İŞÂRÂTÜ’L-İ’CÂZ – Bakara Sûresi 16-20. Ayetlerin Tefsiri (155-192)

155

ihtiyarlarıyla husule [meydana gelme] gelip, cebr ile alâkadar olmadığından “Bizler Allah’ın cebriyle bu tuğyanı [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] yapıyoruz” diye mazeretlerinin reddine işarettir.

طُغْيَانٌ 1 ünvanı ise onların zararı, tûfan gibi, bütün mehasin [güzellikler] ve kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] tahrip ettiğine imadır.

يَعْمَهُونَ 2 Yani, “Tuğyan [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] ve dalâletlerinde [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] mütehayyir [hayrete düşen] ve mütereddit [kararsız, şüpheli] şahıslardır. Onların ne meslekleri var ve ne de muayyen bir maksatları vardır.”

ba

﴾ اُولٰۤئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُا الضَّلاَلَةَ بِالْهُدٰى فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ 3 ﴿

Yani: “Onlar, hidayeti verip dalâleti satın alan birtakım kafasızlardır ki, ticaretlerinden bir faide göremedikleri gibi o zarardan kurtulmak için yol da bulamıyorlar.”

Bu âyetin makabliyle [öncesi] cihet-i irtibatına [bağlantı yönü] gelince:

Bu ayet geçen tafsillere bir fezleke, [hülasa, öz] bir hülâsadır. [esas, öz] Ve o tafsilleri yüksek ve müessir bir üslûpla tasvir etmiştir. Lâkin muhataplarının saff-ı evvelinde ve tabaka-i ûlâsındakiler [ilk tabaka] kışın Yemen cihetine, yazın da Şam cihetlerine giderek yaptıkları ticaretin kâr ve zararını, lezzet ve elemini gördüklerinden, tasvir için ticaret üslûbu intihap [seçmek] edilmiştir. Şöyle ki:

Nev-i beşerin dünyaya gönderilmesi, daimî bir tavattun [vatan edinme, yerleşme] için değildir. Ancak sermayeleri olan istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve kabiliyetlerini tenmiye ve inkişaf [açığa çıkma] ettirmek üzere ticaret için gelmişlerdir. Fakat münafıklar bu ticaretlerinde sermayelerini batırıp âleme rezil oldular.

Sonra bu âyetin cümleleri arasında cihet-i nazım ve intizam ise: Bu âyetin cümleleri arasında ticaret üslûplarındaki tertipler gibi gayet fıtrî, [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] selis [düzgün ve akıcı] ve muntazam bir tertip vardır. Şöyle ki:

156

Bir tüccara yüksek bir sermaye verilir. O da o sermaye ile zararlı ve zehirli şeyleri alır, satarsa, o tüccar alışverişinin sonunda ne bir faide görür ve ne de bir kâr görür. Bilâkis, hasaret içinde boğulmakla beraber, kaçmak için yolu da kaybeder. İşte, münafıkların yaptıkları muamele de aynen buna benziyor.

Sonra, mezkûr [adı geçen] âyetteki cümlelerin heyetleri ise:

﴾ اُولٰۤئِكَ 1 ﴿ kelimesi, uzaklarda bulunan şeyleri ihzar [hazırlama] ederek mahsus ve meşhud [görünen] olarak göstermek için kullanılan bir işaret aletidir.

Sual: Münafıkların اُولٰۤئِكَ ile ihzarlarında [hazırlama] ne faide vardır?

Elcevap: Onların mezkûr [adı geçen] cinayetlerini işiten sâmiin [dinleyen, işiten] kalbinde hasıl olan nefret ve adavet [düşmanlık] öyle bir dereceye baliğ olmuş ki, onları gözüyle göreceği ve yüzlerine tüküreceği gelir ki, yüzlerine tükürmekle kalbi rahat olsun. İşte bunun için onlar اُولٰۤئِكَ dürbünüyle ihzar [hazırlama] edilmiştir ki, sâmi [dinleyen, işiten] yüzlerine tükürsün.

Sual: Münafıkların mahsus ve meşhud [görünen] olmadıkları halde اُولٰۤئِكَ ile mahsus olarak gösterilmeleri ne suretle olur? Ve ne gibi bir faidesi vardır?

Elcevap: Münafıkların mezkûr [adı geçen] cinayetlerle ve acip sıfatlarla ittisafları, onları öyle tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] ettirmiştir ki, hayalce mahsus ve meşhud [görünen] ve hazır görünmektedirler. Ve şu mahsusiyetlerinden, onlara isnat edilen hükmün illeti de anlaşılır. Evet, hidayeti verip dalâleti almak gibi bir hükme elbette bir illet ve bir sebep lâzımdır. O illet [asıl sebep] ise, onların sebkat eden cinayetleri ve sıfatlarıdır. İşte, Kur’ân-ı Kerim, onları o sıfatlarla muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] olarak اُولٰۤئِكَ ile ihzar [hazırlama] etmiştir ki, bu âyette onlara yükletilen hükmün illet [asıl sebep] ve sebebi sâmice [dinleyen, işiten] malûm olsun.

Sual: Uzaklık cihetini de ifade eden اُولٰۤئِكَ ile münafıkları uzak göstermekten maksat nedir?

Elcevap: Onların tarik-i haktan [hak ve hakikat yolu] uzaklaşmalarına ve bir daha doğru yola rücuları mümkün olmadığına işarettir. Çünkü gitmek onların elinde ise, gelmek onların

157

elinde değildir. Yeni, in’ikad [bir şeye bağlı olarak ortaya çıkma, doğma] ve teşekkül [kendi kendine oluşma] etmeye başlayan hakikatler hakkında kullanılan اَلَّذِينَ 1 ünvanı, hidayeti satıp dalâleti almak gibi şu pis muamelenin—bir nevi ticaret olmakla—zamanın insanları için esaslı bir meslek olmaya başlamış olduğuna işarettir.

﴾ اِشْتَرَوْا 2 ﴿ Ünvanı ise, münafıkların “Hidayeti terk edip dalâleti aldığımız, fıtratımızın iktizasıdır, [bir şeyin gereği] ihtiyarımızla değildir” diye yapacakları mâzeretin reddine işarettir. Evet, sanki Kur’ân-ı Kerim onlara diyor ki: “Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] re’sülmal olarak size uzun bir ömür vermiştir. Ve ruhlarınızda da kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] istidadını [kabiliyet] bırakmıştır. Ve hidayet-i fıtrıyenin çekirdeğini de vicdanınıza dikmiştir ki, saâdeti alasınız. Halbuki sizler saâdete bedel, lezâiz-i fâniye ve menafi-i dünyeviyeyi alıyorsunuz. Demek, su-i ihtiyarınızla, [iradenin kötüye kullanımı] dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] mesleğini hidayet mesleğine ihtiyar ve tercih etmekle, hidayet-i fıtriyenizi ifsat, [bozgunculuk, kargaşa] re’sülmalınızı da zayi ettiniz.”

﴾ اَلضَّلاَلَةَ بِالْهُدٰى ﴿ 3 münafıkların iki hüsrana mâruz kaldıklarına işarettir. Birisi, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hüsranıdır. İkincisi, hidayet gibi büyük bir nimeti kaybetmektir.

﴾ فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ ﴿Yani, “Ticaretlerinin kârı olmadı.”

Sual: Münafıkların bu ticaretlerinde re’sülmalları da zayi olduğu halde, yalnız kârlarının olmamasından bahsedilmesi neye işarettir?

Elcevap: Akıllı bir tüccarın, kârı olmayan bir alışverişe girişmemesi lâzım olduğuna ve kârı olmamasıyla beraber, re’sülmalın da zayi olması ihtimali olan ticaretlere girişmemesi elzem ve evlâ olduğuna işarettir.

Sual: Ribh [kazanç, kâr] fiili, hakikaten münafıkların fiili olduğu halde, bu cümlede ticarete isnat edilmiş olduğu neye işarettir?

Elcevap: Onların ne bu ticaretlerinde, ne eczasında, ne ahvalinde [durumlar] ve ne vesaitinde, [araçlar, vasıtalar] ne cüz’î [ferdî, küçük] ve ne de küllî bir faide bulunmadığına işarettir. Evet, bazı ticaretlerde

158

matlup [istek] kâr olmasa da, ahvalinde [durumlar] veya vesaitinde [araçlar, vasıtalar] az çok bir faide olabilir. Fakat bu ticaret ise şerr-i mahzdır, [kötülüğün ta kendisi] faidelerden tamamen mahrum bir zarardır.

﴾ وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ ﴿ Yani, “Re’sülmallarını zayi etmekle hüsrana maruz kaldıkları gibi, yollarını da kaybetmişlerdir.” Bu cümlede, sûrenin başındaki هُدًى لِلْمُتَّقِينَ 1 cümlesine gizli bir remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] vardır ki: Kur’ân-ı Kerim hidayeti vermemiş değildir; hidayeti vermiş de bunlar kabul etmemişlerdir.

ba

159

﴿ مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا فَلَمَّا اَضَۤاءَ تْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فِى ظُلُمَاتٍ لاَيُبْصِرُونَ * صُمٌّ بُكْمٌ عُمْىٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ * اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَآءِ فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فِى اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ * يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا اَضَۤاءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَاِذَۤا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا وَلَوْ شَۤاءَ اللهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ ﴾1

Bu uzun âyetle hem mâkabli [önceki, öncesi] arasında, hem cümleleri arasında, hem cümlelerinin keyfiyetlerinde bulunan cihet-i irtibat [bağlantı yönü] ve intizam ise:2

Kur’ân-ı Kerim, evvelâ münafıkların hallerini, saniyen [ikinci olarak] cinayetlerini sarahaten [açıklık] kaydettiği gibi, muamelelerinin kötülüğünü akla kabul ettirdikten sonra, hayale, vehme, hisse de gösterip onlara da kabul ettirilmesini bu temsille temin etmiştir. Evet aklî şeylerden fazla, temsillerle hayalî şeyleri kabule, hayal daha yakındır. Ve keza, akla muhalif olan ve hem gayr-ı melûf bulunan birşeyin me’nus [alışılmış, yakınlık oluşmuş] bir şekilde gösterilmesiyle hayal çabuk kabul eder. Ve keza, gaip birşeyi hazır göstermekle, akıl ile his arasında mutabakat hasıl olur, his de kabul eder.

Hülâsa: [esas, öz] Münafıkların kötülüğü şu temsille akla tasdik ettirildiği gibi, hayale, vehme, hisse de kabul ettirilmesi temin edilmiştir. Ve eyzan, münafıkların ayrı ayrı cinayetleri ve muhtelif sıfatları arasında hakikî bir irtibatın bulunması şu temsille gösterilmiştir. Ve eyzan, münafıkların muamelelerini hayalin gözü önüne şu temsille getirmekten maksat, lisanın söyleyemediği ince cihetleri bizzat hayal bakıp, görsün ve alsın ki, bir itiraz kalmasın.

Sonra bu temsilin cümlelerinin meâli, heyet-i mecmuasıyla [birşeyin geneli, bütün] münafıkların hikâyelerinin meâline muvafık geldiği gibi, ayrı ayrı da hikâyelerinin cümlelerine uygun gelir. Evet, münafıkların hikâyesi böyledir: Zâhiren imana gelmişlerdir.

160

Sonra kalben küfür ve inkâr etmişlerdir. Sonra hayret ve tereddüt içinde kalmışlardır. Sonra hakkı talep etmemişlerdir. Sonra o dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] rücua kàdir olmamışlardır ki, hakkı arasınlar.

