülünün hikmetini anlamasına dair olan o mektuba havale ediyoruz.

449

Beşinci nümune: Bu biçare Said’in gayet muhtaç olduğu ve yetmiş seneden beri o san’atla meşgul olması ve bazı gün iki yüz sahife kadar tashihe mecbur olmasıyla beraber, on yaşındaki zeki bir çocuğun on günde muvaffak olduğu yazı kadar bir yazıya mâlik olamadığına hayret ediliyordu. Halbuki Said bütün bütün istidatsız [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] değildir. Hem de nesebî [aynı nesepten [soy, şecere] [ağaç] ve soydan olma] kardeşlerinin hepsinin de güzel yazıları olduğu halde, bu kadar yazıya muhtaç iken böyle yarım ümmî vaziyetinin hikmeti, kanaat-i kat’iyemle [kesin düşünce] şudur ki:

Bir zaman gelecek ki, cüz’î [ferdî, küçük] ve şahsî iktidarlar, kuvvetler mukabele [karşılama; karşılık verme] edemeyecek dehşetli ve mânevî düşmanların hücumu zamanında güzel yazı sahiplerini ruh u canıyla aramak ve hizmetine şerik etmek ve o çekirdeğin etrafında su, hava, nur gibi o mânevî ağaca hizmet etmek için o şahsî ve cüz’î [ferdî, küçük] hizmeti, küllî ve umumî ve kuvvetli ve bir kaleme mukabil binler kalemi bulmak hikmetiyle ve buz parçası gibi benliğini o mübarek havuz içinde eritmesiyle hakikî ihlâsı elde etmek ve bu suretle imana hizmet etmek hikmetiyle olmuş.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

– 67 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ruh u canımızla mübarek bayramınızı tebrik ediyoruz. İnşaallah, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] da büyük bir bayramına yetişirsiniz. Cemahir-i müttefika-i İslâmiyenin kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kanun-u esasiyelerinin menbaı [kaynak] olan Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] istikbale tam hâkim olup beşeriyete tam bir bayramı getireceğine çok emareler var.

Saniyen: [ikinci olarak] Şüphe kalmadı ki, Nur Risaleleri [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] ve talebeleri, hıfz ve inayet-i İlâhiyeye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] mazhardırlar ki, bu zamanın hassasiyetle ve bazı keyfî kanunlarla pek hiddetli bir inatla uzun zamandan beri Nur talebelerine ancak yüzde bir nisbetinde zarar verebildiler. Nurun faal talebelerinden altı yüz talebesinin mahkemelerle

450

meşgul edilmesine dehşetli bir plân varken, yalnız altı talebeye muvakkaten [geçici] ilişildi. Hattâ Nur kahramanının yazdığı gibi, yirmi beş adliye mahkemeleri yüz binler nüshalarında ve yüz binler talebelerinde medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] birşey bulamıyorlar. Ve o kesretli [çokluk] adliyelerin “Nurlarda suç yok ve bulamıyoruz” demeleri kat’î bir delildir. Çünkü benim İstanbul ve Afyon gibi mahkemelerimde, onların o hassas ve su-i istimal [kötüye kullanma] edilebilir kanunlarına tam aykırı olarak söylediğim halde beni mes’ul etmedikleri gibi, Nurlar da medeniyetin zâlimâne kanunlarını zîr ü zeber [alt üst] ettikleri halde, medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] suç bulamadıkları kat’iyen [kesinlikle] gösteriyor ki, nurlardaki hakikat, karşısındaki muârızları [karşı çıkan, muhalif] mağlûp ederek adliyeleri de insafa getirmiştir. İnayet-i İlâhiye, Kur’ân’ın bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] olan Risale-i Nur’u muârızlarından [karşı çıkan, muhalif] muhafaza ediyor. Muârızların [karşı çıkan, muhalif] hücumu ise, Nurların parlamasına ve intişarına [açığa çıkma, yayılma] vesile oluyor.

– 68 –

Üstadımız diyor ki:

Yirmi sekiz sene zarfında hükûmetin resmî adamlarından bana rast gelenler, hep sıkıntı verdikleri halde, zabıtanın bana hiç sıkıntı vermediği gibi, bazı himayetkârâne [koruyarak] vaziyeti göstermelerinin hikmetini şimdi izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorum ki: “Nur talebeleri ve Risaleleri, mânevî bir zabıta hükmünde âsâyiş ve emniyeti muhafazaya—hem kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir şekilde—çalıştıkları ve herkesin kalbinde nasihatleriyle iman cihetinde bir yasakçı bıraktıkları tahakkuk [gerçekleşme] etmiş.” Zabıta bunu mânen hissetmiş ki, bize her vakit dost göründü. Bunun sırrı budur ki:

Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsiyle, [anayasa] yüzde doksan mâsuma zarar gelmemek için on câni yüzünden âsâyişi bozmaya çalışanları men ediyorlar. Birisinin günahıyla başkası mesul olamaz. Bu sırra binaen, şimdi âsâyişi bozmaya çalışan mânevî, dehşetli kuvvetler mevcut olduğu halde; Fransa, Mısır, Fas, İran gibi yerlerden daha ziyade bu mübarek memlekette çalışıldığı halde emniyet ve âsâyişi bozamadıklarının en büyük sebebi, 600 bin Nur nüshaları ve 500 bin Nur talebeleri zabıtaya bir mânevî kuvvet olarak o mânevî tahribata karşı dayandıklarını zabıta mânen hissetmişler ki, yirmi sekiz seneden beri resmî memurlara muhalif olarak Nurlara insafkârâne ve merhametkârâne vaziyet gösteriyorlar.

451

Hem Üstadımız diyor ki:

Ben derim: Bu zamanda hocalardan, hattâ sofîlerden ziyade zabıta efradı [bireyler] ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] olup kebairden kendilerini muhafaza ve feraizi yapmasını vazifeleri iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Ve ona ihtiyac-ı şedid [şiddetli ihtiyaç] var. Tâ ki karşısındaki mânevî tahribatçılara karşı âsâyiş ve emniyet-i umumiyeye [genel güvenlik] ait vazifelerini tam yapabilsinler.

Hizmetindeki Nur Talebeleri

– 69 –

 [Üstadımızın çok evvel yazmış olduğu zîrdeki mektubu, şahsî nüfuz temin ve dini siyasete âlet etmek ittihamlarına [suçlama] tam bir cevap olduğundan, kararnameye ilhak [ekleme] edilmiştir:]

Konuşan yalnız hakikattir

Risale-i Nur’da ispat edilmiştir ki, bazen zulüm içinde adalet tecellî eder. Yani, insan bir sebeple bir haksızlığa, bir zulme mâruz kalır, başına bir felâket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebep haksız olur. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vâkıa adaletin tecellîsine bir vesile olur. Kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] başka bir sebepten dolayı cezaya, mahkûmiyete istihkak [hak edilen pay] kesb [elde etme, kazanma] etmiş olan o kimseyi bu defa bir zâlim eliyle cezaya çarptırır, felâkete düşürür. Bu, adalet-i İlâhînin [Allah’ın adaleti] bir nevi tecellîsidir.

Ben şimdi düşünüyorum. Yirmi sekiz senedir vilâyet vilâyet, kasaba kasaba dolaştırılıyorum. Mahkemeden mahkemeye sürükleniyorum. Bana bu zâlimane işkenceleri yapanların bana atfettikleri suç nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat bunu niçin tahakkuk [gerçekleşme] ettiremiyorlar? Çünkü hakikat-i halde [bir şeyin gerçek durumu] böyle birşey yoktur.

Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor; diğer bir mahkeme aynı meseleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor, beni tazyik ediyor, türlü türlü işkencelere mâruz kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü

452

yakama yapışıyor. Böylece musibetten musibete, felâketten felâkete sürüklenip gidiyorum. Yirmi sekiz sene ömrüm böyle geçti. Bana isnad ettikleri suçun aslı ve esası olmadığını nihayet kendileri de anladılar.

Onlar bu ittihamı [suçlama] kasten mi yaptılar, yoksa bir vehme mi kapıldılar? İster kasıt olsun, ister vehim olsun, ben böyle bir suçla münasebet ve alâkam olmadığını kemâl-i kat’iyetle [tam bir kesinlik] yakinen ve vicdanen biliyorum. Dini siyasete âlet edecek bir adam olmadığımı bütün insaf dünyası da biliyor. Hattâ beni bu suçla ittiham [suçlama] edenler de biliyorlar. O halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular? Neden ben suçsuz ve mâsum olduğum halde böyle devamlı bir zulme, muannid [inatçı] bir işkenceye mâruz kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulamadım? Bu ahval [durumlar] adalet-i İlâhiyeye [Allah’ın adaleti] muhalif düşmez mi?

Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevaplarını bulamıyordum. Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakikî sebebini şimdi anladım. Ben kemâl-i teessürle söylüyorum ki, benim suçum, hizmet-i Kur’âniyemi [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] maddî ve mânevî terakkiyatıma, [ilerleme] kemâlâtıma [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] âlet yapmakmış.

Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allah’a binlerle şükrediyorum ki, uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi [iman hizmeti] maddî ve mânevî kemalât [olgunluklar, faziletler, iyilikler] ve terakkiyatıma [ilerleme] ve azaptan ve Cehennemden kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma mânevî gayet kuvvetli mânialar beni men ediyordu. Bu derunî [içyüz] hisler ve ilhamlar [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] beni hayretler içinde bırakıyordu. Herkesin hoşlandığı mânevî makamatı ve uhrevî saadetleri a’mâl-i saliha [Allah için yapılan iyi işler] ile kazanmak ve bu yola müteveccih [yönelen] olmak hem meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiçbir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben men ediliyordum. Rıza-yı İlâhîden [Allah rızası] başka fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi. Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde [üstünde] olan hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ubudiyetle, [Allah’a kulluk] bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında imanı kurtaracak ve muannidlere [inatçı] kat’î kanaat verecek bir tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir

453

Kur’ân dersi vermek lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve mütemerrid [inatçı] ve inatçı dalâleti kırsın, herkese kat’î kanaat verebilsin. Bu kanaat de bu zamanda, bu şerait dahilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve mânevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule [meydana gelme] gelebilir.

Yoksa komitecilik ve cemiyetçilikten tevellüd [doğma] eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i mâneviyesine [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] karşı çıkan bir şahıs, en büyük mânevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale [giderme] edemez. Çünkü imana girmek isteyen muannidin [inatçı] nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs, dehâsıyla, harika makamıyla bizi kandırdı.” Böyle der ve içinde şüphesi kalır.

Allah’a binlerce şükürler olsun ki, yirmi sekiz senedir dini siyasete âlet ittihamı [suçlama] altında, kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zâlimâne eliyle mahz-ı adalet [tam anlamıyla adalet] olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor; “Sakın” diyor, “iman hakikatini kendi şahsına âlet yapma-tâ ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri [hile, aldatma] kalmasın, sussun.”

