İLK DÖNEM ESERLERİ – Sünûhat (297-348)

297

Sünûhat

Bediüzzaman Said Nursî

Telif [kaleme alma] Tarihi: 1920

İlk Baskı: 
Evkâf-ı İslâmiye Matbaası, İstanbul 
1920 (Hicrî: 1338; Rûmî 1336)

298
299

 Mukaddime

Bu Sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] Risalesi, Hazret-i Üstad’ın “Eski Said” tabir ettiği zamanında Risale-i Nur’dan evvel telif [kaleme alma] ettiği eserlerinden olmakla beraber tazeliğini daima muhafaza etmekte ve Risale-i Nur’daki bazı meselelerin hülasalarını ihtiva etmektedir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri sonradan yazdığı bir mektubunda bu risaleden bahisle şöyle izahatta bulunmaktadır.

“Hürriyet’in bidayetinde Risale-i Nur’dan çok evvel kuvvetli bir ümit ve itikad [inanç] ile ehl-i imanın [Allah’a inanan] meyusiyetlerini [ümitsiz] izale [giderme] için; “İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum.” diye müjdeler veriyordum. Hattâ Hürriyet’ten evvel de talebelerime beşaret [müjde] ederdim. Tarihçe-i Hayat‘ımda [hayat hikayesi] merhum Abdurrahman’ın yazdığı gibi, Sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] misil[benzer] risalelerde dahi; “Ben bir ışık görüyorum.” diye dehşetli hâdisata karşı o ümit ile dayanıp mukabele [karşılama; karşılık verme] ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyede [İslâmın sosyal hayatı] ve çok geniş bir dairede tasavvur ederdim. Hâlbuki hâdisat-ı âlem beni o gaybî ihbarda ve beşarette [müjde] bir derece tekzip edip ümidimi kırardı.

Birden bir ihtar-ı gaybî [gaybdan gelen hatırlatma] ile kat’î kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki: Ciddi bir alâka ile senin eskiden beri tekrar ettiğin “Bir ışık var, bir nur göreceğiz.”diye müjdelerin te’vili ve tefsiri ve tâbiri sizin hakkınızda, belki îman cihetiyle, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] hakkında dahi en ehemmiyetlisi Risale-i Nur’dur. Bu ışıktır ki, seni şiddetle alâkadar etmişti. Ve bu nurdur ki, eskide de tahayyül [hayal etme] ve tahminin ile geniş dairede belki siyaset âleminde gelecek mes’udane ve  

300

dindarane hâletlerin [durum] ve vaziyetlerin mukaddemesi [evvel, önce] ve müjdecisi iken, bu muaccel [peşin] ışığı o müeccel [ertelenmiş] saadet tasavvur ederek eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun.”

Bir mektubunda da aynı bahse temasla şu beyanda bulunuyor:

“Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak nur çıkacak. Hattâ Hürriyet’ten evvel pek çok defa talebelere teselli vermek için “Bir nur çıkacak, gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek.” diyordu. İşte kırk sene sonra Risale-i Nur o hakikati kör gözlere de gösterdi. İşte Nur’un zâhiren, kemiyeten [sayıca, nicelik itibariyle] dar cihetine bakmayarak hakikat cihetinde keyfiyeten geniş ve fevkalâde menfaatini hissetmesi suretiyle; hem de siyaset nazariyle bütün memleket-i Osmaniye’de olacak gibi ifade etmiş. Çünkü Risale-i Nur îmânı kurtarması cihetiyle o dar dairesi, madem hayat-ı bâkiye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ve ebediyeyi îmânla kurtarıyor; bir milyon talebesi bir milyar hükmündedir. Yani bir milyon değil, belki bin insanın hayat-ı ebediyesini [sonsuz âhiret hayatı] temine çalışmak, bir milyar insanın hayat-ı fâniye-i [geçici, ölümlü hayat] dünyeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymettar ve mânen daha geniş olması, Eski Said’in o rüya-yı sâdıka gibi olan hiss-i kable’l-vuku ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihâta [kavrayış] edeceğini görmüş. Belki inşaallah [Allah dilerse] o görüş, yüz sene sonra Nurlar’ın ektiği tohumların sümbüllenmesiyle [başak verme, netice verme] aynen o geniş daire, Nur dairesi olacak.”

Hem yine hiss-i kable’l-vuku ile istikbâlden haber verdiği müjdelere dair Hutbe-i Şâmiye’nin haşiyesinde [dipnot] diyor: “Eski Said, hiss-i kable’l-vuku ile bin üç yüz yetmiş birde—başta Arap devletleri—âlem-i İslâmın ecnebî esaretinden ve istibdadından [baskı ve zulüm] kurtulup İslâmî devletler teşkil edeceklerini, kırk beş sene evvel haber vermiş. İki harb-i umumî [Birinci Dünya Savaşı] ve otuz kırk sene istibdadı-ı [baskı ve zulüm] mutlakı düşünmemiş. Bin üç yüz yetmişte olan vaziyeti bin üç yüz yirmi yedide olacak gibi müjde vermiş, tehirinin sebebini nazara almamış.”

301

Eskiden neşrettiği makâlatına dair şöyle söylemektedir:

“Bütün kuvvetimle derim ki:

Gazetelerde neşrettiğim umum makâlatımdaki umum hakaikte [doğru gerçekler] nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mâzi [geçmiş zaman] cânibinden, [taraf, yön] Asr-ı Saadet [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] mahkemesinden adaletnâme-i Şeriatla dâvet olunsam; neşrettiğim hakaikı [doğru gerçekler] aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının [mecburiyetler, zorlamalar] modasına göre bir libas [elbise] giydireceğim.

Şayet müstakbel [gelecek] tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât[tenkitler, eleştiriler] ukalâ [akıllılar, akıl sahipleri] mahkemesinden tarih celpnamesiyle [çekme] celp [çekme] olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü [genişleme, yayılma] ve inbisat [genişleme, yayılma] ile çatlayan bazı yerlerini yamamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.

Demek, hakikat tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] etmez, hakikat haktır. اَلْحَقُّ يَعْلُوا وَلاَ يُعْلٰى عَلَيْهِ 1

Hem bu Sünûhat Risalesi’nde “Kur’ân’ın hâkimiyet-i mutlakası” [sınırsız ve tam bir egemenlik] bahsinde, cemaat-ı İslâmiyenin nazarını Kur’ân’a çevirmek, bu suretle muharrik-i [harekete geçirici] vicdan olan kudsiyeti [kutsal, kusursuz ve yüce] temin ile kalplere [sahte para] meleke-i hassasiyet gelerek, dinin emirlerine ve îmânın ihtaratına karşı lakayt ve sağır kalmamak gibi bazı hususlara dair izahlar var.

Zaman gösterdi ki; bu risalede Hazret-i Üstad’ın ehemmiyetle üzerinde durduğu ve Müslümanların doğrudan doğruya okudukları tefsir kitaplarından Kur’ân’a müteveccih [yönelen] olmaları, şiddetli bir rağbet ve alâkayla Kur’ân’ı dinlemeleri, Kur’ân’dan ders almaları gibi hususlar, Risale-i Nur’da tecelli etmiştir.

Zamanın hastalığını teşhis eden ve o hastalığa devayı gösteren zât, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ona ihsan [bağış] ettiği Nur Külliyatıyla, bu pek ehemmiyetli hizmeti, âlem-şümûl bir vüs’atle [genişlik] ifâ etmiştir.

302

Evet, bahsettiği, “Şeriat kitapları birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım.” dediği hakikat, Risale-i Nur’la zuhura gelmiş ve meydan-ı istifadeye [istifâde sahası, alanı] arz edilmiş bulunuyor. Şimdi başta Anadolu olarak âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve insaniyette Kur’ân’ın bu yeni dersi, Risale-i Nur; asrın ihtiyaçlarına cevap veren en müessir bir eser olarak benimsenmekte, yeni nesillerin istifadesine sunulmaktadır.

Nur Talebeleri

ba

303

 İfade-i Meram

Bazı âyâtı düşünürken, bazı nükteler [derin anlamlı söz] kalbime hutur [akla gelme, kalbe doğma] ederek nota [bildiri] sûretinde kaydettim. Elfazca [lafızlar, sözler] zengin değilim, israfı da sevmem, teşrifatçı [kabul töreni, protokol] elfâzı [kelimeler, sözler] beğenmem, îcâzımdan [az sözle çok mânâ ifade etme] darılma. خُذْ مِنْ كُلِّ شَىْءٍ أَحْسَنَهُ 1 kaidesiyle, sana hoş gelen şeyleri al; sana hoş görünmeyeni bana bırak, ilişme!.

Said

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ * 2 Haşiye [dipnot]

Kur’ân, sâlihat’ı [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu] mutlak, müphem [belirsiz] bırakıyor. Çünkü ahlâk ve faziletler, hüsün [güzellik] ve hayır çoğu nisbîdirler. [göreceli] Nev’den nev’e geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır. Mahalden mahalle tebdil-i mekân [mekân değişikliği] ettikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa muhtelif olur. Fertten cemaate, şahıstan millete çıktıkça mâhiyeti değişir.

Meselâ, cesaret, sehavet, [cömertlik] erkekte gayret, hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve muavenete [yardım] sebeptir. Kadında, nüşuza, vakahate, zevc hakkına tecavüze sebep olabilir.

Meselâ, zayıfın kavîye [güçlü, kuvvetli] karşı izzet-i nefsi, [insanın vakar, [ağırbaşlılık] şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi] kavîde [güçlü, kuvvetli] tekebbür [büyüklenme] olur. Kavînin [güçlü, kuvvetli] zayıfa karşı tevazuu, [alçakgönüllülük] zayıfta tezellül [alçalma] olur.

304

Meselâ, bir ulü’l-emir, makamındaki ciddiyeti vakar, [ağırbaşlılık] mahviyeti [alçakgönüllülük] zillettir. [alçaklık] Hânesinde ciddiyeti kibir, mahviyeti [alçakgönüllülük] tevazudur. [alçakgönüllülük]

Meselâ, tertib-i mukaddematta [bir sonuca ulaşmak için uyulması gerekli olan sebepler sırası] tefviz, tembelliktir. Terettüb-ü neticede [sonuç olarak ortaya çıkma] tevekküldür. Semere-i sa’yine, [çalışmanın meyvesi, neticesi] kısmetine rıza kanaattir; meyl-i sa’yi [çalışma eğilimi, isteği] kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, [yetinme] dûnhimmetliktir.

Meselâ, fert, mütekellim-i vahde [birinci tekil şahıs, “ben”] olsa; müsamahası, fedakârlığı, amel-i sâlihtir. Mütekellim-i maa’l-gayr olsa hıyanet olur.

Meselâ, bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur [gururlanma, övünme] edemez. Millet namına tefahur [gururlanma, övünme] eder, hazm-ı nefs edemez.

Her birinde birer misâl gördün; istinbat [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] et.

Madem ki, Kur’ân, bütün tabakata, bütün a’sârda, kâffe-i ahvâlde şâmil [içine alan] bir hitab-ı ezelîdir. Hem nisbî [göreceli] hüsün, [güzellik] hayır çoktur. Sâlihâtspan>’taki [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu] ıtlakı, beliğâne bir îcâz-ı mutnebdir. Beyanda sükûtu, geniş bir sözdür.

ba

وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِى جَحِيمٍ 1 Âkıbet, ikaba [ağır ceza] delildir; hadsen onu gösteriyor. Mâsiyetin [günah] ekseriya dünyada olan âkıbeti bir emâre-i hadsiyedir ki, cezasında bir ikab [ağır ceza] vardır. Çünkü herkes hususî bir tecrübeyle hadsen görüyor ki, hiçbir münasebet-i tabiiye olmadığı halde, mâsiyet [günah] bir netice-i seyyieye [kötü netice] müncer olur. Bu kadar kesret [çokluk] ve vüs’atle [genişlik] tesadüf olamaz. Eğer şu umum muhtelif hususî tecrübeler

305

nazara alınırsa, görünür ki, nokta-i iştirak yalnız tabiat-ı mâsiyettir ki, cezayı istilzam [gerektirme] ediyor. Demek ceza, mâsiyetin [günah] lâzım-ı zâtîsidir. [bir şeyin bizzat kendisinde olması gereken temel özellik]

Madem ki dünyada filcümle [bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması] bu lâzım, sırf tabiat-ı mâsiyet için terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] ediyor. Elbette, bu dârda terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] etmeyen, başka dârda terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] edecektir. Acaba kim vardır ki, küçücük bir tecrübe geçirmemiş ve dememiş ki, “Filân adam fenalık etti, belâsını buldu.”

ba

وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا * 1

أَىْ لِتَعَارَفُوا فَتَعَاوَنُوا فَتَحَۤابُّوا لاَ لِتَنَاكَرُوا فَتَعَانَدُوا فَتَعَۤادُّوا * 2

Bir nefer [asker] takımda, bölükte, taburda, fırkada birer rabıtası, [bağ] birer vazifesi olduğu gibi, herkesin heyet-i içtimaiyede [sosyal yapı] müteselsil, [zincirleme] revabıt [rabıtalar, bağlar; münasebetler] ve vezaifi [vazifeler, görevler] vardır. Halita [karışık halde olan, karışık] şeklinde gayr-ı muayyen [belirlenmemiş, belirsiz] olsa, tearüf ve teavün [yardımlaşma] olmaz.

