İŞÂRÂTÜ’L-İ’CÂZ – Bakara Sûresi 11-15. Ayetlerin Tefsiri (136-154)

136

﴾ وَاِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُوا فِى اْلاَرْضِ قَالُوا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ * اَلاَ اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِنْ لاَ يَشْعُرُونَ 1 ﴿

Bu âyetin evvelki âyetle veçh-i irtibatı: [bağlantı, ilişki yönü] Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki, münafıkların nifakından [ayrılık, dağılma] neş’et [doğma] eden cinayetlerinin birincisini teşkil eden, nefislerine zulmetmekle hukukullaha [Allah’ın hakkı] tecavüzleri olan cinayet zikredildikten sonra mezkûr [adı geçen] cinayetlerinin ikincisini teşkil eden hukuk-u ibâda tecavüz etmekle aralarına fesat ilka [bırakma, kalbe bırakılma] etmek cinayetleri dahi mevki-i münasipte [uygun konum] zikredilmiştir.

Sonra وَاِذَا قِيلَ 2 cümlesi münafıkların kıssasına ve hikâyesine dahil olduğu cihetle وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ 3 ‘deki يَقُولُ 4 ‘ye bağlıdır, mânâ ve meâlce يُخَادِعُونَ 5 ‘ye nazırdır. Haddizatında dahi يَكْذِبُونَ 6 ‘ye merbuttur. [bağlı] Üslûbun tağyiri [değiştirme] ise, yani kaziye-i hamliye yerine kaziye-i şartiyenin irâdı, يَكْذِبُونَ ile وَاِذَا قِيلَ arasında birkaç cümlenin mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] olduğuna bir emaredir. Takdir-i kelâm şöyle olsa gerektir: “Yalan söyledikleri zaman fitneyi ika ediyorlar. Fitneyi ika ettikleri zaman ifsat [bozgunculuk, kargaşa] ediyorlar. Nasihat edildikleri vakit kabul etmiyorlar. Fesat yapmayın denildiği zaman, ‘Biz ancak ıslaha çalışıyoruz’ diyorlar.”

Bu âyetin ihtiva ettiği mezkûr [adı geçen] ve gayr-ı mezkûr cümleler arasındaki veçh-i irtibat [bağlantı, ilişki yönü] bir misalle izah edilecektir. Şöyle ki:

137

Bir insan tehlikeli bir yola sülûk [mânevî yol alma] ettiği zaman, en evvel “Senin bu yolun seni felâkete götürüyor, bu yoldan vazgeç” diye nasihat edilir. O insan vazgeçmediği takdirde şiddetle zecir [azarlama, sakındırma] ve nehyedilir [yasak] ve aynı zamanda “Umum halkın nefret ve kahrına uğrarsın” diye tehdit edildiği gibi, “Ebna-yı cinsine [aynı cinsten gelenler] zulmetmiş olursun” diye şefkat-i cinsiyeye [kendi cinsine olan şefkat] de dâvet edilir.

Eğer o insan, sarhoşlar gibi inatçı ve kafasız ise, kendisine yapılan nasihat ve zecr [sakındırma] ve nehiyleri [yasak] müdafaa etmekle mukabele [karşılama; karşılık verme] eder ve “Benim mesleğim haktır; ne senin hakk-ı itirazın var ve ne de benim senin nasihatlerine ihtiyacım var” diye serkeşliğe [başkaldıran] başlar.

Eğer o insan iki yüzlü ise, bir cihetten nasihat edenleri kandırır ve ilzama [susturma] çalışır. Diğer cihetten de “Ben ıslah edici bir insanım” diye mesleğini hak göstermeye devam eder. Ve aynı zamanda “Islah benim hakiki bir sıfatım olup, bilâhare hasıl olmuş bir sıfat değildir” diye dâvâsını tekit [pekiştirme] ve te’yid eder.

Bundan sonra eğer o insan mesleğinde ısrarla nasihatları kabul etmezse anlaşılır ki, onun ıslahına hiçbir çare ve hiçbir deva yoktur. Yalnız onun fesadı halka sirayet [bulaşma] etmemek için, mesleğinin muzır [zararlı] ve fena olduğunu ilân etmek lâzımdır ki, herkes ondan tahaffuz [korunmak, kendini muhafaza etmek] etsin. Zira o insan aklını çalıştırmıyor, şuurunu istihdam [çalıştırma] etmiyor ki, böyle zahir olan birşeyi hissedebilsin.

İşte bu misaldeki cümlelerin arasındaki münasebetlere dikkat edilirse, mezkûr [adı geçen] âyetin cümleleri arasında bulunan münasebet halkaları güzelce görünecektir. Evet, aralarında öyle fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir nizam vardır ki, îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] ve ihtisarından, [kısaltma] i’câzın [mu’cize oluş] yüksek sesleri işitilir.

Mezkur [sözü geçen] âyetin herbir cümlesinin heyetindeki vech-i intizam: [tertip, düzen, diziliş yönü]

Evet, kat’iyeti ifade eden ﴾ وَاِذَا قِيلَ لَهُمْ 1 ﴿ ‘deki اِذَا kötü ve fena şeyleri men’ ve nehyetmek [yasaklamak] lâzım ve vacip olduğuna işarettir. Failin terkiyle, sîga-yı meçhul ile zikredilen قِيلَ 2 kötü birşeyi nehyetmek [yasaklamak] farz-ı kifâye [bir kısım Müslümanların yapması halinde diğerlerinin günahtan kurtuldukları farzlar—Cenaze namazı gibi] olduğuna işarettir.

138

Menfaat ve lûtfu ifade eden لَهُمْ 1 ‘deki ل yapılacak nehiylerin, [yasak] tahkir [aşağılama] ve tahakküm [baskı] suretiyle değil, ancak nasihat tarzıyla lâzım olduğuna işarettir.

﴾ لاَ تُفْسِدُوا 2 ﴿ şöyle bir kıyas-ı istisnaîye işarettir ki: “Böyle yapmayın, aksi takdirde karışıklıklar meydana gelir. İnsanlar arasında itaat rabıta[bağ] kesilir. Adalet, ihtilâle inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. İttifak ve ittihadın [birleşme] ipleri kopar. Fesat doğmaya başlar. Öyleyse, böyle yapmayın ki fesat olmasın.”

