İMAN VE KÜFÜR MUVAZENELERİ – Meyve Risalesi -2 (186-225)

186

Yirmi Dördüncü Lem’a [parıltı]

 Tesettür hakkındadır

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يَۤا اَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لاَزْوَاجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِسَۤاءِ الْمُؤْمِنِينَ يُدْنِينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلاَبِيبِهِنَّ * 1

(ilâ âhir) âyeti, tesettürü emrediyor. Medeniyet-i sefihe [insanları zevk ve eğlenceye yönelten medeniyet; Batı medeniyeti] ise, Kur’ân’ın bu hükmüne karşı muhalif gidiyor. Tesettürü fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] görmüyor, bir esarettir diyor.Haşiye [dipnot]

Elcevap: Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu hükmü tam fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] olduğuna ve muhalifi gayr-ı fıtrî [yaratılışa uygun olmayan] olduğuna delâlet eden çok hikmetlerinden yalnız dört hikmetini beyan ederiz.

BİRİNCİ HİKMET

Tesettür, kadınlar için fıtrîdir [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ve fıtratları iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Çünkü kadınlar hilkaten zayıf ve nazik olduklarından, kendilerini ve hayatından ziyade sevdiği

187

yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduğundan, kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale mâruz kalmamak için fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir meyli var.

Hem kadınların on adetten altı yedisi, ya ihtiyardır, ya çirkindir ki, ihtiyarlığını ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır, kendinden daha güzellere nisbeten çirkin düşmemek veya tecavüzden ve ittihamdan [suçlama] korkar; taarruza mâruz kalmamak ve kocası nazarında hıyanetle müttehem [itham olunan, kendisinden şüphe edilen] olmamak için, fıtraten tesettür isterler. Hattâ dikkat edilse, en ziyade kendini saklayan, ihtiyarlardır. Ve on adetten ancak iki üç tanesi bulunabilir ki, hem genç olsun, hem güzel olsun, hem kendini göstermekten sıkılmasın.

Malûmdur ki, insan sevmediği ve istiskal ettiği adamların nazarından sıkılır, müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olur. Elbette açık saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın, bakmasına hoşlandığı nâmahrem [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskal eder. Hem tefahhuş [fuhşa girme, ahlâksızlık] ve tefessüh [bozulma] etmeyen bir güzel kadın, nazik ve serîütteessür [çabuk üzülen, çabuk ve kolay etkilenen] olduğundan, maddeten tesiri tecrübe edilen, belki semlendiren [zehirleyen, kirleten] pis nazarlardan elbette sıkılır. Hattâ işitiyoruz, açık saçıklık yeri olan Avrupa’da çok kadınlar, bu dikkat-i nazardan [bakış inceliği; inceden inceye düşünme ve bakma] sıkılarak, “Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar” diye polislere şekvâ [şikayet] ediyorlar. Demek, medeniyetin ref-i tesettürü [tesettürün kaldırılması] hilâf-ı fıtrattır. [yaratılışa ters] Kur’ân’ın tesettür emri fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] olmakla beraber, o maden-i şefkat [şefkat kaynağı] ve kıymettar birer refika-i ebediye [sonsuz hayatta hayat arkadaşı olacak kadın] olabilen kadınları, tesettür ile sukuttan, [alçalış, düşüş] zilletten [alçaklık] ve mânevî esaretten ve sefaletten kurtarıyor.

Hem kadınlarda ecnebî erkeklere karşı, fıtraten korkaklık, tahavvüf [korkuya düşme, korkma] var. Tahavvüf [korkuya düşme, korkma] ise, fıtraten, tesettürü iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Çünkü, sekiz dokuz dakika bir zevki cidden acılaştıracak sekiz dokuz ay ağır bir veled [çocuk] yükünü zahmetle çekmekle beraber, hâmisiz [koruyucusuz] bir veledin [çocuk] terbiyesiyle, sekiz dokuz sene, o sekiz dokuz dakika gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] zevkin belâsını çekmek ihtimali var. Ve kesretle [çokluk] vâki olduğundan, cidden şiddetle nâmahremlerden [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] fıtratı korkar ve cibilliyeti [yaratılıştan gelen huy, karakter] sakınmak ister. Ve tesettürle, nâmahremin [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] iştihasını [arzu, istek] açmamak ve tecavüzüne meydan vermemek, zayıf hilkati [yaratılış] emreder ve kuvvetli ihtar eder. Ve bir siperi ve kalesi, çarşafı

188

olduğunu gösteriyor. Mesmûâtıma [dinlemeye değer, duyum, duyulmuş şey, söz, bilgi] göre, merkez ve payitaht-ı hükûmette, [başkent] çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gayet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!

İKİNCİ HİKMET

Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet ve alâka, yalnız dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet, bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] mahsus bir refika-i hayat [hayat arkadaşı, eş] değildir. Belki hayat-ı ebediyede [sonsuz âhiret hayatı] dahi bir refika-i hayattır. [hayat arkadaşı, eş]

Madem hayat-ı ebediyede [sonsuz âhiret hayatı] dahi kocasına refika-i hayattır; [hayat arkadaşı, eş] elbette, ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı, başkasının nazarını kendi mehâsinine [güzellikler] celb [çekme] etmemek ve onu darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir. Madem mü’min olan kocası, sırr-ı imana [iman sırrı] binaen, onunla alâkası hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] münhasır ve yalnız hayvânî ve güzellik vaktine mahsus, muvakkat [geçici] bir muhabbet değil, belki hayat-ı ebediyede [sonsuz âhiret hayatı] dahi bir refika-i hayat [hayat arkadaşı, eş] noktasında esaslı ve ciddî bir muhabbetle, bir hürmetle alâkadardır. Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil, belki ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde dahi o ciddî hürmet ve muhabbeti taşıyor. Elbette ona mukabil, o da kendi mehâsinini [güzellikler] onun nazarına tahsis ve muhabbetini ona hasretmesi, mukteza-yı insaniyettir. [insanlığın gereği] Yoksa pek az kazanır, fakat pek çok kaybeder.

Şer’an koca, karıya küfüv [denk] olmalı, yani, birbirine münasip olmalı. Bu küfüv [denk] ve denk olmak, en mühimi, diyanet noktasındadır.

Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklit eder; refikasını [arkadaş, yoldaş, yardımcı] hayat-ı ebediyede [sonsuz âhiret hayatı] kaybetmemek için mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] olur.

Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp “Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim” diye takvâya girer.

Veyl [yazık] o erkeğe ki, saliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] girer.

189

Ne bedbahttır o kadın ki, müttakî [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] kocasını taklit etmez, o mübarek ebedî arkadaşını kaybeder.

Binler veyl [yazık] o iki bedbaht zevc ve zevceye ki, birbirinin fıskını [günah] ve sefahetini [ahmaklık, beyinsizlik] taklit ediyorlar, birbirine ateşe atılmasında yardım ediyorlar.

ÜÇÜNCÜ HİKMET

Bir ailenin saadet-i hayatiyesi, [hayatın mutluluğu] koca ve karı mâbeyninde [ara] bir emniyet-i mütekabile [karşılıklı güven] ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o emniyeti bozar, o mütekabil [karşılıklı] hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü, açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzeli görmediğinden, kendini ecnebîye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile [karşılıklı saygı göstermek] gitmekle beraber, gayet çirkin ve gayet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir. Şöyle ki:

İnsan, hemşire misilli [benzer] mahremlerine karşı fıtraten şehvânî [şehvetle ilgili] his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karâbet [yakınlık] ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşrua[dine uygun, helâl sevgi] ihsas [hissettirme] ettiği cihetle, nefsî, şehvânî [şehvetle ilgili] temâyülâtı [eğilim gösterme, ilgi ve istek duyma] kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî [alçak] nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. [eşit] Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farika[ayırt edici işaret] olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, [arzulu bakış] bir kısım süflî [alçak] mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir! [insanlığın alçalışı]

DÖRDÜNCÜ HİKMET

Malûmdur ki, kesret-i nesil, [neslin çokluğu] herkesçe matluptur. [istek] Hiçbir millet ve hükûmet

190

yoktur ki, kesret-i tenasüle [neslin çoğalması] taraftar olmasın. Hattâ Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş:

تَنَاكَحُوا تَكَاثَرُوا فَاِنِّى اُبَاهِى بِكُمُ اْلاُمَمَ * 1

(ev kemâ kàl.) Yani, “İzdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin kesretinizle [çokluk] iftihar edeceğim.”

Halbuki tesettürün ref’i, [kaldırma] izdivacı [evlenme] teksir [çoğalma] etmeyip çok azaltıyor. Çünkü, en serseri ve asrî [yüzyıl/modern] bir genç dahi refika-i hayatını [hayat arkadaşı, eş] namuslu ister. Kendi gibi asrî, [yüzyıl/modern] yani açık saçık olmasını istemediğinden bekâr kalır, belki de fuhşa sülûk [mânevî yol alma] eder.

Kadın öyle değil; o derece kocasını inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] altına alamaz. Çünkü kadının—aile hayatında müdir-i dahilî [iç işleri yöneten] olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evlâdına ve herşeyine muhafaza memuru olduğundan—en esaslı hasleti [huy, karakter] sadakattir, emniyettir. Açık saçıklık ise, bu sadakati kırar, kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir. Hattâ erkeklerde iki güzel haslet [huy, karakter] olan cesaret ve sehâvet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakate zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir, [kötü ahlâk] kötü haslet [huy, karakter] sayılırlar. Fakat kocasının vazifesi, ona hazinedarlık ve sadakat değil, belki himâyet ve merhamet ve hürmettir.Onun için, o erkek inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] altına alınmaz, başka kadınları da nikâh [evlenmek] edebilir.

