İLK DÖNEM ESERLERİ – Tulûât (349-366)

349

Tulûât

Bediüzzaman Said Nursî

Telif [kaleme alma] Tarihi: 1339 1

İlk Baskı: 1339

350
351

İfade

Telepati nev’inden, ruhumla şiddet-i alâka[aşırı ilgi] olan bir şahs-ı meçhul, muhtelif ve birbirinden uzak mevzulara dair, birdenbire kibrit yakmak gibi seri sualler soruyor. Ratb ve yâbis karışıyor.

İntihap, kariin arzusuna tabidir.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى قَالَ: ﴿ وَلاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُوا … ﴾ * 1

Sual: Âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ulemasının ortasındaki müthiş ihtilâfata [ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar] ne dersin ve reyin [fikir, düşünce] nedir?

Cevap:

Evvelâ:Haşiye Âlem-i İslâma [İslâm âlemi] gayr-ı muntazam veya intizamı bozulmuş bir meclis-i meb’usan ve encümen-i şûrâ nazarıyla bakıyorum. Şeriattan işitiyoruz ki, rey-i cumhur budur, fetvâ bunun üzerinedir. İşte şu, bu meclisteki rey, ekseriyetin naziresidir. [benzer] Rey-i cumhurdan mâadâ olan akval, eğer hakikat ve mağzdan [öz] hâli [boş] ve boş olmazsa, istidadâtın [kabiliyet] reylerine [fikir, düşünce] bırakılır. Ta her bir istidat, [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] terbiyesine münasip gördüğünü intihap [seçmek] etsin.

352

Lâkin, burada iki nokta-i mühimme vardır:

Birincisi: Şu istidadın [kabiliyet] meyelânı [meyil, eğilim] ile intihap [seçmek] olunan ve bir derece hakikati tazammun [içerme, içine alma] eden ve ekalliyette [azınlık] kalan kavl, [söz] nefsülemirde [işin gerçeği, aslı] mukayyed [kayıtlı] ve o istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ile mahsus olduğu halde, sahibi ihmal edip mutlak bıraktı; etbâı [halk, yönetilenler] iltizam [kabul etme, taraftarlık] edip tamim etti. Mukallitleri [taklitçi] taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] edip, o kavlin [söz] hıfzı için muhaliflerin red ve hedmine çalıştılar. Şu noktadan müsademe, [çarpışma] müşağabe, cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] ve red o derece meydan aldı ki, ayakları altından çıkan toz ve ağızlarından feveran eden duman ve lisânlarından püsküren berkler, şimşekli ve bazan rahmetli [şefkatli] bir bulut şems-i İslâmiyetin [İslâmiyet güneşi] tecellîsine bir hicap teşkil etmiştir. Lâkin ziya-yı şemsten [güneş ışığı] tefeyyüz [feyizlenme] etmesine istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] bahşeden rahmetli [şefkatli] bulut derecesinde kalmadı. Yağmuru vermediği gibi, ziyayı dahi men etmektedir.

İkinci nokta: Ekalliyette [azınlık] kalan kavl, [söz] eğer içindeki hakikat ve mağz, [öz] onu intihap [seçmek] eden istidatlardaki [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] heves ve hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve mevrus ayineye ve mizacına galebe [üstün gelme] çalmasa, o kavl [söz] bir hatar[tehlike] azîmde kalır. Zira istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] onunla insibağ edip, onun muktezasına [bir şeyin gereği] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmek lâzımken, o onu kendine çevirir ve telkih [aşılama] eder, kendi emrine musahhar [boyun eğdirilmiş] eder. İşte şu noktadan hüdâ [Allah] hevâya tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve mezhep mizaçtan teşerrüb [bir şeyin diğer şeye sirayet etmesi, emme, içine çekme] eder. Arı su içer, bal akıtır. Yılan su içer, zehir döker.

Fakat kaviyyen [kuvvetle] ümit ederim ki, kâinatta şu meclis-i âli, şu meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] sergerdan [başı dönmüş] küre şehrinde millet-i insaniyede ve âdem kavminde, ulema-i İslâm [İslâm âlimleri] âlemi, bir meclis-i meb’usan-ı mukaddese hükmüne geçecektir. Selef [önce gelen, önceki, yerine geçilen] ve halef, asırlar üstünden birbirine bakıp, mabeynlerinden [ara] bir encümen-i şûrâ teşkil edeceklerdir.

