İLK DÖNEM ESERLERİ – Divan-ı Harb-i Örfî (379-432)

379

Risale-i Nur Külliyatından

İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi

Veya

Divan-ı Harb-i Örfî

Bediüzzaman Said Nursî

Telif [kaleme alma] Tarihi: 1909 (Rûmî: 1325)

İlk Baskı: 
İkbal-i Millet Matbaası, İstanbul 
1911 (Rûmî: 1327)

380
381

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Yarım asır evvel tab [basma] edilen bu müdafaayı, şimdi bu asra daha muvafık gördük. Güya o zamandan elli sene sonra bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile bir nev’i ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] olarak hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] alâkadar eden çok hakikatlere temas ettiğinden neşredildi.

Eserin kırk beş sene evvel (1327) tab’ındaki [baskı basma]

 İfade-i Nâşir

Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Ramiz der:

ÜÇ YÜZ YİRMİ ÜÇ senesi zarfında idi ki, Şarkın yalçın, sarp, âhenîn mâverâ-i [arkasında bulunan; öte] şevâhik-i cibalinde tulû [doğma] etmiş Said Nursî isminde nevâdir-i hilkatten mâdud [addedilen, sayılan] bir ateşpâre-i zekânın [ateş saçan zekâ; çok süratli ve keskin anlayış sahibi] İstanbul âfâkında rüyet [Allah’ın cemâlini görme] edildiği haberi etrafa aksetmiş ve fıtraten mütecessis [araştıran, gizli şeyleri öğrenmeye çalışan] olan bazı kimseler o harika-i fıtratı peyapey gördükçe, mâder-i hilkatin hazâin-i lâ-tefnâsındaki sehaveti [cömertlik] bir türlü hazmedemeyenler, Şarkî Anadolu [Doğu Anadolu] kıyafetinde, o şal ve şalvar altında öyle bir kanun-u dehânın ihtifa edebileceğini bir türlü anlayamayarak, bir kısım adamlar ona, “mecnun” demişlerdi.

Said Nursî, filvâki ifrat-ı zekâ itibarıyla hudud-u cünunda idi. Fakat, öyle bir cünun ki, “Onun ulvî ruh ve kemâl-i aklına [aklın mükemmelliği] işarettir” diye bir zât şu mısralarında tercüman-ı zîşanı olmuştur:

Cünun, başımda yanar ateş-i maâlîdir,

Cünun, başımda benim bir zekâ-i âlîdir.

382

Benim cünunuma rehber ziya-yı ulviyet,

Benim cünunumu bekler azîm bir niyet.

Evet, Said Nursî İstanbul’a, şûrezâr vilâyât-ı şarkiyenin [doğu illeri] maarifsizlikle [bilgiler] öldürülmek istenilen Yıldız siyasetlerine istikamet [doğru] vermek azmiyle gelmişti. Daha İstanbul’a gelmeden, Van’dan, Bitlis’ten, Mardin’den defaatla nefyolmasından, [gönderilme, sürgün] İstanbul’a gelmesiyle beraber, merhum Sultan Abdülhamid tarafından sûret-i ciddiyede tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] altına aldırıldı. Birkaç kere tevkif edildi. Nihayet birgün geldi, Said Nursî’yi Üsküdar’a, Toptaşına yolladılar. Çünkü hapishanede ikaz edilecek kimseler bulunmak muhtemeldi. Tımarhaneden ikide bir çıkartılıyor; maaş, rütbe tebşir [müjdeleme] ediliyor; Hazret-i Said, “Ben memleketimde mektep-medrese açtırmak üzere geldim, başka bir dileğim yoktur. Bunu isterim, başka birşey istemem” diyordu. Tâbir-i âharle, Bediüzzaman iki şey istiyordu: Vilâyat-ı şarkıyenin her tarafında mektepler, medreseler açtırmak istiyor ve başka birşey almamak istiyordu.

Arş-ı kanaat oldu behişt-i gına bize,

Biz etmeyiz zemîn-i müdârâya ol emin.

Mansıbların, makamların en bülendidir,

Hizmet-i iman ile âsâyiş ve saadeti temin.

Şehzadebaşında şemâtetle [başkasının kötü duruma düşmesine sevinme] konferans verildiği gece, kemâl-i mehabetle sahneye çıkıp irad [sunma, söyleme] ettiği nutk-u beliğ-i bîtarafane, Said’in ihata-i ilmiyesi [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] kadar hamaset ve fedakârlıkta da ileri olduğunu teyid eder. Gerek o gece, gerek menhus 31 Mart’ta cihandeğer [dünyalara değer] nasihatleriyle ortaya atılan hoca-i dânâya, [bilen, bilgin hoca] böyle tehlikeli bir anda vücud-u kıymetdarının sıyaneti, nefean lil’umum elzem olduğu halde ve ihtar edildiği zaman, “En büyük ders, doğruluk yolunda ölümünü istihkar [küçümseme] dersi vermektir”; “Yerinde ölmek için bu hayat lâzımdır” fikrine karşı,

383

Aşinayız, bize bîgânedir [yabancı, ilgisiz] endişe-i mevt.

Adl [adalet] ü hak uğruna nezreylemişiz cânımızı.

Olur bize âb-ı hayat, [hayat suyu] ateş-i seyyâl-i memat.

mısrâı ile mukabele [karşılama; karşılık verme] ederdi.

Said-i hüşyârın safvet-i ruhunu, besalet ve şecaatini, [yiğitlik, cesaret] fedakârlığındaki nihayetsizliğini anlamak ve ona bağlanmak için, lisân-ı hamasetinden bu mezkûr [adı geçen] mısrâı dinlemek kifayet [yeterli olma] eder.

Bediüzzaman’a zurafâdan biri bir gün irfanıyla [bilgi, anlayış] mütenasip [birbirine uygun] bir esvap iktisaı lüzumundan bahseder. Müşarün ileyh de, “Siz Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz; hem onun yolladığı kalpakları [sahte para] giyiyorsunuz. Ben ise bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum;Haşiye onun için yalnız memleketimin maddî ve mânevî mâmulâtını giyiyorum” buyurmuştur.

Elyevm, [bu gün] Said Nursî memleketine döndü. Karışmış İstanbul’un havâ-i gıll ü gışından ve tezviratından ve bedraka-i efkâr olmak lâzım gelen gazetecilerin bazılarının bütün fenalıklara bâdî ve bütün felâketlerin müvellidi olduklarını görerek, bu derece açık cinayetlere tahammül edemeyerek meyus [ümitsiz] ve müteessir, [etkileme, tesiri altında bırakma] vahşetzâr fakat mûnis, [cana yakın] vefakâr ve nâmusperver olan dağlarına döndü. İsabet etti. Kim bilir, belki en büyük icraatından biri de budur.

 Nâşiri

 Ahmed Ramiz

(Rahmetullahi aleyh)

ba

384

Kırk altı sene evvel tab’ [baskı basma] edilen1

 İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 2* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 3

Mukaddime [başlangıç]

VAKTÂ [ne vakit] Kİ HÜRRİYET divanelikle yâd olunurdu; zayıf istibdat [baskı, zulüm] tımarhaneyi bana mektep eyledi. Vaktâ [ne vakit] ki itidal, [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] istikamet; [doğru] irtica ile iltibas [karıştırma] olundu; Meşrutiyette [meclise dayalı yönetim şekli] şiddetli istibdat, [baskı, zulüm] hapishaneyi mektep yaptı.

Ey şu şehadetnamemi temaşa eden zevat! Lütfen ruh ve hayalinizi misafireten, yeni medeniyete karışmış asabî bir bedevî talebenin hâl-i ihtilâlde olan ceset ve dimağına [akıl, beyin] gönderiniz. Ta tahtie ile hatâya düşmeyiniz.

31 Mart Hadisesinde Divan-ı Harb-i Örfîde dedim ki:

Ben talebeyim. Onun için herşeyi mizan-ı şeriatla muvazene [karşılaştırma/denge] ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için herşeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından [bakış açısı] muhakeme ediyorum.

Ben hapishane denilen âlem-i berzahın [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendiferi [tren] beklerken, cemiyet-i beşeriyenin [insan topluluğu] gaddarane hallerini tenkit ederek, değil yalnız sizlere, belki bu zamandaki nev-i benî beşere irad [sunma, söyleme] ettiğim bir nutuktur. Onun için, يَوْمَ تُبْلَى السَّرَۤائِرُ 4 sırrınca, kabr-i kalbden hakaik [doğru gerçekler] çıplak çıktı; nâmahrem [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] olan kimseler nazar etmesin. Âhirete kemâl-i iştiyak [tam bir istek ve arzu] ile müheyyayım. [hazırlanmış] Bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasıl ki, bir bedevî garaipperest, [şaşılacak şeyler] İstanbul’un acaip ve mehasinini [güzellikler] işitmiş, fakat

385

görmemiş; nasıl kemâl-i hâhişle görmeyi arzu eder! Ben de ma’rez-i acaip ve garaip [şaşılacak şeyler] olan âlem-i âhireti, [âhiret âlemi] o hâhişle görmek istiyorum. Şimdi de öyleyim. Beni oraya nefyetmek, [inkâr etmek] bana ceza değil! Sizin elinizden gelirse, beni vicdanen tâzib [azap, eziyet] ediniz! Ve illâ başka sûretle azap, azap değil, benim için bir şandır!

Bu hükûmet zaman-ı istibdatta akla husumet ederdi. Şimdi de hayata adavet [düşmanlık] ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa, yaşasın cünun! Yaşasın mevt! [ölüm] Zâlimler için de yaşasın Cehennem! Ben zaten bir zemin istiyordum ki, efkârımı [fikirler] onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.

Bidayetlerde herkesten sual olunduğu gibi, Divan-ı Harpte [askerî mahkeme] bana da sual ettiler: “Sen de şeriatı istemişsin.”

Dedim: Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira, şeriat, sebeb-i saadet [mutluluk sebebi] ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.

Hem de dediler: “İttihad-ı Muhammediyeye (a.s.m.) dahil misin?”

Dedim: Maaliftihar! [iftiharla, memnuniyetle] En küçük efradındanım. [bireyler] Fakat, benim târif ettiğim vecihle… [yön] Ve o ittihaddan [birleşme] olmayan, dinsizlerden başka kimdir, bana gösterin.

İşte o nutku [konuşma] şimdi neşrediyorum. Ta ki, Meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] lekeden ve ehl-i şeriatı [Allah’ın emir ve yasaklarını özenle yerine getirenler] meyusiyetten [ümitsiz] ve ehl-i asrı tarih nazarında cehil [bilgisizlik] ve cünundan ve hakikati evham ve şüpheden kurtarayım. İşte başlıyorum:

Dedim: Ey paşalar, zabitler! [subay]

Hapsimi iktiza [bir şeyin gereği] eden cinayetlerin icmali: [kısaca, özet olarak]

اِذَا مَحَاسِنِىَ اللاَّتِى اَدِلُّ بِهَا كَانَتْ ذُنُوبىِ فَقُلْ لِىكَيْفَ اَعْتَذِرُ *

Yani, “medar-ı iftiharım [övünç kaynağı] olan mehasinim, [güzellikler] şimdi günah sayılıyor. Artık nasıl itizar [bir sebep göstererek affını dileme] edeyim, mütehayyirim.” [hayrete düşen]

Mukaddime [başlangıç] olarak söylüyorum: Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa cezadan korkmaz. Hem de haksız yere idam [hiçlik, yokluk] olunsam, iki şehid sevabını  

386

kazanırım. Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lâfızdan [ifade, kelime] ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zâlimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır. Bunu da derim ki:

Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar, kabahatini setr [örtme] için başkasını irtica ile ve dinini siyasete âlet yapmakla itham [suçlama] ederler. Şimdiki hafiyeler [gizli çalışan, casus] eskisinden beterdirler. Bunların sadakatine nasıl itimad olunur? Adalet onların sözlerine nasıl bina olunur?

Hem de cerbeze [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ile, insan adalet yaparken zulme düşüyor. Zira insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tâdil olunan müteferrik [ayrı ayrı] kusurları cerbeze [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ile cem [toplama, bir araya gelme] edip bir zaman-ı vâhidde bir şahs-ı vahidden sudurunu [bir şeyden çıkma, olma] tevehhüm [kuruntu] ederek şedid [şiddetli] cezaya müstehak görür. Hâlbuki bu tarz, bir zulm-ü şedîddir.

Şimdi gelelim on bir buçuk cinayetlerimin tâdâdına: [sayma]

BİRİNCİ CİNAYET: Geçen sene bidayet-i Hürriyette [hürriyetin başlangıcı, 2. Meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] ilân edildiği 1908 yılları] elli-altmış telgraf umum şark aşiretlerine Sadâret vasıtasıyla çektim. Meâli şu idi:

Meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] ve kanun-u esasî [anayasa] işittiğiniz mesele ise, hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir; hüsn-ü telâkki [iyi anlayış, güzel telakki etme, güzel karşılama] ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz Meşrutiyettedir. [meclise dayalı yönetim şekli] Ve istibdattan [baskı, zulüm] herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.”

Her yerden bu telgrafların cevabı, müspet ve güzel olarak geldi. Demek vilâyat-ı şarkiyeyi tenbih ettim, gafil bırakmadım. Ta yeni bir istibdat [baskı, zulüm] onların gafletinden istifade etmesin. “Neme lâzım” demediğimden cinayet işledim ki, bu mahkemeye girdim.

387

İKİNCİ CİNAYET: Ayasofya’da, Bayezid’de, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulema ve talebeye hitaben müteaddit [bir çok] nutuklarla şeriatın ve müsemmâ-yı meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih [şerh etme, açıklama, ortaya çıkarma] ettim. Ve mütehakkimane [delilsiz hükme varan, dayanaksız görüşleri olan] istibdadın [baskı ve zulüm] şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim. Şöyle ki:

سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ 1 hadisinin sırrıyla, şeriat âleme gelmiş, ta istibdadı [baskı ve zulüm] ve zâlimâne tahakkümü [baskı] mahvetsin.

