İŞÂRÂTÜ’L-İ’CÂZ – Bakara Sûresi 23-24. Ayetlerin Tefsiri (222-265)

222

 Nübüvvet hakkında

﴿ وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَۤاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ * فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ * 1 ﴾

Mukaddeme [başlangıç]

Gayet kısa bir meâli: Yani, “Abdimiz üzerine inzal [indirme] ettiğimiz Kur’ân’da bir şüpheniz varsa, Kur’ân’ın mislinden [benzer] bir sûre yapınız. Hem de, Allah’tan başka, işlerinizde kendilerine müracaat ettiğiniz şüheda [şehitler] ve muinlerinizi [yardımcı] de çağırınız, yardım etsinler. Eğer sözünüzde sâdık iseniz hepiniz beraber çalışınız, Kur’ân’ın mislinden [benzer] bir sûre getiriniz. Eğer bir misil [benzer] getiremediğiniz takdirde—zaten getiremezsiniz ya—öyle bir ateşten sakınınız ki, odunu, insanlar ile taşlardır.”

Kitabın evvelinde beyan edildiği gibi Kur’ân-ı Kerimin takip ettiği esas maksat dörttür. Birinci maksadı olan “tevhid”, evvelki âyetle beyan edilmiştir. Bu âyetle de, ikinci maksat olan “nübüvvet[peygamberlik] beyan ve izah edilmiştir. Yalnız birşey var ki, bu âyet, nübüvvet-i Muhammediyenin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) ispatı hakkındadır; nübüvvet-i mutlaka [genel olarak peygamberlik kurumu] hakkında değildir. Halbuki maksat, mutlak nübüvvettir. [peygamberlik] Fakat küllî, cüz’îde [ferdî, küçük] dahildir. Cüz’înin [ferdî, küçük] ispatıyla küllî de ispat edilmiş olur. Bu âyet, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın nübüvvetini, [peygamberlik] en büyük mu’cizesi olan i’câz-ı Kur’ân‘dan [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] bahisle ispat ediyor.

O Zâtın (a.s.m.) nübüvvetine [peygamberlik] dâir delâil [deliller] başka risalelerimizde beyan edilmiştir. Burada, yalnız bir kısmını hülâsaten [esas, öz] “altı mesele” zımnında [iç] beyan edeceğiz.

223

BİRİNCİ MESELE

Enbiya-i [nebiler, peygamberler] sâlifînde nübüvvete [peygamberlik] medar [kaynak, dayanak] ve esas tutulan noktalar ve onların ümmetleriyle olan muameleleri hakkında—yalnız zaman ve mekânın [içinde bulunulan yer ve zaman] tesiriyle bazı hususat müstesna olmak şartıyla—yapılacak tam bir teftiş ve kontrol neticesinde, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmda daha ekmel, [daha mükemmel] daha yükseği bulunmakta olduğu tahakkuk [gerçekleşme] eder. Binaenaleyh, nübüvvet [peygamberlik] mertebesine nail olanların heyet-i mecmuası, [birşeyin geneli, bütün] mu’cizeleriyle ve sair ahvalleriyle, [durumlar] lisan-ı hal [beden dili] ve kal ile, nev-i beşerin sinni, kemale geldiğinde “Üstadü’l-Beşer” ünvanını taşıyan Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm’ın sıdk-ı nübüvvetine ilân-ı şehadet etmişlerdir. O Hazret de (a.s.m.), bütün mu’cizeleriyle Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücut ve vahdetini, [Allah’ın birliği] nurlu bir burhan [delil] olarak âleme ilân etmiştir.

