İMAN VE KÜFÜR MUVAZENELERİ – 1-8. Sözler (24-55)

24

Birinci Söz

BİSMİLLÂH her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil, ey nefsim, şu mübarek kelime, İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın [varlıklar] lisan-ı hâl [hal dili] ile vird-i zebânıdır. [dil ile sürekli tekrarlanan şey] Bismillâh ne büyük, tükenmez bir kuvvet, ne çok, bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki:

Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin—tâ şakîlerin [eşkıya, haydut] şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır. İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazı idi, diğeri mağrur. Mütevazıı, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu’t-tarike [yolkesen, eşkiya] rast gelse, der: “Ben filân reisin ismiyle gezerim.” Şakî [eşkıya, haydut] def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, [aşağılanan] hem rezil oldu.

İşte, ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin, fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir. Madem öyledir; şu sahrânın Mâlik-i Ebedî [sahipliği sonsuza kadar süren Allah] ve Hâkim-i Ezelîsinin [Ezel Hâkimi; hakimiyeti sonsuz olan Allah] ismini al. Ta bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında titremeden kurtulasın.

Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip [bağlama] Kadîr-i Rahîmin [çok merhametli ve şefkatli olan ve sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] dergâhında [Allah’ın yüce katı] aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki, askere kaydolur, devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır.

25

Başta demiştik: Bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] lisan-ı hâl [hal dili] ile “Bismillâh” der. Öyle mi?

Evet. Nasıl ki, görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet namına hareket eder, bir padişah kuvvetine istinad eder.

Öyle de, herşey Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] namına hareket eder ki, zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek herbir ağaç “Bismillâh” der; hazine-i rahmet [Allah’ın rahmet hazinesi] meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık [tezgâhtarlık, sunuculuk] ediyor.

Herbir bostan “Bismillâh” der, matbaha-i kudretten [Allah’ın kudret mutfağı] bir kazan olur ki, çeşit çeşit pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor.

Herbir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar “Bismillâh” der, rahmet feyzinden birer süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzak [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] namına en latîf, [güzel, hoş] en nazif, [temiz, pak] âb-ı hayat [hayat suyu] gibi bir gıdayı takdim ediyorlar.

Herbir nebat [bitki] ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları “Bismillâh” der, sert taş ve toprağı deler, geçer. “Allah namına, Rahmân namına” der; herşey ona musahhar [boyun eğdirilmiş] olur.

Evet, havada dalların intişarı [açığa çıkma, yayılma] ve meyve vermesi gibi, o sert taş ve topraktaki köklerin kemâl-i suhuletle [tam bir kolaylık] intişar [açığa çıkma, yayılma] etmesi ve yeraltında yemiş vermesi, hem şiddet-i hararete [sıcaklığın şiddeti] karşı aylarca nâzik, yeşil yaprakların yaş kalması, tabiiyyunun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] ağzına şiddetle tokat vuruyor, kör olası gözüne parmağını sokuyor ve diyor ki: En güvendiğin salâbet [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] ve hararet dahi emir tahtında hareket ediyorlar ki, o ipek gibi yumuşak damarlar, birer Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] (a.s.) gibi فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ 1 emrine imtisal [bağlanma, boyun eğme] ederek taşları şak [ayrılma, bölünme] eder. Ve o sigara kâğıdı gibi ince, nâzenin [ince, narin, duyarlı] yapraklar, birer âzâ-yı İbrahim [ateşe atıldığı halde yanmayan Hz. İbrahim’in vücut organları] (a.s.) gibi, ateş saçan hararete karşı يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَسَلاَمًا 2 âyetini okuyorlar.

26

Madem herşey mânen “Bismillâh” der; Allah namına, Allah’ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi “Bismillâh” demeliyiz. Allah namına vermeliyiz, Allah namına almalıyız. Öyle ise, Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.

SUAL: Tablacı [tezgâhtar, sunucu] hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah ne fiyat istiyor?

ELCEVAP: Evet, o Mün’im-i Hakikî, [gerçek nimet verici olan Allah] bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir.

Başta “Bismillâh” zikirdir. Âhirde “Elhamdü lillâh” şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san’at [san’at harikası] olan nimetler Ehad, [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] Samed‘in [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] mucize-i kudreti [Allah’ın kudret mu’cizesi] ve hediye-i rahmeti [Allah’ın rahmet hediyesi] olduğunu düşünmek ve derk [anlama, algılama] etmek fikirdir.

Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet [aptallık] ise, öyle de, zahirî mün’imleri [gerçek nimet verici olan Allah] medih [övgü] ve muhabbet edip Mün’im-i Hakikîyi [gerçek nimet verici olan Allah] unutmak, ondan bin derece daha belâhettir. [aptallık]

Ey nefis! Böyle ebleh [ahmak] olmamak istersen, Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına başla, Allah namına işle, vesselâm.

ba

27

İkinci Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ * 1

İMANDA ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle:

Bir vakit iki adam hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin [bencil] talihsiz bir tarafa, diğeri hüdâbin [Allah’ı tanıyan] bahtiyar diğer tarafa sülûk [mânevî yol alma] eder, giderler.

Hodbin [bencil] adam hem hodgâm, [bencil] hem hodendiş, [yalnız kendini düşünen] hem bedbin [ümitsiz, karamsar] olduğundan, bedbinlik [karamsarlık] cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçâreler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveylâ [çığlık, feryad] ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazin, elîm bir hali görür. Bütün memleket bir matemhane-i umumî [genel yas evi] şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim [karanlık] haleti [hal, durum] hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünkü herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor. Ve ortalıkta dahi müthiş cenazeleri ve meyusâne [ümitsiz] ağlayan yetimleri görür. Vicdanı azap içinde kalır.

Diğeri hüdâbin, [Allah’ı tanıyan] hüdâperest [Allah’a ibadet eden] ve hak-endiş, [hak taraftarı] güzel ahlâklı idi ki, nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor: her tarafta bir sürur, [mutluluk] bir şehrâyin, [şenlik] bir cezbe ve neş’e içinde zikirhaneler… Herkes ona dost ve akraba görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye [genel izin, salıverilme] şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlil [“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” mânâsındaki “lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme] ile mesrurâne [mutlu] ahz-ı asker [asker alımı] için bir davul, bir musiki sesi işitiyor. Evvelki bedbahtın

28

hem kendi, hem umum halkın elemiyle müteellim [acı çeken] olmasına bedel, şu bahtiyar, hem kendi, hem umum halkın süruruyla [mutluluk] mesrur [mutlu] ve müferrah [ferah duyan, huzurlu] olur. Hem güzelce bir ticaret eline geçer, Allah’a şükreder.

Sonra döner, öteki adama rast gelir. Halini anlar. Ona der:

“Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki [iç] çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm [kuruntu] etmişsin. Aklını başına al, kalbinitemizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, [halkına iyi davranan] muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin [hükümdar] memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] [gelişmişlik ve kalkınmışlık eserleri] gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.”

Sonra o bedbahtın aklı başına gelir, nedamet [pişmanlık] eder. “Evet, ben işretten [içkili eğlence] divane olmuştum. Allah senden razı olsun ki cehennemî bir haletten [hal, durum] beni kurtardın” der.

Ey nefsim! Bil ki, evvelki adam, kâfirdir. Veya fâsık, [günahkâr] gafildir. Şu dünya, onun nazarında bir matemhane-i umumiyedir. [genel yas evi] Bütün zîhayat, [canlı] firak [ayrılık] ve zevâl [batış, kayboluş] sillesiyle [tokat] ağlayan yetimlerdir. Hayvan ve insan ise, ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, [var edilenler, varlıklar] ruhsuz, müthiş cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elîm, ezici, dehşetli evham, küfründen [inançsızlık, inkâr] ve dalâletinden [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] neş’et [doğma] edip onu mânen tâzip [azap] eder.