Memleketimiz Avrupa’ya kıyas edilmez. Çünkü orada, düello gibi çok şiddetli vasıtalarla, açık saçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilir. İzzet-i nefis sahibi birisinin karısına pis nazarla bakan, boynuna kefenini takar, sonra bakar. Hem memâlik-i bâride [soğuk memleketler] olan Avrupa’daki tabiatlar, o memleket gibi bârid ve câmiddirler. Bu Asya, yani âlem-i İslâm [İslâm âlemi] kıt’ası, [dünyanın kara paçalarından her biri] ona nisbeten memâlik-i harredir. [sıcak memleketler] Malûmdur ki, muhitin, insanın ahlâkı üzerinde tesiri vardır. O bârid [soğuk] memlekette, soğuk insanlarda hevesât-ı hayvâniyeyi [hayvansal hisler, arzular] tahrik etmek ve iştahı [şiddetli istek, arzu] açmak için

191

açık saçıklık belki çok sû-i istimâlâta [kötüye kullanma] ve isrâfâta [israflar, lüzumsuz yere kullanmalar] medar [kaynak, dayanak] olmaz. Fakat seriütteessür [çabuk ve kolay etkilenen] ve hassas olan memâlik-i harredeki [sıcak memleketler] insanların hevesât-ı nefsâniyesini [nefsin gelip geçici arzu ve istekleri] mütemadiyen tehyiç [heyecanlandırma, harekete geçirme] edecek açık saçıklık, elbette çok sû-i istimâlâta [kötüye kullanma] ve isrâfâta [israflar, lüzumsuz yere kullanmalar] ve neslin zaafiyetine [zayıflık, güçsüzlük] ve sukut-u kuvvete [kuvvetten düşme] sebeptir. Bir ayda veya yirmi günde ihtiyac-ı fıtrîye [doğal ihtiyaç] mukabil, her birkaç günde kendini bir israfa mecbur zanneder. O vakit, her ayda on beş gün kadar hayız gibi arızalar münasebetiyle kadından tecennüp etmeye mecbur olduğundan, nefsine mağlûp ise fuhşiyata da meyleder.

Şehirliler, köylülere, bedevîlere bakıp tesettürü kaldıramaz. Çünkü köylerde, bedevîlerde, derd-i maişet [geçim derdi] meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yorulmak münasebetiyle, hem şehirlilere nisbeten nazar-ı dikkati az celb [çekme] eden, mâsûme işçi ve bir derece kaba kadınların kısmen açık olmaları, hevesât-ı nefsâniyeyi [nefsin gelip geçici arzu ve istekleri] tehyice [heyecanlandırma] medar [kaynak, dayanak] olamadığı gibi, serseri ve işsiz adamlar az bulunduğundan, şehirdeki mefâsidin [ahlâkı bozan şeyler] onda biri onlarda bulunmaz. Öyleyse onlara kıyas edilmez.

ba

192

Birinci Mektubun Dördüncü Suali

Mahbuplara [sevgili] olan aşk-ı mecazî [gerçek olmayan aşk, geçici şeylere âşık olma] aşk-ı hakikîye [hakikat aşkı; doğruluğa karşı hissedilen aşk] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ettiği gibi, acaba ekser nasta bulunan, dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî [gerçek olmayan aşk, geçici şeylere âşık olma] dahi bir aşk-ı hakikîye [hakikat aşkı; doğruluğa karşı hissedilen aşk] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] edebilir mi?

Elcevap: Evet. Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, [gerçek olmayan aşk, geçici şeylere âşık olma] eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval [geçip gitme] ve fenâ çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbup [sevgili] arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esmâ-i İlâhiye ve mezraa-i âhiret [âhiretin tarlası] olan iki diğer yüzüne bakmaya muvaffak olursa, o gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikîye [hakikat aşkı; doğruluğa karşı hissedilen aşk] inkılâba yüz tutar. Fakat bir şartla ki, kendinin zâil [geçici, yok olucu] ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını haricî dünyaya iltibas [karıştırma] etmemektir. Eğer ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve gaflet gibi kendini unutup, âfâka dalıp, umumî dünyayı hususî dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer, boğulur. Meğer ki, harika olarak bir dest-i inâyet [koruyucu el] onu kurtarsın. Şu hakikati tenvir [aydınlatma] için şu temsile bak:

Meselâ, şu güzel, ziynetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam âyinesi [aynası] bulunsa, o vakit beş oda olur: biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî. Herbirimiz, kendi âyinemiz vasıtasıyla, hususî odamızın şeklini, heyetini, rengini [rengârenk, süslü, parlak] değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak kırmızı, yeşil boyasak yeşil gösterir. Ve hâkezâ, âyinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz. Çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat haricî ve umumî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir [değiştirme] edemeyiz. Hususî oda ile umumî oda hakikatte birbirinin aynı iken, ahkâmda [hükümler] ayrıdırlar. Sen bir parmakla odanı harap edebilirsin; ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.

İşte, dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı bir endam âyinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sahifedir, hayatımız bir kalem—onunla, sahife-i a’mâlimize [iş ve davranışların yazıldığı sahife] geçecek çok şeyler yazılıyor.

193

Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki, dünyamız, hayatımız üstünde bina edildiği için, hayatımız gibi zâil, [geçici, yok olucu] fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait muhabbetimiz, o hususî dünyamız âyine [ayna] olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u esmâ-i İlâhiyeye [Allah’ın güzel isimlerinin nakışları] döner, ondan cilve-i esmâya [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] intikal eder.

Hem o hususî dünyamız, âhiret ve Cennetin muvakkat [geçici] bir fidanlığı olduğunu derk [anlama, algılama] edip, ona karşı şedit [çok şiddetli] hırs ve talep ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi [meyve] ve sümbülü olan uhrevî fevâidine [faydalar] çevirsek, o vakit o mecazî aşk hakikî aşka inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder.

Yoksa, نَسُوا اللهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ اُولٰۤئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olup, nefsini unutup, hayatın zevâlini [batış, kayboluş] düşünmeyerek hususî, kararsız dünyasını aynı umumî dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut [ölümsüz] farz ederek dünyaya saplansa, şedit [çok şiddetli] hissiyatla ona sarılsa, onda boğulur, gider. O muhabbet onun için hadsiz belâ ve azaptır. Çünkü, o muhabbetten yetimâne bir şefkat, meyusâne [ümitsiz] bir rikkat [acıma] tevellüt [doğma] eder. Bütün zîhayatlara [canlı] acır, hattâ güzel ve zevâle [batış, kayboluş] maruz bütün mahlûkata bir rikkat [acıma] ve bir firkat [ayrılık] hisseder; elinden birşey gelmez, ye’s-i mutlak [tam bir ümitsizlik] içinde elem çeker.

Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit [çok şiddetli] şefkatin elemine karşı ulvî bir tiryak [derman, ilaç] bulur ki, acıdığı bütün zîhayatların [canlı] mevt [ölüm] ve zevâlinde [batış, kayboluş] bir Zât-ı Bâkînin [kendi varlığı sonsuza kadar devam eden ve dilediği varlığa bekâ veren, onları sonsuz ve kalıcı hale getiren Zât; Allah] bâki esmâsının daimî cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları [ruhların aynası] bâki görür; şefkati bir sürura [mutluluk] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Hem zeval [geçip gitme] ve fenâya maruz bütün güzel mahlûkatın arkasında bir cemâl-i münezzeh [kusur ve çirkinlikten uzak güzellik] ve hüsn-ü mukaddes [kutsal ve kusursuz güzellik] ihsas [hissettirme] eden bir nakış [işleme] ve

194

tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve san’at ve tezyin [süsleme] ve ihsan [bağış] ve tenvir-i daimîyi [daimî, sürekli aydınlık, aydınlatma] görür. O zeval [geçip gitme] ve fenâyı, tezyid-i hüsün [güzelliğin ziyadeleşmesi, artması] ve tecdid-i lezzet [lezzeti yenileme, tazeleme] ve teşhir-i san’at [san’atın sergilenmesi] için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî

ba

195

Dokuzuncu Mektubun

Üçüncü Kısmı

SALİSEN: Görüyorum ki, şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misafirhane-i askerî [askerî misafirhane] telâkki [anlama, kabul etme] etsin ve öyle de iz’an [kesin şekilde inanma] etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telâkki [anlama, kabul etme] ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızâ[Allah’tan gelen herşeye razı olanların mertebesi] çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına daimî bir elmasın fiyatını vermez; istikamet [doğru] ve lezzetle hayatını geçirir.

Evet, dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir.

Bâki umur-u uhreviye [âhirete ait işler] ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir.

İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hâkezâ şedit [çok şiddetli] hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi [âhirete ait işler] kazanmak için verilmiştir.

O hissiyatı şiddetli bir surette fâni umur-u dünyeviyeye [dünyaya ait işler] tevcih [yöneltme] etmek, fâni ve kırılacak şişelere bâki elmas fiyatlarını vermek demektir.

Şu münasebetle bir nokta hatıra gelmiş; söyleyeceğim. Şöyle ki:

Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara [sevgili] müteveccih [yönelen] olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî mahbup, [sevgili] o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, [gerçek olmayan aşk, geçici şeylere âşık olma] aşk-ı hakikîye [hakikat aşkı; doğruluğa karşı hissedilen aşk] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder.

İşte, insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin, aşk gibi, iki mertebesi var: biri mecazî, biri hakikî. Meselâ, endişe-i istikbal [gelecek endişesi] hissi herkeste var. Şiddetli bir

196

surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüt altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gafiller hakkında taahhüt altına alınmamış bir istikbale teveccüh [ilgi] eder.

Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir. Bakar ki, muvakkaten [geçici] onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyâya medar [kaynak, dayanak] olan câh, [makam, mevki] o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî câh [makam, mevki] olan merâtib-i mâneviyeye [mânevî mertebeler] ve derecât-ı kurbiyeye [Allah’a yakınlık dereceleri] ve zâd-ı âhirete [âhiret azığı] ve hakikî mal olan a’mâl-i salihaya [Allah için yapılan iyi işler] teveccüh [ilgi] eder. Fena haslet [huy, karakter] olan hırs-ı mecazî [gelip geçici olan şeylere gösterilen hırs] ise, âli [yüce] bir haslet [huy, karakter] olan hırs-ı hakikîye [Allah rızası ve âhiret için gösterilen ve gerçek hedefine yönelen hırs] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder.

Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, [geçici, yok olucu] fâni umurlara [emirler] karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli birşeye inat namına sebat [kalıcı olma, sabit kalma] eder. Bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münâfidir. [aykırı] O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye [gelip geçici işler] vermeyip, âli [yüce] ve bâki olan hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] ve esâsât-ı İslâmiyeye [İslâm dininin esasları] ve hidemât-ı uhreviyeye [âhirete yönelik hizmetler, görevler] sarf eder. O haslet-i rezile [kötü huy] olan inad-ı mecazî, [gerçek hedefine yöneltilmeyen gereksiz ve faydasız inat] güzel ve âli [yüce] bir haslet [huy, karakter] olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata [kalıcı olma, sabit kalma] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder.