İKİNCİ MESELE

O zâtın (a.s.m.) evvel ve âhir bütün ahvâl [haller] ve harekâtı nazar-ı dikkatten [dikkat içeren bakış] geçirilirse, herbir hareketi, herbir hali harikulâde değilse de onun sıdkına [doğruluk] delâlet eder. Ezcümle: “Ğar” meselesinde, Ebu Bekri’s-Sıddık ile beraber halâs [kurtulma] ve kurtuluş ümidi tamamıyla kesildiği bir anda  لاَ تَخَفْ اِنَّ اللهَ مَعَنَا “Korkma, Allah bizimle beraberdir” diye Ebu Bekri’s-Sıddık’a verdiği tesellî ve tavk-ı beşerin fevkinde [üstünde] bir ciddiyetle, bir metanetle, [gayret, kararlılık] bir şecaatle, [yiğitlik, cesaret] havfsız, [korku] tereddütsüz gösterdiği vaziyet, elbette sıdkına [doğruluk] ve nokta-i istinadı [dayanak noktası] olan Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] itimad ettiğine güneş gibi bir burhandır. [delil]

Kezalik, [böylece, bunun gibi] saadet-i dareyn [dünya ve âhiret mutluluğu] için tesis ettiği esaslarda isabet etmiş olduğu ve izhar [açığa çıkarma, gösterme]

224

ettiği kavaidin, [kurallar, prensipler] hakikatle muttasıl [bitişik] ve hakkaniyetle yapışık olduğu, bütün âlemce mazhar-ı kabul ve tasdik olmuş ve olmaktadır.

İhtar: O zâtın (a.s.m.) ahval [durumlar] ve harekâtı birer birer, yani tek tek onun sıdk [doğruluk] ve hakkaniyetini gösterirse, heyet-i mecmua[birşeyin geneli, bütün] onun sıdk-ı nübüvvetine öyle bir delil olur ki, şeytanları bile tasdike mecbur eder.

ÜÇÜNCÜ MESELE

O zâtın (a.s.m.) sıdk-ı nübüvvetini yazıp tasdik eden birkaç sahife vardır. Şimdi o sahifeleri okuyacağız.

Birinci sahife: O Hazretin zâtıdır. Fakat bu sahifeyi mütalâadan evvel, dört nükteye [derin anlamlı söz] dikkat lâzımdır.

Birinci nükte: [derin anlamlı söz] لَيْسَ الْكُحْلُ كَالتَّكَحُّلِ Yani, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] karagözlülük, sun’î [gerçek olmayan] (yapma) karagözlülük gibi değildir. Yani, yapma ve sun’î [gerçek olmayan] olan birşey ne kadar güzel ve ne kadar kâmil olursa olsun, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ve tabiî olan şeylerin mertebesine yetişemez ve onun yerine kaim [ayakta duran] olamaz. Herhalde sun’îliğin [sanat] yanlışlıkları, onun ahvalinden, [durumlar] etvârından [haller, tavırlar] belli olacaktır.

İkinci nükte: [derin anlamlı söz] Ahlâk-ı âliyeyi [yüksek ahlâk] ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. [doğruluk] Eğer sıdk [doğruluk] kalkıp araya kizb [yalan] girerse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.

Üçüncü nükte: [derin anlamlı söz] Mütenâsip olan eşya arasında meyil [arzu, istek] ve cezbe vardır. Yani, birbirine temayül [eğilim gösterme] ederler ve yekdiğerini [bir diğer şey] celb [çekme] ederler, aralarında ittihad [birleşme] olur. Fakat birbirine zıt olan eşyanın aralarında nefret vardır, çekememezlik olur.

Dördüncü nükte: [derin anlamlı söz] Cemaatte olan kuvvet fertte yoktur. Meselâ, çok iplerin heyet-i mecmuasının [birşeyin geneli, bütün] teşkil ettiği urgandaki kuvvet, ipler birbirinden ayrı olduğu zaman bulunmaz.

Bu nükteler [derin anlamlı söz] göz önüne getirilmekle o Hazretin sahifesi okunmalıdır. Evet, o Zâtın bütün âsârı, [eserler/asırlar] sîretleri, [ahlâk, karakter] tarihçe-i hayatı [hayat hikayesi] ve sair ahvâli, [haller] onun pek büyük, azîm ve ahlâk sahibi olduğuna şehadet ediyorlar. Hattâ düşmanları bile onun ahlâkça pek yüksekliğinden dolayı kendisini “Muhammedü’l-Emîn” ile lâkaplandırmışlardır.