İşte, Nur Risalelerinin [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule [meydana gelme] getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur, başka bir şey değildir. Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitaplar daha belîğane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla [her açıdan inkârcılığa düşmek] mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir. [iman gerçeği]

Madem ki nur-u hakikat, [hakikat nuru] imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve mâruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla [suçlama]

454

mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.

Âdil kadere de derim ki:

Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî-mânevî füyûzât hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük mânevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-i imaniye [iman gerçeği] her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî herşeyden ferağat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.

Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, ezâ ve cefâlara mâruz kaldılar, ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini isterim. Çünkü onlar bilmeyerek kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] sırlarına, derin tecellîlerine akıl erdiremeyerek bizim dâvâmıza, hakikat-i imaniyenin [iman gerçeği] inkişafına [açığa çıkma] hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla [kalıcı olma, sabit kalma] çalışmalarını tavsiye ederim.

Ben çok hastayım. Ne yazmaya, ne söylemeye tâkatim kalmadı. Belki de bunlar son sözlerim olur. Medresetü’z-Zehranın Risale-i Nur talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.

– 70 –

Kardeşlerim,

Sizce münasipse Başvekile [Başbakan] ve dindar meb’uslara verilmek üzere,ihtara binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli bir hakikattir.

Mukaddeme: [evvel, önce] Kırk seneye yakın siyaseti terk ettiğimden ve ekser hayatım bir nevi inzivada [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] geçtiğinden, hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ve siyasiye ile meşgul olmadığımdan,  

455

büyük bir tehlikeyi göremiyordum. Bugünlerde o tehlikenin hem millet-i İslâmiyeye [İslâm milleti] ve hem de bu memleket ve hükûmet-i İslâmiyeye [İslâmiyetin hükmettiği alan, bölge] büyük bir zarar vermeye zemin hazırlamakta olduğunu hissettim. Mecburiyetle, İslâmiyet milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] ve cemiyet-i beşeriyeye [insan topluluğu] hamiyetle [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] çalışanlar için bana mânevî bir ihtar edildiğinden Üç Noktayı beyan edeceğim.

Birinci nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde bir iki senedir “irtica ile ittiham[suçlama] kelimesi mütemadiyen tekrar edildiğini işitiyordum. Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyen [kesinlikle] gördüm ki:

Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedevîliğin bir kanun-u esasîsine [anayasa] irticaa çalışan ve hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları, gaddarâne bir ittihamla [suçlama] ehl-i İslâmiyet [Müslümanlar] ve hamiyet-i diniye [dinin koruyuculuğu] ve kuvvet-i imaniye [iman gücü] cihetiyle değil dini siyasete âlet yapmak, belki de siyaseti dine âlet ve tâbi yapmakla, tâ İslâmiyetin kuvvet-i mâneviyesinden [mânevî güç] bu hükümet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dört yüz milyon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat [dikkat, tedbir] kuvveti bulundurmak ve bir kısım zâlim Avrupa’nın dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak “irtica” damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm [kuruntu] etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır. Nümunelerinden birinci nümunesi: Bu asrın dehşetli zulmüne karşı bir sed olarak İkinci Noktada beyan etmek zamanı geldi. Menşe’leri iki kanun-u esasiye istinad eden iki irtica var:

Biri: Siyasî ve içtimaî [sosyal, toplumsal] ki, hakikî irticadır. Onun kanun-u esasîsi [anayasa] çok su-i istimale [kötüye kullanma] ve zulme medar [kaynak, dayanak] olmuştur.

İkincisi: İrtica namı verilen hakikî bir terakki [ilerleme] ve adaletin esasıdır.

İkinci nokta: Beşerin vahşet ve bedevîlik zamanlarındaki bir kanun-u esasîsine, [anayasa] medeniyet namına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve bedevîliğe dönüyorlar. Beşerin selâmet, [huzur] adalet ve sulh-ü umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasî, [anayasa] şimdi bizim bu biçare memleketimize girmek istiyor.

456

Garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] ve anûdâne particilik gibi bazı cereyanları aşılamaya başlaması gibi bir ihtilâf görülüyor. O kanun-u esasî [anayasa] de budur:

Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatâsıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün fertleri mahkûm ve düşman ve mes’ul tevehhüm [kuruntu] ediliyor. Bir hatâ, binler hatâ hükmüne geçiriliyor. İttifak ve ittihadın [birleşme] temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti [kardeşlik] zîr ü zeber [alt üst] ediyor.

Evet, birbirine karşı gelen muannid [inatçı] ve muarız [itiraz eden, karşı gelen] kuvvetler, kuvvetsiz oluyorlar. Bu kuvvetsizlikle zaiflendiği için, millete ve memlekete ve vatana âdilâne hizmete muvaffak olunamadığından, maddî ve mânevî bir nevi rüşvet vermeye mecbur oluyorlar ki, dinsizleri kendilerine taraftar yapmak için o gaddar, engizisyonâne ve bedeviyâne ve vahşiyâne bu mezkûr [adı geçen] kanun-u esasîye [anayasa] karşı ayn-ı adalet [adaletin ta kendisi] olan bu semavî ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 1 nass-ı kat’îsiyle, [kesin delil, Kur’ân-ı Kerim ve sahih hadisler gibi] Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsi [anayasa] muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi [hakikî, gerçek kardeşlik] temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi [İslâm milleti] ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî [anayasa] ki, “Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz.” Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa, o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa, o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız mânevî günahkâr olup âhirette mesul olur; dünyada değil. Eğer bu kanun-u esasî [anayasa] çabuk düstur-u esasî [temel prensip, kaide] yapılmazsa, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye [insanların sosyal hayatı] iki Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] gösterdiği tahribatın emsaliyle, esfel-i sâfilîn [aşağıların aşağısı] olan o vahşî irticaa düşecek.

İşte, Kur’ân’ın bu gibi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kanun-u esasîsine [anayasa] irtica namını veren bedbahtlar, vahşet ve bedevîliğin dehşetli bir kanun-u esasîsi [anayasa] olarak kabul ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı [dayanak noktası] şudur ki: “Cemaatin selâmeti için fert

457

feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın [kişiler] hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz’î [ferdî, küçük] zulümler nazara alınmaz” diye, birtek câni yüzünden bir köyü mahvetmekle bin mâsumun hakkını nazara almaz. Birtek câninin yüzünden bin adamın kılıçtan geçmesini caiz görür. Bir adamın yaralanmasıyla binler mâsumu sıkıntıya verdirir. Ve iki yüz adamı kurşuna dizilmesini o bahaneyle nazara almaz. Birinci Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] üç bin adamın câniyâne siyaset hatâlarıyla otuz milyon biçare nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] aynı harpte mahvedildiği gibi, binler misaller var.

İşte bu vahşiyâne irticaın, bu dehşetli zulümlerine karşı gelen Kur’ân şakirtlerinin, [öğrenci] Kur’ân’ın yüzer kanun-u esasîsinden [anayasa] وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 1 âyetinin ders verdiği kanun-u esasîsi [anayasa] ile adâlet-i hakikiyeyi ve ittihadı [birleşme] ve uhuvveti [kardeşlik] temin etmeye çalışan ehl-i iman [Allah’a inanan] fedakârlarına “mürteci” namını verip onları müttehem [itham olunan, kendisinden şüphe edilen] etmek, mel’un Yezid’in zulmünü adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misillu [benzer] en vahşî ve zâlimâne bir engizisyon kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına [ilerleme] ve adaletine medar [kaynak, dayanak] olan Kur’ân’ın mezkûr [adı geçen] kanun-u esasîsine [anayasa] tercih etmek hükmündedir. Hükûmet-i İslâmiye [İslâmiyetin hükmettiği alan, bölge] ile bu memleketin selâmetine çalışan ehl-i siyasetin [siyaset adamları, politikacılar] mezkûr [adı geçen] hakikati nazara alması lâzımdır. Yoksa, üç veya dört cereyanın muannidâne [inat edercesine] muaraza [karşı gelme, karşı koyma] etmeleriyle, o kuvvetler, muaraza [karşı gelme, karşı koyma] sebebiyle zayıflar. Memleketin menfaatine ve âsâyişine sarf edilecek o zaif kuvvetle hâkimiyetini—hattâ istibdad [baskı ve zulüm] ile de olsa—âsâyiş ve emniyet-i umumiyeyi [genel güvenlik] muhafazaya kâfi [yeterli] gelmediğinden Fransız ihtilâl-i kebîrinin tohumlarının bu mübarek memleket-i İslâmiyeye ekilmesine yol vermektir diye telâş edilebilir.

Madem bu ittifaksızlıktan [birlik oluşturmamak] gelen zaafiyet [zayıflık, güçsüzlük] ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebînin politikasına ve ehemmiyetsiz, muvakkat [geçici] yardımlarına karşı bu acip

458

mânevî rüşvetler veriliyor, dört yüz milyon kardeşin uhuvvetine, [kardeşlik] milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mânâ hükmediyor. Ve âsâyiş ve siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat [israflar, savurganlıklar] ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor; milletin fakr-ı hali [fakir bir halde olma, fakirlik] nazara alınmıyor. Elbette ve elbette ve kat’î olarak, şimdi bu memleketteki ehl-i siyaset, [siyaset adamları, politikacılar] Garba ve ecnebîye verdiği siyasî ve mânevî rüşvetin on mislini [benzer] âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dört yüz milyon Müslüman kardeşlere memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin [İslâm devleti] selâmeti için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir.

İşte o makbul, lâzım ve çok menfaatli, caiz ve vacip rüşvet ise, teavün[yardımlaşma] İslâmın esası ve hediye-i Kur’ân’ın semavî bir düsturu [kâide, kural] ve rabıta[bağ] ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kanun-u esasîsi [anayasa] olan

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ 1* وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعًا * 2

وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 3* وَلاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ * 4

kudsî, [her türlü kusur ve noksandan uzak] esasî kanunlarını düstur-u hareket [hareket etme kanunu, kuralı] etmektir.

Üçüncü Nokta, şimdilik tehir edildi.

Said Nursî

HAŞİYE: Kardeşlerim, evvelce gördüğünüz şiddetli ihtarın bir derece tağyirine [değiştirme] üç şey vesile oldu.

Birincisi: Nur kahramanı Hüsrev’in beyanıyla, yirmi beş adliye mahkemelerinin “Risale-i Nur’da suç yok” diye itiraflarıdır.

İkincisi: Nurun bir kahraman avukatı “Ankara hükûmeti Said aleyhinde olmadığından, şiddetli kelimeler tâdil edilse münasiptir” demesidir.

Üçüncüsü: Kat’î haberlere göre Afyon Mahkemesi “Nurun altı yüz bin fedakâr

459

talebesi var” demesine binaen, Malatya hadisesi bahanesiyle, hiç olmazsa Nur talebelerinden altı yüz faal ve muktedir olanlarını mahkemeye vermek plânı varken, yalnız on altı adamı ve bundan yalnız altı adama ve bundan birtek adamın bir sene mahkûm edilmesi, Nurcular aleyhindeki zâlimâne tazyikat [baskılar] hafifleşmesi ve def olmasının alâmetidir. Onun için bir derece şiddetli kelimeler tâdil edildi.