Herhangi bir nutuk irad [sunma, söyleme] ettimse, her bir kelimesine kimsenin bir itirazı varsa, burhan-ı kat’î [kesin delil] ile ispata hazırım. Ve dedim ki: Asl-ı şeriatın meslek-i hakikîsi, hakikat-i meşrutiyet-i meşrûadır.

Demek meşrutiyeti, [meclise dayalı yönetim şekli] delâil-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklîdî ve hilâf-ı şeriat [şeriata, İslâma ters, aykırı] telâkki [anlama, kabul etme] etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim. Ve ulema ve şeriatı, Avrupa’nın zünun-u fâsidesinden iktidarıma göre kurtarmaya çalıştığımdan cinayet ettim ki, bu tarz muamelenizi gördüm.

ÜÇÜNCÜ CİNAYET: İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi, hamal ve gafil ve safdil [saf kalbli, kolay aldanan] olduklarından, bazı particiler onları iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ile vilâyât-ı şarkiyeyi [doğu illeri] lekedar [lekeli] etmelerinden korktum. Ve hamalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlayacakları sûretle meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] onlara telkin ettim. Şu mealde:

İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. [baskı] Meşrutiyet, [meclise dayalı yönetim şekli] adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at,

388

marifet, [Allah’ı bilme ve tanıma] ittifak silâhıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza [uyanıklık] ve terakkiye [ilerleme] sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zira, hikmet-i hükûmeti [hükûmetin gözettiği fayda] bilmiyoruz.

İşte o hamalların, Avusturya’ya karşı, benim gibi bütün Avrupa’ya karşıHaşiye boykotajları [boykot, boykot etme] ve en müşevveş [dağınık, karışık] ve heyecanlı zamanlarda âkılâne [akıllı] hareketlerinde bu nasihatin tesiri olmuştur. Padişaha karşı irtibatlarını tâdil etmeye ve boykotajlarla [boykot, boykot etme] Avrupa’ya karşı harb-i iktisadî açmaya sebebiyet verdiğimden, demek cinayet ettim ki, bu belâya düştüm.

DÖRDÜNCÜ CİNAYET: Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] müsaadesiyle, şeriatı—hâşâ ve kellâ—istibdada [asla] müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için, Meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdat [baskı, zulüm] tekrar o zannı tasdik eder diye, ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camiinde meb’usana hitaben feryad ettim. Ve söyledim ki:

Meşrutiyeti, [meclise dayalı yönetim şekli] meşruiyet unvanı ile telâkki [anlama, kabul etme] ve telkin ediniz. Ta yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, [baskı, zulüm] pis eliyle o mübareği ağrazına [maksatlar, gayeler] siper etmekle lekedar [lekeli] etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeriatla takyid [kayıt altına alma, sınırlandırma] ediniz. Zira câhil efrad [bireyler] ve avam-ı nas kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Ta ki namaz sahih ola. Zira, hakaik-i meşrutiyetin sarahaten [açıklık] ve zımnen [gizlice] ve iznen dört mezhepten istihracı [çıkarma] mümkün olduğunu dâvâ ettim.

389

Ben ki, bir âdi talebeyim. Ulemaya farz olan bir vazifeyi omuzuma aldım. Demek cinayet ettim ki bu tokadı yedim.

BEŞİNCİ CİNAYET: Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyatla ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumiyeyi [kamuoyu, umumun fikirleri] perişan ettiler. Ben de gazetelerle onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki:

Ey gazeteciler! Edipler edepli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane [tarafsızca] çıkmalı. Ve matbuat [basın, medya] nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa [saf, temiz niyet] tanzim etmeli. Hâlbuki, siz iki kıyâs-ı fâsidle, yani taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi [kamuoyu, umumun fikirleri] bataklığa düşürdünüz. Ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı [intikam düşüncesi] uyandırdınız. Zira, elifba okumayan çocuğa felsefe-i tabiiye [her şeyi tabiata dayandıran felsefe] dersi verilmez. Ve erkeğe tiyatrocu karı libası [elbise] yakışmaz. Ve Avrupa’nın hissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz. Akvâmın [kavimler] ihtilâfı, mekânların ve aktârın [bölgeler] tehâlüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libası, [elbise] ötekinin endamına gelmez. Demek Fransız büyük ihtilâli, bize tamamen hareket düsturu [kâide, kural] olamaz. Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve muktezâ-yı hâli düşünmemekten çıkar.

Ben ki ümmî bir köylüyüm; böyle cerbezeli [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ve muğalâtalı ve ağraz[maksatlar, gayeler] muharrirlere [yazar, gazete yazarı] nasihat ettim. Demek cinayet işledim.

ALTINCI CİNAYET: Kaç defa büyük içtimalarda [bir araya gelme, toplanma] heyecanları hissettim. Korktum ki, avam-ı nas siyasete karışmakla asayişi ihlâl etsinler. Türkçeyi yeni öğrenen köylü bir talebenin lisânına yakışacak lâfızlarla [ifade, kelime] heyecanı teskin ettim. Ezcümle, Bayezid’de talebenin içtimasında [bir araya gelme, toplanma] ve Ayasofya mevlidinde [doğum] ve Ferah Tiyatrosundaki heyecana yetiştim. Bir derece heyecanı teskin ettim. Yoksa bir fırtına daha olacaktı.

390

Ben ki bedevî bir adamım. Medenîlerin entrikalarını bildiğim halde işlerine karıştım. Demek cinayet ettim.

YEDİNCİ CİNAYET: İşittim: İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) namıyla bir cemiyet teşekkül [kendi kendine oluşma] etmiş. Nihayet derecede korktum ki, bu ism-i mübarekin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Sonra işittim: Bu ism-i mübareki bazı mübarek zevât, (Süheyl Paşa ve Şeyh Sâdık gibi zâtlar) daha basit ve sırf ibadete ve Sünnet-i Seniyyeye tebaiyete [tabi olma, uyma] nakletmişler. Ve o siyasî cemiyetten kat-ı alâka [ilgiyi kesmek] ettiler, siyasete karışmayacaklar. Lâkin tekrar korktum, dedim: Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdit kabul etmez. Ben nasıl ki dindar müteaddit [bir çok] cemiyete bir cihetle mensubum. Zira maksatlarını bir gördüm. Kezâlik, [böylece, bunun gibi] o ism-i mübareke intisap [bağlanma] ettim. Lâkin tarif ettiğim ve dahil olduğum ittihad-ı Muhammedînin (a.s.m.) tarifi budur ki:

Şarktan garba, [doğudan batıya] cenuptan [güney] şimale [kuzey] uzanan bir silsile-i nuranî [nurlu halka, zincir] ile merbut [bağlı] bir dairedir. Dahil olanlar da bu zamanda üç yüz milyondan ziyadedir. Bu ittihadın [birleşme] cihetü’l-vahdeti [birlik yönü] ve irtibatı, tevhid-i İlâhîdir. [Allah’ın birliği] Peyman [yemin, and, kasem] ve yemini, imandır. Müntesipleri, kàlû belâdan dahil olan umum mü’minlerdir. Defter-i esmâları da Levh-i Mahfuzdur. [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] Bu ittihadın [birleşme] nâşir-i [neşreden, yayan, yayınlayan] efkârı, umum kütüb-ü İslâmiyedir. [İslâmiyetle ilgili kitaplar] Günlük gazeteleri de, i’lâ-i kelimetullahı hedef-i maksat eden umum dinî gazetelerdir. Kulüp ve encümenleri, câmi ve mescidler ve dinî medreseler ve zikirhanelerdir. Merkezi de Haremeyn-i Şerifeyndir. [Mekke’de bulunan Kâbe-i Şerif ve Medine’de bulunan Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mescidine (Mescid-i Nebevî) verilen isim] Böyle cemiyetin reisi, Fahr-i Âlemdir. [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] Ve mesleği, herkes kendi nefsiyle mücahede, [Allah yolunda cihad etme] yani ahlâk-ı Ahmediye (a.s.m.) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi [Peygamberimizin sünneti] ihyâ [diriltme, hayat verme] ve başkalara da muhabbet ve—eğer zarar etmezse—

391

nasihat etmektir. Bu ittihadın [birleşme] nizamnâmesi sünnet-i Nebeviye [Peygamberimizin sünneti] ve kanunnamesi evamir [emirler] ve nevâhî-i [yasaklar] şer’iyedir. Ve kılıçları da berâhin-i katıadır. Zira, medenîlere galebe [üstün gelme] çalmak ikna iledir, icbar [zoraki, zorlama] ile değildir. Taharrî-i hakikat, [gerçeği araştırma, inceleme] muhabbet iledir. Husumet ise, vahşet ve taassuba karşı idi. Hedef ve maksatları da, ilâ-yı kelimetullahtır. Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; [alakalı, ilgili] onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler.

Şimdiki maksadımız, o silsile-i nurânîyi [nur zinciri] ihtizaza getirmekle, [harekete geçirme, titretme] herkesi bir şevk ve hâhiş-i vicdaniye ile tarik-i terakkîde kâbe-i kemâlâta [mükemmel ve eşsiz özelliklerin merkezi] sevk etmektir. Zira, ilâ-yı kelimetullahın bu zamanda bir büyük sebebi, maddeten terakki [ilerleme] etmektir.

İşte ben bu ittihadın [birleşme] efradındanım. [bireyler] Ve bu ittihadın [birleşme] tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa, sebeb-i iftirak olan fırkalardan, partilerden değilim.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Sultan Selim‘e [sağlam, doğru] biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira, o vilâyât-ı şarkiyeyi [doğu illeri] ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim, [önce gelen, önceki, yerine geçilen] Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden [büyük âlim] Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve ittihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal [fazilet, olgunluk] ve Sultan Selim‘dir [sağlam, doğru] ki, demiş:

İhtilâf u tefrika [ayrılık, bölünme] endişesi

Kûşe-i kabrimde hatta bîkarar [kararsız] eyler beni.

İttihadken savlet-i [saldırı] a’dâyı def’a çaremiz,

İttihad etmezse millet, dağ-dar eyler beni.

 Yavuz Sultan Selim [sağlam, doğru]

392

Ben zahiren buna teşebbüs ettim, iki maksad-ı azîm için:

Birincisi: O ismi tahdit ve tahsisten halâs [kurtulma] etmek ve umum mü’minlere şümulünü [kapsam] ilân etmek. Ta ki tefrika [ayrılık, bölünme] düşmesin ve evham çıkmasın.

İkincisi: Bu geçen musibet-i azîmeye sebebiyet veren fırkaların iftirakının, [ayrılık] tevhid ile önüne set olmaktı. Vâ esefâ [esefler olsun, çok yazık] ki, zaman fırsat vermedi. Sel geldi, beni de yıktı. Hem derdim: Bir yangın olsa, bir parçasını söndüreceğim. Fakat hocalık elbisem de yandı. Ve uhdesinden gelemediğim bir yalancı şöhret de maalmemnuniye [memnuniyetle] ref’ [kaldırma] oldu.

Ben ki âdi bir adamım. Böyle meclis-i meb’usan ve a’yan ve vükelânın en mühim vazifelerini düşündürecek bir emri uhdeme aldım. Demek cinayet ettim.

SEKİZİNCİ CİNAYET: Ben işittim ki, askerler bazı cemiyetlere intisap [bağlanma] ediyorlar. Yeniçerilerin hadise-i müthişesi hatırıma geldi. Gayet telâş ettim. Bir gazetede yazdım ki:

Şimdi en mukaddes cemiyet, ehl-i iman [Allah’a inanan] askerlerinin cemiyetidir. Umum mü’min ve fedakâr askerlerin mesleğine girenler, neferden [asker] seraskere [ordu komutanı] kadar dahildir. Zira, ittihad, [birleşme] uhuvvet, [kardeşlik] itaat, muhabbet ve ilâ-yı kelimetullah, dünyanın en mukaddes cemiyetinin maksadıdır. Umum mü’min askerler tamamıyla bu maksada mazhardırlar. Askerler merkezdir. Millet ve cemiyet onlara intisap [bağlanma] etmek lâzımdır. Sair cemiyetler, milleti, asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet [kardeşlik] etmek içindir.

Amma ittihad-ı Muhammedî (a.s.m.) ki, umum mü’minlere şâmildir, [içine alan] cemiyet ve fırka değildir. Merkezi ve saff-ı evveli gaziler, şehidler, âlimler, mürşidler teşkil ediyor. Hiçbir mü’min ve fedakâr asker-zâbit olsun, nefer [asker] olsun-hariç değil ki, ta intisaba [bağlanma, mensup olma] lüzum kalsın. Lâkin bazı cemiyet-i hayriye, kendine ittihad-ı Muhammedî diyebilir. Buna karışmam.

393

Ben ki âdi bir talebeyim. Böyle büyük ulemanın vazifelerini gasp ettim. Demek cinayet ettim.

DOKUZUNCU CİNAYET: Mart’ın otuz birinci gününde dehşetli hareketi, iki-üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddit [bir çok] metalibi [istenen şeyler, istekler, arzular] işittim. Fakat yedi renk sür’atle çevrilirse yalnız beyaz göründüğü gibi, o ayrı ayrı matlaplardaki [doğuş yeri] fesadâtı binden bire indiren ve avamı anarşilikten kurtaran ve efrad [bireyler] elinde kalan umum siyaseti mu’cize gibi muhafaza eden lâfz-ı şeriat yalnız göründü. Anladım iş fena, itaat muhtel, [bozuk, karışık] nasihat tesirsizdir. Yoksa, her vakit gibi yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim. Fakat avam [halk] çok; bizim hemşehriler gafil ve safdil; [saf kalbli, kolay aldanan] ben de bir şöhret-i kâzibe [yalancı şöhret] ile görünüyorum. Üç dakikadan sonra çekildim. Bakırköyüne gittim. Ta beni tanıyanlar karışmasınlar. Rastgelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre miktar dahlim olsaydı, zaten elbisem beni ilân ediyor, istemediğim bir şöhret de beni herkese gösteriyordu. Bu işte pek büyük görünecektim. Belki, Ayastefanos’a kadar tek başıma olsun, Hareket Ordusuna karşı mukabele [karşılama; karşılık verme] ederek ispat-ı vücut [varlığını gösterme] edecektim. Merdane ölecektim. O vakit dahlim bedîhî olurdu, tahkike [araştırma, inceleme] lüzum kalmazdı.