﴾ فِى اْلاَرْضِ 3 ﴿ nehyi [yasak] tekit, [pekiştirme] zecri [sakındırma] idame ettiriyor. Çünkü nasihat muvakkat [geçici] olduğu için inzicarın devamı lâzımdır. Bu da vicdanın heyecana getirilmesiyle olur. Bu dahi ya şefkat-i cinsiyenin [kendi cinsine olan şefkat] uyandırılmasıyla veya nefret-i umumiyeye maruz kalmak korkusuyla olur. Evet فِى اْلاَرْضِ kelimesi her iki ciheti de temin eder. Zira اَلْاَرْضِ 4 kelimesi, lisan-ı haliyle, [beden dili] “Sizin bu fesadınız nev-i beşere sirayet [bulaşma] eder. Nev-i beşerin, bilhassa fakirlerin ve masumların sizlere kötülüğü nedir ki, onlara karşı böyle fenalıkta bulunuyorsunuz? Şefkat-i cinsiyeniz [kendi cinsine olan şefkat] yok mudur? Niçin merhamet etmiyorsunuz? Evet, teslim ettik ki, sizin şefkat-i cinsiyeniz [kendi cinsine olan şefkat] yoktur. Hiç olmazsa nefret-i umumiyeden korkunuz” diye onları ikaz ediyor.

S – Onların maksatları umum insanlar değildir. Niçin onların fesadı bütün insanlara sirayet [bulaşma] etsin?

C – Evet, siyah bir gözlüğü takan adam herşeyi siyah ve çirkin görür. Kezalik, [böylece, bunun gibi] basiret gözü de nifakla [ayrılık, dağılma] perdelenirse ve kalb küfürle peçelenirse, bütün eşya çirkin ve kötü görünür. Ve bütün insanlara, belki kâinata karşı bir buğz [kin, nefret] ve bir adâvete [düşmanlık] sebep olur. Hem de küçük bir dişlinin kırılmasıyla büyük bir makine müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olduğu gibi, bir şahsın nifakıyla [ayrılık, dağılma] heyet-i beşeriyenin intizamı müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olur.

139

Zira adalet, intizam, İslâmiyet ve itaatle olur. Maalesef onların serptikleri zehirler tabakadan tabakaya intikal ede ede bu zillet [alçaklık] ve sefaleti ismar etmiştir.

﴾ قَالُۤوا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ ﴿ : Yani, “Halkı ifsat [bozgunculuk, kargaşa] etmeyin denildiği zaman ‘Bizler ancak ıslah edici insanlarız’ iddiasında bulundular.”

اِنَّمَا ‘da iki hâsiyet [özellik] var:

Birincisi: Dahil olduğu hükmün hakikaten veya iddiâen malûm olması lâzımdır. Bu hâsiyetten, [özellik] nasihat edenleri tezyif [alay etme, küçük düşürme] etmeye ve cehaletlerine olan sebatlarını [kalıcı olma, sabit kalma] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmeye bir remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] vardır. Yani, “Bizim ıslah edici olduğumuz malûmdur; binaenaleyh mesleğimizde sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ederiz, nasihatlere kulak vermeyiz.”

İkinci hâsiyet, [özellik] hasrdır. Bu hasrdan dahi, onların salâhlarına hiçbir fesadın karışmamış olduğuna bir remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] vardır ki, bu remizden [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] onların salâhlarına fesat karışıyor diye mü’minlere bir tariz vardır.

Sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve devamı ifade eden ism-i fail sigasıyla مُصْلِحُونَ 1 ‘nin نُصْلِحُ 2 ‘ye tercihen zikredilmesi, salâhlarının sabit ve daimî bir sıfat olduğundan şimdiki halleri de ayn-ı salâh olduğuna işarettir. Sonra onlar, bu kelâmlarında da münafıklık ediyorlar. Zira, batınen fesatlarını salâh [düzelme] addettikleri gibi, zahiren “Bu amelimiz mü’minlerin salâh [düzelme] ve menfaatleri içindir” diye mürâilik yapıyorlar.

﴾ اَلاَ اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلٰكِنْ لاَ يَشْعُرُونَ 3 ﴿ : Bu âyetin makabliyle [öncesi] vech-i irtibatı: [irtibat, bağlantı yönü]

Evvelki âyette münafıklardan hikâye edilen bazı mânâlar ve iddialar vardır. Meselâ münafıklar mesleklerini terviç [revaç ve kıymet verme, değerini artırma] ve teşvik etmişlerdir. Salahı kendilerine ispat ve salâhın daimî bir sıfatları olduğunu iddia etmişlerdir. Ve amellerinin salâha münhasır olduğu ve salâhlarına hiçbir fesadın karışmamış olduğu ve bu hükmün malûm

140

hükümlerden bulunduğu iddiasında bulunmuşlardır. Ve mü’minlere târizde [dokundurma, iğneleme, taş atma; sözde bir yönü göstererek başka bir yönü kastetme sanatı] bulunarak mü’minlerden kendilerine nasihat edenleri teçhil etmişlerdir.

Kur’ân-ı Kerim dahi münafıkların şu mezkûr [adı geçen] iddialarını cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] ve akslerini ispat etmek üzere şu cümlede bazı hükümler serdetmiştir. Ezcümle:

Fesat, münafıklara isnat ve ispat edilmiştir. Ve onların, müfsitlerin [bozguncu] hakikatiyle ittihat ettiklerine işaret edilmiştir. Ve fesadın münafıklara münhasır olduğuna ve bu hükmün sabit bir hakikat bulunduğuna işaretler yapılmıştır. Ve onların muzır [zararlı] olmalarıyla halk ikaz edilmiştir. Ve onlarınhisleri nefyedilmekle [gönderilme, sürgün] teçhil edilmişlerdir.