– 71 –

 [Hazret-i Üstadın Emirdağında Santral Sabri, Sıddık Süleyman’a Arabî İşârât-ül-İ’câz’dan verdiği derstir.]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلٰوةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ اَبَدًا دَۤائِمًا * 1

İşârâtü’l-İ’câz‘ın [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] birinci cüz’ü ki, tamamı yetmiş cüz olacaktı. Fakat Risale-i Nur mânevî bir tefsir-i Kur’ânî [Kur’ân’ı yorumlayan tefsir eseri, kitabı] olduğu için dedi: Bu zamanda bana daha lüzum var. Öteki cüzler yerinde onlar yazıldı.

Evet, İşârâtü’l-İ’câz, [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] umum Risale-i Nur’un bir fihristesi, bir listesi ve o nur bahçesinin bir fidanlığı ve sırr-ı i’câz[mu’cizeliğin sırrı] Kur’ân’ın bir menbaı [kaynak] olduğu görünüyor. Gayet ince ve derin olduğu için, şimdiye kadar âlimler pek azını anlamışlardı. Fakat kimin eline geçmişse, fevkalâde takdir etmiş ve “emsalsiz” demiş. Dehşetli eski harp içinde, avcı hattında, [savaşta düşmana doğru dağılarak ön safta ilerleyen asker birliği] bazan da at üzerinde, îcazdaki [az sözle çok mânâlar anlatma] i’câzın [mu’cize oluş] en ince münasebâtını görmek ve onlarla tam meşgul olmak ve koca dehşetli harbin tehlikesi onu müşevveş [dağınık, karışık] etmemek ve incimad [donma] derecesindeki soğukta, avcı hattında [savaşta düşmana doğru dağılarak ön safta ilerleyen asker birliği] o incecik i’câz [mu’cize oluş] münasebetlerini herşeyden daha ehemmiyetli görmek, Eski Said’in hakikaten hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] harika bir fedakârlığıdır. Hattâ Yeni Said’in otuz beş senede, bu acip zamanda gazeteleri okumamak ve on sene İkinci Harbi bilmemek, sormamak ve idam [hiçlik, yokluk] niyetiyle hapisliğinde Kur’ân esrarını yazmaktan vazgeçmemek ve bütün tehlikeleri hiçe saymaya nisbeten

460

Eski Said’in o acip vaziyetinde o dehşetlere ehemmiyet vermeden İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] nüktelerini [derin anlamlı söz] yazdığı zaman gösterdiği ilmî ve mânevî fedakârlığını, Yeni Said’in bu otuz senedeki fedakârlığından daha harika görüyoruz.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu İşârâtü’l-İ’câz‘ın [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] matbu nüshasında hakikaten bir keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] var ki, tesadüf ihtimali yoktur. Onun için, bir defa daha aynı tarzda ve kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] kıt’ada [dünyanın kara paçalarından her biri] tab’ [baskı basma] etmek ve Arabistan’a ve Pakistan gibi yerlere göndermek münasip görüldü. Fakat Eski Said, îcazdaki [az sözle çok mânâlar anlatma] i’câzı [mu’cize oluş] beyan ettiği ve en ince münasebet-i belâğati beyanı içinde gayet ince ve kısa, îcaz[az sözle çok mânâlar anlatma] cümleleri bir derece izah ve Türkçeye tercüme etmek lâzım geliyor.

İşârâtü’l-İ’câz‘ın [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] harikalarından birisi de budur ki:

Herbir âyetin sair âyetlere münasebâtını ve her âyetteki cümlelerinin birbirine karşı nisbetini ve nizamını ve her cümledeki heyetlerin ve harflerin mânâ-yı maksuda [asıl kastedilen anlam] karşı nisbetlerini ve teveccühlerini [ilgi] gösterip, âyetlerin intizamından ve cümlelerin nizamından ve her cümlenin heyetinin nazmından [diziliş, tertip] bir lem’a-i i’câz [mu’cizelik parıltısı] göstermesidir. Âdetâ bir saatin saniyeleri sayan mili ve dakikaları sayan yelkovanı ve saatleri sayan ibresi gibi, o nazımdaki [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] nükteleri [derin anlamlı söz] beyan ve ondaki hakikati burhanlarla [delil] izah, hattâ bazan birtek harfte büyük bir hakikati ifade etmesidir. Ve herbir âyetin hakikatini gayet i’câz [mu’cize oluş] ile ve kat’î hüccetlerle [delil] ispat ediyor ki, şimdi yüz otuz risalenin çekirdekleri ve hülâsaları [esas, öz] hükmündedirler. Ve cümlenin ve cümledeki heyetlerin ve harflerin nüktelerini [derin anlamlı söz] ve ifade ettikleri zımnî hükümlerini, bilâ istisna ilm-i belâgatin [belâgat ilmi] ince kaideleriyle ve ilm-i nahvin ve sarfın kaideleriyle ve ilm-i mantığın ve usul-i din ve sair ilimlerin kanunlarıyla beyan eder. Hattâ, hurdebinî [gözle görülmeyecek kadar küçük, mikroskobik] bir mânevî âletle, görünmeyen incecik münasebât-ı belâgati [belâgat ilişkileri, bağlantıları] beyan ediyor ve emarelerini gösteriyor. Ve Kur’ân’ın nazarı küllî olmasından, bütün beyan edilen hak mânâlara ve nüktelere, [derin anlamlı söz] elbette kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] elfaz[lafızlar, sözler] Kur’âniye zımnî, remzî işaret ve delâlet eder denilebilir.

 Hüsrev, Sungur, Hayri, Sadık, Sabri,Sıddık Süleyman

461

– 72 –

اِفَادَةُ الْمَرَامِ

ا َقُولُ: لَمَّا كَانَ الْقُرْاٰنُ جَامِعًا ِلاَشْتَاتِ الْعُلُومِ وَخُطْبَةً لِعَامَّةِ الطَّبَقَاتِ فِى كُلِّ اْلاَعْصَارِ، لاَ يَتَحَصَّلُ لَهُ تَفْسِيرٌ لاَئِقٌ مِنْ فَهْمِ الْفَرْدِ الَّذِى قَلَّمَا يَخْلُصُ مِنَ التَّعَصُّبِ لِمَسْلَكِهِ وَمَشْرَبِهِ؛ اِذْ فَهْمُهُ يَخُصُّهُ لَيْسَ لَهُ دَعْوَةُ الْغَيْرِ اِلَيْهِ اِلاَّ اَنْ يُعَدِّيَهُ قَبُولُ الْجُمْهُورِ * وَاسْتِنْباَطُهُ – لاَ بِالتَّشَهِّى – لَهُ الْعَمَلُ لِنَفْسِهِ فَقَطْ، وَلاَ يَكُونُ حُجَّةً عَلَى الْغَيْرِ إِلاَّ اَنْ يُصَدِّقَهُ نَوْعُ اِجْمَاعٍ * فَكَمَا لاَبُدَّ لِتَنْظِيمِ اْلاَحْكَامِ وَاِطِّرَادِهَا وَرَفْعِ الْفَوْضٰى – اَلنَّاشِئَةِ مِنْ حُرِّيَّةِ الْفِكْرِ مَعَ اِهْمَالِ اْلاِجْمَاعِ – مِنْ وُجُودِ هَيْئَةٍ عَالِيَةٍ مِنَ الْعُلَمَۤاءِ الْمُحَقِّقِينَ الَّذِينَ – بِمَظْهَرِيَّتِهِمْ ِلاَمْنِيَّةِ الْعُمُومِ وَاِعْتِمَادِ الْجُمْهُورِ – يَتَقَلَّدُونَ كَفَالَةً ضِمْنِيَّةً لِلْاُمَّةِ، فَيَصِيرُونَ مَظْهَرَ سِرِّ حُجِّيَّةِ اْلاِجْمَاعِ الَّذِى لاَتَصِيرُ نَتِيجَةُ اْلاِجْتِهَادِ شَرْعًا وَدُسْتُورًا اِلاَّ بِتَصْدِيقِهِ وَسِكَّتِهِ؛ كَذٰلِكَ لاَبُدَّ لِكَشْفِ مَعَانِى الْقُرْاٰنِ وَجَمْعِ الْمَحَاسِنِ الْمُتَفَرِّقَةِ فِى التَّفَاسِيرِ وَتَثْبِيتِ حَقَائِقِهِ – الْمُتَجَلِّيَةِ بِكَشْفِ الْفَنِّ وَتَمْخِيضِ الزَّمَانِ – مِنْ اِنْتِهَاضِ هَيْئَةٍ عَالِيَةٍ مِنَ الْعُلَمَۤاءِ الْمُتَخَصِّصِينَ، الْمُخْتَلِفِينَ فِى وُجُوهِ اْلاِخْتِصَاصِ، وَلَهُمْ مَعَ دِقَّةِ نَظَرٍ وُسْعَةُ فِكْرٍ لِتَفْسِيرِهِ

نَتِيجَةُ الْمَرَامِ :

اِنَّهُ لاَبُدَّ اَنْ يَكُونَ مُفَسِّرُ الْقُرْاٰنِ ذَا دَهَۤاءٍ عَالٍ وَاِجْتِهَادٍ نَافِذٍ وَوَلاَيَةٍ كَامِلَةٍ * وَمَا هُوَ اْلاٰنَ إِلاَّ الشَّخْصُ الْمَعْنَوِىُّ الْمُتَوَلِّدُ مِنْ اِمْتِزَاجِ اْلاَرْوَاحِ وَتَسَانُدِهَا وَتَلاَحُقِ اْلاَفْكَارِ وَتَعَاوُنِهَا وَتَظَافُرِ الْقُلُوبِ وَاِخْلاَصِهَا وَصَمِيمِيَّتِهَا، مِنْ بَيْنِ تِلْكَ الْهَيْئَةِ * فَبِسِرِّ ﴿ لِلْكُلِّ حُكْمٌ لَيْسَ لِكُلٍّ ﴾ كَثِيرًا مَايُرٰى اٰثَارُ اْلاِجْتِهَادِ وَخَاصَّةُ الْوَلاَيَةِ،

