İMAN VE KÜFÜR MUVAZENELERİ – 24. Söz Beşinci Dal, 25. Söz İkinci Cilve (120-135)

120

(Yirmi Dördüncü Sözden)

BEŞİNCİ DAL

Beşinci Dalın Beş Meyvesi var.

BİRİNCİ MEYVE: Ey nefisperest [nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olan] nefsim, ve ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. [varlık sebebi] Hem şu kâinatın rabıtasıdır, [bağ] hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi’ [kapsamlı] bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc [yerleştirme] edilmiştir. İşte, şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] sahibi olabilir.

İşte, ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın havfa [korku] ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında derc [yerleştirme] olunmuştur. Alâküllihal, [her durumda] o muhabbet ve havf, [korku] ya halka veya Hâlıka müteveccih [yönelen] olacak. Halbuki, halktan havf [korku] ise elîm bir beliyyedir; [belâ] halka muhabbet dahi belâlı bir musibettir.

Çünkü, sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde havf, [korku] elîm bir belâdır.

Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allahaısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir [aşağılama] eder. Görmüyor musun ki, mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu, mâşukundan [aşık olunan, sevgili] şikâyet eder. Çünkü, Samed [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] âyinesi [aynası] olan bâtın-ı kalble [kalbin içi] sanem-misal [put] dünyevî mahbuplara [sevgili] perestiş [aşırı derece sevme] etmek, o mahbupların [sevgili] nazarında sakildir [ağır] ve istiskal eder, reddeder. Zira, fıtrat, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvânî sevmekler bahsimizden hariçtir.)

121

Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir [aşağılama] ediyor, ya sana refakat etmiyor, senin rağmına [zıddına, aksine] mufarakat [ayrılık] ediyor. Madem öyledir; bu havf [korku] ve muhabbeti öyle birisine tevcih [yöneltme] et ki, senin havfın [korku] lezzetli bir tezellül [alçalma] olsun, muhabbetin zilletsiz [alçaklık] bir saadet olsun.

Evet, Hâlık-ı Zülcelâlinden [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] havf [korku] etmek, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf [korku] bir kamçıdır, Onun rahmetinin kucağına atar. Malûmdur ki, bir valide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celb [çekme] ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sinesine celb [çekme] ediyor. Halbuki, bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem’asıdır. [parıltı] Demek havfullahta [korku] azîm bir lezzet vardır.

Madem havfullahın [korku] böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta [Allah sevgisi] ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur. Hem Allah’tan havf [korku] eden, başkaların kasavetli, [sıkıntılı, üzüntülü] belâlı havfından [korku] kurtulur. Hem, Allah hesabına olduğu için, mahlûkata ettiği muhabbet dahi firaklı, [ayrılık] elemli olmuyor.

Evet, insan evvelâ nefsini sever. Sonra akaribini, [akrabalar, yakınlar] sonra milletini, sonra zîhayat [canlı] mahlûkları, [varlıklar] sonra kâinatı, dünyayı sever. Bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır; onların lezzetleriyle mütelezziz [lezzet alan] ve elemleriyle müteellim [acı çeken] olabilir. Halbuki, şu hercümerç [karışıklık, dağınıklık] âlemde ve rüzgâr deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından, biçare kalb-i insan [insan kalbi] her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima ıztırap içinde kalır. Yahut gafletle sarhoş olur.

Madem öyledir, ey nefis, aklın varsa bütün o muhabbetleri topla, hakikî sahibine ver, şu belâlardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve cemâl sahibine [sonsuz derecede güzellik sahibi, Allah] mahsustur. Ne vakit hakikî sahibine verdin; o vakit bütün eşyayı Onun namıyla ve Onun âyinesi [aynası] olduğu cihetle ıztırapsız sevebilirsin. Demek, şu muhabbet doğrudan doğruya kâinata sarf edilmemek gerektir. Yoksa muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elîm bir nikmet [azap, ceza (nimetin zıddı)] olur.

Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki: Ey nefis, sen muhabbetini kendi nefsine

122

sarf ediyorsun. Sen kendi nefsini kendine mâbud [ibadet edilen] ve mahbup [sevgili] yapıyorsun. Herşeyi nefsine feda ediyorsun. Adeta bir nevi rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] veriyorsun. Halbuki muhabbetin sebebi ya kemâldir—zira kemâl zâtında sevilir—yahut menfaattir, yahut lezzettir, veyahut hayriyettir; ya bunlar gibi bir sebep tahtında muhabbet edilir. Şimdi, ey nefis, birkaç Sözde kat’î ispat etmişiz ki, asıl mahiyetin kusur, naks, [eksiklik, noksanlık] fakr, aczden yoğrulmuştur ki; zulmet, [karanlık] karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibarıyla sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] kemâl, [eksiksiz ve mükemmel olma] cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ediyorsun. Demek, ey nefis, nefsine muhabbet değil, belki adavet [düşmanlık] etmelisin yahut acımalısın veyahut, mutmainne [şüphesiz, tam kanaatle inanma] olduktan sonra, şefkat etmelisin. Eğer nefsini seversen—çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir; [kaynak] sen de lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun—o [aşık] zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i nefsiyeyi [kişisel çıkar] nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma. Çünkü o bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark [boğma] eder, nefsinde bir lem’acıkla [parıltı] iktifa [yetinme] eder. Zira, nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber, bütün alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intifa [yok olma, sönme] ettiğin ve saadetleriyle mes’ut olduğun mevcudâtın [varlıklar] ve bütün kâinatın menfaatleri, nimetleri, iltifatına tâbi bir Mahbûb-u Ezelîyi [Ezelî Sevgili, varlığının başlangıcı olmayan ve bütün yaratılmışlar tarafından çok sevilen Allah] sevmekliğin lâzımdır—tâ, hem kendinin, hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz [lezzet alan] olasın, hem kemâl-i mutlakın [her yönüyle mükemmel olma] muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın.

