İMAN VE KÜFÜR MUVAZENELERİ – Mühim Bir Suale Cevap (16-23)

16

Risale-i Nur Külliyatından

İMAN VE KÜFÜR MUVAZENELERİ [karşılaştırma/denge]

Bediüzzaman Said Nursî

17

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَبِهِ نَسْتَعِينُ * اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعٰالَمِينَ وَالصَّلٰوةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ * 1

Gayet mühim bir suale verilen çok ehemmiyetli bir cevabı burada yazmaya münasebet geldi. Çünkü kırk sene evvel Eski Said, o dersinde bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile Risale-i Nur’un harika derslerini ve tesiratını görmüş gibi bahsediyor. Onun için o sual-cevabı yazacağız. Şöyle ki:

Çoklar tarafından hem bana, hem bazı Nur kardeşlerime sual etmişler ve ediyorlar: “Neden bu kadar muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] karşı ve muannid [inatçı] feylesoflara ve ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] mukàbil Risale-i Nur mağlûp olmuyor? Milyonlar kıymettar hakiki kütüb-ü imaniye ve İslâmiyenin [imanı ve İslâmı anlatan kitaplar] intişarlarına [açığa çıkma, yayılma] bir derece sed çekmekle ve sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] lezzetleriyle çok bîçare gençleri ve insanları hakaik-i imaniyeden [iman hakikatleri, esasları] mahrum bırakıyorlar. Halbuki en şiddetli hücum ve en gaddarâne muamele ve en ziyade yalanlarla ve aleyhinde yapılan propagandalarla Risale-i Nur’u kırmak, insanları ondan ürkütmek ve vazgeçirmeye çalıştıkları halde, hiçbir eserde görülmediği bir tarzda Risale-i Nur’un intişarı, [açığa çıkma, yayılma] hatta çoğu el yazmasıyla altı yüz bin nüsha risalelerinden kemâl-i iştiyakla [tam bir istek ve arzu] perde altında intişar [açığa çıkma, yayılma] etmesi ve dahil ve hariçte kemâl-i iştiyakla [tam bir istek ve arzu] kendini okutturmasının hikmeti nedir? Sebebi nedir?” diye bu mealde çok suallere karşı el-cevap deriz ki:

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] sırr-ı i’câzıyla [mu’cizeliğin sırrı] hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu dünyada bir mânevî cehennemi dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada mânevî bir cennet bulunduğunu ispat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve

18

haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde [huy, karakter] ve hakaik-i Şeriatın [şeriat hakikatleri, İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar] amelinde cennet lezaizi [lezzetler] gibi mânevî lezzetler bulunduğunu ispat ediyor. Sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ehlini ve dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşenleri o cihetle, aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünkü, bu zamanda iki dehşetli hal var.

Birincisi: Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye [insanın hisleri, duyguları] akıl ve fikre galebe [üstün gelme] ettiğinden, ehl-i sefaheti [yasak zevk, eğlencelere düşkün olan kimseler] sefahetten [ahmaklık, beyinsizlik] kurtarmanın çare-i yegânesi, [tek çare] aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir. Ve يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا1 âyetinin işaretiyle, bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman [Allah’a inanan] iken ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] o hubb-u dünya [dünya sevgisi] ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, [tek çare] dünyada dahi cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur ki, Risale-i Nur o meslekten gidiyor. Yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve fenden gelen dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve sefahetteki [ahmaklık, beyinsizlik] tiryakiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vücudunu ispat ile ve onun azabıyla insanları fenalıktan, seyyiattan [günahlar] vazgeçirmek yoluyla ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, “Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Gafûrü’r-Rahîmdir, [çok merhamet eden, suçları bağışlayan Allah] hem Cehennem pek uzaktır” der, yine sefahetine [ahmaklık, beyinsizlik] devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlûp olur.