462

وَنُورُهُ وَضِيَۤاؤُهَا، مِنْ جَمَاعَةٍ خَلَتْ مِنْهَۤا اَفْرَادُهَا * ثُمَّ اَنِّى بَيْنَمَا كُنْتُ مُنْتَظِرًا وَمُتَوَجِّهًا لِهٰذَا الْمَقْصَدِ بِتَظَاهُرِ هَيْئَةٍ كَذٰلِكَ – وَقَدْ كَانَ هٰذَا غَايَةُ خَيَالِى مِنْ زَمَانٍ مَدِيدٍ – اِذْ سُنِحَ لِقَلْبِى مِنْ قَبِيلِ الْحِسِّ قَبْلَ الْوُقُوعِ تَقَرُّبُ زَلْزَلَةٍ عَظِيمَةٍ، فَشَرَعْتُ – مَعَ عَجْزِى وَقُصُورِى وَاْلاِغْلاَقِ فِى كَلاَمِى – فِى تَقْيِيدِ مَا سُنِحَ لِى مِنْ اِشَارَاتِ اِعْجَازِ الْقُرْاٰنِ فِى نَظْمِهِ وَبَيَانِ بَعْضِ حَقَائِقِهِ، وَلَمْ يَتَيَسَّرْ لِى مُرَاجَعَةُ التَّفَاسِيرِ * فَاِنْ وَافَقَهَا فَبِهَا وَنِعْمَتْ وَاِلاَّ فَالْعُهْدَةُ عَلَيَّ * فَوَقَعَتْ هٰذِهِ الطَّامَّةُ الْكُبْرٰى.. فَفِى اَثْنَۤاءِ اَدَۤاءِ فَرِيضَةِ الْجِهَادِ كُلَّمَۤا اِنْتَهَزْتُ فُرْصَةً فِى خَطِّ الْحَرْبِ قَيَّدْتُ مَالاٰحَ لِى فِى اْلاَوْدِيَةِ وَالْجِبَالِ بِعِبَارَاتٍ مُتَفَاوِتَةٍ بِاخْتِلاَفِ الْحَالاَتِ. فَمَعَ اِحْتِيَاجِهَا اِلَى التَّصْحِيحِ وَاْلاِصْلاَحِ لاَيَرْضٰى قَلْبِى بِتَغْيِيرِهَا وَتَبْدِيلِهَا؛ اِذْ ظَهَرَتْ فِى حَالَةٍ مِنْ خُلُوصِ النِّيَّةِ لاَ تُوجَدُ اْلاٰنَ، فَاَعْرِضُهَا ِلأَنْظَارِ اَهْلِ الْكَمَالِ لاَ ِلأَنَّهُ تَفْسِيرٌ لِلتَّنْزِيلِ، بَلْ لِيَصِيرَ – لَوْ ظَفَرَ بِالْقَبُولِ – نَوْعَ مَأْخَذٍ لِبَعْضِ وُجُوهِ التَّفْسِيرِ * وَقَدْ سَاقَنِى شَوْقِى اِلٰى مَا هُوَ فَوْقَ طَوْقِى، فَاِنِ اسْتَحْسَنُوهُ شَجَّعُونِى عَلَى الدَّوَامِ

وَمِنَ اللهِ التَّوْفِيقُ

سَعِيدُ النُّورْسِى

463

Kısa bir tercümesidir

Şimdi, bundan kırk bir sene evvel ve eski Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] az evvelinde başlamış olduğu İşârâtü’l-İ’câz‘ın [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] “İfadetü’l-Meram”ında diyor ki:

Madem Kur’ân-ı Mu’cizi’l-Beyan [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] ulûm-u hakikiyenin [gerçek ilimler] envâına [tür] câmi ve umum asırlarda umum tabakat-ı beşeriyeye [insan grupları] müteveccih [yönelen] bir hutbe-i ezeliyedir. [Allah’ın bütün varlıklara yönelik konuşması] Elbette, birtek ferdin fehmi, ona lâyık ve mükemmel bir tefsir yapamaz ve mümkün olmuyor. Çünkü, bir fert, pek nadir olarak kendi hususî meslek ve meşrebinin [hareket tarzı, metod] tesirinden kendi fikrini kurtarabilir. Onun hususî meşrebi [hareket tarzı, metod] tesir ettikçe, tam tamına hakikati sâfi olarak ifade edemez. Ferdin fehmi ve mânâsı ona hastır. O fert onu kabul eder; fakat başkalarını ona dâvet edemez. Eğer cumhur-u ulema onun fehmini kabul ile başkalara şümulünü [kapsam] gösterse, o vakit başkasını o mânâya davet edebilir ve hakikî tam tefsir olabilir.

Hem ferdin ahkâmda [hükümler] istinbatı [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] ve içtihadında—hevesi karışmamak şartıyla—o kendi nefsi için amel edebilir, fakat başkalarına hüccet [delil] tutamaz. Tâ bir nevi icma’ [fikir birliği] o hükmü tasdik etsin. Nasıl ki, ahkâm-ı şer’iyeyi [dinî hükümler] tatbik ve tanzim ve icra etmek ve hürriyet-i fikirden [düşünce özgürlüğü] neş’et [doğma] eden mânevî anarşiliği kaldırmak için gayet lâzımdır ki, ulema-i muhakikînden bir heyet-i âliye bulunsun ki, o heyet umumun emniyetine mazhariyetleriyle ve cumhur-u ulemanın onlara itimadıyla ümmet için bir nevi zımnî kefalet ve dâvâ vekili hükmünde olmaları cihetinde, icmâ-ı ümmet hüccetinin [delil] sırrına mazhar [erişme, nail olma] oluyorlar. O vakit içtihadın neticesi o icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile şer’an düstur [kâide, kural] olabilir. Ve icmâın tasdik ve sikkesiyle [mühür] umuma şâmil [içine alan] oluyor. Aynen onun gibi lâzımdır, Kur’ân’ın mânâlarının keşfi ve tefsirlerde ayrı ayrı

464

mehasininin [güzellikler] cem’i, hem zamanın çalkamasıyla ve fenlerin keşfiyle cilvelenen, tezahür eden Kur’ân’ın hakikatlerinin tesbiti için elzemdir ki, muhakkikîn-i ulemadan [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] herbiri bir fende mütehassıs, geniş fikre, ince nazara mâlik allâmelerden [büyük âlim] müteşekkil [meydana gelen] bir heyet bu vazifeye sahip çıksın.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Kur’ân’ı tefsir edene lâzım gelir ki, gayet âli [yüce] bir deha ve nüfuzlu derin bir içtihad ve bir nevi kuvve-i kudsiye [kutsal duygu] sahibi olmak gerektir. Bu zamanda öyle bir zât ancak bir şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] olabilir ki, o şahs-ı mânevî, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] çok ruhların imtizacından [bileşim, karışım] ve tesanüdünden [dayanışma] ve efkârın [fikirler] telâhukundan [birbirine eklenme, katılma, biraraya toplanma] ve birbirine yardımından ve kalblerin birbirine in’ikâsından [yansıma] ve ihlâs ve samimiyetlerinden, mezkûr [adı geçen] bir heyetten çıkabilir. O heyetin bir ruh-u mânevîsi [mânevî ruh] hükmüne geçer.

Evet, “Mecmuunda bir hassa [duyular] bulunur ki, ondaki her fertte bulunmaz” düsturuyla, [kâide, kural] çok defa içtihadın âsârı [eserler/asırlar] ve nur-u velâyetin [velâyet, velililk nuru] hassaları ve ziyası bir cemaatte görünüyor. Halbuki, o cemaatin hangisine bakılsa o hassa görünmüyor. Demek âmi [basit, sıradan] adamların ihlâsla tesanüdleri, [dayanışma] bir velâyet [velilik] hassasını veriyor. İşte bu hakikate binaen, böyle bir maksat için bir heyetin çıkmasına muntazır [bekleyen, hazır] ve daima bekliyordum. O ümit, küçüklüğümden beri gaye-i hayalim [hayal edilen gaye] iken, birden hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] kabilinden [gibisinden, türünden] kalbime bir sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] oldu ki: Maddî ve mânevî iki zelzele-i azîme yaklaşıyordu.1 Ben de, acz ve kusurumla, sözlerimdeki izahsızlık ve muğlâklık

465

ile beraber Kur’ân’ın nazmındaki [diziliş, tertip] i’câzın [mu’cize oluş] işârâtını [işaretler] ve kalbimde tahattur [hatıra gelme] eden nüktelerini [derin anlamlı söz] kaydedip kaleme almak ve âyâtın bazı imanî hakikatlerini yazmaya şiddetli bir ihtar-ı gaybî [gaybdan gelen hatırlatma] hissettim.

Halbuki harpte acip bir vaziyette olduğumdan, tefsirlere müracaat etmek kabil [mümkün] olmadı. Kur’ân’dan başka merci yoktu. Ben de yazdım. Yazdıklarım tefsirlere muvafık geldiyse, güzel bir nimet ve bir muvaffakiyet[başarı] Yoksa, mesuliyet benim biçare fehmime aittir.

Aynı zamanda zelzele-i kübra mahiyetinde olan maddî Birinci Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] ve o zelzele-i azîmenin âhirlerinde o mezkûr [adı geçen] heyetin yuvalarını tahrip eden mânevî zelzele-i azîme meydana çıktı ki, öyle bir heyet-i âliye-i ilmiyeye ve böyle bir vazife yapmak için bütün kapılar kapandı. Ben de o noksan fehmimle eski Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] fariza-i cihadda avcı hattında [savaşta düşmana doğru dağılarak ön safta ilerleyen asker birliği] ne kadar fırsat buldumsa kalbime tulû [doğma] eden nükteleri [derin anlamlı söz] yazıyordum. Derelerde, dağlarda hücum ederken kaydederdim. Fakat o acip ayrı ayrı hâletlerin [durum] tesiriyle çeşit çeşit olmasından, tashih ve ıslah edilmesine çok ihtiyaç varken, benim kalbim tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ve tağyirine [değiştirme] razı olmadı. Çünkü, her dakika şehid olmaya hazırlandığımız için bir niyet-i hâlise [saf, temiz niyet] ile yazılmış ki, o hâlet [durum] her vakit bulunmuyor. Ben de o yazılarımı tenzile [indirme] bir tefsir olarak değil, belki tefsirin bazı vücuhuna [vecihler, yönler] bir nevi me’haz [kaynak] olarak, ehl-i kemal olan ulema-i muhakkikinin enzarına [bakışlar, dikkatler] arz ediyorum. Hakikaten benim şevkim, benim takatimin pek fevkinde [üstünde] bir noktaya sevk etti. Eğer ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] istihsan [beğenme, güzel bulma] etseler, beni devama ve ileri gitmeye teşcî [cesaretlendirme] ve tergib [istek uyandırma, şevklendirme] ederler.

Said Nursî

466

– 73 –

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلرَّحْمٰنُ * عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ * خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ * فَنَحْمَدُهُ مُصَلِّينَ عَلٰى نَبِيِّهِ مُحَمَّدٍ ن الَّذِى اَرْسَلَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَجَعَلَ مُعْجِزَتَهُ الْكُبْرَى الْجَامِعَةَ بِرُمُوزِهَا وَاِشَارَاتِهَا لِحَقَائِقِ الْكَائِنَاتِ بَاقِيَةً عَلٰى مَرِّ الدُّهُورِ اِلٰى يَوْمِ الدِّينِ وَعَلٰى اٰلِهِ عَامَّةً وَاَصْحَابِهِ كَافَّةً

اَمَّا بَعْدُ؛ فَاعْلَمْ!