Temsilin meâli ise: Evvelen ateş yakmışlardır. Sonra o ateşi muhafaza edememişlerdir. Sonra ateşleri sönmüştür. Sonra zulmet [karanlık] içinde kalmışlardır. Sonra herşey onlara görünmez olmuştur. Gece vakti ses sadâ olmadığından, sanki sağır olmuşlardır. Ateşleri söndüğünden, âmâ gibi olmuşlardır. Bir muhatap veya bir yardımcıları bulunmadığından, sanki lâl olmuşlardır. Ve o zulmetten çıkıp rücua kàdir olmadıklarından, sanki ruhsuz, heykel kesilmişlerdir. İşte temsildeki cümlelerle hikâyedeki cümleler arasında muvafakat tamamen tebaruz etmekle, aralarında bir muhalefet kalmadığı tebeyyün [meydana çıkma, görünme] etti.

İhtar: Temsildeki zulmet, [karanlık] hayret, ateş, hikâyedeki küfür, adem-i sebat ve fitnelerine işarettir.

Sual: Temsilde nurdan bahsedilmiştir. Münafıkların nuru nerede?

Elcevap: Kendisinde nur olmayan bir insan, muhitinde bulunan nurdan istifade eder. Muhitinde bulunmasa kavminde, kavminde bulunmasa nev’inde, nev’inde bulunmasa fıtratında, fıtratında mümkün olmasa dünya menfaatleri için lisanında vardır. Bu da olmasa, evvelce iman edip sonra irtidat [dinden çıkmak] edenlerin evvelki nurlarına işarettir. Bu da olmasa dünyaya ait gördükleri istifadelerine işarettir. Ateşin, fitnelerine işaret olduğu gibi. Bu da olmadığı takdirde daire-i imkânda [bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat] olan nurları, vücut dairesine indirilmiştir. اِشْتَرَوُا الضَّلاَلَةَ بِالْهُدٰى 1 ‘daki hidayet gibi.

Sonra cümlelerin arasındaki cihet-i irtibata [bağlantı yönü] gelince:

﴾ مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا 2 ﴿ Yani, “Onların meseli, ateş yakan adamın meseli gibidir.” Bu cümlenin mevki ve makama olan münasebeti, şöyle tasvir edilebilir ki:

Âyette beyan edildiği şekil üzerine, ateş yakan adamın hali, Ceziretü’l Arapta sâkin [içecek servisi yapan, sunan kişi] Kur’ân’ın muhataplarından birinci tabakadaki adamların hallerine

161

tetabuk [uygunluk] ediyor. Zira o tabakadaki adamlar, bu ateşi yakan adamın halini ya bizzat görmüşler veya işitmişlerdir. Ve o halin ne derece müessir ve feci olduğunu hissetmişlerdir. Zira onlar çok defa güneşin zulmünden gecenin zulmetine kaçarak gecenin serinliğinde yollarına devam ettikleri sırada, şiddetli yağmurlara rast gelerek çok zahmetlere düşmüşlerdir. Ve keza çok defa yollarını kaybederek muzır [zararlı] hayvanlarla dolu mağaralara girmişlerdir. Ve arkadaşlarını görüp onlarla ferahlanmak ve eşyalarını görüp, muhafaza etmek veya muzır [zararlı] hayvanları görüp onlardan tahaffuz [korunmak, kendini muhafaza etmek] etmek için ateş yakmışlardır. Ateşin ziyasından istifade ederlerken, semavî bir âfetle ateşleri söner ve reca [ümit] ve ümitleri tamamen ye’se [ümitsizlik] ve hüsrana inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. İşte, Kur’ân-ı Kerim onların bu durumuna

﴾ فَلَمَّا اَضَۤاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللهُ بِنُورِهِمْ 1 ﴿ cümlesiyle işaret etmiştir. Yani, “Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki o ateş etrafı ışıklandırdı; birden bire Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nurlarını söndürerek ziyalarını zulmete çevirdi.”

فَلَمَّا 2 ‘da ف kelâmın siyakı, kelâmın şu şekilde olduğunu iktiza [bir şeyin gereği] ettiğine işarettir ki, ziyasından istifade için ateş yaktılar. Ateş onları ziyalandırdı. Onlar da mutmain [şüphesiz, tam kanaatle inanma] ve müferrah [ferah duyan, huzurlu] oldular. Sonra bir hüsrana uğrayıp yere düştüler.

Sonra bu cümle-i şartiyenin, şart ve ceza denilen her iki cümlesi arasında lüzumun vücudu lâzımken, izâe ile nurun zehabı arasında hiçbir lüzum görünmüyor. Binaenaleyh, bu gizli lüzumu dışarıya çıkarıp göstermek için bazı mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] cümlelere ihtiyaç vardır. Şöyle ki:

Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki ateş onları ışıklandırdı. Onlar da ışıklandılar. Fakat ateşe ehemmiyet verip muhafaza etmediler ve o nimetin kadrini bilip devam ettirmediler, o da söndü gitti. Evet, ziyayı muhafaza etmekten gaflet, adem-i devamını istilzam [gerektirme] eder. Adem-i devam ise intifasını, [yok olma, sönme] yani sönmesini istilzam [gerektirme] eder.

Nurların sönmesiyle uğradıkları hüsrandan sonra وَتَرَكَهُمْ فِى ظُلُمَاتٍ 3 cümlesiyle, zulümata düşmek gibi ikinci bir hüsrana mâruz kaldıklarına işaret edilmiştir.

162

﴾ لاَ يُبْصِرُونَ 1 ﴿ cümlesi ise üçüncü bir hüsranlarına işarettir. Çünkü insan zulmete düşmekle yolunu kaybettiği zaman, arkadaşlarını ve eşyasını görmekle bir derece mütesellî [teselli bulan] olur. Fakat bunları da görmediği gibi, onun o karanlıkta durması ve yürümesi bir musibet ve bir vahşettir.

﴾ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْىٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ 2 ﴿ Yani, “Sağır, lâl, kör olup dönemezler.”

Bir insan, böyle bir belâya düştüğü zaman, dört cihetle ümitvar ve müteselli [teselli bulan] olabilir.

Birincisi: Köylü halkından veya geçen yolculardan bir ses gelir de, o ses vasıtasıyla yolunu bulup görmek ümidinde olur. Halbuki gecesi sâkit [suskun, susan] ve sâkin, sessiz ve sadâsız bir gece olduğundan, o adamla bir sağırın arasında fark kalmaz. Bu cihetten ümidinin kesik olduğuna işaret eden Kur’ân-ı Kerim صُمٌّ 3 kelimesini demiştir.

İkincisi: Eğer çağırıp yardım isterse, belki bir işiten olur da onun kurtulmasına gelir diye bir ümit besleyebilir. Fakat gecesi sağır olduğu için, dilli, dilsiz birdir. Bu recasını [ümit] da kesmek için بُكْمٌ 4 denilmiştir.

Üçüncüsü ise: Gideceği cihetin yolunu tahminen tayin etmek ve görmek için bir alâmet, bir ateş, bir yıldız arar, müteselli [teselli bulan] olur. Halbuki gecesi öyle zulmetlidir ki, gözlü gözsüz bir olur. O adamın bu emelini söndürmek için عُمْىٌ 5 denilmiştir.

Dördüncüsü: O belâdan kurtulup rücu etmek için var kuvvetiyle çalışmaktan mâada bir çare kalmadığını görür görmez, kuvvetine güvenir, ümitvar olur. Halbuki zulmet [karanlık] her taraftan o adamı öyle ihata [herşeyi kuşatma] etmiştir ki, o adam bütün kuvvetiyle çalıştığı halde kurtuluş imkânını bulamaz. Kendi su-i ihtiyarıyla [iradenin kötüye kullanımı] bataklığa giren ve bir daha çıkması mümkün olmayan bir hayvan gibi, o zulmet [karanlık] içinde kalır. Evet, çok şeyler var ki, insan ihtiyarıyla girer, fakat çıkması mümteni [imkansız] olur. İnsan onu bırakır, fakat o insanı bırakmaz.

İşte onların şu vaziyetlerine karşı فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ 6 denilmiştir ki, o musibetten

163

kurtulup rücularına bir çare kalmadığına ve son ümitlerinin de kesildiğine binaen, vahşet, yeis [ümitsizlik] ve korkular içinde kaldıklarına işarettir.

Cümlelerin hey’etlerine gelince:

﴾ مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا 1 ﴿ cümlesi, nüktelere [derin anlamlı söz] bir define hükmündedir. Şöyle ki:

Lisanlarda deveran eden ve beynennas [insanlar arasında] garip ve acip şeylerde kullanılan ve “hikmetü’l-avam” ve “felsefetü’l-umum” ile anılan مَثَلُ 2 kelimesi, münafıkların vaziyetleri bir uğrube ve kıssaları bir acube olduğuna işarettir. Bu işaretten, onların sıfatları üstünde nefretin, lisanları üstünde lânetin ilelebed darb-ı mesel [atasözü] gibi deveran etmek şânında olduğuna bir remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] vardır.

Sual: Teşbihi ifade eden her iki mesel arasındaki ك ‘in hazfı [anlatmama, açıklamama] belâğatçe [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] daha makbul olduğu halde, niçin burada hazfedilmemiştir? [anlatmama, açıklamama]

Elcevap: Bu makamda edat-ı teşbihin zikri, hazfından [anlatmama, açıklamama] daha beliğdir. Zira sâmi, [dinleyen, işiten] teşbih edatını görür görmez, teşbihle alâkadar olur. Müşebbehünbihte olan her noktayı, müşebbehteki nazirine [benzer] tatbik eder. Fakat edat-ı teşbihin mahzufu [düşmüş, kaldırılmış] takdirde, teşbihten gaflet ederek her iki tarafı birbirine tatbik etmek fikrine gelmemesi ihtimali vardır. İkinci mesel kelimesi ise, ateş yakan o adamın vaziyeti, efkâr-ı âmmece [genel düşünce, kamuoyu] bir darb-ı mesel [atasözü] hükmüne geçmiş olduğuna işarettir.

Sual: Ateşi yakanlar bir cemaat iken müfred [gr. tekil] işareti olan اَلَّذِى ile işaret edilmesi neye binaendir?

Elcevap: Ferdin yapacağı bir işe cemaatin iştirak etmesiyle ziyadelik veya noksanlık hasıl olmadığı takdirde, fert veya nevi, cüz veya küll [bütün] bir olur.

164

Maahaza [bununla birlikte] اَلَّذِى ‘nin müfred [gr. tekil] işareti olması, onlardan herbir ferdin, dehşeti temessül [belirme, görünme] ve kabahati tasvir etmekte müstakil [bağımsız] olduğuna işarettir. اِسْتَوْقَدَ 1 ‘deki س ateş yakmalarının külfetle ve araştırmakla husule [meydana gelme] geldiğine işarettir. Hem اِسْتَوْقَدَ ‘nin ifrad sigasıyla olması نُورِهِمْ 2 ‘deki cem’ [bir araya gelme] zamiri, bir cemaat için bir ferdin ateş yakması âdet olduğuna işarettir. Hem lâmba vesaire gibi âlât-ı tenviriye arasında نَارٌ ‘ın intihap [seçmek] edilmesi, teklifin pek şiddetli bir nur olduğuna ve onların izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettikleri zahirî nur altında fitne ateşini yaktıklarına işarettir.

İhtar: Nekre [gr. başına “el” takısı almamış, mânâsı kapalı, belirsiz isim] olarak نَارٌ 3 kelimesinin zikri, onların şiddet-i lüzumundan dolayı herhangi bir ateş olursa olsun, hemen yakmak ihtiyacında olduklarına işarettir.

﴾ فَلَمَّا اَضَۤاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللهُ بِنُورِهِمْ 4 ﴿ : Takibi ifade eden فَلَمَّا 5 ‘deki ف onların yeisten [ümitsizlik] sonra ümit ve reca [ümit] zamanlarının geldiğine işarettir.

لَمَّا ise, kıyas-ı istisnaî ile anılan, dahil olduğu cümlelerden birinci cümlenin tahakkuk [gerçekleşme] ve vücuda geldiğine delâlet etmekle, ikinci cümlenin de vücuda geldiğini intaç [netice verme] ettiğine ve onların tesellî ve ümitlerinin tamamıyla kesilmiş olduğuna işarettir.