İkinci günde bir ukde-i hayatımız [hayat düğümü] olan itaat-i askeriyeden sual ettim: Dediler ki: “Askerlerin zabitleri [subay] asker kıyafetine girmiş. İtaat çok bozulmamış.” Tekrar sual ettim: Kaç zabit [subay] vurulmuş? Beni aldattılar, dediler: “Yalnız dört tane. Onlar da müstebit [baskıcı, diktatör] imişler. Hem şeriatın âdap ve hududu icra olunacak”

Bir de gazetelere baktım; onlar da o kıyamı meşru gibi tasvir ediyorlardı. Ben de bir cihette sevindim. Zira, en mukaddes maksadım, şeriatın ahkâmını [hükümler] tamamen icra ve tatbiktir. Fakat itaat-i askeriyeye halel [eksik, kusur] geldiğinden, nihayet derecede meyus [ümitsiz] ve müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oldum. Ve umum gazetelerle askere hitaben neşrettim ki:

Ey askerler! Zabitleriniz [subay] bir günah ile nefislerine zulmediyorlarsa, siz o itaatsizlikle otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyenin haklarına

394

bir nev’i zulmediyorsunuz. Zira, umum İslâm ve Osmanlıların haysiyet, saadet ve bayrak-ı tevhidi, bu zamanda bir cihette sizin itaatinizle kaimdir. [ayakta duran]

Hem de şeriat istiyorsunuz; fakat itaatsizlikle şeriata muhalefet ediyorsunuz.

Ben onların hareketini ve şecaatlarını [yiğitlik, cesaret] okşadım. Zira efkâr-ı umumiyenin [kamuoyu, umumun fikirleri] yalancı tercümanı olan gazeteler, nazarımıza hareketlerini meşru göstermişlerdi. Ben de takdirle beraber nasihatimi bir derece tesir ettirdim. İsyanı bir derece bastırdım. Yoksa böyle âsân [kolay] olmazdı.

Ben ki, bilfiil tımarhaneyi ziyaret etmiş bir adamım. “Neme lâzım, böyle işleri akıllılar düşünsün” demediğimden cinayet ettim.

ONUNCU CİNAYET: Harbiye Nezaretindeki askerler içine Cuma günü ulema ile beraber gittim. Gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaate getirdim. Nasihatlerim tesirini sonradan gösterdi. İşte nutkun [konuşma] sûreti:

Ey asakir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâmın nâmusu ve haysiyeti ve saadeti ve bayrak-ı tevhidi, bir cihette sizin itaatinize vabestedir. [bağlı] Sizin zabitleriniz [subay] bir günah ile kendi nefsine zulmetse, siz bu itaatsizlikle üç yüz milyon İslâma zulmediyorsunuz. Zira bu itaatsizlikle uhuvvet-i İslâmiyeyi [İslâm kardeşliği] tehlikeye atıyorsunuz. Biliniz ki, asker ocağı cesîm [büyük] ve muntazam bir fabrikaya benzer. Bir çark itaatsizlik etse, bütün fabrika hercümerc [alt üst olma] olur. Asker neferatı [asker] siyasete karışmaz. Yeniçeriler şahittir. Siz şeriat dersiniz, hâlbuki şeriate muhalefet ediyorsunuz. Ve lekedar [lekeli] ediyorsunuz. Şeriatla, Kur’ân ile, hadîs ile, hikmet ile, tecrübe ile sabittir ki; sağlam, dindar, hakperest [doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan] ulü’l-emre itaat farzdır. Sizin ulü’l-emriniz, üstadınız, zabitlerinizdir. [subay] Nasıl ki, mâhir mühendis, hâzık [mesleğinde ihtisas sahibi, uzman] tabip bir cihette günahkâr olsalar, tıp ve hendeselerine [geometri] zarar vermez. Kezâlik, [böylece, bunun gibi] münevverü’l-efkâr [aydın] ve fenn-i harbe âşinâ, mektepli, hamiyetli, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] mü’min zabitlerinizin [subay] bir cüz’î [ferdî, küçük] nâmeşru hareketi için itaatinize halel [eksik, kusur] vermekle Osmanlılara,

395

İslâmlara zulmetmeyiniz. Zira, itaatsizlik yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun [nefisler] hakkına bir nev’i tecavüz demektir. Bilirsiniz ki, bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlâhî sizin yed-i şecaatinizdedir. O yedin kuvveti de itaat ve intizamdır. Zira bin muntazam ve mutî [emre uyan] asker, yüz bin başıbozuğa mukabildir. Ne hâcet, [ihtiyaç] yüz sene zarfında otuz milyon nüfusun [nefisler] vücuda getirmediği böyle pek çok kan döktüren inkılâpları [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] siz itaatinizle, kan dökmeden yaptınız.

Bunu da söylüyorum ki: Hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve münevverü’l-fikir [aydın] bir zâbiti [subay] zâyi etmek, mânevî kuvvetinizi zâyi etmektir. Zira şimdi hükümfermâ, [hüküm süren] şecaat-i imaniye ve akliye ve fenniyedir. Bazan bir münevverü’l-fikir, [aydın] yüze mukabildir. Ecnebîler size bu şecaatle [yiğitlik, cesaret] galebeye [üstün gelme] çalışıyorlar. Yalnız şecaat-i fıtriye kâfi [yeterli] değil…

Elhasıl: [kısaca, özetle] Fahr-i Âlemin [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] fermânını size tebliğ ediyorum ki, itaat farzdır. Zabitinize [subay] isyan etmeyiniz. Yaşasın askerler! Yaşasın meşruta-i meşrua!

Demek ki ben, bu kadar âlim varken, böyle mühim vazifeleri deruhte [üstüne almak] ettiğimden cinayet ettim.

ON BİRİNCİ CİNAYET: Ben vilâyât-ı şarkiyede [doğu illeri] aşiretlerin hâl-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrâ[akım yeri] ulema ve bir menbaı [kaynak] da medreseler olmak lâzımdır. Ta ulemâ-i din, fünun [fenler, bilimler] ile ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] peyda etsin.

Zira, o vilâyatta nim-bedevî vatandaşların zimâm-ı ihtiyarı, ulema elindedir. Ve o saik ile Dersaadete geldim. Saadet tevehhümü [kuruntu] ile o vakitte—şimdi münkasim olmuş, şiddetlenmiş olan—istibdatlar, merhum Sultan-ı mahlûa isnad edildiği halde, onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul etmedim,

396

reddettim. Hatâ ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli Sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim.

Şimdiki sivrisinekler beni cebirle [Cebriye mezhebi] değil, muhabbetle kendilerine müttefik edebilirler. Bir buçuk senedir burada memleketimin neşr-i maarifi için çalışıyorum. İstanbul’un ekserisi bunu bilir.

Ben ki bir hamalın oğluyum. Bu kadar dünya bana müyesser iken kendi nefsimi hamal oğulluğundan ve fakr-ı hâlden [fakirlik] çıkarmadım. Ve dünya ile kökleşemediğim ve en sevdiğim mevki olan vilâyât-ı şarkıyenin yüksek dağlarını terk etmekle millet için tımarhaneye, tevkifhaneye ve Meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] zamanında işkenceli hapishaneye düşmeme sebebiyet veren öyle umurlara [emirler] teşebbüs etmekle büyük bir cinayet eyledim ki, bu dehşetli mahkemeye girdim.

YARI CİNAYET: Şöyle ki: Daire-i İslâmın [İslâm dairesi] merkezi ve rabıta[bağ] olan nokta-i hilâfeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sabık [daha önceden geçen] Sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri sabık [daha önceden geçen] içtimaî [sosyal, toplumsal] kusuratını [kusurlar] derk [anlama, algılama] ile nedamet [pişmanlık] ederek kabul-ü nasihate istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] kesbetmiş [elde etme, kazanma] zannıyla ve “Aslâh tarik [mânevî yol] musalâhadır” [barış yapma] mülâhazasıyla, [düşünme, akla getirme] şimdiki en çok ağraz [maksatlar, gayeler] ve infiâlâta mebde [başlangıç] ve tohum olan bu vukua gelen şiddet sûretini daha ahsen [daha güzel] sûrette düşündüğümden, merhum Sultan-ı sâbıka ceride [gazete] lisânıyla söyledim ki:

Münhasif [gölgelenip sönükleşen, görünmez hale gelen (ay tutulması)] Yıldızı darülfünun [üniversite] et, ta Süreyya [gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan ve yedi yıldızdan meydana gelen bir yıldız takımı] kadar âli [yüce] olsun. Ve oraya seyyahlar, zebânîler yerine ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] melâike-i rahmeti yerleştir, ta cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara [üniversite] sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk

397

etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü’l-ömrü ömr-ü sâni yolunda sarf eyle.

Şimdi muvazene [karşılaştırma/denge] edelim: Yıldız eğlence yeri olmalı veya darülfünun [üniversite] olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris [öğrenim, eğitim] etmeli? Ve gasp edilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin.

Ben ki bir gedayım, bir büyük padişaha nasihat ettim. Demek yarı cinayet ettim.

Cinayetin öteki yarısını söylemek zamanı gelmedi.Haşiye [dipnot]

ba

Yazık! Eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meşrutiyet-i [meclise dayalı yönetim şekli] meşrûâ, bir menba-ı hayat[hayat kaynağı] içtimaiyemiz ve İslâmiyete uygun olan maarif-i cedideye millet nihayet derecede müştak [arzulu, aşırı istekli] ve susamış olduğu halde, bu hadisede ifratperver olanlar Meşrutiyete [meclise dayalı yönetim şekli] garazlar karıştırmakla ve fikren münevver [aydın] olanlar da dinsizce harekât-ı lâubaliyâne ile milletin rağbetine karşı maatteessüf [ne yazık ki] set çektiler. Bu seddi çekenler, ref etmelidirler; vatan namına rica [ümit] olunur.

Ey paşalar, zabitler! [subay]

Bu on bir buçuk cinayetin şahitleri binlerle adamdır. Belki bazılarına İstanbul’un yarısı şahittir. Bu on bir buçuk cinayetin cezasına rıza ile beraber, on bir buçuk sualime de cevap isterim. İşte bu seyyiatıma [günahlar] bedel bir hasenem de var. Söyleyeceğim:

Herkesin şevkini kıran ve neş’esini kaçıran ve ağrazlar [maksatlar, gayeler] ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cemiyat-ı akvamiyeyi teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] ve mânâsı istibdat [baskı, zulüm] olan ve İttihad ve Terakki [ilerleme] ismini de lekedar [lekeli] eden buradaki şube-i müstebidaneye muhalefet ettim.

Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumî, aff-ı umumî ve ref-i imtiyaz lâzım.

398

Ta ki, biri bir imtiyaz ile başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak [ayrılık, dağılma] çıkmasın. Fahr [gurur, övünme] olmasın, derim: Biz ki hakikî Müslümanız; aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz. Zira, biliyoruz ki, اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ 1 Fakat, meşru, hakikî meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] müsemmâsına [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] ahd [söz, vaad] ü peyman [yemin, and, kasem] ettiğimden, istibdat [baskı, zulüm] ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] libası [elbise] giysin ve ismini taksın, rastgelsem sille [tokat] vuracağım.

Fikrimce meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] düşmanı, meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] gaddar, çirkin ve hilâf-ı şeriat [şeriata, İslâma ters, aykırı] göstermekle meşveretin [danışma] de düşmanlarını çok edenlerdir. “Tebeddül-ü esmâ ile hakaik [doğru gerçekler] tebeddül [başkalaşma, değişme] etmez.” En büyük hatâ, insan kendini hatâsız zannetmek olduğundan, hatâmı itiraf ederim ki, nâsın nasihatini kabul etmeden nâsa nasihati kabul ettirmek istedim. Nefsimi irşad [doğru yol gösterme] etmeden başkasının irşadına [doğru yol gösterme] çalıştığımdan, emr-i bilmârufu [iyiliği emretme] tesirsiz etmekle tenzil [indirme] ettim.

Hem de tecrübe ile sabittir ki, ceza bir kusurun neticesidir. Fakat bazan o kusur, işlenmemiş başka kusurun sûretinde kendini gösterir, o adam mâsum iken cezaya müstehak olur. Allah musibet verir, hapse atar, adalet eder. Fakat hâkim ona ceza verir, zulmeder.

Ey ulû’l-emir! Bir haysiyetim vardı, onunla İslâmiyet milliyetine hizmet edecektim; kırdınız. Kendi kendine olmuş istemediğim bir şöhret-i kâzibem [yalancı şöhret] vardı, onunla avama nasihatımı tesir ettiriyordum; maalmemnuniye [memnuniyetle] mahvettiniz. Şimdi usandığım bir hayat-ı zaifim var; kahrolayım eğer idama esirgersem! Mert olmayayım, eğer ölmeye gülmekle gitmezsem! Sûretâ mahkûmiyetim, vicdanen mahkûmiyetinizi intaç [netice verme] edecektir. Bu hal bana zarar değil, belki şandır. Fakat millete zarar ettiniz. Zira nasihatimdeki tesiri kırdınız.