اَوَّلاً: اَنَّ مَقْصَدَنَا مِنْ هٰذِهِ اْلاِشَارَاتِ تَفْسِيرُ جُمْلَةٍ مِنْ رُمُوزِ نَظْمِ الْقُرْاٰنِ؛ ِلاَنَّ اْلاِعْجَازَ يَتَجَلّٰى مِنْ نَظْمِهِ * وَمَا اْلاِعْجَازُ الزَّاهِرُ اِلاَّ نَقْشُ النَّظْمِ * وَثَانِيًا: اِنَّ الْمَقَاصِدَ اْلاَسَاسِيَّةَ مِنَ الْقُرْاٰنِ وَعَنَاصِرَهُ اْلاَصْلِيَّةَ اَرْبَعَةٌ: اَلتَّوْحِيدُ وَالنُّبُوَّةُ وَالْحَشْرُ وَالْعَدَالَةُ؛ ِلاَنَّهُ:

لَمَّا كَانَ بَنُو اٰدَمَ كَرَكْبٍ وَقَافِلَةٍ مُتَسَلْسِلَةٍ رَاحِلَةٍ مِنْ أَوْدِيَةِ الْمَاضِى وَبِلاَدِهِ، سَافِرَةٍ فِى صَحْرَاءِ الْوُجُودِ وَالْحَيَاةِ، ذَاهِبَةٍ اِلٰى شَوَاهِقِ اْلاِسْتِقْبَالِ، مُتَوَجِّهَةٍ اِلٰى جَنَّاتِهِ، فَتَهْتَزُّ بِهِمُ الْمُنَاسَبَاتُ وَتَتَوَجَّهُ اِلَيْهِمُ الْكَائِنَاتُ. كَأَنَّهُ اَرْسَلَتْ حُكُومَةُ الْخِلْقَةِ فَنَّ الْحِكْمَةِ مُسْتَنْطِقًا وَسَۤائِلاً مِنْهُمْ بِ “يَا بَنِى اٰدَمَ! مِنْ أَيْنَ؟ اِلٰى أَيْنَ؟ مَا تَصْنَعُونَ؟ مَنْ سُلْطَانُكُمْ؟ مَنْ خَطِيبُكُمْ؟” * فَبَيْنَمَا الْمُحَاوَرَةُ، اِذْ قَامَ مِنْ بَيْنِ بَنِى اٰدَمَ – كَأَمْثَالِهِ اْلاَمَاثِلِ مِنَ الرُّسُلِ اُولِى الْعَزَۤائِمِ – سَيِّدُ نَوْعِ الْبَشَرِ مُحَمَّدٌ ن الْهَاشِمِىِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَالَ بِلِسَانِ الْقُرْاٰنِ:

467

“اَيُّهَا الْحِكْمَةُ ! نَحْنُ مَعَاشِرَ الْمَوْجُودَاتِ نَجِيئُ بَارِزِينَ مِنْ ظُلُمَاتِ الْعَدَمِ بِقُدْرَةِ سُلْطَانِ اْلاَزَلِ، اِلٰى ضِيَۤاءِ الْوُجُودِ.. * وَنَحْنُ مَعَاشِرَ بَنِى اٰدَمَ بُعِثْنَا بِصِفَةِ الْمَاْمُورِيَّةِ مُمْتَازِينَ مِنْ بَيْنِ اِخْوَانِنَا الْمَوْجُودَاتِ بِحَمْلِ اْلاَمَانَةِ.. * وَنَحْنُ عَلٰى جَنَاحِ السَّفَرِ مِنْ طَرِيقِ الْحَشْرِ اِلَى السَّعَادَةِ اْلاَبَدِيَّةِ، وَنَشْتَغِلُ اْلاٰنَ بِتَدَارُكِ تِلْكَ السَّعَادَةِ وَتَنْمِيَةِ اْلاِسْتِعْدَادَاتِ الَّتِى هِىَ رَاْسُ مَالِنَا.. وَاَناَ سَيُّدُهُمْ وَخَطِيبُهُمْ * فَهَا دُونَكُمْ مَنْشُورِى! وَهُوَ كَلاَمُ ذٰلِكَ السُّلْطَانِ اْلاَزَلِىِّ تَتَلاَْلُاُ عَلَيْهِ سِكَّةُ اْلاِعْجَازِ * وَالْمُجِيبُ عَنْ هٰذِهِ اْلاَسْئِلَةِ الْجَوَابَ الصَّوَابَ لَيْسَ اِلاَّ الْقُرْاٰنُ، ذٰلِكَ الْكِتَابُ.. * كَانَ هٰذِهِ اْلاَرْبَعَةُ عَنَاصِرَهُ اْلاَسَاسِيَّةَ * فَكَمَا تَتَرَۤاءٰى هٰذِهِ الْمَقَاصِدُ اْلاَرْبَعَةُ فِى كُلِّهِ، كَذٰلِكَ قَدْ تَتَجَلّٰى فِى سُورَةٍ سُورَةٍ، بَلْ قَدْ يُلْمَحُ بِهَا فِى كَلاَمٍ كَلاَمٍ، بَلْ قَدْ يُرْمَزُ اِلَيْهَا فِى كَلِمَةٍ كَلِمَةٍ؛ ِلاَنَّ كُلَّ جُزْءٍ فَجُزْءٍ كَالْمِرْاٰةِ لِكُلٍّ فَكُلٍّ مُتَصَاعِدًا، كَمَا اَنَّ الْكُلَّ يَتَرَاءٰى فِى جُزْءٍ فَجُزْءٍ مُتَسَلْسِلاً * وَلِهٰذِهِ النُّكْتَةِ – اَعْنِى اِشْتِرَاكَ الْجُزْءِ مَعَ الْكُلِّ – يُعَرَّفُ الْقُرْاٰنُ الْمُشَخَّصُ كَالْكُلِّىِّ ذِى الْجُزْئِيَّاتِ؟

Tercümesinin bir hulâsa[özet]

İnsanı halk edip Kur’ân’ı ona talim eden Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] Rahmân ismiyle tecellî-yi kübrasına, rahmetin tecelliyatı adedince ona hamd ü senâ ederek ve Seyyidü’l-beşer [bütün insanlığın büyüğü, efendisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı Rahmeten Lil’âlemîn gönderdiği

468

o Resul-i Ekremine Risaletin [elçilik, peygamberlik] semereleri [meyve] adedince ona, âl [aile, soy] ve ashabına salât [namaz] ü selâm ve hadsiz şükrediyoruz ki, onun mu’cize-i kübra[en büyük mu’cize] ve hakaik-ı kâinatın remizleri [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ve işaretleri ile tamamıyla cem [toplama, bir araya gelme] edilen Kur’ân-ı Azîmüşşan [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] asırların geçmesi ile dâim, bâkî ve nev-i beşere mürşid, tâ kıyamete kadar beka vermiş. Ve o Resul-i Ekremi onlara Üstad-ı Azam eylemiş.

Emmâ ba’dü [“bundan sonra” anlamına gelen bu ibare, İslâmî eserlerde hamd ve salâvattan [namazlar, dualar] sonra asıl maksada geçilirken söylenir] biliniz ki: Evvela bu yazacağımız işârât [işaretler] ve nüktelerdeki [derin anlamlı söz] maksadımız Kur’ân’ın nazmındaki [diziliş, tertip] bir kısım remizlerinin [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] tefsiridir. Çünkü, yedi nev’i i’câzın [mu’cize oluş] en incesi, fakat kuvvetli ve lâfzî [ifade, kelime] fakat hakikatli i’câz, [mu’cize oluş] Kur’ân’ın nazmından [diziliş, tertip] tecelli ediyor. Evet, parlak i’câz [mu’cize oluş] elbette nazmın [diziliş, tertip] nakşından çıkıyor.

Saniyen: [ikinci olarak] Kur’ân’da esas maksatları ve anâsır-ı asliyesi [temel unsurlar, ana maddeler] dört hakikattır:

Tevhid, nübüvvet, [peygamberlik] haşir ve adalet’tir. Çünkü, vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] kâinat sahrasında benî-Âdem bir acip ve büyük bir kafile ve sair taifeler beraber birbiri arkasında asırlar üstünde geçmiş zamanın derelerinden, şehir ve meşherlerinden [sergi] sefer edip vücut ve hayat sahrasında yürüyüşüyle istikbalin yüksek dağlarına azimetle oradaki bağlarına gözleri müteveccih [yönelen] olmak cihetiyle hilâfet-i zemine mazhariyet noktasında ve sâir zîhayata [canlı] tasarrufatı [dilediği gibi kullanma ve idare etme] cihetinde rû-yi zeminde [yeryüzü] ekser eşyanın nev-i beşerle münasebatı [bağlantılar, ilişkiler] iktizasıyla [bir şeyin gereği] heyecana gelmesinden kâinat dahi onlara yüzlerini çevirip nev-i beşerle ciddi alâkadar oluyor. Benî-Âdem bir tek tâife iken yüz binler tâifelere karışmasında kâinat zemin gibi onlara netice-i hilkat-i âlem

469

noktasında bakıyor. Güya hilkat-i kâinat [evrenin yaratılışı] hukümeti, o hukümetin zâbıta memuru hükmünde fenn-i hikmeti, bir müstantık [mahkemede ilk ifadeyi alan sorgu hâkimi] ve sorgucu olarak o misafir kafileye gönderip ondan sual edip soruyor ki:

“Ey benî-Âdem! Nereden geliyorsunuz ve nereye gideceksiniz? Ve ne yapacaksınız? Ve herşeye karışıyor ve bazan karıştırıyorsunuz. Sultanınız ve hatibiniz ve reisiniz ve ileri geleniniz kimdir? Tâ bana cevap versin.”

O muhavereler [karşılıklı konuşma] içinde birden kafile-i benî-Âdemden Muhammedü’l-Hâşimî (Sallâllahü Aleyhi Vesellem), emsalleri olan ulülazm peygamberler gibi fenn-i hikmete karşı kalktı. Ve Kur’ân’ın lisanıyla dedi ki:

“Ey müstantık [mahkemede ilk ifadeyi alan sorgu hâkimi] hikmet! Biz mevcudat [var edilenler, varlıklar] kafilesi, adem [hiçlik, yokluk] karanlıklarından Sultan-ı Ezelinin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] kudretiyle çıktık, ziya-yı vücuda girdik. Varlık nurunu bulduk. Herbir tâifemiz bir vazifeye girdik. Ve biz benî-Âdem tâifesi ise, bir emanet-i kübra [Allah’ın insana ematen verdiği akıl, bilinç ve dünya egemenliği] rütbesi ve hilâfet-i zemin vazifesiyle sâir mevcudat [var edilenler, varlıklar] kardeşlerimizin içinde imtiyazlı ve memuriyet sıfatı ile bu meşher-i kâinata gönderilmişiz. Her vakitte yola çıkmaya müheyya [hazırlanmış] bir vaziyetteyiz ve haşir yolu ile saâdet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluk] kazanmasının tedariki ile meşgulüz. Ve bizim re’sü’l-mâlimiz olan istidatlarımızın [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] çekirdeklerini sümbüllendirmeye, iman ve Kur’ân’la inkişaf [açığa çıkma] ettirmekle iştigal [meşgul olma, uğraşma] ediyoruz. İşte o kafilenin reisi ve hatîbi benim. İşte elimdeki bu fermanı; mânevî ve maddî hava, bir tek lisan gibi bütün kâinata o fermanın her kelimesini bir anda milyarlar yapıp işittiriyor. İşte o menşur ferman, Ezel ve Ebed Sultanının [başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan] kelâmıdır. Ve emirleri ve konuşmaları olduğuna delil-i kat’î, [kesin delil] üstünde parlayan sikke-i şahanesi ve turra-i sermediyesine bak, gör, git, söyle.”