اَضَۤاءَتْ 6 kelimesi, onların ısınmaya değil, aydınlanmaya ihtiyaçları olduğuna işarettir ki, etrafında bulunan zararlı şeyleri görüp onlardan tahaffuz [korunmak, kendini muhafaza etmek] etsinler.

165

مَاحَوْلَهُ 1 dehşetin her dört taraftan ihata [herşeyi kuşatma] eylediğine ve ziya ile cihât-ı sitteden [altı yön] hücum eden zararlardan tahaffuz [korunmak, kendini muhafaza etmek] etmek lüzumuna işarettir.

ذَهَبَ 2 Bu kelime ile اَضَۤاءَتْ 3kelimesi arasındaki lüzum meselesi geçmiştir; oraya bakılsın.

ذَهَبَ اللهُ 4 Zehabın Allah’a isnadı, iki cihetten reca [ümit] ve ümitlerinin kesik olduğuna işarettir. Birincisi: Âfet, semâvî olduğundan, def’i mümkün değildir. İkincisi: O âfet, kusurlarının cezası olduğundan Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] merhamet de reca [ümit] edilemez. Çünkü iptal-i hak için çalışan adam Haktan yardım ve merhamet talep edemez.

  بِنُورِهِمْ 5 ‘deki harf-i cer [cer harfi; gr. cümlede kendinden önceki fiilin veya ismin mânâsını kendinden sonraki kelime veya kelime guruplarına taşıyan harfler “an, min, be” gibi] olan ب nur ve ziyanın bir daha avdet [geri dönme] etmemesine işarettir. Çünkü ذَهَبَ اللهُ بِنُورِهِمْ ‘in mânâsı, “Allah onların nurlarını götürmüştür.” Malûmdur ki, Allah’ın aldığı birşeyi kimse reddedemez. نُورٌ 6 ünvanı ise, sırat [Cehennem üzerine kurulu olan ve Cennete gitmek için geçilmesi gereken köprü] üstündeki hallerini andırır. İhtisası ve hasrı ifade eden نُورٌ ‘un هُمْ 7 zamirine olan izafesi, onların şiddet-i teessürlerine işarettir. Zira halkın ateşleri yanarken bir insanın ateşi sönse, o insan çok müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olur.

﴾ وَتَرَكَهُمْ فِى ظُلُمَاتٍ لاَ يُبْصِرُونَ 8 ﴿ Harf-i atıf olan و onların iki zararı

166

cem [toplama, bir araya gelme] etmiş olduklarını ifade ediyor. Birisi, ziyalarının selb [ortadan kaldırma] edilip söndürülmesidir. İkincisi ise, zulmetin onlara ilbas edilip giydirilmesidir.

تَرَكَ 1 ünvanı ise, onlar ruhsuz bir ceset, içsiz bir kabuk hükmünde olduklarından, bu gibilerin hali, onlardan alâkayı kesip bütün bütün terk edilmelerine delâlet eder.

فِى edatının ifade ettiği zarfiyetten [bir kelimenin yer ve zaman bildirmesi hâli] anlaşılır ki, zulmetin şiddetinden, onların nazarında herşey ademe gitmiş, yalnız zulmet kalmıştır. Onlar da, dehşetlerinden, o zulmeti kendilerine kabir yapmışlar ve içine girip gizlenmişlerdir.

ظُلُمَاتٍ 2 Bu kelimenin cem [toplama, bir araya gelme] sigasıyla zikri ise, gecenin karanlığıyla beraber bulutların zulmetinden, onların ruhlarında yeis [ümitsizlik] ve havfın [korku] yerlerinde vahşet ve dehşet ve zamanlarında sükûn ve sükûnetiyle hasıl olan zulmetler gibi, türlü türlü zulmetler vücuda gelmişlerdir. ظُلُمَاتٍ kelimesindeki tenkir [belirsiz kılma] ise, o gibi zulmetlerin emsalini görmediklerinden, kendilerince meçhul ve ülfet edilmemiş birtakım zulmetler olduğuna işarettir.

لاَيُبْصِرُونَ 3 cümlesi, musibetlerin en büyüğünü gösterir. Zira gözü görmeyen adam pek çok belâlar çeker. Gözlerini kaybedenler, pek gizli musibetlerin elemlerini daima çekiyorlar.

لاَيُبْصِرُونَ ‘nin siga-i muzari ile zikri, onların vaziyetlerini tasvirle hayalin gözü önüne getirip ihzar [hazırlama] eder ki, sâmi [dinleyen, işiten] hayaliyle dehşetlerini görsün, vicdanıyla ibret alsın.

لاَيُبْصِرُونَ ‘nin mef’ulsuz [gr. nesne, tümleç; kendisine yapılanı bildiren isim, fiile yöneltilen ne, neyi, kimi sorularına cevap olarak alınan kelime] bırakılması, tamim içindir. Şöyle ki: Onlar

167

menfaatlerini görmüyorlar ki, celp [çekme] ve muhafaza etsinler. Tehlikeleri görmüyorlar ki, içtinap [çekinme, kaçınma] etsinler. Arkadaşlarını görmüyorlar ki, bir parça ferahlasınlar. Sanki herbirisi tek başıyla o zulmet [karanlık] içinde kalmışlardır.

﴾ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْىٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ 1 ﴿ Yani, “Sağır, lâl, kör şahıslar gibi o zulmetten çıkıp kurtulamazlar.” Bu cümlede bulunan sıfât-ı erbaa, münafıklarla ateş yakanlar arasında müşterek olup, her iki taraftan haber verir, vaziyetlerini bildirir, âyine [ayna] gibi hallerini gösterir.

İşte, ateş yakanlara karşı işârâtı [işaretler] şöyledir: Böyle bir zulmete düşen bir adam, evvelen kendisini kurtaracak bir sese kulak verir, etrafı dinler. Lâkin gecenin sessiz ve lâl olması, o adamın sağırlığını intaç [netice verme] etmiştir. Sonra yardımına gelecek bir adamı çağırmak ister. Lâkin gecenin sakit ve sağırlığı, onun lâl olmasına sebep olmuştur. Sonra yolunu bulmak ümidiyle bir alâmet, bir nişan arar. Fakat gecenin ziyasızlığı [ışıksız] ve körlüğü, onun körlüğünü mucip [gerektirici] olmuştur. Sonra bu zulmetten kurtulmak için, evvelki yerine avdet [geri dönme] etmek ister. Fakat kapılar bağlanmış, rücua imkân kalmamıştır. Bataklığa düşen adam gibi titredikçe batar. Battıkça zulmette kalır.

Münafıklara nazır ciheti ise: Evet, münafıklar küfür ve nifak [ayrılık, dağılma] zulmetine düştükleri zaman, onların dört cihetle kurtulmaları mümkündü:

Zira, o nifaktan [ayrılık, dağılma] başlarını kaldırıp hakkı dinlemek, Kur’ân’ın irşadına [doğru yol gösterme] kulak vermek ile necatları [kurtuluş] mümkündü. Fakat nefislerinin şeytanî olan hevâsı—Kur’ân’ın sadasını kulaklarına işittirecek hevâyı karıştırdığı için—Kur’ân’ın kendilerini irşad [doğru yol gösterme] etmesine mani olmuştur. Kur’ân-ı Kerim, bu cihetten onların ümitleri inkıta [kesilme, sona erme] etmiş olduğuna işareten صُمٌّ 2 demiştir. Ve bu işaretten, sanki onların kulakları kesilmiş olup, kulakları kesik hayvanların kulaklarını andıran bir remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] vardır.

Saniyen: [ikinci olarak] Başlarını aşağıya indirip vicdanlarıyla müşavere [istişare etme, danışma] ederek doğru yolu ve hakkı sual etmekle necat [kurtuluş] cevabını almak imkânı varken, kalblerindeki inat, zebhedilen [kesme, boğazlama] tavuk gibi, dillerini içeri tarafa çekerek, konuşmalarına ve nedametle [pişmanlık]

168

tevbe etmelerine mani olmuştur. Kur’ân-ı Kerim bu kapının da kapalı olduğuna işareten بُكْمٌ 1 demiştir. Ve bu işaretten, dilleri çekilip atılmış bedbaht kimseler olduklarına bir remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] vardır.

Salisen: [üçüncü olarak] İbret nazarıyla bakıp, dahilî ve haricî delilleri görüp hakka rücuları mümkünken, gafletleri gözlerini perdelemiş, körlük de gözlerinin kapaklarını kapatmakla yine necattan [kurtuluş] mahrum kalmışlardır. Kur’ân-ı Kerim buna işareten عُمْىٌ 2 demiştir. Yani, şeytanlara bir yuva inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] edilmek üzere gözleri örtülmüş. Âteşî mahlûklar [varlıklar] gibi, şeytanların başlarını andıran bir vaziyeti hayale arz ediyorlar.

Rabian: [dördüncü olarak] Pis ve çirkin vaziyetlerine bakıp nâdim [pişman] olarak tevbe etmeleri mümkün olduğu halde, nefislerinin hevâsına tâbi olarak, hem bozuk fıtratlarının iktizasını [bir şeyin gereği] destekleyerek, şeytanlarının iğvâsıyla [aldatma] yaptıkları o çirkin halleri, gözlerine güzel göründüğünden terk edemediler. İşte Kur’ân-ı Kerim buna da فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ 3 demekle, onların son ümitlerinin de suya düştüğüne ve kum deryasına ihtiyarlarıyla giren ve bir daha çıkamayan bedbaht insanlar olduklarına işaret etmiştir.

ba

169

﴾ اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَۤاءِ فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فِى اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ * يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا اَضَۤاءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَاِذَۤا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا وَلَوْ شٰۤاءَ اللهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ 1 ﴿

“Yahut münafıkların meseli; semadan yağan şiddetli, fırtınalı yağmura tutulan yolcuların meseli gibidir. O yağmurun şiddetini arttıran zulmetler, gürültüler, şimşekler yağmurun içinde vardır. Şimşeklerin çakmasıyla ölmek korkusundan parmaklarını kulaklarına sokarlar. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kudretiyle kâfirleri ihata [herşeyi kuşatma] etmiştir. Kâfirlerden küfürlerinin cezasından kurtulan yoktur. Çakan şiddetli şimşekler, hemen hemen gözleri kör edecek şânındandır. Onlar, şimşekler çaktığı ve etraf aydınlandığı zaman yürürler, karanlık çöktüğü vakit dururlar. Eğer Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] murad etseydi, onların kulaklarının ve gözlerinin nurlarını götürürdü. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] herşeye kàdirdir.”

Bu âyette beyan edilecek üç nokta vardır.

Birincisi: Bu âyetin mâkabliyle [önceki, öncesi] veçh-i irtibatı. [bağlantı, ilişki yönü]

İkincisi: Cümleleri arasındaki cihet-i intizam. [tertip, diziliş yönü]

Üçüncüsü: Cümlelerin heyetlerinde, eczalarında, kelimelerindeki nizamdır.

Evet, bu âyetin cümleleri arasındaki nizam ve irtibat, aynen saniye, dakika, saatleri sayan miller arasındaki irtibat gibidir.

Evvelâ, bu âyeti evvelki âyetle rapteden [bağlama] cihet:

Kur’ân-ı Kerim münafıkların vaziyetlerini tasvir için itnab [sözü uzatma; yeni bir fayda için, maksadı alışılmamış bir tarzda uzun bir söz ile ifade etme] ve tatvil [uzatma] ile, yani uzun ibareleri havi misal ve temsilleri tekrar etmiştir. Bu da münafıkların vaziyetine terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden dehşet ve hayretin iki kısma ayrıldığından ileri gelmiştir. Zira, birinci temsilin hülâsasına [esas, öz] göre, münafık olan kimse, kendisini vücut

170

sahrâsında arkadaşlarından ayrılmış, tek başına kaldığını ve kâinat cemiyetinden tard [kovma] edilmiş sahipsiz kaldığını bildiği gibi, herşeyi de mâdum [yok] bilir. Ve vahşetle ihata [herşeyi kuşatma] edilmiş, sükûn ve sükûnet içinde bütün mahlûkata ecnebî nazarıyla bakar. Münafıkın şu bakışıyla mü’minin bakışı arasında dağlar kadar fark vardır. Zira, mü’min olan zat, nur-u iman [iman aydınlığı] ile bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] kendisine dost ve aşina bilir. Ve kâinatla, tevahhuş [korkma, çekinme] etmek değil, tam bir ünsiyeti [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve muarefesi [karşılıklı görüşme, tanışma] vardır.