Evet, fena birşeye düşmemek için kullanılmakta olan ikaz âleti denilen اَلاَ ile onların dâvâları halkın nazarında tezyif [alay etme, küçük düşürme] ve iptal edilmiştir. Tahkiki [araştırma, inceleme] ifade eden اِنَّ ile, dâvâlarında iddia ettikleri hakkaniyet ve malûmiyet reddedilmiştir. Hasrı ifade eden هُمْ 1 onların اِنَّمَا ve نَحْنُ 2 ile mü’minlere karşı yaptıkları târizi [dokundurma, iğneleme, taş atma; sözde bir yönü göstererek başka bir yönü kastetme sanatı] cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edici bir mukabeledir. [karşılama; karşılık verme] Cins ve hakikati ifade eden اَلْمُفْسِدُونَ 3 deki harf-i tariften anlaşılır ki, onlar müfsitlerin [bozguncu] hakikatıyla ittihat etmişlerdir.

Şuurdan mahrum olduklarını ifade eden ﴾ وَلٰكنْ لاَ يَشْعُرُونَ 4 ﴿ cümlesi, onların zu’umlarınca [zan, asılsız iddia, batıl inanç] dâvâlarının malumiyeti dolayısıyla nasihate ihtiyaçları olmadığına ve nasihat edenleri tezyif [alay etme, küçük düşürme] ettiklerine karşı bir müdafaadır.

ba

141

﴾ وَاِذَا قِيلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُۤوا أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ اَلاَ اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَۤاءُ وَلٰكِنْ لاَ يَعْلَمُونَ 1 ﴿

Yani, “Halkın imana geldikleri gibi siz de imana geliniz, diye imana dâvet edildikleri zaman, ‘Süfeha takımının imana geldiği gibi biz de mi imana geleceğiz?’ diye cevapta bulunurlar. Fakat süfeha takımı ancak ve ancak onlardır; lâkin bilmiyorlar.”

Bu âyeti makabliyle [öncesi] rabt [bağlama] ve nazm [diziliş, tertip] eden cihetlere gelince: Bu iki âyet münafıkların cinayetlerini hikâye ettiği gibi, onlara hem nasihat, hem irşad [doğru yol gösterme] vazifesini de görüyor. Binaenaleyh, bu iki âyetin arasındaki atıf, ya onların mü’minlere isnat ettikleri sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] cinayetini kendilerinin arzda yaptıkları ifsat [bozgunculuk, kargaşa] cinayetine atıftır, veyahut emr-i bilmârufu [iyiliği emretme] tazammun [içerme, içine alma] eden ikinci âyet, nehy-i anilmünkeri ifade eden birinci âyete atıftır. Demek bu iki âyet arasındaki cihetü’l-vahdet, [birlik yönü] ya cinayettir veyahut irşaddır. [doğru yol gösterme]

Bu âyetteki cümlelerin arasındaki cihet-i irtibat [bağlantı yönü] ise:

Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki وَاِذَا قِيلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ 2 cümlesiyle farz-ı kifâye [bir kısım Müslümanların yapması halinde diğerlerinin günahtan kurtuldukları farzlar—Cenaze namazı gibi] olan nasihat vazifesi ifa edilmek üzere kâmil insanlardan ibaret olan cumhur-u nasa [halkın çoğunluğu] ittibaen, [tabi olma, uyma] hâlis bir imana dâvet edildikleri zaman, onların enaniyet-i cahiliyeleri [cahillikten gelen gurur] heyecana gelerek قَالُۤوا أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ 3 deyip gurur ve inatlarında ısrar ettiler ve “Dâvâmız haktır ve bizler hak üzereyiz” diye bâtıl ve inatçıların âdeti gibi bâtıl dâvâlarını hak ve cehaletlerini ilim iddia ettiler. Çünkü onların nifakla [ayrılık, dağılma] kalpleri [sahte para] fesada uğramıştır. Şüphesiz fâsit [bozuk] olan bir kalb, gururlu olur ve ifsadata [bozma] meyleder. Binaenaleyh, onlar kalblerinin fâsid olmasından temerrüt [inat] ve

142

inat ediyorlar. Ve hedef ittihaz [edinme, kabullenme] ettikleri ifsat [bozgunculuk, kargaşa] iktizasıyla [bir şeyin gereği] yekdiğerlerine [bir diğer şey] halkı idlâl [hak yoldan çıkarma, saptırma] etmeyi tavsiye ediyorlar. Ve gururlarının hükmüyle, diyanet ve imanı sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve sefalet telâkki [anlama, kabul etme] ediyorlar. Ve nifaklarının [ayrılık, dağılma] icabıyla, bu sözlerinde de münafıklık yapıyorlar. Zira bu sözlerinin zahirinden “Biz divaneler değiliz, nasıl sefihler [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] gibi olacağız?” diye bir mânâ çıkar. Bâtınından ise “Nasıl ekserîsi fukara ve nazarımızda sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] olan mü’minler gibi olacağız?” diye diğer bir mânâ çıkıyor.

Sonra, Kur’ân-ı Kerim, onların mü’minlere attıkları sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] taşını اَلاَ اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَۤاءُ 1 cümlesiyle onlara iade etmekle kendilerine yutturmuştur. Çünkü inat ve cehaletleri bu dereceye vâsıl olanın hak ve müstehakı, beynennas [insanlar arasında] teşhir edilmekle sefahetin [ahmaklık, beyinsizlik] kendisine münhasır olduğunu ilân etmektir.

Sonra وَلٰكِنْ لاَيَعْلَمُونَ 2 cümlesiyle onların cehl-i mürekkeple [bilmediğinden habersiz kimsenin cehaleti] cahil olduklarına işaret etmiştir ki, bu gibi cahillere nasihat tesir etmediğinden, onlardan tamamıyla iraz etmek lâzımdır. Çünkü, nasihati dinleyen ancak cehlini bilenlerdir. Bunlar cehillerini [bilgisizlik] de bilmezler.

Bu âyetin ihtiva ettiği cümlelerin eczası arasında bulunan irtibata gelelim:

﴾ وَاِذَا قِيلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ 3 ﴿ cümlesindeki اِذَا kat’iyeti ifade ettiğinden emr-i mâruf ile halkı irşad [doğru yol gösterme] etmek lüzumuna işarettir. Siga-yı meçhul ile zikredilen قِيلَ nasihatın, alâ sebîli’l-kifâye vacip olduğuna işarettir.