İşte, Risale-i Nur ekser muvazeneleriyle [karşılaştırma/denge] küfür ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid [inatçı] ve nefisperest [nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olan] insanları dahi o menhus, gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] lezzetlerden ve sefahetlerden [ahmaklık, beyinsizlik] bir nefret verip, aklı başında olanları tevbeye sevkeder. O muvazenelerden, [karşılaştırma/denge] Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki kısa muvazeneler [karşılaştırma/denge] ve Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfındaki [bölüm, kısım] uzun muvazene, [karşılaştırma/denge] en sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor. Meselâ, Âyet-i Nurda, [“Allah, göklerin ve yerin nûrudur” ifadesiyle başlayan, Nur Sûresinin 35. âyeti] seyahat-i hayaliye [hayalî yolculuk] ile hakikat olarak gördüğüm vaziyetleri

19

gayet kısaca işaret edeceğiz. Tafsilini isteyen Sikke-i Gaybiyenin [Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser adı] âhirine baksın.

Ezcümle: O seyahat-i hayaliyede, [hayalî yolculuk] rızka muhtaç hayvanat âlemini gördüğüm vakit, maddî felsefe ile baktım; hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczleri, o zîhayat [canlı] âlemini bana çok acıklı ve elîm gösterdi. Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve gafletin gözüyle baktığımdan feryad eyledim. Birden hikmet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın hikmeti] ve imanın dürbünüyle gördüm ki, Rahmân ismi, Rezzâk [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] parlak bir güneş gibi tulû [doğma] etti. O aç, bîçare zîhayat [canlı] âlemini rahmet ışığıyla yaldızladı.

Sonra hayvanat âlemi içinde, yavruların zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları hazin, elîm ve herkesi rikkat [acıma] ve acımaya getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi [âhiret, öteki dünya] gördüm. Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] nazarıyla baktığıma eyvah dedim. Birden iman bana bir gözlük verdi. Gördüm ki, Rahîm ismi şefkat burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] tulû [doğma] etti. O kadar güzel ve şirin bir sûrette o acı âlemi sevinçli âleme çevirip ışıklandırdı ki, şekvâ [şikayet] ve acımak ve hüzünden gelen gözyaşlarımı, sevinç ve şükrün lezzetlerinden gelen damlalara çevirdi.

Sonra sinema perdesi gibi insan âlemi bana göründü. Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] dürbünüyle baktım. O âlemi o kadar karanlıklı, dehşetli gördüm ki, kalbimin en derinliklerinden feryad ettim, eyvah dedim. Çünkü, insanlarda ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihâta [kavrayış] eden tasavvurat [düşünceler] ve efkârları [fikirler] ve ebedî bekà ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve Cenneti gayet ciddî isteyen himmetleri [ciddi gayret] ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve had konulmayan ve serbest bırakılan fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] kuvveleri ve hadsiz maksatlara müteveccih [yönelen] ihtiyaçları ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczleriyle beraber hücumlarına mâruz kaldıkları hadsiz musibet ve a’dâları [düşmanlar] ile beraber gayet kısa bir ömür, hergün ve her saat ölüm endişesi altında, gayet dağdağalı [karışık, gürültülü] bir hayat, yaşamak için gayet perişan bir maişet [geçim] içinde kalbe, vicdana en elîm ve en müthiş hâlet [durum] olan mütemâdi [aralıksız, devamlı] zevâl [batış, kayboluş] ve

20

firak [ayrılık] belâsını çekmek içinde, ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] için zulümat-ı ebediye [sonsuz karanlıklar] kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar gördüm.