S – Nasraniyet, [Hristiyanlık] İslâmiyetin inkişafına [açığa çıkma] bundan sonra mâni olmayacak mıdır?

353

C – Nasraniyet [Hristiyanlık] ya intıfa veya ıstıfa ile terk-i silâh [teslim olma] edecektir. Zira birkaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı; tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intıfa bulup sönecek, veyahut doğrudan doğruya hakikî Hıristiyanlığın esasına câmi olan hakaik-i İslâmiyeyi [İslâmın gerçekleri] karşısında görecektir.

Beşer dinsiz olamaz.

İşte bu sırr-ı azîme [büyük sır] Hazret-i Peygamber (a.s.m.) işaret etmiştir ki, “Hazret-i İsâ gelecek, ümmetimden olacak, ayn-ı şeriatımla amel edecektir.”

Saniyen: [ikinci olarak] Sebeb-i ihtilaf-ı muzır, “Bu haktır” düsturu [kâide, kural] yerine “Yalnız hak budur”; ve “En güzeli budur” hükmü yerine, “Güzeli budur” hükmü ikame edilmiştir.

El-hubbu fillâh [Allah için sevmek] esas-ı merhamet-kârı yerine, el-buğzu fillâh ikame edilmiştir. Kendi mesleğinin muhabbeti yerine, başka meslekten nefret harekâtında hâkim kılınmıştır. Hakikate muhabbet yerine, ene [benlik] tarafgirliği müdahale etmiştir. Vesail [vesileler, sebepler] ve delâil, [deliller] makasıd ve gàyât yerine ikame edilmiştir. Hâlbuki, fasit bir delil ile, hak bir netice zihinde ikame edilir; bâtıl bir vesile ile hak bir gaye, fikirde tespit edilir. Madem gaye ve maksat haktır; delil ve vesilelerdeki fesat, böyle inşikak-ı kulûba sebebiyet vermemeli.

Salisen: [üçüncü olarak] Sebeb-i ihtilâf, [anlaşmazlık ve uyuşmazlık sebebi] hâkim-i zâlim olan cerbezedir. [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] Fikr-i tenkit ve bedbinliğe istinad eden cerbeze, [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] daima zâlimdir.

S – O sâil-i meçhul, tekrar der: Cerbeze [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] nedir?

C – HaşiyeMüteferrik [dipnot] büyük işlerde yalnız kusurları görmek cerbezeliktir; [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma]  

354

aldanır ve aldatır. Cerbezenin [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] şe’ni, [belirleyici özellik] bir seyyieyi [günah] sümbüllendirerek hasenata galip etmektir.Haşiye [dipnot]

Meselâ, bir aşiretin her bir ferdi bir günde attığı balgamı, cerbeze [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ile, vehmen tayy-ı mekân ederek, birden bir şahısta o muhassalı temsil edip, başka efradı [bireyler] ona kıyas ederek, o nazar ile baksa…

Veyahut bir sene zarfında birisinden gelen râyiha-i keriheyi, cerbeze [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ile tayy-ı zaman [zamanın katlanması; çok uzun zamanı kısa bir zamanda yaşama] ederek, bir dakika-i vâhidede, o şahs-ı hazırda sudurunu [bir şeyden çıkma, olma] tasavvur etse, acaba evvelki adam ne derece mustakzer, ikinci adam ne derece müteaffin[bozulmuş, kokuşmuş, çürük] Hatta, hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralarından kaçsalar, akıl onları tevbih [azarlama] etmeye hakkı olmayacaktır.

İşte, şu cerbezenin [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda [içinde bulunulan yer ve zaman] müteferrik [ayrı ayrı] şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder. Hakikaten, cerbeze, [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] envaiyle garaibin [tuhaf, hayret verici şeyler] makinesidir.

Görülmüyor ki, cerbeze-âlûd [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] bir âşıkın nazarında umum kâinat birbirine muhabbetle müncezip, [cezbedilmiş, çekilmiş] rakkasâne hareket edip gülüşüyor. Veyahut çocuğunun vefatıyla matem tutan bir vâlidenin [baba] cerbeze-âlûd [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] me’yusiyeti [ümitsiz] nazarında umum kâinat hüzün-engizâne ağlaşıyor. Herkes, istediği ve haline münasip gördüğü meyveyi koparır.