Sâniyen: [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Kendinize zarardır. Zira, hasmınızın elinde bir hüccet-i kàtıa [kesin delil] olurum. Beni mihenk [ölçü] taşına vurdunuz. Acaba fırka-i hâlisa dediğiniz adamlar böyle mihenge vurulsalar, kaç tanesi sağlam çıkacaktır? Eğer meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] bir fırkanın  

399

istibdadından [baskı ve zulüm] ibaretse ve hilâf-ı şeriat [şeriata, İslâma ters, aykırı] hareket ise, فَلْيَشْهَدِ الثَّقَلاَنِ اَ نِىِ ّ مُرْتَجِعٌ Haşiye [dipnot]

Zira yalanlarla ittihad [birleşme] yalandır. Ve ifsadat [bozma] üzerine müesses [kurulmuş] olan ism-i meşrutiyet, fâsittir. [bozuk] Müsemmâ-i meşrutiyet hak, sıdk, [doğruluk] muhabbet ve imtiyazsızlık üzerine bekà bulacaktır. Maatteessüf [ne yazık ki] bunu kemâl-i telâş ve teessüfle ihtar ediyorum ki: Meselâ, bir âlim-i zîtehevvür ki, sıfat-ı ilim [ilim sıfatı] kendini fesat ve fenalıktan men etmişken, daima onun sıfat-ı tehevvüründen vücuda gelen fesat ve fenalığın zikri vaktinde onu âlimlikle yâdetmek ve sıfat-ı ilme ilişmek, nasıl ilme husumet ve adaveti [düşmanlık] ima eder. Kezalik, [böylece, bunun gibi] şeriat-ı mutahharanın ve ittihad-ı Muhammedînin ism-i mukaddesi ki, fırkaların ağrâz-ı şahsiye [şahsî kinler, garazlar] ve hilâf-ı şeriat [şeriata, İslâma ters, aykırı] ile ektikleri tohum-u fesadı bir milyon fişek havaya atıldığı ve umum siyaset ve âsâyiş efrad [bireyler] elinde kaldığı ve ortalık anarşist gibi olduğu halde, o müthiş fırtına mucize-i şeriatla kansız, hafif geçtiği halde, o mübarek nâm ile o müthiş fesadı binden bir dereceye indirmekle beraber, daima o ismi garaz sahiplerine siper göstermek pek büyük bir tehlikeli noktaya, belki ukde-i hayatiyeye [hayat düğümü] ilişmektir ki, dehşetinden her bir vicdan-ı selim titriyor, dağ-dâr-ı teessüf oluyor.

Süreyya[gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan ve yedi yıldızdan meydana gelen bir yıldız takımı] süpürge yapmaya, üfürmekle şemsi söndürmeye ihtimal veren, belâhetini [aptallık] ilân eder. Mesela, Ağrı Dağı ile Sübhan Dağı, ikisini tartacak dehşetli bir terazinin birer kefesine konulsalar ve cevv-i semâda, [gökyüzü] Zuhalde [Satürn gezegeni] duran bir melek de o terazinin ucunu tutsa; Ağrı Dağı üzerine bir dirhem ilâve olunsa Sübhan Dağı âsumâna, [gökyüzü] Ağrı Dağı zemine geldiğini görenlerden fikri kısa olanlar, kıymet ve sıkleti tamamen o ilâveye verecekler.

400

İşte haysiyet-i askeriye ve hamiyet-i İslâmiye ve şeriat-ı Muhammediye, [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’tan getirdiği İslâm dini] o cesîm [büyük] dağlara benzer. Esbâb-ı hariciye bir dirhem kıymetindedir. Bu kıymetsiz esbabı esas tutmak, insaniyetin ve İslâmiyetin kıymetini bilmemek ve tenzil [indirme] etmektir.

Hakkın hatırını kırmayacağım, hakikati söyleyeceğim. Zira Hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun. Şöyle ki:

31 Mart Hadisesi denilen o sâika [insanı belli bir yöne sevk eden duyu] ve müthiş fırtına, âdi sebepler tahtında öyle bir istidad-ı tabiîyi müheyya [hazırlanmış] etmişti ki, neticesi hercümerc [alt üst olma] olduğu halde, min indillâh ehl-i kıyamın lisânına daima mu’cizesini gösteren ism-i şeriat geldi. O fırtınayı gayet hafif geçirdiğinden Nisan’ın nısfından [yarı] sonraki gazeteleri indallah mahkûm ediyor. Zira, o hadiseye sebebiyet veren yedi mesele ve onunla beraber yedi hal nazar-ı mütâlâaya [bakıp inceleme] alınsa, hakikat tezahür eder. Onlar da bunlardır:

1. Yüzde doksanı İttihad ve Terakkinin [ilerleme] aleyhinde, hem onların tahakkümü [baskı] ve istibdadı [baskı ve zulüm] aleyhinde bir hareket idi.

2. Fırkaların meydan-ı münakaşâtı olan vükelâyı tebdil [başka bir şeyle değiştirme] idi.

3. Sultan-ı mazlûmu sukut-u musammemden kurtarmaktı.

4. Hissiyat-ı askeriyenin ve âdâb-ı dindaranelerinin muhalif telkinatın [telkinler] önüne set olmaktı.

5. Pek çok büyütülen Hasan Fehmi Beyin kâtilini meydana çıkarmaktı.

6. Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini [subay] mağdur etmemekti.

401

7. Hürriyeti, sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] şumulünü [kapsam] men ve âdâb-ı şeriatla tahdit ve avamın siyaset-i şer’î bildikleri yalnız kısas [ödeşmek, hakkını almak] ve kat-ı yed haddini icra idi.

Fakat zemin bataklık ve dam ve plân serilmişti. Mukaddes olan itaat-i askeriye feda edildi. Üssü’l-esas [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] esbab, [sebebler] fırkaların taraftarane ve garazkârane münakaşatı [münakaşalar, tartışmalar] ve gazetelerin belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] yerine mübalâğat ve yalan ve ifratperverane keşmekeşleri idi. Bu metâlib-i seb’ada, nasıl ki yedi renk çevrilse yalnız beyaz görünür, bunda da yalnız ziya-yı şeriat-ı beyzâ tecellî etti, fesadın önüne set çekti.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Sekiz-dokuz ayda gazetelerin heyecan verici neşriyatıyla ve fırkaların cemiyetlere fedai yazmakla ve inkılabı vücuda getiren zevatın tahakkümatıyla [baskı] ve itaat-i askeriyeye münafi [aykırı] olan hürriyet-i mutlaka efrada [bireyler] sirayetle [bulaşma] ve âdâb-ı diniyeye muhalif zannettikleri şeyleri bazı dikkatsizlerin efrada [bireyler] telkinatıyla [telkinler] ve itaat bozulduktan sonra müstebitler, [baskıcı, diktatör] cahil mutaassıplar, dinde hassas, muhakeme-i akliyede [akıl yürütüp düşünme, değerlendirme] noksan olanlar, iyilik zannıyla o bataklık zeminde tohum ekmeye başlamasıyla ve devletin umum siyaseti cahil efradın [bireyler] elinde kalmakla ve bir milyona yakın fişek havaya atılmakla ve dahil ve hariç müddeîler [iddia sahibi] parmak vurmakla ortalık anarşistlik haline girdiğinden, bu hadisenin istidad-ı tabiîsi, hercümerc [alt üst olma] ve müdahale-i ecnebî iken, min indillâh, ism-i şeriat, o müteaddit [bir çok] sebeplerden çıkan ervâh-ı habîse [kötü ruhlar] ve münteşireyi [yaygın olan] yuvalarına irca [döndürme, yönlendirme] ile, on üç asırdan sonra bir mu’cize daha gösterdi.

402

Hem geçen inkılâb-ı azîmde [büyük değişim] ordu ve ulemanın “Meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] şeriata müsteniddir” [dayanan] diye yükselen sadâsı, umum ehl-i İslâmın [Müslümanlar] vicdanlarını manyetizmalandırdı. [telkin ve hipnoz yolu ile birini tesir altına alma] O inkılâp, [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] inkılâpların [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] kaide-i tabiîyesini hark [herhangi bir kanunun delinmesi, yırtılması, kanunu devre dışı bırakarak yaratma] ile şeriatın tesir-i mu’cizânesini gösterdi. Ve daima da gösterecektir. Nisan’ın nısf-ı âhirinde [son yarı] çıkan gazetelerin esas-ı fikirlerine muterizim. [itiraz eden] Şöyle ki:

Hayat onun yoluna feda edilen ve hayattan bin derece daha yüksek olan haysiyet ve itaat-i askeriyeyi, hayata feda edilen ve ehl-i vicdan nazarında gayet hasis olan âmâl-i nâmeşruaya feda etmeye ihtimal verdiler. Hem de hakaik [doğru gerçekler] ve ahval [durumlar] onun cazibesine tâbi ve o merkeze merbut [bağlı] olan şems-i şeriat, saltanata veya hilâfete veya başka siyasete tâbî ve âlet tevehhümüyle, [kuruntu] bir şems-i münîri, münkesif [tutulmuş, aydınlığı kesilmiş (güneş ve ay hakkında kullanılır)] bir yıldıza peyk [uydu] ve câzibesine tâbi itikad [inanç] etmek gibi göstermekle tarik-i dalâlete sülûk [mânevî yol alma] ettiler.

Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz, [ilerleme] ancak milliyetimiz olan İslâmiyetin terakkisiyle [ilerleme] ve hakaik-i şeriatın [şeriat hakikatleri, İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar] tecellîsiyledir. Yoksa, “Yürüyüşünü terk etti, başkasının da yürüyüşünü öğrenmedi” diye olan darb-ı mesele [atasözü] mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olacağız.

Evet, hem şan ve şeref-i millet-i İslâmiye, hem sevab-ı âhiret, hem cemiyet-i milliye, hem hamiyet-i İslâmiye, hem hubb-u vatan, hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız. Zira müsennâ daha muhkemdir. [değiştirilemez]

Ey paşalar, zabitler! [subay]

Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime de cevap isterim. İslâmiyet ise, insaniyet-i kübrâ; [büyük insanlık; İslâmiyetin hakikatleri] ve şeriat ise, medeniyet-i fuzla (en faziletli) olduğundan, âlem-i İslâmiyet, [İslâm âlemi] medine-i fazilet-i Eflâtuniye olmaya sezâdır.Haşiye [layık] [dipnot]

403

Birinci sual: Gazetelerin aldatmalarıyla meşru bilerek buradaki görenek ve âdete binaen cereyan-ı umumîye [genel akış] kapılan safdillerin [saf kalbli, kolay aldanan] cezası nedir?

İkinci sual: Bir insan yılan sûretine girse yahut bir velî haydut kıyafetine girse veyahut meşrutiyet, [meclise dayalı yönetim şekli] istibdat [baskı, zulüm] şekline girse, ona taarruz edenlerin cezası nedir? Belki, hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar ve istibdattırlar. [baskı, zulüm]

Üçüncü sual: Acaba müstebit [baskıcı, diktatör] yalnız bir şahıs mı olur? Müteaddit [bir çok] şahıslar müstebit [baskıcı, diktatör] olmaz mı? Bence kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat [baskı, zulüm] münkasım [kısımlara ayrılmış] olmuş olur. Ve komitecilikle tam şiddetlenir.

Dördüncü sual: Bir mâsumu idam [hiçlik, yokluk] etmek mi, yoksa on câniyi affetmek mi daha zarardır?

Beşinci sual: Maddî tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe [üstün gelme] etmediği gibi daha ziyade nifak [ayrılık, dağılma] ve tefrika [ayrılık, bölünme] vermez mi?

Altıncı sual: Bir mâden-i hayat-ı içtimaiyemiz olan ittihad-ı millet, ref-i imtiyazdan başka ne ile olur?

Yedinci sual: Müsavatı [eşitlik] ihlâl ve yalnız bazıları tahsis ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek, zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsızlıkla [eşitlik] zulüm ve garaz olmaz mı? Hem de tebrie [beraat ettirme] ve tahliye ile mâsumiyetleri tebeyyün [meydana çıkma, görünme] eden ekser mahbusînin, belki yüzde sekseni mâsum iken, acaba ekseriyet nokta-i nazarında [bakış açısı] bu hal hükümfermâ [hüküm süren] olsa, garaz ve fikr-i intikam [intikam düşüncesi] olmaz mı? Divan-ı harbe diyeceğim yok, ihbar edenler düşünsünler.

Sekizinci sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete [meclise dayalı yönetim şekli] muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannid [inatçı] istibdada [baskı ve zulüm] ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir?

Dokuzuncu sual: Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibaha etse, sonra da zâyiat vuku bulsa, kabahat kimdedir?

404

Onuncu sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muahaze [cezalandırılma] olunsa, acaba bîçare milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı? Böyle olmasaydı, başka bahaneyle mevki-i tatbike konulacağı hayale gelmez miydi?

On Birinci sual: Herkes meşrutiyete [meclise dayalı yönetim şekli] yemin ediyor. Hâlbuki ya müsemmâ-yı meşrutiyete kendi muhalif veya muhalefet edenlere karşı sükût etse, acaba kefaret-i yemin vermek lâzım gelmez mi? Ve millet yalancı olmaz mı? Ve mâsum olan efkâr-ı umumiye [kamuoyu, umumun fikirleri] yalancı, bunak ve gayr-ı mümeyyiz [seçemeyen, dereceleri birbirinden ayıramayan kimse] addolunmaz mı?

Elhasıl: [kısaca, özetle] Şedit [çok şiddetli] bir istibdat [baskı, zulüm] ve tahakküm, [baskı] cehalet cihetiyle şimdi hükümfermâdır. [hüküm süren] Güya istibdat [baskı, zulüm] ve hafiyelik [gizli çalışan, casus] tenâsuh etmiş. Ve maksat da Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet değilmiş. Belki hafif ve az istibdadı, [baskı ve zulüm] şiddetli ve kesretli [çokluk] yapmakmış!

Yarım sual: Nazik ve zayıf bir vücut ki, sivrisineklerin ve arıların ısırmasına tahammül edemediği için, gayet telâş ve zahmetle onları def’e çalışırken, biri çıksa, dese ki: Maksadı sivrisinekleri, arıları def etmek değil, belki büyük arslanı ikaz edip kendine musallat etmek ister. Acaba böyle demekle hangi ahmağı kandıracaktır?

Sualin diğer yarısı çıkmaya izin yoktur.

Ey paşalar, zabitler! [subay] Bütün kuvvetimle derim ki:

Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakaikte [doğru gerçekler] nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mâzi [geçmiş zaman] cânibinden, [taraf, yön] Asr-ı Saadet [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] mahkemesinden adaletnâme-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaiki [doğru gerçekler] aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının [mecburiyetler, zorlamalar] modasına göre bir libas [elbise] giydireceğim.