İşte, bu insan âlemini bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla beraber bütün letâif-i insaniyem, [insandaki ince ve yüce duygular] belki bütün zerrât-ı vücudum [beden hücreleri] feryatla ağlamaya hazırken, birden Kur’ân’dan gelen Nur ve kuvvet-i iman [iman gücü] o dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gözlüğünü kırdı, kafama bir göz verdi. Gördüm ki, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Âdil ismi Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Rahmân ismi Kerîm [cömert, ikram sahibi] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Rahîm ismi Gafûr [çok merhamet eden, suçları bağışlayan Allah] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] yani mânâsında, Bâis [sebep, neden] ismi Vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] ismi Muhsin [bağış ve iyiliklerde bulunan] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Rab ismi Mâlik burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] birer güneş gibi tulû [doğma] ettiler. O karanlıklı ve içinde çok âlemler bulunan insan âleminin umumunu birden ışıklandırdılar, şenlendirdiler. Cehennemî hâletleri [durum] dağıtıp, nuranî âhiret âleminden pencereler açıp, o perişan insan dünyasına nurlar serptiler. Zerrât-ı kâinat [evrendeki atomlar] adedince, “Elhamdü lillâh, eşşükrü lillâh[ezelden ebede bütün şükürler ancak Allah’adır] dedim. Ve aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] gördüm ki, imanda mânevî bir cennet ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] mânevî bir cehennem bu dünyada da vardır, yakînen bildim.

Sonra küre-i arzın [yer küre, dünya] âlemi göründü. O seyahat-i hayaliyemde [hayalî yolculuk] dine itaat etmeyen felsefenin karanlıklı kavânin-i ilmiyeleri, [ilmin kanunları] hayalime dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha sür’atli hareketiyle, yirmi beş bin sene mesafeyi bir senede gezip devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstaîd (kàbil) ve içi zelzeleli, çok ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz [yer küre, dünya] içinde ve o dehşetli gemi üstünde kâinatın hadsiz boşluğunda seyahat eden bîçare nev-i insan [insan türü, insanlık] vaziyeti bana pek vahşetli bir karanlık içinde göründü, başım döndü. Gözüm karardı.

21

Felsefenin gözlüğünü yere vurdum, kırdım. Birden hikmet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın hikmeti] ve imaniye ile ışıklanmış bir gözle baktım, gördüm ki, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın [gökleri ve yeri yaratan Allah] Kàdir, Alîm, Rab, Allah ve Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Ard ve Müsahhirü’ş-Şemsi ve’l-Kamer [Ayı ve Güneşi itaat ettiren, boyun eğdiren, Allah] isimleri, rahmet, azamet, rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] burçlarında güneş gibi tulû [doğma] ettiler. O karanlıklı, vahşetli, dehşetli âlemi öyle ışıklandırdılar ki, o hâlette, [durum] benim imanlı gözüme küre-i arz [yer küre, dünya] gayet muntazam, musahhar, [boyun eğdirilmiş] mükemmel, hoş, emniyetli, herkesin erzakı içinde bir seyahat gemisi ve tenezzüh [ferahlama, rahatlama] ve keyif ve ticaret için müheyyâ [hazır] edilmiş ve zîruhları [ruh sahibi] güneşin etrafında, memleket-i Rabbâniyede [Rab olan Allah’ın memleketi] gezdirmek ve yaz ve bahar ve güzün mahsulâtını rızık isteyenlere getirmek için bir gemi, bir tayyare, bir şimendifer [tren] hükmünde gördüm. Küre-i arzın [yer küre, dünya] zerrâtı [atomlar] adedince “Elhamdü lillâhi alâ ni’meti’l-iman[iman nimetinden dolayı Allah’a hamdolsun] dedim.

İşte, buna kıyasen, Risale-i Nur’da pekçok muvazenelerle [karşılaştırma/denge] ispat edilmiştir ki, ehl-i sefahet [yasak zevk, eğlencelere düşkün olan kimseler] ve dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] dünyada dahi bir mânevî cehennem içinde azap çekerler; ve ehl-i iman [Allah’a inanan] ve salâhat, [dindarlıkta çok ileri olma hali] dünyada dahi bir mânevî cennet içinde, İslâmiyet ve insaniyet midesiyle ve imanın tecelliyat ve cilveleriyle, mânevî bir cennet lezzetleri tadabilir, belki derece-i imanlarına [iman derecesi] göre istifade edebilirler. Fakat, bu fırtınalı zamanın hissi iptal eden ve beşerin nazarını âfâka dağıtan ve boğan cereyanlar, iptal-i his [hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirme] nev’inden bir sersemlik vermiş ki, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] mânevî azabını muvakkaten [geçici] tam hissedemiyor; ehl-i hidâyete [doğru yolda olanlar, iman nimetine ermiş olanlar] dahi gaflet basıyor, hakikî lezzetini tam takdir edemiyor.