Zaten sana, sende senin nefsine olan şedit [çok şiddetli] muhabbetin, Onun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir [Allah’ın yüce zâtına sevgi] ki, sen sûiistimal edip kendi zâtına sarf ediyorsun. Öyle ise, nefsindeki ene’yi yırt, Hüve‘yi [“O”, Allah] göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, Onun esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir; sen sûiistimal etmişsin, cezasını da çekiyorsun. Çünkü, yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-ı meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir. Rahmânü’r-Rahîm [dünya ve ahirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah] ismiyle, hurilerle

123

müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] Cennet gibi senin bütün arzularına câmi’ [kapsamlı] bir meskeni senin cismanî hevesâtına ihzar [hazırlama] eden; ve sair esmâsıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sair letâifin [duygular] arzularını tatmin edecek ebedî ihsânâtını o Cennette sana müheyyâ [hazır] eden; ve herbir isminde mânevî çok hazine-i ihsan ve kerem [cömertlik] [iyilik ve bağış hazinesi] bulunan bir Mahbûb-u Ezelînin, [Ezelî Sevgili, varlığının başlangıcı olmayan ve bütün yaratılmışlar tarafından çok sevilen Allah] elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel olabilir; kâinat Onun bir cüz’î [ferdî, küçük] tecellî-i muhabbetine [sevginin yansıması] bedel olamaz. Öyle ise, o Mahbûb-u Ezelînin [Ezelî Sevgili, varlığının başlangıcı olmayan ve bütün yaratılmışlar tarafından çok sevilen Allah] kendi habîbine [sevgili] söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi [ezelî buyruk, hükmü belli bir zamanla kayıtlı olmayan ferman] dinle, ittibâ [tâbi olma, bağlanma] et:

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ * 1

İKİNCİ MEYVE: Ey nefis! Ubûdiyet, [Allah’a kulluk] mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika [sonradan verilecek olan mükafatın başlangıcı] değil, belki netice-i nimet-i sabıkadır. [geçmişte verilmiş nimetin sonucu] Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve ubûdiyetle [Allah’a kulluk] muvazzafız.

Çünkü, ey nefis, hayr-ı mahz [iyiliğin ta kendisi] olan vücudu sana giydiren Hâlık-ı Zülcelâl, [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] sana iştiha[arzu, istek] bir mide verdiğinden, Rezzâk [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] ismiyle, bütün mat’umâtı [yenecek şeyler] bir sofra-i nimet [nimet sofrası] içinde senin önüne koymuştur.

Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rû-yi zemin [yeryüzü] kadar geniş bir sofra-i nimeti, [nimet sofrası] o ellerin önüne koymuştur.

Sonra, mânevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] [varlığın dış ve iç yüzü] gibi geniş bir sofra-i nimet, [nimet sofrası] o mide-i insaniyetin [insanın midesi] önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır.

Sonra, nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tagaddî [gıdalanma, beslenme] eden ve insaniyet-i kübrâ [büyük insanlık; İslâmiyetin hakikatleri] olan İslâmiyeti ve imanı sana verdiğinden, daire-i mümkinat [imkân alemi; varlığı ve yokluğu imkân dahilinde olan ve Allah tarafından yaratılan varlıklar âlemi] ile beraber Esmâ-i Hüsnâ [Allah’ın en güzel isimleri] ve sıfât-ı mukaddesenin [mukaddes sıfatlar] dairesine şamil bir sofra-i nimet [nimet sofrası] ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir.

124

Sonra, imanın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] bir sofra-i nimet [nimet sofrası] ve saadet ve lezzet sana ihsan [bağış] etmiştir.

Yani, cismâniyetin [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş] itibarıyla küçük, zayıf, âciz, zelil, [aşağılanan] mukayyet, [kayıt altında, bağlı] mahdut [sınırlanmış] bir cüzsün. Onun ihsanıyla, [bağış] cüz’î [ferdî, küçük] bir cüzden, küllî bir küll-ü nuranî [nurlu bir küll, bütün varlıklarla ilgisi olan bir kapsamlılık] hükmüne geçtin. Zira, hayatı sana vermekle, cüz’iyetten bir nevi külliyete; ve insaniyeti vermekle hakikî külliyete; ve İslâmiyeti vermekle ulvî ve nuranî bir külliyete; ve marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] ve muhabbeti vermekle muhit bir nura seni çıkarmış.