Şayet müstakbel [gelecek] tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât[tenkitler, eleştiriler] ukalâ [akıllılar, akıl sahipleri] mahkemesinden tarih celpnamesiyle [çekme] celp [çekme] olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü [genişleme, yayılma] ve inbisat [genişleme, yayılma] ile

405

çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. Haşiye [dipnot] 1

Demek, hakikat tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] etmez; hakikat haktır. اَلْحَقُّ يَعْلُوا وَلاَ يُعْلٰى عَلَيْهِ 1 Millet uyanmış; mugalâta [safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme] ve cerbeze [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ile iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telâkki [anlama, kabul etme] olunan hayalin ömrü kısadır. Feveran eden efkâr-ı umumiye [kamuoyu, umumun fikirleri] ile o aldatmalar ve mugalâtalar [safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme] dağılacaktır. Ve hakikat meydana çıkacaktır, inşaallah. [Allah dilerse]

پَسْ كُنَمْ چُونْ زِيرَ كَانْرَا اِينْ بَسْ أَسْتْ بَانْكِ دِهْ كَرْدَمْ اَگرْ دَرْدِهْ كَسْ أَسْتْ * 2

Sizin işkenceli hapishanenin hali, zaman müthiş, mekân muvahhiş, [korkutucu, ürkütücü] mahbusîn mütevahhiş, gazeteler mürcif, efkâr [fikirler] müşevveş, [dağınık, karışık] kalbler hazin, vicdanlar müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] ve meyus, [ümitsiz] bidayet-ı hâlde memurlar şemâtetli, [başkasının kötü duruma düşmesine sevinme] nöbetçiler müz’iç [rahatsız eden] olmakla beraber, vicdanım beni tâzip [azap] etmediği için, o hal bana eğlence gibi idi. Musibetlerin tenevvüü, [çeşitlenme] musikinin nağmelerinin tenevvüü [çeşitlenme] gibi bana geliyordu.

Hem de geçen sene tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektepte itmam [tamamlama] ettim.Haşiye [dipnot] 2 Musibet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın

406

ruhanî lezzeti olan hüzn-ü mâsumâne ve mazlumâneden, zayıfa şefkat, ve gadre [zulüm, acımasızlık] şiddet-i nefret dersini aldım.

Ümidim kavîdir [güçlü, kuvvetli] ki: Çok mâsumların kalblerinden hararet-i hüzünle tebahhur [buharlaşma] eden “ay,” “vay” ve “ah”lar, rahmetli [şefkatli] bir bulut teşkil edecektir. Ve âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle, [kendi kendine oluşma] o rahmetli [şefkatli] bulut teşekküle [kendi kendine oluşma] başlamıştır.

Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak [ayrılık, dağılma] verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara [safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme] ve diyanette lâübâlicesine hareketlere müsait bir zemin ise, herkes şahit olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye [isimlendirme] olunan böyle mahall-i ağrâza bedel, vilâyat-ı şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mim’siz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir [düşünce özgürlüğü] ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet [güzel niyet] ve selâmet-i kalb, [kalp huzuru, rahatlığı] şarkî Anadolu‘nun [Doğu Anadolu] dağlarında tam mânâsıyla hükümfermadır. [hüküm süren]

Bildiğime göre, edipler edepli olurlar. Edepsiz bazı gazeteleri nâşir-i [neşreden, yayan, yayınlayan] ağrâz görüyorum. Eğer edep böyleyse ve efkâr-ı umumî böyle karma karışık olsa, şahit olunuz, böyle edebiyattan vazgeçtim. Bunda da dahil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında, yani, Başit başındaki ecram [büyük cisimler] ve elvâh-ı âlemi, gazetelere bedel mütalâa edeceğim.

Muarrâdır [temiz, pak, arınmış] fezâ-yı feyzimiz şeyn-i temennâdan,

Bize dâd-ı ezeldir zîrden bâlâdan istiğnâ. [bir başkasına ihtiyaç duymama]

Çekildik neşve-i ümitten, tûl-i emellerden, [hiç ölmeyecekmiş gibi uzun emel sahibi olma]

Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ı Leylâdan istiğnâ. [bir başkasına ihtiyaç duymama]

407

وَلَوْلاَ تَكَالِيفُ الْعُلٰى وَمَقَاصِدُ * عَوَالٍ وَاَعْقَابُ اْلاَحَادِيثِ فِى غَدٍ * لاََعْطَيْتُ نَفْسِى فِى التَّخَلِىّ مُرَادَهَا * وَذَاكَ مُرَادِى مُذْ نَشَئْتُ وَمَقْصَدِي * وَاَكْتُمُ اَشْيَاءً وَلَوْ شِئْتُ قُلْتُهَا * وَلَوْ قُلْتُهَا لَمْ اُبْقِ لِلصُّلْحِ مَوْضِعًا * 1

Tenbih: MEDENİYETTEN İSTİFAM, sizi düşündürecek. Evet, böyle istibdat [baskı, zulüm] ve sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] ve zilletle [alçaklık] memzuç [karışmış, karışık] medeniyete, bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet, eşhası [kişiler] fakir ve sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ve ahlâksız eder. Fakat hakikî medeniyet, nev-i insanın [insan türü, insanlık] terakki [ilerleme] ve tekemmülüne [mükemmelleşme] ve mahiyet-i nev’iyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan [bakış açısı] medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir.

Hem de mânâ-yı meşrutiyete iptilâ [insanın kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] derecesini ortaya çıkaran imtihan, tecrübe] ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nın ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] istikbalde terakkisinin [ilerleme] birinci kapısı meşrutiyet-i [meclise dayalı yönetim şekli] meşrua ve şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve talih ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşrutiyetteki [meclise dayalı yönetim şekli] şûrâdır. Zira, şimdiye kadar üç yüz yetmiş milyon İslâm ecanibin [yabancılar] istibdad-ı mânevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i İslâmiye, [İslâmiyetin hâkimiyeti] âlemde, bahusus [hususan, özellikle] bundan sonra Asya’da hükümfermâ [hüküm süren] olduğu halde, her bir ferd-i Müslüman hâkimiyetin bir cüz-ü hakikîsine mâlik olur. Ve hürriyet üç yüz yetmiş milyon İslâmı esaretten halâs [kurtulma] etmeye bir çâre-i yegânedir. [tek çâre] Farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, burada yirmi milyon nüfus, [nefisler] tesis-i hürriyette çok zarardîde olsalar da, feda olsunlar. Yirmiyi verir, üç yüzü alırız.

408

Yazık! Eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırklar, hava gibi muhtelittir. [karışık, karışmış, karma] Su gibi memzuç [karışmış, karışık] olmamışlar. İnşaallah, elektrik-i hakaik-i İslâmiyetle imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] ederek, ziya-yı maarif-i İslâmiye hararetiyle kuvvet tevlid [doğurma] ederek bir mizâc-ı mutedile-i adalet vücuda gelecektir.

Yaşasın meşrutiyet-i [meclise dayalı yönetim şekli] meşrua! Sağ olsun hakikat-i şeriat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!

 İstibdadın Garibüzzamanı,

 Meşrutiyetin Bediüzzamanı,

Şimdikinin de Bid’atüzzamanı: [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler]

Said Nursî

ba

409

 Hâtime

VATANDAŞLARIMA ve kardeşlerime burada birkaç söz söylemezsem, bence bahis nâtamam kalır.

Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin ahfâ[çok gizli] olan vatandaşlarım ve kardeşlerim! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa, sahrâ-yı vahşette yatmakla gaflet sizi yağma edecektir.

Hikmet denilen makine-i âlemin nizamı ve telgraf hattı gibi umum âleme uzanan ve dal budak salan kanun-u nurânî-yi İlâhiyenin müessisi [tesis eden, kuran] olan hikmet-i İlâhiye, [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] ufk-u ezelden kaderin parmağını kaldırmış, size emrediyor ki: Tefrika [ayrılık, bölünme] ile müteferrik [ayrı ayrı] su gibi katre [damla] katre [damla] zâyi olan hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve kuvvetinizi fikr-i milliyetle, yani İslâmiyet milliyetiyle tevhid ve mezc [karışma, bütünleşme] ederek, zerratın [atomlar] câzibe-i cüz’iyeleri gibi bir cazibe-i umumî-i vatanî teşkil ile kütle-i azîmi küre gibi tedvir [çekip çevirme] ederek şems-i şevket-i İslâmiyenin cemahir-i müttefika-i İslâmiyenin mevkibinde bir kevkeb-i münevver gibi câzibesine ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ile muvazene [karşılaştırma/denge] ve âheng-i umumiyeyi muhafaza ediniz.

Hem de hürriyet-i şer’iye denilen yüksek bir hakikat-i içtimaiye, Sübhan ve Ağrı dağları gibi istikbalin cibâl-i şâhikasının tepesinde ayağa kalkmış ve esaret-i nefis altına girmeyi yasak etmiş ve gayra tecavüzü tecviz [caiz görme, izin verme, cevaz verme] etmeyerek şeriata istinad etmiş olan sultan-ı hürriyet, yüksek sadâ ile sizin gibi mâzinin en derin

410

derelerinde gafil ve müteferrik [ayrı ayrı] insanlara “Fen, san’at silâhıyla cehalet ve fakra hücum ediniz” emrini veriyor.

Hem de ihtiyaç denilen medeniyetin pederi ve terakkiyatın [ilerleme] müessisi [tesis eden, kuran] olan üstad-ı ihtiyaç, sillesini [tokat] kaldırmış, size hükmediyor ki, ya hayat-ı hürriyetinizi bu sahrâ-yı vahşette yağmacılara vereceksiniz, veyahut meydan-ı medeniyette fen ve san’at balonuna, şimendiferine [tren] binerek istikbali istikbal ve o ecnebî ellerine geçen o emval-i [mallar] müttefikayı istirdad ederek kâbe-i kemâlâta [mükemmel ve eşsiz özelliklerin merkezi] koşacaksınız.

Hem de İslâmiyet milliyeti denilen mâzi derelerinde ve hal sahrâlarında ve istikbal dağlarında hayme-nişin [göçebe, çölde yaşayan, çadır hayatı süren] olan ve Selahaddin-i Eyyûbî ve Celâleddin-i Harzemşah ve Sultan Selim [sağlam, doğru] ve Barbaros Hayreddin ve Rüstem-i Zâl gibi ecdatlarınızdan emsalleri gibi dâhi kahramanlarla bir çadırda oturan bir aile gibi, herkesi başkasının haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve hayat-ı ulviyenin enmuzeci [nümune, örnek] olan İslâmiyet milliyeti size emr-i kat’î ile emrediyor ki: Ta her biriniz umum İslâmın mâkes-i hayatı ve hâmi-i saadeti ve umum millet-i İslâmın [İslâm milleti] ferdî bir misâl-i müşahhası olunuz. Zira, maksadın büyümesiyle himmet [ciddi gayret] de büyür. Ve hamiyet-i İslâmiyenin galeyanı ile ahlâk da tekemmül [mükemmelleşme] ve teâlî [yükselme, yücelme] eder.

Hem de meşrutiyet-i [meclise dayalı yönetim şekli] meşrua denilen dünyada beşer saadetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makine-yi hayatın buharı olan hürriyetteki irade-i cüz’iyeyi [cüz’î irade; insanın elindeki çok az seçme gücü] istibdat [baskı, zulüm] ve tahakkümün [baskı] belâsından kurtaran meşveret-i şer’iyenin mayasıyla mayalandıran meşrutiyet-i [meclise dayalı yönetim şekli] meşrua sizi herkes gibi imtihana davet

411

ediyor ki, sinn-i rüşde bülûğunuzu ve vasîye adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Mevcudiyetinizi ittihadla [birleşme] gösteriniz ve hamiyet-i diniye-i [dinin koruyuculuğu] millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteriniz. Yoksa, sıfır çekecek ve şahadetnâme-i hürriyeti elinize vermeyecektir.

Evet, mâzinin sahrâlarında keşmekeşliğinize sebebiyet veren her birinizdeki meylü’l-ağalık [ağalık meyli; ağalık taslama] ve fikr-i hodserâne ve enaniyet, şimdi istikbalin saadet-saray-ı medeniyetinde fikr-i icada [icad etme düşüncesi, yeni bir şey ortaya çıkarma fikri] ve teşebbüs-ü şahsiyeye ve fikr-i hürriyete inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] edecektir, inşaallah. [Allah dilerse]

Hatta diyebilirim ki: Ey şark vilâyetlerindeki vatandaşlarım! Başkalarının sükûtî medreselerine nispeten sizin gürültülü olan medreseleriniz bir meclis-i meb’usan-ı ilmiyeyi [çeşitli ilimlerin temsilcilerinden oluşan meclis] gösteriyor.

Hem Şâfiî olduğunuzdan ve imam arkasında kıraat-ı Fatiha ile semâvî ve ruhanî vızıltılarınız sizi mezheben ve medreseten ve fıtraten وَاَنْ لَيْسَ لِلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعٰى 1’nın başka bir unvanı olan teşebbüs-ü şahsiyeye teşvik ediyor.

Hem de her bir kemâlin müessis [tesis eden, kuran] ve hâmîsi [koruyan, sahip çıkan Allah] olan cesaret ve nâmus-u millet-i İslâmiye sizlere emrediyor ki: Nasıl ki, şimdiye kadar dimağdan [akıl, beyin] kalbe mecrâ [akım yeri] açmakla, aklı kuvvete mezc [karışma, bütünleşme] ederek maarifinizi [bilgiler] kılıçlarınızın hutut-u cevherinden öğrenmekle şecaat-i maddiyede terakki [ilerleme] ettiniz. Şimdi ise, kalbden fikre karşı menfez

412

açınız. Kuvveti aklın imdadına ve hissiyatı efkârın [fikirler] arkasına gönderiniz. Ta ki, şecaat-i akliye-i medeniyet meydanında namus-u millet-i İslâmiye pâyimal olmasın. Kılıçlarınızı, fen ve san’at ve tesanüd-ü hikmet-i Kur’âniye cevherinden yapmalısınız.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Bediüzzaman Said Nursî

ba

413

Yaşasın Şeriat-ı Ahmedî

(aleyhissalâtü vesselâm)

5 Mart 1325 (18 Mart 1909)

Dinî Ceride, [gazete] no. 77

Şeriat-ı garrâ, [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] kelâm-ı ezelîden [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] geldiğinden, ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinad iledir. O hablü’l-metine [sağlam ip, çok kuvvetli ip (İslâm, Kur’ân)] temessük [sarılma] iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad [yardım dileme] iledir. Zira, Sâni-i Âleme [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] hakkıyla abd [köle] ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete [Allah’a kulluk] tenezzül etmemesi gerektir. Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında [en küçük âlem] cihad-ı ekber [en büyük cihad] ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi [Peygamberimizin sünneti] ihyâ [diriltme, hayat verme] ile muvazzaftır.