Bu asırda ikinci dehşetli hal: Eski zamanda küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve fenden gelen dalâletler [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve küfr-ü inadîden [gerçekleri görmek istememe, inattan kaynaklanan küfür] gelen temerrüd, [inat etme] bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için, eski İslâm muhakkiklerinin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] dersleri, hüccetleri [delil] o zamanlarda tam kâfi [yeterli] olurdu,

22

küfr-ü meşkûkü [inkârda, küfürde şüpheye düşme] çabuk izale [giderme] ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, [ahmaklık, beyinsizlik] dalâletlerden [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide, fen ve ilimle dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] girip inat ve temerrüd [inat etme] ile hakaik-i imana [iman hakikatleri, esasları] karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid [inatçı] inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalâletleriyle [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hakaik-ı imaniyeye karşı muaraza [karşı gelme, karşı koyma] ettiklerinden, elbette bunlara karşı, atom bombası gibi, bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakikat-i kudsiye [kutsal hakikatler] lâzımdır ki, onların tecavüzatını [tecavüzler, saldırılar] durdursun ve bir kısmını imana getirsin.

İşte, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın tam yarasına bir tiryak [derman, ilaç] olarak Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın [açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] ve lemeatı [parıltılar] bulunan Risale-i Nur, pek çok muvazenelerle, [karşılaştırma/denge] en dehşetli muannid, [inatçı] mütemerridleri, [inatçı] Kur’ân’ın elmas kılıcıyla kırıyor. Ve kâinat zerreleri adedince vahdâniyet-i İlâhiyeye [Allah’ın bir ve tek olması] ve imanın hakikatlerine hüccetleri, [delil] delilleri gösteriyor ki, yirmi beş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlûp olmayıp galebe [üstün gelme] etmiş ve ediyor.

Evet, Risale-i Nur’da, iman ve küfür muvazeneleri [karşılaştırma/denge] ve hidayet ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] mukayeseleri, bu mezkûr [adı geçen] hakikatleri bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] ispat ediyor. Meselâ, Yirmi İkinci Sözün iki makamının burhanlarına [delil] ve lem’alarına [parıltı] ve Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfına [bölüm, kısım] ve Otuz Üçüncü Mektubun pencerelerine ve Asâ-yı Mûsâ‘nın [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] on bir hüccetine, [delil] sair muvazeneler [karşılaştırma/denge] kıyas edilse ve dikkat edilse anlaşılır ki, bu zamanda küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve mütemerrid [inatçı] dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] inadını kıracak, parçalayacak Risale-i Nur’da tecelli eden hakikat-i Kur’âniyedir. [Kur’ân’ın hakikati]

İnşaallah, nasıl Tılsımlar Mecmuasında, dinin mühim tılsımlarını ve hilkat-ı âlemin muammalarını keşfeden parçalar, o mecmuada toplanmış. Aynen öyle

23

de, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] dünyada dahi cehennemlerini ve ehl-i hidâyetin [doğru yolda olanlar, iman nimetine ermiş olanlar] dünyada lezâiz-i cennetlerini [Cennet lezzetleri] gösteren ve iman, Cennetin bir mânevî çekirdeği ve küfür ise Cehennem zakkumunun [Cehennemde bir ağacın ismi] bir tohumu olduğunu gösteren Nurun o gibi parçaları, kısacık bir tarzda, bir mecmuacık olarak yazılacak, inşaallah [Allah dilerse] neşredilecek.

Said Nursî