Bu makamda size bir temsil: Meselâ, sizden yorulmuş yolcu bir adam, yalnız bir saat tenezzüh [ferahlama, rahatlama] etmek üzere, gayet müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] ve müzehher [çiçeklerle bezenmiş] bir bahçeye girse, nakaisten müberra [arınmış, temiz] olmak, cinan-ı Cennetin mahsusatından ve her kemâle bir noksanı karıştırmak, şu âlem-i kevn [varlık âlemi, kâinat] ve fesadın mukteziyatından [bir şeyin gerekli neticeleri] olmakla, şu bahçenin müteferrik [ayrı ayrı] köşelerinde bazı pis ve murdar şeyler bulunduğu için,  

355

inhiraf[doğru yoldan sapma] mizaç sevki ve emriyle, yalnız o taaffunâtı taharri [araştırma] ve o murdar şeylere idame-i nazar eder. Güya, onda yalnız o var. Hülyânın hükmüyle fena hayal tevessü [genişleme, yayılma] ederek, o bostanı bir selhhâne [hayvanların derilerinin yüzüldüğü yer] ve mezbele [çöplük] sûretinde gösterdiğinden midesi bulanır ve istifrağ [kusma; içindekini dökme, boşaltma] eder, kemâl-i nefretle kaçar. Acaba, beşerin lezzet-i hayatını [hayatın lezzeti] gussedar eden böyle bir hayale hikmet ve maslahat [amaç, yarar] rû-yi rıza gösterebilecek midir?

Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.

ba

S – Herkes, zaman ve dehirden şikâyet ediyor. Acaba Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] san’at-ı bedîine itiraz çıkmaz mı?

C – Hayır, asla! Belki mânâsı şudur: Güya şikâyetçi der ki, istediğim emir ve arzu ettiğim şey ve teşehhî [hırsla isteme, arzulama] ettiğim hal, hikmet-i ezeliyenin [Allah’ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik olarak yaratma sıfatı] düsturuyla [kâide, kural] tanzim olunan âlemin mahiyeti mustaid değil; ve inâyet-i ezeliyenin [Ezelî olan Allah’ın kâinata koyduğu bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzen, istikrar] [yerleşik ve sabit olma, kararlılık] pergeliyle nakşolunan feleğin kanunu müsait değil; ve meşiet-i ezeliyenin matbaasında tab [basma] olunan zamanın tabiatı muvafık değil; ve mesâlih-i umumiyeyi tesis eden hikmet-i İlâhî [Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması] râzı değildir ki, şu âlem-i imkân, Feyyaz-ı Mutlakın yed-i kudretinden [Allah’ın kudret eli] şu ukûlümüzün [akıllar] hendesesiyle [geometri] ve tehevvüsümüz iştahıyla [şiddetli istek, arzu] istediğimiz semeratı [meyve] koparsın… Verse de tutamaz, düşse de kaldıramaz.

Evet, bir şahsın tehevvüsü için, büyük bir daire-i muhita, [kuşatıcı daire] hareket-i mühimmesinden durdurulmaz.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Cerbeze [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] bir hâkimdir. Yalnız seyyiat [günahlar] tarafını konuşturmamalı; onun hasmı olan hasenatı da dinlemeli, sonra muvazene [karşılaştırma/denge] edip, mizan-ı haşirdeki hükm-ü âdilâne gibi râcih gelene muhabbetle hak vermelidir.

ba

356

S – Efkâr-ı hâzırada cerbeze [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] nasıl bir tesir etmiştir?

C – Bak, o seyyiedir [günah] ki, Ararat Dağı kadar bize zulüm ve tahkir [aşağılama] eden ecnebî bir devleti, ne safsatalı bahanelerle, bilmem hangi tarihte Kırım’da bize yardım etmiş gibi yavelerle, bize dost olabilecek sûrette gösteriyorlar.

Hem Sübhan Dağı kadar İslâmiyetin izzet [büyüklük, yücelik] ve şerefine çalışan gürûh-u mücahidîni, acip bahanelerle en fena derekesine [aşağı derece] indirip, millete düşman gibi gösteriyorlar.

Hem de Avrupa’nın terbiyesinin neticesi olarak خُذْ مِنْ كُلِّ شَىْءٍ اَحْسَنَهُ 1 kaidesiyle herşeyin en iyi cihetini nazara almak maslahat [amaç, yarar] iken, en fena ciheti nazara alıp mütemadiyen milleti ye’se [ümitsizlik] sevk ederek, ruh-u cemaati öldürüyor.