Unsuriyetin [ırkçılık] intibahı [uyanış] ya müsbettir [isbat edilmiş, sabit] ki, şefkat-i cinsiyeyle [kendi cinsine olan şefkat] intiaşa gelir ki, tearüfle teavüne [yardımlaşma] sebeptir. Veya menfidir ki, hırs-ı ırkî ile intibaha [uyanış] gelir ki, tenakürle teanüdün sebebidir. İslâmiyet bunu reddeder.

ba

306

وَمَا مِنْ دَۤابَّةٍ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ عَلَى اللهِ رِزْقُهَا * 1

Rızık, hayat kadar, kudret nazarında ehemmiyetlidir. Kudret çıkarıyor, kader giydiriyor, inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] besliyor. Kudret-i ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] dehşetli bir faaliyetle âlem-i kesifi, [katı ve yoğun olan madde âlemi] âlem-i lâtife [nurlu ve şeffaf olan âhiret] kalb; ve zerrat-ı kâinatı hayattan hissedar etmek için, ednâ [basit, aşağı] bir sebeple, bir bahaneyle kemâl-i ehemmiyetle [tam ve mükemmel bir özen] hayatı verdiği gibi, aynı derece ehemmiyetle mebsûten mütenasip, [birbirine uygun] rızkı dahi ihzar [hazırlama] ediyor.

Hayat; muhassal-ı mazbuttur, [elde tutulacak şekilde var olan, oluşan] görünür. Rızık gayr-ı muhassal; [husule gelmemiş, birden somut olarak var olmayan] tedrici, [yavaş yavaş, derece derece] münteşirdir, [yaygın olan] düşündürür. Bir nokta-i nazarda [bakış açısı] denilebilir. “Açlıktan ölmek yoktur.” Zira şahm [etler arasında bulunan yağ, iç yağı] ve sair sûrette iddihar [biriktirme, depolama] olunan gıda bitmeden evvel ölüyor. Demek terk-i âdetten [alışkanlıkların terki] neş’et [doğma] eden maraz [hastalık] öldürür, rızıksızlık değil.

ba

وَاِنَّ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ * 2 Haşiye [dipnot]

Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayatı [hayat eserleri, belirtileri] gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nev’i hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre kadar büyüse, ona benzemeyecek mi?

Hayatı varsa, ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun [içerme, içine alma] ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat [hayat eserleri, belirtileri] gösteriyor ki, bir cesetteki âzâ, eczâ, zerrat, [atomlar] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettikleri tesanüd, [dayanışma] tecazüb, [birbirini cezbetme, çekme] teavünden [yardımlaşma] daha ziyade muntazam,

307

muttarid, [düzenli olarak devam eden] mükemmel âsârı [eserler/asırlar] gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat [atomlar] ve cevahir-i [cevherler] fert hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur [şuur sahibi canlı varlık] olmayacak mıdır?

Şu âyet dehşetli bir sırrı telvih eder. Kesretin [çokluk] mebdei [başlangıç] vahdettir, [Allah’ın birliği] müntehâ[bir şeyin en uç noktası] da vahdettir. [Allah’ın birliği] Bu bir düstur-u fıtrattır.

Kudret-i ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] feyz-i tecellî[yansımadan doğan feyiz, bereket] ve eser-i ibdâı olan kâinattaki kuvvetten umum zerrata, [atomlar] her bir zerreye birer zerre-i câzibe halk ve ihsan [bağış] ederek ve ondan kâinatın rabıta[bağ] olan müttehid, [aynı noktada birleşen] müstakil, [bağımsız] muhassal cazibe-i umumiyeyi [genel çekim] inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ve icad etmiştir. Nasıl ki, zerratta [atomlar] reşahat-ı kuvvet olan cazibelerin muhassala[elde edilmiş, meydana getirilmiş olan sonuç] bir cazibe-i umumiye [genel çekim] vardır. O da kuvvetin ziyasıdır. İzabesinden neş’et [doğma] eden bir istihale-i [bir halden başka hale dönüşme] lâtifesidir. [berrak, şirin, hoş]

Kezalik, [böylece, bunun gibi] kâinata serpilmiş katarat [damlalar] ve lemeat[parıltılar] hayatın dahi muhassalı bir hayat-ı umumiye [kâinatın tümünün canlı olduğunu bildiren ve her tarafta geçerli olan hayat] var olmak gerektir. Hayat varsa ruh da vardır. Öteki gibi müntehâ-i [bir şeyin en uç noktası] ruh bir mebde-i ruhun cilve-i feyzidir. O mebde-i ruh dahi, hayat-ı ezeliyenin [başlangıcı olmayan devamlı hayat] tecellîsidir ki, lisân-ı tasavvufta “hayat-ı sâriye[varlıklara sirayet [bulaşma] eden, geçen hayat] tesmiye [isimlendirme] ederler.

İşte, ehl-i istiğrakın iştibahının [birbirine benzeme, karışıklık] sebebi ve şatahatın [mânevî cezbe halinde iken, dinin zahirî hükümlerine aykırı oarak söylenen sözler] menşei, [kaynak] şu zılli, [gölge] asla iltibas [karıştırma] etmeleridir.

ba

308

وَلاَ تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ فِى سَبِيلِ اللهِ اَمْوَاتٌ بَلْ اَحْيَۤاءٌ وَلٰكِنْ لاَ تَشْعُرُونَ * 1

أَىْ: لٰكِنَّهُمْ يَشْعُرُونَ اَنَّهُمْ أَحْيَۤاءٌ مَا مَاتُوا * 2

Şehid kendini hayy [diri, canlı] bilir.Haşiye [dipnot] Feda ettiği hayatı sekeratı [can çekişme/ölüm anı] tatmadığından, gayr-ı münkatı [kesintisiz] ve bâki görüyor. Yalnız daha nezih [temiz] olarak buluyor. Başka meyyite nispeti şuna benzer ki:

İki adam rüyada lezaizin [lezzetler] envâına [tür] câmi bir bahçede geziyorlar. Biri rüya olduğunu bilir, ehemmiyet vermez. Diğeri ise yakaza [uyanıklık hali] bilir, hakikî mütelezziz [lezzet alan] olur.

Âlem-i rüya, âlem-i misâlin [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] zılli [gölge] ve o da âlem-i berzahın [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] zılli [gölge] olduğundan, desatirleri mütemâsildir.

ba

مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى اْلاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا وَمَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنمَّاَ اَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا * 3

Şu âyet haktır, akla münâfi [aykırı] olamaz, hakikattir. Mücâzefe, mübalâğa, içinde bulunamaz. Hâlbuki zahir düşündürür.

BİRİNCİ CÜMLE: Adalet-i mahzânın [mutlak adâlet; tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukukunu hiçbir şey için fedâ etmeme” esasına dayanan adalet sistemi] en büyük düsturunu [kâide, kural] vaz ediyor. Der ki: Bir mâsumun hayatı, kanı, hatta umum beşer için olsa da, heder [boş yere, faydasız] olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Cüz’iyatın küllîye nispeti bir olduğu gibi, hakkın dahi mizan-ı adâlete [adâlet terâzisi] karşı aynı nispettir. O nokta-i nazardan, [bakış açısı] hakkın küçüğü büyüğü olamaz.

309

Lâkin, adalet-i izafiye, cüz’ü külle feda eder. Fakat muhtar cüz’ün sarihen [açık] veya zımnen [gizlice] ihtiyar ve rıza vermek şartıyla. Ene’ler nahnü‘ye [biz] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] edip mezci, [karışma, bütünleşme] cemaat ruhu tevellüt [doğma] ederek, külle feda olmak için fert zımnen [gizlice] rızadâde olabilir.

Bazan nur, nar göründüğü gibi şiddet-i belâgat da mübalâğa görünür. Şurada nükte-i belâgat üç noktadan terekküp [birleşme] ediyor.

Birincisi: Beşerin fıtratındaki istidad-ı isyan ve tehevvür, [maddî ve mânevî korkusuzluk, saldırganlık] gayr-ı mahdut [sınırsız] olduğunu göstermektir. Hayra olduğu gibi, şerre dahi insanın kabiliyeti nâmütenâhi [sonsuz] gibidir. Hodgâmlıkla [bencil] öyle insan olur ki, heves ve ihtirasına mâni herşeyi, hatta elinden gelirse dünyayı harap ve nev-i beşeri mahvetmek ister.

İkincisi: İstidad-ı fıtrînin hariçte derece-i kuvvetini izharla, [açığa çıkarma, gösterme] mümkünü vâki sûretinde göstererek, nefsi zecr [sakındırma] eder. Demek, o damar-ı gadir ve isyan çekirdeği, güya bilkuvveden [potansiyel olarak] bilfiile çıkıp, imkânatı vukuata inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ederek, müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] olduğu semeratı [meyve] verip, bir şecere-i zakkum sûretinde hayalin nasbü’l-aynına vaz eder—tâ matlub [istek] olan teneffür ve inzicarı, nefsin dibine kadar işletilsin. İrşadî belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] böyle olur.

Üçüncüsü: Kaziye-i mutlaka, bazan külliye; ve kaziye-i vaktiye-i münteşire, bazan daime sûretinde görünür. Hâlbuki bir fert, bir zamanda hükme mazhar [erişme, nail olma]  

310

olsa, kaziyenin [hüküm, önerme] mantıkan sıdkına [doğruluk] kâfidir. Ehemmiyetli bir kemiyet [çokluk] olsa, örfen dahi doğrudur. Nasıl ki, her mâhiyette bazı hârikulâde efrad [bireyler] veya o nev’in nihayet derecede tekemmül [mükemmelleşme] etmiş bir fert veya her fert için acip şeraiti câmi harika bir zaman bulunur ki, sair efrad [bireyler] ve ezmine o ferde veya o zamana nisbeten zerreler kadar, küçücük balıklar balina balığına nispeti gibidir.

Bu sırra binaen cümle-i ûlâ çendan [gerçi] zahiren külliye ise, fakat daime değildir. Fakat beşere katlin zaman cihetiyle en müthiş ferdini nazara vaz ediyor.

Öyle zaman olur ki, bir kelime bir orduyu batırır; bir gülle otuz milyonun mahvına sebep olur. Nasıl ki oldu da… Öyle şerait tahtında olur ki, küçük bir hareket insanı âlâ-yı illiyyîne [yücelerin en yücesi] çıkarır. Öyle hal olur ki, küçük bir fiil, insanı esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] indirir.

Böyle kaziye-i mutlakada veya münteşire-i [yaygın olan] zamaniyede böyle haller, büyük bir nükte [derin anlamlı söz] için nazara alınır. Böyle acip fertler ve acip zamanlar ve haller mutlak müphem [belirsiz] bırakılır.

Meselâ, insanlarda veli, Cumada dakika-i icabe, [duanın kabul olduğu dakika, an] Ramazan’da Leyle-i Kadir, [Kadir Gecesi] Esmâü’l-Hüsnada [Allah’ın güzel isimleri] İsm-i Âzam, [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ömürde ecel meçhul kaldıkça, sair efrad [bireyler] dahi kıymettar kalır, ehemmiyet verilir. Taayyün [belirleme] ettikçe, sairleri rağbetten düşer. Yirmi sene müphem [belirsiz] bir ömür, nihayeti muayyen bin seneye müreccahtır. [tercih edilen] Zira vehim, ebediyete ihtimal verdiğinden müphemde [belirsiz] nefsi kandırır. Muayyende ise, yarısı geçtikten sonra, darağacına tedricen [aşamalı olarak] takarrüp [yaklaşmak] gibidir.

ba

311

 Tenbih

Bazı âyât ve ehâdis vardır ki, mutlakadır; külliye telâkki [anlama, kabul etme] edilmiş. Hem öyleler vardır ki, münteşire-i [yaygın olan] muvakkatedir; daime zannedilmiş. Hem mukayyed [kayıtlı] var; âmm [genel] hesap edilmiş.