Ey evliya-i umûr! Tevfik [başarı] isterseniz, kavânin-i âdetullaha [Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları] tevfik-i hareket [uygun hareket] ediniz. Yoksa tevfiksizlik [başarısızlık] ile cevab-ı red [red cevabı] alacaksınız. Zira, mâruf [bilinen] umum enbiyanın [nebiler, peygamberler] memâlik-i İslâmiye ve Osmaniyeden zuhuru, kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] bir işaret ve remzidir [ince işaret] ki; bu memleket insanlarının makine-i tekemmülâtının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri ziya-yı İslâmiyet ile neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulacaktır.

Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı [baskı ve zulüm] muhafaza için, vaktiyle mesâil-i şeriat [şeriatın meseleleri, kaideleri] rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.

414

Bizim cemaatımizin meşrebi, [hareket tarzı, metod] muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani, beyne’l-İslâm muhabbete imdat; ve husumet askerini bozmaktır.

Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Peygamberîyi ihyâ [diriltme, hayat verme] etmektir. Ve rehberimiz şeriat-ı garrâ [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] ve kılıcımız da berahin-i kàtıa ve maksadımız ilâ-yı kelimetullahtır. Cemaatimize her bir mü’min mânen müntesiptir. Sûreten intisap [bağlanma] ise, Sünnet-i Nebeviyeyi [Peygamberimizin sünneti] kendi âleminde ihyâya [diriltme, hayat verme] azm-i kat’î iledir. En evvel mürşid-i umumî ulema ve meşâyih ve talebeyi, şeriat namına ittihada [birleşme] dâvet ederiz.

Said Nursî

ba

 İhtar-ı mahsus

Gazeteci denilen huteba-i [balık] umumî iki kıyas-ı fâsidle milleti bataklığa düşürtmüştür.

Birincisi: Vilâyâtı, İstanbul’a kıyas ederek… Hâlbuki elifbâyı okumayan çocuklara felsefe dersi verilse sathî [sığ, yüzeysel] olur.

İkincisi: İstanbul’u Avrupa’ya kıyas etmişler. Hâlbuki, bir erkek, kadının kametinden [biçim ve boy] istihsan [beğenme, güzel bulma] ettiği libası [elbise] giyinse maskara ve rezil olur.

Said Nursî

ba

415

Hakikat

26 Şubat 1324 (Mart 1909)

Dinî Ceride, [gazete] No. 70

Biz kâlû belâdan cemiyet-i Muhammedîde (a.s.m.) dâhiliz. Cihetü’l-vahdet-i [birlik yönü] ittihadımız [birleşme] tevhiddir. Peymân ve yeminimiz imandır. Madem ki muvahhidiz, [Allah’ın birliğine inanan] müttehidiz. [aynı noktada birleşen] Her bir mü’min i’lâ-yı kelimetullah [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki [ilerleme] etmektir. Zira, ecnebîler fünun [fenler, bilimler] ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de, fen ve san’at silâhıyla i’lâ-yı kelimetullahın [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] en müthiş düşmanı olan cehil [bilgisizlik] ve fakr ve ihtilâf-ı efkârla cihad edeceğiz.

Amma cihad-ı haricîyi şeriat-ı garrânın [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] berahin-i kàtıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere galebe [üstün gelme] çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar [zoraki, zorlama] ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki,Haşiye adalet ve meşveret [danışma] ve kanunda inhisar[sınırlandırma, kayıt altına alma] kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel şeriat-ı garrâ [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] teessüs [kurulma, bina edilme, yapılanma] ettiğinden, ahkâmda [hükümler] Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma [İslâm dini] büyük bir cinayettir. Ve şimale [kuzey] müteveccihen [yönelen] namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa, istibdat [baskı, zulüm] tevzi [(sahiplerine) dağıtma] olunmuş olur.

اِنَّ اللهَ هُوَ الْقَوِىُّ الْمَتِينُ 1 hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da mârifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm [İslâm dini] namıyla olmalı. Yoksa istibdat [baskı, zulüm] daima hükümfermâ [hüküm süren] olacaktır.

416

İttifak hüdâdadır, hevâda ve heveste değil.

İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu; şeriat da hürdür, meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru insanın kusuruna senet ve özür olamaz.

Yeis, [ümitsizlik] mâni-i herkemâldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün!” istibdadın [baskı ve zulüm] yadigârıdır. Bu cümlelerin mabeynini [ara] raptedecek [bağlama] olan mukaddematı, [evvel, önce] Türkçe bilmediğim için mütaliînin fikirlerine havale ediyorum.

Said Nursî

 Sadâ-yı Hakikat

27 Mart 1909

Tarîk-i Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) şüphe ve hileden münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] olduğundan, şüphe ve hileyi îmâ eden gizlemekten de müstağnidir. [çok üstün ve ötede bulunan] Hem o derece azîm ve geniş ve muhit bir hakikat, bahusus [hususan, özellikle] bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle saklanmaz. Bahr-i umman [Hint Okyanusu; çok büyük denizler gibi engin ve derin] nasıl bir destide saklanacak?

Tekraren söylüyorum ki: İttihad-ı İslâm hakikatinde olan İttihad-ı Muhammedînin (aleyhissalâtü vesselâm) cihet-i vahdeti tevhid-i İlâhîdir. [Allah’ın birliği] Peymân ve yemini de imandır. Encümen ve cemiyetleri, mesacid ve medaris ve zevâyâdır. Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Nizamnamesi, Sünen-i Ahmediyedir (aleyhissalâtü vesselâm). Kanunu, evâmir [emirler] ve nevâhî-i [yasaklar] şer’iyedir. Bu ittihad, [birleşme] âdetten değil, ibadettir.

İhfâ ve havf [korku] riyadandır. Farzda riya yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır. İttihadın hedef ve maksadı, o kadar uzun, münşaib ve muhit

417

ve merakiz ve meabid-i İslâmiyeyi birbirine rapt [bağlama] ettiren bir silsile-i nuranîyi [nur zinciri] ihtizaza getirmekle, [harekete geçirme, titretme] onunla merbut [bağlı] olanları ikaz ve tarîk-i terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevk etmektir.

Bu ittihadın [birleşme] meşrebi [hareket tarzı, metod] muhabbettir. Husumeti ise, cehalet ve zaruret ve nifakadır. [ayrılık, dağılma] Gayr-ı müslimler [Müslüman olmayan] emin olsunlar ki, bu ittihadımız, [birleşme] bu üç sıfata hücumdur. Gayr-ı müslime [Müslüman olmayan] karşı hareketimiz iknâdır. Zira onları medenî biliriz. Ve İslâmiyeti mahbup [sevgili] ve ulvî göstermektir. Zira onları munsif zannediyoruz. Lâubaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebîye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada [birleşme] tahkik [araştırma, inceleme] ile dahil olanlar, onları taklit edip çıkmazlar. İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) olan İttihad-ı İslâmın efkâr [fikirler] ve meslek ve hakikatini efkâr-ı umumiyeye [kamuoyu, umumun fikirleri] arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa etsin, cevaba hazırız.

  جُمْلَه شِيرَانِ جِهَانْ بَسْتَئِه اِينْ سِلْسِلَه اَنْد رُوبَه اَزْحِيلَه جِه سَانْ بِكُسَلَدْ اِينْ سِلْسِلَه رَا * 1

Neşrettiğim fihriste-i makasıddan terk ettiğim bir fıkradır. [bölüm] Şöyle ki:

Zahiren hariçten cereyan eden maarif-i cedidenin bir mecrâ[akım yeri] da bir kısım ehl-i medrese [medresede ilim tahsil edenler] olmalı. Ta gıll ü gıştan [kin, düşmanlık ve aldatma gibi anlamsız şeylerle uğraşılar] tasaffi [saflaşma, arınma] etsin.

Zira, bulanıklığıyla başka mecrâdan [akım yeri] taaffün [bozulma, çürüme, kokuşma] ile gelmiş. Ve atâlet [hareketsizlik] bataklığından neş’et [doğma] ve istibdat [baskı, zulüm] sümumu ile teneffüs eden ve zulüm tazyikiyle ezilen efkâra [fikirler] bu müteaffin [bozulmuş, kokuşmuş, çürük] su, bazı aksü’l-âmel yaptığından, misfat-ı şeriat ile süzdürmek zarurîdir. Bu da ehl-i medresenin [medresede ilim tahsil edenler] dûş-u himmetine muhavveldir. [havale edilmiş, gönderilmiş]

(Vesselâmü alâ meni’t-tebea’l-hüdâ)

Said Nursî

418

Kırk beş sene evvel1Dinî Ceridelerde [gazete] neşredilen Eski Said’in o dindar meb’uslara hitaben bir makalesidir.

Yaşasın Kur’ân-ı Kerîmin 
Kanun-u Esasîleri

26 Şubat 1324 (11 Mart 1909)

Dinî Ceride, [gazete] No. 73

Ey Meb’usan! Uzunluğu ile beraber gayet mûcez bir tek cümle söyleyeceğim. Dikkat ediniz, zira itnâbında îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] var. Şöyle ki:

Cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] ve kanun-u esasî [anayasa] denilen adalet ve meşveret [danışma] ve kanunda cem-i kuvvet, bu unvan ile beraber, asıl mâlik-i hakikî [her şeyin gerçek sahibi olan Allah] ve sahib-i unvan-ı muhteşem olan (1), ve müessir ve adâlet-i mahzâyı mutazammın [içinde bulundurma] bulunan (2), ve nokta-i istinadımızı [dayanak noktası] temin eden (3), ve meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] ve cumhuriyeti bir esas-ı metine istinad ettiren (4), ve evham ve şükûk [şekler, şüpheler] sahibini varta-i hayretten kurtaran (5), ve istikbal ve âhiretimizi tekeffül eden (6), ve menafi-i umumiye olan hukukullahı [Allah’ın hakkı] izinsiz tasarruftan sizi tahlis eden (7), ve hayat-ı milliyemizi muhafaza eden (8), ve umum ezhanı [zihinler] manyetizmalandıran [telkin ve hipnoz yolu ile birini tesir altına alma] (9), ve ecanibe [yabancılar] karşı metanetimizi [gayret, kararlılık] ve kemâlimizi ve mevcudiyetimizi gösteren (10), ve sizi muahaze-i [cezalandırılma] dünyeviye ve uhreviyeden kurtaran (11), ve maksat ve neticede ittihad-ı umumîyi tesis eden (12), ve o ittihadın ruhu olan efkâr-ı âmmeyi [genel düşünce, kamuoyu]  

419

tevlid [doğurma] eden (13), ve çürük mesâvi-i medeniyeti hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden (14), ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran (15), ve geri kaldığımız uzun mesafe-i terakkiyi [ilerleme, yükselme mesafesi] sırr-ı i’câza [mu’cizeliğin sırrı] binaen, bir zaman-ı kasırda tayyettiren (16), ve Arap ve Turan ve İran ve Sâmileri, [dinleyen, işiten] yani beraber olanları tevhid ederek az zaman içinde bize bir büyük kıymet verdiren (17), ve şahs-ı mânevî-i hükûmeti Müslüman gösteren (18), ve kanun-u esasînin [anayasa] ruhunu ve on birinci maddeyi muhafaza ile sizi hıns-ı yeminden kurtaran (19), ve Avrupa’nın eski zann-ı fasidlerini tekzip eden (20), Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın hâtemü’l-Enbiya ve şeriatının ebedî olduğunu tasdik ettiren (21), ve muharrib-i [tahrip eden, yıkan] medeniyet olan ve anarşiliğe yol açan dinsizliğe karşı set çeken (22), ve zulmet-i tebâyün-ü efkârı ve teşettüt-ü ârâyı safha-i nuranîsi ile ortadan kaldıran (23), ve umum ulema ve vâizleri [nasihat veren] ittihad [birleşme] ve saadet-i millete ve icraat-ı hükûmeti, meşruta-i meşruaya hâdim [hizmetçi] eden (24), ve adalet-i mahzâ[mutlak adâlet; tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukukunu hiçbir şey için fedâ etmeme” esasına dayanan adalet sistemi] merhametli olduğundan anâsır-ı gayr-ı müslimeyi daha ziyade telif [kaleme alma] ve rapt [bağlama] eden (25), ve en cebîn ve âmi [basit, sıradan] adamı en cesur ve en has adam gibi hiss-i hakikî-i terakki ile ve fedakârlık ve hubb-u vatanla mütehassis eden (26), ve hàdim-i medeniyet olan sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve israfattan [israflar, savurganlıklar] ve havayic-i gayr-ı zaruriyeden bizi halâs [kurtulma] eden (27), ve muhafaza-i âhiretle beraber imâr-ı dünya etmekle sa’ye [çalışma] neşat veren (28), ve hayat-ı medeniye olan ahlâk-ı hasene [güzel ahlâk] ve hissiyat-ı ulviyenin [yüksek duygular] düsturlarını [kâide, kural] öğreten (29), ve her birinizi, ey meb’uslar, elli bin kişinin takazasını, yani haklarını sizden dâvâ etmelerini  

420

hakkınızda tebrie [beraat ettirme] eden (30), ve sizi icma-ı ümmete [aynı asırda yaşamış İslâm müçehitlerinin, bir meselede hüküm bakımından ittifak etmeleri. İcmâ, Kur’ân ve sünnetten sonra en kuvvetli delildir] küçük bir misâl-i meşru gösteren (31), ve hüsn-ü niyete [güzel niyet] binaen âmâlinizi ibadet gibi ettiren (32), ve üç yüz milyon Müslümanın hayat-ı mâneviyesine [maddî olmayan hayat] suikast ve cinayetten sizi tahlis eden (33), ol Kur’ân-ı mukaddesin düsturları [kâide, kural] unvanıyla gösterseniz ve hükümlerinize me’haz [kaynak] edinseniz ve düsturlarını [kâide, kural] tatbik etseniz, acaba bu kadar fevaid [faydalar] ile beraber ne gibi birşey kaybedeceksiniz? Vesselâm…

Yaşasın Kur’ân’ın Kanun-u Esasîleri! [anayasa]

Said Nursî

ba

421

Hürriyete Hitap

EY HÜRRİYET-İ ŞER’Î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun, benim gibi bir şarklıyı tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî [ebedî ömür, ahiret hayatı] ile tebşir [müjdeleme] ediyorum. Eğer aynü’l-hayat şeriatı menba-ı hayat [hayat kaynağı] yapsan ve o cennette neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulsan, bu millet-i mazlumenin de eski zamana nispeten bin derece terakki [ilerleme] edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse, ağrâz-ı şahsî ve fikr-i intikam [intikam düşüncesi] ile sizi lekedar [lekeli] etmezse اَلْعَظَمَةُ لِلّٰهِ وَالْمِنَّةُ لَهُ 1 ki bizi kabr-i vahşet ve istibdattan [baskı, zulüm] ihraç ve cennet-i ittihad ve muhabbet-i milliyeye davet etti.

Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Ne saadetli bir kıyamet ve ne güzel bir haşir ki, وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ 2 hakikatinin küçük bir misâlini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:

Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata başlamış ve menfaatini mazarrat[zarar] umumiyede arayan ve istibdadı [baskı ve zulüm] arzu edenler, يَالَيْتَنِى كُنْتُ تُرَابًا 3 demeye başladılar. Yeni hükûmet-i meşrutamız mu’cize  

422

gibi doğduğu için, inşaallah [Allah dilerse] bir seneye kadar, تَكَلَّمَ فِى الْمَهْدِ صَبِيًّا 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olacağız. Mütevekkilâne, [Allah’a güvenip ve Onu vekil kabul eder bir şekilde] sabûrâne [kullarına sabır gücü ihsan eden Allah] tuttuğumuz otuz sene Ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki, azapsız, cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâkimiyet-i milliyenin beraat-i istihlâli olan kanun-u şer’î hâzin-i cennet gibi bizi duhule [girme] davet ediyor. Ey mazlum ihvan-ı vatan! Gidelim, dahil olalım. Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad-ı kulub; ikincisi, muhabbet-i milliye; üçüncüsü, maarif; [bilgiler] dördüncüsü, sa’y-i insanî; beşincisi, terk-i sefahettir. Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum. Zira davete icabet [cevap verme, kabul etme] vâciptir.

Bu inkılâb-ı azîmin [büyük değişim] fatiha[açılış kısmı, baş, baş kısım] mu’cize gibi başladığı için bir fâl-i hayırdır ki, hâtimesi de pek güzel olacaktır. Şöyle ki:

Bu inkılâp, [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] fikr-i beşerin [insan düşüncesi] ağır zincirlerini parça parça ve istidâd-ı terakkiye karşı setleri zîr ü zeber [alt üst] ederek, hükûmeti varta-yı [tehlike] mevtten tahlis ve bu millet-i mazlumede cevahir-i [cevherler] insaniyeti izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve âzâde olarak kâbe-i kemâlâta [mükemmel ve eşsiz özelliklerin merkezi] doğru gönderdiği gibi, hatimesi de, yani otuz sene kadar rengârenk sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve isrâfat ve hevesat ve lezaiz-i nâmeşrua gibi seyyiat[günahlar] medeniyet, devlet-i medeniyeti, hükûmet-i müstebide gibi inkıraza [dağılıp yok olma] sevk eden umurlar [emirler] maddeten zararını ihsas [hissettirme] edeceğinden, o muzlim [karanlık] ve kesif [katı] olan sehab, [bulut] arzu-yu umumî ile münkeşif olduğundan, şems-i şeriat ve mâkesi [yansıma yeri] olan kamer-i medeniyet, berrak ve saf ve esâsatta Asya’yı ve Rumelini tenvir [aydınlatma] ve mutazammın [içinde bulundurma] olduğu istidad-ı kemâlin  

423

tohumları hürriyetin yağmuru ile neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bularak rengârenk elvan [renkler] ile tezyin [süsleme] edeceğini, bu fâl-i hayır bize müjde veriyor.

Bir mu’cize-i Peygamberîdir (a.s.m.) ve bu millet-i mazlumeye bir inayet-i İlâhîdir ve cemiyet-i milliyenin niyet-i hâlisânesinin [saf, temiz niyet] bir kerametidir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ki, bu maden-i saadet ve hürriyet olan şeriat dairesindeki ittihad-ı kulûb ve muhabbet-i millî elimize meccanen girdi. Milel-i saire, [diğer milletler] milyonlarla cevahir-i [cevherler] nüfus [nefisler] feda etmekle kazandılar. Ölmüş olan hissiyat ve âmâl ve müyülât-ı âliye-i milliyemizi ve ahlâk-ı hasene-i [güzel ahlâk] İslâmiyemizi bu küre-i arz [yer küre, dünya] denilen, cezbe tutmuş mevlevî gibi meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] cevvâlin simâhında tanin-endâz ve umum milleti sürur [mutluluk] ile bir garip ihtizaza getiren sadâ-yı hürriyet ve adalet nefh-i sûr-u İsrafil gibi hayatlandırıyor.

Sakın, ey ihvân[kardeşler] vatan! Sefahetlerle [ahmaklık, beyinsizlik] ve dinde lâubaliliklerle tekrar öldürmeyiniz. Ve bütün efkâr-ı fâsideye ve ahlâk-ı rezileye [kötü ahlâk] ve desais-i [desiseler, hileler] şeytaniyeye ve tabasbusata [yaltaklanmak] karşı şeriat-ı garrâ [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] üzerine müesses [kurulmuş] olan kanun-u esâsî Azrail hükmüne geçti, onları öldürdü.

Ey hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ihvân[kardeşler] vatan! İsrâfât ve hilâf-ı şeriat [şeriata, İslâma ters, aykırı] ve lezaiz-i nâmeşrua ile tekrar ihyâ [diriltme, hayat verme] etmeyiniz.

Demek, şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihad-ı millet ve meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] ile rahm-ı mâdere [ana rahmi] geçtik, neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulacağız. Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden, [ilerleme, yükselme mesafesi] inşaallah [Allah dilerse] mu’cize-i Peygamberî (a.s.m.) ile, şimendifer-i kanun-u şer’iye-i esasiyeye amelen ve burak-ı meşveret-i şer’iyeye

424

fikren bineceğiz. Bu vahşet-engiz sahrâ-yı kebiri [büyük çöl] zaman-ı kàsırada tekemmül-ü mebâdi [altyapılardaki mükemmellik, tamlık] cihetiyle tayyetmekle [aşma, katetme] beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zira onlar kâh [bazan] öküz arabasına binmişler, yola gitmişler; biz birden bire şimendifer [tren] ve balon gibi mebâdiye [başlangıçlar, belirtiler] bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-i İslâmiyenin [İslâm hakikatleri, gerçekleri] ve istidad-ı fıtrînin, [doğal yetenek, kàbiliyet] feyz-i imanın [imanın bereketi] ve şiddet-i cû’un hazma verdiği teshil [kolaylaştırma] yardımıyla fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.

Talebeliğin bana verdiği vazife ile ve hürriyetin fermân-ı mezuniyetiyle ihtar ediyorum ki:

Ey ebnâ-yı vatan! Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz; ta elimizden kaçmasın ve müteaffin [bozulmuş, kokuşmuş, çürük] olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın. Haşiye [dipnot] Zira hürriyet, mürâât[gözetme, dikkate alma] ahkâm ve âdâb-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene [güzel ahlâk] ile tahakkuk [gerçekleşme] ve neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulur. Sadr[göğüs, sîne] evvelin, yani Sahabe-i Kiramın o zamanda, âlemde vahşet ve cebr-i istibdat hükümferma [hüküm süren] olduğu halde, hürriyet ve adalet ve müsavatları [eşitlik] bu müddeâya [dava, tez; iddia edilen şey] bir burhan-ı bâhirdir. [açık delil] Yoksa, hürriyeti sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve lezaiz-i nâmeşrua ve israfat [israflar, savurganlıklar] ve tecavüzat [tecavüzler, saldırılar] ve hevâ-i nefse [kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme] ittibâda [tâbi olma, bağlanma] serbestiyet ile tefsir ve amel etmek, bir padişahın esaretinden çıkmakla ve alçakların istibdadı [baskı ve zulüm] ve esaret-i rezilesinin altına girmekle beraber, milletin çocukluk istidadını [kabiliyet] ve sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] olduğunu gösterdiğinden, paralanmış olan eski esarete lâyık ve hürriyete adem-i liyâkatini gösterir. Zira sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] mahcurdur. Geniş ve muşa’şa’ [şaşaalı, gösterişli, parlak] olan yeni hürriyet-i şer’iyeye

425

adem-i liyâkat—zira çocuğa geniş olmaz—şanlı olan ittihad-ı millîyi bozulmuş ve müteaffin [bozulmuş, kokuşmuş, çürük] olan hâlât [durumlar, haller] ile fena bir hastalığa hedef edecektir. Zira ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] ve vicdanın tefsiri böyle değil. Mezhebi de muhalif olacaktır. Biz millet-i Osmaniye erkeğiz. Kâmet-i [boy, endam] merdane-i istidad-ı milliyemize kadınların libası [elbise] gibi süslü sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve hevesat ve israfat [israflar, savurganlıklar] yakışmıyor. Binaenaleyh, aldanmayalım.

خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ 1 kâidesini düsturu’l-amel [kâide, kural] yapalım. Şöyle ki:

Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları (fünun ve sanayi gibi) maalmemnuniye [memnuniyetle] alacağız.

Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie [kötü ahlâk] ki, ecnebîlerde mehasin-i medeniye-i kesiresiyle muhat olduğu için çirkinliğini o kadar göstermiyor. Biz ise, aldığımız vakit sû-i tâlih cihetiyle ve sû-i intihap tarikiyle müşkilü’t-tahsil [zor] mehasin-i medeniyeti [medeniyetin güzellikleri, iyilikleri] terk edip, çocuk gibi hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve hevese muvafık zünub-u medeniyet kesb [elde etme, kazanma] ettiğimizden, muhannes gibi veya mütereccile gibi oluruz. Kadın, erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek, kadın gibi süslense muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve âlihimmet, [yüksek gayretli, fedakâr] zîb ü zîverle muzahraf cilveli hanım gibi olmamalı.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Zünub ve mesâvî-i medeniyeti, [medeniyetin kötülükleri, fenalıkları, günahları] hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i şeriatla yasak edeceğiz. Ta ki, medeniyetimizin gençliği ve şebabeti, zülâl-i aynü’l-hayat-ı şeriatla muhafaza olsun. Kesb-i medeniyette Japonlara iktida [uyma] bize lâzımdır ki, onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti [medeniyetin güzellikleri, iyilikleri] almakla beraber, her kavmin mâye-i bekàsı olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler.  

426

Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyette neşvünema [büyüyüp gelişme] bulduğu için, iki cihetle sarılmak zaruridir.

Ey hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ebnâ-yı vatan! Cemiyet-i millî ruhlarını feda etmekle saadetimize yol açtılar. Biz de, bazı lezaizimizi [lezzetler] terk ile onlara yardım edeceğiz. Zira o sofra-yı nimete beraber oturuyoruz. Efkâr-ı fâside sahibi, yani hürriyet altında istibdadı [baskı ve zulüm] ve mezâlimi [zulümler] arzu edenler, mevt-i ebedîye [sonsuz bir ölüm] mazhar [erişme, nail olma] olan ve zaman-ı mâzinin [geçmiş zaman] çukurunda medfun olan istibdâdâtı [baskı, diktatörlük] veyahut seyl-i hurûşân-ı zaman içinde yuvarlanmış olan mezâlimi, [zulümler] bir daha temaşa etmemek için, tarih-i hayat[hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] hürriyetin beyanıyla, mâzi ve hâl [çözüm] meyanında [bir şeyle bağlantılı olarak, arasında] delinmez bir sedd-i âhenin çekmek istiyorum. Şöyle ki:

Bu inkılâp, [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] doğurduğu hürriyeti, eğer meşveret-i şer’iyenin terbiyesine verse, bu milletin eski satvet [güç, ezici kuvvet] ve kuvvetini ihyâ [diriltme, hayat verme] edecektir. Eğer vebâ-yı âğraz-ı şahsiyeye müsadif olsa, istibdâd-ı mutlaka [mutlak diktatörlük; her yönden sınırsız bir baskı] dönecek, o çocuk ölecek. Hürriyet tam zamanında doğdu. Ahval [durumlar] ve ilcaat[mecburiyetler, zorlamalar] zaman tam terbiyesine hizmet ister. Sun’î [gerçek olmayan] ve ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] değil; ta ki çok külfete muhtaç olsun. Eski zaman gibi bu kadar tazyikatın [baskılar] tesiriyle meyusiyet [ümitsizlik] ve mahvolmak şanından olmayan hamiyet-i İslâmiye o kadar galeyana gelmiş ki, güya hürriyet rahm-ı mâderde [ana rahmi] tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] yaşa kadar gelmiş. Kadem-nihâde-i [adım] saha-i vücut olduğu anda hükümfermâlığını [hüküm süren] ilân ve hiçbir müsademata [çarpışmalar, müsademeler] [çarpışma] karşı tezelzüle ve delmeye uğramayacak bir sedd-i âhenin gibi veyahut taht-ı Belkısî [Belkıs’ın tahtı] gibi beş hakaik-i sabite [sabit gerçekler] üzerine teessüs [kurulma, bina edilme, yapılanma] edecek.

Birinci hakikat: Mecmuda bir kuvvet bulunur; hiçbir fert o kuvvete mâlik olamaz: bir kalın şerit ile eczasından kalın bir telin kuvveti gibi… Veyahut efkâr-ı umumiyeyi [kamuoyu, umumun fikirleri] mutazammın [içinde bulundurma] yeni hükûmetimiz ve eski hükûmetimiz gibi. Ey millet, biz şimdi kalın şeridiz. Her kim muhalefet ile veyahut hodserane ile bunu zayıf etse, umumun hakkına affolunamaz bir cinayettir.