Hem yine cerbeze [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] seyyiesine [günah] zaaf-ı akide [inanç zayıflığı] inzimam etmesiyle, mesail-i diniyede [dine ait meseleler] en zayıf tarafını irae ederek dinsizliğe zemin ihzar [hazırlama] ediyor.

Hem yine onun netaicidir ki, mukteza-yı beşeriyet olan, beynesselef cereyan eden tenkidat-ı rakipkârâne veya hakperestaneyi, sofestaicesine bir cerbeze [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ile, her birinin hakkında başkalarının tenkidatını irae edip, eâzım-ı ümmet hakkında hürmetsizlik ve emniyetsizliği telkin ederek o vasıta ile ezhandaki [zihinler] İslâmiyetin kudsiyetini [kutsal, kusursuz ve yüce] sarsıyor.

İşte, bunlar gibi çok mazarrat[zarar] azîme, şu nev’i cerbezeden [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] tevellüd [doğma] ediyor.

İstanbul’u düşündükçe, iki karış kadar dili uzanmış, sair âzâsı neşvünemâdan [büyüyüp gelişme] mahrum kalmış ihtiyar bir çocuğun timsâli zihnime geliyor.

ba

357

S – Anadolu aleyhinde çıkmış olan fetvâya ne dersin?Haşiye

C – Fetvâ-yı mahz değil ki, itiraz edilmesin. Belki kazayı tazammun [içerme, içine alma] eden bir fetvâdır. Çünkü, Fetvânın kazadan farkı, mevzuu âmmdır, gayr-ı muayyendir; [belirlenmemiş, belirsiz] hem mülzim [susturan] değil. Kaza ise, muayyen ve mülzimdir. [susturan] Şu fetvâ ise, hem muayyendir; kim nazar etse bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] muradı anlar. Hem mülzim [susturan] olmuştur; çünkü, avam-ı müslimîni onlar aleyhinde sevk etmekte esbabın en âhiridir.

Madem ki şu fetvâ, kazayı tazammun [içerme, içine alma] ediyor; kazada iki hasmı dinletmek zaruridir. Anadolu da söylettirilmeliydi, netice-i müddeayatlarını aleyhlerinde olan dâvâlarla, siyasiyun ve ulemadan bir heyet tarafından maslahat-ı İslâmiye noktasında muhakeme edildikten sonra fetvâ verilebilirdi.

Zaten şimdi bazı hakaikte [doğru gerçekler] bir inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] var. Ezdad [zıtlar] isimlerini değiştirip mübadele [değiş tokuş] etmişler. Zulme adalet, cihada bağy, [isyan] esarete hürriyet nâmı veriliyor.

S – Neden bu kadar İ.g.z.’den nefret ediyorsun, musalâhasını [barış yapma] da istemiyorsun?

C – Sebep bir değil, bindir. Bana en ziyade şedid [şiddetli] görünen, mânen ahlâkımıza vurduğu darbedir. Çekirdek halinde olan secâya-yı seyyieyi içimizde inkişaf [açığa çıkma] ettirdi. Hayatın yarası iltiyam [iyileşme, yaranın kapanması] bulur; izzet-i İslâmiye, [İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği] namus-u millînin yarası pek derindir.

358

Edirne Camiinde, bir İslâm hocasının lisânıyla, Venizelos gibi şeytan zâlime dua ettirdi. Merkez-i Hilâfette, [hilafet merkezi, halifelik makamının bulunduğu yer] Müslümanlar lisânıyla hizbüşşeytan [şeytanın taraftarları] olan İ.g.z., Yunan askerlerini halâskâr, [kurtarıcı] tathirci [temiz tutma, temizleme] ilân ve karşısındaki gürûh-u mücahidîni câni, zâlim söylettirdi.

Acaba, bir vâlide [baba] o dereceye getirilse ki, çocuğunu kendi eliyle öldürerek, müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmayarak parça parça etse, hiç mümkün müdür ki, onda hissiyat-ı âliye [yüce, yüksek hisler] ve ahlâk-ı sâmiye intifa [yok olma, sönme] etmesin?

S – Neden bu kadar İ.g.z. siyaseti galip çıkar?

C – Siyasetinin hassa-i mümeyyizesi, fitnekârlık, ihtilâftan istifade, menfaat yolunda her alçaklığı irtikâp [kötü iş işleme] etmek, yalancılık, tahripkârlık, hariçte menfîliktir.