İşte, ey nefis, sen bu ücreti almışsın. Ubûdiyet [Allah’a kulluk] gibi lezzetli, nimetli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Halbuki buna da tembellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da, güya eski ücretleri kâfi [yeterli] gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimâne [zorbaca] istiyorsun. Ve hem “Niçin duam kabul olmadı?” diye nazlanıyorsun.

Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Cenneti ve saadet-i ebediyeyi, [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] mahz-ı fazl [iyilik ve bağışın ta kendisi] ve keremiyle [cömertlik] ihsan [bağış] eder. Sen daima rahmet ve keremine [cömertlik] iltica et, Ona güven ve şu fermanı dinle:

قُلْ بِفَضْلِ اللهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذٰ لِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ * 1

Eğer desen: “Şu küllî, hadsiz nimetlere karşı nasıl şu mahdut [sınırlanmış] ve cüz’î [ferdî, küçük] şükrümle mukabele [karşılama; karşılık verme] edebilirim?”

Elcevap: Küllî bir niyetle, hadsiz bir itikadla. [inanç] Meselâ, nasıl ki bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer. Ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?” Birden der: “Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini [benzer] sana hediye ederdim.”

İşte, hiç ihtiyacı olmayan ve raiyetinin [halk] derece-i sadakat [bağlılık derecesi] ve hürmetlerine alâmet

125

olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o biçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek itikad [inanç] liyakatini, en büyük bir hediye gibi kabul eder.

Aynen öyle de, âciz bir abd, [köle] namazında “Ettahiyyâtü lillâh” der. Yani, “Bütün mahlûkatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, [kulluk hediyesi] ben kendi hesabıma, umumunu Sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler [selâm, hediye] Sana takdim edecektim. Hem Sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın.” İşte şu niyet ve itikad, [inanç] pek geniş bir şükr-ü küllîdir. [bütün nimetler için varlıkların tamamı adına yapılan şükür]

Nebâtâtın [bitkiler] tohumları ve çekirdekleri, onların niyetleridir. Meselâ, kavun, kalbinde, nüveler [çekirdek] suretinde bin niyet eder ki, “Yâ Hâlıkım! [her şeyi yaratan Allah] Senin Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] nakışlarını [işleme] yerin birçok yerlerinde ilân etmek isterim.” Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için, onların niyetlerini bilfiil ibadet gibi kabul eder. “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır”1 şu sırra işaret eder.

Hem

سُبْحَانَكَ وَبِحَمْدِكَ عَدَدَ خَلْقِكَ وَرِضَۤاءَ نَفْسِكَ وَزِنَةَ عَرْشِكَ وَمِدَادَ كَلِمَاتِكَ وَنُسَبِّحُكَ بِجَمِيعِ تَسْبِيحَاتِ اَنْبِيَۤائِكَ وَاَوْلِيَۤائِكَ وَمَلٰۤئِكَتِكَ * 2

gibi hadsiz adetle tesbih etmenin hikmeti şu sırdan anlaşılır.

Hem nasıl bir zabit [subay] bütün neferâtının [asker] yekûn [bütün, toplam] hizmetlerini kendi namına padişaha takdim eder. Öyle de, mahlûkata zabitlik [subay] eden ve hayvânat ve nebâtâta [bitkiler] kumandanlık yapan ve mevcudat-ı arziyeye [yeryüzünde yaşayan varlıklar] halifelik etmeye kabil [mümkün] olan ve kendi hususî âleminde kendini herkese vekil telâkki [anlama, kabul etme] eden insan, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 3 der, bütün halkın ibadetlerini ve istiânelerini [yardım dileme] kendi namına Mâbûd-u Zülcelâle [sonsuz haşmet ve heybet sahibi ve herşeyin kendisine ibadet ettiği Allah] takdim eder.

126

Hem

سُبْحَانَكَ بِجَمِيعِ تَسْبِيحَاتِ جَمِيعِ مَخْلُوقَاتِكَ وَبِاَلْسِنَةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ * 1

der, bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] kendi hesabına söylettirir.

Hem اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَۤائِنَاتِ وَمُرَكَّبَاتِهَا 2 der, herşey namına bir salâvat [namazlar, dualar] getirir. Çünkü herşey nur-u Ahmedî [Peygamberimizin (a.s.m.) nuru] (a.s.m.) ile alâkadardır. İşte, tesbihatta, salâvatlarda [namazlar, dualar] hadsiz adetlerin hikmetini anla.

ÜÇÜNCÜ MEYVE: Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevî [âhirete ait iş] istersen; ve herbir dakika-i ömrünü [ömür dakikası] bir ömür kadar faideli görmek istersen; ve âdetini ibadete ve gafletini huzura kalb etmeyi [dönüştürme] seversen, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ [tâbi olma, bağlanma] et. Çünkü, bir muamele-i şer’iyeye [dinle ilgili davranış] tatbik-i amel [işin uygulanması, şeriat ve sünnete uyarlanması] ettiğin vakit, bir nevi huzur veriyor, bir nevi ibadet oluyor, uhrevî çok meyveler veriyor.