427

İkinci hakikat: Zaman-ı sâlifte, yani galebe-i vahşet vaktinde âlemde hükümfermâ, [hüküm süren] vahşetin mahsulü ve tedennî [alçalma, gerileme] ve inkırazın [dağılıp yok olma] mahkûmu olan kuvvet ve cebrin saltanatı idi. Herhangi devletin deverân-ı demmi yerine girmişse, öyle devletlerin sahâif-i tarihiyeleri baykuşların âşiyâneleri [mesken, yuva] gibi satırları inkırazlarını [dağılıp yok olma] çağırıyorlar, bağırıyorlar.

Tasallut-u medeniyetin zamanında âlemin hükümranı ilim ve marifettir. [Allah’ı bilme ve tanıma] Müvellidi medeniyet; ve şânı tezayüd; [artma] ve ömrü ebedî olduğundan herhangi devletin hayat ve müdebbiri [idare eden, çekip çeviren] olmuşsa, o hükûmeti kendi gibi kayd-ı ömr-ü tabiîden ve ecel-i inkırazdan tahlis ve küre-i arz [yer küre, dünya] kadar yaşamasına istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] vermiş. Kitab-ı Avrupa sahâifi bunu alenen gösteriyor.

Eğer denilse: Şimdiye kadar bu hükûmet-i zaifeyi âdi adamlar idare edebilirlerdi. Fakat bu kadar metin [sağlam] ve dehşetli, kaviyen [kuvvetle] emel ettiğimiz yeni hükûmeti omuzunda taşıyacak harika ve dâhi adamlar lâzımken, Asya ve Rumeli tarlası acaba öyle mahsulât verecek mi?

Buna cevap: Eğer başka inkılâplar [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] başa gelmezse, evet.

Ve üçüncü hakikate dikkat et. Şöyle ki:

Bu zaman-ı mâzide [geçmiş zaman] insan istidad-ı gayr-ı mütenâhîye mâlik iken, o kadar dar ve mahdut [sınırlanmış] daire içinde hareket ediyordu ki, güya insan iken hayvan gibi yaşadığından, efkâr [fikirler] ve ahlâkı o daire nispetinde tedennî [alçalma, gerileme] etmiş ve mahsur kalmıştı. Şimdi bu şer’î hürriyet-i âdilâne eğer yaşasa ve bozulmazsa, fikr-i beşerin [insan düşüncesi] ağır zincirlerini paralamakla ve istidad-ı terakkiye karşı setleri hercümerc [alt üst olma] ederek o küçük daireyi dünya kadar tevsi edebilir. Hatta benim gibi bir köylü adam, Süreyya [gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan ve yedi yıldızdan meydana gelen bir yıldız takımı] kadar ulvî olan idare-i umumîyi nazara alacak, âmâl ve müyûlâtın [meyiller, eğilimler] filizlerini orada bağlayacak. Ve her bir fiil ve tavrının orada bir ihtizaz [deprenme, titreşim, lerze] ile zîmedhal bulunacağından, himmet [ciddi gayret] Süreyya [gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan ve yedi yıldızdan meydana gelen bir yıldız takımı] kadar teâlî [yükselme, yücelme] ve ahlâkı o derece tekemmül [mükemmelleşme] ve  

428

efkârı [fikirler] memalik-i Osmaniye kadar tevessü [genişleme, yayılma] edeceğinden, Eflâtun’ları, İbni Sina’ları ve Bismarck’ları, Dekart’ları ve Taftazanî’leri inşaallah [Allah dilerse] geri bırakacak. Bu kuvvetli Asya ve Rumeli tarlası çok şübban-ı vatan mahsulü vereceğinden kaviyen [kuvvetle] ümitvarız.

Lâsiyyema: [bilhassa, özellikle] Şu memalik-i Osmaniye umum enbiyanın [nebiler, peygamberler] mahall-i zuhuru ve devlet-i mütemeddine-i sâlifenin mehd-i teşekkülü ve şems-i İslâmiyetin [İslâmiyet güneşi] maşrık-ı tulûu olduğundan, insanların fıtratlarında ektikleri bu üç istidâdât-ı kemâl bu hürriyetin yağmuru ile neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulsa, herkesin istidadı [kabiliyet] ve fikr-i münevverinin dal ve budakları şecere-i tûbâ [Cennetteki tûba ağacı] gibi her tarafa açacaktır. Ve Şarkın Garba nispetini, seherin guruba [batış] nispeti gibi edecektir—eğer sist-i atâletle ve sümum-u ağrâz ile kurutulmazsa.

Dördüncü hakikat: Şeriat-ı garrâ [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] kelâm-ı ezelîden [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] geldiğinden, ebede gidecektir. Zira şecere-i meylü’l-istikmâl-i âlemin dalı olan insandaki meylü’t-terakkinin [ilerleme meyli, yükselme eğilimi] mahsul ve semeresi [meyve] olan istidadın [kabiliyet] telâhuk-u efkârla [düşünce ve tecrübelerin birikimi] hasıl olan netâicinin [neticeler] teşerrub ve tegaddî ile büyümesi nispetinde, şeriat-ı garrâ [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] aynen maddî zihayat [canlı] gibi tevessü [genişleme, yayılma] ve intibak edeceğinden, ezelden gelip ebede gideceğine burhan-ı bâhirdir. [açık delil] Asr-ı Saadet [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] olan sadr[göğüs, sîne] evvelin hürriyet ve adalet ve müsâvâtı, bâhusus [bilhassa, özellikle] o zamanda delil-i kat’îdir [kesin delil] ki, şeriat-ı garrâ [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] müsâvâtı ve adaleti ve hakikî hürriyeti cemî [bütün] revabıt [rabıtalar, bağlar; münasebetler] ve levâzımâtıyla [bir işin gerçekleşmesi için gerekli olan şeyler] câmidir. İmam-ı Ömer (r.a.), İmam-ı Ali (r.a.)

429

ve Selahaddin-i Eyyûbî â’sârı bu müddeâya [dava, tez; iddia edilen şey] delil-i alenîdir. Buna binaen, kat’iyen [kesinlikle] hükmediyorum: Şimdiye kadar noksaniyetimiz ve tedenniyatımız, [alçalmalar, gerilemeler] sû-i ahvâlimiz dört sebepten gelmiş:

1. Şeriat-ı garrânın [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] adem-i mürâât-ı ahkâmından,

2. Bazı müdâhinlerin keyfemâyeşâ [kendi keyfince, keyfi nasıl isterse] sû-i tefsirinden,

3. Zâhirperest âlim-i câhilin veyahut câhil-i âlimin taassubat-ı nâ-bemahallinden,

4. Sû-i tâlih cihetiyle ve sû-i intihap tarikiyle müşkilü’t-tahsil [zor] olan Avrupa mehasinini [güzellikler] terk ederek, çocuk gibi hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve hevese muvafık zünub ve mesâvî-i medeniyeti [medeniyetin kötülükleri, fenalıkları, günahları] tuti gibi taklittendir ki, bu netice-i seyyie [kötü netice] zuhur ediyor. Memurîn hakkıyla vazifesini ifa etse, memur olmayan ilcaat[mecburiyetler, zorlamalar] zamana muvafık sa’y [çalışma] etse, sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] vakit bulamayacaktır. Bu iki kısmın herhangisinde bir fert, sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] inhimak [aşırı düşkünlük] gösterdiyse, bu, heyet-i içtimaiye [sosyal yapı] içinde muzır [zararlı] bir mikrop sûretine giriyor.

Beşinci hakikat: Zaman-ı sabıkta revâbıt-ı içtimâ ve levazım-ı taayyüş ve fevaid-i [faydalar] medeniyet o kadar tekessür [çoğalma] ve teşaub [şubelere, kısımlara ayrılma] etmediğinden, bazı kalil [az] adamların fikri, devletin idaresine yarı kâfi [yeterli] gibi idi. Amma bu zamanda revabıt[rabıtalar, bağlar; münasebetler] içtima o kadar tekessür [çoğalma] etmiş ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüt [birden fazla olma] etmiş ve semerat-ı [meyve] medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve seyf [kılıç] ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr [düşünce özgürlüğü] o devleti taşıyabilir ve idare ve terbiye edebilir. Bu hakikate misâl, eski hükûmet-i müstebide, yeni hükûmet-i meşrutadır.

430

Üçüncü Hakikatin bana verdiği vazife ile ve hürriyetin fermân-ı mezuniyetiyle, üç şey ihtar ediyorum.

Birincisi: Bir cisim birden zerrattan [atomlar] tahallül [araya girme, içine karışma] ve yeni zerrattan [atomlar] teşekkül [kendi kendine oluşma] eylemesi muhal [bâtıl, boş söz] olacağından, cism-i devletin birden memurîni ref’ [kaldırma] ve yenilerini ikame eylemesi, muhal [bâtıl, boş söz] olmasa da, müteazzirdir. Binaenaleyh, istidad-ı habis ve kabil-i ıslâh olmayan adamları zaten cism-i devlet def-i tabiî ile ifraz edecektir. Amma kabil-i ıslah olanlar, zaten güneş garptan [batı] tulû [doğma] etmediğinden, tevbenin kapısı açıktır. Bunların tecrübelerinden istifade etmeli. Bunların yerini dolduracak, kırk sene lâzım. Yoksa, umumu aleyhinde itâle-i lisân ve terzil [rezil ve alçak gösterme] etmek, bu şanlı olan ittihad-ı milleti–bozulmuş bazı efkâr [fikirler] ve ahlâklarına binaen–bir hastalığa hedef edecektir.

İkincisi: Ben şarkın dağlarında büyümüş idim. Merkez-i Hilâfeti [hilafet merkezi, halifelik makamının bulunduğu yer] güzel tahayyül [hayal etme] ediyordum. Vaktâ [ne vakit] ki, bundan yedi-sekiz ay mukaddem [evvel, önce] Dersaadete geldim. Gördüm ki, İstanbul, tevahhuş [korkma, çekinme] ve tenafur-u kulûb sebebiyle medenî libası [elbise] giymiş vahşi bir adama benzerdi. Şimdi, ittihad-ı millî sebebiyle, medenî adam, fakat yarı medenî, yarı vahşi libasında [elbise] bize arz-ı dîdâr [kendini gösterme] ediyor. Evvel şarkta fenalığın sebebi, şarkın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ [ne vakit] ki, hasta olan İstanbul’u gördüm, nabzını tuttum, teşrih [şerh etme, açıklama, ortaya çıkarma] ettim. Anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa sirayet [bulaşma] eder. Tedavisine çalıştım; bir divanelikle taltif [güzellikle muamele etmek] edildim.

Hem de gördüm ki, medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eyleyen İslâmiyet, maddî cihetinde medeniyet-i hâzıradan geri kalmış; güya İslâmiyet sû-i ahlâkımızdan [kötü ahlâk] darılmış, mâzi tarafına dönüp gidiyor. Zaman-ı Saadete [Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] bizi şikâyet edecektir. Bunun en büyük sebebi, istibdattan [baskı, zulüm] sonra, mürşid-i umumî üç büyük şubenin ki, “Cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif,” veyahut

431

عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ وَكُلٌّ اِلٰى ذَكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ * 1

beytinin mâsadakı [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olan ehl-i medrese [medresede ilim tahsil edenler] ve ehl-i mektep [ilim ehli kimseler] ve ehl-i tekkenin, tebayün-ü efkâr ve tehâlüf-ü meşâribidir.

Bu tebayün-ü efkâr ahlâk-ı İslâmiyenin esasını sarsmış, ittihad-ı milleti çatallaştırmış. Terakkiyat-ı medeniyeden geri bırakmıştır. Zira biri ifrat [aşırılık] ile diğerini tekfir [küfürle itham etmek] ve tadlil [başkalarını dalâlete nispet etmek, sapıklığına hükmetmek] ediyor; öteki tefrit [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] ile onu teçhil ve gayr-ı mutemed addediyor. Bunun çaresi, tevhid ile ve efkârlarının [fikirler] mabeyninde [ara] teyid ile münasebet ile musalâhadır. [barış yapma] Ta itidal [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] noktasında musafaha [el sıkışma, kucaklaşma] ile birleşmeli ki, âheng-i terakkîyi ihlâl etmesinler.

Üçüncüsü: Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum:

Birincisi: Zaman-ı hâzırayı [şimdiki zaman] zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeâ[iddia edilen şeyin tasvir edilmesi, delilsiz bir biçimde anlatılması] parlak ve mübalâğalı [abartılı] gösteriyorlar. Tesir ettirmek için ispat-ı müddeâ ve müteharrî-i hakikati [doğruyu ve gerçeği araştıran] iknâ lâzım iken, ihmal ediyorlar.

İkincisi: Birşeyi tergib [istek uyandırma, şevklendirme] veya terhib [dehşete düşürme, korkutma] etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil [indirme] edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.

Üçüncüsü: Belâgatın [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] mukteza[bir şeyin gereği] olan, hale mutabık, yani ilcaat[mecburiyetler, zorlamalar] zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasip söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.

432

Hâsıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, ta ispat ve iknâ etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, ta muvazene-i şeriatı bozmasın. Hem beliğ-i muknî olmalı, ta muktezâ-yı hâl ve ilcaat[mecburiyetler, zorlamalar] zamana muvafık söz söylesin. Ve mizan-ı şeriatle tartsın. Ve böyle olmaları da şarttır.

Yaşasın şeriat-ı garrâ! [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] Yaşasın adalet-i İlâhî! [Allah’ın adaleti] Yaşasın ittihad-ı millî! Ölsün ihtilâf! Yaşasın muhabbet-i millî!.. Gebersin ağrâz-ı şahsiye [şahsî kinler, garazlar] ve fikr-i intikam! [intikam düşüncesi] Yaşasın şecaat[yiğitlik, cesaret] mücessem askerler! Yaşasın satvet-i [güç, ezici kuvvet] muşahhas ordular! Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem dindar cemiyet-i ahrâr ve Nur talebeleri.Haşiye [dipnot]

Said Nursî