Diğer adam ise, mü’mindir. Cenâb-ı Hâlıkı [Yüce Yaratıcı, Allah] tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan, [hayvan ve insanların eğitim yeri] ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır. [insanların ve cinlerin imtihan yeri] Bütün vefiyât-ı hayvaniye ve insaniye [hayvanların ve insanların ölümleri] ise, terhisattır. [askerliğin bitişiyle salıverilme] Vazife-i hayatını [hayat görevi] bitirenler, bu dâr-ı fâniden, [geçici yer, dünya] mânen mesrurâne, [mutlu] dağdağasız [sıkıntısız]

29

diğer bir âleme [âhiret, öteki dünya] giderler—ta yeni vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar. Bütün tevellüdât-ı hayvaniye ve insaniye [hayvan ve insanların doğumu] ise, ahz-ı askere, [asker alımı] silâh altına, vazife başına gelmektir. Bütün zîhayat, [canlı] birer muvazzaf mesrur [mutlu] asker, birer müstakim [doğru ve düzgün] memnun memurlardır. Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih [ferahlama] veya işlemek neş’esinden neş’et [doğma] eden nağamattır. [nağmeler, ahenkli ezgiler.] Bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] o mü’minin nazarında, Seyyid-i Kerîminin [ikram ve cömertlik sahibi efendi, Allah] ve Mâlik-i Rahîminin [özel şefkat ve merhameti olan ve herşeyin sahibi Allah] birer mûnis [cana yakın] hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi pek çok lâtif, [berrak, şirin, hoş] ulvî ve leziz, tatlı hakikatler, imanından tecellî eder, tezahür eder.

Demek iman bir mânevî tûbâ-i Cennet [Cennetteki tûbâ ağacı] çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem [Cehennemdeki zakkum ağacı] tohumunu saklıyor.

Demek selâmet [huzur] ve emniyet yalnız İslâmiyette ve imandadır. Öyle ise biz daima “Elhamdü lillâhi alâ dini’l-İslâm ve kemâli’l-îman“1 [İslâm dinini ve kusursuz bir imanı nasip ettiği için Allah’a hamd olsun] demeliyiz.

ba

30

Üçüncü Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا * 1

İBADET ne büyük bir ticaret ve saadet, fısk [günah] ve sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ne büyük bir hasâret [zarar] ve helâket [mahvolma] olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle:

Bir vakit iki asker uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler. Ta yol ikileşir. Bir adam orada bulunur, onlara der:

“Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî bir hiffet, [hafiflik] yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî [gıdalı, besleyici] hülâsalardan [esas, öz] dolu dört okkalık [1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] bir çanta ve her adüvvü [düşman] alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik [okka, 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] bir mükemmel mîrî [devlete ait] silâhı taşımaya mecburdur.”

O iki asker, o muarrif [tanıtıcı, tarif edici] adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer [asker] sağa gider. Bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer [asker] ise askerliği bırakır, nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] ağırlıktan kurtulur; fakat kalbi binler batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem herşeyden, her hadiseden titrer bir surette gider. Ta mahall-i maksuda [hedeflenen, varılacak yer] yetişir; orada âsi ve kaçak cezasını görür.

Askerlik nizamını seven, çanta ve silâhını muhafaza eden ve sağa giden nefer [asker]

31

ise, kimseden minnet almayarak, kimseden havf [korku] etmeyerek, rahat-ı kalb [kalp rahatlığı] ve vicdan ile gider. Ta o matlup [istek] şehre yetişir; orada, vazifesini güzelce yapan bir namuslu askere münasip bir mükâfat görür.

İşte ey nefs-i serkeş! [söz dinlemeyen nefis] Bil ki, o iki yolcu, biri mutî-i kanun-u İlâhî, [Allah’ın emir ve yasaklarına itaat eden kişi] birisi de âsi ve hevâya tabi insanlardır. O yol ise hayat yoludur ki, âlem-i ervahtan [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] gelip kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silâh ise, ibadet ve takvâdır. İbadetin çendan [gerçi] zahirî bir ağırlığı var. Fakat mânâsında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez. Çünkü âbid [Allah’a ibadet eden, kul] namazında der: “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah.” [“Allah’tan başka ilâh olmadığına şehadet ederim”] Yani, “Hâlık [her şeyi yaratan Allah] ve Rezzak [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] Ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat Onun elindedir. O hem Hakîmdir, abes iş yapmaz; hem Rahîmdir, ihsanı, [bağış] merhameti çoktur” diye itikad [inanç] ettiğinden, herşeyde bir hazine-i rahmet [Allah’ın rahmet hazinesi] kapısını bulur, dua ile çalar. Hem herşeyi kendi Rabbisinin emrine musahhar [boyun eğdirilmiş] görür. Rabbisine iltica eder, tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun [sığınma, korunma] eder. Îmânı ona bir emniyet-i tâmme [tam bir güven] verir.

Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı [kaynak] imandır, ubûdiyettir. [Allah’a kulluk] Her seyyiât [günahlar] gibi cebânetin [korkaklık, aşırı ürkeklik] dahi menbaı [kaynak] dalâlettir. [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] Evet, tam münevverü’l-kalb [kalbi imanla aydınlanmış] bir âbidi, küre-i arz [yer küre, dünya] bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi [herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın kudreti] lezzetli bir hayretle seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü’l-akıl [aklı bilimle aydınlanmış] denilen kalbsiz bir fâsık [günahkâr] feylesof [felsefe ile uğraşan, felsefeci] ise, gökte bir kuyrukluyıldızı görse, yerde titrer, “Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?” der, evhâma düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan koca Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terk ettiler.)

Evet, insan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde, sermayesi hiç hükmünde bir şey… hem nihayetsiz musibetlere maruz olduğu halde, iktidarı hiç hükmünde

32

bir şey… Adeta sermaye ve iktidar dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise, dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir. İşte bu derece âciz ve zayıf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere [insan ruhu] ibadet, tevekkül, tevhid, teslim, ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk [anlama, algılama] eder.

Malûmdur ki, zararsız yol, zararlı yola—velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa—tercih edilir. Halbuki, meselemiz olan ubûdiyet [Allah’a kulluk] yolu, zararsız olmakla beraber, ondan dokuz ihtimalle bir saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] hazinesi vardır. Fısk [günah] ve sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] yolu ise—hattâ fâsıkın [günahkâr] itirafıyla dahi—menfaatsiz olduğu halde, ondan dokuz ihtimalle şekavet-i ebediye [sonsuz mutsuzluk ve azap] helâketi [mahvolma] bulunduğu, icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde hadsiz ehl-i ihtisasın [sahasında uzman olan kimseler] ve müşahedenin şehadetiyle sabittir ve ehl-i zevkin ve keşfin [iman hakikatleri kendilerine açılan ve bu hakikatlerin zevkine erişen kimseler] ihbaratıyla muhakkaktır.

Elhasıl, [kısaca, özetle] âhiret gibi dünya saadeti dahi ibadette ve Allah’a asker olmaktadır. Öyle ise biz daima “Elhamdü lillâhi ale’t-tâati ve’t-tevfîk”1 demeliyiz ve Müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.

ba

33

Dördüncü Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 اَلصَّلاَةُ عِمَادُ الدِّينِ * 1

NAMAZ ne kadar kıymettar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masrafla kazanılır; hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğunu iki kere iki dört eder derecesinde kat’î anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, gör:

Bir zaman, bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, herbirisine yirmi dört altın verip, iki ay uzaklıkta has ve güzel bir çiftliğine ikamet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki: “Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bazı şeyleri mübâyaa [alış veriş] ediniz. Bir günlük mesafede bir istasyon vardır. Hem araba, hem gemi, hem şimendifer, [tren] hem tayyare bulunur. Sermayeye göre binilir.”

İki hizmetkâr, ders aldıktan sonra giderler. Birisi bahtiyar idi ki, istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakat o masraf içinde, efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki, sermayesi birden bine çıkar. Öteki hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan, istasyona kadar yirmi üç altınını sarf eder. Kumara mumara verip zayi eder. Birtek altını kalır. Arkadaşı ona der:

“Yahu, şu liranı bir bilete ver, ta bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın. Hem bizim efendimiz kerîmdir; [cömert, ikram sahibi] belki merhamet eder, ettiğin kusuru affeder. Seni de tayyareye bindirirler; bir günde mahall-i ikametimize [kalınacak yer] gideriz. Yoksa, iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun.”

Acaba şu adam inat edip, o tek lirasını bir define anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip muvakkat [geçici] bir lezzet için sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] sarf etse, gayet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu en akılsız adam dahi anlamaz mı?

İşte ey namazsız adam! Ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim!