İkinci temsilin hülâsasına [esas, öz] göre: Münafık olan adam, âlemi musibetleriyle öldürücü, belâlarıyla boğucu, dehşetli hâdisâtıyla tehdit edici, şedâidiyle [şiddetler; sıkıntılı ve zahmetli durumlar] sıkıcı bir şekilde görür. Bütün dünyayı, envâıyla [tür] beraber kendisine adâvet [düşmanlık] etmekte ittifak ettiklerini zanneder. İşte o münafıkın bu zannına göre, âlemde ona menfaat verecek hiçbir şey yoktur. Bütün eşya ve mevcudat [var edilenler, varlıklar] onun aleyhindedirler. Halbuki mü’min olan zat nur-u imanın [iman aydınlığı] iktizasıyla, [bir şeyin gereği] kâinatın yaptığı tesbihleri ve tebşirleri [müjdeleme] manen işitir, ferahnâk olur.

Ve keza, Kur’ân-ı Kerimin temsil hususunda yaptığı tekrar, münafıkların iki kısma ayrılmış olduklarına işarettir. Birisi, süflî [alçak] ve âmi [basit, sıradan] olan tabakadır. Bu tabakanın haline uygun birinci temsildir. İkincisi, kibirli, gururlu, güya yüksek tabakadır. Buna münasip ikinci temsildir. Demek temsillerin tekrarı, kısımların taaddüdüne [birden fazla olma] işarettir.

Sual: Şu ikinci temsilin münafıkların nazarına göre, bu makamla münasebeti nedir?

Elcevap: Kur’ân-ı Kerimin muhataplarından tabaka-i ûlâda [ilk tabaka] veya saff-ı evvelde olanlar, daima sahrâlarda gezen çöl adamlarıdır. Bunlar, bilumum bu hadiseyi ya görmüşler veya ebnâ-yı cinslerinden [aynı cins ve türden gelenler] işitmişlerdir. Hem böyle ateş yakmak meselesi efkâr-ı amme [umumun fikir ve düşünceleri, kamuoyu] ile alâkadardır. Ve bu hadise onlara bir darb-ı mesel [atasözü] kadar tesir eder. Sonra ikinci temsilin birinci temsille münasebeti pek aşikârdır. Zira, o ona ikmal [tamamlama] edici bir tetimmedir. [ek] Hattâ çok noktalarda da ittihadları [birleşme] vardır.

171

Sonra, bu ikinci temsilin, münafıkların haline beş cihetten münasebeti vardır.

Birincisi: Her iki taraf da öyle hayrete düşmüşlerdir ki, kendilerine kurtuluş yolları tamamen kapanmış, necat [kurtuluş] vesileleri kaybolmuştur.

İkincisi: Her iki taraf da korku şiddetinden, bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] kendilerine düşman olduklarını zannederler. Bir dakika bile ölüm tehlikesinden emin olmazlar.

Üçüncüsü: Her iki taraf da dehşetin şiddetinden akıllarını kaybetmiş deliler gibi olurlar. Hattâ kılıçların parıltısını görüp gözlerini yummakla veya tüfeklerin seslerini işitip kulaklarını tıkamakla ölümden tahaffuz [korunmak, kendini muhafaza etmek] etmek isteyen veya güneşin gurubunu [batış] istemediğinden saatin zembereğini kısaltan ahmaklar gibi bir vaziyet gösterirler. Halbuki kulaklarını tıkamakla veya gözlerini yummakla gök gürültüsünden veya şimşek çakmasından kurtulamazlar.

Dördüncüsü: Güneş, yağmur, su, ziya, çiçeklere isabet ederse hayat verirler. Nebatata [bitki] olursa terbiye ve tenmiye ettirirler. Pis şeylere isabet ederlerse kabih [çirkin] kokuları ihdas [icat etme, yaratma] ederler. Emvat [ölüler] ve ölülere bakarlarsa ufûnet tevlid [doğurma] ederler. Kezalik, [böylece, bunun gibi] rahmet ve nimet dahi kendilerine lâyık olan mevkilere isabet etmezler de, onları intizar [bekleme] edip kıymetlerini bilmeyen mevkilere isabet ederlerse zahmetlere ve nikmetlere [azap, ceza (nimetin zıddı)] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ederler.

Beşincisi: İkinci temsilin meâliyle münafıkların kıssasının meâli arasında, eczalarına bakılmaksızın münasebet olduğu gibi, her iki tarafın eczaları arasında da münasebetler vardır. Ezcümle, صَيِّبٍ 1 nebatata [bitki] hayat verdiği gibi, İslâmiyet de ervaha [ruhlar] hayat veriyor. Şimşek, gök gürültüsü, va’d, vaîd, [Allah’ın azap ve cezayla korkutması] yani hayırlı ve zararlı, Allah’ın emirlerine; zulümat da küfrün [inançsızlık, inkâr] şüphelerine, nifakın [ayrılık, dağılma] şeklerine işarettir.

Sonra, bu temsilin cümleleri arasındaki münasebetler:

Kur’ân-ı Kerim ﴾ اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَۤاءِ ﴿ cümlesiyle, “Münafıklar ıssız, korkunç, vahşetli bir sahrâda, karanlıklı bir gecede herbir katresi [damla] bir mermi gibi  

172

şiddetli bir yağmura tutulan yolcular gibidir” dediği zaman, sâmi [dinleyen, işiten] derhal ayıldı, suale geldi ve dedi: Yağmurlar merğup ve matlup [istek] bir rahmet iken, niçin onlara korkunç bir musibete dönmüştür?

Kur’ân-ı Kerim, bu suale karşı o yağmurun dehşetini tasvir etmekle, ﴾ فِيهِ ظُلُمَاتٌ 1 ﴿ demiştir. Ve ظُلُمَاتٌ 2 ‘ın cem’iyle, [bir araya gelme] bulutların zulmetine ve yağmurun kesafetinden [yoğunluk, katılık] hasıl olan zulmete ve o zulmet ihata[herşeyi kuşatma] ve kesretli [çokluk] olduğundan, sanki gecedeki bulut gibi, bulutun yağdırdığı siyah siyah katrelerin [damla] zulmetine zarf olduğunu bildirmiştir.

Sonra, zulmetli, yağmurlu geceler alelekser [çoğunlukla] gürültülü olurlar. Sâmi [dinleyen, işiten] yine suale geldi ve dedi: Acaba onların da bu gecelerinde gürültü var mıdır?

Kur’ân-ı Kerim buna da cevaben ﴾ وَرَعْدٌ 3 ﴿ diye, vaziyetin dehşet ve korkulu olduğuna işaret etmiştir. Sanki mevcudatın [var edilenler, varlıklar] bir zahirî padişahı olan semâ, onları felâketlere ve helâketlere [mahvolma] sevk etmek için, zemini sarsan gürültüsüyle, her tarafı dehşetlere veren şimşeklerinin sesleriyle çağırıp bağırıyor. İşte böyle bir vaziyet karşısında, böyle dehşetli bir musibete uğrayan bir adam, kendi sükûtu içinde kâinatın her tarafından zararlı hareketlerin, korkunç sayhaların [ses, sesleniş] kendisine gelmekte olduğunu tahayyül [hayal etme] eder. Maahaza, [bununla birlikte] ra’d [gök gürültüsü] sesini işittiği vakit, onun sayhalarını [ses, sesleniş] kendisine karşı pek şiddetli naralar olduğunu zanneder. Zira korkak ve hâin bir adam, her sayha[ses, sesleniş] aleyhine zanneder.

Sonra, ra’d [gök gürültüsü] ve berk [şimşek] arasında bir refakat-i zikriye bulunduğundan, birisinden bahsedildiği zaman, ötekisi de velev tufeylî [asalak, başkalarının sırtından geçinen] bir surette olsun, yani dâvetsiz olarak zihne gelir, ondan da bahsedilir. İşte bu münasebetle, Kur’ân-ı Kerim رَعْدٌ dan sonra ﴾ وَبَرْقٌ 4 ﴿ demiştir. Ve tenkiriyle, [belirsiz kılma] berkin pek garip ve acip olduğuna

173

işaret etmiştir. Evet, berkin çakmasıyla zulümat âlemi ölür. Her tarafı dolduran o zulümat birden bire ortadan kaldırılır, adem [hiçlik, yokluk] deryasına atılır. Ve âni olarak berkin ölümüyle de zulümat âlemi tekrar dirilir, o vâsi [geniş] meydanı tekrar kaplar. Sanki berk söndüğü zaman, âlemi tamamen dumanıyla dolduran hakikî, meçhul bir zulmet [karanlık] ateşi vücuda gelir ki, gören adam sathî [sığ, yüzeysel] bir nazarla değil, nazar-ı im’an ile dikkat edip baksın ve kudretin âsâr-ı azametini görsün.

Sonra sâmi, [dinleyen, işiten] “Münafıklar şu musibetin çıkmaz sokağına girdiklerinde ne gibi bir tedbirde bulundular?” diye kendi kendine düşünmeye başlarken, Kur’ân-ı Kerim düşünmeye ihtiyaç bırakmadan

﴾ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فِۤى اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ * 1 ﴿

diye onlara bir melce, [sığınak] bir kurtuluş çaresi kalmadığına işaret etmiştir. Hattâ boğulan adam denizin ortasında bir ot parçasına iltica ettiği gibi, bunlar da şaşkınlıklarından parmaklarının ucunu değil, parmaklarının tamamını kulaklarına sokuyorlar. Sanki onların musibetleri dehşet kırbacıyla kendi ellerine vuruyor, onlar da acısından parmaklarını ceplerine değil, şaşkınlıklarından kulaklarına sokuyorlar. Hülâsa, [esas, öz] saikanın [sebep, sevk etme] isabetinden kurtulmak zannıyla yaptıkları şu eblehâne [ahmak] hareketlerden, onların ne oldukları anlaşılır.

Sonra sâmiin [dinleyen, işiten] zihnine gelir ki: Acaba bu musibet umumî midir, yoksa onlara mı mahsustur? Buna karşı Kur’ân-ı Kerim ﴾ وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ 2 ﴿ demiştir. Yani bu musibet, onların nimetlere karşı yaptıkları küfranın [inançsızlık, inkâr] cezasıdır. Allah onları bu musibetle tecziye [cezalandırma] eder. Çünkü onlar cumhur için vaz edilen kanun-u İlahîden [Allah’ın koyduğu kanun] huruç [çıkma] etmişlerdir.

Sonra sâmi, [dinleyen, işiten]Ra’dın [gök gürültüsü] şiddetine mukabil berkin onlara bir faidesi olmadı mı?” diye nefsiyle konuşurken Kur’ân-ı Kerim ﴾ يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْ 3 ﴿ cümlesiyle, berkin onlara bir faidesi değil, bilâkis ışığıyla onların gözlerini hemen kör edecek kadar bir şiddet göstermektedir, diye sâmie [dinleyen, işiten] cevap vermiştir. Âdetâ ra’d [gök gürültüsü] kulaklarına, berk [şimşek] de gözlerine ilân-ı husumet etmişlerdir.