İşte, şu üç misal gibi, insanlar, insana verilen cihazat-ı mâneviyeyi, [mânevî donanım] eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilâne davransa, ahlâk-ı rezileye [kötü ahlâk] ve israfat [israflar, savurganlıklar] ve abesiyete [anlamsızlık] medar [kaynak, dayanak] olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna [emirler] ve şiddetlilerini vezâif-i uhreviyeye ve mâneviyeye sarf etse, ahlâk-ı hamîdeye [övgüye değer huylar] menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne [dünya ve ahiret mutluluğu] medar [kaynak, dayanak] olur.

197

İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler, “Haset etme, hırs gösterme, adâvet [düşmanlık] etme, inat etme, dünyayı sevme.” Yani, “Fıtratını değiştir” gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak [güç yetirilmez] bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki, “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını [akım yeri] değiştiriniz”; hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında [güç yetirebilecek alan] bir emr-i teklif [görev emri] olur.

RABİAN: Ulema-i İslâm [İslâm âlimleri] ortasında “İslâm” ve “iman”ın farkları çok medar-ı bahsolmuş. [bahis sebebi, söz konusu] Bir kısmı “İkisi birdir,” diğer kısmı “İkisi bir değil, fakat biri birisiz olmaz” demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan etmişler. Ben şöyle bir fark anladım ki:

İslâmiyet iltizamdır; [kabul etme, taraftarlık] iman iz’andır. [kesin şekilde inanma] Tabir-i diğerle, [başka bir deyiş, başka bir ifâde] İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; [boyun eğme] iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir.

Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hükümleri] şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla [kabul etme, taraftarlık] İslâmiyete mazhardı; “dinsiz bir Müslüman” denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hükümleri] tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam [kabul etme, taraftarlık] etmiyorlar; “gayr-ı müslim [Müslüman olmayan] bir mü’min” tabirine mazhar [erişme, nail olma] oluyorlar.

Acaba İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat [kurtuluş sebebi] olabilir mi?

Elcevap: İmansız İslâmiyet sebeb-i necat [kurtuluş nedeni] olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat [kurtuluş sebebi] olamaz. Felillâhi’l-hamdü ve’l-minnetü [“hamd ve minnet sadece Allah’a aittir”] Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] feyziyle, Risale-i Nur mizanları, [ölçü] din-i İslâmın [İslâm dini] ve hakaik-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] meyvelerini ve neticelerini öyle bir tarzda göstermişlerdir ki, dinsiz dahi onları anlasa, taraftar olmamak kàbil [gibi] değil. Hem iman ve İslâmın delil ve burhanlarını [delil] o derece kuvvetli göstermişlerdir ki, gayr-ı müslim [Müslüman olmayan] dahi anlasa, herhalde tasdik edecektir; gayr-ı müslim [Müslüman olmayan] kaldığı halde iman eder.

Evet, Sözler, tûbâ-i Cennetin [Cennetteki tûbâ ağacı] meyveleri gibi tatlı ve güzel olan iman ve İslâmiyetin meyvelerini ve saadet-i dâreynin [dünya ve ahiret mutluluğu] mehâsini [güzellikler] gibi hoş ve şirin öyle neticelerini göstermişler ki, görenlere ve tanıyanlara nihayetsiz bir tarafgirlik ve

198

iltizam [kabul etme, taraftarlık] ve teslim hissini verir. Ve silsile-i mevcudat [varlıklar zinciri] gibi kuvvetli ve zerrat [atomlar] gibi kesretli [çokluk] iman ve İslâmın burhanlarını [delil] göstermişler ki, nihayetsiz bir iz’an [kesin şekilde inanma] ve kuvvet-i iman [iman gücü] verirler. Hattâ, bazı defa Evrâd-ı Şah-ı Nakşibendîde şehadet getirdiğim vakit, عَلٰى ذٰلِكَ نَحْيٰى وَعَلَيْهِ نَمُوتُ وَعَلَيْهِ نُبْعَثُ غَدًا 1 dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse, bir hakikat-i imaniyeyi [iman gerçeği] feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa, birtek hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor.

وَاٰمَنَّا بِمَۤا اَرْسَلْتَ مِنْ رَسُولٍ وَاٰمَنَّا بِمَۤا اَنْزَلْتَ مِنْ كِتَابٍ وَصَدَّقْنَا * 2

dediğim vakit, nihayetsiz bir kuvvet-i iman [iman gücü] hissediyorum. Hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] herbirisinin aksini aklen muhal [bâtıl, boş söz] telâkki [anlama, kabul etme] ediyorum. Ehl-i dalâleti [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] nihayetsiz ebleh [ahmak] ve divane görüyorum.

Senin valideynine [anne ve baba] pek çok selâm ve arz-ı hürmet [hürmet etme, saygı sunma] ederim. Onlar da bana dua etsinler. Sen benim kardeşim olduğun için, onlar da benim peder ve validem hükmündedirler. Hem köyünüze, hususan senden Sözleri işitenlere umumen selâm ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 3

Said Nursî

ba

199

(Yirmi Dokuzuncu Mektuptan)

Beşinci Risale olan Beşinci Kısım

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ * 1

âyet-i pür-envârının çok envâr-ı esrarından [sırların nurları; bilinmeyen gizli şeylerin ışıkları] bir nurunu, Ramazan-ı Şerifte bir hâlet-i ruhaniyede hissettim, hayal meyal gördüm. Şöyle ki:

Üveys-i Karânî’nin

اِلٰهِى اَنْتَ رَبِّى وَاَنَا الْعَبْدُ.. وَاَنْتَ الْخَالِقُ وَاَنَا الْمَخْلُوقُ.. وَاَنْتَ الرَّزَّاقُ وَاَنَا الْمَرْزُوقُ.. الخ * 2

münâcât-ı meşhuresi nev’inden, bütün mevcudat-ı zevilhayat, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] karşı aynı münâcâtı [Allah’a yalvarış, dua] ettiklerini; ve on sekiz bin âlemin herbirinin ışığı birer ism-i İlâhî [Allah’ın ismi] olduğunu bana kanaat verecek bir vakıa-i kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. Şöyle ki:

Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi, şu âlem binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Herbir perde açıldıkça diğer bir âlemi [âhiret, öteki dünya] görüyordum. O âlem ise, âyet-i Nur‘un [“Allah, göklerin ve yerin nûrudur” ifadesiyle başlayan, Nur Sûresinin 35. âyeti] arkasındaki,

اَوْ كَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ لُجِّىٍّ يَغْشٰيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ سَحَابٌ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ اِذَۤا اَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرٰيهَا وَمَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللهُ لَهُ نُورًا فَمَا لَهُ مِنْ نُورٍ * 3

âyeti tasvir ettiği gibi, bir zulümat, bir vahşet, bir dehşet karanlığı içinde bana görünüyordu. Birden, bir ism-i İlâhînin [Allah’ın ismi] cilvesi, bir nur-u azîm gibi görünüp ışıklandırıyordu.  

200

Hangi perde akla karşı açılmışsa, hayale karşı başka bir âlem (fakat gafletle, karanlıklı bir âlem) görünüyorken, güneş gibi bir ism-i İlâhî [Allah’ın ismi] tecellî eder, baştan başa o âlemi tenvir [aydınlatma] eder, ve hâkezâ… Bu seyr-i kalbî ve seyahat-i hayaliye [hayalî yolculuk] çok devam etti. Ezcümle:

Hayvânat âlemini gördüğüm vakit, hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczleri, o âlemi bana çok karanlıklı ve hazin gösterdi. Birden, Rahmân ismi Rezzâk [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] (yani mânâsında) bir şems-i tâbân [tavan güneşi, gök güneşi] gibi tulû [doğma] etti, o âlemi baştan başa rahmet ziyasıyla yaldızladı.

Sonra, o âlem-i hayvânât [hayvanlar âlemi] içinde, etfal [çocuklar] ve yavruların zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları, hazin ve herkesi rikkate [acıma] getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi [âhiret, öteki dünya] gördüm. Birden, Rahîm ismi şefkat burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] tulû [doğma] etti. O kadar güzel ve şirin bir surette o âlemi ışıklandırdı ki, şekvâ [şikayet] ve rikkat [acıma] ve hüzünden gelen yaş damlalarını, ferah ve sürura [mutluluk] ve şükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi.

Sonra sinema perdesi gibi bir perde daha açıldı; âlem-i insanî [insanlık âlemi] bana göründü. O âlemi o kadar karanlıklı, o kadar zulümatlı, dehşetli gördüm ki, dehşetimden feryad ettim, “Eyvah” dedim. Çünkü, gördüm ki, insanlardaki ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihata [herşeyi kuşatma] eden tasavvurat [düşünceler] ve efkârları [fikirler] ve ebedî bekà ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve Cenneti gayet ciddî isteyen himmetleri [ciddi gayret] ve istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve hadsiz makàsıda [gayeler, istenilen şeyler] ve metâlibe müteveccih [yönelen] fakr ve ihtiyacatları ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acziyle beraber, hücuma maruz kaldıkları hadsiz musibet ve a’dâlarıyla [düşmanlar] beraber, gayet kısa bir ömür, gayet dağdağalı [karışık, gürültülü] bir hayat, gayet perişan bir maişet [geçim] içinde, kalbe en elîm ve en müthiş hâlet [durum] olan mütemâdi [aralıksız, devamlı] zeval [geçip gitme] ve firak [ayrılık] belâsı içinde, ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] için zulümat-ı ebedî [sonsuz karanlık Cehennem] kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar.

İşte bu âlemi bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla beraber bütün letâif-i insaniyem, [insandaki ince ve yüce duygular] belki bütün zerrât-ı vücudum [beden hücreleri] feryatla ağlamaya hazırken,

201

birden Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Âdil ismi Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Rahmân ismi Kerîm [cömert, ikram sahibi] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Rahîm ismi Gafûr [çok merhamet eden, suçları bağışlayan Allah] burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] (yani mânâsında), Bâis [sebep, neden] ismi Vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] ismi Muhsin [bağış ve iyiliklerde bulunan] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Rab ismi Mâlik burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] tulû [doğma] ettiler. O âlem-i insanî [insanlık âlemi] içindeki çok âlemleri tenvir [aydınlatma] ettiler, ışıklandırdılar ve nuranî âhiret âleminden pencereler açıp o karanlıklı insan dünyasına nurlar serptiler.