225

Malûmdur ki, bir zatta içtima [bir araya gelme, toplanma] eden ahlâk-ı âliyenin [yüksek ahlâk] imtizacından [bileşim, karışım] izzet-i nefis, [insanın vakar, [ağırbaşlılık] şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi] haysiyet, şeref, vakar [ağırbaşlılık] gibi, hasis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etmeyen yüksek haller husule [meydana gelme] gelir. Evet, melâike, [melek] ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] bir zatta içtima [bir araya gelme, toplanma] eden ahlâk-ı âliye [yüksek ahlâk] kizb, [yalan] hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnız şecaatle [yiğitlik, cesaret] iştihar eden [meşhur olan] bir zât, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlâk-ı âliyeyi [yüksek ahlâk] cem [toplama, bir araya gelme] eden bir zât, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır?

Hülâsa: [esas, öz] Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm kendi kendine güneş gibi bir burhandır. [delil]

Ve keza, o Zâtın (a.s.m.) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o Zâtın yaratılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı, behemehal [her durumda, ne olursa olsun, mutlaka] gençlik saikasıyla [sebebiyle] dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, [gayret, kararlılık] iffetle, bir ıttırad [düzenli olma, intizamlı] ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir.

Ve keza, yaş kırka baliğ olduğunda, iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun, rüsuh [kökleşme, sağlamlaşma] peyda eder, meleke [alışkanlık] haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu Zâtın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılâb-ı azîmi [büyük değişim] âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celp [çekme] ve cezb [çekme] ettiren, o Zâtın (a.s.m.) evvel ve âhir herkesçe malûm olan sıdk [doğruluk] ve emaneti idi. Demek o Zâtın (a.s.m.) sıdk [doğruluk] ve emaneti, dâvâ-yı nübüvvetine [peygamberlik dâvâsı] en büyük bir burhan [delil] olmuştur.

DÖRDÜNCÜ MESELE

İkinci sahifeyi okuyacağız. Bu sahife, mâzi, yani Zaman-ı Saadetten [Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] evvelki zamandır. Şu sahifenin hâvi [içeren, içine alan] olduğu enbiya-i [nebiler, peygamberler] sâlifînin ahval [durumlar] ve kıssaları, o Zâtın sıdk-ı nübüvvetine birer burhandır. [delil] Yalnız dört nükteye [derin anlamlı söz] dikkat lâzımdır.

226

Birinci nükte: [derin anlamlı söz] İnsan, bir fennin esaslarını ve o fennin hayatına taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden noktaları bilmekle, yerli yerince kullanmasına vakıf olduktan sonra dâvâsını o esaslara bina etmesi, o fende mâhir ve mütehassıs olduğuna delildir.

İkinci nükte: [derin anlamlı söz] Fıtrat-ı beşeriyenin [insanın yaratılışı, tabiatı] iktizasındandır [bir şeyin gereği] ki, âdi bir insan da olsa, hattâ çocuk da olsa, hattâ küçük bir kavim [insan topluluğu] içinde de bulunsa, pek kıymetsiz bir dâvâ hususunda cumhura muhalefet edip yalan söylemeye cesaret edemez. Acaba, pek büyük bir haysiyet sahibi, âlem-şümul bir dâvâda, pek inatlı ve kesretli [çokluk] bir kavim [insan topluluğu] içinde, ümmî, yani okur-yazar sınıfından olmadığı halde, aklın tek başına idrakten âciz olduğu bazı şeylerden bahsedip kemal-i ciddiyetle âleme neşir ve ilân etmesi onun sıdkına [doğruluk] delil olduğu gibi, o meselenin Allah’tan olduğuna da bir burhan [delil] olmaz mı?