174

Sâmi [dinleyen, işiten] baktı ki, ra’d [gök gürültüsü] ve berk [şimşek] vesaire gibi kâinatın eczası müttefikan [birleşerek] onların aleyhinde olup onları itlâf etmek [telef etmek, öldürmek] için birbirine yardım ediyorlar; bunlara karşı onların ne yapacaklarını düşünmeye başladı. Kur’ân-ı Kerim,

﴾ كُلَّمَا اَضَۤاءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَاِذَا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا 1 ﴿ cümlesiyle, onların hayret dairesinde tereddüt içinde şaşkın bir vaziyette yollarını görüp, yola devam etmek için cüz’î [ferdî, küçük] bir fırsat beklemekte olduklarına ve berkin ziyasıyla yol göründüğü zaman devamından ümitsiz, mezbuhane bir harekete geçerek bir iki adım attıklarına, fakat zulmet [karanlık] birden bire istilâ ettiğinde yerlerinde incimad [donma] etmiş gibi bir vaziyette kaldıklarına işaretle cevap vermiştir.

Sâmi [dinleyen, işiten] bu vaziyeti görünce, suale geldi ve dedi: “Bu kadar tâzipler [azap] altında ezilmektense, birden bire ölüp gitmeleri veyahut bütün bütün sağır ve kör olmaları daha iyi değil midir?” diye sordu. Kur’ân-ı Kerim

﴾ وَلَوْ شَۤاءَ اللهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ 2 ﴿ cümlesiyle, “Onların ölümle azaptan ve ıztıraptan kurtulmaya istihkakları [hak edilen pay] yoktur, bunun için meşiet-i İlâhiye [Allah’ın dilemesi] onların ölümüne taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmemiştir. Taallûk [ait olma, ilgilendirme] etseydi, gözlerini kör, kulaklarını sağır etmeye taallûk [ait olma, ilgilendirme] ederdi. Buna da taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmiyor. Çünkü kanun-u İlâhîden [Allah’ın kanunu] hariç kalan bu gibi bedbahtların gözleri, kulakları daima sağ kalsın ki, azapları işitmekten ve akrepleri görmekten zevk alsınlar, yani titresinler” diye sâmie [dinleyen, işiten] cevap vermiştir.

Sonra bu kıssanın ihtivâ ettiği azamet ve kudret-i İlâhiye [Allah’ın güç ve iktidarı] ile Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] umum kâinatta tasarruf sahibi olduğu (ve bilhassa âsâr-ı kudretinden ra’d, [gök gürültüsü] berk, [şimşek] sehab [bulut] mu’cizelerinin görünmesi ile) sâmice [dinleyen, işiten] tahakkuk [gerçekleşme] edince “Kâinat, heybetinin bir tecellîsi ve bu musibetlerde gazâbının bir kahrı olan Zâtın kudreti ne kadar

175

büyüktür, Sübhanallah!” diye tesbihata başlamıştır. Kur’ân-ı Kerim de onu tasdiken ﴾ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ 1 ﴿ demiştir.

Mezkûr [adı geçen] âyetin ihtivâ ettiği cümlelerin heyetlerindeki münasebetlere gelince:

﴾ اَوْ كَصَيِّبٍ 2 ﴿ ‘deki اَوْ süflî [alçak] ve gayr-ı süflî münafıkların iki kısma münkasım [kısımlara ayrılmış] olduklarına işarettir. Ve her iki temsilin birbirine münasip olduğuna ve münafıkların haline uygun bulunduğuna remizdir. [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] Ve aralarında müşabehetin [benzeme] bulunması, malûm ve müsellem [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] olduğuna imadır. Ve keza, اَوْ kelimesi huruf-u atıftan terakkiyi [ilerleme] ifade eden بَلْ kelimesinin mânâsını mutazammındır. [içinde bulundurma] Çünkü ikinci temsil, birinci temsilden daha şedittir. [çok şiddetli]

كَصَيِّبٍ ‘deki ك münafıkları yağmura teşbih etmek içindir. Halbuki birbirine müşabih [benzer] değildir. Aralarında mutabakat yoktur. Öyleyse müşebbehün-bih olacak şey, mukadderdir. [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] Zikredilmemesi, lâfzın [ifade, kelime] îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] ve ihtisarı [kısaltma] içindir. Lâfzındaki [ifade, kelime] îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] da mânânın itnâbı, yani uzatılması içindir. Mânânın bu uzatılması da sâmiin [dinleyen, işiten] vüs’at-i hayaline havale edilir ki, makama münasip cümleleri tayin etsin. Meselâ,

اَوْ كَالَّذِينَ سَافَرُوا فِى صَحْرَۤاءَ خَالِيَةٍ وَلَيْلَةٍ مُظْلِمَةٍ فَاَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ يُصِيبُ

gibi, münafıklara müşebbehün-bih olmaya uygun ve uzun bir cümleyi takdir edebilir. Yani, “Münafıklar hâli [boş] bir sahrada, zulmetli bir gecede sefer ederlerken, yağmur musibetine tutulan yolcular gibidir.”

176

İhtar: Herkesin bildiği مَطَرٌ 1 kelimesine, melûf [alışılmış] olmayan صَيِّبٌ 2 kelimesinin tercihen zikredilmesi; o yağmurun katreleri [damla] güya birer musibet olup, onların ruh ve canlarına mermi gibi kasten atıldığına işarettir.

Sonra, yağmur, çıplak olan semâ cihetinden yağdığı herkesçe malûm olduğu halde ﴾ مِنَ السَّمَۤاءِ 3 ﴿ kaydıyla takyid [kayıt altına alma, sınırlandırma] edilmesi, ıtlak [belli bir sınırın konulmaması; genel bırakma] içindir. Yani, semâ kaydıyla yapılan tahsis, tamim içindir. Evet semânın kaydından anlaşılır ki, o yağmur bütün semânın ufkunu tutmuş, umumî bir şekilde yağıyor. Hiçbir yer o yağmurdan hâli [boş] kalmıyor. Evet مَا مِنْ دَۤابَّةٍ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ طَۤائِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْهِ 4 cümlelerinde dahi دَۤابَّةٍ 5 ‘nin فِى اْلاَرْضِ 6 ile, طَۤائِرٍ 7 ‘in يَطِيرُ 8 ilâahir ile takyidleri, [kayıt altına alma, sınırlandırma] ıtlak [belli bir sınırın konulmaması; genel bırakma] ve tamim içindir.

Müfessir [açıklayan, yorumlayan] ünvanı taşıyan bazı adamlar, yağmur vesaire gibi yağan şeylerin semânın cirminden [büyük cisim] yağdığına zahip olmuşlar ve kocaman bir denizin de semâda bulunduğunu ilâve etmişler. Onları bu zehaba sevk eden, Kur’ân-ı Kerimin birkaç yerinde مِنَ السَّمَۤاءِ 9 kelimesinin bulunmasıdır. Halbuki, ashab-ı tahkik ve erbab-ı belağatçe en uygun mânâ مِنْ ile سَمَۤاءِ 10 arasında جِهَةِ 11 lafzının takdiriyle, yağmurların semâ cirminden [büyük cisim] değil, semâ cihetinden nâzil olduğuna hükmetmektir.

177

Mahaza, semâ kelimesinin yukarıda bulunan herşeye ıtlak [belli bir sınırın konulmaması; genel bırakma] edilebildiğine binaen, buluta da semâ denilebilir. Ve bulut da semâ kelimesinin şumulüne [kapsam] dahildir. Bu makamın tahkiki [araştırma, inceleme] şöyle izah edilebilir:

Eğer kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] azametine bakılırsa, cihetler hep birdir. Hangi cihetten ve hangi şeyden olursa olsun, yağmurun yağması mümkündür. Eğer hikmet-i İlâhiyeye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] bakılırsa, yağmurun nüzulü, ancak küre-i havaiyede [hava küresi, atmosfer] münteşir [yaygın olan] ve küre-i havaiyenin [hava küresi, atmosfer] onda bir cüz’ünü teşkil eden buhar-ı mâinin tekâsüfünden husule [meydana gelme] geliyor. Zira, hikmet-i İlahiye, bütün eşyada en güzel bir nizam teşkil etmiştir. Bu nizam eşyadaki muvazene-i umumiyenin muhafazasına hizmet eder. Bu muvazenenin muhafazası da en yakın ve en kolay ve en kısa yolları tercih etmekle olur.

Yağmur yağması hakkında en kısa yol şöyle tarif edilebilir:

Tabaka-i havaiyede münteşir [yaygın olan] buhar-ı mâinin zerrelerine irade-i İlâhiye [Allah’ın iradesi, dilemesi] emrettiği vakit, o zerreler her taraftan “Lebbeyk!” [“buyurun, emredin efendim”] diyerek toplanmaya başlarlar ve bulut şeklini alıp, irade-i İlâhiyeye [Allah’ın iradesi, dilemesi] emirber [emre hazır] olarak hazır dururlar. Yine irade-i İlâhiyenin [Allah’ın iradesi, dilemesi] emriyle bir kısım zerreler şiddet-i tazyik ve tekâsüfle beraber tebarüd ederek katrelere [damla] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ederler. Sonra kanunların mümessilleri [temsilci] ve nizamatın mâkesleri [yansıma yeri] denilen melâikelerden, [melekler] o katrelere [damla] münasip yaratılan melâikeler [melekler] vasıtasıyla o katreler [damla] müzahametsiz, [zahmet verme, itişip kakışma] müsademesiz [çarpışma] nüzul ederler ve yere düşerler. Lâkin cevv-i havada [gökyüzü, atmosfer] muvazenenin [karşılaştırma/denge] muhafazası için, yağan katrelerden [damla] boş kalan yerler, denizlerden ve yerlerden kalkan buharlarla doldurulur.

İhtar: Semâda büyük bir denizin bulunduğuna edilen zehab, mecazın hakikat zannedildiğinden ileri gelmiştir. Evet, cevv-i hava, [gökyüzü, atmosfer] denizin rengini [rengârenk, süslü, parlak] andırır ve küre-i havaiyede [hava küresi, atmosfer] münteşir [yaygın olan] bahr-i muhitten fazla su vardır. Binaenaleyh cevv-i hava[gökyüzü, atmosfer] denize teşbih etmek baid değildir. Fakat mânâ-yı hakikî [asıl kastedilen mânâ] ile bakılırsa hatâdır.

178

Sual: وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَۤاءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ 1 âyet-i kerimesinin zahirine göre yağmurun nüzulü, doludan müteşekkil [meydana gelen] semâda bulunan dağlardandır. Bunun izahı nasıldır?

Elcevap: Bir kelâmın belağate uygun, akla muvafık, mantığa mutabık olmadığı halde mânâ-yı zahirisîne yapışıp, zahirinden ayrılmaması, o kelâm için bir cümudiyet [katılık, sertlik] ve bir sönüklüktür. Zira, Cennetin yemek kaplarının vasıfları hakkında قَوَارِيرَ مِنْ فِضَّةٍ 2 cümlesi, bir istiâre-i bediiyeyi tazammun [içerme, içine alma] ettiği gibi مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ 3 cümlesi dahi bir istiare-i bediiyeyi ihtiva etmektedir. Şöyle ki: Cennetin kapları ne şişeden ve ne de gümüşten olmadıklarından, bu cümlenin mânâ-yı zahirîsine [görünürdeki mânâ, dış anlam] hamli caiz değildir. Çünkü o kaplara “gümüşten yapılmış şişeler” denilemez. Zira, her iki unsur arasında mutabakat yoktur. Ancak قَوَارِيرَ مِنْ فِضَّةٍ cümlesinden, mânâ-yı mecazî [asıl anlam dışında kast edilen diğer bir anlam] ile hem şişenin şeffafiyeti, [şeffaflık] hem gümüşün beyazlığı kastedilmiştir. Yani “O kaplar, şişe gibi şeffaf, gümüş gibi beyazdırlar.”