Meselâ, demiş, “Bu şey küfürdür.” Yani, o sıfat imandan neş’et [doğma] etmemiş; o sıfat kâfiredir. O haysiyetle, o zât küfür etti, denilir. Fakat mevsufu [bir sıfatla nitelenen] ise, mâsume ve imandan neş’et [doğma] ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına [belirti] da hâize olan başka evsafa [vasıflar, nitelikler] malik olduğundan, o zât kâfirdir, denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et [doğma] ettiği, yakînen biline… Zira başka sebepten de neş’et [doğma] edebilir. Sıfatın delâletinde şek [şüphe] var; imanın vücudunda da yakîn var. Şek [şüphe] ise yakînin hükmünü izale [giderme] etmez. Tekfire [küfürle itham etmek] çabuk cüret edenler düşünsünler!

İKİNCİ CÜMLE: اَىْ: مَنْ اَحْياَهَا فَكَاَنَّمَا اَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا 1

İhyâ, mânâ-yı zâhirî-yi [bir ifadeden ilk başta anlaşılan mânâ] mecazi itibarıyla, hasenatın gayr-ı mahdut [sınırsız] tezauf [fazlalık, ziyade] düsturunu [kâide, kural] gösterir. Mânâ-yı aslî [asıl anlam, kelimenin kendi anlamı] itibarıyla halk ve icadda şirk ve iştiraki, esasıyla hedmeden bir burhana [delil] remizdir. [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] Zira bu cümleyle beraber, مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ 2 tarafeyndeki teşbih, iktidar mânâsını

312

ifham [(he ile) anlatma] ettiğini dahi nazara alınsa, mantıkan aks-i nakîz kaidesiyle istilzam [gerektirme] ediyor ki, مَنْ لاَ يَقْتَدِرُ عَلٰى اِحْيَۤاءِ النَّاسِ جَمِيعًا لاَ يَقْتَدِرُ عَلٰى اِحْيَاءِ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ 1 demek, işareten delâlet ediyor.

Madem ki insanın, mümkinatın [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] kudreti, bilbedahe [açıkça] semâvâtın, küre-i arzın [yer küre, dünya] halkına, icadına muktedir değildir. Bir taşın, hiçbirşeyin halkına da muktedir olamaz.

Demek, arzı ve bütün nücum [yıldızlar] ve şümusu [güneşler] tesbih taneleri gibi kaldıracak, çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dâvâ-yı halk [yaratma iddiası] ve iddia-yı icad edemez.

Sun’î [gerçek olmayan] tasarrufat-ı beşeriye ise, fıtratta câri olan nevâmîs-i İlâhînin sereyanlarını keşif ile, tevfik-i hareket [uygun hareket] edip, lehinde [tarafında] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmektir.

İşte bu derece burhanda [delil] vuzuh, [açıklık] parlaklık, Kur’ân’ın rumuz-u i’câzındandır. Gelecek âyet bunu ispat edecektir.

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ * 2

Zira kudret zâtiyedir. [kendisinden olan, ilinti olmayan] Acz tahallül [araya girme, içine karışma] edemez. Melekûtiyete [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] taallûk [ait olma, ilgilendirme] eder. Mevâni [maniler, engeller] tedahül [iç içe geçme] edemez. Nispeti kanûnîdir. Cüz ve küll, [bütün] cüz’î [ferdî, küçük] ve küllî hükmüne geçer.

313

BİRİNCİ NOKTA: Kudret-i ezeliye, [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] Zât-ı Akdese [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] lâzıme-i zaruriye, [varlığı zorunlu ve mutlaka gerekli olan zorunlu ve gerekli özellik] nâşie-i zâtiyedir. Acz, zıddı olduğundan, bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] zaruriye-i zâtiyeyle, zıddının melzumu olan zâta ârız [ortaya çıkma] olmaz.

Madem zâta ârız [ortaya çıkma] olamaz; kudrete bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] tahallül [araya girme, içine karışma] edemez.

Madem ki tahallül [araya girme, içine karışma] edemez; kudrette meratip, [mertebeler, dereceler] bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] olamaz. Zira meratibin [mertebeler] vücudu, ezdadın [zıtlar] tedahuliyledir. Meselâ, hararette meratip, [mertebeler, dereceler] burudetin [soğukluk] tahallülüyledir. [araya girme, içine karışma] Hüsündeki [güzellik] derecat, [dereceler] kubhun [çirkinlik] tedahüliyledir. [iç içe geçme] وَهَلُمَّ جَرًّا 1

Mümkinatta [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] hakikî lüzum-u zâti-i tabiî olmadığından, kâinatta ezdad [zıtlar] birbirine girebilmiş. Meratip [mertebeler, dereceler] tevellüd [doğma] edip, ihtilâfatla [ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar] tağayyürat neş’et [doğma] etmiştir.

Madem ki kudrette meratip [mertebeler, dereceler] olamaz; makdurat dahi bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] kudrete nispeti bir olur. En büyük, en küçüğe müsavi; [eşit] zerrat [atomlar] yıldızlara emsâl olur.

İKİNCİ NOKTA: Kâinatın iki ciheti var—aynanın iki vechi gibi: Biri mülk, [birşeyin dış, görünen yüzü] biri melekûtiyet. [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] Mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ciheti ezdadın [zıtlar] cevelangâhıdır. Hüsün-kubh, [güzellik] hayır-şer, sağîr-kebîr gibi umurun [emirler] mahall-i tevarüdüdür. Onun için vesait [araçlar, vasıtalar] ve esbab [sebebler] vaz edilmiş, ta dest-i kudret [Allah’ın kudret eli] zahiren umur-u hasise [alçak ve değersiz işler] ile mübaşir [bir işin başında hazır bulunan, o işi yapan] olmasın. Azamet, izzet [büyüklük, yücelik] öyle ister. Hakikî tesir verilmemiş; vahdet [Allah’ın birliği] öyle ister.

314

Melekûtiyet [bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati] ciheti ise, mutlaka şeffafedir; teşahhusat [şahıslanmalar, belirlenmeler] karışmaz. O cihet vasıtasız Hâlıka müteveccihdir. [yönelen] Terettüp, [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] yoktur. İlliyet, mâlûliyet giremez. İ’vicâcâtı yoktur. Avâik [engeller] müdahale edemez. Zerre, şemse kardeş olur.

Kudret hem basit, hem nâmütenâhi, [sonsuz] hem zâtî; mahall-i taallûk-u kudret [kudretin tecelli ettiği yer] hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Büyük küçüğe tekebbürü, [büyüklenme] cemaat ferde rüçhanı, küll [bütün] cüz’e nisbeten kudrete karşı fazla nazlanması olamaz.

ÜÇÜNCÜ NOKTA:

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ 1* وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعَلٰى * 2

Temsil, tasviri teshil [kolaylaştırma] ettiğinden, temsilâtla [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] bu gàmız noktayı tefhime [anlatma] çalışacağız.

Meselâ, şemsin feyz-i tecellîsi [yansımadan doğan feyiz, bereket] olan timsali, [görüntü] deniz sathında, [bir şeyin üstü, dış yüzü] denizin katresinde [damla] aynı hüviyeti gösteriyor. Meselâ, kâinat, hailsiz şemse müteveccih [yönelen] olmak şartıyla, mütefavit [birbirinden farklı] cam parçalarından farz edilse, timsal-i şems zerrede, sath-ı arzda, [yeryüzü] umumda müzahametsiz, [zahmet verme, itişip kakışma] tecezzîsiz, [bölünme, parçalanma] tenakuzsuz [çelişki, tutarsızlık, birbirini iptal edip bozma] bir olur. İşte şeffafiyet [şeffaflık] sırrı.

Meselâ, noktalardan terekküp [birleşme] eden bir daire-i azîmin [geniş ve büyük daire] nokta-i merkeziyenin elinde bir mum ve muhitteki noktaların ellerinde birer ayna farz edilse, nokta-i merkeziyenin verdiği feyiz, müzahametsiz, [zahmet verme, itişip kakışma] tecezzîsiz, [bölünme, parçalanma] tenakuzsuz, [çelişki, tutarsızlık, birbirini iptal edip bozma] nispeti birdir. İşte mukabele [karşılama; karşılık verme] sırrı.

315

Meselâ, hakikî bir mizanın [ölçü] iki gözünde iki şems, iki yıldız, iki dağ, iki yumurta, iki cevher-i fert, [atom] hangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvetle, hassas terazinin bir kefesi Süreyyaya, bir kefesi serâya [yer, dünya] inebilir. İşte muvazene [karşılaştırma/denge] sırrı.

Meselâ, en azîm bir gemiyi, bir çocuk dahi oyuncağını çevirdiği gibi çevirir. İşte intizamın sırrı.

Meselâ, bir mâhiyet-i mücerrede bütün cüz’iyyâtına, en asğarına, en ekberine, yorulmadan, tenakus [eksilme, noksanlaşma] etmeden, tecezzîsiz [bölünme, parçalanma] bir bakar. Mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] cihetindeki teşahhusat, [şahıslanmalar, belirlenmeler] hususiyat müdahale edip tağyir [değiştirme] edemez. İşte tecerrüdün [sıyrılma] sırrı.

Meselâ, bir kumandan arş emriyle bir neferi tahrik, bir orduyu tahrik eder. İşte itaat sırrı.

Zira herşeyin bir nokta-i kemâli [mükemmellik ve olgunluk noktası] ve o noktaya bir meyli var. Muzaaf [kat kat] meyil [arzu, istek] ihtiyaç, muzaaf [kat kat] ihtiyaç aşk, muzaaf [kat kat] aşk incizaptır. [bir şeyin çekiciliğine kapılma] Mâhiyât-ı mümkinatın mutlak kemâli, mutlak vücuttur. Hususî kemâli, istidadatını [kabiliyet] bilfiile çıkaran has vücuttur. Bütün kâinatın kün emrine [Allah’ın birşeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emri] itaati, bir zerre neferin [asker] itaati gibidir. Kün emr-i ezelîsine mümkinin itaat ve imtisalinde, [bağlanma, boyun eğme] meyil [arzu, istek] ve ihtiyaç ve şevk ve incizap [bir şeyin çekiciliğine kapılma] mümteziç, [birleşik, karışık] mündemiçtir. [içinde bulunan] Nukat-ı selâse, hususan Üçüncü Noktadaki esrar-ı sitte

316

ile, mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ve mümkin [varlığı da yokluğu da eşit olan, var olması Allah’ın var etmesine bağlı olan (varlık)] canibinde [taraf, yön] değil, melekûtiyet [bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati] ve kudret-i ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] cihetinde nazar edilse, istinkâra incirar eden istib’ad [akıldan uzak görme] zâil [geçici, yok olucu] ve nefis mutmainne [şüphesiz, tam kanaatle inanma] olur. Şöyle:

Madem ki, kudret-i ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] gayr-ı mütenâhiyedir, [sınırsız, sonsuz] zâtiyedir, [kendisinden olan, ilinti olmayan] zaruriyedir. Herşeyin lekesiz, perdesiz cihet-i melekûtiyeti ona müteveccihtir, [yönelen] ona mukabildir. İmkân itibarıyla mütesavi, mütevazinü’t-tarafeyndir. [alçakgönüllü] Şeriat-ı fıtriye-i kübrâ [Allah’ın yaratılışa koyduğu ve bütün varlıkların tabi olduğu büyük kanunlar] olan nizama mutîdir. [emre uyan] Avâik [engeller] ve hususiyat-ı mütenevviadan cihet-i melekûtiyet mücerrettir. [soyut] Küll-ü âzam, cüz-ü asğara nispeten, kudrete karşı ziyade nazlanmaz, mukavemet etmez. Haşirde bütün zevi’l-ervâh [ruh sahipleri] ihyası, [diriltme] mevt-âlûd [ölümcül, ölümle karışık] bir nevm [uyku] ile kışta uyuşmuş bir sineği baharda ihyâ [diriltme, hayat verme] ve in’âşından kudrete daha ağır olamaz. Mezkûr [adı geçen] üç nokta dikkat-i nazara [bakış inceliği; inceden inceye düşünme ve bakma] alınsa görünür ki, مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ 1 mübalâğasız, mücazefesiz [abartma, mübalağa] doğrudur, haktır, hakikattir.

ba

317

وَلاَ يَتَّخِذْ بَعْضُنَا بَعْضًا أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللهِ * 1

Binler nüktesinden [derin anlamlı söz] bir nükte: [derin anlamlı söz]

Sofiye meşrebinden [hareket tarzı, metod] kat-ı nazar, [bakmama, dikkate almama] İslâmiyet vasıtayı red, delili kabul ve vesileyi nefiy, [inkâr] imamı ispat eder. Başka din vasıtayı kabul eder.

