SÖZLER – İkinci Söz (41-43)

41

İkinci Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ * 1

İMANDA ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle:

Bir vakit iki adam hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin [bencil] talihsiz bir tarafa, diğeri hüdâbin [Allah’ı tanıyan] bahtiyar diğer tarafa sülûk [mânevî yol alma] eder, giderler.

Hodbin [bencil] adam hem hodgâm, [bencil] hem hodendiş, [yalnız kendini düşünen] hem bedbin [ümitsiz, karamsar] olduğundan, bedbinlik [karamsarlık] cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçâreler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveylâ [çığlık, feryad] ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazin, elîm bir hali görür. Bütün memleket bir matemhane-i umumî [genel yas evi] şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim [karanlık] haleti [hal, durum] hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünkü herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor. Ve ortalıkta dahi müthiş cenazeleri ve meyusâne [ümitsiz] ağlayan yetimleri görür. Vicdanı azap içinde kalır.

Diğeri hüdâbin, [Allah’ı tanıyan] hüdâperest [Allah’a ibadet eden] ve hak-endiş, [hak taraftarı] güzel ahlâklı idi ki, nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor: her tarafta bir sürur, [mutluluk] bir şehrâyin, [şenlik] bir cezbe ve neş’e içinde zikirhaneler… Herkes ona dost ve akraba görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye [genel izin, salıverilme] şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlil [“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” mânâsındaki “lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme] ile mesrurâne [mutlu] ahz-ı asker [asker alımı] için bir davul, bir musiki sesi işitiyor. Evvelki bedbahtın

42

hem kendi, hem umum halkın elemiyle müteellim [acı çeken] olmasına bedel, şu bahtiyar, hem kendi, hem umum halkın süruruyla [mutluluk] mesrur [mutlu] ve müferrah [ferah duyan, huzurlu] olur. Hem güzelce bir ticaret eline geçer, Allah’a şükreder.

Sonra döner, öteki adama rast gelir. Halini anlar. Ona der:

“Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki [iç] çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm [kuruntu] etmişsin. Aklını başına al, kalbinitemizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, [halkına iyi davranan] muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin [hükümdar] memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] [gelişmişlik ve kalkınmışlık eserleri] gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.”

Sonra o bedbahtın aklı başına gelir, nedamet [pişmanlık] eder. “Evet, ben işretten [içkili eğlence] divane olmuştum. Allah senden razı olsun ki cehennemî bir haletten [hal, durum] beni kurtardın” der.

Ey nefsim! Bil ki, evvelki adam, kâfirdir. Veya fâsık, [günahkâr] gafildir. Şu dünya, onun nazarında bir matemhane-i umumiyedir. [genel yas evi] Bütün zîhayat, [canlı] firak [ayrılık] ve zevâl [batış, kayboluş] sillesiyle [tokat] ağlayan yetimlerdir. Hayvan ve insan ise, ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, [var edilenler, varlıklar] ruhsuz, müthiş cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elîm, ezici, dehşetli evham, küfründen [inançsızlık, inkâr] ve dalâletinden [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] neş’et [doğma] edip onu mânen tâzip [azap] eder.

Diğer adam ise, mü’mindir. Cenâb-ı Hâlıkı [Yüce Yaratıcı, Allah] tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan, [hayvan ve insanların eğitim yeri] ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır. [insanların ve cinlerin imtihan yeri] Bütün vefiyât-ı hayvaniye ve insaniye [hayvanların ve insanların ölümleri] ise, terhisattır. [askerliğin bitişiyle salıverilme] Vazife-i hayatını [hayat görevi] bitirenler, bu dâr-ı fâniden, [geçici yer, dünya] mânen mesrurâne, [mutlu] dağdağasız [sıkıntısız] diğer bir âleme [âhiret, öteki dünya] giderler—ta yeni vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar.

43

Bütün tevellüdât-ı hayvaniye ve insaniye [hayvan ve insanların doğumu] ise, ahz-ı askere, [asker alımı] silâh altına, vazife başına gelmektir. Bütün zîhayat, [canlı] birer muvazzaf mesrur [mutlu] asker, birer müstakim [doğru ve düzgün] memnun memurlardır. Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih [ferahlama] veya işlemek neş’esinden neş’et [doğma] eden nağamattır. [nağmeler, ahenkli ezgiler.] Bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] o mü’minin nazarında, Seyyid-i Kerîminin [ikram ve cömertlik sahibi efendi, Allah] ve Mâlik-i Rahîminin [özel şefkat ve merhameti olan ve herşeyin sahibi Allah] birer mûnis [cana yakın] hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi pek çok lâtif, [berrak, şirin, hoş] ulvî ve leziz, tatlı hakikatler, imanından tecellî eder, tezahür eder.

Demek iman bir mânevî tûbâ-i Cennet [Cennetteki tûbâ ağacı] çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem [Cehennemdeki zakkum ağacı] tohumunu saklıyor.

Demek selâmet [huzur] ve emniyet yalnız İslâmiyette ve imandadır. Öyle ise biz daima “Elhamdü lillâhi alâ dini’l-İslâm ve kemâli’l-îman“1 [İslâm dinini ve kusursuz bir imanı nasip ettiği için Allah’a hamd olsun] demeliyiz.