Kezalik, [böylece, bunun gibi] مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ cümlesi de, iki istiâreyi [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] tazammun [içerme, içine alma] etmiş. Bu istiâreler [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] sâmiin [dinleyen, işiten] şairane bir hayaline müessestir; [kurulmuş] bu hayalde âlem-i süflî [aşağı âlem, dünya] ile âlem-i ulvî [yüce âlem] arasında bir nevi müşabehet [benzeme] ve mümaseleti [benzerlik] mülâhaza [düşünme, akla getirme] etmeye mebnîdir. [bina edilmiş, dayandırılmış] Yani, âlem-i süflî [aşağı âlem, dünya] denilen arz, mevasim-i erbaada, [dört mevsim] bilhassa bahar mevsiminde nasıl türlü türlü şekillere girer ve envâen ziynetli, nakış[işleme] elbiseleri giyer, ayrı ayrı manzaraları gösterir; âlem-i ulvî [yüce âlem] olan semavat dahi, bilhassa bulutlarıyla pek garip ve acip keyfiyetlere, suretlere, renklere girer çıkar, âdetâ her iki âlem

179

birbirine rekabet ederler. Bu iki âlem arasında şöylece bir müşabehet [benzeme] ve mümaseletin [benzerlik] düşünülmesi de, aralarında bir müsabaka ve rekabeti tahayyül [hayal etme] etmekten neş’et [doğma] eder. Şöyle ki:

Arz ve semâ, güzellik müsabakasına girmek için lâzım gelen ziynetlerini takınıp hazırlandıkları zaman, arz, kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiselerini giyer, oturur. Bahar mevsimi gelince o beyaz elbiseyi üzerinden çıkarır, zümrüt gibi yeşil halılarını sahrâlarına serer. Yem yeşil gömleklerini dağlarına giydirir. O dağların şahikalarının [zirve] başlarına beyaz sarıklarını sarar. Ve bu güzel inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve manzaralarıyla kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] mu’cizelerini hikmet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] nazarına arz eder. Buna karşı cevv-i semâ [gökyüzü] dahi azamet-i İlâhiyeyi [Allah’ın azameti, büyüklüğü] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek için koca koca dağları, tepeleri, dereleri ve pek çok garip ve acip şeylerin şekillerini ve sanki beyaz, siyah, kırmızı boyalarla boyanmış pamuk yığınlarını andıran bulut kafilelerini ileri sürer, nazar-ı hikmete [fen ve felsefe açısından gören göz] takdim eder.

İşte bu iki âlem arasındaki hayalî müşabehetten [benzeme] dolayı, bilhassa yaz mevsimindeki bulutlar, Araplar tarafından dağlara, gemilere, bostanlara, derelere, deve kafilelerine yapılan teşbihler, üslûplar, nazar-ı belağatte pek güzel görünür. Binaenaleyh, âlem-i ulvî [yüce âlem] ile âlem-i süflî [aşağı âlem, dünya] arasındaki ve dolayısıyla bulutlarla dağlar arasındaki müşabehet [benzeme] ve münasebete binaen

وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَۤاءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ 1 âyet-i kerimesinin mânâ-yı beliğanesi, “Dağların büyüklüğünde, dolunun renginde [rengârenk, süslü, parlak] bulunan semâdaki bulutlardan yağmurları inzal [indirme] ediyoruz” demektir.

Bu güzel ve belağatçe makbul, akıl ve mantığa mutabık mânâ dururken, âyetin zahirine yapışıp, “beş yüz senelik mesafeden iki dakikalık bir zaman zarfında yağmuru cirm-i semâdan yeryüzüne indirmek” gibi sakat bir mânâya zahip olmak, kâr-ı akıl [akıl kârı] değildir. Hem hikmet ve iktisat ve adem-i abesiyet, [abes olmayış, lüzumsuz olmayış] bu yanlış zehabı reddeder.

180

Yolcuların gecesinin korkunç olduğunu göstermek için zikredilen ﴾ فِيهِ ظُلُمَاتٌ 1 ﴿ ‘deki فِيهِ 2 ‘nin takdimi, o musibetli gecenin şiddet-i zulmetinden dehşet alanlarca, güya çok gecelerin zulmetleri toplanıp, o gecenin zulmetine inzimam etmiş olduklarına işarettir.

Sual: فِيهِ ‘deki zamirin صَيِّبٍ 3 ‘e râci [ait] olmasından, yağmurun zarf, zulmetin mazruf olduğu anlaşılır. Halbuki kaziye [hüküm, önerme] mâkûsedir; yağmur zulmetin içindedir.

Elcevap: Yağmurun kesretinden [çokluk] dehşet alan yolcuların zannıyla güya şu boşluk yağmurla dolu bir havuzdur. Ve o zulmetin zerreleri de o yağmurun katreleri [damla] arasına dağılmıştır. İşte böyle bir zanna binaen, yağmur zarf, zulmet [karanlık] mazruf olabilir.

ظُلُمَاتٌ 4 kelimesinin cem [toplama, bir araya gelme] sigasıyla zikri ise, bulutların hem karanlıklarından, hem kesafetlerinden, [yoğunluk, katılık] hem karanlık ve kesafet, [yoğunluk, katılık] amm olduğundan, hem yağmurun katrelerinin [damla] kesafetlerinden [yoğunluk, katılık] hasıl olan müteaddit [bir çok] zulmetlere işarettir. Tenkiri [belirsiz kılma] ve meçhuliyeti ifade eden ظُلُمَاتٌ ‘deki tenvin, [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] yolcularca hakikatleri meçhul birtakım zulmetler olduğuna işarettir. Demek o tenvin, [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] yolcuların ilmine perde olarak bir zulmeti daha ilâve etmiştir. O halde bu tenvin, [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] yolcuların gözlerine perde olan zulümata bir tekittir. [pekiştirme]

﴾ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ 5 ﴿ Yani, gök gürültüsüyle şimşek, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] azametine ve kudretine delâlet eden pek âşikâr iki ayettir ki, âlem-i gaybdan, [gayb âlemi, görünmeyen âlem] bulutların

181

idare ve tedvirlerine [çekip çevirme] müekkel [görevli] ve nizam ve intizam kanunlarının mümessilleri [temsilci] ve memurları olan meleklerin yed-i salâhiyetlerine verilmiştir.

Sonra müsebbebatın [netice, eser, sebebin sonucu] esbapla [sebepler] zahirde bağlı olduğuna binaen, bulutlar, havada münteşir [yaygın olan] olan buhar-ı mâiden izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile teşekkül [kendi kendine oluşma] ederler. Bu bulutların hikmet-i Rabbaniye ile bir kısmı menfî elektriği hâmildir, bir kısmı da müsbet [isbat edilmiş, sabit] elektriği hâmildir. Bu kısımlar birbirine yaklaşıp, aralarında müsademe [çarpışma] hasıl olduğunda, irade-i Hâlık ile berk [şimşek] tevellüd [doğma] eder. Bulutların bir kısmı hücum, bir kısmı da firar ettikleri zaman, aralarında havasız kalan yerleri doldurmak için emr-i Rabbanî ile tabakat-ı havaiye hareket ve heyecana geldiğinde ra’d [gök gürültüsü] sadâsı, yani gök gürültüsü meydana gelir. Fakat bu hallerin cereyanı bir nizam ve bir kanun altında olur ki, o nizamı ve o kanunu temsil eden, ra’d [gök gürültüsü] ve berk [şimşek] melekleridirler.

Sual: Ra’d [gök gürültüsü] ve berkin zulümat kelimesine atıflarından anlaşılır ki, bunların zarfı yağmurdur. Halbuki zarfları buluttur, yağmur değildir.

Elcevap: Dehşetinden bayılmış olan sâmice, [dinleyen, işiten] o yağmurun herşeyi ihata [herşeyi kuşatma] etmiş olduğu zannedildiğine göre, ra’d [gök gürültüsü] ve berk [şimşek] de yağmurun içine aldığı şeylere dahildir.

Sual: Zulümatın aksine, ra’d [gök gürültüsü] ve berkin müfred [gr. tekil] sigasıyla zikirleri neye işarettir?

Elcevap: Yolcuların en çok nazar-ı hayretlerini celb [çekme] eden, semavatın bağırmasıyla mevcudatı [var edilenler, varlıklar] âni olarak ışıklandırmasıdır. Bunlar ise mânâ-yı masdarîdir. Mânâ-yı masdarî müfred [gr. tekil] olur, fert ile ifade edilir. Ve keza ra’d [gök gürültüsü] olsun, berk [şimşek] olsun, semavî ayetlerden efradı [bireyler] pekçok birer nevidirler. Burada onlardan maksat nevileridir, efradları [bireyler] değildir. Onun için müfred [gr. tekil] olarak zikredilmişlerdir.

Sual: Ra’d [gök gürültüsü] ve berkteki tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] neye işarettir?

Elcevap: Ya mahzuf [düşmüş, kaldırılmış] bir sıfata ıvazdırlar; takdir-i kelâm رَعْدٌ قَاصِفٌ pek

182

gürleyen بَرْقٌ خَاطِفٌ göz kamaştıran demektir. Yahut ra’d [gök gürültüsü] ve berkin nekre [gr. başına “el” takısı almamış, mânâsı kapalı, belirsiz isim] ve meçhuliyetlerini ifade içindir. Çünkü yolcular gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış olduklarından, ra’d [gök gürültüsü] ve berki olduğu gibi görmüş ve tamamıyla işitmiş değillerdir ki, onları hakkıyla bilsinler.

﴾ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فِۤى اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ 1 ﴿

Bu cümle müste’nifedir. Yani mâkabliyle [önceki, öncesi] bağlı değildir. Ancak mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] bir suale cevaptır. Şöyle ki:

Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki sâmi [dinleyen, işiten] şu ikinci kıssa-i temsiliyeyi işitti; şüphesiz, musibetin keyfiyetini anlamak için şiddetli bir meyli uyandı. Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki Kur’ân-ı Kerimin tasvirinden malûmat aldı; musibetzede olan yolcuların da hallerini ve o musibete karşı ne yaptıklarını anlamak istedi. Kur’ân-ı Kerim ﴾ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فِۤى اٰذَانِهِمْ 2 ﴿ demekle, onları kurtaracak bir melce [sığınak] kalmadığına ve (necat bulmak hülyasıyla denizde ellerini otlara uzatan boğulanlar gibi) semavî top ve mancınıklardan kurtulmak için kulaklarını tıkamaktan mâadâ çareleri kalmadığına işaret etmiştir.

Sual: Makamın iktiza[bir şeyin gereği] hilâfına يُدْخِلُونَ 3 ‘nin yerine يَجْعَلُونَ kullanılması neye binaendir?

Elcevap: Yolcular necatlarını [kurtuluş] intaç [netice verme] edecek hakikî sebepleri arayıp bulmaktan meyus [ümitsiz] olduktan sonra kulaklarını tıkamak gibi ca’lî ve zannî şeylere müracaat etmek mecburiyetinde kaldıklarına işarettir.

Sual: Geçen vak’aları zaman-ı hale [şimdiki zaman] ihzar [hazırlama] için kullanılan muzâri sigasıyla يَجْعَلُونَ ‘nin zikri neye işarettir?

Elcevap: Hayretleri arttıran şu makamın, sâmie [dinleyen, işiten] verdiği dehşetten dolayı

183

yolcuların hadisesini—velev hayalî olsun—görmek arzusunda bulunan sâmiin [dinleyen, işiten] arzusunu tatmin için siga-yı muzâri ile geçen o vak’a, zaman-ı hale [şimdiki zaman] getirilerek sâmiin [dinleyen, işiten] hayaline tasvir edilmiştir. Ve keza, muzâri sigası, ikide bir kesilip tazelenmekle beraber istimrarı [devam etme] ve devamı iktiza [bir şeyin gereği] eder. Ve bunun istimrarından [devam etme] bulutun gürültüsünün de devamına ima vardır.