Sonra muazzam bir perde daha açıldı, âlem-i arz [dünya âlemi] göründü. Felsefenin karanlıklı kavânin-i ilmiyeleri, [ilmin kanunları] hayale dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha sür’atli bir hareketle, yirmi beş bin sene mesafeyi bir senede devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] ve içi zelzeleli, ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz [yer küre, dünya] içinde, âlemin hadsiz fezasında [uzay] seyahat eden biçare nev-i insan [insan türü, insanlık] vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı.

Birden, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın [gökleri ve yeri yaratan Allah] Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Arz [göklerin ve yerin Rabbi] ve Musahhiru’ş-Şemsi ve’l-Kamer isimleri rahmet, azamet, rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] tulû [doğma] ettiler. O âlemi öyle nurlandırdılar ki, o hâlette [durum] bana küre-i arz [yer küre, dünya] gayet muntazam, musahhar, [boyun eğdirilmiş] mükemmel, hoş, emniyetli bir seyahat gemisi, tenezzüh [ferahlama, rahatlama] ve keyif ve ticaret için müheyyâ [hazır] edilmiş bir şekilde gördüm.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Bin bir ism-i İlâhînin, [Allah’ın ismi] kâinata müteveccih [yönelen] olan o esmâdan herbiri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir [aydınlatma] eden bir güneş hükmünde ve sırr-ı ehadiyet [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] cihetiyle, herbir ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu. Sonra, kalb her zulümat arkasında ayrı ayrı bir nuru gördüğü için, seyahate iştiha[arzu, istek] açılıyordu. Hayale binip semâya çıkmak istedi.

202

O vakit gayet geniş bir perde daha açıldı; kalb semâvat âlemine girdi. Gördü ki, o nuranî, tebessüm eden suretinde görülen yıldızlar, küre-i arzdan [yer küre, dünya] daha büyük ve ondan daha sür’atli bir surette birbiri içinde geziyorlar, dönüyorlar. Bir dakika birisi yolunu şaşırtsa, başkasıyla müsademe [çarpışma] edecek; öyle bir patlak verecek ki, kâinatın ödü patlayıp âlemi dağıtacak. Nur değil, ateş saçarlar; tebessümle değil, vahşetle bana baktılar. Hadsiz büyük, geniş, hâli, [boş] boş, dehşet, hayret zulümatı içinde semâvâtı gördüm. Geldiğime bin pişman oldum.

Birden, رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1* رَبُّ الْمَلٰۤئِكَةِ وَالرُّوحِ 2 ‘un Esmâ-i Hüsnâsı, [Allah’ın en güzel isimleri] وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَۤاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ 3 * وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ 4 burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] cilveleriyle zuhur ettiler. O mânâ cihetiyle, karanlık üstüne çökmüş olan yıldızlar, o envâr-ı azîmeden [büyük, nurlar, aydınlıklar] birer lem’a [parıltı] alıp, yıldızlar adedince elektrik lâmbaları yakılmış gibi, o âlem-i semâvat nurlandı. O boş ve hâli [boş] tevehhüm [kuruntu] edilen semâvat dahi, melâikelerle, [melekler] ruhanîlerle doldu, şenlendi. Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebedin hadsiz ordularından bir ordu hükmünde hareket eden güneşler ve yıldızlar, bir manevra-i ulvî [yüksek manevra, büyük tatbikat] yapıyorlar tarzında, o Sultan-ı Zülcelâlin [sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Sultan, Allah] haşmetini ve şâşaa-i rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan rablığının azameti, haşmeti] gösteriyorlar gibi gördüm. Bütün kuvvetimle ve mümkün olsaydı bütün zerrâtımla [atomlar] ve beni dinleselerdi bütün mahlûkatın lisanlarıyla diyecektim; hem umum onların namına dedim:

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَغَرْبِيَّةٍ

203

يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِۤىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَۤاءُ * 1

âyetini okudum, döndüm, indim, ayıldım. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ 2 dedim.

ba

204

(Gençlik Rehberinden)

Bir zaman Eskişehir hapishanesininpenceresinde oturmuştum.

Karşısında bulunan Lise mektebinin büyük kızları onun avlusunda gülerek raks ederken, onları, o dünya cennetinde cehennem hûrileri hükmünde gördüm. Fakat, birden elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Onların gülmeleri, elîm ağlamaları sûretini aldı. Ondan bu gelen hakikat inkişaf [açığa çıkma] etti. Yani, elli sene sonraki hallerini mânevî ve hayalî bir sinema ile gördüm ki: O gülen altmış kızdan ellisi kabirde azap çekiyorlar, toprak olmuşlar. Ve on tanesi, yetmiş yaşında çirkinleşmiş, herkesin nazar-ı nefretini [nefret bakışları] celbediyorlar. Ben de onlara ağladım.

Fitne-i âhirzamanın [âhirzaman fitnesi] mahiyeti bana göründü ki, o fitnenin en dehşetlisi ve cazibedarı, kadınların yüzsüz yüzünden çıkıyor. İhtiyarı selbedip, [ortadan kaldırma] pervane [korku] gibi sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ateşine atıyor. Ve bir dakika hayat-ı dünyeviyeyi, [dünya hayatı] senelerle hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] tercih ettiriyor.

Ben birgün sokağa bakarken, o fitnenin tesirli bir nümûnesini hissettim. Gençlere çok acıdım. Dedim: “Bu biçareler kendilerini, bu mıknatıs gibi cezbedici fitnenin ateşinden kurtaramazlar” diye düşünürken; birden, o fitneyi ateşlendiren ve tâlim eden irtidatkâr [dinden çıkmak] bir şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] önümde tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etti. Ben de ona ve ondan ders alan mülhidlere [dinsiz] dedim:

Ey Cehennem hûrileri ile zevklenmek yolunda dinini feda eden ve sefihâne [yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce] dalâleti severek irtikâb [yapma, işleme] eden ve hevesat-ı nefsiye lezzeti yolunda dinsizliği ve ilhadı [dinsizlik, inkâr] kabul eden ve hayatı perestiş [aşırı derece sevme] edip ölümden şiddetli korkan ve kabri hatırına getirmek istemeyen ve irtidada [dinden dönme, dinden çıkma] yüz tutan bedbaht! Kat’iyen [kesinlikle] bil ki: Dinsizlik cihetiyle senin bu koca dünyan; bu saatten evvel ve bu dakikadan sonra, bilumum senin bu kâinatın ve mâzi ve müstakbelin [gelecek] ve geçmiş nev’in ve cinsin ve

205

gelecek mahlûklar [varlıklar] ve nesiller ve gitmiş dünyalar ve milletler ve gelen insanlar ve tâifeler tamamen ölüdürler. İşte, insaniyet ve akıl cihetiyle alâkadar olduğun bütün o seyyar dünyalar ve seyyal [akıcı] kâinatlar, mütemadiyen senin dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sûretiyle, senin başına dünya dolusu dehşetli ve hadsiz ölümlerin şiddetli elemlerini yağdırıyor. Senin şuurun varsa, kalbini yakıyor. Ruhun varsa, yandırıyor. Aklın sönmemiş ise, gamlar içinde boğuyor. Eğer bir saatçık sarhoşça sefahetin [ahmaklık, beyinsizlik] ve pis lezzetin bu nihayetsiz gamlara, hüzünlere, elemlere mukabil gelebilirse o sefahette [ahmaklık, beyinsizlik] kal. Yoksa aklını başına al! O mânevî Cehennemden kurtulmak ve imanın bu dünyada dahi temin ettiği bir mânevî Cennete girmek ve saadet-i hayatiyeyi [hayatın mutluluğu] tatmak için Kur’ân’ın dersini dinle. Cüz’i, fâni bir dakika lezzeti; küllî, bâki, dâimî, imanî 1 lezzetler ile mübadele [değiş tokuş] et…

Hem deme ki, “Ben hayvan gibi hayatımı geçireceğim.” Çünkü, hayvana nisbeten mâzi, müstakbel [gelecek] gayb hükmündedir. Cenâb-ı Hakim-i [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Rahîm; o gaybı onlara bildirmemekle, onları hadsiz elemlerden kurtarmış. Hattâ, kesilmek için yatırılan bir tavuk, hiçbir elem ve hüzün hissetmez. Bıçak kestiği vakit hissetmek ister, fakat his gider, o elemden de kurtulur. Demek Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] gayet büyük ve mükemmel bir rahmeti, re’feti ve şefkati, gaybı bildirmemektedir. Bilhassa mâsum hayvanlar hakkında daha tamdır. Demek sefîhane lezzette sen hayvanlara yetişemezsin, binler derece aşağı düşersin. Çünkü, hayvana nisbeten gaybî olan şeyleri senin aklın görüyor, elemini alıyor. Setr-i gaybta [gaybı örtme, bilememe; ileriyi düşünüp görememe] bulunan istirahat-ı tammeden bilkülliye [bütünüyle] mahrumsun.

206

Hem senin medar-ı fahrın [övünç kaynağı] olan uhuvvet [kardeşlik] ve hürmet ve hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] gibi güzel hasletlerin, [huy, karakter] incecik bir zamana, büyük bir sahradan bir parmak kadar yere inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] ve hadsiz zamanda yalnız hazır saate mahsus olduğundan, sun’i [el yapımı] ve muvakkat [geçici] ve sahtekâr ve asılsız ve gayet cüz’i olup, senin insaniyetin ve kemalâtın [olgunluklar, faziletler, iyilikler] o nisbette küçülür, hiçe iner. Fakat iman ehlinin uhuvveti [kardeşlik] ve hürmeti ve muhabbeti ve hamiyeti, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] iman cihetiyle mevcut bulunan mâzi ve müstakbeli [gelecek] ihata [herşeyi kuşatma] ettiğinden, insaniyeti ve kemalâtı [olgunluklar, faziletler, iyilikler] o nisbette teâli [yücelme] eder. Hem senin dünyaca muvaffaketin, elmasçı ve divane olmuş bir Yahudinin cam parçalarını elmas fiyatıyla aldığı gibi; sen de küçücük, kısacık bir zamana, bir hayata, uzun ve daimî ve geniş bir hayatın fiyatını verdiğin için, elbette o had dairesinde galebe [üstün gelme] edersin. Bir dakikaya bir sene kadar şiddetli hırs, muhabbet, intikam gibi hissiyatla müteveccih [yönelen] olduğun için, ehl-i diyanete [dindar insanlar] muvakkaten [geçici] tefevvuk [üstün gelme] edersin.