34

O hâkim ise, Rabbimiz, Hâlıkımızdır. [her şeyi yaratan Allah] O iki hizmetkâr yolcu ise: Biri mütedeyyin, [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] namazını şevkle kılar; diğeri gafil, namazsız insanlardır. O yirmi dört altın ise, yirmi dört saat her gündeki ömürdür. O has çiftlik ise Cennettir. O istasyon ise kabirdir. O seyahat ise kabre, haşre, [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takvâ kuvvetine göre, o uzun yolu mütefâvit [birbirinden farklı, çeşitli] derecede kat’ [aşma, yükselme] ederler. Bir kısım ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] berk [şimşek] gibi, bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da hayal gibi, elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kat’ [aşma, yükselme] eder. Kur’ân-ı Azîmüşşan [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] şu hakikate iki âyetiyle işaret eder.1 O bilet ise namazdır. Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi [yeterli] gelir. Acaba yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] bir tek saatini sarf etmeyen, ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl [akıl dışı, akla aykırı] hareket eder! Zira, bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek akıl kabul ederse—halbuki kazanç ihtimali binde birdir—sonra yirmi dörtten bir malını, yüzde doksan dokuz ihtimalle kazancı musaddak [doğrulanan] bir hazine-i ebediyeye [sonu olmayan hazine] vermemek ne kadar hilâf-ı akıl [akıl dışı, akla aykırı] ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü, kendini âkıl [akıllı] zanneden adam anlamaz mı?

Halbuki namazda ruhun, kalbin, aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mübah, dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü [ömür sermayesi] âhirete mal edebilir; fani ömrünü bir cihette ibkà [bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme] eder.

ba

35

Beşinci Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 اِنَّ اللهَ مَعَ الَّذِينَ اتَّقَوْا وَالَّذِينَ هُمْ مُحْسِنُونَ * 1

NAMAZ KILMAK ve büyük günahları işlememek2 ne derece hakikî bir vazife-i insaniye [insanlık görevi] ve ne kadar fıtrî, [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] münasip bir netice-i hilkat-i beşeriye olduğunu görmek istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle:

Seferberlikte, bir taburda, biri muallem, [öğrenim görmüş, eğitimli kişi] vazifeperver, diğeri acemî, [Arap milletinden olmayan başka milletler] nefisperver iki asker beraber bulunuyordu. Vazifeperver nefer [asker] talime ve cihada dikkat eder, erzak ve tayınatını [erzak, yiyecek] hiç düşünmezdi. Çünkü, anlamış ki, onu beslemek ve cihazatını vermek, hasta olsa tedavi etmek, hatta indelhâce [ihtiyaç anında] lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi talim ve cihaddır. Fakat bazı erzak ve cihazat işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir. Ona sorulsa, “Ne yapıyorsun?” “Devletin angaryasını çekiyorum” der. Demiyor, “Nafakam için çalışıyorum.”

Diğer şikemperver [boğazına düşkün] ve acemi [Arap milletinden olmayan başka milletler] nefer [asker] ise, talime ve harbe dikkat etmezdi. “O devlet işidir, bana ne?” derdi. Daim nafakasını düşünüp onun peşinde dolaşır, taburu terk eder, çarşıya gider, alışveriş ederdi. Birgün, muallem [öğrenim görmüş, eğitimli kişi] arkadaşı ona dedi:

“Birader, asıl vazifen talim ve muharebedir. Sen onun için buraya getirilmişsin. Padişaha itimad et; o seni aç bırakmaz. O onun vazifesidir. Hem sen âciz ve fakirsin; her yerde kendini beslettiremezsin. Hem mücahede [Allah yolunda cihad etme] ve seferberlik zamanıdır. Hem sana âsidir der, ceza verirler. Evet, iki vazife peşimizde görünüyor. Biri padişahın vazifesidir; bazan biz onun angaryasını çekeriz ki, bizi beslemektir. Diğeri bizim vazifemizdir; padişah bize teshilât [kolaylık] ile yardım eder ki, talim ve harptir.”

36

Acaba o serseri nefer, [asker] o mücahid mualleme [öğrenim görmüş, eğitimli kişi] kulak vermezse, ne kadar tehlikede kalır, anlarsın.

İşte, ey tembel nefsim! O dalgalı meydan-ı harp, [savaş meydanı] bu dağdağalı [karışık, gürültülü] dünya hayatıdır. O taburlara taksim edilen ordu ise, cemiyet-i beşeriyedir. [insan topluluğu] Ve o tabur ise, şu asrın cemaat-i İslâmiyesidir. [İslâm toplumu] O iki nefer [asker] ise: Biri, ferâiz-i diniyesini [dinin kesin emirleri; Allah tarafından yapılması kesin olarak emredilen şeyler] bilen ve işleyen ve kebâiri [büyük günahlar] terk ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücahede [Allah yolunda cihad etme] eden müttakî [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] Müslümandır. Diğeri, Rezzâk-ı Hakikîyi [gerçek rızık verici Allah] itham [suçlama] etmek derecesinde derd-i maişete [geçim derdi] dalıp ferâizi [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] terk eden ve maişet [geçim] yolunda rastgele günahları işleyen fâsık-ı hâsirdir. [bilerek günah işleyip zarara uğrayan] Ve o talim ve talimat ise, başta namaz, ibadettir. Ve o harp ise, nefis ve heva, cin ve ins şeytanlarına karşı mücahede [Allah yolunda cihad etme] edip günahlardan ve ahlâk-ı rezileden [kötü ahlâk] kalb ve ruhunu helâket-i [mahvolma] ebediyeden kurtarmaktır. Ve o iki vazife ise, birisi hayatı verip beslemektir; diğeri hayatı verene ve besleyene perestiş [aşırı derece sevme] edip yalvarmaktır, Ona tevekkül edip emniyet etmektir.

Evet, en parlak bir mucize-i san’at-ı Samedâniye [herşey Ona muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın sanat mu’cizesi] ve bir harika-i hikmet-i Rabbâniye [Rab olan Allah’ın hikmet harikası] olan hayatı kim vermiş, yapmış ise, rızıkla o hayatı besleyen ve idâme eden de Odur,1 Ondan başkası olmaz. Delil mi istersin? En zayıf, en aptal hayvan, en iyi beslenir (meyve kurtları ve balıklar gibi). Hem en âciz, en nazik mahlûk, en iyi rızkı o yer (çocuklar ve yavrular gibi). Evet, vasıta-i rızk-ı helâl [helâl rızık yolu] iktidar ve ihtiyar ile olmadığını, belki acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] [acizlik ve zayıflık] ile olduğunu anlamak için, balıklarla tilkileri, yavrularla canavarları, ağaçlarla hayvanları muvazene [karşılaştırma/denge] etmek kâfidir.

Demek, derd-i maişet [geçim derdi] için namazını terk eden,2 o nefere [asker] benzer ki, talimi ve siperini bırakıp çarşıda dilencilik eder. Fakat namazını kıldıktan sonra Cenâb-ı Rezzâk-ı Kerîmin [sonsuz ikram ve cömertlik sahibi ve herşeyin rızkını veren yüce Allah]

37

matbaha-i rahmetinden [Allah’ın rahmet mutfağı] tayınatını [erzak, yiyecek] aramak, başkalara bâr [yük] olmamak için kendisi bizzat gitmek güzeldir, mertliktir, o dahi bir ibadettir.

Hem insan ibadet için halk olunduğunu, fıtratı ve cihazât-ı mâneviyesi [mânevî donanım] gösteriyor. Zira hayat-ı dünyeviyesine [dünya hayatı] lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en ednâ [basit, aşağı] bir serçe kuşuna yetişmez. Fakat hayat-ı mâneviye [maddî olmayan hayat] ve uhreviyesine lâzım olan ilim ve iftikar [Allah’a karşı fakirliğini hissetme ve gösterme] ile tazarru [dua, yakarış] ve ibadet cihetinde hayvanâtın sultanı ve kumandanı hükmündedir.

Demek, ey nefsim, hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] gaye-i maksat [asıl hedef, esas maksat] yapsan ve ona daim çalışsan, en ednâ [basit, aşağı] bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun. Eğer hayat-ı uhreviyeyi [âhiret hayatı] gaye-i maksat [asıl hedef, esas maksat] yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa [tarla] etsen ve ona göre çalışsan, o vakit hayvanâtın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] ve muhterem bir misafiri olursun.