Meselâ birşeyi satın aldın. İcab ve kabul-ü şer’îyi tatbik ettiğin dakikada, o âdi alışverişin bir ibadet hükmünü alır. O tahattur-u hükm-ü şer’î, [dini hükmün hatırlanması] bir tasavvur-u vahiy [vahyi düşünme] verir. O dahi, Şârii [kanun koyucu, şeriatı gönderen Allah] düşünmekle, bir teveccüh-ü İlâhî [Allah’a yöneliş] verir. O dahi bir huzur verir. Demek, Sünnet-i Seniyyeye tatbik-i amel [işin uygulanması, şeriat ve sünnete uyarlanması] etmekle, bu fâni ömür, bâki meyveler verecek bir hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] medar [kaynak, dayanak] olacak olan faideler elde edilir.

فَاٰمِنُوا بِاللهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ الَّذِى يُؤْمِنُ بِاللهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ * 3

fermanını dinle. Şeriat ve Sünnet-i Seniyyenin ahkâmları [hükümler] içinde cilveleri intişar [açığa çıkma, yayılma] eden Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] herbir isminin feyz-i tecellîsine [yansımadan doğan feyiz, bereket] bir mazhar-ı câmi’ [kapsamlı bir görüntü yeri] olmaya çalış.

127

DÖRDÜNCÜ MEYVE: Ey nefis! Ehl-i dünyaya, [dünyada yaşayanlar] hususan ehl-i sefahete, [yasak zevk, eğlencelere düşkün olan kimseler] hususan ehl-i küfre bakıp, surî [görünüşte] ziynet ve aldatıcı gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] lezzetlerine aldanıp taklit etme. Çünkü sen onları taklit etsen, onlar gibi olamazsın. Pek çok sukut [alçalış, düşüş] edeceksin. Hayvan dahi olamazsın. Çünkü senin başındaki akıl, meş’um [kötü] bir âlet olur; senin başını daima dövecektir.

Meselâ, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşa’ub [kısım ve bölümlere ayrılma] etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi, birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer.

Ve başka sarayda, büyük elektrik lâmbasıyla merbut [bağlı] olmayan küçük elektrik lâmbaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini görebilir; hırsızlar istifade edemezler.

İşte, ey nefsim! Birinci saray, bir Müslümandır. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el’iyâzü billâh, [Allah korusun] kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] yeri ruhunda kalamaz. Hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve lâtifeler [berrak, şirin, hoş] karanlığa düşer. Ve kalbinde müthiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] edebilirsin? Hangi menfaati bulup, o tahribat zararını onunla tamir edersin?

Halbuki, ecnebiler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir—veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine [ahlâkî mükemmellikler, üstün özellikler] medar [kaynak, dayanak] olacak, Hazret-i Mûsâ ve İsâ aleyhimesselâma bir nevi imanları ve Hâlıklarına [her şeyi yaratan Allah] bir çeşit itikatları [inanç] kalabilir.

Ey nefs-i emmâre! [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] Eğer desen, “Ben ecnebi değil, hayvan olmak isterim”; sana kaç defa söylemiştim, hayvan gibi olamazsın. Zira kafandaki akıl olduğu için, o akıl geçmiş elemleri ve gelecek korkuları tokatıyla senin yüzüne, gözüne, başına çarparak dövüyor. Bir lezzet içinde bin elem katıyor. Hayvan ise, elem

128

siz, güzel bir lezzet alır, zevk eder. Öyle ise, evvelâ aklını çıkar, at, sonra hayvan ol. Hem كَاْلاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ 1 sille-i tedibini [edeplendirme tokadı] gör.

BEŞİNCİ MEYVE: Ey nefis! Mükerreren [defalarca] söylediğimiz gibi, insan, şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] meyvesi olduğundan, meyve gibi en uzak ve en câmi’ [kapsamlı] ve umuma bakar ve umumun cihetü’l-vahdetini [birlik yönü] içinde saklar bir kalb çekirdeğini taşıyan ve yüzü kesrete, [çokluk] fenâya, dünyaya bakan bir mahlûktur. Ubûdiyet [Allah’a kulluk] ise, onun yüzünü fenâdan bekàya, halktan Hakka, kesretten [çokluk] vahdete, [Allah’ın birliği] müntehâdan [bir şeyin en uç noktası] mebdee [başlangıç] çeviren bir hayt-ı vuslat, [kavuşma bağı] yahut mebde’ [başlangıç] ve müntehâ [bir şeyin en uç noktası] ortasında bir nokta-i ittisaldir. [bağlantı noktası]

Nasıl ki, tohum olacak kıymettar bir meyve-i zîşuur, [şuur sahibi, bilinçli meyve] ağacın altındaki zîruhlara [ruh sahibi] baksa, güzelliğine güvense, kendini onların ellerine atsa veya gaflet edip düşse, onların ellerine düşecek, parçalanacak, âdi birtek meyve gibi zayi olacak. Eğer o meyve, nokta-i istinadını [dayanak noktası] bulsa, içindeki çekirdek bütün ağacın cihetü’l-vahdetini [birlik yönü] tutmakla beraber, ağacın bekàsına ve hakikatinin devamına vasıta olacağını düşünebilse, o vakit o tek meyve içinde birtek çekirdek, bir hakikat-i külliye-i daimeye, bir ömr-ü bâki [devamlı ömür] içinde mazhar [erişme, nail olma] oluyor.