Bu sırra binaendir ki, Hıristiyanda servet ve rütbece yüksek olanlar, ziyade dindardır. İslâmiyette avam [halk] ise, servet ve rütbece yüksek olanlardan ziyade dine merbuttur. [bağlı] Zira bir zîrütbe enaniyetli bir Hıristiyan, ne derece dinde mütesallip ise, o derece mevkiini muhafaza ve enaniyeti okşar, kibrinde imtiyazından fedakârlık etmez. Belki kazanır.

Bir müslim ne derece dine mütemessik ise, o derece kibrinden, gururundan, hatta izzet-i rütebîden fedakârlık etmek gerektir.

Öyleyse, kendini havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] zanneden zâlimlere mazlûmîn ve avamın hücumuyla, Hıristiyanlık havassın [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] tahakkümüne [baskı] yardım ettiğinden parçalanabilir. İslâmiyet ise, dünyevî havastan ziyade avamın malı olduğundan esasat [esaslar] itibarıyla müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmamak gerektir.

ba

يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ * 2

Pek çok desatir-i külliye ve bir kısım desatir-i ekserîyi tazammun [içerme, içine alma] eder. Ferde, cemaate, nev’e, mesleğe şâmildir. [içine alan] Yalnız ekseri düsturların [kâide, kural] mâsadakından [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] bir iki misâl zikredeceğiz.

Lâkayt [duyarsız] Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] Alevîlik, nihayet Râfizîliğe

318

dayandı. Hem zâlime karşı miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayat tecellüd; cebbarlıkta [zorba] ve zâlime karşı cihad, izzet-i nefsi [insanın vakar, [ağırbaşlılık] şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi] esas tutan İslâmiyet—eyvah!—nihayet miskinlikte karar kıldı.

Hem mebdei, [başlangıç] taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] derecesinde azîmet olsa, nihayeti müsaheleye, ruhsata taraftarsa, nihayeti salâbete [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] müncer olur. Bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi. Hatta en garibi, bir kısım mutaassıplar, mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha dostluk ve lâkayt [duyarsız] Jönler husumet ve salâbet [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] taraftarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyetteki mevkilerini becayiş [karşılıklı yer değiştirme, değiş-tokuş] ettiler.

İki âlim, bazan nâkısın [eksik] oğlu kâmil, kâmilin oğlu nakıs [eksik, kusurlu] oluyor. Güya bakiye-i iştiha-i şevki, tevarüsle velede [çocuk] geçiyor. Öteki kazâ-i [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] vatar ettiğinden, veledine [çocuk] ilme karşı açlık hissini uyandırmıyor. Şu emsilelerdeki sırr-ı düstur şudur:

Beşerde meyl-i teceddüd [yenileme isteği, arzusu] var. Halef selefi [önce gelen, önceki, yerine geçilen] kâmil görse, tezyid [artırma, çoğaltma] eylemese, meylinin tatminini başka tarzda arar, bazan aksülâmel [işin aksi, ters tepki] yapar.

ba

وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 1 İşte siyaset-i şahsiye, cemaatiye, milliyeye dair en âdil bir düstur-u Kur’ânî. اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً 2 İşte mâhiyet-i insaniyede dehşetli kabiliyet-i zulüm. Sırrı şudur:

319

Beşerde, hayvanın aksine olarak, kuvâ [duygular, hisler] ve müyul fıtraten tahdit edilmemiş. Meyl-i zulüm, hubb-u nefis [kendini beğenme, nefse düşkünlük] dehşetli meydan alıyor.

Evet, ene [benlik] ve enaniyetin eşkâl-i habîsesi olan hodgâmlık, [bencil] hodbinlik, [bencil] hodendişlik, [yalnız kendini düşünen] gurur ve inat o meyle inzimam etse, öyle ekberü’l-kebâiri icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.

Evvelâ: Şahıs itibarıyla, bir şahıs çok evsafa [vasıflar, nitelikler] câmidir. Onların içinde bir sıfat, adaveti [düşmanlık] celb [çekme] etse, birinci âyetteki kanun-u İlâhî [Allah’ın kanunu] iktiza [bir şeyin gereği] eder ki, adavet [düşmanlık] o sıfata inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] etsin, mecma-i evsaf-ı masume olan şahsına yalnız acısın ve tecavüz etmesin.

Hâlbuki o zalûm-u cehûl, tabiat-ı zâlimaneyle, bir câni sıfat için, o evsaf-ı mâsumenin hakkına da tecavüz edip, mevsufa [bir sıfatla nitelenen] da husumet, hatta onda da iktifa [yetinme] etmiyor; akrabasına da, hatta meslektaşına da zulmünü teşmil eder. Birşeyin müteaddit [bir çok] esbabı olduğundan; olabilir, o câni sıfat da kalbin fesadından değil, belki hariç bir sebebin neticesidir. O halde sıfat caniye değil, kâfire de olsa, o zât câni olamaz.

Cemaat itibarıyla görüyoruz ki, bir şahs-ı muhteris, bir intikamla veya muntakim bir muhalefetle, arzuyu tazammun [içerme, içine alma] eden bir fikirle demiş ki, “İslâm parçalanacak veyahut hilâfet mahvolacak.” Sırf o meş’um [kötü] sözünü doğru göstermek, gururiyetini, enaniyetini, tatmin etmek için, İslâmın perişaniyetini-el’iyazübillah-uhuvvet-i İslâmiyenin boğulmasını arzu eder. Hasmın zulm-ü kâfiranesini, hayale gelemez cerbezeli [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] tevillerle adalet sûretinde göstermek ister.

320

Medeniyet-i hazıra [günümüz medeniyeti] itibarıyla görüyoruz ki, şu medeniyet-i meş’ume öyle gaddar bir düstur-u zulüm beşerin eline vermiş ki, bütün mehasin-i medeniyeti [medeniyetin güzellikleri, iyilikleri] sıfıra indiriyor. Melâike-i kiramın, [aziz, şeref ve kerem sahibi melekler] اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَۤاءَ 1 ‘deki endişelerinin sırrını gösteriyor.

İşte, bir köyde bir hain bulunsa, o köyü mâsumeleriyle imhâ etmek veya bir cemaatte bir âsi bulunsa, o cemaati çoluk çocuğuyla ifnâ [öldürme, yok etme] etmek veya Ayasofya gibi milyarlara değer mukaddes bir binaya, kanun-u zâlimanesine serfurû [boyun eğme] etmeyen birisi tahassun [sığınma, korunma] etse, o binayı harap etmek gibi, en dehşetli vahşetlere şu medeniyet fetvâ veriyor.

Acaba, bir adam, kardeşinin günahıyla hak nazarında mes’ul olmadığı halde, nasıl oluyor ki, bir karyenin [köy] veya bir cemaatin binlerle mâsumları, hiçbir zaman fena tabiatlı ihtilâlciden hâli [boş] kalmayan bir şehirde veya bir mahallede bulunan bir serkeş [başkaldıran] adamın isyanıyla, hiç münasebet olmadığı halde, o mâsumlar mes’ul, belki ifnâ [öldürme, yok etme] ediliyor?

ba

321

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُوا * 1

الۤمۤ * ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ * 2

Kur’ân’ın hâkimiyet-i mutlaka[sınırsız ve tam bir egemenlik]

Ümmet-i İslâmiyenin [İslâm ümmeti, Müslümanlar] ahkâm-ı diniyede [dinin hükümleri, esasları] gösterdiği teseyyüp ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur:

Erkân [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve ahkâm-ı zaruriye—ki yüzde doksandır—bizzat Kur’ân’ın ve Kur’ân’ın tefsiri mâhiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan mesail-i hilâfiye ise, yüzde on nispetindedir. Kıymetçe mesail-i hilâfiye ile erkân [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve ahkâm-ı zaruriye arasında azîm tefavüt vardır. Mesele-i içtihadiye altın ise, öteki birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütunu on altının himayesine vermek, mezc [karışma, bütünleşme] edip tâbi kılmak caiz midir?

Cumhûru, burhandan [delil] ziyade, me’hazdeki [kaynak] kudsiyet imtisale [bağlanma, boyun eğme] sevk eder. Müçtehidînin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli; yoksa vekil, gölge olmamalı.

Mantıkça mukarrerdir [kesin hatlarıyla ortaya konulmuş] ki, zihin, melzumdan tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] olarak lâzıma intikal eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir teveccüh [ilgi] ve kasıtla eder. Bu ise gayr-ı tabiîdir. [doğal olmayan]

Meselâ, hükmün me’hazı [kaynak] olan şeriat kitapları melzum gibidir. Delili olan Kur’ân ise, lâzımdır. Muharrik-i [harekete geçirici] vicdan olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır.  

322

Cumhurun nazarı kitaplara temerküz [bir merkezde toplanma] ettiğinden, yalnız hayal meyal lâzımı tahattur [hatıra gelme] eder. Lâzımın lâzımını nâdiren tasavvur eder. Bu cihetle, vicdan lâkaytlığa [duyarsız] alışır, cumudet [katılık, sertlik] peyda eder.

Eğer zaruriyat-ı diniyede [dinin, iman edilmesi ve yerine getirilmesi zorunlu olan esasları] doğrudan doğruya Kur’ân gösterilseydi, zihin tabiî olarak müşevvik-i [teşvik eden] imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zâtî [bir şeyin bizzat kendisinde olması gereken temel özellik] olan kudsiyete [kutsal, kusursuz ve yüce] intikal ederdi. Ve bu sûretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm kalmazdı.

Demek, şeriat kitapları, birer şeffaf cam mâhiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla, [zaman aşımı, zamanın geçmesi] mukallitlerin [taklitçi] hatâsı yüzünden paslanıp hicap olmuşlardır. Evet bu kitaplar, Kur’ân’a tefsir olmak lâzımken, başlı başına tasnifat hükmüne geçmişlerdir.

Hâcât-ı diniyede cumhurun enzarını [bakışlar, dikkatler] doğrudan doğruya, câzibe-i i’câz ile revnakdar [parlaklık, güzellik, tazelik, letafet, süs] ve kudsiyetle [kutsal, kusursuz ve yüce] hâledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı Ezelînin timsali [görüntü] bulunan Kur’ân’a çevirmek üç tarikledir:

1. Ya müellifînin [telif eden, kitap yazan] bihakkın [gerçek anlamıyla] lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti tenkitle kırıp o hicabı [örtü, perde] izale [giderme] etmektir. Bu ise tehlikedir, insafsızlıktır, zulümdür.

2. Yahut, tedricî [aşamalı, derece derece] bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir sûretine çevirip, içinde Kur’ân’ı göstermektir: Selef-i Müçtehidînin kitapları gibi, Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer‘e [taş, kaya] nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer‘in [taş, kaya] ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarik [mânevî yol] de zamana muhtaçtır.

323

3. Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın [tarikata mensup olanlar] yaptığı gibi, o hicabın [örtü, perde] fevkine [üstüne] çıkararak, üstünde Kur’ân’ı gösterip, Kur’ân’ın hâlis malını yalnız ondan istemek ve bilvasıta [vasıtayla, dolaylı olarak] olan ahkâmı [hükümler] vasıtadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın va’zına nisbeten, bir tarikat şeyhinin va’zındaki olan halâvet [tatlılık] ve câzibiyet bu sırdan neş’et [doğma] eder.

Umur-u mukarreredendir ki, efkâr-ı âmmenin [genel düşünce, kamuoyu] birşeye verdiği mükâfat, gösterdiği rağbet ve teveccüh, [ilgi] ekseriya o şeyin kemâline nisbeten değildir; belki ona derece-i ihtiyaç [ihtiyaç derecesi] nispetindedir. Bir saatçinin bir allâmeden [büyük âlim] ziyade ücret alması bunu teyid eder.

Eğer cemaat-i İslâmiyenin [İslâm toplumu] hâcât-ı zaruriye-i [zarurî ihtiyaçlar] diniyesi bizzat Kur’ân’a müteveccih [yönelen] olsa idi, o Kitab-ı Mübîn, [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] milyonlarca kitaplara taksim olunan rağbetten daha şedit [çok şiddetli] bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe [ilgi] mazhar [erişme, nail olma] olur ve bu sûretle nüfus [nefisler] üzerinde bütün mânâsıyla hâkim ve nâfiz [derinlere işleyen; etkili] olurdu. Yalnız tilâvetiyle [okuma] taberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı.