Bir adam, kocaman bir binayı bir günde harap eder, bir taburu ihtilâle verir. Şu alçak siyasettir ki, K.T.T.’yi zahiren tel’in [lânetleme] ettiği halde, gizlice dehalet [sığınma] ediyor. Fenalık ve ahlâk-ı seyyie, [kötü ahlâk] siyasetine vasıta olduğu için, her yerde ahlâk-ı seyyieyi [kötü ahlâk] himâye ederek teşci [cesaretlendirme] eder. Şimdiki İstanbul hâli [boş] şahittir.

ba

S – Anadolu’da pek çok zulüm ediliyor ve pek çok Müslümanlar idam [hiçlik, yokluk] ediliyor. Neden böyle yapıyorlar?

C – Evet, maatteessüf [ne yazık ki] pek feci şeyler oluyor. Fakat asıl sebep, mel’un mim’siz medeniyet, öyle zâlimâne bir silâh, şu harb-i vahşiyaneye vermiştir ki, o silâhın karşısında dayanmak, onun naziriyle [benzer] mukabele [karşılama; karşılık verme] etmek lâzım gelir. Şişhane ile mitralyoza mukabele [karşılama; karşılık verme] edilmez. İşte o silâh, o düstur [kâide, kural] ki, medeniyet harbin eline vermiştir. Bence kendi gözümle Grandük Nikoloviç’in namına iki emri gördüm.

Der: “Askerimize bir köyden bir tüfek açılsa, çoluk çocuğu ile imha edilecektir.” İkinci emri de: “Bir cemaatte bir adam, cephe zararına bize hiyanet etse, çoluk çocuğu ile imha edilecektir.”

İşte böyle azlem bir düstur [kâide, kural] ile İ.g.z. Anadolu’ya hücum ediyor.

ba

359

S – Âlem-i İslâmdaki [İslâm âlemi] ihtilâfı tâdil edecek çare nedir?

C – Evvelâ: Müttefekun aleyh [karşıt, zıt] olan makasıd-ı âliyeye [yüce maksatlar, gayeler] nazar etmektir. Çünkü, Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’ân’ımız bir… Zaruriyat-ı diniyede [dinin, iman edilmesi ve yerine getirilmesi zorunlu olan esasları] umumumuz müttefik… Zaruriyat-ı diniyeden [dinin, iman edilmesi ve yerine getirilmesi zorunlu olan esasları] başka olan teferruat veya tarz-ı telâkki veya tarik-i tefehhümdeki tefavüt, bu ittihad [birleşme] ve vahdeti [Allah’ın birliği] sarsamaz, râcih de gelemez. El-hubbu fillâh [Allah için sevmek] düstur [kâide, kural] tutulsa, aşk-ı hakikat [hakikat aşkı; doğruluğa karşı hissedilen aşk] harekâtımızda hâkim olsa—ki zaman dahi pek çok yardım ediyor-o ihtilâfat sahih bir mecrâya [akım yeri] sevk edilebilir.

Esefâ, gaye-i hayalden [hayal edilen gaye] tenâsi [unutmaya çalışma] veya nisyan [unutkanlık] olmakla, ezhan [zihinler] ene’lere dönüp etrafında gezerler. İşte gaye-i hayal, [hayal edilen gaye] maksad-ı âli bütün vuzuhuyla [açıklık] meydana atılmıştır.

ba

Zulmün şedit [çok şiddetli] bir nev’i

Dünyaca havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] tanılan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu ve mahviyet [alçakgönüllülük] iken, tahakküm [baskı] ve tekebbüre [büyüklenme] sebep olmuştur. Fukara aczi, avamın fakrı, sebeb-i merhamet ve ihsan [bağış] iken, esarete, mahkûmiyetlerine müncer olmuştur.

Bir işte mehâsin [güzellikler] ve şeref hasıl oldukça, havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] peşkeş edilir, seyyiat [günahlar] olsa, avama taksim edilir.

Mesela, bir tabur galebe [üstün gelme] çalsa, şan ve şeref kumandana verilir, taksim edilmez. Mağlûp olduğu vakit, seyyie [günah] tabura taksim edilir. Meselâ bir aşiret namuskârane bir iş etse, “Aferin Hasan Ağa” derler. Fenalık ettikleri vakit, “Tuh! Ne pis aşiretmiş” diyecekler.