Hem senin aklın, ruhun, kalbin, duyguların; ulvî vazifelerini bırakıp, süflî [alçak] nefsin ve pis hevesin rezil işlerine iştirak ve yardım ettiklerinden, ehl-i imana [Allah’a inanan] dünyada galebe [üstün gelme] edersin. Ve zâhirde daha sevimli görünürsün. Çünkü, senin akıl ve kalb ve ruhun gayet derecede tedennî [alçalma, gerileme] ve tereddî ve sukut [alçalış, düşüş] edip, pis heves ve rezil nefse inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmişler, mesholmuşlar. Elbette bu cihette, sana Cehennemi ve mazlûm ehl-i imana [Allah’a inanan] Cenneti kazandıran bir muvakkat [geçici] galeben [üstün gelme] olacak…

ba

207

Birden İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme [önemli mesele]

Âhirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan tâife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu hadisin rivayetlerinden anlaşılıyor. Evet, nasılki tarihlerde, eski zamanlarda “amazonlar” namında gayet silâhşör kadınlardan mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir tâife-i askeriye olarak hârika harpler yaptıkları naklediliyor. Aynen öyle de:

Bu zamanda zındıka dalâleti, İslâmiyete karşı muharebesinde, nefs-i emmarenin [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] plânıyla, şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi; yarım çıplak hanımlardır ki; açık bacağıyla dehşetli bıçaklarla ehl-i imana [Allah’a inanan] taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh [evlenmek] yolunu kapamaya, fuhuşhâne yolunu genişlettirmeye çalışarak; çokların nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar. Belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar. Birkaç sene namahrem hevesatına göstermenin tam cezası olarak; o bıçaklı bacaklar Cehennemin odunları olup, en evvel o bacaklar yanacaklarını ve dünyada emniyet ve sadakatı kaybettiği için, hılkaten çok istediği ve fıtraten çok muhtaç olduğu münasip kocayı daha bulamaz. Bulsa da başına belâ bulur. Hattâ bu hâlin neticesi olarak, o âhirzamanda, bazı yerlerde nikâha [evlenmek] rağbetsizlik ve riayetsizlik yüzünden, kırk kadına bir erkek nezaret edecek derecede ehemmiyetsiz, sahipsiz, kıymetsiz bir sûrete gireceği, hadisin rivayetinden anlaşılıyor.

Madem hakikat budur. Ve madem her güzel, güzelliğini sever ve elinden geldiği kadar muhafaza etmek ister ve bozulmasını istemez. Ve madem güzellik bir nimettir. Nimete şükredilse mânen ziyadeleşir. Şükredilmezse değişir, çirkinleşir. Elbette aklı varsa, hüsün [güzellik] ve cemâlini; günahları kazanmak ve kazandırmak ve çirkin ve zehirli yapmak ve o nimeti, küfran [iyilik bilmeme, nankörlük] ile medar-ı azap bir sûrete çevirmekten

208

bütün kuvvetiyle kaçacak. Ve o fâni, beş on senelik cemâli bakîleştirmek için, meşrû bir tarzda istimâl [kullanma] ile o nimete şükredecek. Yoksa ihtiyarlıkta uzun zaman istiskale mâruz kalıp, me’yûsâne [ümitsiz bir şekilde] ağlayacak.

Eğer terbiye-i İslâmiye [İslâm terbiyesi] dâiresinde, âdâb-ı Kur’aniye zînetiyle o cemâl güzelleştirilse; o fâni hüsün, [güzellik] mânen bâki kalacağı ve Cennette hûrilerin cemalinden daha şirin ve daha parlak bir tarzda kendine verileceği hadiste kat’iyetle sabittir. Eğer o güzelin zerre miktar aklı varsa, bu güzel ve parlak ve ebedî neticeyi elinden kaçırmayacak…

ba

209

(Meyve Risalesinden)

İkinci Meselenin Hülâsa[esas, öz]

Risale-i Nur’dan Gençlik Rehberinin güzelce izah ettiği gibi, ölüm o kadar kat’î ve zâhirdir ki, bugünün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek. Bu hapishane nasıl ki mütemadiyen çıkanlar ve girenler için muvakkat [geçici] bir misafirhanedir; öyle de, bu zemin yüzü dahi acele hareket eden kàfilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır. Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var.

İşte bu dehşetli hakikatın muammasını Risale-i Nur hall [çözme, problem çözme, karışık bir meselenin içinden çıkma] ve keşfetmiş. Bir kısacak hülâsa[esas, öz] şudur:

Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Elbette bu ecel cellâdının elinden ve kabir haps-i münferidinden [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin fevkinde [üstünde] bir endişesi, bir meselesidir. Evet, çaresi var ve Risale-i Nur Kur’ân’ın sırrıyla o çareyi, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î ispat etmiş. Kısacık hülâsa[esas, öz] şudur ki:

Ölüm ya idam-ı ebedîdir; [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] hem o insanı, hem bütün ahbabını ve akaribini [akrabalar, yakınlar] asacak bir darağacıdır. Veyahut başka bir bâki âleme gitmek ve iman vesikasıyla [belge] saadet sarayına girmek için bir terhis tezkeresidir. Ve kabir ise, ya karanlıklı bir haps-i münferit [tek başına hapis, hücre hapsi] ve dipsiz bir kuyudur. [kayıtlar, sınırlamalar] Veyahut bu zindan-ı dünyadan [âhirete göre bir zindanı andıran dünya] bâki ve nuranî bir ziyafetgâh ve bağistana [bağ, bahçe] açılan bir kapıdır. Bu hakikati Gençlik Rehberi bir temsil ile ispat etmiş.

Meselâ, bu hapsin bahçesinde asmak için darağaçları konulmuş ve onların dayandıkları duvarın arkasında gayet büyük ve umum dünya iştirak etmiş bir piyango dairesi kurulmuş. Biz bu hapisteki beş yüz kişi, herhalde, hiç müstesnası yok ve kurtulmak mümkün değil, bizi birer birer o meydana çağıracaklar. Ya “Gel, idam [hiçlik, yokluk] ilânını al, darağacına çık” veya “Daimî haps-i münferit [tek başına hapis, hücre hapsi] pusulasını tut, bu açık kapıya gir” veyahut “Sana müjde! Milyonlar altın bileti sana çıkmış. Gel al” diye her tarafta ilânatlar yapılıyor.

Biz de gözümüzle görüyoruz ki, birbiri arkasında o darağaçlarına çıkıyorlar. Bir kısmın asıldıklarını müşahede ediyoruz. Bir kısmı da, darağaçlarını basamak

210

yapıp o duvarın arkasındaki piyango dairesine girdiklerini, orada büyük ve ciddî memurların kat’î haberleriyle görür gibi bildiğimiz bir sırada, bu hapishanemize iki heyet girdi.

Bir kàfile ellerinde çalgılar, şaraplar, zâhirde gayet tatlı helvalar, baklavalar var. Bizlere yedirmeye çalıştılar. Fakat o tatlılar zehirlidir, insî şeytanlar içine zehir atmışlar.

İkinci cemaat ve heyet, ellerinde terbiyenameler ve helâl yemekler ve mübarek şerbetler var. Bize hediye veriyorlar ve bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] beraber, pek ciddî ve kat’î diyorlar ki:

“Eğer o evvelki heyetin sizi tecrübe için verilen hediyelerini alsanız, yeseniz, bu gözümüz önündeki şu darağaçlarda başka gördükleriniz gibi asılacaksınız. Eğer bizim bu memleket hâkiminin fermanıyla getirdiğimiz hediyeleri evvelkinin yerine kabul edip ve terbiyenamelerdeki duaları ve evradları [okunması âdet olan dualar] okusanız, o asılmaktan kurtulacaksınız. O piyango dairesinde ihsan-ı şâhâne [padişahın hediyesi, ikramı] olarak herbiriniz milyon altın biletini alacağınızı, görür gibi ve gündüz gibi inanınız. Eğer o haram ve şüpheli ve zehirli tatlıları yeseniz, asılmaya gittiğiniz zamana kadar dahi o zehirin sancısını çekeceğinizi, bu fermanlar ve bizler müttefikan [birleşerek] size kat’î haber veriyoruz” diyorlar.

İşte bu temsil gibi, her vakit gördüğümüz ecel darağacının arkasında, mukadderat-ı nev-i beşer [insanlığın kaderi; Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar] piyangosundan ehl-i iman [Allah’a inanan] ve tâat [itaat, emir ve söz dinleme, emre uyma] için—hüsn-ü hâtime şartıyla—ebedî ve tükenmez bir hazinenin bileti çıkacağını yüzde yüz ihtimalle; sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve haram ve itikatsızlık [inanç] ve fıskta [günah] devam edenler—tevbe etmemek şartıyla—ya idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] (âhirete inanmayanlara) veya daimî ve karanlık haps-i münferit [tek başına hapis, hücre hapsi] (bekà-i ruha inanan ve sefahette [ahmaklık, beyinsizlik] gidenlere) ve şekavet-i ebediye [sonsuz mutsuzluk ve azap] ilâmını alacaklarını yüzde doksan dokuz ihtimalle kat’î haber veren, başta ellerinde nişane-i tasdik [doğrulayıcı nişan, alamet] olan hadsiz mu’cizeler bulunan yüz yirmi dört bin peygamberler1 ve onların verdikleri haberlerin izlerini ve sinemada gibi gölgelerini, keşfle, zevk ile görüp tasdik ederek imza basan yüz yirmi dört milyondan ziyade evliyalar

211

(kaddesallahü esrârehüm) ve o iki kısım meşâhir-i insaniyenin [insanların meşhurları, ünlü kişiler] haberlerini aklen kat’î burhanlarla [delil] ve kuvvetli hüccetlerle, [delil] fikren ve mantıkan yakînî bir sûrette ispat ederek tasdik edip imza basan milyarlar gelen geçen muhakkikler,Haşiye [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] müçtehidler ve sıddîkînler, [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] bil’icmâ, [hep birlikte] mütevatiren [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] nev-i insanın [insan türü, insanlık] güneşleri, kamerleri, [ay] yıldızları olan bu üç cemaat-i azîme [büyük topluluk] ve bu üç taife-i ehl-i hakikat [hak ve doğruluk üzere olanların taifesi] ve beşerin kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kumandanları olan bu üç büyük ve âlî [yüce] heyetlerin fermanlarıyla verdikleri haberleri dinlemeyen, ve saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] giden onların gösterdikleri yol olan sırat-ı müstakimde [dosdoğru yol] gitmeyenler, yüzde doksan dokuz dehşetli tehlike ihtimalini nazara almayan ve birtek muhbirin bir yolda tehlike var demesiyle o yolu bırakan, başka uzun yolda hareket eden bir adam, elbette ve elbette vaziyeti şudur ki:

İki yolun—hadsiz muhbirlerin kat’î ihbarları ile—en kısa ve kolayı ve yüzde yüz Cennet ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kazandıranı bırakıp en dağdağalı [karışık, gürültülü] ve uzun ve sıkıntılı ve yüzde doksan dokuz Cehennem hapsini ve şekavet-i daimeyi [daimi bir sıkıntı, mutsuzluk] netice veren yolunu ihtiyar ettiği halde, dünyada iki yolun, birtek muhbirin yalan olabilir haberiyle yüzde birtek ihtimal-i tehlike [tehlike ihtimali] ve bir ay hapis imkânı bulunan kısa yolu bırakıp, menfaatsiz—yalnız zararsız olduğu için—uzun yolu ihtiyar eden bedbaht, sarhoş divaneler gibi, dehşetli ve uzakta görünen ve ona musallat olan ejderhalara ehemmiyet vermez, sineklerle uğraşıyor, yalnız onlara ehemmiyet verir derecede aklını, kalbini, ruhunu, insaniyetini kaybetmiş oluyor.