Evet, en müşkil, [zor] en umumî ve bütün mevcudata [var edilenler, varlıklar] sorulan bu üç-dört gayet acip

470

suale tam doğru ve mükemmel cevap veren yalnız ve yalnız Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyandır [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] ki; başında ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَرَيْبَ فِيهِ 1 fermanıyla ilân edilmiş.

Madem baştan buraya kadar bir hakikati anladın. Elbette bu hakikatten anlaşılıyor ki, Kur’ân’ın anasır-ı esasiyesi o dört hakikattir. Yani; “tevhid,” “nübüvvet,” [peygamberlik] “haşir” ve “adalet”tir. İşte bu dört hakikat nasıl ki mecmu-u Kur’ân’da dört rükündür. [esas, şart] Öyle de, o dört makasıd çok sûrelerin her birisinde bulunuyorlar. Her bir sûre bir küçük Kur’ân olur. Belki çok cümlelerin içinde de o dört maksada telmihen [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] işaretler var.

Belki bazan bir tek kelimede o dört esasa remizler [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] var. Çünkü, Kur’ân’ın eczaları ve kelime ve âyetleri, mecmuuna karşı birer âyine [ayna] hükmüne geçer, birbirinden in’ikas [yansıma, aksetme] eder. Güya Kur’ân müteselsilen [zincirleme bir şekilde] âyet ve cümle ve kelimelerine o maksatların nurunu veriyor. Âyinede güneş gibi bazan bir kelime, bir cümle; bir küçük Kur’ân’ı gösterir. İşte Kur’ân’a mahsus bu nükte, [derin anlamlı söz] yani cüz, küll [bütün] gibi aynı maksadı göstermesi maksadıyla Kur’ân müşahhas [somut, maddî yapıya sahip] bir fert olduğu halde, çok efradı [bireyler] bulunan bir küllî gibi ilm-i mantıkça [mantık ilmi] târif edilir. Demek Kur’ân’da bin Kur’ân’lar var ki, şahs-ı küllî olmuş. Hem öyle de lâzım gelir. Çünkü, hadsiz ve gayet muhtelif tâifelere ders olduğu için, aynı derste hadsiz o tâifeler adedince dersler bulunmak lâzım gelir.

Sual: Eğer denilse: Bu dört maksad-ı asliyeyi bize Bismillah ve Elhamdü lillâh cümlesinde göster.

Cevap: Deriz ki: Madem Bismillah Allah’ın abdlerine bir ders olarak nâzil olmuş, elbette söylemek mânâsında olan قُلْ kelimesi Bismillah içinde vardır. İlm-i sarf ile, mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] tâbir edilir. İşte Bismillah’taki قُلْ takdiri, bütün

471

Kur’ân’daki قُلْ, قُلْ (söyle, söyle) lâfızlarının [ifade, kelime] esası ve anası, bu Bismillah’taki قُلْ dür. Buna binaen قُلْ kelimesinde Risalete [elçilik, peygamberlik] işaret olduğu gibi, Bismillah’ta dahi Ulûhiyete [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] var ve بِسْمِ deki ب nin takdimi, قُلْ ün besmelenin âhirinde mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] olması hasr ve yalnız mânâsını ifade ettiğinden tevhide işaret ediyor. Yani, yalnız Onun ismiyle başla ve medet al. Ve Rahman isminde adaletin nizamına ve rahmetin cilvelerine işaret var. Çünkü, muhtelif, karmakarışık mevcudat, [var edilenler, varlıklar] intizamı ile güzelleşmiş. Ve rahmetin cilvelerine mazhar [erişme, nail olma] olabilir. Ve Rahîm’de haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] işaret var. Çünkü, mânâsında hem affetmek, hem rahmet ve şefkat etmek ve bu fâni dünyada o dört mânâ hakikati ile umumî bir surette görünmediğinden elbette bir diyar-ı âharda [başka memleket] o mânâlar tamamıyla tezahür edebilir. Hem rahmet ve şefkatin hakikati, dirilmemek üzere ölmekle kabil-i tevfik [bağdaşan] değildir. Demek Rahîm’deki şefkat, parmağını Cennete uzatmış gösteriyor.

Şimdi اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ…مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ 1 e bakınız! اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ da Ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] zahir işârâtı [işaretler] var. Çünkü, bütün hamd Allah’a mahsustur. Ulûhiyeti [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] gösterdiği gibi, tevhidi de gösteriyor.

Evet, لِلّٰهِ deki lâm, ilm-i sarfça bir mânâsı ihtisas ve istihkaktır. [hak edilen pay] اَلْحَمْدُ deki elif, lâm bir mânâsı istiğrakdır. [Allah aşkıyla kendinden geçme] Demek bütün hamdler Allah’a mahsustur. Demek tevhidi, kat’î ifade ediyor.

رَبِّ الْعَالَمِينَ 2 lâfzında [ifade, kelime] hem adalete, hem nübüvvete [peygamberlik] işaret var. Çünkü, on

472

sekiz bin âlemin zerreden ve zerrelerden, sineklerden tut, tâ bin defa zeminden büyük seyyareler [gezegen] ve yıldızlara kadar gayet mükemmel bir muvazene, [karşılaştırma/denge] bir intizam, bir mükemmel terbiye, gayet mükemmel bir adâlet-i kübrayı gösteriyor.

Nübüvvete [peygamberlik] işareti ise: Madem nev-i beşerin fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] kuvvelerine sâir hayvanat gibi had konulmamış, ondan tecavüzat [tecavüzler, saldırılar] çıkmış. Hem insan; maddî olduğu gibi, mâneviyat cihetinde de bütün kâinatla alâkadar olmasından, hilkat-i kâinattaki [evrenin yaratılışı] hikmet-i âliye-i beşeriyeti, nizam ve intizam altında olan çekirdek hükmünde olan istidadatı, [kabiliyet] inkişaf [açığa çıkma] ettirmekle emanet-i kübrâ [büyük emanet] vazifesini yapmak cihetiyle nübüvvet [peygamberlik] zarurîdir ki: رَبِّ الْعَالَمِينَ 1 deki عَالَمِينَ içindeki yüksek makamını bulabilsin ve halife-i zemîn olup melâikeye [melekler] rüçhaniyetini [üstünlük] gösterebilsin.

Ve مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ 2 cümlesi ise, haşri tasrih [açık şekilde bildirme] ediyor. Çünkü, يَوْمِ الدِّينِ yani, din günü ve ceza günü ve mâneviyat günü demek. Nasıl dünya; maddiyat ve maddî harekâtın ve amellerinin günüdür. Elbette o harekâtın neticelerini ve o hizmetlerinin ücretlerini ve o mâneviyatın semeratlarını [meyve] belki o fâniyat ve zâilâtın bâkî ve daimî eserlerini ve âlem-i misal [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] sinemasıyla ve fotoğrafıyla alınan umum o fâniyat ve zâillerin sahife-i amellerini [amellerin yazıldığı sahife] gösterecek ve neşredecek bir gün gelecektir diye ifade ediyor.

Bismillah, elhamdü lillâh cümleleri gibi Kur’ân’da ekseri yerlerinde böyle dört unsur-u esasiye içinde görünebilir. Mesela: اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرُ 3 bir sadef [içinde inci bulunan kabuk] gibi bu dört cevahir [cevherler] içindedir. Dikkat etsen görürsün. “Biz sana verdik

473

Kevser‘i.” [Cennette bulunan bir havuz] Yani, Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] seni nübüvvetle [peygamberlik] ve maddî-manevî temin-i adâletle müşerref ettiği gibi, Cennette Kevser‘i [Cennette bulunan bir havuz] ihsan [bağış] ediyor.

Ey sâil! [soru soran] Pek uzun hakikati kısa kesip bu üç misali minval [hareket tarzı, davranış, usul, yol] ve mekik [dokuma âleti] yap; üstünde o münasebât ve işârâtı [işaretler] dokumaya başla. Biz de şimdi Bismillah’tan başlıyoruz. İzahı, tafsîli Risale-i Nur ve Birinci Söz ve Besmele Lem’asına [parıltı] ve sâir Risale-i Nur’daki Bismillah’ın hakikatlerine dair hüccetlerine [delil] havale edip, yalnız nazm [diziliş, tertip] itibarıyla küçük bir îma ederiz. Şöyle ki:

Bismillah güneş gibidir. Başkalarını tenvir [aydınlatma] ettiği gibi, kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan onun hakikatini herkesin ruhu hisseder. Kalb ve hayal bilmese de ehemmiyeti yok. Onun için beyan ve tariften müstağnidir. [çok üstün ve ötede bulunan]

Harfler ve cüzlerinden evvela ب nin fenn-i sarfça [gramer ilmi, dilbilgisi] bir mânâsı istiânedir. [yardım dileme] Bir mânâ-yı örfîsi [bilinen, alışılan mânâ] teberrük [bereket vesilesi] mânâsı olmasından bu ب nin merci-i müteallikı kendi mânâsından çıkan اَسْتَعِينُ ve اَتَيَمَّنُ fiillerine bağlanıyor. Veyahut Bismillah’taki perdesinde قُلْ (söyle)’den çıkan اِقْرَاْ (oku) fiiline bakar. Yani: “Ya Rabbi, ben senin isminin yardımıyla ve onun bereketiyle okuyacağım. Her şey senin kudretinle ve icadınla ve tevfîkinle olduğu gibi, yalnız ve yalnız senin isminle başlıyorum.”

Demek Bismillah’tan sonra اِقْرَاْ okumak lâfzı, âhirinde mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] olmasından hem ihlâs, hem tevhidi ifade eder.

Ama اِسْمِ kelimesi ise: Biliniz ki, Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] bin bir esmasından [Allah’ın isimleri] bir kısmına “Esmâ-i Zâtiye” denilir ki, her cihette, Zât-ı Akdes‘i [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] gösterir. Onun

474

adı ve onun ünvanıdır. “Allah, Ehad, [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] Samed, [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] Vâcibü’l-Vücud[varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] gibi çok esmâ [Allah’ın isimleri] var. Bir kısmına da “Esmâ-i Fiiliye” tabir edilir ki, çok nevileri var. Mesela, “Gaffar, [ne kadar çok ve büyük olursa olsun dilediği kullarının her türlü suç ve günahını tekrar tekrar bağışlayan Allah] Rezzak, [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] Muhyî, [bütün canlılara hayat veren Allah] Mümît, [ölümü yaratan Allah] Mün’im, [gerçek nimet verici olan Allah] Muhsin.” [bağış ve iyiliklerde bulunan]

– 74 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Hem geçmiş, hem gelecek, hem maddî, hem mânevî bayramlarınızı ve mübarek gecelerinizi bütün ruh u canımla tebrik ve ettiğiniz ibadet ve duaların makbuliyetini [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] bütün ruh u canımızla niyaz edip, isteyip, o mübarek dualara âmin deriz.