İşte sana iki yol1 — istediğini intihâp [seçmek] edebilirsin. Hidayet ve tevfiki [başarı] Erhamü’r-Râhimînden [merhametlilerin en merhametlisi olan Allah] iste.

ba

38

Altıncı Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 اِنَّ اللهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ * 1

NEFİS VE MALINI Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] satmak ve Ona abd [köle] olmak ve asker olmak ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciği dinle:

Bir zaman bir padişah, raiyetinden [halk] iki adama, herbirisine emaneten birer çiftlik verir ki, içinde fabrika, makine, at, silâh gibi herşey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan hiçbir şey kararında kalmaz; ya mahvolur veya tebeddül [başkalaşma, değişme] eder, gider. Padişah, o iki nefere, [asker] kemâl-i merhametinden, [merhametin mükemmelliği] bir yaver-i ekremini [çok değerli, yüksek rütbeli memur] gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu:

“Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır; pek büyük bir fiyat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki aletler benim namımla ve benim destgâhımda [iş yeri] işlettirilecek; hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâtını [giderler] tedarik edemezsiniz. Bütün masarifatı [masraflar, giderler] ve levâzımatı, [gerekli olan şeyler] ben deruhte [üstüne almak] ederim. Bütün varidatı [gelirler] ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat [askerliğin bitişiyle salıverilme] zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr!

“Eğer bana satmazsanız, zaten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhafaza edemiyor. Herkes gibi elinizden çıkacak. Hem beyhude gidecek; hem o yüksek fiyattan mahrum kalacaksınız. Hem o nazik, kıymettar aletler, mizanlar, [ölçü] istimal [çalıştırma, vazifelendirme]  

39

edilecek şahane madenler ve işler bulmadığından, bütün bütün kıymetten düşecekler. Hem idare ve muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. Hem emanette hıyanet cezasını göreceksiniz. İşte beş derece hasâret [zarar] içinde hasâret! [zarar]

“Hem de bana satmak ise, bana asker olup benim namımla tasarruf etmek demektir. Adi bir esir ve başıbozuğa bedel, âli [yüce] bir padişahın has, serbest bir yaver-i askeri [önemli, gözde asker] olursunuz.”

Onlar şu iltifatı ve fermanı dinledikten sonra, o iki adamdan aklı başında olanı dedi: “Başüstüne! Ben maaliftihar [iftiharla, memnuniyetle] satarım, hem bin teşekkür ederim.”

Diğeri mağrur, nefsi firavunlaşmış, hodbin, [bencil] ayyaş, güya ebedî o çiftlikte kalacak gibi dünya zelzele ve dağdağalarından [gürültü, dehşet verici] haberi yok, dedi: “Yok yok, padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam.”

Biraz zaman sonra birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki, herkes haline gıpta ederdi. Padişahın lûtfuna mazhar [erişme, nail olma] olmuş; has sarayında saadetle yaşıyor. Diğeri öyle bir hale giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olmuş ki, herkes ona acıyor, hem “Müstehak!” diyor. Çünkü hatasının neticesi olarak, hem saadeti ve mülkü gitmiş, hem ceza ve azap çekiyor.

İşte, ey nefs-i pürheves! [heveslerinin peşinde koşan nefis] Şu misalin dürbünüyle hakikatin yüzüne bak. Amma o padişah ise, Ezel-Ebed Sultanı [başlangıcı ve sonu olmayıp bütün zamanlara egemen olan Allah] olan Rabbin, Hâlıkındır. [her şeyi yaratan Allah] Ve o çiftlikler, makineler, aletler, mîzanlar [denge, ölçü] ise, senin daire-i hayatın [hayat alanı] içindeki mâmelekin [sahip olunan herşey] ve o mâmelekin [sahip olunan herşey] içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zahirî ve batınî hasselerindir. [duyu] Ve o yaver-i ekrem [çok değerli, yüksek rütbeli memur] ise, Resul-i Kerîmdir. [Allah’ın çok şerefli ve değerli elçisi Hz. Muhammed (a.s.m.)] Ve o ferman-ı ahkem [sağlam esaslar içeren buyruk] ise, Kur’ân-ı Hakîmdir [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ki, bahsinde bulunduğumuz ticaret-i azîmeyi [büyük ticaret] şu âyetle ilân ediyor:

اِنَّ اللهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ * 1

40

Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki, durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: “Madem herşey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak. Acaba bâkîye tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edip ibkà [bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme] etmek çaresi yok mu?” deyip düşünürken, birden semâvî sadâ-yı Kur’ân [Kur’ân’ın sesi] işitiliyor. Der:

“Evet, var. Hem beş mertebe kârlı bir surette, güzel ve rahat bir çaresi var.”

Sual: Nedir?

Elcevap: Emaneti sahib-i hakikîsine satmak. İşte o satışta beş derece kâr içinde kâr var.

Birinci kâr: Fânî mal bekà bulur. Çünkü Kayyûm-u Bâkî [devamlı hayat sahibi olan ve herşeyi her an ayakta tutan Allah] olan Zât-ı Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] verilen ve Onun yolunda sarf edilen şu ömr-ü zâil, bâkîye inkılâb [değişim, devrim] eder, bâkî meyveler verir. O vakit ömür dakikaları, adeta tohumlar, çekirdekler hükmünde, zahiren fena bulur, çürür; fakat âlem-i bekàda [devamlı ve kalıcı âlem] saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler [başak] ve âlem-i berzahta [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] ziyâdâr, [ışıklı, nurlu] mûnis [cana yakın] birer manzara olurlar.

İkinci kâr: Cennet gibi bir fiyat veriliyor.

Üçüncü kâr: Her âzâ ve hasselerin [duyu] kıymeti birden bine çıkar. Meselâ akıl bir alettir. Eğer Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş’um [kötü] ve müz’iç [rahatsız eden] ve muacciz [rahatsız edici] bir alet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinanesini [hüzün veren elemler, acılar] ve gelecek zamanın ehvâl-i muhavvifanesini [dehşetli korkular] senin bu biçare başına yükletecek; yümünsüz [uğur, bereket] ve muzır [zararlı] bir alet derekesine [aşağı derece] iner. İşte bunun içindir ki, fâsık [günahkâr] adam, aklın iz’aç [sıkıntı, rahatsızlık] ve tacizinden kurtulmak için, galiben [çoğunlukla] ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikîsine [her şeyin gerçek sahibi olan Allah] satılsa ve Onun hesabına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] müheyya [hazırlanmış] eden bir mürşid-i Rabbânî [Allah’a yönelten yol gösterici] derecesine çıkar.

Meselâ göz bir hassedir [duyu] ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, geçici, devamsız bazı güzellikleri,

41

manzaraları seyirle şehvet ve heves-i nefsaniyeye [nefsin yasak arzu ve istekleri] bir kavvad [kötü ve çirkin işler için yol gösterici] derekesinde [aşağı derece] bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine [herşeyi gören ve sanatla yaratan Allah] satsan ve Onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın [büyük kâinat kitabı] bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mucizât-ı san’at[sanat mucizeleri] Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz [yer küre, dünya] bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.

Meselâ dildeki kuvve-i zâika[tad alma duyusu] Fâtır-ı Hakîmine [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına [ahır] ve fabrikasına bir kapıcı derekesine [aşağı derece] iner, sukut [alçalış, düşüş] eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîme [bütün varlıkların ihtiyaçları olan rızıklarını veren, sınırsız ikram ve cömertlik sahibi Allah] satsan, o zaman dildeki kuvve-i zâika, [tad alma duyusu] rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri [becerikli gözlemci] ve kudret-i Samedâniye [herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın kudreti] matbahlarının [mutfak] bir müfettiş-i şâkiri [şükreden denetleyici] rütbesine çıkar.

İşte, ey akıl, dikkat et! Meş’um [kötü] bir alet nerede, kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvad [kötü ve çirkin işler için yol gösterici] nerede, kütüphane-i İlâhînin [İlâhi kütüphane, kâinat] mütefennin [bilgili, fen ilimlerine sahip] bir nâzırı nerede? Ve ey dil, iyi tat! Bir tavla [ahır] kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazine-i hassa-i rahmet nâzırı [İlahi rahmetin çok özel hazinelerinin gözlemcisi] nerede?

Ve daha bunlar gibi başka aletleri ve âzâları kıyas etsen anlarsın ki, hakikaten mü’min Cennete lâyık ve kâfir Cehenneme muvafık bir mahiyet kesb [elde etme, kazanma] eder. Ve onların herbiri öyle bir kıymet almalarının sebebi, mü’min imanıyla Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] emanetini Onun namına ve izni dairesinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmesidir. Ve kâfir hıyanet edip nefs-i emmâre [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] hesabına çalıştırmasıdır.

Dördüncü kâr: İnsan zayıftır; belâları çok. Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir; hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır. Semeresiz [meyve] meşakkatler, elemler, teessüfler [eseflenme, üzülme] onu boğar. Ya sarhoş ya canavar eder.