Öyle de, insan, eğer kesrete [çokluk] dalıp, kâinat içinde boğulup, dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fânilerin tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa, elbette nihayetsiz bir hasârete [zarar] düşer. Hem fenâ, hem fâni, hem ademe düşer. Hem mânen kendini idam [hiçlik, yokluk] eder. Eğer lisan-ı Kur’ân‘dan [Kur’ân dili] kalb kulağıyla iman derslerini işitip başını kaldırsa, vahdete [Allah’ın birliği] müteveccih [yönelen] olsa, ubûdiyetin [Allah’a kulluk] miracıyla [Allah’ın huzuruna yükselme] arş-ı kemâlâta [mükemmelliklerin, faziletlerin arşı, zirvesi] çıkabilir, bâki bir insan olur.

Ey nefsim! Madem hakikat böyledir. Ve madem millet-i İbrahimiyedensin [İbrahim milleti, tevhid inancını benimseyenler] (a.s.). İbrahimvâri لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ 2 de. Ve Mahbûb-u Bâkîye [sonsuz sevgili olan Allah] yüzünü çevir. Ve benim gibi şöyle ağla:Haşiye

ba

129

(Yirmi Beşinci Sözden)

İKİNCİ CİLVE: Kur’ân’ın şebâbetidir. [gençlik] Her asırda taze nazil oluyor gibi, tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor. Evet, Kur’ân, bir hutbe-i ezeliye [Allah’ın bütün varlıklara yönelik konuşması] olarak, umum asırlardaki umum tabakat-ı beşeriyeye [insan grupları] birden hitap ettiği için, öyle daimî bir şebâbeti [gençlik] bulunmak lâzımdır. Hem de öyle görülmüş ve görünüyor. Hattâ, efkârca [fikirler] muhtelif ve istidatça [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] mütebayin [ayrı ayrı] asırlardan, her asra göre, güya o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir.

Beşerin âsâr [eserler/asırlar] ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ediliyor. Fakat Kur’ân’ın hükümleri ve kanunları o kadar sabit ve rasihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur’ân’ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitap [Allah’ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler] insanları, Kur’ân’ın يَۤا اَهْلَ الْكِتَابِ * يَۤا اَهْلَ الْكِتَابِ 1 hitab-ı mürşidânesine o kadar muhtaçtır ki, güya o hitap doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir [yönelen] ve يَۤا اَهْلَ الْكِتَابِ lâfzı, “Yâ ehle’l-mekteb” mânâsını dahi tazammun [içerme, içine alma] eder; bütün şiddetiyle, bütün tazeliğiyle, bütün şebâbetiyle, [gençlik] يَۤا اَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا اِلٰى كَلِمَةٍ سَوَۤاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ 2 sayhasını [ses, sesleniş] âlemin aktârına [bölgeler] savuruyor.

Meselâ, şahıslar, cemaatler muârazasından [sözle karşı koyma, muhalefet] âciz kaldıkları Kur’ân’a karşı, bütün nev-i beşerin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârları [fikirlerin sonucu] olan medeniyet-i hazıra, [günümüz medeniyeti]  

130

Kur’ân’a karşı muâraza [sözle karşı koyma, muhalefet] vaziyetini almıştır; i’câz-ı Kur’ân‘a [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] karşı, sihirleriyle muâraza [sözle karşı koyma, muhalefet] ediyor. Şimdi, şu müthiş yeni muârazacıya [sözle karşı koyma, muhalefet] karşı, i’câz-ı Kur’ân‘ı, [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ 1 âyetinin dâvâsını ispat etmek için, medeniyetin muâraza [sözle karşı koyma, muhalefet] suretiyle vaz ettiği esâsâtı [esaslar] ve desâtirini, [düsturlar, kanunlar] esâsât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın esasları] ile karşılaştıracağız.

Birinci derecede: Birinci Sözden tâ Yirmi Beşinci Söze kadar olan muvazeneler [karşılaştırma/denge] ve mizanlar [ölçü] ve o Sözlerin hakikatleri ve başları olan âyetler, iki kere iki dört eder derecesinde, medeniyete karşı Kur’ân’ın i’câzını [mu’cize oluş] ve galebesini [üstün gelme] ispat eder.

İkinci derecede: On İkinci Sözde ispat edildiği gibi, bir kısım düsturlarını [kâide, kural] hülâsa [esas, öz] etmektir.