Madem hakikat-i hal [bir şeyin gerçek durumu] budur. Biz mahpuslar, bu hapis musibetinden intikamımızı tam almak için, o mübarek ikinci heyetin hediyelerini kabul etmeliyiz. Yani, nasıl ki bir dakika intikam lezzeti ve birkaç dakika veya bir iki saat sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] lezzetleriyle, bu musibet bizi on beş ve beş ve on ve iki üç sene bu hapse soktu, dünyamızı bize zindan eyledi; biz dahi bu musibetin rağmına [zıddına, aksine] ve inadına, bir iki

212

saat müddet-i hapsi bir iki gün ibadete ve iki üç sene cezamızı, mübarek kàfilenin hediyeleriyle yirmi otuz sene bâki bir ömre ve on ve yirmi sene hapiste cezamızı milyonlar sene Cehennem hapsinden affımıza vesile edip, fâni dünyamızın ağlamasına mukàbil, bâki hayatımızı güldürerek bu musibetten tam intikamımızı almalıyız. Hapishaneyi terbiyehane gösterip, vatanımıza ve milletimize birer terbiyeli, emniyetli, menfaatli adam olmaya çalışmalıyız. Ve hapishane memurları ve müdürleri ve müdebbirleri [idare eden, çekip çeviren] dahi, câni ve eşkiya ve serseri ve katil ve sefahetçi [gayrı meşru zevk ve eğlenceye düşkün olan] ve vatana muzır [zararlı] zannettikleri adamları, bir mübarek dershanede çalışan talebeler görsünler ve müftehirâne [iftihar ederek] Allah’a şükretsinler.

ba

213

Üçüncü Mesele

Gençlik Rehberinde izahı bulunan ibretli bir hâdisenin hülâsa[esas, öz] şudur:

Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: “Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.”

Evet, gördüğüm hakikattır, hayal değil. Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri kıştır; öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hâdisatı sinema ile hal-i hazırda [içinde yaşanılan zaman dilimi] gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hâdisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve sefahetin [ahmaklık, beyinsizlik] elli altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] keyiflerine nefretler ve teellümlerle [elem çekme] ağlayacaklardı.

Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve dalâleti terviç [revaç ve kıymet verme, değerini artırma] eden bir şahs-ı mânevî, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi:

“Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz; bize karışma.”

Ben de cevaben dedim:

Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] atılıyorsun. Kat’iyen [kesinlikle] bil ki, senin dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hükmüyle bütün geçmiş zaman-ı mazi [geçmiş zaman] ölmüş ve mâdumdur. [yok] Ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yoluyla, senin başına ve varsa ve ölmemişse kalbine, o hadsiz firaklardan [ayrılık] ve o nihayetsiz dostlarının ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça, pek kısa bir zamandaki cüz’î [ferdî, küçük] lezzetini imha ettiği gibi, gelecek istikbal zamanı dahi, itikatsızlığın [inanç] cihetiyle yine mâdum [yok] ve

214

karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır. [ürkütücü yer] Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran ve zaman-ı hazıra [şimdiki zaman] uğrayan biçarelerin başları ecel cellâdının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, mütemadiyen akıl alâkadarlığıyla senin imansız başına hadsiz elîm endişeler yağdırıyor. Senin sefihâne [yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce] cüz’î [ferdî, küçük] lezzetini zîr ü zeber [alt üst] eder.

Eğer dalâleti ve sefaheti [ahmaklık, beyinsizlik] bırakıp iman-ı tahkiki ve istikamet [doğru] dairesine girsen, iman nuruyla göreceksin ki, o geçmiş zaman-ı mazi [geçmiş zaman] mâdum [yok] ve herşeyi çürüten bir mezaristan değil, belki mevcut ve istikbale inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eden nuranî bir âlem ve bâki ruhların istikbaldeki saadet saraylarına girmelerine bir intizar [bekleme] salonu görünmesi haysiyetiyle, değil elem, belki imanın kuvvetine göre Cennetin bir nevi mânevî lezzetini dünyada dahi tattırdığı gibi gelecek istikbal zamanı, değil vahşetgâh [ürkütücü yer] ve karanlık, belki iman gözüyle görünür ki, saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi [cömertlik] bulunan ve her bahar ve yazı birer sofra yapan ve nimetlerle dolduran bir Rahmân-ı Rahîm-i [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] Zülcelâli ve’l-İkramın ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının [bağış] sergileri açılmış, oraya sevkiyat var diye iman sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine göre bâki âlemin bir nevi lezzetini hissedebilir. Demek hakikî ve elemsiz lezzet yalnız imanda ve iman ile olabilir.

İmanın bu dünyada dahi verdiği binler faide ve neticelerinden yalnız birtek faide ve lezzetini, bu mezkûr [adı geçen] bahsimiz münasebetiyle Gençlik Rehberinde bir hâşiye [dipnot] olarak yazılan bir temsil ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Meselâ, senin gayet sevdiğin birtek evlâdın sekeratta [can çekişme/ölüm anı] ölmek üzere iken ve meyusâne [ümitsiz] elîm ebedî firakını [ayrılık] düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir doktor geldi, tiryak [derman, ilaç] gibi bir macun içirdi. O sevimli ve güzel evlâdın gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın.

İşte, o çocuk gibi sevdiğin ve ciddi alâkadar olduğun milyonlar sence mahbup [sevgili] insanlar, o mazi [geçmiş] mezaristanında, senin nazarında çürüyüp mahvolmak üzere

215

iken, birden hakikat-i iman, [iman gerçeği] Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm [kuruntu] edilen mezaristana kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan başa bütün ölüler dirildiler. Ve “Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz” lisan-ı hal [beden dili] ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları iman bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder ki, iman hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etse, bir cennet-i hususiye [özel cennet] ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâ[Cennetteki tûba ağacı] olur dedim.

O muannid [inatçı] döndü, dedi:

“Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyif ve lezzetle geçirmek için sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşayacağız.”

Cevaben dedim:

Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi [geçmiş] ve müstakbeli [gelecek] yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler [eseflenme, üzülme] alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] şükreder. Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat, o his dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, [Allah’ın şefkati] gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. [örtme] Hususan mâsum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir. Fakat, ey insan, senin mazi [geçmiş] ve müstakbelin [gelecek] akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan [gaybı örtme, bilememe; ileriyi düşünüp görememe] hayvana gelen istirahatten tamamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, [eseflenme, üzülme] elîm firaklar [ayrılık] ve gelecekten gelen korkular ve endişeler, senin cüz’î [ferdî, küçük] lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aşağı düşürür.

Madem hakikat budur. Ya aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul. Veya aklını imanla başına al, Kur’ân’ı dinle, yüz derece hayvandan ziyade bu fâni dünyada dahi sâfi lezzetleri kazan, diyerek onu ilzam [susturma] ettim.

Yine o mütemerrid [inatçı] şahıs döndü, dedi:

“Hiç olmazsa ecnebî dinsizleri gibi yaşarız.”

Cevaben dedim:

Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünkü onlar bir peygamberi inkâr etse, diğerlerine inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah’a inanabilir. Bunu da bilmezse, kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] medar [kaynak, dayanak] bazı seciyeleri [huy, karakter] bulunabilir. Fakat bir Müslüman, en

216

âhir ve en büyük ve dini ve dâveti umumî olan Âhirzaman Peygamberi aleyhissalâtü vesselâmı inkâr etse ve zincirinden çıksa, daha hiçbir peygamberi, hattâ Allah’ı kabul etmez. Çünkü bütün peygamberleri ve Allah’ı ve kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] onunla bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kalmaz. Bunun içindir ki, eskiden beri her dinden İslâmiyete giriyorlar; ve hiçbir Müslüman, hakiki Yahudi veya Mecusi veya Nasranî olmaz. Belki dinsiz olur; seciyeleri [huy, karakter] bozulur, vatana, millete muzır [zararlı] bir hâlete [durum] girer. İspat ettim. O muannid [inatçı] ve mütemerrid [inatçı] şahsın daha tutunacak bir yeri kalmadı. Kayboldu, Cehenneme gitti.

İşte ey bu medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] benim ders arkadaşlarım! Madem hakikat budur ve bu hakikati Risale-i Nur o derece kat’î ve güneş gibi ispat etmiş ki, yirmi senedir mütemerridlerin [inatçı] inatlarını kırıp imana getiriyor. Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbalimize, hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli olan iman ve istikamet [doğru] yolunu takip edip boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde Kur’ân’dan bildiğimiz sûreleri okumak ve mânâlarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade edip bu hapishaneyi güzel seciyeli [huy, karakter] fidanlar yetiştiren bir mübarek bahçeye çevirmek gibi a’mâl-i saliha [Allah için yapılan iyi işler] ile, hapishane müdür ve alâkadarları, câni ve katillerin başlarında zebâni gibi azap memurları değil, belki medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] Cennete adam yetiştirmek ve onların terbiyesine nezaret etmek vazifesiyle memur birer müstakim [doğru ve düzgün] üstad ve birer şefkatli rehber olmalarına çalışmalıyız.

ba

217

Dördüncü Mesele

Yine Gençlik Rehberinde izahı var Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki:

Küre-i arzı [yer küre, dünya] herc ü merce [karışıklık, dağınıklık] getiren ve İslâm mukadderatıyla [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden [Birinci Dünya Savaşı] elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl)1 hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler.