360

وَاِذَا تَكُونُ كَرِيهَةٌ اُدْعٰى لَهَا * وَاِذَا يُحَاسُ الْحَيْسُ يُدْعٰى جُنْدُبُ * 1

kavl-i meşhuru, şu acip zulmün tercümanıdır.

Hem de şu içtimâi sistemdeki damar-ı zulmün bir mecrâ[akım yeri] da şudur: Yüksek tabakadaki birinin öldürülmesiyle, çok seneler matem tutulur. Hâlbuki, onun cinayetiyle tabaka-i avamda [halk tabakası] yüzer, belki binler kişi telef [yok olma, zâyi olma] olsa, bir iki günde unutulur. Şu ise, adalet-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın adaleti] zıttır. Bir şah, bir gedayı öldürse, şeriat kısasa [ödeşmek, hakkını almak] hükmeder, ikisini bir görür.

ba

 Müstehak bir ceza

Şeriatın اَلْقَاتِلُ لاَ يَرِثُ 2 düstur-u âdilânesi, şeriat-ı fıtriye [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar] olan kavanin-i kadere muntabıktır ki, tarik-i gayr-ı meşru [meşru ve kanunî olmayan yol ] ile bir maksadı takip eden, maksudunun zıddıyla ceza görüyor. Wilson, Klemanso, Venizelos gibi…

Şuna bir misâl: Bidayet-i inkılâbımızdan beri, sevâb-ı âhiretin vesilesini dinsizcesine şan ve şerefe vasıta yapanlar, müthiş bir rezaletle neticelendi. Muvakkat [geçici] bir şan ve şereften sonra, elîm bir sukut [alçalış, düşüş] takip etti. Lisân-ı hâlleri لَيْتَنِى كُنْتُ نَسْيًا مَنْسِيًّا 3 tilâvet [okuma] ediyor.

Fıtrat-ı insan bir mezraa [tarla] hükmündedir ki, secayâ-yı hasene temâyülât-ı [eğilim gösterme, ilgi ve istek duyma] şerriye ile beraber, taneler gibi dest-i kaderle [kader eli] içinde ekilmiştir. Bu taneler neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulmak için bir suya muhtaçtır. Hevâdan gelse, şer taneleri neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulur:

361

Şimdiki şu medeniyet-i habisenin heyet-i içtimaiyeye [sosyal yapı] verdiği tesir gibi… Fıtraten, çendan [gerçi] hayır ciheti galiptir; fakat sümbüllenmiş, semere vermiş on çekirdek, yüz değil, bin kurumuş çekirdeğe galebe [üstün gelme] eder. İşte şunun çaresi, o bab-ı fitneyi kapatmakla suyu hûdâ tarafından vermek lâzımdır.

ba

S – Taaddüd-ü zevcat [birden fazla kadınla evlilik] ve abd [köle] gibi bazı mesaili, [meseleler] ecnebîler serrişte ederek, medeniyet nokta-i nazarında, [bakış açısı] şeriata bazı evham ve şübehatı [şüpheler, tereddütler] irad [sunma, söyleme] ediyorlar.

C – İslâmiyetin ahkâmı [hükümler] iki kısımdır.

Birisi: Şeriat ona müessestir. [kurulmuş] Bu ise, hüsn-ü hakikî [gerçek güzellik] ve hayr-ı mahzdır. [iyiliğin ta kendisi]

Birisi dahi: Şeriat muaddildir. [tadil eden, düzelten] Yani, gayet vahşi ve gaddar bir sûretten çıkarıp, ehvenüşşer [iki şerden daha az zararlı olanı] ve muaddel ve tabiat-ı beşere [insanın yaratılışı, mizacı] tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikiyeye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir sûrete ifrağ [bir şeyi kalıba dökme, boşaltma] etmiştir. Çünkü, birden tabiat-ı beşerde [insanın yaratılışı, mizacı] umumen hükümfermâ [hüküm süren] olan bir emri, birden ref’ [kaldırma] etmek, tabiat-ı beşeri [insanın yaratılışı, mizacı] birden kalb etmek [dönüştürme] iktiza [bir şeyin gereği] eder.

Binaenaleyh, şeriat vâzı-ı esaret değildir. Belki en vahşi bir sûretten, böyle tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek bir sûrete indirmiştir, tâdil etmiştir.