Bununla beraber, zaruriyat-ı diniyeyi, [dinin, iman edilmesi ve yerine getirilmesi zorunlu olan esasları] mesail-i cüz’iye-i fer’iye-i hilâfiye ile mezc [karışma, bütünleşme] edip, ona tâbi gibi kılmakta büyük bir hatar [tehlike] vardır. Zira MusavvibeninHaşiye muhalifi olan Tahtiecilerden biri der ki: “Mezhebim haktır; hatâ ihtimali var. Başka mezhep hatâdır; sevaba ihtimali var.”

Hâlbuki cumhur-u avam, [geniş halk kitlesi] mezhepte imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] etmiş olan zaruriyatı, [mantık ilminde küllî ve mutlak kaideler] nazariyat[teoriler, doğruluğu ispat edilmemiş görüşler] içtihadiyeden

324

vâzıhan [açık] temyiz etmediğinden, sehven [yanlışlıkla, yanılarak] veya vehmen Tahtieyi filcümle [bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması] teşmil edebilir. Bu ise, hatar[tehlike] azîmdir. Bence, Tahtîeci, hubb-u nefisten [kendini beğenme, nefse düşkünlük] neş’et [doğma] eden inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] zihniyeti illetiyle [asıl sebep] malûldür. Ve Kur’ân’ın câmiiyetinden [kapsayıcılık] ve umum tabakat-ı beşere [insan grupları] şümul-ü hitabından gafletle mes’uldür.

Hem Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı [kaynak] olduğundan, İslâmda lâzım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, [kalblerin birliği] tehâbbüb ve teâvüne [yardımlaşma] büyük rahneler [yara] açmıştır. Hâlbuki hüsn-ü zanla, [güzel düşünce] muhabbet ve vahdetle [Allah’ın birliği] memuruz.

ba

Bu meseleyi yazdıktan biraz zaman sonra, bir gece rüyada Cenâb-ı Peygamber sallâllahu aleyhi ve sellem efendimizi gördüm. Bir medresede, huzur-u saadette bulunuyordum. Cenâb-ı Peygamber bana Kur’ân’dan ders vereceklerdi. Kur’ân’ı getirdikleri sırada, Hazret-i Peygamber sallâllahu aleyhi ve sellem efendimiz, Kur’ân’a ihtiramen [hürmet etme, saygı gösterme] kıyam buyurdular. O dakikada, şu kıyamın, ümmeti irşad [doğru yol gösterme] için olduğu birden hatırıma geldi.

Bilâhare bu rüyayı suleha-yı ümmetten bir zâta hikâye ettim. Şu sûretle tabir etti: “Bu büyük bir işaret ve beşarettir [müjde] ki, Kur’ân-ı Azîmüşşan [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] lâyık olduğu mevki-i muallâyı bütün cihanda ihraz [kazanma, elde etme] edecektir.”

ba

325

وَأَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ 1* وَشَاوِرْهُمْ فِى اْلاَمْرِ * 2

HaşiyeTarih [dipnot] bize gösteriyor ki, İslâm ne derece dine temessük [sarılma] etmişse terakki [ilerleme] etmiş, ne vakit dinde zaaf [zayıflık, güçsüzlük] göstermişse tedennî [alçalma, gerileme] etmiştir. Başka dinde, bilâkis, kuvveti zamanında vahşet, zaafı [zayıflık, güçsüzlük] zamanında temeddün hâsıl olmuştur.

Cumhur-u enbiyanın şarkta bi’seti, [Cenâb-ı Hakkın peygamber göndermesi] kader-i ezelînin bir remzidir [ince işaret] ki, şarkın hissiyatına hâkim, dindir. Bugün âlem-i İslâmdaki [İslâm âlemi] tezahürat da gösteriyor ki, âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] uyandıracak, şu mezelletten kurtaracak, yine o histir.

Hem de sabit oldu ki, bu devlet-i İslâmiyeyi [İslâm devleti] bütün öldürücü müsademata [çarpışmalar, müsademeler] [çarpışma] rağmen, yine o his muhafaza etmiştir. Bu hususta garba nispetle ayrı bir hususiyete malikiz; onlara kıyas edilemeyiz.

Saltanat ve hilâfet gayr-ı münfek, müttehid-i [aynı noktada birleşen] bizzattır. Cihet muhteliftir. Binaenaleyh, bizim Padişahımız hem sultandır, hem halifedir ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] bayrağıdır. Saltanat itibarıyla otuz milyona nezaret ettiği gibi, hilâfet itibarıyla üç yüz milyonun mâbeynindeki [ara] rabıta-i nuraniyenin mâkes [yansıma yeri] ve istinatgâh ve medetkârı [yardım eden] olmak gerekir. Saltanatı sadaret, hilâfeti meşihat [din işleri dairesi] temsil eder.

Sadaret üç mühim şûrâya bizzat istinat ediyor, yine kifayet [yeterli olma] etmiyor. Hâlbuki böyle inceleşmiş ve çoğalmış münasebat [bağlantılar, ilişkiler] içinde, içtihadattaki müthiş fevzâ,  

326

efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt, [dağınıklık] fâsid medeniyetin tedahülüyle [iç içe geçme] ahlâktaki müthiş tedenniyle beraber, meşihat [din işleri dairesi] cenahı [kanat] bir şahsın içtihadına terk edilmiş.

Fert tesirat-ı hariciyeye [dış tesirler, etkenler] karşı daha az mukavimdir. Tesirat-ı hariciyeye [dış tesirler, etkenler] kapılmakla çok ahkâm-ı diniye [dinin hükümleri, esasları] feda edildi.

Hem nasıl oluyor ki, umurun [emirler] besateti [basitlik, sadelik] ve taklit ve teslim câri olduğu zamanda, velev ki intizamsız olsun, yine meşihat [din işleri dairesi] bir şûrâya, lâakal [en az] kazaskerler gibi, mühim şahsiyetlere istinat ederdi. Şimdi iş besatetten [basitlik, sadelik] çıkmış, taklit ve ittibâ [tâbi olma, bağlanma] gevşemiş olduğu halde, bir şahıs nasıl kifayet [yeterli olma] eder?

Zaman gösterdi ki, hilâfeti temsil eden şu Meşihat-ı İslâmiye, [Şeyhülislâmlık makamı] yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şâmil [içine alan] bir müessese-i [kurulmuş] celiledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, [İslâm âlemi] belki yalnız İstanbul’un irşadına [doğru yol gösterme] da kâfi [yeterli] gelmiyor. Öyleyse, bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ona itimat edebilsin. Hem menba, hem mâkes [yansıma yeri] vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma [İslâm âlemi] karşı vazife-i diniyesini [dini görev] hakkıyla ifa edebilsin.

Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin [sağlam] bir şahs-ı mânevîdir [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ki, şûrâlar o ruhu temsil eder.

Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûrâ-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd [doğma] eden bir şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] olmak gerektir. Ta ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden noktalardan, sırat-ı müstakîme [dosdoğru yol] sevk edebilsin. Yoksa, fert dâhi de olsa, cemaatin ferd-i mânevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim

327

mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini [hayat düğümü] tehlikeye mâruz bırakıyor.

Hattâ diyebiliriz, şimdiki zaaf-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaytlık [duyarsızlık, ilgisizlik] ve içtihadattaki fevzâ, meşihatın [din işleri dairesi] zaafından [zayıflık, güçsüzlük] ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünkü, hariçte bir adam reyini, [fikir, düşünce] ferdiyete istinat eden meşihata [din işleri dairesi] karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûrâya istinat eden bir şeyhülislâmın sözü, en büyük bir dâhiyi de, ya içtihadından vazgeçirir, ya o içtihadı ona münhasır bırakır.

Her müstaid, [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] çendan [gerçi] içtihad edebilir. Lâkin içtihadı o vakit düsturü’l-amel [kâide, kural] olur ki, bir nev’i icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] veya cumhurun tasdikine iktiran ede. Böyle bir şeyhülislâm mânen bu sırra mazhar [erişme, nail olma] olur. Şeriat-ı garrâda [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] daima icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve rey-i cumhur medâr-ı fetvâ olduğu gibi, şimdi de fevzâ-i ârâ için, böyle bir faysala lüzum-u kat’î [kesin gereklilik] vardır.

Sadaret, meşihat, [din işleri dairesi] iki cenahdır. [kanat] Şu devlet-i İslâmiyenin [İslâm devleti] bu iki cenahı [kanat] mütesâvi olmazsa, ileri gidilmez. Gidilse de, böyle bir medeniyet-i faside için mukaddesatından insilâh eder.

İhtiyaç her işin üstadıdır. Şöyle bir şûrâya ihtiyaç şedittir. [çok şiddetli] Merkez-i Hilâfette [hilafet merkezi, halifelik makamının bulunduğu yer] tesis olunmazsa, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] başka yerde teşekkül [kendi kendine oluşma] edecektir. Bu şûranın bazı mukaddematı [evvel, önce] olan cemaat-i İslâmiye [İslâm toplumu] teşkilâtı ve evkafın meşihata [din işleri dairesi] ilhakı [ekleme] gibi umurun [emirler] daha evvel tahakkuku [gerçekleşme] münasip ise de, baştan başlansa, sonra mukaddemat [başlangıçlar]

328

ihzar [hazırlama] edilse, yine maksat hasıl olur. Daire-i intihabiyeleri hem mahdut, [sınırlanmış] hem muhtelit [karışık, karışmış, karma] olan âyan ve mebusanın vazife-i resmiyeleri itibarıyla bilvasıta [vasıtayla, dolaylı olarak] ve dolayısıyla bu işe tesiri olabilir. Hâlbuki vasıtasız, doğrudan doğruya bu vazife-i uzmâyı deruhte [üstüne almak] edecek, hâlis İslâm bir şûra lâzımdır.

Birşey mâ vudia lehinde [tarafında] istihdam [çalıştırma] edilmezse atâlete [hareketsizlik] uğrar, matlup [istek] eseri göstermez. Binaenaleyh, mühim bir maksat için tesis edilen Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyeyi, [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] şimdiki âdi bir komisyon derecesinden çıkarıp, meşihattaki [din işleri dairesi] devairin [daireler] rüesasıyla [reisler, başkanlar] beraber şûrânın âzâ-yı tabiiyesi addetmek ve hariçteki âlem-i İslâmdan, [İslâm âlemi] şimdilik on beş, yirmi kadar İslâmın dinen, ahlâken itimadını kazanmış müntehap [seçilmiş] ulemasını celb [çekme] eylemek, bu mesele-i uzmânın [en büyük mesele] esasını teşkil eder.

Vehham [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] olmamalıyız. Korkmakla din rüşvet verilmez. Dinin zaafiyeti [zayıflık, güçsüzlük] bahanesine olan müzahraf medeniyete lânet! Havf [korku] ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] tesirat-ı hariciyeyi [dış tesirler, etkenler] teşcî [cesaretlendirme] eder. Muhakkak maslahat, [amaç, yarar] mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] mazarrata [zarar] feda edilmez. Ve minallahi’t-tevfîk.

ba

329

Rüyada bir hitabe

Meâli ve hatırda kalan elfazı [lafızlar, sözler] aynendir.

1335 senesi Eylül’ünde, dehrin hadisatının verdiği yeisle, [ümitsizlik] şiddetle muztarip [çaresiz] idim. Şu kesif [katı] zulmet [karanlık] içinde bir nur arıyordum. Mânen rüya olan yakazada [uyanıklık hali] bulamadım. Hakikaten yakaza [uyanıklık hali] olan rüya-yı sâdıkada bir ziya gördüm. Tafsilâtı [ayrıntılar] terk ile, yalnız bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki:

Bir Cuma gecesinde nevm [uyku] ile âlem-i misâle [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] girdim. Biri geldi, dedi:

“Mukadderat-ı İslâm için teşekkül [kendi kendine oluşma] eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.”

Gittim, gördüm ki, münevver, [aydın] emsalini dünyada görmediğim, Selef-i Salihînden [ilk devir İslâm büyükleri] ve a’sârın meb’uslarından her asrın meb’usları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicap edip kapıda durdum. Onlardan bir zât dedi ki:

“Ey felâket, helâket [mahvolma] asrının adamı, senin de reyin [fikir, düşünce] var. Fikrini beyan et!”

Ayakta durup dedim:

“Sorun, cevap vereyim.”

Biri dedi: “Bu mağlûbiyetin neticesi ne olacak; galibiyette ne olurdu?”

Dedim: “Musibet şerr-i mahz [kötülüğün ta kendisi] olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’lâ-yı kelimetullah [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] ve bekâ-yı istiklâliyet-i İslâm için, farz-ı kifaye-i cihadı [Müslümanların tamamının değil, fakat bir kısmının mutlaka yapması farz olan cihad] deruhte [üstüne almak] ile kendini yekvücut olan âlem-i İslâma [İslâm âlemi] fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin [İslâm devleti] felâketi, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] saadet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir.  