Ve اَخْلِصُوا فِى اِيمَانِكُمْ 4 gibi, ihlâs lâfzını [ifade, kelime] ihtiva eden bir cümleye bedel اٰمِنُوا 5

143

lâfzının [ifade, kelime] zikredilmesi, ihlâsı olmayan imanın, imandan addedilmemesine işarettir.

Ve كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ 1 lâfzıyla [ifade, kelime] güzel bir misal, bir nümûne, bir örnek gösterilmiştir ki, onlara ittiba [tabi olma, uyma] ederek ihlâslı bir imana gelsinler.

نَاسْ 2 lâfzında [ifade, kelime] iki nükte [derin anlamlı söz] vardır ve o iki nükte, [derin anlamlı söz] vicdanları emr-i mârufa icbar [zoraki, zorlama] eden âmillerdendir.

Birincisi: نَاسْ ünvanı, herkesi cumhur-u nasa [halkın çoğunluğu] tâbi olmaya dâvet eder. Çünkü cumhura muhalefet öyle bir hatâdır ki, o hatâyı irtikâp [kötü iş işleme] etmek, kalbin, vicdanın şânından değildir.

İkincisi: كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ tabirinden anlaşılıyor ki, imanı olmayanın nâstan addedilmemesi lâzımdır. Ancak nâs tabiri mü’minlere mahsustur. Bu da, ya imanın hâsiyetiyle [özellik] insaniyetin hakikati mü’minlere münhasırdır; veya imansız olanlar, insaniyetin mertebesinden sukut [alçalış, düşüş] etmişlerdir.

﴾ قَالُۤوا أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ ﴿ Yani, “Bizler nasihatleri kabul etmiyoruz. Şu miskinlerin cemaatine nasıl gireceğiz? Bizim gibi ashab-ı câh ve mertebe, onlara kıyas edilemez.”

قَالُوا 3 nefislerini tezkiye, [hatadan arındırma, temize çıkarma] mesleklerini terviç, [revaç ve kıymet verme, değerini artırma] nasihatten istiğna, [ihtiyaç duymama] mağrurane dâvâ şeklinde müdafaa etmelerine işarettir.

İnkârî bir istifhamı [soru sorma] ifade eden أَنُؤْمِنُ 4 kelimesi, onların cehalette gösterdikleri

144

temerrüt [inat] ve inada işarettir. Sanki onlar istifham [soru sorma] ile nasihat edene soruyorlar ki: “Mesleğimizi terk etmemize senin vicdanın razı olup insafın kabul eder mi?”

S – Onlar o sözlerinde kimleri muhatap etmişlerdir?

C – Evvelâ nefislerine, saniyen [ikinci olarak] ebnâ-yı cinslerine, [aynı cins ve türden gelenler] salisen [üçüncü olarak] nasihat edenlere tevcih-i [yöneltme] hitap etmişlerdir.

Evet, birisine nasihat yapan adam evvelâ nefsine müracaat eder, sonra arkadaşlarıyla konuşur. Sonra nasihat ettiğine döner, yaptığı müracaatların neticesini ona söyler. Buna binaen, vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki münafıklar imana dâvet edildiler; onlar fesada uğramış kalblerine, tefessüh [bozulma] etmiş vicdanlarına müracaatta bulundular. İnkâr cevabını aldıkları için, kalblerindeki şeyi dışarıya verdiler. Sonra ifsat [bozgunculuk, kargaşa] arkadaşlarına müracaat ettiler. Yine inkâr cevabını alarak, gizli gizli konuşmalara başladılar. Sonra, itizar [bir sebep göstererek affını dileme] şeklinde nasihat edene dönerek şöyle bir safsatada bulunurlar: “Yahu, aramızda çok fark vardır. Biz onlara kıyas edilemeyiz. Çünkü biz zenginiz, onlar fakirdirler. Onlar mecburiyet saikasıyla [sebebiyle] imana gelmişlerdir. Onların diyaneti ıztırarîdir. [zorunlu olarak yapılan, kulun iradesinin rolü olmayan mecburi iş] Biz ise ashab-ı izzet ve servet insanlarız.”

Hülâsa, [esas, öz] onlar gururlarının hükmüyle mürşidi insafa dâvet ettiler. Hud’a [hile, aldatma] ve hileleriyle ikiyüzlü bir konuşmada bulundular. Şöyle ki: “Ey mürşid! Bizleri süfeha [sefihler beyinsizler, ahmaklar] zannetme. Bizler süfeha [sefihler beyinsizler, ahmaklar] gibi olamayız. Ancak halis mü’minlerin yaptıkları gibi yapıyoruz” diye mürşidi kandırmak istediler. Halbuki, kalblerinde, “Bu fakir ve kıymetten sukut [alçalış, düşüş] eden mü’minler gibi değiliz” gibi başka bir mânâyı izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmişlerdir.

Hülasa أَنُؤْمِنُ lâfzında [ifade, kelime] onların fesadlarına, ifsadlarına, [bozma] gururlarına ve nifaklarına [ayrılık, dağılma] gizli birer remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] vardır.

كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهۤاءُ 1: Yani, “Kâmil zannettiğiniz mü’minler, nazarımızda zelil [aşağılanan] ve fakir bir cemaattır. Onların herbirisi bir kavmin sefihidirler.” [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün]

O kâmil mü’minlerin tecvîz ettiği kıyasta birkaç işaret vardır:

145

Birincisi: Mecmaü’l-mesâkin, [toplanılan yer] melceü’l-fukara, [sığınak] hakkı himaye, hakikatı muhafaza, gururu men’, tekebbürü [büyüklenme] def eden, yegâne İslâmiyettir. Evet, kemal [fazilet, olgunluk] ve şerefin mikyası [ölçü] İslâmiyettir.

İkincisi: Nifakı [ayrılık, dağılma] intaç [netice verme] eden, garaz, gurur, tekebbürdür. [büyüklenme]

Üçüncüsü: İslâmiyet, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] ve ashab-ı meratip ellerinde tahakküm [baskı] ve tagallübe [baskı ve zorbalık yapma] vesile olamaz. Ancak sair dinlerin hilâfına olarak, ehl-i fakr ve hacet elinde ihkak-ı hak [hak sahibine hakkını verme] için kırılmaz elmas bir kılıçtır. Bu hakikate tarih güzel bir şahittir.