Beşinci kâr: Bütün o âzâ ve aletlerin ibadeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri,

42

en muhtaç olduğun bir zamanda Cennet yemişleri suretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve keşif [iman hakikatleri kendilerine açılan ve bu hakikatlerin zevkine erişen kimseler] ve ehl-i ihtisas [sahasında uzman olan kimseler] ve müşahede ittifak etmişler.

İşte bu beş mertebe kârlı ticareti yapmazsan, şu kârlardan mahrumiyetten başka, beş derece hasâret [zarar] içinde hasârete [zarar] düşeceksin.

Birinci hasâret: [zarar] O kadar sevdiğin mal ve evlât ve perestiş [aşırı derece sevme] ettiğin nefis ve hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve meftun [aşık] olduğun gençlik ve hayat zayi olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.

İkinci hasâret: [zarar] Emanete hıyanet cezasını çekeceksin. Çünkü en kıymettar aletleri en kıymetsiz şeylerde sarf edip nefsine zulmettin.

Üçüncü hasâret: [zarar] Bütün o kıymettar cihazât-ı insaniyeyi [insanın cihazları, duyu ve organları] hayvanlıktan çok aşağı bir derekeye [aşağı derece] düşürüp hikmet-i İlâhiyeye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] iftira ve zulmettin.

Dördüncü hasâret: [zarar] Acz ve fakrınla beraber, o pek ağır hayat yükünü zayıf beline yükleyip zevâl [batış, kayboluş] ve firak [ayrılık] sillesi [tokat] altında daim vâveylâ [çığlık, feryad] edeceksin.

Beşinci hasâret: [zarar] Hayat-ı ebediye [sonsuz âhiret hayatı] esasatını [esaslar] ve saadet-i uhreviye [âhiret hayatındaki mutluluk] levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] tedarik etmek için verilen akıl, kalb, göz, dil gibi güzel hediye-i Rahmâniyeyi, [sonsuz rahmet sahibi Allah’ın hediyesi] Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir surete çevirmektir.

Şimdi satmaya bakacağız. Acaba o kadar ağır birşey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar?

Yok, kat’a [kesinlikle] ve asla! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi [yeterli] gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye [Allah’ın zorunlu kıldığı görevler, farzlar] ise hafiftir, azdır. Allah’a abd [köle] ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar [af dileme] etmeli.

Yâ Rab, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin” demeli ve Ona yalvarmalı.

ba

43

Yedinci Söz

ŞU KÂİNATIN tılsım-ı muğlâkını [anlaşılması zor olan sır] açan “Âmentü billâhi ve bi’l-yevmi’l-âhir“1 [“Allah’a ve âhiret gününe iman ettim”] ruh-u beşer [insan ruhu] için saadet kapısını fetheden ne kadar kıymettar iki tılsım-ı müşkülküşâ [açılması ve anlaşılması zor şeyleri çözüme kavuşturan sır] olduğunu; ve sabır ile Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] tevekkül ve iltica ve şükür ile Rezzâkından [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] sual ve dua ne kadar nâfi [faydalı] ve tiryak [derman, ilaç] gibi iki ilâç olduğunu; ve Kur’ân’ı dinlemek, hükmüne inkıyad [boyun eğme] etmek, namazı kılmak, kebâiri [büyük günahlar] terk etmek ebedü’l-âbâd [sonsuzlar sonsuzu] yolculuğunda ne kadar mühim, değerli, revnaktar [göz alıcı güzellik] bir bilet, bir zâd-ı âhiret, [âhiret azığı] bir nur-u kabir [kabri mânevî olarak aydınlatan ışık] olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle:

Bir zaman, bir asker, meydan-ı harp [savaş meydanı] ve imtihanda, kâr ve zarar deveranında pek müthiş bir vaziyete düşer. Şöyle ki:

Sağ ve sol iki tarafından dehşetli, derin iki yara ile yaralı; ve arkasında cesîm [büyük] bir arslan, ona saldırmak için bekliyor gibi duruyor. Ve gözü önünde bir darağacı dikilmiş, bütün sevdiklerini asıp mahvediyor, onu da bekliyor. Hem bu hali ile beraber uzun bir yolculuğu var; nefyediliyor. [gönderilme, sürgün]

O biçare, şu dehşet içinde meyusane [ümitsiz] düşünürken, sağ cihetinde Hızır gibi bir hayırhah, nuranî bir zât peyda olur, ona der:

Meyus [ümitsiz] olma. Sana iki tılsım verip öğreteceğim. Güzelce istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etsen, o arslan, sana musahhar [boyun eğdirilmiş] bir at olur. Hem o darağacı, sana keyif ve tenezzüh [ferahlama, rahatlama] için hoş bir salıncağa döner. Hem sana iki ilâç vereceğim. Güzelce istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etsen, o iki müteaffin [bozulmuş, kokuşmuş, çürük] yaraların, iki güzel kokulu gül-ü Muhammedî [Muhammed gülü denilen kırmızı renkli bir gül çeşidi] (a.s.m.) denilen latîf [güzel, hoş] çiçeğe inkılâb [değişim, devrim] ederler. Hem sana bir bilet vereceğim. Onunla, uçar gibi, bir senelik

44

bir yolu bir günde kesersin. İşte, eğer inanmıyorsan, bir parça tecrübe et; ta doğru olduğunu anlayasın.”

Hakikaten bir parça tecrübe etti, doğru olduğunu tasdik etti.

Evet, ben, yani şu biçare Said dahi bunu tasdik ederim. Çünkü biraz tecrübe ettim, pek doğru gördüm.

Bundan sonra birden gördü ki, sol cihetinden şeytan gibi dessas, [hilebaz, aldatıcı] ayyaş, aldatıcı bir adam, çok ziynetler, süslü suretler, fantaziyeler, [aşırı süs ve lüks] müskirler [sarhoş edici içki] beraber olduğu halde geldi, karşısında durdu. Ona dedi: “Hey, arkadaş! Gel, gel, beraber işret [içkili eğlence] edip keyfedelim. Şu güzel kız suretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim.”

Sual: “Ha, ha, nedir ağzında gizli okuyorsun?”

Cevap: “Bir tılsım.”

“Bırak şu anlaşılmaz işi. Hazır keyfimizi bozmayalım.”

S: “Ha, şu ellerindeki nedir?”

C: “Bir ilâç.”

“At şunu. Sağlamsın. Neyin var? Alkış zamanıdır.”

S: “Ha, şu beş nişanlı kâğıt nedir?”

C: “Bir bilet. Bir tayınat [erzak, yiyecek] senedi.”

“Yırt bunları. Şu güzel bahar mevsiminde yolculuk bizim nemize lâzım?” der. Herbir desise [hile, aldatma] ile onu iknaa çalışır. Hattâ o biçare, ona biraz meyleder.

Evet, insan aldanır. Ben de öyle bir dessasa [hilebaz, aldatıcı] aldandım.

Birden, sağ cihetinden ra’d [gök gürültüsü] gibi bir ses gelir. Der: “Sakın aldanma. Ve o dessasa [hilebaz, aldatıcı] de ki: Eğer arkamdaki arslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırıp, sağ ve solumdaki yaraları def edip, peşimdeki yolculuğu men edecek bir çare sende varsa, bulursan, haydi yap, göster, görelim. Sonra de, ‘Gel, keyfedelim.’ Yoksa sus, hey sersem! Ta Hızır gibi bu zât-ı semâvî [gökten gelen zat] dediğini desin.”

İşte, ey gençliğinde gülmüş, şimdi güldüğüne ağlayan nefsim! Bil: O bîçâre asker ise, sensin ve insandır. Ve o arslan ise eceldir. Ve o darağacı ise ölüm ve zevâl [batış, kayboluş] ve firaktır [ayrılık] ki, gece-gündüzün dönmesinde her dost veda eder, kaybolur. Ve o iki yara ise, birisi müz’iç [rahatsız eden] ve hadsiz bir acz-i beşerî, [insanın acizliği] diğeri elîm, nihayetsiz

45

bir fakr-ı insanîdir. [insanın fakirliği] Ve o nefy [gönderilme, sürgün] ve yolculuk ise, âlem-i ervahtan, [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] rahm-ı mâderden, [ana rahmi] sabâvetten, [çocukluk] ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] haşirden, sırattan [Cehennem üzerine kurulu olan ve Cennete gitmek için geçilmesi gereken köprü] geçer bir uzun sefer-i imtihandır. [imtihan yolculuğu] Ve o iki tılsım ise, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] iman ve âhirete imandır.