Hem de dördeHaşiye kadar taaddüd-ü zevcat, [birden fazla kadınla evlilik] tabiata, akla, hikmete muvafakatiyle beraber, şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekizden, dokuzdan dörde indirmiştir. Bahusus [hususan, özellikle] taaddüde [birden fazla olma] öyle şerait koymuştur ki, ona müraat [gözetme, riayet etme] etmekle, hiçbir mazarrata [zarar] müeddi olmaz. Bazı noktada şer olsa da, ehvenüşşerdir. [iki şerden daha az zararlı olanı] Ehvenüşşer [iki şerden daha az zararlı olanı] ise, bir adalet-i izafiyedir. Heyhat! Âlemin her halinde hayr-ı mahz [iyiliğin ta kendisi] olamaz.

S – Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] neden hizmet edemedi?

362

C – En büyük hizmeti, adem-i hizmetidir. En büyük hareketi, hareketsizliğidir. Çünkü, buradaki hâkim olan kuvvet-i ecnebiye, lehinde [tarafında] olmayan her bir hareketi boğuyor. Hareket edenleri gördük: Mukaddes camilerde gâvurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevaz-ı katline fetvâ verdirildi… İşte Dârü’l-Hikmet, [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] bu fırtına içinde âlet ettirilmedi. En büyük mâni olan ecnebî kuvvet, bütün kuvvetiyle ahlâksızlığı himaye ve teşci [cesaretlendirme] ediyordu.

İkinci derecede sebep:

Dârü’l-Hikmet [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] eczaları, kabil-i imtizac, belki de ihtilât [birbirine karışma] değil. Şahsî meziyetleri vardır. Cemaat ruhu tevellüd [doğma] etmedi. Ene’ler kavîdir, [güçlü, kuvvetli] delinmedi ki, bir “nahnü[biz] olsun. Ben, biz olmadı. Mesailerinde [meseleler] teşarük düsturuyla [kâide, kural] işe girişildi, teavün [yardımlaşma] düsturu [kâide, kural] ihmal edildi.

Teşarük, maddiyatta eseri azîmleştirir, fevkalâde yapar. Mâneviyat ve efkârda [fikirler] âdileştirir, belki çirkinleştirir.

Teavün [yardımlaşma] düsturu [kâide, kural] bunun tamamen aksidir. Maddiyatta cemaate nisbeten pek küçük, fakat yalnız bir şahsa nisbeten büyük eserlere vasıta olur. Mâneviyatta ise, eseri hârikulâde derecesine is’âd eder.

Hem de tenkitleri çok keskinleşmiştir, karşısına çıkan fikir parçalanır, söner. Ehak[en doğru, daha doğru] aramakla bazan hakkı da kaybeder. Hakta ittifak, ehakta [en doğru, daha doğru] ihtilâf olduğundan, bence çok defa hak, ehaktan [en doğru, daha doğru] ehaktır. [en doğru, daha doğru] Ehakkın [en doğru, daha doğru] müddet-i taharrîsi zamanında, bâtılın vücuduna bir nev’i müsamaha var. Yani, bazan hasen, ahsenden [daha güzel] ahsendir. [daha güzel]

ba

S – Biri dese, “Bu hadisi kabul etmem” nasıldır?

C – Bazen adem-i kabul, [kabul etmeme] kabul-ü ademle [yokluğunu iddia etme, inkâr] iltibas [karıştırma] olunur. Çok hatiata müncer olur. Hâlbuki, adem-i kabul, [kabul etmeme] adem-i delil-i sübut onun delilidir. Kabul-ü adem, [yokluğunu iddia etme, inkâr] delil-i adem ister. Biri şek, [şüphe] biri inkârdır. Meselâ, bir hadisin kabulü, adem-i kabulü, [kabul etmeme] kabul-ü ademi [yokluğunu iddia etme, inkâr] vardır.

363

Birincisi: Burhanî [delil] bir câzibe ister.

İkincisi: Kaziye-i tasdikî değil, belki cehldir.

Üçüncüsü: Red ve inkâr olduğundan, burhan [delil] ve ispat ister. O nefiydir. [inkâr] Nefiy [inkâr] kolayca ispat edilmez. Belki butlan[bâtıl oluş] mânâ ile binefsihî müntefi [intifa edilen, sönen, ortadan yok olan] olur.

ba

S – Tenkidi nasıl görüyorsun? Hususan umur-u diniyede…

C – Tenkidin sâiki, [sevk eden, sürükleyen] ya nefretin teşeffisidir, veya şefkatin tatminidir. (Dostun veya düşmanın ayıbını görmek gibi.)