﴾ اَلاَ اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَۤاءُ 1 ﴿ : Bilinmesi lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerimin, nifakın [ayrılık, dağılma] aleyhine kesretle [çokluk] yaptığı şiddetli tehditler ve takbihlerin [çirkinlikle niteleme, çirkin bulma] sebebi, ancak ve ancak âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] nifak [ayrılık, dağılma] şubelerinden gördüğü darbelerdir.

اَلاَ ikaz âleti olup, sefahetlerini [ahmaklık, beyinsizlik] teşhir ve efkâr-ı âmmeyi [genel düşünce, kamuoyu] sefahetlerine [ahmaklık, beyinsizlik] istişhad [şahid gösterme] etmek için zikredilmiştir.Hakikati göstermek için bir âyine [ayna] ve hakikate delâlet için bir delil vazifesini gören اِنَّ lisan-ı haliyle, [beden dili] “Hakikate bakınız, onların zahirî safsatalarının aslı yoktur, aldanmayınız” diyor.

Hasrı ifade eden هُمْ 2 kelimesi, nefislerine iddia ettikleri tezkiyeyi [hatadan arındırma, temize çıkarma] red ve mü’minlere isnat ettikleri sefaheti [ahmaklık, beyinsizlik] def eder. Yani, bir lezzet-i faniye için âhiretini terk eden sefihtir. [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] Bâki bir mülkü hevesat-ı faniyesinin terkiyle satın alan sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] değildir.

146

اَلسُّفَهَۤاءُ 1 deki elif ve lâm, hükmün malûmiyetine ve kemaline işarettir. Yani, onların sefaheti [ahmaklık, beyinsizlik] malûmdur. Ve sefahetin [ahmaklık, beyinsizlik] son sistemi onlardadır.

﴾ وَلٰكِنْ لاَ يَعْلَمُونَ 2 ﴿ cümlesinde üç işaret vardır:

Birincisi: Hakkı bâtıldan, iman mesleğini nifak [ayrılık, dağılma] mesleğinden temyiz etmek, ancak ilim ve nazar ile olur. Fakat yaptıkları fitne ve fesatları zahir olduğu için, ednâ [basit, aşağı] bir şuuru olan farkında olur. Buna binaen, Kur’ân-ı Kerim birinci âyeti وَلٰكِنْ لاَيَشْعُرُونَ ile zeyillendirmiştir. [ilave, ek]

İkincisi: لاَيَعْلَمُونَ 3 gibi, âyetlerin sonunda zikredilen اَفَلاَ يَعْقِلُونَ * اَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ * اَفَلاَ تَتَذَكَّرُونَ 4 gibi cümleleriyle, İslâmiyetin akıl, hikmet ve mantık üzerine müesses [kurulmuş] olduğuna işaret etmiştir ki, İslâmiyeti herbir akl-ı selimin [sağduyu; sağlıklı ve istikametli [doğru] düşünce] kabul etmesi, İslâmiyetin şânındandır.

Üçüncüsü: Onlardan iraz etmek ve onlara itimat etmemek lâzımdır. Çünkü cehillerini [bilgisizlik] bilmediklerinden, nasihatin onlara tesiri olmuyor.

ba

﴾ وَاِذَا لَقُوا الَّذِينَ اٰمَنُوا قَالُۤوا اٰمَنَّا وَاِذَا خَلَوْا اِ لٰى شَيَاطِينِهِمْ قَالُۤوا اِنَّا مَعَكُمْ اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ * اَللهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ فِى طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ 5 ﴿

147

İstihza ve istihfaf [hafife alma] gibi münafıkların dördüncü cinayetlerini beyan eden şu âyetin fesat, ifsat, [bozgunculuk, kargaşa] tesfih gibi sebkat eden cinayetlerine atfını iktiza [bir şeyin gereği] eden ayn-ı münasebetle bu âyetin meâliyle mâkablinin [önceki, öncesi] meâli arasında irtibat ve intizam hasıl olmuştur.

Bu âyetin cümleleri arasındaki vech-i irtibata [irtibat, bağlantı yönü] gelince:

İnsanın musibet ve elemlere karşı nokta-i istinadı [dayanak noktası] ve ihtiyaç ve emellerini tesviye için nokta-i istimdadı [medet noktası; yardım alınan nokta] olan imanın üç hassası vardır.

Birincisi: Nokta-i istinadından [dayanak noktası] neş’et [doğma] eden izzet-i nefistir. [insanın vakar, [ağırbaşlılık] şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi] İzzet-i nefsi olan, başkalarına kendisini zelil [aşağılanan] göstermeye tenezzül etmez.

İkincisi: Şefkattir. Şefkati olan, kimseyi tahkir [aşağılama] ve tezlil [zillete düşürme, alçaltma] etmez.

Üçüncüsü: Hakikatlere ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] etmek ve yüksek şeylerin kıymetini bilmekle istihfaf [hafife alma] etmemektir.

Kezâlik, [böylece, bunun gibi] imanın zıddı olan nifakın [ayrılık, dağılma] da üç hassası vardır.

Birincisi: Zillettir. [alçaklık]

İkincisi: İfsadata meyletmektir.

Üçüncüsü: Başkalarını tahkir [aşağılama] etmekle gururlanıp zevk almaktır.

Binaenaleyh, iman, izzet-i nefsi [insanın vakar, [ağırbaşlılık] şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi] intaç [netice verme] ettiği gibi, nifak [ayrılık, dağılma] da onun aksine zilleti [alçaklık] intaç [netice verme] eder. Zilleti [alçaklık] olan, herkese karşı kendisini zelil [aşağılanan] gösterir. Bu ise riyadır. Riya ise müdahenedir. Müdahene dahi kizbdir. [yalan] Kur’ân-ı Kerim, şu silsileli kizbe [yalan] ﴾ وَاِذَا لَقُوا الَّذِينَ اٰمَنُوا قَالُۤوا اٰمَنَّا… 1 ﴿ ile işaret etmiştir. Yani, “Mü’minlere rast geldikleri zaman, biz de imana geldik’ diyorlar.”