Evet, şu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] tılsım ile ölüm, insan-ı mü’mini [Allah’a inanan insan] zindan-ı dünyadan [âhirete göre bir zindanı andıran dünya] bostan-ı cinâna, [Cennet bahçeleri] huzur-u Rahmân‘a [Allah’ın huzuru] götüren bir musahhar [boyun eğdirilmiş] at ve burâk suretini alır. Onun içindir ki, ölümün hakikatini gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler, daha ölüm gelmeden ölmek istemişler.1 Hem zevâl [batış, kayboluş] ve firak, [ayrılık] memat [ölüm] ve vefat ve darağacı olan mürur-u zaman, [zaman aşımı, zamanın geçmesi] o iman tılsımı ile, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] taze taze, renk renk, çeşit çeşit mucizât-ı nakşını, [sanatla işlenmiş nakış [işleme] mucizeleri] havârık-ı kudretini, [kudret harikaları] tecelliyât-ı rahmetini [rahmet yansımaları] kemâl-i lezzetle [tam bir lezzet alarak] seyir ve temâşâya vasıta suretini alır.

Evet, güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin tebeddül [başkalaşma, değişme] edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder.

Ve o iki ilâç ise, biri sabır ile tevekküldür; Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] kudretine istinad, hikmetine itimaddır. Öyle mi? Evet, emr-i كُنْ فَيَكُونُ 2 ‘a mâlik bir Sultan-ı Cihana [dünyanın sultanı Allah] acz tezkeresiyle istinad eden bir adamın ne perva[korku] olabilir? Zira en müthiş bir musibet karşısında اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ 3 deyip itminân-ı kalble [kalben tam kanaatle inanma] Rabb-i Rahîmine [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] itimad eder. Evet, ârif-i billâh [Allah’ı tanıyan] aczden, mehâfetullahtan [Allah’tan korkma] telezzüz [lezzet alma] eder. Evet, havfta [korku] lezzet

46

vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sual edilse, “En leziz ve en tatlı haletin [hal, durum] nedir?” Belki diyecek: “Aczimi, zaafımı [zayıflık, güçsüzlük] anlayıp validemin tatlı tokatından korkarak yine validemin şefkatli sinesine sığındığım halettir.” [hal, durum] Halbuki, bütün validelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-i tecellî-i rahmettir.1 [Allah’ın şefkat ve merhametinin parıltısı] Onun içindir ki, kâmil insanlar, aczde ve havfullahta [korku] öyle bir lezzet bulmuşlar ki, kendi havl [güç] ve kuvvetlerinden şiddetle teberrî [temize çıkarmak, aklamak] edip Allah’a acz ile sığınmışlar; aczi ve havfı [korku] kendilerine şefaatçi yapmışlar.

Diğer ilâç ise, şükür ve kanaat ile talep ve dua ve Rezzâk-ı Rahîmin [herşeyin rızkını veren, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah] rahmetine itimaddır. Öyle mi? Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet [nimet sofrası] eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin [çok cömert, ihsanı [bağış] ve ikramı bol olan Allah] misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki, fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha [arzu, istek] suretini alır; iştiha [arzu, istek] gibi, fakrın tezyidine [artırma, çoğaltma] çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. [gurur, övünme] Sakın yanlış anlama, Allah’a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip dilencilik vaziyetini almak demek değildir.

Ve o bilet, senet ise, başta namaz olarak, edâ-i ferâiz [farzları yapmak] ve terk-i kebâirdir. [büyük günahları terketmek] Öyle mi? Evet, bütün ehl-i ihtisas [sahasında uzman olan kimseler] ve müşahedenin ve bütün ehl-i zevk ve keşfin [iman hakikatleri kendilerine açılan ve bu hakikatlerin zevkine erişen kimseler] ittifakıyla, o uzun ve karanlıklı ebedü’l-âbâd [sonsuzlar sonsuzu] yolunda zad ve zahîre [azık] , [azık, yolda yenilecek ve içilecek şeyler] ışık ve burâk, ancak Kur’ân’ın evâmirini [emirler] imtisal [bağlanma, boyun eğme] ve nevâhîsinden [yasaklar] içtinab [kaçınma] ile elde edilebilir. Yoksa, fen ve felsefe, san’at ve hikmet, o yolda beş para etmez. Onların ışıkları kabrin kapısına kadardır.2

İşte, ey tembel nefsim! Beş vakit namazı kılmak, yedi kebâiri [büyük günahlar] terk etmek, ne kadar az ve rahat ve hafiftir. Neticesi, meyvesi, faidesi ne kadar çok mühim ve büyük olduğunu, aklın varsa, bozulmamışsa anlarsın. Ve fısk [günah] ve sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin: Eğer ölümü öldürüp zevâli [batış, kayboluş] dünyadan

47

izale [giderme] etmek ve aczi ve fakrı beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle, dinleyelim. Yoksa, sus! Kâinat mescid-i kebirinde [büyük mescid] Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban [sürekli okunan zikir] edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup Haktan gelip hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.

اَللّٰهُمَّ نَوِّرْ قُلُوبَنَا بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ * اَللّٰهُمَّ اَغْنِنَا بِاْلاِفْتِقَارِ اِلَيْكَ وَلاَ تَفْقُرْنَا بِاْلاِسْتِغْنَۤاءِ عَنْكَ * تَبَرَّاْنَا اِلَيْكَ مِنْ حَوْلِنَا وَقُوَّتِنَا * وَالْتَجَئْنَا اِلٰى حَوْلِكَ وَقُوَّتِكَ * فَاجْعَلْنَا مِنَ الْمُتَوَكِّلِينَ عَلَيْكَ وَلاَ تَكِلْنَا اِلٰى اَنْفُسِنَا وَاحْفَظْنَا بِحِفْظِكَ * وَارْحَمْنَا وَارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ * وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَنَبِيِّكَ وَصَفِيِّكَ وَخَلِيلِكَ وَجَمَالِ مُلْكِكَ وَمَلِيكِ صُنْعِكَ وَعَيْنِ عِنَايَتِكَ وَشَمْسِ هِدَايَتِكَ وَلِسَانِ حُجَّتِكَ وَمِثَالِ رَحْمَتِكَ وَنُورِ خَلْقِكَ وَشَرَفِ مَوْجُودَاتِكَ وَسِرَاجِ وَحْدَتِكَ فِى كَثْرَةِ مَخْلُوقَاتِكَ وَكَاشِفِ طِلْسِمِ كَۤائِنَاتِكَ وَدَلاَّلِ سَلْطَنَةِ رُبُوبِيَّتِكَ وَمُبَلِّغِ مَرْضِيَّاتِكَ وَمُعَرِّفِ كُنُوزِ اَسْمَۤائِكَ وَمُعَلِّمِ عِبَادِكَ وَتَرْجُمَانِ اٰيَاتِكَ وَمِرْاٰةِ جَمَالِ رُبُوبِيَّتِكَ وَمَدَارِ شُهُودِكَ وَاِشْهَادِكَ وَحَبِيبِكَ وَرَسُولِكَ الَّذِى اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَعَلٰىاِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلٰى مَلۤ ئِكَتِكَ الْمُقَرَّبِينَ وَعَلٰى عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ اٰمِينَ * 1

ba

48

Sekizinci Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ 1* اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللهِ اْلاِسْلاَمُ * 2

ŞU DÜNYA ve dünya içindeki ruh-u insanî [insan ruhu] ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini; ve eğer din-i hak [hak din] olmazsa dünya bir zindan olması; ve dinsiz insan en bedbaht mahlûk olduğunu; ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi [insan ruhu] zulümâttan kurtaran Yâ Allah ve Lâ ilâhe illâllah olduğunu3 anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle:

Eski zamanda, iki kardeş uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Git gide ta yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: “Hangi yol iyidir?” O dahi onlara dedi ki: “Sağ yolda kanun ve nizama tebaiyet [tabi olma, uyma] mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet [sıkıntı] vardır. Şimdi intihaptaki [seçmek] ihtiyar sizdedir.”

Bunu dinledikten sonra, güzel huylu kardeş sağ yola “Tevekkeltü alâllah[“Allah’a dayandım ve güvendim”] deyip gitti ve nizam ve intizama tebaiyeti [tabi olma, uyma] kabul etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Zahiren hafif, mânen ağır vaziyette giden bu adamı hayalen takip ediyoruz:

İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide ta hâli [boş] bir sahrâya girdi. Birden müthiş bir sada işitti. Baktı ki, dehşetli bir arslan, meşelikten [orman] çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı, ta altmış arşın [yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi] derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi.