﴾ اَصَابِعَهُمْ 1 ﴿ Kulaklara sokulabilen ancak parmak uçları iken, burada parmak mânâsında olan اَصَابِعَ 2 ‘in kullanılması, onların hayret ve dehşetlerinden dolayı son derece şaşkınlıklarına işarettir.

﴾ فِۤى اٰذَانِهِمْ 3 ﴿ Bu kelâm ra’dın [gök gürültüsü] sadâsından onların uğradıkları öyle bir şiddet-i havfe işarettir ki, eğer ra’d [gök gürültüsü] onların kulaklarının penceresinden içeri girecek olursa derhal ruhları ağızlarının kapısından dışarı kaçacaktır. Ve keza, bu kayıtta çok güzel ve lâtif [berrak, şirin, hoş] bir imâ vardır ki:

Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki onlar kendilerine edilen nasihatleri ve nidâ-yı hakkı, kulaklarını açıp içerisine almadılar; semavat cihetinden kulaklarının cephesi ra’d [gök gürültüsü] ve berkin top ve mancınıklarına tutuldu. Onlar o zaman hayır için tıkadıkları kulaklarını şimdi de şer ve azap için tıkamaya mecbur oldular.

اَلْجَزَۤاءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ 4 Evet, sirkat elle yapıldığından, el kesilir. Fena sözler ağızla söylendiğinden, ağıza vurulur. Öyleler de nedamet [pişmanlık] için sağ elini ağzına ve hacalet için sol elini gözlerine korlar.

﴾ مِنَ الصَّوَاعِقِ 5 ﴿ Bu makamda ra’d [gök gürültüsü] ve berkin yolculara zarar vermekte müttehid [aynı noktada birleşen] olduklarına işareten, yalnız berkin sıfatı olan saikanın [sebep, sevk etme] zikriyle iktifa [yetinme] edilerek ra’dın [gök gürültüsü] sıfatı terk edilmiştir. Fakat saika [sebep, sevk etme] şiddetli bir savtla [ses] yakıcı bir

184

ateşten ibaret olduğu cihetle, ra’dın [gök gürültüsü] gürültüsünü de tazammun [içerme, içine alma] etmiş bulunuyor. Bu itibarla ra’dın [gök gürültüsü] sıfatı da zikredilmiş demektir.

﴾ حَذَرَ الْمَوْتِ 1 ﴿ Yani, yolcuların saikalara [sebep, sevk etme] karşı parmaklarıyla yaptıkları o gülünç müdafaaları mal, evlât, eşya vesaire gibi şeylerin korkusundan değildir. Ancak canlarını Cehenneme teslim edecek olan ölümün korkusundandır. Çünkü musibetin bıçağı kemiğe dayanmıştır. Onlar sevdikleri şeylerden hiçbirisine kederlenmezler, merak etmezler. Ancak ölümü ve hıfz-ı hayatı [hayatı koruma] düşünürler.

﴾ وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ 2 ﴿ Bu cümlede bulunan kelimelerin birbiriyle münasebetlerine ve ifade ettikleri nüktelere [derin anlamlı söz] gelince:

  و aralarında münasebet bulunan iki şeyi birbirine atfeden bir âlettir. Burada ise mâkabliyle [önceki, öncesi] mâbadi arasında bir münasebet görünmüyor. Fakat birinci temsille ikinci temsilin arasındaki münasebete bakarak şöyle silsileli birkaç cümleyi ihtar ediyor: Onlar şenlikli olan yerlerden firar ettiler. Şehirlilikten nefret ettiler. Gecenin istirahat zamanı olduğuna dair kanuna muhalefet ettiler. Hem nasihatlere itaat etmeyerek sanki necatları [kurtuluş] çöllerdeymiş gibi sahrâlara düştüler. En nihayet haybet [elindekilerden mahrum kalmak, kaybetmek] ve hüsrana uğrayarak her taraftan Allah’ın belâsına maruz kaldılar.

اَللهُ Bu kelime-i mübareke [mübarek kelime] ise, onların son ümit ve recalarının [ümit] kesildiğine işarettir. Çünkü musibetzede olan bir adam, evvel ve âhir Allah’ın merhametine iltica etmekle mütesellî [teselli bulan] olur. Halbuki Allah’ın kahır ve gadabına müstehak olanın elbette ve elbette necatından [kurtuluş] ümidi ve reca[ümit] kesilir.

مُحِيطٌ 3 kelimesi, onları ihata [herşeyi kuşatma] eden musibetlerin, Allah’ın asar-ı azameti olduğuna işarettir. Yani, gökler, bulutlar, yağmurlar, geceler, onlara cihât-ı sitteden [altı yön] hücum ettikleri gibi, Allah’ın da gazap ve beliyyâtı [belalar] onları her taraftan ihata [herşeyi kuşatma] etmiştir.

185

Ve keza, Allah’ın bütün kâinatı ihata [herşeyi kuşatma] eden ilim ve kudreti ve bütün zerrata [atomlar] şâmil [içine alan] olan emirleri göz önüne getirilirse مُحِيطٌ 1 kelimesinden şöyle bir ihtar fışkırmaya başlar: Ey kâfirler! Semavat ve arzın dışarısına çıkamazsınız. Dahilde ise her nereye kaçacak olursanız olunuz, Allah, ilim ve kudretiyle her yerde hazır ve nâzırdır.

بِالْكَافِرِينَ 2 Bu kelimeyi مُحِيطٌ lafzına bağlayan ب harf-i cerri, [cer harfi; gr. cümlede kendinden önceki fiilin veya ismin mânâsını kendinden sonraki kelime veya kelime guruplarına taşıyan harfler “an, min, be” gibi] Allah’ın gadabından kaçan kâfirler, yine Allah’ın gadabına rast gelip musibet oklarına hedef olduklarına işarettir.

كَافِرِينَ 3 ünvanı ise üç işareti taşıyor.

Birincisi: Temsil içerisinde mümesselleri, yani münafıkları göstermekle, sâmiin [dinleyen, işiten] temsil ile meşgul olup mümesselden ve maksattan gafil olmamasını temin etmek içindir.

İkincisi: Temsil ile mümessellerin, yani yolcuların durumuyla münafıkların durumu arasında son sistemde bulunan müşabehetin [benzeme] kuvvetinden dolayı, birbirinin sıfatını ve yekdiğerinin [bir diğer şey] lâkabını ve soyadını taşıdıklarına işarettir.

Üçüncüsü: Kâfirlerin kalbleri gibi, münafıkların da kalbleri zulmet [karanlık] ve azap içinde bulunduğuna işarettir. Zira yaptıkları cinayet ve kusurlarından dolayı, vicdanları dahi onları tazip [azap verme] etmekten geri kalmıyor. Evet, bizzat yaptığı cinayetin cezasını gören bir adamın vicdanı müsterih olmaz.

﴾ يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْ 4 ﴿ Bu cümledeki kelimelerin işgal ettikleri yerlerle münasebetleri ve herbirinin taşıdığı işaretleri ise, evvelâ bu cümle müste’nifedir. Yani mâkabliyle [önceki, öncesi] bağlı değildir. İstinafı ise mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] bir suale cevaptır.

186

Sual: Berk, [şimşek] zulmetleri dağıtan ziyadar [ışıklı] bir ateştir. Onlar onun ziyasından istifade etmediler mi?

Elcevap: Bir faide ve bir menfaat görmeleri şöyle dursun, berkin zararından ve belâsından korktular diye Kur’ân-ı Kerim bu cümle ile o mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] suale cevap vermiştir.

Kurbiyeti [yakın] ve yakınlığı ifade eden يَكَادُ 1 kelimesinin bu cümlede delâlet ettiği mânâ şöyledir: Gözlerini hatfedecek, yani kaptıracak ve kör edecek esbap [sebepler] mevcut olduğuna rağmen, her nasılsa bir mâniden dolayı henüz kör olmamışlardır. Kaptırmak mânâsını ifade eden يَخْطَفُ kelimesinde pek güzel ve lâtif [berrak, şirin, hoş] bir belagat vardır. Şöyle ki:

Eşyanın suretlerini alıp getirmek için gözün gönderdiği ziya, esnâ-yı rahta eşyaya yetişmezden evvel, birden bire şimşek çakar; o şimşek kapıcı bir kuş gibi gözdeki o ziyayı alır, götürür. Veya gözün şuaı, eşyanın şekillerini alıp getirirken, gecenin gözü hükmünde olan şimşek kemal-i sür’atle hücum ederek gözün elinden o şekilleri alır, götürür. Sanki, zulmeti kaldırmakla eşyayı gösteren şimşek, o bedbahtların eşyayı görmelerine razı olmadığından, onların gözlerinin şuaından o şekilleri alıp götürüyor.

عُيُونٌ 2 kelimesine tercihen zikredilen اَبْصَارَهُمْ 3 ünvanı, Kur’ân’ın beyan ettiği kat’î burhanlara [delil] karşı körlük gösteren münafıkların basiret ve kalblerindeki kötü niyetlerini ve amellerini yad ettirmekle teşhir etmek içindir. Zira, göz kalbin âyinesidir. Kalbin muzmeratı [gizli, saklı] gözde görünür.

﴾ كُلَّمَۤا اَضَۤاءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَاِذَۤا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا 4 ﴿ Bu âyeti teşkil eden kelimelerin işaretleri:

187

Evvelâ, bu cümle yine müste’nife olup, mâkabliyle [önceki, öncesi] alâkadar değildir. Ancak, sâmiin [dinleyen, işiten] hatırına gelen şu suali cevaplandırıyor.

Sual: Onların musibeti tebeddül [başkalaşma, değişme] ve taaddüd [birden fazla olma] ettikçe, acaba her iki hâlette [durum] halleri nasıl oluyor?

Elcevap: “Şimşeğin ziyasıyla yolları göründüğü zaman yürürler, zulmet [karanlık] çöktüğü zaman dururlar” diye Kur’ân-ı Kerim şu cümle ile samiin o şüphesini izale [giderme] etmiştir.

Sual: كُلَّمَا istiğrak [Allah aşkıyla kendinden geçme] ve istimrarı, [devam etme] yani umumiyet ve devamı ifade eden bir edattır. اِذَا ise ne umumiyeti ve ne devamı ifade etmez. Bu itibarla şimşeğin ziyalandırmasında كُلَّمَا ‘nın, zulmetin çöktüğünde اِذَا ‘nın kullanılması neye binaendir?

Elcevap: Onların ziyaya fazlaca hırs ve ihtiyaçları olduğu için en az bir ziyayı bile fırsat bilip kaçırmak istemediklerine işareten ziya üzerinde كُلَّمَا istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilmiştir.

Sebebiyet ve menfaate delâlet eden اَضَۤاءَ لَهُمْ 1 deki ل harfinden anlaşılır ki, bayılmak üzere olan bir musibetzede nefsine ait şeylerden mâadâ hiçbir şeyi düşünmez. Hattâ kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] binlerle hikmetleri için kâinatta neşrettiği ziyanın menfaati, tamamen kendisine ait olduğunu ve kendisi için gönderildiğini zanneder.

Ziyanın adem-i devamı yüzünden sür’atli bir yürüyüşle yollarına devam etmeleri mukteza-yı hal [hâlin gereği, durumun gerektirdiği şekil] ve makam iken, süratsiz, âdi bir yürüyüş ifade eden مَشَوْا 2 tabiri, musibetin şiddetinden neş’et [doğma] eden zafiyet yüzünden, sür’at-i seyre kàdir olamadıklarına işarettir.

188

Sual: İnsanlar yerde yürüdükleri gibi, onların da yürümeleri yerde olmalıdır. Halbuki فِيهِ 1 ‘deki zamirin ziyaya raci [ait] olması cihetiyle, onların yürümeleri ziyada olduğu anlaşılır.

Elcevap: Onların ziya haricinde yürümeleri mümkün olmadığı için, sanki mesafeleri ve medâr-ı hareketleri yalnız ziyaya münhasırdır.