Sonra nifak, [ayrılık, dağılma] imanın hilâfına, kalbleri ifsad [bozma] eder. Kalbin fesadı ise, yetimliği intaç [netice verme] eder. Yani, bozuk olan bir kalb kendisini sahipsiz, maliksiz, yetim bilir. Bu hâletten [durum] korku neş’et [doğma] eder. O korku onu kaçıp gizlenmeye icbar [zoraki, zorlama] eder. Kur’ân

148

şu hallerine ﴾ وَاِذَا خَلَوْا 1 ﴿ ile işaret etmiştir. Yani, “Kaçıp halvetlere gittikleri zaman…”

Sonra nifak, [ayrılık, dağılma] imanın aksine, akraba ve saireler arasında sıla-i rahmi [akraba bağı, ziyareti] kat’ [aşma, yükselme] eder, keser. Bu ise şefkati izale [giderme] eder. Şefkatin zevâli [batış, kayboluş] ise ifsadata [bozma] sebep olur. İfsaddan fitne çıkar. Fitneden hıyanet doğar. Hıyanet dahi zafiyeti mûciptir. Zafiyet de himaye edecek bir zahîre, [azık] bir arkaya iltica etmeye icbar [zoraki, zorlama] eder. Kur’ân-ı Kerim buna ﴾ اِلٰى شَيَاطِينِهِمْ ﴿ ile işaret etmiştir. Yani, “Şeytanlarına kaçıp, şeytanlarının himayelerine giriyorlar.”

Sonra, imanın hilâfına, nifakta [ayrılık, dağılma] tereddüt vardır. Yani münafık olan kimse, kat’î bir hüküm sahibi değildir. Bu ise sebatsızlığı [kalıcı olma, sabit kalma] intaç [netice verme] eder. Bu da mesleksizliği. Bu dahi emniyetsizliği tevlid [doğurma] eder. Bu ise-kanunen maznunların hergün ispat-ı vücut [varlığını gösterme] etmeleri lüzumu gibi—daima şeytanlarına gidip küfürlerini, ahidlerini tazelemelerini icap [gerekli kılma] ettirir. Kur’ân-ı Kerim bu silsileye ﴾ قَالُۤوا اِنَّا مَعَكُمْ ﴿ ile işaret etmiştir. Yani, “Bizler sizinle beraberiz” diye ahidlerini tecdid [yenileme] ediyorlar.

Sonra mü’minlere gidip geldiklerinden hasıl olan şüpheyi izale [giderme] etmek için, and dilemeye mecbur oldular. Ve imanın hilâfına, hakikatlere adem-i hürmet ve istihfafta [hafife alma] bulunarak kıymetli şeylere ihanet ettiler ki, kendilerine atfedilen ithamları [suçlama] defetsinler. İşte, Kur’ân-ı Kerim buna ﴾ قَالُۤوا اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ ﴿ ile işaret etmiştir. Yani, “Bizim mü’minlerle olan ihtilâtımız, [birbirine karışma] onlarla istihza [alay etme] içindir. Aramızda samimiyet yoktur. Ancak yüzlerine gülüyoruz.”

Sonra, münafıkların şu gidiş ve söyleyişlerini dinleyen sâmiîn [dinleyen, işiten] mü’minlerin de mukabelede [karşılama; karşılık verme] bulunmalarını intizar [bekleme] etmekte bulunduğu, siyak-ı kelâmdan anlaşıldı. Bunun için Kur’ân-ı Kerim de mü’minlere bedel ﴾ اَللهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ ﴿ diye

149

mukabelede [karşılama; karşılık verme] bulunmuştur. Yani, “Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onların istihzaları [alay etme] üzerine eşedd-i ceza ile dünya ve âhirette tecziye [cezalandırma] eder ve edecektir.” Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şu mukabelesi, mü’minlerin şerefine ve münafıkların yaptıkları istihzanın, [alay etme] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tecziyesine [cezalandırma] karşı adem [hiçlik, yokluk] hükmünde kaldığına ve onların hamakatlerine [ahmaklık] işarettir.

Sonra Kur’ân-ı Kerim ﴾ وَيَمُدُّهُمْ فِى طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ ﴿ cümlesiyle cezalarını istihza [alay etme] suretiyle tasvir etmiştir. Yani, “Onlar dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve tuğyanı [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] intaç [netice verme] eden esbaba su-i ihtiyarlarıyla [iradenin kötüye kullanımı] ve arzularıyla tevessül [genişleme, yayılma] ettikleri için, sanki lisan-ı halleriyle [beden dili] dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] talebinde bulunmuşlardır; Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] da onların talepleri üzerine, istediklerine yardım etmiştir.”

Bu âyetin tazammun [içerme, içine alma] ettiği cümlelerin heyetleri arasında intizam ciheti ise:

Dahil olduğu hükmün kat’iyetini ifade eden ﴾ وَاِذَا لَقُوا الَّذِينَ اٰمَنُوا 1 ﴿ ‘deki اِذَا onların mü’minlere olan mülâkatlarını [buluşma, karşılaşma] amden [kasden; bizzat isteyerek, maksatlı olarak] ve kasten cezmettiklerine işarettir.

Alelekser [çoğunlukla] yollarda rast gelmek mânâsını ifade eden لَقُوا 2 onların, yollarda halk içinde mü’minlere mülakatlarını taammüd ettiklerine işarettir.

اَلْمُؤْمِنُونَ 3 kelimesine tercihan اَلَّذِينَ اٰمَنُوا 4 kelimesinin zikri, onların mü’minlerle cihet-i irtibatları, [bağlantı yönü] yalnız iman sıfatı hasebiyle olduğuna ve bütün sıfatlar içinde de en mümtaz [seçkin] ve medar-ı nazar [bakışları üzerinde toplayan] yalnız iman sıfatı olduğuna imadır.