49

Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş [yeşermiş] olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz, biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki, arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki, dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın [yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi] yukarıdaki ayağına takarrüp [yaklaşmak] etmiş. Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki, ısırıcı muzır [zararlı] haşarat, etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki, bir incir ağacıdır. Fakat, harika olarak, muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar, başında yemişleri var.

İşte, şu adam, sû-i fehminden, [kötü anlayış] akılsızlığından anlamıyor ki, bu adi bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acip işler içinde garip esrar var. Ve pek büyük bir işleyici var olduğunu intikal etmedi. Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı şu elîm vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, nefs-i emmâresi, [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] güya birşey yokmuş gibi tecâhül [bilmezlikten gelme] edip, ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi, o ağacın meyvelerini yemeye başladı. Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır [zararlı] idi.

Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] buyurmuş: اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِى بى 1 Yani, “Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.” İşte bu bedbaht adam, sûizan [kötü düşünce] ve akılsızlığıyla, gördüğünü adi ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] telâkki [anlama, kabul etme] etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azap çekiyor. Biz de şu meş’umu [kötü] bu azapta bırakıp döneceğiz. Ta öteki kardeşin halini anlayacağız.

İşte şu mübarek akıllı zât gidiyor. Fakat biraderi gibi sıkıntı çekmiyor. Çünkü güzel ahlâklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hülyalar eder, kendi kendine ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] eder. Hem biraderi gibi zahmet ve meşakkat çekmiyor. Çünkü nizamı bilir, tebaiyet [tabi olma, uyma] eder, teshilât [kolaylık] görür. Asayiş ve emniyet içinde serbest gidiyor.

İşte, bir bahçeye rast geldi. İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var; hem bakılmadığı için murdar şeyler de bulunuyor. Kardeşi dahi böyle birisine girmişti.

50

Fakat murdar şeylere dikkat edip meşgul olmuş, midesini bulandırmış, hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti. Bu zât ise, “Herşeyin iyisine bak” kaidesiyle amel edip, murdar şeylere hiç bakmadı. İyi şeylerden iyi istifade etti. Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor.

Sonra, git gide, bu dahi evvelki biraderi gibi bir sahrâ-i azîmeye [büyük ova, meydan] girdi. Birden, hücum eden bir arslanın sesini işitti, korktu. Fakat biraderi kadar korkmadı. Çünkü, hüsn-ü zannıyla [güzel düşünce] ve güzel fikriyle, “Şu sahrânın bir hâkimi var. Ve bu arslan o hâkimin taht-ı emrinde [emri altında] bir hizmetkâr olması ihtimali var” diye düşünüp tesellî buldu. Fakat yine kaçtı. Ta altmış arşın [yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi] derinliğinde bir susuz kuyuya rast geldi, kendini içine attı. Biraderi gibi, ortasında bir ağaca eli yapıştı, havada muallâk kaldı. Baktı, iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar. Yukarıya baktı arslan, aşağıya baktı bir ejderha gördü. Aynı kardeşi gibi, bir acip vaziyet gördü. Bu dahi tedehhüş [dehşete düşme] etti—fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafif. Çünkü güzel ahlâkı ona güzel fikir vermiş; ve güzel fikir ise, ona herşeyin güzel cihetini gösteriyor. İşte, bu sebepten şöyle düşündü ki:

“Bu acip işler birbiriyle alâkadardır. Hem bir emirle hareket ederler gibi görünüyor. Öyle ise bu işlerde bir tılsım vardır. Evet, bunlar bir gizli hâkimin emriyle dönerler. Öyle ise ben yalnız değilim. O gizli hâkim bana bakıyor, beni tecrübe ediyor, bir maksat için beni bir yere sevk edip davet ediyor.”

Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak neş’et [doğma] eder ki: “Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acip yolla bir maksada sevk eden kimdir?”

Sonra, tanımak merakından, tılsım sahibinin muhabbeti neş’et [doğma] etti. Ve şu muhabbetten, tılsımı açmak arzusu neş’et [doğma] etti. Ve o arzudan, tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neş’et [doğma] etti.

Sonra, ağacın başına baktı, gördü ki, incir ağacıdır. Fakat başında binlerle ağacın meyveleri vardır. O vakit bütün bütün korkusu gitti. Çünkü kat’î anladı ki, bu incir ağacı bir listedir, bir fihristedir, bir sergidir. O mahfî [gizli] hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin nümunelerini, bir tılsım ve bir mucize ile o ağaca takmış ve kendi misafirlerine ihzar [hazırlama] ettiği et’imeye [yiyecekler] birer işaret suretinde o ağacı tezyin [süsleme] etmiş olmalı. Yoksa, bir tek ağaç, binler ağaçların meyvelerini vermez.

Sonra niyaza başladı. Ta tılsımın anahtarı ona ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] oldu. Bağırdı ki:

51

“Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet [sığınma] ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum.”

Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarılıp, şahane, nezih [temiz] ve güzel bir bahçeye bir kapı açıldı. Belki, ejderha ağzı o kapıya inkılâb [değişim, devrim] etti ve arslan ve ejderha iki hizmetkâr suretini giydiler ve onu içeriye davet ediyorlar. Hattâ o arslan, kendisine musahhar [boyun eğdirilmiş] bir at şekline girdi.

İşte ey tembel nefsim ve ey hayalî arkadaşım! Geliniz, bu iki kardeşin vaziyetlerini muvazene [karşılaştırma/denge] edelim. Ta, iyilik nasıl iyilik getirir ve fenalık nasıl fenalık getirir, görelim, bilelim.

Bakınız, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır, [bekleyen, hazır] titriyor. Ve şu bahtiyar ise, meyvedar ve revnaktar [göz alıcı güzellik] bir bahçeye davet edilir.

Hem o bedbaht, elîm bir dehşette ve azîm bir korku içinde kalbi parçalanıyor. Ve şu bahtiyar ise, leziz bir ibret, tatlı bir havf, [korku] mahbub [sevimli/sevgili] bir marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] içinde garip şeyleri seyir ve temâşâ ediyor.

Hem o bedbaht, vahşet ve meyusiyet [ümitsizlik] ve kimsesizlik içinde azap çekiyor. Ve şu bahtiyar ise, ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve ümit ve iştiyak [arzu, istek] içinde telezzüz [lezzet alma] ediyor.

Hem o bedbaht, kendini vahşî canavarların hücumuna maruz bir mahpus hükmünde görüyor. Ve şu bahtiyar ise, bir aziz misafirdir ki, misafiri olduğu mihmandar-ı kerîmin [ikramı bol ve çok cömert olan misafir sahibi, Allah] acip hizmetkârlarıyla ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] edip eğleniyor.

Hem o bedbaht, zahiren leziz, mânen zehirli yemişleri yemekle azabını tâcil [çabuklaştırma] ediyor. Zira o meyveler, nümunelerdir: Tatmaya izin var, ta asıllarına talip olup müşteri olsun. Yoksa hayvan gibi yutmaya izin yoktur. Ve şu bahtiyar ise, tadar, işi anlar, yemesini tehir eder ve intizar [bekleme] ile telezzüz [lezzet alma] eder.

Hem o bedbaht kendi kendine zulmetmiş. Gündüz gibi güzel bir hakikati ve parlak bir vaziyeti, basiretsizliğiyle kendisine muzlim [karanlık] ve zulümatlı bir evham, bir cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate müstehaktır ve ne de kimseden şekvâya [şikayet] hakkı vardır. Meselâ, bir adam, güzel bir bahçede, ahbaplarının ortasında, yaz mevsiminde, hoş bir ziyafetteki keyfe kanaat etmeyip kendini pis müskirlerle [sarhoş edici içki]

52

sarhoş edip kendisini kış ortasında, canavarlar içinde, aç, çıplak tahayyül [hayal etme] edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor, dostlarını canavar görüp tahkir [aşağılama] ediyor. İşte bu bedbaht dahi öyledir.

Ve şu bahtiyar ise, hakikati görür. Hakikat ise güzeldir. Hakikatin hüsnünü [güzellik] derk [anlama, algılama] etmekle, hakikat sahibinin kemâline hürmet eder, rahmetine müstehak olur. İşte, “Fenalığı kendinden, iyiliği Allah’tan bil”1 olan hükm-ü Kur’ânînin [Kur’ân’ın hükmü] sırrı zâhir oluyor.