330

Zira, şu musibet, maye-i hayatımız [hayat için gerekli olan] ve âb-ı hayatımız [hayat suyu] olan uhuvvet-i İslâmiyenin [İslâm kardeşliği] inkişaf [açığa çıkma] ve ihtizazını [deprenme, titreşim, lerze] hârikulâde tacil etti. Biz incinirken âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üç yüz dirileceğiz. Harikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten [ölüm] sonra meydanda dirilenler var. Biz bu mağlûbiyetle bir saadet-i âcile-i [peşin mutluluk] ( عَاجِلَه ) muvakkate kaybettik. Fakat bir saadeti âcile-i ( اٰجِلَه ) müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î [ferdî, küçük] ve mütehavvil [değişken] ve mahdut [sınırlanmış] olan hâli, [boş] geniş istikballe mübadele [değiş tokuş] eden kazanır.”

Birden meclis tarafından denildi: “İzah et.”

Dedim: “Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer [insan grupları] muharebesine terk-i mevki [yerini terk etme] ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez. Galip olsaydık, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye, belki daha şedîdâne kapılacak idik. Hâlbuki o cereyan hem zâlimâne, hem tabiat-ı âlem-i İslâma münâfi, [aykırı] hem ehl-i imanın [Allah’a inanan] ekseriyet-i mutlakasının [büyük çoğunluk] menfaatine mübayin, [farklı, aykırı] hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. [aday] Eğer ona yapışsaydık, âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecektik. Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta [İslâm’a göre, şeriatın gözünde] merdud ve seyyiatı [günahlar] hasenatına galebe [üstün gelme] ettiğinden, maslahat-ı beşer fetvâsıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] mütemerrid, [inatçı] gaddar, mânen vahşi bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhte [üstüne almak] edecektik.”

331

Meclisten biri dedi: “Neden şeriat şu medeniyetiHaşiye reddeder?”

Dedim: “Çünkü, beş menfi esas üzerine teessüs [kurulma, bina edilme, yapılanma] etmiştir. Nokta-i istinadı [dayanak noktası] kuvvettir. O ise, şe’ni [belirleyici özellik] tecavüzdür. Hedef-i kastı [kastedilen hedef] menfaattır. O ise, şe’ni [belirleyici özellik] tezahumdur. [biraraya toplanıp, sıkışma; birbiriyle uyuşmayıp çatışma, mücadele etme] Hayatta düsturu, [kâide, kural] cidaldir. [mücadele] O ise, şe’ni [belirleyici özellik] tenazudur. Kitleler mabeynindeki [ara] rabıtası, [bağ] âhari [diğer, başka] yutmakla beslenen unsuriyet [ırkçılık] ve menfî milliyettir. [ırkçılık] O ise, şe’ni [belirleyici özellik] böyle müthiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve hevesi teşcî [cesaretlendirme] ve arzularını tatmin ve metalibini [istenen şeyler, istekler, arzular] teshildir. [kolaylaştırma] O hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ise, şe’ni [belirleyici özellik] insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i [aşağı derece] kelbiyete [köpek] indirmektir. İnsanın mesh-i mânevîsine [manevi yönünün silinmesi] sebep olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, [domuz] maymun postu görülecek gibi hayale gelir.

“İşte, onun için bu medeniyet-i hazıra, [günümüz medeniyeti] beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekâvete atmış; onunu mümevveh [sahte; görünüşte doğru gibi olup, gerçekte yanlış olan] saadete çıkarmış; diğer onu da, beyne beyne bırakmış. Saadet odur ki, külle, ya eksere saadet ola. Bu ise, ekall-i kalilindir ki, nev-i beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal [en az] ekseriyetin saadetini tazammun [içerme, içine alma] eden bir medeniyeti kabul eder.

332

“Hem serbest hevânın tahakkümüyle, [baskı] havâic-i [hoppa, uçarı] gayr-ı zaruriye havâic-i [hoppa, uçarı] zaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y, [çalışma] masrafa kâfi [yeterli] gelmediğinden, hileye, harama sevk etmekle, ahlâkın esasını şu noktadan ifsad [bozma] etmiştir. Cemaate, nev’e verdiği servet, haşmete bedel, ferdi, şahsı fakir ahlâksız etmiştir. Kurûn-u ûlânın mecmu [bir şeyin bütünü, tamamı] vahşetini, bu medeniyet bir defada kustu!

Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] şu medeniyete karşı istinkâfı [çekimser kalma, uzak durma] ve soğuk davranması ve kabulde ıztırabı câ-yı dikkattir. [dikkat çekici] Zira istiğna [ihtiyaç duymama] ve istiklâliyet [bağımsızlık] hassasıyla mümtaz [seçkin] olan şeriattaki İlâhî [Allah tarafından olan] hidayet, Roma felsefesinin dehâsıyla aşılanmaz, imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] etmez, bel’ olunmaz, tâbi olmaz.

“Bir asıldan tev’em olarak neş’et [doğma] eden eski Roma ve Yunan iki dehâları, su ve yağ gibi mürur-u a’sâr [asırların geçmesi] ve medeniyet ve Hıristiyanlığın temzicine çalıştığı halde, yine istiklâllerini muhafaza, âdetâ tenasuhla [reenkarnasyon] o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev’em ve esbab-ı temzic varken imtizac [bileşim, karışım] olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, [doğru ve hak yolu gösterme nuru] o muzlim [karanlık] medeniyetin esası olan Roma dehâsıyla hiçbir vakit mezc [karışma, bütünleşme] olunmaz, bel’ olunmaz.”

Dediler: “Şeriat-ı garrâdaki [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] medeniyet nasıldır?”

Dedim: “Şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun [içerme, içine alma] ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın [günümüz medeniyeti] inkişâından inkişaf [açığa çıkma] edecektir. Onun menfi esasları yerine, müspet esaslar vaz’ [koyma, yerleştirme] eder.

“İşte nokta-i istinad, [dayanak noktası] kuvvete bedel haktır ki, şe’ni [belirleyici özellik] adalet ve tevazündür. Hedef de, menfaat yerine fazilettir ki, şe’ni [belirleyici özellik] muhabbet ve tecazüptür.  

333

Cihetü’l-vahdet [birlik yönü] de unsuriyet [ırkçılık] ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir ki, şe’ni [belirleyici özellik] samimî uhuvvet [kardeşlik] ve müsalemet [barış ve huzur içinde olma] ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedâfüdür. [müdafaa etme, savunma] Hayatta düsturu, [kâide, kural] cidal [mücadele] yerine düstur-u teavündür [yardımlaşma kanunu] ki, şe’ni [belirleyici özellik] ittihad [birleşme] ve tesanüttür. [dayanışma] Hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] yerine hüdâdır ki, şe’ni [belirleyici özellik] insaniyeten terakkî [ilerleme] ve ruhen tekâmüldür. [ilerleme, mükemmelleşme] Hevâyı tahdit eder; nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline [kolaylaştırma] bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini [yüksek duygular] tatmin eder.

“Demek, biz mağlûbiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların ve cumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa, İslâmdan doksan, belki doksan beştir.

Âlem-i İslâm [İslâm âlemi] şu ikinci cereyana karşı lâkayt [duyarsız] veya muarız [itiraz eden, karşı gelen] kalmakla hem istinatsız, hem bütün emeğini heder, [boş yere, faydasız] hem onun istilâsıyla istihaleye [bir halden başka hale dönüşme] mâruz kalmaktan ise, âkılâne [akıllı] davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip, kendine hâdim [hizmetçi] kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasıl ki, düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.

“Şu iki cereyan birbirine zıt, hedefleri zıt, menfaatleri zıt olduğundan; birincisi dese “Öl!” diğeri diyecek “Diril!” Birinin menfaati zarar, ihtilâf, tedennî, [alçalma, gerileme] zaaf, [zayıflık, güçsüzlük] uyumamızı istilzam [gerektirme] ettiği gibi; ötekinin menfaati dahi kuvvetimizi, ittihadımızı [birleşme] bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] iktiza [bir şeyin gereği] eder.

“Şark husumeti, İslâm inkişafını [açığa çıkma] boğuyordu; zâil [geçici, yok olucu] oldu ve olmalı. Garp [batı] husumeti, İslâmın ittihadına, [birleşme] uhuvvetin [kardeşlik] inkişafına [açığa çıkma] en müessir sebeptir; bâki kalmalı.”

Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti.

Dediler: “Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı [değişim, devrim] içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!”

Tekrar biri sordu: “Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. [evvel, önce]

334

Hangi fiilinizle kadere fetvâ verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti? Musibet-i âmme [büyük ve genel musibet] ekseriyetin hatâsına terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eder. Hazırda mükâfatınız nedir?”

Dedim: “Mukaddemesi [evvel, önce] üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki [İslâmın esasları] ihmalimizdir: salât, [namaz] savm, [oruç] zekât.

“Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık [her şeyi yaratan Allah] Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nev’i namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan [bağış] ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik, O da bizden müterakim [birikmiş] zekâtı aldı.

اَلْجَزَاءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ * 1

“Mükâfat-ı hâzıramız ise: Fâsık, [günahkâr] günahkâr bir milletten, humsu [beşte bir] olan dört milyonu velâyet [velilik] derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatâdan neş’et [doğma] eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi.”

Yine biri dedi: “Bir âmir, hata ile felâkete atmışsa?”

Dedim: “Musibetzede mükâfat ister. Ya âmir-i hatâdarın hasenatı verilecektir; o ise hiç hükmünde. Veya hazine-i gayp verecektir. Hazine-i gaybda [gayb hazinesi] böyle işlerdeki mükâfatı ise, derece-i şehadet ve gaziliktir.”

Baktım, meclis istihsan [beğenme, güzel bulma] etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, elpençe yatakta oturmuş, kendimi buldum. O gece böyle geçti.

Aynı gün, pür-ümit, başka ve dünyevî bir meclise gittim. Dünyevîler dediler:

“Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun? “

Dedim: 2 اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَة

335

“Evet, İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. [boş söz, saçmalama] Biz müteharrik-i [hareket eden] bizzat değiliz, bilvasıta [vasıtayla, dolaylı olarak] müteharrikiz. [hareket eden] Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim [uyutma] ile telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammâne tahribimizde eser-i telkini icra ederiz.

“Madem ki menba Avrupa’dadır. Gelen cereyan ya menfî veya müspettir. Menfîye kapılan harf gibi: دَلَّ عَلٰى مَعْنًى فِى نَفْسِ غَيْرِهِ 1 yahut لاَيَدُلُّ عَلٰى مَعْنًى فِى نَفْسِهِ 2 tarif edilir. Demek bütün harekâtı, bizzat hariç hesabına geçer. Çünkü iradesi hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti fayda vermez. Bahusus, [hususan, özellikle] menfî iki cihet-i zaafla hariç cereyanın kuvvetine bir âlet-i laya’kıl olur.

“Diğer müspet cereyan ise ki, dahilden muvafık şeklini giyer. İsim gibi دَلَّ عَلٰى مَعْنًى فِى نَفْسِهِ 3’dir. Hareketi kendinedir. Tebei haricedir. Lâzım-ı mezhep, mezhep olmadığından, belki muahez değil. Bahusus [hususan, özellikle] iki cihetle kuvveti, hariç cereyanın müspet ve zaafına [zayıflık, güçsüzlük] inzimam etse, harici kendine âlet-i lâyeş’ur edebilir.”

Dediler: “Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.”

Dedim: “Evet, lâzımdır. Fakat kat’î bir şart ile ki, muharrik, [harekete geçirici] aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye [dinin koruyuculuğu] olmalı. Eğer muharrik [harekete geçirici] veya müreccih, [tercih eden] siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hatâ da etse, belki ma’fuvdur. İkincisi isabet de etse, mes’uldür.”

336

Denildi: “Nasıl anlarız?”

Dedim: “Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] muhalifine, sû-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki [harekete geçirici] siyasetçiliktir. Hem umumun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî [güçlü, kuvvetli] bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki [harekete geçirici] tarafgirliktir.

“Meselâ, iki adam dövüşürler. Biri, zayıf düşeceğini hissederken, elindeki Kur’ân’ı kavîye [güçlü, kuvvetli] uzatmakla himayesini davet edip, kavî [güçlü, kuvvetli] bir ele vermek lâzımdır. Ta beraber çamura düşmesin, Kur’ân’a muhabbetini, hürmetini göstersin, Kur’ân’ı, Kur’ân olduğu için sevsin. Eğer kavînin [güçlü, kuvvetli] karşısına siper etse, himayet damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celb [çekme] eder. Kur’ân’ı kavî [güçlü, kuvvetli] bir hâdimden mahrum bırakmakla, zayıf bir elde beraber yere düşerse, o Kur’ân’ı kendi nefsi için sever demektir.