Sıhhat ve fesada muhtemel birşeyde kabule temayül [eğilim gösterme] ve tercih şefkatten; redde temayül [eğilim gösterme] ve tercih—vesvese olmazsa—nefretten geldiğine ayardır.

وَعَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَلِيلَةٌ * وَلٰكِنَّ عَيْنَ السُّخْطِ تُبْدِى الْمَسَاوِيَا * 1

Sâik-i tenkit, aşk-ı hak [hakikat aşkı; doğruluğa karşı hissedilen aşk] ve arzu-yu tenzih-i hakikat olmalı. Selef-i Salihînin [ilk devir İslâm büyükleri] tenkitleri gibi…

S – Zâlim gâvurların bu kadar propagandalarına nasıl mukabele [karşılama; karşılık verme] edilmeli?

C – Propaganda, sabıkan [bundan önce] tezyif [alay etme, küçük düşürme] ettiğim zâlim cerbezenin [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] veled-i nâmeşruudur. Ona mukabele, [karşılama; karşılık verme] o yalancı silâhla olmamalı, belki sıdk [doğruluk] ve hak ile olmalı. Bir tane sıdk, [doğruluk] bir harman yalanı yakar.

قُلِ اللهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ 2* اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ * 3

Maziye, mesaibe kader nazarıyla ve müstakbele, maâsiye teklif noktasından bakmak lâzımdır.

Çaresi bulunan şeyde acze, çaresi bulunmayan şeyde cez’a iltica etmemek elzemdir.

ba

364

 Hadsî bir hakikat

S – Hazret-i Azrail birdir, bir anda, her yerde eceli gelenlerin ruhunu kabzeder. Hazret-i Cebrail, Sidretü’l-Müntehâda [yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Cebrail’in (a.s.) çıkabildiği en son makam] sûret-i hakikiyesinde olduğu anda, Dıhye veya başkasının sûretinde, meclis-i Nebevîde [Peygamberimizin (a.s.m.) bulunduğu meclis] iman ve İslâmın erkânını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] soruyor veya tebliğ eder. Daha, yalnız Allah bilir, kaç yerlerde bulunuyor. Hazret-i Peygamber (a.s.m.) demiş:

مَنْ رَاٰنِى فِى الْمَنَامِ فَقَدْ رَاٰنِى حَقًّا 1 şu sırrına binaen, avam-ı ümmetten binlere, bir anda menâmen ve havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] yakazaten [uyanıklık hali] ve keşfen temessülü [belirme, görünme] ve umum ümmetin salâvatının [namazlar, dualar] istimâı [dinleme] ve âhirette umumla görüşmesi ve şefaati; hem de bir velî, bir anda pek çok yerlerde müşahedesi gibi sırların miftahı [anahtar] nedir?

C – Bir nurânînin timsali, [görüntü] onun hâsiyetine [özellik] maliktir; hem gayrı değildir. Şu âleme karşı açılan âlem-i suver ve misâlin bir penceresi olan ecsam-ı şeffafeden âyineler, ecsam-ı kesifenin hâssasız [özel; bir ferde delâlet eden söz] şeklini alır; fakat, nurânînin timsaliyle [görüntü] beraber hâssa-i zâtiyesini de alır.

Meselâ, bir adam, binler ayna ortasında dursa, her bir aynada aynı şahıs bulunur; fakat, ruhsuz, hissiz, fikirsiz birer şahıstır.

Lâkin şems binler aynada temessül [belirme, görünme] etse, her bir timsal [görüntü] çendan [gerçi] şemsin azamet-i mahiyetine ve mertebe-i kemâline [kemâl mertebesi] mâlik değilse de, lâkin şemsin hissi hükmünde olan harareti, hayatı hükmünde olan ziyası, aklı hükmünde olan tenviri,  

365

havass-ı selâseyi [üç duygu] camidir. [cansız] Nurânînin timsali [görüntü] hayy-ı murtabittir. Kesifin [katı] timsali, [görüntü] meyyit-i müteharriktir. [hareket hâlindeki ölü] Ruh, en münevver [aydın] bir nurdur. Tahdidi [sınırlama] kabul etmeyen âlem-i misâlin [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] pencerelerinde temâşâger [seyirci, gözlemci] bir ruhun gayr-ı mahsûr timsalleri [görüntü] de birer ruh-u mütecessittir. Havassına [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] maliktir, onun gayrı değillerdir.

ba

366