Daha bunlar gibi sair farkları muvazene [karşılaştırma/denge] etsen, anlayacaksın ki, evvelkisinin nefs-i emmâresi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] ona bir mânevî cehennem ihzar [hazırlama] etmiş. Ve ötekisinin hüsn-ü niyeti [güzel niyet] ve hüsn-ü zan[güzel düşünce] ve hüsn-ü hasleti [güzel özellik, huy] ve hüsn-ü fikri, [güzel düşünce] onu büyük bir ihsan [bağış] ve saadete ve parlak bir fazilete ve feyze mazhar [erişme, nail olma] etmiş.

Ey nefsim! Ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam!

Eğer bedbaht kardeş olmak istemezsen ve bahtiyar kardeş olmak istersen, Kur’ân’ı dinle ve hükmüne mutî [emre uyan] ol ve ona yapış ve ahkâmıyla [hükümler] amel et.

Şu hikâye-i temsiliyede [analojik, benzetmeye dayanan kıyaslamalı hikâye] olan hakikatleri eğer fehmettinse, hakikat-i din ve dünya ve insan ve imanı ona tatbik edebilirsin. Mühimlerini ben söyleyeceğim; incelerini sen kendin istihrac [çıkarma] et.

İşte, bak: O iki kardeş ise, biri ruh-u mü’min [imanlı insanın ruhu] ve kalb-i salihtir. [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden insanın kalbi] Diğeri ruh-u kâfir [inkâr eden, inanmayan insanın ruhu] ve kalb-i fâsıktır. [günahkâr insanın kalbi] Ve o iki tarikten sağ ise, tarik-i Kur’ân [Kur’ân’ın çizdiği hak yol] ve imandır. Sol ise, tarik-i isyan ve küfrandır. [inançsızlık, inkâr]

Ve o yoldaki bahçe ise, cemiyet-i beşeriye [insan topluluğu] ve medeniyet-i insaniye [insanlık medeniyeti] içinde muvakkat [geçici] hayat-ı içtimaiyedir [sosyal hayat] ki, içinde hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şeyler beraber bulunur. Âkıl [akıllı] odur ki, “Huz mâ safâ, [gönül hoşnutluğu] da’ mâ keder[“güzel ve duru olanı al, çirkin ve bulanık olanı bırak”] kaidesiyle amel eder, selâmet-i kalble [kalp huzuru, rahatlığı] gider.

53

Ve o sahrâ ise, şu arz ve dünyadır. Ve o arslan ise, ölüm ve eceldir. Ve o kuyu ise, beden-i insan [insan bedeni] ve zaman-ı hayattır. [ömür süresi] Ve o altmış arşın [yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi] derinlik ise, ömr-ü vasatî [ortalama ömür süresi] ve ömr-ü galibî [çoğunlukla yaşanılan ömür süresi] olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, müddet-i ömür [ömür süresi] ve madde-i hayattır. [hayat için lüzumlu olan madde] Ve o iki siyah ve beyaz hayvan ise gece ve gündüzdür.

Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan tarik-i berzahiye [kabir yolu] ve revâk-ı uhreviyedir. [âhirete bakan revak, kemer] Fakat o ağız, mü’min için, zindandan bir bahçeye açılan bir kapıdır.1 Ve o haşerat-ı muzırra [zararlı böcekler] ise, musibât-ı dünyeviyedir. [dünyadaki musibetler] Fakat, mü’min için, gaflet uykusuna dalmamak için tatlı ikazât-ı İlâhiye [Allah’ın uyarıları] ve iltifatât-ı Rahmâniye [sonsuz merhamet sahibi Allah’ın iltifatları] hükmündedir.

Ve o ağaçtaki yemişler ise, dünyevî nimetlerdir ki, Cenâb-ı Kerîm-i Mutlak, [sınırsız ikram ve cömertlik sahibi yüce Allah] onları âhiret nimetlerine bir liste, hem ihtar edici, hem müşabihleri, [benzer] hem Cennet meyvelerine müşterileri davet eden nümuneler suretinde yapmış.2

Ve o ağacın, birliğiyle beraber muhtelif başka başka meyveler vermesi ise, kudret-i Samedâniyenin [herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın kudreti] sikkesine [mühür] ve rubûbiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] hâtemine ve saltanat-ı Ulûhiyetin [bütün varlıkların tek İlâhı olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı] turrasına [mühür, nişan] işarettir. Çünkü birtek şeyden herşeyi yapmak, yani, bir topraktan bütün nebatat [bitkiler] ve meyveleri yapmak, hem bir sudan bütün hayvanâtı halk etmek,3 hem basit bir yemekten bütün cihazât-ı hayvaniyeyi [hayvanın organları] icad etmek; bununla beraber herşeyi birtek şey yapmak, yani, zîhayatın [canlı] yediği gayet muhtelifü’l-cins [çeşit çeşit, değişik türler] taamlardan o zîhayata [canlı] bir lâhm-ı mahsus [özel et] yapmak, bir cild-i basit [basit cilt, deri] dokumak gibi san’atlar, Zât-ı Ehad-i Samed [herşey Kendisine muhtaç olduğu fakat Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve tek olan Zât, Allah] olan Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebedin sikke-i hassasıdır, [özel mühür] hâtem-i mahsusudur, [özel damga] taklit edilmez bir turrasıdır. [mühür, nişan] Evet, birşeyi herşey ve herşeyi birşey yapmak, herşeyin Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] has ve Kadîr-i Külli Şeye [her şeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi olan Allah] mahsus bir nişandır, bir âyettir.

54

Ve o tılsım ise, sırr-ı imanla [iman sırrı] açılan sırr-ı hikmet-i hilkattir. [yaratılış hikmetinin sırrı] Ve o miftah [anahtar] ise, يَۤا اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ * اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ 1 dur.

Ve o ejderha ağzı bahçe kapısına inkılâb [değişim, devrim] etmesi ise işarettir ki, kabir, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve tuğyan [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] için vahşet ve nisyan [unutkanlık] içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha batnı [iç] gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu halde, ehl-i Kur’ân [Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; Kur’âna bağlı olan mü’minler] ve iman için, zindan-ı dünyadan [âhirete göre bir zindanı andıran dünya] bostan-ı bekàya ve meydan-ı imtihandan [imtihan meydanı] ravza-i cinâna [cennet bahçeleri] ve zahmet-i hayattan rahmet-i Rahmân‘a [rahmeti sınırsız olan Allah’ın şefkat ve merhameti] açılan bir kapıdır.2 Ve o vahşî arslanın dahi munis bir hizmetkâra dönmesi ve musahhar [boyun eğdirilmiş] bir at olması ise, işarettir ki, mevt, [ölüm] ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] için, bütün mahbubâtından elîm bir firak-ı ebedîdir. [sonsuz ayrılık] Hem kendi cennet-i kâzibe-i dünyeviyesinden [aldatıcı dünya cenneti] ihraç ve tard [kovma] ve vahşet ve yalnızlık içinde zindan-ı mezara idhal [dahil etme, içine alma] ve hapis olduğu halde, ehl-i hidayet [doğru ve hak yolda olanlar] ve ehl-i Kur’ân [Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; Kur’âna bağlı olan mü’minler] için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakikî vatanlarına ve ebedî makam-ı saadetlerine [mutluluk yeri] girmeye vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan [âhirete göre bir zindanı andıran dünya] bostan-ı cinâna [Cennet bahçeleri] bir davettir. Hem Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret [ücret alma] etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat [hayat görevi] külfetinden bir terhistir. Hem ubûdiyet [Allah’a kulluk] ve imtihanın talim ve talimâtından bir paydostur.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Her kim hayat-ı fâniyeyi [geçici, ölümlü hayat] esas maksat yapsa, zahiren bir cennet içinde olsa da, mânen cehennemdedir. Ve her kim hayat-ı bâkıyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ciddî müteveccih [yönelen] ise, saadet-i dâreyne [dünya ve ahiret mutluluğu] mazhardır. Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da, dünyasını Cennetin intizar [bekleme] salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder.

55

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ اَهْلِ السَّعَادَةِ وَالسَّلاَمَةِ وَالْقُرْاٰنِ وَاْلاِيمَانِ اٰمِينَ * اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ بِعَدَدِ جَمِيعِ الْحُرُوفَاتِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى جَمِيعِ الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَحْمٰنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَۤاءِ عِنْدَ قِرَۤائَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ قَارِئٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلٰى اٰخِرِ الزَّمَانِ وَارْحَمْنَا وَوَالِدَيْنَا وَارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ بِعَدَدِهَا بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * اٰمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 1