Cevaben dedim ki:

Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil [birbirine geçen, birbirine geçmiş, iç içe geçmiş olan] dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz [yer küre, dünya] ve nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] dairesinden tut, tâ zîhayat [canlı] ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat [geçici] arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip [birbirine uygun] vazifeler bulunabilir.

Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî [dış dünyaya ait] işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.

Birinci noktaya cevap ise: Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt [tereddütsüz] sarf edecek.

İşte, o dâvâ ise, yüz bin meşâhir-i insaniyenin [insanların meşhurları, ünlü kişiler] ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, [birleşerek] Kâinat Sahibinin [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] ve Mutasarrıfının [dilediği gibi idare eden] binler vaad ve ahdlerine [söz, vaad] istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki:

218

Herkesin, iman mukàbilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla [köşk, saray] müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer iman vesikasını [belge] sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk [dünyada, yalnızca maddenin varlığını kabul eden, manevî kavramları ret ve inkâr eden felsefî görüş, maddecilik] tâunuyla [salgın ve ölümcül hastalık] çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve tahkik, [araştırma, inceleme] bir yerde kırk vefiyattan [vefatlar, ölümler] yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta [can çekişme/ölüm anı] müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen harika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp, ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî [dış dünyaya ait] mâlâyaniyatla iştigal [meşgul olma, uğraşma] etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] herbirimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır diye kanaatımız var.

Ey hapis musibetinde benim yeni kardeşlerim, sizler, benimle beraber gelen eski kardeşlerim gibi Risale-i Nur’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şakirtleri [öğrenci] şahit göstererek derim ve ispat ederim ve ispat etmişim ki:

O büyük dâvâyı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o dâvânın kazancının vesika[belge] ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikîyi [araştırma ve incelemeye dayanan iman] eline veren ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mu’cize-i mâneviyesinden [mânevî mu’cize] neş’et [doğma] edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dâvâ vekili bulunan Risale-i Nur’dur. Bu on sekiz senedir benim düşmanlarım ve zındıklar ve maddiyyunlar, aleyhimde gayet gaddarâne desiselerle [hile, aldatma] hükümetin bazı erkânlarını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ederek bizi imha için bu defa gibi eskide dahi hapislere, zindanlara soktukları halde, Risale-i Nur’un çelik kal’asında [kale] yüz otuz parça cihazatından ancak iki-üç parçasına ilişebilmişler. Demek avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter.

Hem korkmayınız, Risale-i Nur yasak olmaz. Hükümet-i Cumhuriyenin [Cumhuriyet hükümeti] mebusları ve erkânlarının [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ellerinde mühim risaleleri, iki, üçü müstesna olarak serbest geziyorlardı. İnşaallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ıslahhane yapmak için bahtiyar müdürler ve memurlar, o Nurları mahpuslara, ekmek ve ilâç gibi tevzi [(sahiplerine) dağıtma] edecekler.

ba

219

Sekizinci Meselenin Bir Hülâsa[esas, öz]

Yedincide haşri çok makamattan soracaktık. Fakat Hâlıkımızın [her şeyi yaratan Allah] isimleriyle verdiği cevap o derece kuvvetli yakîn ve kanaat verdi ki, daha başka sorgulara ihtiyaç bırakmadığından, orada kısa kestik. Şimdi bu meselede, âhiret imanının, hem âhiretin saadetine, hem dünya saadetine dair temin ettiği faideler ve neticelerinden yüzden biri hülâsa [esas, öz] edilecek. Saadet-i uhreviyeye [âhiret hayatındaki mutluluk] ait kısmı, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] izahatı daha hiç bir beyana ihtiyaç bırakmamış. Onu ona havale ederek ve saadet-i dünyeviyeye [dünya hayatındaki mutluluk] ait kısmı izah cihetini Risale-i Nur’a bırakıp, yalnız kısa bir hülâsa [esas, öz] ile insanın hayat-ı şahsiye [kişisel hayat] ve hayat-ı içtimaiyesine [sosyal hayat] ait yüzer neticelerinden üç-dört tanesini beyan ederiz.

Birincisi

İnsan, sair hayvanata muhalif olarak, hanesiyle alâkadar olduğu misillü, [benzer] dünya ile alâkadardır. Ve akaribiyle [akrabalar, yakınlar] münasebettar [alâkalı, ilgili] olduğu gibi, nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] ile de ciddî ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] münasebettardır. [alâkalı, ilgili] Ve dünyada muvakkat [geçici] bekàsını arzuladığı gibi, bir dâr-ı ebedîde bekàsını, aşk derecesinde arzuluyor. Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeye çalıştığı gibi, dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeye fıtraten mecburdur, çabalıyor. Ve öyle arzuları ve matlapları [doğuş yeri] var ki, ebedî saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor. Hattâ, Onuncu Sözde işaret edildiği gibi, bir zaman, küçüklüğümde, hayalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden “Ah!” çekti. “Cehennem de olsa bekà isterim” dedi.

İşte, madem mahiyet-i insaniyenin [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] bir hizmetkârı olan kuvve-i hayaliyeyi [hayal gücü] bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor; elbette gayet câmi’ [kapsamlı] mahiyet-i insaniye, [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] ebediyetle

220

fıtraten alâkadardır. İşte bu hadsiz arzu ve emellere bağlı olduğu halde, sermayesi bir cüz’î [ferdî, küçük] cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] ve fakr-ı mutlak [sınırsız fakirlik] bir insana, âhirete iman ne derece kuvvetli ve kâfi [yeterli] ve vâfi [yeterli] bir hazine, bir medar-ı saadet [mutluluk, huzur kaynağı, vesilesi] ve lezzet, bir medar-ı istimdat, bir merci ve dünyanın hadsiz gamlarına karşı bir medar-ı tesellî olduğu öyle bir meyve ve faidedir ki, onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse yine ucuzdur.

İkinci meyvesi ve hayat-ı şahsiyeye [kişisel hayat] bakan bir faidesi:

Üçüncü Meselede izah edilen ve Gençlik Rehberinde bir haşiye [dipnot] bulunan çok ehemmiyetli bir neticedir.

Evet, her insanın, her zaman düşündüğü en ehemmiyetli endişesi, mezaristana giren kendi dostları ve akrabaları gibi o idamhaneye girmek keyfiyetidir. Birtek dostu için ruhunu feda eden o bîçare insanın, binler, belki milyonlar, milyarlar dostları ebedî bir müfarakat [ayrılık] içinde idam [hiçlik, yokluk] olmalarını tevehhüm [kuruntu] edip Cehennem azabından beter bir elem, o düşünmek ucundan göründüğü vakit, âhirete iman geldi, gözünü açtırdı ve perdeyi kaldırdı… “Bak” dedi. O, imanla baktı. Cennet lezzetinden haber veren bir lezzet-i ruhâniyeyi, o dostları ebedî ölümlerden ve çürümelerden kurtulup mesrurâne [mutlu] bir nuranî âlemde onu da bekliyorlar vaziyetinde müşahedesiyle aldı.

Risale-i Nur’da bu netice hüccetlerle [delil] izahına iktifaen [yetinme] kısa kesiyoruz.

Hayat-ı şahsiyeye [kişisel hayat] ait üçüncü bir faidesi:

İnsanın sair zîhayatlar [canlı] üstündeki tefevvuku [üstün gelme] ve rütbesi ise, yüksek seciyeleri [huy, karakter] ve cemiyetli istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve küllî ubudiyetleri [Allah’a kulluk] ve geniş vücudî [varlığa ait, var olmakla ilgili] daireleri itibarıyladır. Halbuki o insan hem mâdum, [yok] hem ölü, hem karanlık olan geçmiş ve gelecek zamanların ortasında sıkışmış bir kısa zaman olan hazır vaktin mikyasıyla, [ölçü] ölçüsüyle hamiyeti, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] muhabbeti, kardeşliği, insaniyeti gibi seciyeler [huy, karakter] alır.

Meselâ, eskiden tanımadığı ve ayrılıktan sonra da hiç göremeyeceği babasını, kardeşini, karısını, milletini ve vatanını sever, hizmet eder. Ve tam sadakate ve

221

ihlâsa pek nâdir muvaffak olabilir; o nisbette kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve seciyeleri [huy, karakter] küçülür. Değil hayvanların en ulvîsi, belki baş aşağı, akıl cihetiyle en biçaresi ve aşağısı olmak vaziyetine düşeceği sırada, âhirete iman imdada yetişir. Mezar gibi dar zamanını, geçmiş ve gelecek zamanları içine alan pek geniş bir zamana çevirir ve dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir daire-i vücut [varlık dairesi] gösterir.

Babasını dâr-ı saadette [mutluluk yeri; Cennet] ve âlem-i ervahta [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] dahi pederlik münasebetiyle ve kardeşini tâ ebede kadar uhuvvetini [kardeşlik] düşünmesiyle ve karısını Cennette dahi en güzel bir refika-i hayatı [hayat arkadaşı, eş] olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük ve geniş daire-i hayatta [hayat alanı] ve vücuttaki münasebetler için olan ehemmiyetli hizmetleri, dünyanın kıymetsiz işlerine ve cüz’î [ferdî, küçük] garazlarına ve menfaatlerine âlet etmez. Ciddi sadakate ve samimi ihlâsa muvaffak olarak, kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve hasletleri, [huy, karakter] o nisbette, derecesine göre yükselmeye başlar, insaniyeti teâli [yücelme] eder. Hayat lezzetinde serçe kuşuna yetişmeyen o insan, bütün hayvanat üstünde, kâinatın en müntehap [seçilmiş] ve bahtiyar bir misafiri ve Sahib-i Kâinatın [evrenin ve herşeyin sahibi olan Allah] en mahbup [sevgili] ve makbul bir abdi olmasıdır. Bu netice dahi Risale-i Nur’da hüccetlerle [delil] izahına iktifaen [yetinme] kısa kesildi.