Saniyen: [ikinci olarak] Hem çok defa mânevî, hem çok cihetlerden ehemmiyetli iki suallerine mahrem cevap vermeye mecbur oldum.

Birinci Sualleri: Niçin eskiden Hürriyetin başında siyasetle hararetle meşgul oluyordun, bu kırk seneye yakındır ki bütün bütün terk ettin?

Elcevap: Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasîsi [anayasa] olan, “Selâmet-i millet için fertler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas [kişiler] kurban [yakın] edilir. Vatan için herşey feda edilir” diye, bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun su-i istimalinden [kötüye kullanma] neş’et [doğma] ettiğini kat’iyen [kesinlikle] bildim. Bu kanun-u esasî-yi [anayasa] beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok su-i istimale [kötüye kullanma] yol açmış. İki Harb-i Umumî, [Birinci Dünya Savaşı] bu gaddar kanun-u esasînin [anayasa] su-i istimalinden [kötüye kullanma] çıkıp bin sene beşerin terakkiyatını [ilerleme] zîr ü zeber [alt üst] ettiği gibi, on câni yüzünden doksan

475

mâsumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-i umumî perdesi altında şahsî garazlar, bir câni yüzünden bir kasabayı harap etti. Risale-i Nur bu hakikati bazı mecmua ve müdafaatta ispat ettiği için onlara havale ediyorum.

İşte, beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine [anayasa] karşı, Arş-ı Âzamdan [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] gelen Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyandaki [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] bu gelen kanun-u esasîyi [anayasa] buldum. O kanunu da şu âyet ifade ediyor:

وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى * 1

مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى اْلاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا * 2

Yani, bu iki âyet, bu esası ders veriyor ki: “Bir adamın cinayetiyle başkalar mes’ul olmaz. Hem bir mâsum, rızası olmadan, bütün insana da feda edilmez-kendi ihtiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse, o fedakârlık bir şehadettir ki, o başka meseledir” diye, hakikî adalet-i beşeriyeyi te’sis ediyor. Bunun tafsilâtını [ayrıntılar] da Risale-i Nur’a havale ediyorum.

İkinci sual: Sen eskiden şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata [ilerleme] çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan “mim’siz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden [sosyal hayat] çekildin, inzivaya [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] sokuldun?

Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere [anayasa] muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı [günahlar] hasenatına, hatâları, zararları, fâidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî [asıl ve gerçek maksad, hedef] olan istirahat-i umumiye [genel huzur, insanların dünya ve âhiret rahatı, mutlululuğu] ve saadet-i hayat[hayatın mutluluğu] dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet; [ahmaklık, beyinsizlik] ve sa’y [çalışma] ve

476

hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe [üstün gelme] çaldığından, biçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tembel eyledi. Semavî Kur’ân’ın kanun-u esasîsi, [anayasa]

كُلُوا وَاشْرَبُوا وَلاَ تُسْرِفُوا 1* لَيْسَ لِلاِنْسَانِ إِلاَّ مَا سَعٰى * 2

ferman-ı esasîsiyle, “beşerin saadet-i hayatiyesi, [hayatın mutluluğu] iktisat ve sa’ye [çalışma] gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] avâm [halk] tabakası birbiriyle barışabilir” diye Risale-i Nur bu esası izaha binaen, kısa bir iki nükte [derin anlamlı söz] söyleyeceğim:

Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hâcâtını tedarik etmeyen, on adette ancak ikisiydi. Şimdiki garp [batı] medeniyet-i zâlime-i hâzırası, su-i istimâlât ve israfat [israflar, savurganlıklar] ve hevesatı tehyiç [heyecanlandırma, harekete geçirme] ve havâic-i [hoppa, uçarı] gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle, şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcâtı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir; on sekizi muhtaç hükmünde kalır. Demek, bu medeniyet-i hâzıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Biçare avâm [halk] ve havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] tabakasını daima mübarezeye [karşı koyma] teşvik etmiş. Kur’ân’ın kanun-u esasîsi [anayasa] olan “vücub-u zekât, [zekâtın farz oluşu] hurmet-i riba” vasıtasıyla avâmın havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] karşı itaatini ve havassın [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] avâma karşı şefkatini temin eden o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber [alt üst] etti.

İkinci nükte: [derin anlamlı söz] Bu medeniyet-i hâzıranın harikaları, beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali [çalıştırma, vazifelendirme] iktiza [bir şeyin gereği] ettiği halde, şimdi görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe ve sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] ve

477

sa’yi [çalışma] ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için, sa’yin [çalışma] şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık yoluyla sefahete, [ahmaklık, beyinsizlik] israfa, zulme, harama sevk ediyor.

Meselâ, Risale-i Nur’daki Nur Anahtarının dediği gibi, radyo büyük bir nimet iken, maslahat-ı beşeriyeye [insanlığın yararı] sarf edilmekle bir mânevî şükür iktiza [bir şeyin gereği] ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz, mâlâyâni [anlamsız, faydasız] şeylere sarf edildiğinden, tembelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa’yin [çalışma] şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor.

Hattâ çok menfaatli olan bir kısım harika vesait, [araçlar, vasıtalar] sa’y [çalışma] ve amel ve hakikî maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimali [çalıştırma, vazifelendirme] lâzım gelirken, ben kendim gördüm, ondan bir ikisi zarurî ihtiyâcâta sarf edilmeye mukabil, ondan sekizi keyif, hevesat, tenezzüh, [ferahlama, rahatlama] tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz’î [ferdî, küçük] misale binler misaller var.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamahı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış.

Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o biçare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış, sa’y [çalışma] ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] sevk edip ömrünü fâidesiz zayi ediyor.

Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su-i istimal [kötüye kullanma] ve israfatla [israflar, savurganlıklar] yüz nevi hastalığın sirayetine, [bulaşma] intişarına [açığa çıkma, yayılma] vesile olmuş.

Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli [çokluk] hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla intibaha [uyanış] gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor, bir nevi cehennem azâbı veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dört yüz milyon talebesinin intibahıyla [uyanış] ve içinde semavî, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kanun-u esasîleriyle [anayasa] bin üç yüz

478

sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini; ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayat[hayatın mutluluğu] dünyeviyesini, hem saadet-i hayat[hayatın mutluluğu] uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü, idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] çıkarıp âlem-i nura [nur âlemi] bir terhis tezkeresi göstermesini; ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, [güzellikler] seyyiatına [günahlar] tam galebe [üstün gelme] edeceğini; ve şimdiye kadar olduğu gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini, Kur’ân-ı Mu’cizi’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] işârât [işaretler] ve rumuzundan [ince işaretler] anlaşıldığı gibi, rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî

– 75 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 2* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 3

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 4

Aziz, sıddık, fedakâr kardeşlerim,

Çok yerlerden telgraf ve mektuplarla bayram tebrikleri aldığım ve çok hasta bulunduğum için, vârislerim [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan Medresetü’z-Zehra erkânları [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] benim bedelime hem kendilerini, hem o has kardeşlerimizin bayramlarını tebrik etmekle beraber, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] büyük bayramının arefesi olan ve şimdilik Asya ve Afrika’da inkişafa [açığa çıkma] başlayan ve dört yüz milyon Müslümanı birbirine kardeş ve maddî ve

479

mânevî yardımcı yapan İttihad-ı İslâmın, yeni teşekkül [kendi kendine oluşma] eden İslâmî devletlerde tesise başlamasının ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kanunlarının o yeni İslâmî devletlerin kanun-u esasîsi [anayasa] olmasından dolayı büyük bayram-ı İslâmiyeyi tebrik ve dinler içinde bütün ahkâm [hükümler] ve hakikatlerini akla ve hüccetlere [delil] istinad ettiren Kur’ân-ı Hakîmin, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] zuhura gelen küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] tek başıyla kırmasına çok emareler görülmesi ve beşer istikbalinin de, bu gelen bayramını tebrikle beraber, Medresetü’z-Zehranın ve bütün Nur talebelerinin hem dahil, hem hariçte, hem Arapça, hem Türkçe Nurların neşriyatına çalışmalarını ve dindar Demokratların bir kısm-ı mühimmi Nurların serbestiyetine taraftar çıkmalarını bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz.

Bu sene hacıların az olmasına çok esbap [sebepler] varken, 180 binden ziyade hacıların o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] farizayı ve din-i İslâmın [İslâm dini] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve semavî kongresi hükmünde olan bu hacc-ı ekberi büyük bir bayramın arefesi noktasında olarak bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Hasta kardeşiniz

Said Nursî

– 76 –

 Emirdağının mânidar bir hâtırası

Beş seneden beri teneffüs için Emirdağının etrafında paytonla gezdiğim zaman, garip bir tarzda, bir yaşından yedi yaşına kadar küçücük çocuklar, valide ve pederlerine karşı gösterdikleri alâkadan ziyade bir iştiyakla [arzu, istek] paytonuma koşup elime sarılıyorlardı. Hattâ bir iki defa payton altına düşüp harika bir tarzda zarar görmeden kurtuldular. Hattâ hiç beni görmeyen, bilmeyen bir ve iki, üç yaşında çocuklar yalın ayak dikenler içinde koşa koşa paytona yetişiyorlar, büyük adamlar gibi temenna edip “Elinizi öpelim” derlerdi. Bu hale hem ben, hem kardeşlerim

480

ve görenler hayret ediyorduk. Bu hal bir mahalleye mahsus değil; her tarafta hattâ köylerinde aynı hal devam ediyordu.

Beni aldatmayan bir hatıra-i hakikatle [hakikate ulaşma yönünde yaşanmış bir hatıra] benim ve arkadaşlarımın kanaatimiz geldi ki, bu mâsum taifenin masumiyetleri cihetiyle, sevk-i fıtrî denilen bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile, Risale-i Nur’un bu memlekette mâsum çocuklara ve kendilerine çok menfaati olacak diye, akıl ve fikirleri derk [anlama, algılama] etmediği halde, o mâsumâne hisle Risale-i Nur’un mânâsı itibarıyla tercümanına, annesine yalvarmasından ziyade bir iştiyakla [arzu, istek] koşuyorlardı.

Biz de bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile hissediyoruz ki, ileride bu küçük mâsum mahlûklarda [varlıklar] büyük Nurcular çıkacak. Ve ileride Nurun has şakirtleri [öğrenci] olacak ki, bu vaziyeti gösteriyorlar.