“Evet, dine imale [bir tarafa meylettirme, yöneltme] etmek ve iltizama [kabul etme, taraftarlık] teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini [dini görev] ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa “Dinsizsiniz” dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dahilde menfi tarzda istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilmez. Otuz sene halife olan bir zât, menfi siyaset namına istifade edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki menfi siyasetçilerin fetvâlarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâmın en şedit [çok şiddetli] hasmıdır ki, hançerini İslâmın ciğerine saplamıştır.”

Dediler: “İttihada şedit [çok şiddetli] bir muarızdın. [itiraz eden, karşı gelen] Neden şimdi sükût ediyorsun?”

Dedim: “Düşmanların onlara şiddet-i hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azim ve sebattır [kalıcı olma, sabit kalma] ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.

337

“Bence yol ikidir: mizanın [ölçü] iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, [hafiflik] ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.”

Dediler: “Fırkacılık lâzım-ı Meşrutiyettir.”

Dedim: “Bizdekilerde hutut-u efkâr telâki için mütemayilen imtidada bedel, münharifen gittiğinden, nokta-i telâki vatanda, belki kürede görülmüyor. Vücut-adem gibi, birinin vücudu ötekinin ademini ister.

“İnat, bazan müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] fırka müteassıplarına, dalâl [hak yoldan sapkınlık, inançsızlık] ve batılı iltizam [kabul etme, taraftarlık] ettirir. Şeytan birisine yardım etse, melek der, rahmet okutur. Ötekinde melek görse, libasını [elbise] değiştirmiştir der, lânet eder. Sû-i zan ve hüsn-ü zan [güzel düşünce] nazarıyla, dürbünün iki tarafı gibi leh, aleyhtar… Vâhi [zayıf, önemsiz] emareyi burhan, [delil] burhanı [delil] vâhi [zayıf, önemsiz] emare görür.

“İşte şu zulümdür إِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ 1 sırrını gösterir. Zira, hayvanın aksine olarak, kuvâ [duygular, hisler] ve meyilleri [arzu, istek] fıtraten tahdit edilmemiş; meyl-i zulüm hadsizdir. Lâsiyyemâ, [bilhassa, özellikle] ene’nin eşkâl-i habisesi olan hodgâmlık, [bencil] hodfikirlik, hodbinlik, [bencil] hodendişlik, [yalnız kendini düşünen] gurur ve inat o meyle inzimam etse, öyle ekberü’l-kebâiri icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.

“Meselâ, birisinin bir sıfatından darılsa, mecma-ı evsaf-ı mâsume olan şahsına, hatta ehibbâsına, hatta meslektaşına zulmünü teşmil eder.

338

وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرٰى 1 ‘ya karşı temerrüd [inat etme] eder.

“Meselâ, muhteris [icad eden, yeni bir şey meydana getiren] bir intikam veya müntakim [intikam alan] bir hilâfla bir kere demiş: ‘İslâm mağlûp olacak, kalbi parçalanacak.’ Sırf o mürâi ruhtan gelen, yalancı fikirden çıkan meş’um [kötü] sözünü doğru göstermek için, İslâm mağlûbiyetini, İslâm perişaniyetini arzu eder, alkışlar, hasmın darbesinden mütelezziz [lezzet alan] olur. İşte şu alkışı ve gaddar telezzüzüdür [lezzet alma] ki, mecruh [yaralı, yaralanmış] İslâmı müşkül [zorluk] mevkide bırakmış. Zira hançerini İslâmın ciğerine saplamış olan hasım, ‘Sükût et’ demiyor. ‘Alkışla, mütelezziz [lezzet alan] ol, beni sev’ diyor, onları misâl gösteriyor.

“İşte size dehşetli bir günah ve zulüm ki, ancak haşirdeki mizan [ölçü] tartabilir. وَقِسْ عَلَيْهَا 2 “

Denildi: “Mağlûbiyet mâlûmdu, biz bilirdik. Bilerek bizi belâya attılar.”

Dedim: “Acaba Hindenburg gibi dehşetli insanlar nazarına nazarî [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan] kalmış olan gaye-i harp, sizin gibi acemîlere [Arap milletinden olmayan başka milletler] nasıl malûm ve bedihî [açık, aşikâr] olabilir? Acaba fikir dediğiniz şey—el’iyazü billâh—arzu olmasın? Bazan zâlimâne intikam-ı şahsî, arzuya fikir sûretini giydirir.

“Yahu, pis bir çamura düşmüşsünüz, misk ü anber diye yüzünüze gözünüze bulaştırmaya ne mânâ var?”

İşte misâlîlerin münevver [aydın] gece meclisinde ve dünyevîlerin muzlim [karanlık] gündüz mahfelinde [kapalı bölme, oda] akıldan akma değil, kalbden çıkan beyanatım: İstersen kabul et, istersen etme—anlamak şartıyla.

İster al gûş-i kabul-i câne, ister hiddet et!

ba

339

Rüyanın zeyli [ek]

Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb [çekme] etti. Cezası da keffâretü’z-zünub [günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile] değil, kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus [hususan, özellikle] taarüfle tevhid-i efkârı, teavünle [yardımlaşma] teşrik-i mesaiyi [birlikte çalışma] tazammun [içerme, içine alma] eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama [çalıştırma] zemin ihzar [hazırlama] etti.

İşte Hint, düşman zannederek, hâlbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.

İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, bîçare valideleri olduğunu, “ba’de harabi’l-Basra” anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.

İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.

İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ [çığlık, feryad] ediyor.

İşte âlem-i İslâm, [İslâm âlemi] bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar [ağlayıp inleme] ediyor.

Milyonlarla ehl-i İslâm, [Müslümanlar] hayr-ı mahz [iyiliğin ta kendisi] olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz [kötülüğün ta kendisi] olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. Fa’tebirû.

ba

340

كَمَۤا أَنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ كَذٰلِكَ تُسَهِّلُ الْمُشْكِلاَتِ * 1

korkaklıkta darb-ı mesel [atasözü] hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-i cinsiyesiyle [kendi cinsine olan şefkat] camusa [manda] saldırır. İşte dehşetli bir cesaret…

Hem darb-ı mesel [atasözü] olmuş, keçi, kurttan havfı, [korku] ıztırar [çaresizlik] vaktinde mukavemete inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder; boynuzuyla kurdun karnını deldiği vâkidir. İşte harika bir şecaat[yiğitlik, cesaret]

Fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] meyelan, mukavemet-sûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içine atılsa, kışta soğuğa mâruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar.

Evet, şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] keçi ıztırarî [zorunlu olarak yapılan, kulun iradesinin rolü olmayan mecburi iş] şecaati [yiğitlik, cesaret] gibi fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir heyecan, demir güllede su gibi zulmün burudetli [soğukluk] husumet-i kâfiranesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahittir.

Bununla beraber imanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyenin [İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği] tabiatındaki âlempesent şecaat, [yiğitlik, cesaret] uhuvvet-i İslâmiyenin [İslâm kardeşliği] intibahıyla [uyanış] her vakit mu’cizeleri gösterebilir.

Birgün olur elbette doğar şems-i hakikat
Hiç [hakikat güneşi] böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem?

ba

341

Birkaç vecizeler

· Hevesat-ı nefsaniyeyle erkeklerin karılaşması, karıların hayasızlıkla erkekleşmesine sebeptir.

· Merak, ilmin hocasıdır.

· İhtiyaç, medeniyetin üstadıdır.

· Sıkıntı, sefahetin [ahmaklık, beyinsizlik] muallimidir.

· Acz, muhalefetin menşeidir. [kaynak]

· Zaaf, [zayıflık, güçsüzlük] gururun madenidir.

· Sığar-ı nefs, tekebbürün [büyüklenme] menbaıdır. [kaynak]

· Tenasüp, [uygunluk] tesanüdün [dayanışma] esasıdır.

· Temasül, [birbirinin aynısı olma] tezadın [zıtlık] sebebidir.

· Müsavatsız [eşit olmayan, denk gelmeyen] adalet, adalet değildir.

· Gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] muhabbetin âkıbeti, mükâfatı, mahbubun gaddârâne [acımasızca] adavetidir.Haşiye [dipnot] [düşmanlık]

ba

342

Bundan yedi sene evvelbir risaleme yazdığım zeyldir [ek]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى قَالَ: ﴿ وَلاَ يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا ﴾ وَالصَّلاَةُ عَلٰى مُحَمَّدٍ الَّذِى قَالَ: ﴿ مَنْ قَالَ هَلَكَ النَّاسُ هَلَكَ النَّاسُ فَهُوَ اَهْلَكُهُمْ ﴾ اَمَّا بَعْدُ * 1

Şu zamanın medenî engizisyonu müthiş bir vesileyle, bazı ezhanı [zihinler] telkih [aşılama] ile, bir kısım nâmeşru evlâdını vücuda getirip, İslâmiyete karşı kinini [ateşli hastalıkların ve özellikle sıtmanın tedavisinde kullanılan bir tür bitki] ve hiss-i intikamını icra eder. Diyanetsizliğe veya lâubaliliğe veya Hıristiyanlığa temayüle [eğilim gösterme] veya İslâmiyetten şüpheyle soğutmaya bir kapı açmak ister.

İşte o desise [hile, aldatma] şudur: “Ey Müslüman, bak nerede bir müslim varsa binnisbe fakir, gafil, bedevîdir. Nerede Hıristiyan varsa, bir derece medenî, mütenebbih ehl-i servettir, demek…” İlâ âhir.

Ben de derim ki:

Ey Müslüman! Biri maddî, biri mânevî, Avrupa rüçhanının iki sebebinin şu netice-i müthişiyle, o neticenin tesir-i muharribanesine karşı, mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl. Yoksa mahvolursun!

Evet, biz aşağıya iniyoruz, onlar yukarıya çıkıyor. Bunun iki sebebi vardır. Biri maddî, biri mânevîdir.

343

BİRİNCİ SEBEP: Umum Hıristiyanın kilisesi [Hıristiyanların ibadet ettikleri yer] ve mâden-i hayatı olan Avrupa’nın vaziyet-i fıtriyesidir. Zira dardır, güzeldir, demir madenidir, girintili çıkıntılıdır. Deniz ve enharı [nehirler] bağırsaklarıdır, bâriddir.

Evet, Avrupa küre-i zeminin [yerküre] hums-u öşrü iken, nev-i beşerin bir rub’unu [dörtte bir] letâfet-i fıtriyesiyle kendine çekmiş. Hikmeten sabittir ki, efrad-ı kesirenin içtimâı, ihtiyacatı intaç [netice verme] eder. Görenek gibi çok esbabla tekessür [çoğalma] eden hâcât, zeminin kuvve-i nâbitesine sığışmaz. İşte şu noktadan ihtiyaç san’ata ve merak ilme ve sıkıntı vesait-i sefahete hocalık edip tâlime başlarlar.

Evet, fikr-i san’at, meyl-i mârifet, kesretten [çokluk] çıkar. Avrupa’nın darlığı ve deniz ve enharı [nehirler] olan vesait-i tabiiye-i münakale içinde dolaşması sebebiyle, tearüf ticareti, teavün [yardımlaşma] iştirak-i mesaiyi intaç [netice verme] ettikleri gibi, temas dahi telâhuk-u efkârı, [düşünce ve tecrübelerin birikimi] rekabet de müsâbakatı tevlit [doğurma] ederler. Ve bütün sanayiinin mâderi olan demir madeni, kesretle [çokluk] içinde bulunduğundan, o demir, medeniyetlerine öyle bir silâh-ı kuvvet vermiştir ki, dünyanın bütün enkaz-ı medeniyetlerini gasp ve garat edip gayet ağır bastı, mizan-ı zeminin muvazenetini [karşılaştırma/denge] bozdu.

Hem de herşeyi geç almak, geç bırakmak şanından olan burudet-i mutedilâne, sa’ylerine [çalışma] sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metanet [gayret, kararlılık] verip, medeniyetlerini idame etmiştir. Hem de ilme istinatla devletlerinin teşekkülü, [kendi kendine oluşma] mütekabil [karşılıklı] kuvvetlerinin tesadümü, gaddarane istibdatlarının [baskı, zulüm] iz’âcâtı, [rahatsız etmeler] engizisyonane taassuplarının [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] aksülâmel [işin aksi, ters tepki] yapan tazyikatı, [baskılar] mütevazi [alçakgönüllü] unsurlarının rekabetle müsabakatı, [müsabakalar, yarışmalar] Avrupalıların istidatlarını [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] inkişaf [açığa çıkma] ettirip, mezâyâ [meziyetler, üstün özellikler] ve fikr-i milliyeti uyandırdı.