Üçüncü nükte: [derin anlamlı söz] Malûmdur ki, medenî insanlarca malûm ve melûf [alışılmış] pek çok ilimler, sıfatlar, fiiller vardır ki, bedevîlerce meçhul olur ve o gibi şeylerden haberleri yoktur. Binaenaleyh, bilhassa geçmiş zamanlardaki bedevîlerin ahvâlinden [haller] bahsetmek isteyen bir adam, hayalen o zamanlara, o çöllere gidip onlarla görüşmelidir. Zira onların ahvâlini [haller] ezberden, onları görmeden muhakeme etmekle istediği malûmatı elde edemez.

Dördüncü nükte: [derin anlamlı söz] Ümmî bir adam, bir fennin ulemasıyla münakaşaya girişerek, beyne’l-ulema ittifaklı olan meseleleri tasdik ve ihtilâflı olanları da tashih ederse, o adamın bu harika olan hali, onun pek yüksekliğine ve onun ilminin de vehbî [Allah vergisi] olduğuna delâlet etmez mi?

Bu dört nükteyi [derin anlamlı söz] göz önüne getir, Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâma bak ki, o zât, herkesçe müsellem [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] ümmîliğiyle beraber, geçmiş enbiya [nebiler, peygamberler] ile kavimlerinin [insan topluluğu] ahvallerini [durumlar] görmüş ve müşahede etmiş gibi, Kur’ân’ın lisanıyla söylemiştir. Ve onların ahvâlini, [haller] sırlarını beyan ederek âleme neşir ve ilân etmiştir. Bilhassa naklettiği onların kıssaları, bütün zekîlerin nazar-ı dikkatini celb [çekme] eden

227

dâvâ-yı nübüvvetini [peygamberlik dâvâsı] ispat içindir. Ve naklettiği esasları, beyne’l-enbiya ittifaklı olan kısmı tasdik, ihtilâflı olanı da tashih edip dâvâsına mukaddeme [başlangıç] yapmıştır. Sanki o Zât, vahy-i İlâhînin [Allah tarafından peygamberlere bildirilen emir ve yasaklar] mâkesi [yansıma yeri] olan masum ruhuyla zaman ve mekânı [içinde bulunulan yer ve zaman] tayyederek o zamanın en derin derelerine girmiş ve gördüğü gibi söylemiştir. Binaenaleyh, o Zâtın bu hali, onun bir mu’cizesi olup nübüvvetine [peygamberlik] delil olduğu gibi, evvelki enbiyanın [nebiler, peygamberler] da nübüvvet [peygamberlik] delilleri manevî bir delil hükmünde olup, o Zâtın nübüvvetini [peygamberlik] ispat eder.

BEŞİNCİ MESELE

Asr-ı Saadete [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] ve bilhassa Ceziretü’l-Arab [Arap yarımadası] meselesine dairdir. Bunda da dört nükte [derin anlamlı söz] vardır.

Birinci nükte: [derin anlamlı söz] Âlemce malûmdur ki, az bir kavmin âdetlerinden, hakîr, ehemmiyetsiz bir âdeti kaldırmak veya zelil, [aşağılanan] miskin bir taifenin cüz’î [ferdî, küçük] zayıf huylarını ref etmek, [kaldırmak] büyük bir hükümdara, uzun bir zamanda bile çok zahmetlere bağlıdır. Acaba, hâkim olmamakla beraber, az bir zamanda, nihayet derecede âdetlerine mutaassıp, inatçı ve kesretli [çokluk] bir kavimde [insan topluluğu] rüsuh [kökleşme, sağlamlaşma] ve kuvvet peyda etmiş olan âdetleri ref ve kalblerde istikrar [yerleşik ve sabit olma, kararlılık] peyda eden ve zamanlarca devam ve istimrar [devam etme] eden ahlâklarını terk ettiren, hem yerlerine gayet yüksek âdetleri, güzel ahlâkları tesis eden bir zât harikulâde olmaz mı?