Dördüncü bir faidesi ki, insanın hayat-ı içtimaiyesine [sosyal hayat] bakıyor:

Risale-i Nur’dan Dokuzuncu Şuâda beyan edilen o neticenin bir hülâsa[esas, öz] şudur:

Nev-i insanın [insan türü, insanlık] dörtten birini teşkil eden çocuklar, âhiret imanıyla insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidatlarını [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] taşıyabilirler. Yoksa, elîm endişeler içinde, kendini uyutturmak ve unutturmak için çocukça oyuncaklarıyla, haylâz bir hayatla yaşayacak. Çünkü, her vakit etrafında onun gibi çocukların ölmesiyle onun nazik dimağında [akıl, beyin] ve ileride uzun arzuları taşıyan zayıf kalbinde ve mukavemetsiz [karşı konulmaz, direnilmez] ruhunda öyle bir tesir yapar ki, hayatı ve aklı o biçareye âlet-i azap [azap âleti, sıkıntı veren unsur] ve işkence edeceği zamanda, âhiret imanının dersiyle, görmemek için oyuncaklar altında onlardan saklandığı o endişeler yerinde, bir sevinç ve genişlik hissederek der:

222

“Bu kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennetin bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyf eder, gezer. Ve validem öldü, fakat rahmet-i İlâhiyeye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] gitti, yine beni Cennette kucağına alıp sevecek ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim” diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir.

Hem insanın bir rub’unu [dörtte bir] teşkil eden ihtiyarlar, yakında hayatlarının sönmesine ve toprağa girmelerine ve güzel ve sevimli dünyalarının kapanmasına karşı tesellîyi, ancak ve ancak âhiret imanında bulabilirler. Yoksa o merhametli muhterem babalar ve fedakâr şefkatli analar, öyle bir vâveylâ-yı ruhî ve bir dağdağa-i kalbî [kalp sıkıntısı] çekeceklerdi ki, dünya onlara meyusâne [ümitsiz] bir zindan ve hayat işkenceli bir azap olurdu. Fakat âhiret imanı onlara der:

“Merak etmeyiniz. Sizin ebedî bir gençliğiniz var, gelecek ve parlak bir hayat ve nihayetsiz bir ömür sizi bekliyor. Ve zâyi ettiğiniz evlât ve akrabalarınızla sevinçlerle görüşeceksiniz. Ve ettiğiniz bütün iyilikleriniz muhafaza edilmiş; mükâfatlarını göreceksiniz” diye, iman-ı âhiret [âhirete iman] onlara öyle bir tesellî ve inşirah [ferah, rahatlık, sevinç] verir ki; her birinin yüz ihtiyarlık birden başlarına toplansa onları meyus [ümitsiz] etmez.

Nev-i insanın [insan türü, insanlık] üçten birisini teşkil eden gençler, hevesatları galeyanda, hissiyata mağlûp, cüretkâr akıllarını her vakit başına almayan o gençler, âhiret imanını kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur [hatıra gelme] etmezlerse, hayat-ı içtimaiyede, [sosyal hayat] ehl-i namusun [namus sahibi] malı ve ırzı ve zayıf ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı, bir dakika lezzeti için bir mes’ut hanenin saadetini mahveder ve bu gibi, hapiste dört beş sene azap çeker, canavar bir hayvan hükmüne geçer. Eğer iman-ı âhiret [âhirete iman] onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. “Gerçi hükümet hafiyeleri [gizli çalışan, casus] beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim. Fakat Cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelâlin [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Padişah, Allah] melâikeleri [melekler] beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zayıf olacağım” diye, birden, zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar. Bu mânânın dahi Risale-i Nur’da burhanlarıyla [delil] izahına iktifaen [yetinme] kısa kesiyoruz.

Hem nev-i beşerin ehemmiyetli bir kısmı, hastalar ve mazlumlar ve bizim gibi musibetzedeler ve fakirler ve ağır ceza alan mahpuslar, eğer iman-ı âhiret [âhirete iman] onların

223

imdadına yetişmezse, her vakit hastalığın ihtarıyla gözü önüne gelen ölüm ve intikamını alamadığı ve namusunu elinden kurtaramadığı zâlimin mağrurâne [gururlu bir şekilde] ihaneti ve büyük musibetlerde boşu boşuna malını, evlâdını kaybetmekle gelen elîm meyusiyeti [ümitsiz] ve bir-iki dakika veya bir iki saat keyif yüzünden beş on sene böyle bir hapis azabını çekmekten gelen kederli sıkıntı, elbette o biçarelere dünyayı zindan ve hayatı bir işkenceli azaba çevirir. Eğer âhirete iman imdatlarına yetişse, birden onlar nefes alırlar; sıkıntıları, meyusiyetleri [ümitsiz] ve endişeleri ve intikam hiddetleri, derece-i imanına [iman derecesi] göre kısmen ve bazan tamamen zâil [geçici, yok olucu] olur.

Hattâ diyebilirim ki, benim ve bir kısım kardeşlerimin bu sebepsiz hapsimizde ve dehşetli musibetimizde, eğer iman-ı âhiret [âhirete iman] yardım etmeseydi, bir gün dayanmak, ölüm kadar tesir edip bizi hayattan istifa etmeye sevk edecekti. Fakat hadsiz şükür olsun, benim canım kadar sevdiğim pek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim ve gözüm kadar sevdiğim binler Risale-i Nur risaleleri ve benim yaldızlı ve süslü ve çok kıymettar kitaplarımın ziyaları ve ağlamalarından teessüflerini [eseflenme, üzülme] çektiğim ve eskiden beri az bir ihaneti ve tahakkümü [baskı] kaldıramadığım halde; sizi kasemle [yemin] temin ederim ki, iman-ı bil’âhiret [“âhiret gününe iman”] nuru ve kuvveti bana öyle bir sabır ve tahammül ve tesellî ve metanet, [gayret, kararlılık] belki mücahidâne, [cihad edercesine] kârlı bir imtihan dersinde daha büyük mükâfatı kazanmak için bir şevk verdi ki, ben bu risalenin başında dediğim gibi, kendimi medrese-i Yusufiye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] ünvanına lâyık bir güzel ve hayırlı medresede biliyorum. Arasıra gelen hastalıklar ve ihtiyarlıktan neş’et [doğma] eden titizlikler olmasaydı, mükemmel ve rahat-ı kalb [kalp rahatlığı] ile derslerime daha ziyade çalışacaktım. Her ne ise, bu makam münasebetiyle saded [asıl konu, esas mânâ] harici girdi; kusura bakılmasın.

Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı âhiret [âhirete iman] o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradı, [bireyler] herbiri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elîm endişeler ve azaplar çeker. O cenneti, cehenneme döner veyahut muvakkat [geçici] eğlenceler ve sefahetlerle [ahmaklık, beyinsizlik] aklını tenvim [uyutma] edip uyutur. Devekuşu gibi avcıyı görür, kaçamıyor, uçamıyor. Başını kuma sokar, tâ görünmesin. Başını gaflete sokar, tâ ölüm ve zevâl [batış, kayboluş] ve firak [ayrılık] onu görmesin. Divanece, muvakkat [geçici] iptal-i his [hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirme] nev’inden bir çare bulur. Çünkü, meselâ

224

valide, ruhunu feda ettiği evlâdını daima tehlikelere mâruz gördükçe titrer. Ve pederini ve kardeşini eksik olmayan belâlardan kurtaramayan evlâtlar, daim bir keder, bir korkaklık hisseder. Buna kıyasen, bu dağdağalı, [karışık, gürültülü] kararsız hayat-ı dünyeviyede, [dünya hayatı] o mes’ut zannedilen aile hayatı çok cihetlerle saadetini kaybeder. Ve kısacık bir hayattaki münasebet ve karâbet [yakınlık] dahi, hakiki sadakati ve samimî ihlâsı ve garazsız [başka bir niyet taşımaksızın] bir hizmeti ve muhabbeti vermez. Ahlâk o nisbette küçülür, belki sukut [alçalış, düşüş] eder.

Eğer âhirete iman o haneye girse, birden ışıklandıracak. Ortalarındaki münasebet ve şefkat ve karâbet [yakınlık] ve muhabbet, kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dâr-ı âhirette, [âhiret âlemi] saadet-i ebediyede [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] dahi o münasebetlerin devamı ölçüsüyle samimî hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz gibi ahlâk yükseklenir. Hakikî insaniyet saadeti o hanede başlar inkişafa. [açığa çıkma]

Bu mânâ dahi hüccetlerle [delil] Risale-i Nur’da beyanına binaen kısa kesildi.

Hem herbir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret [âhirete iman] o büyük aile efradında [bireyler] hükmetmezse, güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] fedakârlık, rıza-yı İlâhî, [Allah rızası] sevab-ı uhrevî [ahiret için yapılan, kazanılan sevaplar iyilikler] yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, [bencil] tasannu, [yapmacık] riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zâhirî âsâyiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet mânâları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylâzlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler [güçlü, kuvvetli] zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar.

Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir. Eğer iman-ı âhiret [âhirete iman] bu geniş hanelerde hükmetse, birden samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet [yardım] ve hilesiz hizmet ve muaşeret [birlikte yaşayıp iyi geçinmek] ve riyâsız ihsan [bağış] ve fazilet ve enâniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa [açığa çıkma] başlarlar.

Çocuklara der: “Cennet var, haylazlığı bırak.” Kur’ân dersiyle temkin [ağırbaşlılık, ölçülü hareket] verir.

225

Gençlere der: “Cehennem var, sarhoşluğu bırak.” Aklı başlarına getirir.

Zâlime der: “Şiddetli azap var, tokat yiyeceksin.” Adalete başını eğdirir.

İhtiyarlara der: “Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze, bâki bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmaya çalış.” Ağlamasını gülmeye çevirir.

Bunlara kıyasen, cüz’î [ferdî, küçük] ve küllî herbir taifede hüsn-ü tesirini [güzel etki] gösterir, ışıklandırır. Nev-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiyle [sosyal hayat] alâkadar olan içtimaiyyun [sosyologlar] ve ahlâkıyyûnların kulakları çınlasın! İşte, iman-ı âhiretin [âhirete iman] binler faidelerinden, işaret ettiğimiz beş altı nümunelerine sairleri kıyas edilse, kat’î anlaşılır ki, iki cihanın ve iki hayatın medar-ı saadeti [mutluluk, huzur kaynağı, vesilesi] yalnız imandır.