344

İKİNCİ SEBEP: Nokta-i istinattır. [dayanak noktası] Evet her bir Hıristiyan başını kaldırıp, müteselsil [zincirleme] ve mütedahil [birbiri içinde] maksatların birine el atsa, arkasına bakar ki, istinat edecek, kuvve-i mâneviyesine [mânevî güç] daima imdat edip hayat verecek, gayet kavî [güçlü, kuvvetli] bir nokta-i istinat [dayanak noktası] görür. Hatta en ağır ve büyük işlere karşı mübarezeye [karşı koyma] kendinde kuvvet bulur.

İşte, o nokta-i istinat, [dayanak noktası] her taraftan ellerini uzatan dindaşlarının uruk-u hayatına kuvvet vermeye ve İslâmların en can alacak damarlarını kesmeye her vakit âmade ve dessas, [hilebaz, aldatıcı] medenî engizisyon taassubuyla, maddiyunun dinsizliğiyle yoğrulmuş ve medeniyetlerinin galebesiyle [üstün gelme] mest-i gurur olmuş bir müsellâh kitlenin kışlası veya büyük bir kilisesi [Hıristiyanların ibadet ettikleri yer] olan Avrupa’nın medeniyetidir.

Görülmüyor mu ki, en hürriyetperver maskesini takan, (İ.G.) elini uzatıp arıyor. Nerede Hıristiyan bulsa hayat veriyor. İşte Habeş, Sudan. İşte Tayyar, [uçan] Artuşi. İşte Lübnan, [öz, iç] Huran. İşte Malsor ve Arnavut. İşte Kürt ve Ermeni, Türk ve Rum, ilâ âhir[sonuna kadar]

Elhasıl: [kısaca, özetle] Onları canlandıran emeldir ve bizi öldüren yeistir. [ümitsizlik] Meşhurdur ki, biri demiş: “Eğer bir nokta-i istinat [dayanak noktası] bulsam, küre-i zemini [yerküre] yerinden oynatırım.” Bu faraziyede acip bir nokta vardır. Demek, bu küçücük insan, nokta-i istinat [dayanak noktası] bulsa, küre gibi büyük işleri çevirebilir.

Ey ehl-i İslâm! [Müslümanlar] İşte, küre-i zemin [yerküre] gibi ağır ve âlem-i İslâmiyete [İslâm âlemi] çökmüş olan mesâib [musibetler, belâlar] ve devâhiye karşı nokta-i istinadınız, [dayanak noktası] muhabbetle ittihadı, [birleşme] mârifetle [Allah’ı tanıma, bilme] imtizac-ı efkârı, uhuvvetle [kardeşlik] teavünü [yardımlaşma] emreden nokta-i İslâmiyettir.

Bak, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] şu büyük dairenin nokta-i uzmâsından tut, ta en küçük dairenin—meselâ medrese talebelerinin—birer ukde-i hayatiyesi [hayat düğümü] vardır. Heyet-i içtimaiyenin [sosyal yapı] efrad [bireyler] ve revabıtı [rabıtalar, bağlar; münasebetler] birbirine istinadı gibi, o ukdeler [düğüm] dahi birbirine

345

merbut, [bağlı] müteselsilen [zincirleme bir şekilde] o nokta-i uzmâya müstenittir. Demek, bütün o ukde-i hayatiyelerini [hayat düğümü] boğmak değil, belki tenebbüh [uyanış, yeşerme] ve neşvünemâ [büyüyüp gelişme] vermekle İslâm tenebbüh [uyanış, yeşerme] edip, terakkiye [ilerleme] başlayabilir.

Yoksa, biri Avrupa’nın mehasinini [güzellikler] mesâvimizle ve telâhuk-u efkârın [düşünce ve tecrübelerin birikimi] semeratını [meyve] bizim bir şahsın semere-i sa’yi [çalışmanın meyvesi, neticesi] ile, insafsızca, aldatıcı cerbeze [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ile muvazene [karşılaştırma/denge] etmekle, Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal etmek, İslâmiyetin düşmanı olan tedennîyi [alçalma, gerileme] ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir.

Avrupa’ya şedit [çok şiddetli] bir meftuniyet [düşkünlük] ve milletine karşı amik bir nefret hissiyle, kendini Avrupa’nın veled-i nâmeşruu gösterdiği gibi, fikr-i ihtilâl ve meyl-i tahrip ve aldatıcı cerbezenin [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] neticesi olan hicv-i âsiyane, müfteriyane, namus-şikenane ile, kendi firavniyetini ve zımnen [gizlice] medih [övgü] ve gururiyetini ve bilmediği halde İslâma düşmanlığını göstermekle beraber, firavniyet, enaniyet, gurur hükmüyle, milletine karşı şer’an, aklen, hikmeten mükellef olduğu hiss-i şefkat yerine hiss-i tahkir, meyl-i incizab yerine meyl-i nefret, meyelân-ı muhabbet yerine irade-i istihfaf, temayül-ü ihtiram yerine meyelân-ı teçhil, arzu-yu merhamet [merhamet etme arzusu] yerine arzu-yu taazzum, seciye-i fedakârî yerine temayül-ü infiradı ikame edip, hamiyetsizliğini, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] asılsızlığını gösterdiğinden, nazar-ı hakikatte [gerçek, doğru bakış] öyle bir câni ve menfur olur ki, meselâ, birisi Paris’te, sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] âleminde bir âlüfte madamın kametinde [biçim ve boy] istihsan [beğenme, güzel bulma] ettiği bir libası, [elbise] camide muhterem bir hocaya giydirmeye  

346

çalışmak gibi bir hareket-i ahmakâne ve câniyanede bulunur. Zira hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ise, muhabbet, hürmet, merhametin netice-i zaruriyesidir. Onsuz olmaz ve illâ yalandır, sahtekârlıktır. Nefret, hamiyetin [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] zıddıdır.

Mutaassıplara hücum eden Avrupa’nın kâselisleri, her biri yüz mutaassıp kadar meslek-i sakîminde mutaassıptır. Bunlardan birisi Shakespeare medhinde ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh Geylânî medhinde etseydi, tekfir [küfürle itham etmek] olunacaktı.

Heyhat! Bunların neresinde millete muhabbet ve millet için hamiyet?

Esefâ! Heyet-i içtimaiyeyi [sosyal yapı] faaliyet ve harekete götüren çok ukde-i hayatiyelerden, [hayat düğümü] bizde inkişafa [açığa çıkma] başlayan yalnız fikr-i edebiyat, bahusus [hususan, özellikle] şâirâne, müfritâne, [çok aşırıya kaçarak] edepşikenâne, hodpesendâne [kendini beğenen] olan fikr-i hiciv ve arzu-yu tahkirdir.

وَلاَ يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا 1 te’dib-i [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] hakikîye karşı edepsizliktir ki, birbirine saldırıyor. Fakat millete ve İslâmiyete karşı olan târizat-ı [dokundurma, iğneleme, taş atma; sözde bir yönü göstererek başka bir yönü kastetme sanatı] zımniyelerini [iç] o kâselislerin yüzlerine çarpmakla beraber, onlar birbirine karşı dinsizcesine hiciv ve terzilleri [rezil ve alçak gösterme] ise, kimbilir belki müstehaktırlar düşünüp, deyip geçmekle iktifa [yetinme] ederiz.

Ben zannederim ki, bu milletin perişaniyetine, fazla cehaletten ziyade, nur-u kalb ile müterafık olmayan fazla zekâvet-i [zeki oluş] betrâ tesir etmiştir. Bence en müthiş maraz [hastalık] asabîliktir. Zira herşeyi haddinden geçirmekle aksülâmel [işin aksi, ters tepki] yaptırır.

Ey birader! Âlem-i Hıristiyanın rüçhanına sebebiyet veren ihtiyarlaşmış olan esbaba tekabül [birbirine karşılık olma, yerini tutma] edecek, genç, dinç esbab bizde inkişafa [açığa çıkma] başlamıştır. Başka kitapta tafsil etmişim. Bir hikâye:Haşiye

347

Bundan on sene evvel Tiflis’e gittim. Şeyh Sanan Tepesine çıktım, dikkatle temaşa ediyordum. Bir Rus yanıma geldi. Dedi: “Niye böyle dikkat ediyorsun?

Dedim: “Medresemin plânını yapıyorum.”

Dedi: “Nerelisin?”

“Bitlisliyim” dedim.

Dedi: “Bu Tiflis’tir.”

Dedim: “Bitlis, Tiflis, birbirinin kardeşidir.”

Dedi: “Ne demek?”

Dedim: “Asya’da, âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] üç nur, birbiri arkası sıra inkişafa [açığa çıkma] başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet [karanlık] inkişafa [açığa çıkma] başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek. Ben de gelip burada medresemi yapacağım.”

Dedi: “Heyhat! Şaşarım senin ümidine.”

Dedim: “Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı [gündüz] vardır.”

Dedi: “İslâm parça parça olmuş.”

Dedim: “Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâmın müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] bir veledidir; [çocuk] İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur; [efendi, kendisine hizmet edilen] İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim alıyor, ilâ âhir. [sonuna kadar]

“Yahu, şu asılzade evlât, şehadetnamelerini aldıktan sonra, her biri bir kıt’a [dünyanın kara paçalarından her biri] başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemâlâtta temevvüc [dalgalanma] ettirmekle, kader-i Ezelînin nazarında, feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin [Allah’ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik olarak yaratma sıfatı] sırrını ilân edecektir.”

İşte hikâyemin yarısı bu kadar.

Neme lâzım ve nefsî nefsî dediren halet-i ruhiyeyi, bir temsille beyan edeceğim.

348

Felekzede, perişan, fakat asil bir aşiretten bir cesur adamla, talihi yaver, feleği müsait, diğer bir aşiretten bir korkakla bir yerde rastgelirler. Müfahare, münazara başlar.

Evvelki adam başını kaldırır, aşiretinin zelil [aşağılanan] olduğunu görür, izzet-i nefsine [insanın vakar, [ağırbaşlılık] şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi] yediremez. Başını indirir, nefsine bakar, bir derece ağır görür. Eyvah, o vakit “Neme lâzım, işte ben, işte ef’âlim” [fiiler, davranışlar] gibi şahsiyatla [şahıs merkezli olmalar, kişisel hukuklar, çıkarlar, anlayışlar; kişilik kavgaları] yaralanmış gururu feryada başlar. Veyahut o aşiretten çekilip veya asılsızlık gösterip, başka aşirete intisap [bağlanma] eder.

İkinci adam başını kaldırdıkça aşiretinin mefahiri [övünülecek şeyler] gözünü kamaştırır, hiss-i gururunu kabartır. Nefsine bakar, gevşek görür. İşte o vakit, hiss-i fedakârî, fikr-i milliyet uyanır! “Aşiretime kurban [yakın] olayım” der.

Eğer bu temsilin remzini [ince işaret] anladınsa, şu müsabaka ve mücadele meydanı olan bu cihan-ı ibrette, bir müslim, meselâ bir Hıristiyan veya bir Kürt, bir Rum ile mânen hissiyatları mübareze-i hamiyette mukabele [karşılama; karşılık verme] ve muvazeneyle [karşılaştırma/denge] tezahür etse, temsilin sırrını göreceksin. Lâkin şu tefavüt, herkesin zannettiği gibi değildir. Belki zahirperestlik [dış görünüşe ehemmiyet veren] ve sathîlik [bir şeyin üstü, dış yüzü] ve galat-ı histen [duygu yanılması] gelmiştir.

Ey Müslüman, aldanma, başını indirme! Paslanmış bîhemtâ [eşsiz, benzersiz] bir elmas, daima mücellâ [parlatılmış, parlak] cama müreccahtır. [tercih edilen] Zahiren olan İslâmiyetin zaafı, [zayıflık, güçsüzlük] şu medeniyet-i hazıranın, [günümüz medeniyeti] başka dinin hesabına hizmet etmesidir. Hâlbuki şu medeniyet sûretini değiştirmesi zamanı hulûl [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] etmiştir. Sûret değişirse, kaziye [hüküm, önerme] bilâkis olur. Nasıl şimdiye kadar bidayetinde söylenildiği gibi, nerede Müslüman varsa, Hıristiyana nispeten bedevî, medeniyete karşı müstenkif [kaçınan, çekimser] ve soğuk davranır ve kabulünde ıztırap çeker, sûret değişse başkalaşır.

كُلُّ اٰتٍ قَرِيبٌ 1 * اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا * 2

Said Nursî (r.h.)