﴾ قَالُوا 5 ﴿ Bu ünvan, onların sözleriyle kalbleri bir olmadığına ve söyledikleri sözler mahzâ riya ve müdahene perdesi altında kendilerine yapılan ithamları [suçlama]

150

def etmek ve mü’minlerden celb-i menafi ile sırlarına vâkıf [bir şeye hâkim olacak derecede bilgi sahibi olan] olmak azminde bulunduklarına işarettir.

﴾ اٰمَنَّا 1 ﴿ Makamın iktizasıyla [bir şeyin gereği] bu kelimenin tekitlerle [pekiştirme] müekked olarak zikredilmesi lâzım iken, tekitsiz [pekiştirme] zikri, kalblerinde tahrik edici bir şevkin ve bir aşkın bulunmamasıyla, sözlerini şiddetsiz ve tekitsiz, [pekiştirme] serseriyâne [başıboş bir şekilde] söylemiş olduklarına işarettir. Ve keza onların tekitleri [pekiştirme] adem [hiçlik, yokluk] hükmünde olup, mü’minleri inandıramadıklarına işarettir.

Ve keza اٰمَنَّا kelimesi ile nifaklarına [ayrılık, dağılma] örttükleri perde pek zayıf olduğundan tekit [pekiştirme] ve teşdit edildiği takdirde yırtılması ihtimali olduğuna işarettir. Çünkü tekit [pekiştirme] ve teşdit şüpheyi dâidir. Şüphe ise tahkikate [araştırma, inceleme] bâistir. [sebep, neden] Tahkikat [araştırma, inceleme] yapıldığı takdirde boyaları meydana çıkar. اٰمَنَّا ‘nın cümle-yi fiiliye ile zikri ise imanlarının sabit ve devamlı olduğuna mü’minlere inandırmak imkânını bulamadıklarına ve yalnız menfaatleri celb [çekme] ve esrara muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olmak maksadıyla mü’minlere müdahene ve tasannu [yapmacık] yapmakla ihdas[icat etme, yaratma] iman ettiklerine işarettir.

﴾ وَاِذَا خَلَوْا اِلٰى شَيَاطِينِهِمْ قَالُۤوا اِنَّا مَعَكُمْ 2 ﴿ Evvelki âyetle bu âyetin birbirine olan atıfları, onların mesleksiz ve sebatsız [değişken] olduklarına işarettir.

اِذَا ‘nın ifade ettiği cezmiyet, itiyad ettikleri fesat ve ifsat [bozgunculuk, kargaşa] iktizasıyla [bir şeyin gereği] şeytanlarına gitmelerini zarurî bir vazife bildiklerine işarettir.

خَلَوْا 3 tabiri, cinayetlerinden korktuklarından tesettür ve gizlenmek istediklerine işarettir. اِلٰى kelimesinin خَلَوْا kelimesiyle daha uygun olan مَعَ kelimesine tercihan zikredilmesi, iki şey içindir: Birisi, acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ları [acizlik ve zayıflık] yüzünden iltica etmeye

151

mecbur olmalarıdır. İkincisi, fitne ve ifsat [bozgunculuk, kargaşa] iktizasıyla [bir şeyin gereği] mü’minlerin sırlarını kâfirlere îsal [ulaştırma] etmektir. Bu iki mânâyı مَعَ 1 ifade edemez.

شَيَاطِينِهِمْ 2 Bu ünvan, reislerinin şeytanlar gibi gizlenip vesveseleri ilka [bırakma, kalbe bırakılma] ettiklerine ve şeytanlar kadar muzır [zararlı] olduklarına ve şeytanlar gibi şerden maada birşey tasavvur etmediklerine işarettir.

قَالُۤواِنَّا مَعَكُمْ Yani, “Sizinle beraberiz.” Bu cümle ile nefislerinin tezkiyesine, [hatadan arındırma, temize çıkarma] ahidlerinin tecdidine, [yenileme] mesleklerinde sabit kaldıklarına işaret etmişlerdir. Yalnız bu cümlenin muhataplarında münafıkların münkirleri [Allah’a inanmayan] bulunmadığı halde cümle tekitleştirilmiştir. [pekiştirme]

وَاِذَا لَقُوا الَّذِينَ اٰمَنُوا قَالُۤوا اٰمَنَّا 3 cümlesinin muhatapları hep münkir [Allah’a inanmayan] oldukları halde, cümle tekitsiz [pekiştirme] bırakılmıştır. Bunun sebebi, birinci cümleyi şevksiz, aşksız, ikinci cümleyi ise aşk ve şevkle söylediklerine işarettir. Şeytanlarına söyledikleri cümleyi, ismiye şeklinde, mü’minlere karşı söylediklerini cümle-i fiiliye [fiil cümlesi; fiil ile başlayan cümle] suretinde zikretmeleri, maksatlarının burada ahidlerine sabit ve devamlı kaldıklarını ispat ettiklerine, orada ise yalnız imana geldiklerini ihdas [icat etme, yaratma] ettiklerine işarettir.

﴾ اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ ﴿ Yani, “Bizler mü’minlere karşı, ancak istihza [alay etme] edici insanlarız.” Bu cümlenin evvelki cümleye atfedilmediğinin esbabı:

İki kelime veya iki cümle arasında ya kemal-i ittisal ve ittihad [birleşme] vardır veya kemal-i inkıta ve infisal [görevinden ayrılma] vardır. Bu iki surette, birbirine atıfları caiz değildir. Ancak aralarında orta derecede bir inkıta [kesilme, sona erme] ve bir ittisal [bağlanma; bağlantı, ilişki] olan yerlerde atıfları caizdir. Bu cümle ise اِنَّا مَعَكُمْ 4 cümlesine bir cihetten tekittir, [pekiştirme] bir cihetten de bedeldir. Bu

152

iki surette, her iki cümlenin arasında kemal-i ittisal vardır. Diğer bir cihetten dahi mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] bir suale cevaptır. Bu surette de aralarında kemal-i inkıta vardır. Çünkü alelekser [çoğunlukla] sual inşa, [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] cevap ihbar olur. İşte bunun için aralarında atıf yapılmamıştır.