İkinci nükte: [derin anlamlı söz] Yine âlemce malûmdur ki, devlet bir şahs-ı manevîdir. Çocuk gibi, teşekkülü, [kendi kendine oluşma] büyümesi tedricîdir. [aşamalı, derece derece]

Ve keza, yeni teşekkül [kendi kendine oluşma] eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe [üstün gelme] etmesi, yine tedricîdir, [aşamalı, derece derece] zamana mütevakkıftır. [bağlı] Acaba, Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmın bütün esasat-ı âliyeyi hâvi [içeren, içine alan] olan ve maddî-mânevî bütün terakkiyat [bir hedefe yönelik ilerlemeler] ve medeniyet-i İslâmiyenin kapısını açan, kısa bir zamanda def’aten [âni, birden bire] teşkil ettiği bir devletle dünyanın bütün devletlerine galebe [üstün gelme]

228

edip maddî-mânevî hâkimiyetini muhafaza ve ibka ettiren, harikulâdeliği değil midir?

Üçüncü nükte: [derin anlamlı söz] Evet, kahır ve cebirle [Cebriye mezhebi] zahirî bir hâkimiyet, sathî [sığ, yüzeysel] bir tahakküm, [baskı] kısa bir zamanda ibka edilebilir. Fakat bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icrâ-yı tesir ederek, zahiren ve bâtınen [dış ve iç yapı ile ilgili olarak] beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hâkimiyetini muhafaza ve ibka etmek, en büyük harika olmakla, ancak nübüvvetin [peygamberlik] hassalarından olabilir.

Dördüncü nükte: [derin anlamlı söz] Evet, tehditlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı âmmeyi [genel düşünce, kamuoyu] başka bir mecrâya [akım yeri] çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz’îdir, [ferdî, küçük] sathîdir, [bir şeyin üstü, dış yüzü] muvakkat [geçici] olur. Muhakeme-i akliyeyi [akıl yürütüp düşünme, değerlendirme] az bir zamanda kapatabilir.

Amma irşadıyla [doğru yol gösterme] kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidatların [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] inkişafına [açığa çıkma] yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi [yüksek ahlâk] tesis ve alçak huyları imha ve izale [giderme] etmek, cevher-i insaniyetten [insanlığın içinde gizli olan öz] perdeyi kaldırıp hakikati teşhir etmek, hürriyet-i kelâma serbestî vermek, ancak şua-ı hakikatten muktebes harikulâde bir mu’cizedir.

Evet, Asr-ı Saadetten [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde baliğ olmuştu ki, kocaya vermekten âr ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi! Asr-ı Saadette [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] İslâmiyetin doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmayanlar, İslâmiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular. Acaba böyle ruhî, kalbî, vicdanî bir inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi? Bu nükteleri [derin anlamlı söz] ceyb-i kalbine soktuktan sonra, bu noktalara da dikkat et:

1. Tarih-i âlemin [dünya tarihi] şehadetiyle sabittir ki, parmakla gösterilen en büyük bir dâhi, ancak umumî bir istidadı [kabiliyet] ihya [diriltme] ve umumî bir hasleti [huy, karakter] ikaz ve umumî bir

229

hissi inkişaf [açığa çıkma] ettirebilir. Eğer böyle bir hissi de ikaz edememiş ise sa’yi [çalışma] hep hebâ [boş, faydasız] olur.

2. Tarih bize gösteriyor ki, en büyük bir insan, hamiyet-i milliye, hiss-i uhuvvet, hiss-i muhabbet, [sevgi duygusu] hiss-i hürriyet [özgürlük duygusu] gibi hissiyat-ı umumiyeden bir veya iki veyahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. Acaba evvelki zamanların cehalet, şekavet, [sıkıntı] zulüm zulmetleri altında gizli kalan binlerce hissiyat-ı âliyeyi, [yüce, yüksek hisler] Ceziretü’l-Arab [Arap yarımadası] memleketinde, bedevî ve dağınık bir kavim [insan topluluğu] içinde inkişaf [açığa çıkma] ettirmek hârikulâde değil midir? Evet, şems-i hakikatin [hakikat güneşi] ziyasındandır.