İşte, medeniyet-i hazıra, [günümüz medeniyeti] felsefesiyle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede [insanların sosyal hayatı] nokta-i istinadı [dayanak noktası] “kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı [hayat kanunu]cidal[mücadele] tanır. Cemaatlerin rabıtasını [bağ]unsuriyet [ırkçılık] ve menfi milliyet[ırkçılık] bilir. Gayesi, hevesât-ı nefsaniyeyi [nefsin hevesleri, arzu ve istekleri] tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi [insanın ihtiyaçları] tezyid [artırma, çoğaltma] etmek için bazı “lehviyattır.” [eğlenceler, oyunlar]

Halbuki, kuvvetin şe’ni, [belirleyici özellik] tecavüzdür. Menfaatin şe’ni, [belirleyici özellik] her arzuya kâfi [yeterli] gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin [mücadele prensibi] şe’ni, [belirleyici özellik] çarpışmaktır. Unsuriyetin [ırkçılık] şe’ni, [belirleyici özellik] başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte, şu medeniyetin şu düsturlarındandır [kâide, kural] ki, bütün mehâsiniyle [güzellikler] beraber, beşerin yüzde ancak yirmisine bir nevi surî [görünüşte] saadet verip seksenini rahatsızlığa, sefalete atmıştır.

Amma hikmet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın hikmeti] ise, nokta-i istinadı, [dayanak noktası] kuvvet yerine “hakkı” kabul eder. Gayede, menfaat yerine “fazilet ve rıza-i İlâhîyi” [Allah rızası] kabul eder. Hayatta, düstur-u cidal [mücadele prensibi] yerine, “düstur-u teâvünü” [yardımlaşma kanunu] esas utar. Cemaatlerin rabıtalarında, [bağ] unsuriyet [ırkçılık] ve milliyet yerine, “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî[din, sınıf ve vatan bağı] kabul eder. Gayâtı, [gayeler] hevesât-ı nefsaniyenin [nefsin hevesleri, arzu ve istekleri] nâmeşru tecavüzâtına [tecavüzler] sed çekip ruhu maâliyâta [yüksek ve derin fikirler] teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini [yüksek duygular] tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye [insana ait mükemmel özellikler] sevk edip insan etmektir.

131

Hakkın şe’ni [belirleyici özellik] ise ittifaktır. Faziletin şe’ni, [belirleyici özellik] tesanüddür. [dayanışma] Teâvünün [yardımlaşma] şe’ni, [belirleyici özellik] birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni, [belirleyici özellik] uhuvvettir, [kardeşlik] incizaptır. [bir şeyin çekiciliğine kapılma] Nefs-i emmâreyi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, [belirleyici özellik] saadet-i dâreyndir. [dünya ve ahiret mutluluğu] İşte, medeniyet-i hazıra, [günümüz medeniyeti] edyân-ı sâbıka-i semâviyeden, bahusus [hususan, özellikle] Kur’ân’ın irşâdâtından [nasihatler, doğru yolu gösteren sözler] aldığı mehâsinle [güzellikler] beraber, Kur’ân’a karşı böyle hakikat nazarında mağlûp düşmüştür.

Üçüncü derece: Binler mesâilinden, [meseleler] yalnız nümune olarak üç dört meseleyi göstereceğiz. Evet, Kur’ân’ın düsturları, [kâide, kural] kanunları, ezelden geldiğinden, ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir.

Meselâ, medeniyetin bütün cem’iyât-ı hayriyeleriyle, [hayır cemiyetleri] bütün cebbârâne [zorbaca, zor kullanarak] şedit [çok şiddetli] inzibat [âsayiş, düzen] ve nizâmatlarıyla, [anlaşmazlık, çekişme] bütün ahlâkî terbiyegâhlarıyla, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] iki meselesine karşı muâraza [sözle karşı koyma, muhalefet] edemeyip mağlûp düşmüşlerdir.

Meselâ وَاَقِيمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ 1 * وَاَحَلَّ اللهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰوا 2 Kur’ân’ın bu galebe-i i’cazkârânesini bir mukaddime [başlangıç] ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:

İşârâtü’l-İ’câz‘da [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] ispat edildiği gibi, bütün ihtilâlât[ihtilaller, karışıklıklar] beşeriyenin madeni bir kelime olduğu gibi, bütün ahlâk-ı seyyienin [kötü ahlâk] menbaı [kaynak] dahi bir kelimedir.

Birinci kelime: “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!”

İkinci kelime: “Sen çalış, ben yiyeyim.”

Evet, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede [insanların sosyal hayatı] havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve avam, [halk] yani zenginler ve fakirler, muvazeneleriyle [karşılaştırma/denge] rahatla yaşarlar. O muvazenenin [karşılaştırma/denge] esası ise, havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir. Şimdi, birinci kelime havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevk etmiştir. İkinci kelime avâmı kine, hasede, mübarezeye [karşı koyma] sevk edip rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır selb [ortadan kaldırma]

132

ettiği gibi, şu asırda sa’y, [çalışma] sermaye ile mübareze [karşı koyma] neticesi, herkesçe malûm olan Avrupa hâdisât-ı azîmesi [büyük hâdiseler, olaylar] meydana geldi.