Sual: Bu cümlenin اِنَّا مَعَكُمْ 1 cümlesine tekit [pekiştirme] veya bedel olduğunun tevcihi? [yöneltme]

Elcevap: اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ 2 cümlesi gerek hak ve hakikate ve gerek ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve ehl-i hidayete [doğru ve hak yolda olanlar] ihanete dairdir. Çünkü bundan dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] tâzim [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] çıkıyor. Bu ise اِنَّا مَعَكُمْ cümlesinin meâlidir. Demek her iki cümlenin mealleri birdir veya birbirini tekit [pekiştirme] eder.

Mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] bir suale cevap olduğunun tevcihi [yöneltme] ise, sanki onların şeytanları tarafından şöyle bir sual varit olmuştur ki, “Yahu, eğer siz bizimle beraber ve bizim mesleğimizde olmuş olsaydınız, mü’minlere muvafakat etmezdiniz. Ya siz onların mezheplerine geçtiniz veyahut sizin için muayyen bir mezhep yoktur.” Bu suale karşı اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ diye, Müslümanlardan olmadıklarını sarahaten [açıklık] söyledikleri gibi, hasrı ifade eden اِنَّمَا ile, muayyen bir mezhebi olmayanlardan olmadıklarına işaret etmişlerdir. Ve keza, devamı ifade eden ism-i fail sigasıyla مُسْتَهْزِؤُنَ 3 demeleri, mü’minlere karşı yaptıkları istihzanın [alay etme] daimî bir sıfatları olup, bilâhare arız olmuş sıfatları olmadığına işarettir.

153

﴾ اَللهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ ﴿ Yani, “Allah onları istihza [alay etme] ediyor.” Bu cümlenin evvelki cümlelere atfedilmeyerek atıfsız zikredilmesinin esbabı:

Eğer atfedilmiş olsaydı, ya اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ 1 cümlesine atfolurdu; bu ise bu cümlenin de اِنَّا مَعَكُمْ 2 cümlesine tekit [pekiştirme] olmasını icap [gerekli kılma] eder. Veya اِنَّا مَعَكُمْ cümlesine atfolurdu; bu dahi bu cümlenin onların sözlerinden biri olduğunu iktiza [bir şeyin gereği] eder. Veya قَالُوا 3 ya atfolacaktı; o vakit Allah’ın onlara olan istihza[alay etme] halvet [yalnızlık, tek başına kalma] zamanıyla mukayyet [kayıt altında, bağlı] olacaktı. Halbuki Allah’ın istihza[alay etme] daimîdir. Veyahut

  وَاِذَا لَقُوا 4cümlesine atıf yapılacaktı; bu ise her iki taraftan, yani mâtuf [ait olan] ve mâtufun-aleyhten [ait olan] maksadın, bir olduğunu istilzam [gerektirme] eder. Halbuki birinci cümle amellerini beyan eder; ikinci cümle cezaları hakkındadır. Demek mahzursuz, münasip bir mâtufun-aleyh [ait olan] bulunmadığından müste’nife olarak, yani mâkabliyle [önceki, öncesi] bağlı olmayarak mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] bir suale cevap kılınmıştır.

Evet, münafıkların fenalığı ve kötülüğü öyle bir dereceye baliğ olmuştur ki, hallerine vakıf olan her ruh, “Acaba böyle fena olanların cezası nedir ve cezaları verilmeyecek mi?” diye sormaya mecbur olur. İşte, Kur’ân-ı Kerim

اَللهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ cümlesiyle şu mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] suale cevap vermiştir. Demek bu cümlenin istinafı, atfından daha mühimdir.

Sonra, makamın iktizasıyla [bir şeyin gereği] onların istihzalarına [alay etme] karşı mü’minlerin mukabelede [karşılama; karşılık verme] bulunmaları icap [gerekli kılma] ederken Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mukabelede [karşılama; karşılık verme] bulunması, mü’minlerin teşvikine ve terahhumlarına [acıma, şefkat etme] işaret olduğu gibi, münafıkları da istihza [alay etme] etmekten

154

zecir [azarlama, sakındırma] ve men etmek içindir. Zira, istinatları Allâmü’l-Guyûba [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] olanlar, istihza [alay etme] edilemezler.

Sonra, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tenkil ve tâzibini [azap, eziyet] istihza [alay etme] ile tâbir etmek şe’n-i ulûhiyete yakışmadığından, istihzanın [alay etme] lâzımı olan tahkir [aşağılama] irade edilmiştir.

Sual: Münafıkların istihzası, [alay etme] devamı ifade eden ism-i fail sigasıyla olduğu halde Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mukabil istihzası, [alay etme] teceddüdü [yenileme] ifade eden fiil-i muzarî sigasıyla yapıldığında hikmet nedir?

Elcevap: Tazip [azap verme] ve tahkirler [aşağılama] tebeddül [başkalaşma, değişme] ve teceddüt [yenileme] ettikçe tesirleri çoğalır. Zira bir tarzda devam eden bir elemin tesiri gittikçe azalır; tazelendikçe tesiri çok olur. Bu mânâyı ifade eden, ancak fiil-i muzaridir. İsm-i fail ise yalnız devamı ifade eder.

﴾ وَيَمُدُّهُمْ فِى طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ ﴿ Yani, “Dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] esbabına tevessül [genişleme, yayılma] etmeleriyle, dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] talebinde bulunmuşlardır. Allah da onlara dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] vermiştir.”

Allah tarafından yardımın yapılmasını ifade eden يَمُدُّ 1 kelimesi, abdin hâlık-ı ef’âl olduğunu iddia eden İ’tizal [Mu’tezile mezhebi] mezhebinin reddine işarettir. Ve onların lisan-ı hal [beden dili] ile istekleri üzerine, Allah’ın onlara yardım ettiğine delâlet eden يَمُدُّ ‘nün tazammun [içerme, içine alma] ettiği يَسْتَمِدُّ 2 cümlesi, abdin elinde birşey yok, hep Allah’tan olduğunu iddia eden mezheb-i Cebrin reddine işarettir. Zira, onlar su-i ihtiyarlarıyla [iradenin kötüye kullanımı] ve arzularıyla dalâleti istemişlerdir. Allah da onların isteklerini vermiştir.

طُغْيَانٌ 3 kelimesinin هُمْ 4 zamirine izafesi, tuğyan [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] cinayeti, onların