Ben de bu nevi küçücük mâsumları, evlâdım olmadığından, evlâd-ı mâneviye olarak dualarıma umumen dahil ettim. Her sabah bunları da Nur talebeleriyle beraber dualarımda yâd ediyorum.

Hem onlardan bir yaşındaki mâsumu, kırk yaşındaki lâkayt [duyarsız] bir adama tercih etmeye sebep, bunlar günahsız ve samimî bir alâka göstermesinden, elbette onları, sevk eden bir hakikat var. Ben de o cihetten onları; büyüklere temenni ettiğim gibi, onların temennalarına ciddî mukabele [karşılama; karşılık verme] ediyorum.

Hem mâsumiyetleri, hem ileride tam Nurcu olmalarına binaen, dualarını kendi hakkımda makbul olacak diye onlara derdim: “Madem siz benim evlâd-ı mâneviyem oldunuz. Ben de size dua ediyorum. Siz de günahınız olmadığı için, duanız benim hakkımda inşaallah [Allah dilerse] makbuldür. Siz de bana dua ediniz. Çünkü ziyade hastayım” derdim.

Ben ve benim yanımdaki kardeşlerimin kuvvetli bir ihtimalle kanaatimiz geliyor ki, masonlar ve zındıkların plânı ile bolşevizm tarzında gençleri terbiye etmek için bir vakit bazı mektepler açıldığı ve sonra değişen bu mekteplerle gençleri ifsada [bozma] çalıştıklarına mukabil, İslâmiyetin kahraman bayraktarı olan Türk milletinin mâsum küçük yavruları, nuranî bir intibah [uyanış] ve bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile Nurlardan ders almaları, gençlerin başına gelen o belâya karşı bir mukabeledir [karşılama; karşılık verme] ki, inşaallah [Allah dilerse] o yavruların hem kendileri, hem gençler, mason ve zındıkların şerlerinden kurtulmasına bir işarettir ki, bu acip vaziyeti gösteriyorlar.

Said Nursî

481

– 77 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim ve mânevî Medresetü’z-Zehranın Nur şakirtleri, [öğrenci]

Ben Isparta’ya geldiğim vakit, Isparta’da İmam-Hatip ve vâiz [nasihat veren] mektebinin açılacağını haber aldım. O mektebe kayıt olacak talebelerin ekserisi Nurcu olmaları münasebetiyle o mektebin civarında gayr-ı resmî [resmi olmayan] bir surette bir Nur medresesi açılıp, o mektebi bir nevi medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] yapmak fikriyle bir hâtıra kalbime geldi. Bir iki gün sonra, güya bir ders vereceğim diye etrafta şâyi olmasıyla, o dersimi dinlemek için rical [ümit] ve nisâ kafilelerinin etraftan gelmeleriyle anlaşıldı ki, böyle nim-resmî ve umumî bir medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] açılsa, o derece kalabalık ve tehacüm [her taraftan hücum etme] olacak ki, kabil [mümkün] olmayacak. Afyon’da mahkemeye gittiğimiz vakitki gibi pek çok lüzumsuz içtimalar [bir araya gelme, toplanma] olmak ihtimali bulunduğundan, o hâtıra terk edildi, kalbe bu ikinci hakikat ihtar edildi. Hakikat de şudur:

“Herbir adam eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i Nuriyeye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] ittihaz [edinme, kabullenme] etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun [ilim talebeleri] sevaplarına ve şereflerine mazhar [erişme, nail olma] oldukları gibi, İhlâs Risalesinde [Risale-i Nur Külliyatında yer alan bir bölüm; Yirmi Birinci Lem’a] [parıltı] yazılan beş nevi ibadete de mazhar [erişme, nail olma] olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini [geçim] temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir” diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 4

Hasta kardeşiniz

Said Nursî

482

– 78 –

29.11.1951

 Eskişehir

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelen: Bütün ruh u canımla hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ve imaniyenizi tebrik ediyorum. Bu mektupta bir ince meseleyi meşveret [danışma] suretiyle reyinizi [fikir, düşünce] almak için gönderdik. Münasip midir? Değilse ıslah edersiniz.

Saniyen: [ikinci olarak] Risale-i Nur’da ispat edilmiş ki, insanların ayn-ı zulümleri [zulmün tâ kendisi] içinde kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] adalet eder. Yani, insanlar bazı sebeple haksız zulmeder, birisini hapse atar. Fakat kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] aynı hapiste başka sebebe binaen adalet ediyor ki, hakikî bir suça binaen o hapisle onu mahkûm ediyor.

İşte, şimdi bu hakikati gösteren, başıma gelen acip bir misali şudur: Yirmi sekiz senedir müteaddit [bir çok] vilâyetlerde ve mahkemelerde benim mes’uliyetime ve mahkûmiyetime ve mahpusiyetim gibi zâlimâne işkence ve cezalarına gösterdikleri sebep, hiçbir emaresini bulmadıkları mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] bir suçum şudur:

Diyorlar: “Said, dini siyasete âlet yapmak ister ve yapıyor.” Halbuki bu dâvâlarına otuz senelik musibetli yeni hayatımda ve otuz büyük mecmualarımda bu suça müsbet [isbat edilmiş, sabit] bir delil bulamadılar. Halbuki böyle meselelerde bir mahkeme madem bulmadı ve mes’ul edemedi. Başka mahkemelerin musırrâne [ısrarlı bir şekilde] aynı meseleyi esas tutmaları, bütün bütün kanuna ve akla ve âdete muhalif bir hâlettir. [durum] Belki siyaseti dinsizliğe âlet edenler kısmı, kendilerine bir perde olarak bu ittihamı [suçlama] bizlere ediyorlar.

Bununla beraber, dine hizmet itibarıyla taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden eski altmış senelik hayat-ı ilmiyem kat’î bir hüccet [delil] ve yakîn bir delildir ki, bütün hayatımda temas ettiğim

483

siyaseti ve dünyayı ve bütün içtimaî [sosyal, toplumsal] cereyanları dine hizmetkâr ve âlet ve tâbi yapmak düsturuyla [kâide, kural] hareket etmişim. Mahkemelerde de hem dâvâ, hem ispat etmişim ki, değil dini siyasete âlet yapmak, belki birtek hakikat-i imaniyeyi [iman gerçeği] dünya saltanatına değiştirmediğimi kat’î delillerle ispat ettiğim halde, böyle yirmi vecihle [yön] hakikate muhalif ve divanecesine büyük makamınızı işgal eden bir kısım adliye memurları ve siyasî adamlar bu acip hurafe gibi meseleyi hakikat zannedip yirmi sekiz sene bana zulmettiklerinin hakikî sebebini bugünlerde bildim. Sebebi bu ki:

Bu enaniyetli zamandaki hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] en büyük tehlikem ve mânevî en büyük suçum ve cinayetim, bu zamanda hizmet-i Kur’âniyemi [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] şahsıma ait maddî ve mânevî terakkiyatıma [ilerleme] ve kemâlâtıma [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] âlet yapmak imiş. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükrediyorum ki, bu uzun zamanlarda ihtiyarım haricinde hizmet-i imaniyemi, [iman hizmeti] değil maddî ve manevî terakkiyatıma [ilerleme] ve kemâlâtıma [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve azaptan ve Cehennemden kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vesile yapmama, belki hiçbir maksada kat’iyen [kesinlikle] âlet etmekliğime gayet kuvvetli, mânevî bir mâni görüyordum. Hayret, hayret içinde kalıyordum: Acaba herkesin hoşlandığı mânevî makamatı ve uhrevî saadetleri a’mâl-i sâliha ile onları kazanmak ve müteveccih [yönelen] olmak, hem meşrû, hem hiçbir cihet-i zararı olmadığı halde, niçin böyle ruhen men ediliyorum?

Rıza-yı İlâhîden [Allah rızası] başka vazife-i fıtriye-i ilmiyenin sevkiyle yalnız ve yalnız imana hizmetin kendisi ayn-ı ücret bana gösterilmiş. Çünkü, şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde [üstünde] olan hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ubudiyetle [Allah’a kulluk] muhtaçlara tesirli bir surette bildirmenin bu dehşetli zamanda çâre-i yegânesi [tek çâre] ve imanı kurtaracak ve kat’î kanaat verecek, bu tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayan bir ders-i Kur’ânî [Kur’ân dersi] lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve mütemerrid [inatçı] ve inatçı dalâleti kırsın ve herkese kanaat-i kat’iye [kesin düşünce] verebilsin. Böyle bir derse, bu zamanda bu şerait dahilinde hiçbir şahsî ve uhrevî ve dünyevî, maddî ve mânevî birşeye âlet edilmediğini bilmekle kat’î kanaat gelebilir. Yoksa,

484

komitecilikten ve cemiyetçilikten tevellüd [doğma] eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i mâneviyesine [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] karşı mukabil çıkan bir şahsın en büyük bir mertebe-i mâneviyesi de bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale [giderme] edemez. Çünkü, imana girmek isteyen muannidin [inatçı] nefsi ve enesi diyebilir ki, “Bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] şahıs, dehâsıyla ve harika makamıyla bizi kandırdı” diye bir şüphesi kalır.

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür ki, yirmi sekiz sene dini siyasete âlet ittihamı [suçlama] altında kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] bu zulm-ü beşerîde [insanların zulmü] benim ruhumu, ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeyde âlet etmemek için, beni, beşerin zâlimane eliyle ayn-ı adalet [adaletin ta kendisi] olarak tokatlıyor. Yani, “Sakın, sakın,” diye îkaz ediyor. “İman hakikatini kendi şahsına âlet yapma—tâ imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamları, şeytanın desiseleri [hile, aldatma] kalmasın, sussun.”

Hakikaten Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynı meâlinde milyonlar kitap o hakikatleri belîğane neşrettikleri halde ve binler hakikî âlimler ders vermeleriyle bu memlekette dehşetli küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] tam durduramadıkları halde, Nurlar, mezkûr [adı geçen] sırra binaen bir cihette galebe [üstün gelme] ettiğini düşmanları dahi tasdik ederler.

Evet, küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] karşı, bu ağır şerait içinde Nurlar bu işi görmüş, meydandadır. Demek Nurların kuvveti bu sırr-ı azîmden [büyük sır] ileri geliyor.

Ben de bütün ruh u canımla yirmi sekiz sene bu işkenceli musîbetlerime [isabet eden, isabetli] razı oldum. Hakkımı helâl ettim. Âdil kadere de derim ki: Müstehak idim senin bu şefkatli tokatlarına… Yoksa gayet meşrû, zararsız, herkesin lillâh için takip ettikleri mübarek mesleğe girseydim, yani maddî ve mânevî hislerimi bütün feda etmeseydim, hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] bu acip mânevî kuvveti kaybedecektim. İşte bu kuvvetin bir acip nümunesi bazı zatların ki, ben onların ancak ednâ [basit, aşağı] bir talebesi olabildiğim halde, onların hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] dair bir kitabını birisi okumuş.