İşte, medeniyet, bütün cem’iyât-ı hayriye [hayır cemiyetleri] ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şedit [çok şiddetli] inzibat [âsayiş, düzen] ve nizâmâtıyla [anlaşmazlık, çekişme] beşerin o iki tabakasını musalâha [barış yapma] edemediği gibi, hayat-ı beşerin [insan hayatı] iki müthiş yarasını tedavi edememiştir. Kur’ân, birinci kelimeyi, esasından “vücub-u zekât[zekâtın farz oluşu] ile kal’ eder, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını “hurmet-i ribâ[faizin haram oluşu] ile kal’ edip tedavi eder. Evet, âyet-i Kur’âniye [Kur’an âyeti] âlem kapısında durup ribâya [faiz] “Yasaktır” der. “Kavga kapısını kapamak için banka (ribâ) kapısını kapayınız” diyerek insanlara ferman eder, şakirtlerine [öğrenci] “Girmeyiniz” emreder.

İkinci esas: Medeniyet, taaddüd-ü ezvâcı [çok evlilik] kabul etmiyor; Kur’ân’ın o hükmünü, kendine muhalif-i hikmet [hikmete zıt] ve maslahat-ı beşeriyeye [insanlığın yararı] münâfi [aykırı] telâkki [anlama, kabul etme] eder.

Evet, eğer izdivaçtaki [evlilik] hikmet, yalnız kazâ-yı şehvet [şehvet ihtiyacını giderme] olsa, taaddüt [birden fazla olma] bilâkis, olmalı. Halbuki, hattâ bütün hayvânâtın şehadetiyle ve izdivac [evlenme] eden nebâtâtın [bitkiler] tasdikiyle sabittir ki, izdivacın [evlenme] hikmeti ve gayesi, tenasüldür. [üreme] Kazâ-yı şehvet [şehvet ihtiyacını giderme] lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz’iyedir. [küçük ücret] Madem hikmeten, hakikaten, izdivaç [evlilik] nesil içindir, nev’in bekàsı içindir. Elbette, bir senede yalnız bir defa tevellüde [doğma] kabil [mümkün] ve ayın yalnız yarısında kabil-i telâkkuh [gebeliği mümkün olan, döllenebilen] olan ve elli senede ye’se [ümitsizlik] düşen bir kadın, ekserî vakitte tâ yüz seneye kadar kabil-i telkih [dölleme kabiliyeti olan] bir erkeğe kâfi [yeterli] gelmediğinden, medeniyet pek çok fahişehâneleri [fuhuş yapılan yer] kabul etmeye mecburdur.

Üçüncü esas: Muhakemesiz [akıl yürütemeyen, düşüncesiz] medeniyet, Kur’ân kadına sülüs [(mirasta) üçte bir] verdiği için âyeti1 tenkit eder. Halbuki, hayat-ı içtimaiyede [sosyal hayat] ekser ahkâm [hükümler] ekseriyet itibarıyla olduğundan, ekseriyet itibarıyla bir kadın, kendini himaye edecek birisini bulur. Erkek ise, ona yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesai [birlikte çalışma] etmeye mecbur olur. İşte, bu surette, bir kadın pederinden yarısını alsa, kocası

133

noksaniyetini temin eder. Erkek pederinden iki parça alsa, bir parçasını tezevvüç ettiği kadının idaresine verecek; kızkardeşine müsavi [eşit] gelir. İşte adalet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın adaleti] böyle iktiza [bir şeyin gereği] eder, böyle hükmetmiştir.Haşiye [dipnot] 1

Dördüncü esas: Sanemperestliği [put] şiddetle Kur’ân men ettiği gibi, sanemperestliğin [put] bir nevi taklidi olan suretperestliği de men eder. Medeniyet ise, suretleri kendi mehâsininden [güzellikler] sayıp Kur’ân’a muâraza [sözle karşı koyma, muhalefet] etmek istemiş. Halbuki, gölgeli, gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir [taşlaşmış zulüm] veya bir riyâ-yı mütecessid [cesetleşmiş gösteriş] veya bir heves-i mütecessimdir [cisimleşmiş heves] ki, beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder.

Hem Kur’ân, merhameten, kadınların hürmetini muhafaza için, hayâ perdesini takmasını emreder-tâ hevesât-ı rezilenin ayağı altında, o şefkat madenleri zillet [alçaklık] çekmesinler; âlet-i hevesat, [gelip geçici istekler, arzular âleti] ehemmiyetsiz bir metâ hükmüne geçmesinler.Haşiye [dipnot] 2 Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki, aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde [ara] mütekabil [karşılıklı] hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki, açık saçıklık, samimî hürmet ve muhabbeti izale [giderme] edip ailevî hayatı zehirlemiştir. Hususan suretperestlik, [surete tapmak, görünüşe çok değer vermek, fotoğrafa tapmak] ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha [ruhun alçalması] sebebiyet verdiği şununla anlaşılır:

Nasıl ki, merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle [şehvet ve hevesle bakma] bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder. Öyle de, ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine

134

hevesperverâne [nefsin istek ve arzularına düşkün bir şekilde] bakmak, derinden derine hissiyât-ı ulviye-i insaniyeyi [insanın yüksek duyguları] sarsar, tahrip eder.

İşte, şu üç misal gibi binler mesâil-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın meseleleri] herbirisi, saadet-i beşeriyeyi [insanın mutluluğu] dünyada temine hizmet etmekle beraber, hayat-ı ebediyesine [sonsuz âhiret hayatı] de hizmet eder. Sair meseleleri, mezkûr [adı geçen] meselelere kıyas edebilirsin.