Bu noktaları aklına sokamayanın, Ceziretü’l-Arabı [yarımada] biz gözüne sokarız. Ey muannid! [inatçı] Ceziretü’l-Araba [yarımada] git, en büyük feylesoflardan yüz taneyi de intihap [seçmek] et, beraber götür. Onlar da orada ahlâkın ve mâneviyatın inkişafı [açığa çıkma] hususunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabînin [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] (a.s.m.) o vahşetler zamanında o vahşî bedevîlere verdiği cilâyı, senin o feylesofların, şu medeniyet ve terakkiyat [bir hedefe yönelik ilerlemeler] devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o Zâtın yaptığı o cilâ İlâhî, [Allah tarafından olan] sabit, lâyetegayyer bir cilâdır ve onun büyük mu’cizelerinden biridir.

Ve keza, bir işte muvaffakiyet [başarı] isteyen adam, Allah’ın âdetlerine karşı safvet [arılık, berraklık] ve muvafakatini muhafaza etsin ve fıtratın kanunlarına kesb-i muarefe etsin ve heyet-i içtimaiye [sosyal yapı] rabıtalarına [bağ] münasebet peyda etsin. Aksi takdirde, fıtrat, adem-i muvafakatla cevap verecektir.

Ve keza, heyet-i içtimaiyede, [sosyal yapı] umumî cereyana muhalefet etmemek lâzımdır. Muhalefet edildiği takdirde, dolabın üstünden düşer, altında kalır. Binaenaleyh, o cereyanlarda, tevfik-i İlâhînin [Allah’ın yardım ederek başarılı kılması] müsaadesine mazhariyeti dolayısıyla, o dolabın üstünde, Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmın hak ile mütemessik olduğu sabit olur.

Evet, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın getirdiği şeriatın hakaiki, [doğru gerçekler]

230

fıtratın kanunlarındaki muvazeneyi [karşılaştırma/denge] muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına [bağ] lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal [bağlanma; bağlantı, ilişki] peyda olmuştur.

Bundan anlaşılır ki, İslâmiyet, nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] için fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir dindir ve içtimaiyatı [bir araya gelme, toplanma] tezelzülden vikaye [koruma] eden yegâne bir âmildir.

Bu nükteler [derin anlamlı söz] ile şu noktaları nazara al, Muhammed-i Haşimî aleyhissalâtü vesselâma bak. O Zât, ümmîliğiyle beraber, bir kuvvete mâlik değildi. Ne onun ve ne de ecdadının bir hâkimiyetleri sebkat etmemişti; bir hâkimiyete, bir saltanata meyilleri [arzu, istek] yoktu. Böyle bir vaziyette iken, mühim bir makamda, tehlikeli bir mevkide, kemal-i vüsuk ve itmi’nan [huzur bulma] ile büyük bir işe teşebbüs etti, bütün efkâr-ı âmmeye [genel düşünce, kamuoyu] galebe [üstün gelme] çaldı, bütün ruhlara kendisini sevdirdi, bütün tabiatların üstüne çıktı, kalblerden bütün vahşet âdetlerini, çirkin ahlâkları kaldırarak pek yüksek âdât ve güzel ahlâkı tesis etti, vahşetin çöllerinde sönmüş olan kalblerdeki kasaveti [katılık, kalb katılığı] ince hissiyatla tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ettirdi ve cevher-i insaniyeti [insanlığın içinde gizli olan öz] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etti. Onları, o vahşet köşelerinden çıkararak, evc-i medeniyete [medeniyetin zirvesi] yükseltti ve onları, o zamana, o âleme muallim yaptı. Ve onlara öyle bir devlet teşkil etti ki, sâhirlerin [büyüleyici, etkileyici] sihirlerini yutan asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi, başka zalim devletleri yuttu ve nev-i beşeri istilâ eden zulüm, fesat, ihtilâl, şekavet [sıkıntı] rabıtalarını [bağ] yaktı, yıktı ve az bir zamanda, devlet-i İslâmiyeyi [İslâm devleti] şarktan garba [doğudan batıya] kadar tevsi ettirdi. Acaba o zâtın şu macerası, onun mesleği hak ve hakikat olduğuna delâlet etmez mi?