وَاِذَا 2 ‘deki و yolcuların evvelce gördükleri zulmet [karanlık] musibetini tazelemek için ikinci bir zulmet [karanlık] daha atıf ve ilâve edildiğine işarettir. اِذاَ ‘nın ifade ettiği cüz’iyet ve kıllet [azlık] ise, yolcuların zulmete karşı besledikleri nefret ve gösterdikleri körlük şiddetinden, fikren zulmeti düşünmediklerine, ancak aleddevam [devamlı, sürekli] ziya için bir fırsat beklerlerken, birden bire zulmetin hücumuna mâruz kaldıklarına işarettir.

اَظْلَمَ 3 ‘nin berke olan isnadı, berkin ziyasından sonra hücum eden zulmetin, başka zulmetlerden şedit [çok şiddetli] olduğuna işarettir. Ve keza, musibetzede olan yolcuların tahayyüllerine [hayal etme] göre, güya berkin ziyasından sonra şu boşluğu dolduran zulmetler hep berk ateşinin sönmesinden meydana gelen dumanlar olduğuna da hayalî bir imadır.

Zarar için kullanılan عَلَيْهِمْ 4 ‘deki عَلٰى kelimesi, zulmet [karanlık] musibetinin tesadüfî olmayıp, ancak onların ceza-yı amelleri [amelin cezası] olduğuna işarettir. Ve musîbetzede [isabet eden, isabetli] olan yolcuların, şu boşluğu dolduran zulmetler ve bütün insanlar içerisinden onları kast ve onlara zarar vermek için gönderilmiş olduklarını tahayyül [hayal etme] ettiklerine bir remizdir. [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme]

Zulmet [karanlık] çöktüğü vakit sükûnetle durup depreşmemeleri icap [gerekli kılma] ederken, “ayağa kalktılar” mânâsını ifade eden قَامُوا tabiri, musibetin şiddetinden ve musibetle çok uğraştıklarından, rükû vaziyetini andıran bellerinde bir tekavvüs

189

peydâ olduğuna ve zulmetin âni hücumundan tiksinerek ayağa kalkıp kaçanlar gibi, bellerini doğrulttuklarına işarettir.

﴾ وَلَوْ شَۤاءَ اللهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ 1 ﴿ Bu cümledeki kelimelerin işaretlerine gelince:

Evvelki cümlelerde gözlerini kör, kulaklarını sağır etmek şânında olan esbap [sebepler] zikredildikten sonra, bu cümlede müsebbebatı, [netice, eser, sebebin sonucu] meşiet-i İlâhiye [Allah’ın dilemesi] ile bağlar.

Sonra, evvelki cümlelere atfeden و harfi, esbabın perdesi altında tasarruf eden ve bütün esbap [sebepler] ve illetler [asıl sebep] üzerinde murakebe eden bu kudretin, ancak nazar-ı hikmet [fen ve felsefe açısından gören göz] olduğuna işarettir.

لَوْ 2 Bu kelimenin tazammun [içerme, içine alma] ettiği kıyas-ı istisnaî şöyle tasvir edilebilir: Meşiet-i İlâhiyenin [Allah’ın dilemesi] olmaması; zehab-ı sem’ ve basarın [görme] olmamasına illettir. [asıl sebep] Zehab-ı sem’ ve basarın [görme] olmaması da meşietinin [dilek, arzu] olmadığını bildirmeye bir delil ve bir illettir. [asıl sebep] Ve keza meşiet-i İlâhiyeden [Allah’ın dilemesi] mâadâ bütün esbap [sebepler] tekemmül [mükemmelleşme] etmiş de olsa, ancak meşiet-i İlâhiyenin [Allah’ın dilemesi] taallûkuyla göz ve kulaklarının işi bitmiş olacağına işarettir.

شَۤاءَ 3 tabiri, müsebbebatı [netice, eser, sebebin sonucu] esbapla [sebepler] bağlayan, meşiet [dilek, arzu] ve irade-i İlâhiye [Allah’ın iradesi, dilemesi] olduğuna delâlet eder. Öyleyse tesir kudretindir. Esbab [sebebler] ise, kudretin, nazar-ı zahirîde [dışa dönük bakış] umur-u hasise [alçak ve değersiz işler] ile mübaşereti [bir işe başlama, girişim, temas etme] görünmemesi için vaz edilmiş perdelerdir.

اَللهُ Lâfza-i Celâlinin [“Allah” kelimesi] sarahatle [açıklık] zikri, halkı fazlaca esbaba ehemmiyet vermekten zecir [azarlama, sakındırma] ve men etmekle, esbabın perdesi altında tasarruf eden yed-i Kudreti [Allah’ın kudret eli] görmeye fikirleri dâvet eder.

190

شَۤاءَ 1 fiilinin bir mef’ul [gr. nesne, tümleç; kendisine yapılanı bildiren isim, fiile yöneltilen ne, neyi, kimi sorularına cevap olarak alınan kelime] ile takyid [kayıt altına alma, sınırlandırma] edilmeyerek mutlak bırakılması, meşiet [dilek, arzu] ve irade-i İlâhiyenin [Allah’ın iradesi, dilemesi] kâinatın ahvâlinden [haller] müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmadığına ve mevcudatın [var edilenler, varlıklar] sıfât-ı İlâhiyeye [Allah’ın sıfatları] tesirleri bulunmadığına işarettir. Yani, beşerin iradesi ve sair sıfatları, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] hüsün [güzellik] ve kubuh, [çirkinlik] büyüklük ve küçüklük gibi ahvâlinden [haller] müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olduğu gibi, sıfât-ı İlâhiye [Allah’ın sıfatları] müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmaz. Sıfât-ı İlâhiyeye [Allah’ın sıfatları] göre hepsi müsavidir. [eşit]

Götürmek mânâsını ifade eden لَذَهَبَ ‘den anlaşılıyor ki, esbap [sebepler] müsebbebat [sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan şeyler, neticeler, sonuçlar] üzere musallat ve müstevlî [istila eden, bir alanı ele geçiren] değildir. Yani, esbabın irtifaı [yükseklik] zamanında, esbapla [sebepler] bağlı ve kaim [ayakta duran] olan müsebbebatın [netice, eser, sebebin sonucu] adem [hiçlik, yokluk] deryasına düşmesi ihtimali yoktur. Ancak, esbabın arkasında hazır bulunan yed-i kudret [Allah’ın kudret eli] o müsebbebatı [netice, eser, sebebin sonucu] hıfz eder. Ve hikmet-i İlâhiye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] muvazene [karşılaştırma/denge] ve nizam kanunu mucibince başka mevkilere gönderir, ihmal etmez. Evet, hararet suyu kaynatmakla suyun bünyesini tahrip ettiği zaman, o tahrip neticesi vücuda gelen buhar ademe gitmez, belki nizamat-ı havaiye mucibince muayyen bir mecrâya [akım yeri] sevkedilir ve muayyen bir mevkie çıkar, emr-i İlâhiyeye [Allah’ın emri] intizaren [bekleme] orada durur.

Ve keza, ذَهَبَ 2tabirinden anlaşılır ki, havass-ı hamse [beş duygu] denilen duygular, sağır, kör, câmid [cansız] tabiattan neş’et [doğma] etmiş değildirler. Ancak o duygular, Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ihsan [bağış] edilen hediyelerdir. Yalnız göz, kulak tabirleri adi birer isimdirler.

Ve keza, ذَهَبَ ‘nin harf-i cer [cer harfi; gr. cümlede kendinden önceki fiilin veya ismin mânâsını kendinden sonraki kelime veya kelime guruplarına taşıyan harfler “an, min, be” gibi] olan ب ile beraber gelmesinden anlaşılıyor ki,

191

müsebbebat [sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan şeyler, neticeler, sonuçlar] esbaptan [sebepler] ayrıldığı zaman başıboş bırakılmaz, yine bir nizam altına alınır. Çünkü ذَهَبَ بِهِ “beraberce götürmek” mânâsını ifade eder. Beraber götürülen birşey sahipsiz, başıboş bırakılmaz.

İhtar: Sem’in [işitme] müfred [gr. tekil] olarak, basarın [görme] cem [toplama, bir araya gelme] olarak zikirleri işitilen bir, görünen çok olduğuna işarettir. Evet, söylenilen sözler birer birer kulağa girer, öyle işitilir. Fakat çok şeyler bir defa bakmakla göze görünür.

﴾ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ 1 ﴿ Bu cümledeki nükteler [derin anlamlı söz] ve işaretler:

Evvelâ, bu cümle münafıkları ve yolcuları istilâ eden dehşetin hakikat olduğuna bir fezleke [hülasa, öz] ve bir hülâsadır. [esas, öz] Ve bu hülâsadan [esas, öz] anlaşılır ki, yolcuların ahvâli, [haller] münafıkların ahvâlini [haller] tamamıyla temsil ettiği ve herbir halleri yolcuların hallerinde göründüğü gibi, herbir zerrede ve herbir halde kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] de tasarrufu görünür.

Tahkiki [araştırma, inceleme] ifade eden اِنَّ dahil olduğu hükmün sabit ve sarsılmaz hakîkatlerden olduğuna delâlet ettiği gibi, meselenin azametini ve vüs’atini [genişlik] ve dikkatini ve nev-i beşerin bu gibi meselelerde aciz, zayıf ve kàsır [eksik, noksan] olduğunu remzen [ince işaret] gösteriyor. Çünkü bu gibi yakinî meselelerde tereddüdü intaç [netice verme] eden, ancak vehimlerdir. Vehimleri tevlit [doğurma] eden zafiyet, acz, kusurdur; bunlar ise insanın tıynetiyle yoğrulmuş sıfatlardır.

اَللهُ Lâfza-i Celâlinin [“Allah” kelimesi] burada sarahaten [açıklık] zikredilmesi, bu cümledeki hükmü ispat eden delile işarettir. Çünkü bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] taht-ı tasarrufunda [tasarrufu altında] ve daire-i şumulünde bulunan kudret, sair sıfatlar gibi Ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] lâzimesidir.

عَلٰى kelimesinden anlaşılır ki, ademden eşyayı çıkaran kudret, o eşyayı

192

mühmel [başıboş, ihmal edilmiş] ve başıboş bırakmaz. Ancak hikmetin murakabesi ve nezareti altında terbiye eder ve ettirir.

كُلِّ 1 edatından anlaşılır ki, esbabın bütün eserleri ve hâsıl-ı bilmasdar [bir şeyin kaynağından ortaya çıkan, gerçek tesir sahibinden meydana gelen fiil; meselâ, “vurmak” masdar, [fiillerin asıl kökü] “acı” ise hâsıl-ı bilmasdardır] denilen ef’âl-i ihtiyariyeye [iradeyle yapılan davranışlar, fiiller] terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden eserler, tamamen kudrete bağlıdır. Mevcuda ve mevcudata, [var edilenler, varlıklar] şey ve eşya denilmesi meşiet-i ilâhiyenin taallûkundan neş’et [doğma] ettiğine nazaran شَىْءٍ 2 tabirinden anlaşılır ki, eşya vücuda geldikten sonra da Saniden alâkası kesilmez. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar.

قَادِرٌ 3 kelimesine bedel, sübut [bir şeyin var olması] ve devamı ifade eden قَدِيرٌ 4 sigasından anlaşılır ki, kudret, makdurat nisbetinde olmayıp, kudretin daire-i tasarrufu [tasarruf ve faaliyet dairesi, alanı] pek geniştir. Hem kudret zâtiyedir, [kendisinden olan, ilinti olmayan] tagayyürü [başkalaşım, değişme] kabul etmez. Hem aynı zamanda kudret lâzimedir, ziyade ve noksan olmaz. Hem kudret, Rezzak, [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] Gaffar, [ne kadar çok ve büyük olursa olsun dilediği kullarının her türlü suç ve günahını tekrar tekrar bağışlayan Allah] Muhyî, [bütün canlılara hayat veren Allah] Mümit gibi sıfât-ı fiiliyenin mercii ve mizanıdır. [ölçü]