Nasıl medeniyet-i hazıra [günümüz medeniyeti] Kur’ân’ın hayat-ı içtimaiye-i beşere ait olan düsturlarına [kâide, kural] karşı mağlûp olup Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsine [mânevî mu’cizelik] karşı hakikat noktasında iflâs eder. Öyle de, medeniyetin ruhu olan felsefe-i Avrupa [Avrupa felsefesi] ve hikmet-i beşeriyeyi, [insanın bilgi ve felsefesi] hikmet-i Kur’ân‘la [Kur’ân’ın hikmeti] yirmi beş adet Sözlerde mizanlarla [ölçü] iki hikmetin muvazenesinde, [karşılaştırma/denge] hikmet-i felsefiye [felsefî görüş, bilgi] âcize [güçsüz, zayıf] ve hikmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hikmeti] mu’cize olduğu kat’iyetle ispat edilmiştir. Nasıl ki, On Birinci ve On İkinci Sözlerde hikmet-i felsefiyenin [felsefî görüş, bilgi] aczi ve iflâsı ve hikmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hikmeti] i’câzı [mu’cize oluş] ve gınâ[zenginlik] ispat edilmiştir; müracaat edebilirsin.

Hem nasıl medeniyet-i hazıra, [günümüz medeniyeti] hikmet-i Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın hikmeti] ilmî ve amelî i’câzına [mu’cize oluş] karşı mağlûp oluyor. Öyle de, medeniyetin edebiyat ve belâğati [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] de, Kur’ân’ın edep ve belâğatine [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] karşı nisbeti, öksüz bir yetimin muzlim [karanlık] bir hüzünle ümitsiz ağlayışı, hem süflî [alçak] bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınâsının [şarkı bağırtısı] (şarkı demektir) nisbeti ile, ulvî bir âşığın muvakkat [geçici] bir iftiraktan [ayrılık] müştakane, ümitkârâne bir hüzünle gınâ[zenginlik] (şarkısı) , hem zafer veya harbe ve ulvî fedakârlıklara sevk etmek için teşvikkârâne [teşvik ederek, bir şeye yönlendirerek] kasâid-i vataniyeye [vatan kasideleri, [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] marşlar] nisbeti gibidir. Çünkü edeb ve belâğat, [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] tesir-i üslûp [üslûbun etkisi] itibarıyla ya hüzün verir, ya neş’e verir.

Hüzün ise iki kısımdır: Ya fakdü’l-ahbaptan [dostsuzluk ve ahbapsızlık] gelir, yani ahbapsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dalâlet-âlûd, [inkâr ve sapıklıkla karışık] tabiatperest, gaflet-pîşe [gaflet içinde] olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün firaku’l-ahbaptan [ayrılık] gelir; yani ahbap var, firakında [ayrılık] müştakane bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidayet-edâ, [hidayet verici] nurefşan [nur saçan] Kur’ân’ın verdiği hüzündür.

Amma neş’e ise, o da iki kısımdır: Birisi nefsi hevesâtına teşvik eder. O da

135

tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir. [belirleyici özellik] İkinci neş’e, nefsi susturup ruhu, kalbi, aklı, sırrı maâliyâta, [yüksek ve derin fikirler] vatan-ı aslîlerine, [asıl vatan] makarr-ı ebedîlerine, [sonsuz kalınacak yer] ahbab-ı uhrevîlerine [âhiretteki dostlar] yetişmek için lâtif [berrak, şirin, hoş] ve edebli, masumâne bir teşviktir ki, o da Cennet ve saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve rüyet-i cemâlullaha [Rabbimizin güzelliğini seyretme] beşeri sevk eden ve şevke getiren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] verdiği neş’edir.

İşte,

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰى اَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا * 1

ifade ettiği azîm mânâ ve büyük hakikat, kasıru’l-fehim [anlayışı kısa] olanlarca ve dikkatsizlikle, mübalâğalı [abartılı] bir belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] için muhal [bâtıl, boş söz] bir suret zannediliyor. Hâşâ! Mübalâğa değil, muhal [bâtıl, boş söz] bir suret değil, ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] bir belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] ve mümkün ve vaki bir surettedir.

O suretin bir vechi şudur ki: Yani, Kur’ân’dan tereşşuh [sızma/sızıntı] etmeyen ve Kur’ân’ın malı olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur’ân’ı tanzir [benzerini yapma] edemez demektir. Hem edememiş ki, gösterilmiyor.

İkinci vecih [yön] şudur ki: Cin ve insin, hattâ şeytanların netice-i efkârları [fikirlerin sonucu] ve muhassala-i mesaileri [çalışmalardan elde edilen netice] olan medeniyet ve hikmet-i felsefe [felsefe ilmi] ve edebiyat-ı ecnebiye, [yabancı edebiyat] Kur’ân’ın ahkâm [hükümler] ve hikmet ve belâğatine [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] karşı âciz derekesindedirler [aşağı derece] demektir. Nasıl da nümunesini gösterdik.