ALTINCI MESELE

Bu mesele, istikbal sahifesine bakar. Bu sahifede dahi dört nükte [derin anlamlı söz] vardır.

Birinci nükte: [derin anlamlı söz] Bir insan, ne kadar yüksek olursa olsun, ancak dört beş fende mütehassıs ve meleke [alışkanlık] sahibi olabilir.

231

İkinci nükte: [derin anlamlı söz] Bazan olur ki, iki adamın söyledikleri bir söz, bir kelâm, mütefavit [birbirinden farklı] olur; birisinin cehline, sathîliğine; [bir şeyin üstü, dış yüzü] ötekisinin ilmine, maharetine delâlet eder. Şöyle ki:

Bir adam, düşünmeden, gayr-ı muntazam bir surette söyler; ötekisi, o sözün evvel ve âhirine bakar, siyak ve sibakını düşünür ve o sözün başka sözlerle münasebetlerini tasavvur eder ve münasip bir mevkide, münbit [verimli, bereketli] bir yerde zer’ eder. İşte bu adamın şu tarz-ı hareketinden, derece-i ilim [ilim derecesi] ve marifeti [Allah’ı bilme ve tanıma] anlaşılır. Kur’ân-ı Kerimin fenlerden bahsederken aldığı fezlekeler, [hülasa, öz] bu kabil [mümkün] kelâmlardandır.

Üçüncü nükte: [derin anlamlı söz] Bu zamanda vesait, [araçlar, vasıtalar] âlât [aletler] ve edevat, sanayiin tekemmülüyle [mükemmelleşme] çocukların oyuncakları gibi âdileşmiş olan çok şeyler vardır ki, eğer onlar bundan iki üç asır evvel vücuda gelmiş olsaydılar, harikalardan addedilecekti. Kezalik, [böylece, bunun gibi] kelâmlarda, sözlerde de zamanın tesiri vardır. Meselâ bir zamanda kıymetli bir sözün, başka bir zamanda kıymeti kalmaz. Binaenaleyh, şu kadar uzun zamanlar, asırlar boyunca gençliğini, güzelliğini, tatlılığını, garabetini [gariplik, hayret vericilik] muhafaza eden Kur’ân, elbette ve elbette harikadır.

Dördüncü nükte: [derin anlamlı söz] İrşadın tam ve nâfi [faydalı] olmasının birinci şartı, cemaatin istidadına [kabiliyet] göre olması lâzımdır. Cemaat, avamdır. Avam ise, hakaikı [doğru gerçekler] çıplak olarak göremez, ancak onlarca malûm ve me’lûf [alışılmış] üslûp ve elbise altında görebilirler. Bunun içindir ki, Kur’ân-ı Kerim, yüksek hakaikı, [doğru gerçekler] müteşâbihat [benzer] denilen teşbihler, misaller, istiarelerle [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] tasvir edip, cumhura, yani avâm-ı nâsın [halk tabakası] fehimlerine [anlama, kavrama] yakınlaştırmıştır.

Ve keza, tekemmül [mükemmelleşme] etmeyen avâm-ı nâsın [halk tabakası] tehlikeli galatlara düşmemesi için, hiss-i zahirî [görünen varlık ve hadiselere göre hüküm veren hisler] ile gördükleri ve itikad [inanç] ettikleri güneş, arz gibi meselelerde icmal [kısaca, özet olarak]

232

ve ipham [gizleme] etmişse de, yine hakikatlere işareten bazı emareler, karîneler vaz etmiştir.

Bu nükteleri [derin anlamlı söz] aklına koyduktan sonra, şu gelen fezlekeye [hülasa, öz] dikkat et.

Şeriat-ı İslâmiye, [İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm] aklî burhanlar [delil] üzerine müessestir. [kurulmuş] Bu şeriat, ulûm-u esasiyenin hayatî noktalarını tamamıyla tazammun [içerme, içine alma] etmiş olan ulûm [ilimler] ve fünundan [fenler, bilimler] mülâhhasdır. Evet, tehzibü’r-ruh, riyazetü’l-kalb, terbiyetü’l-vicdan, tedbirü’l-cesed, tedvirü’l-menzil, [çekip çevirme] siyasetü’l-medeniye, nizâmâtü’l-âlem, [anlaşmazlık, çekişme] hukuk, muamelât, [davranışlar] âdâb-ı içtimaiye, vesaire vesaire gibi ulûm [ilimler] ve fünûnun [bilim dalları] ihtiva ettikleri esasatın [esaslar] fihristesi, şeriat-ı İslâmiyedir. [İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm]

Ve aynı zamanda, lüzum görülen meselelerde, ihtiyaca göre izahatta bulunmuştur. Lüzumlu olmayan yerlerde veya zihinlerin istidadı [kabiliyet] olmayan meselelerde veyahut zamanın kabiliyeti olmayan noktalarda, bir fezleke [hülasa, öz] ile icmal [kısaca, özet olarak] etmiştir. Yani, esasları vaz etmiş, fakat o esaslardan alınacak hükümleri veya esasata [esaslar] bina edilecek füruatı [dallar, şubeler, kısımlar] akıllara havale etmiştir. Böyle bir şeriatın ihtiva ettiği fenlerin üçte biri bile, şu zaman-ı terakkide, [her alanda gelişme ve ilerlemelerin yaşandığı dönem] en medenî yerlerde, en zeki bir insanda bulunamaz. Binaenaleyh, vicdanı insaf ile müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] olan zat, bu şeriatın hakikatinin bütün zamanlarda, bilhassa eski zamanda, tâkat-i beşeriyeden [insan gücü] hariç bir hakikat olduğunu tasdik eder.

Evet, zahiren İslâmiyet dairesine girmeyen düşman feylesofları bile, bu hakikati tasdik etmişlerdir. Ezcümle, Amerikalı feylesof Carlyle, Alman edib-i [edebiyatçı] şehîri Goethe’den naklen, Kur’ân’ın hakaikine [doğru gerçekler] dikkat ettikten sonra, “Acaba İslâmiyet içinde âlem-i medeniyetin [medenî dünya] tekemmülü [mükemmelleşme] mümkün müdür?” diye sormuştur. Yine bu suale cevaben demiştir ki:

“Evet. Muhakkikler, [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] şimdi o daireden istifade ediyorlar.”

Yine Carlyle demiştir ki: “Hakaik-ı Kur’âniye [Kur’ân hakikatleri, esasları] tulû [doğma] ettiği zaman, ateş gibi

233

bütün dinleri yuttu. Zaten bu onun hakkı idi. Çünkü, Nasârâ ve Yahudilerin hurafelerinden birşey çıkmadı.” İşte bu feylesof, [felsefe ile uğraşan, felsefeci]

 فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ…فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ * 1

ilâ âhir [sonuna kadar] olan âyet-i kerimenin mealini tasdik etmiştir.Haşiye [dipnot]

S – Gerek Kur’ân-ı Kerim olsun, gerek tefsiri olan hadîs-i şerif olsun, her fenden, her ilimden birer fezleke [hülasa, öz] almışlardır. Bir kitap veya bir şahsın yalnız fezlekeleri [hülasa, öz] ihata [herşeyi kuşatma] etmekle harika olması lâzım gelmez. Bir şahıs, pek çok fezlekeleri [hülasa, öz] ihata [herşeyi kuşatma] edebilir.

C – Bahsettiğimiz fezleke, [hülasa, öz] sellemehüsselâm fezlekeler [hülasa, öz] değildir. Ancak, hüsn-ü isabetle, [güzel bir şekilde ve doğru bir tarzda] münasip bir mevkide ve münbit [verimli, bereketli] bir yerde, işitilmemiş çok işaretleri tazammun [içerme, içine alma] etmekle istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ve zer edilen fezlekelerdir. [hülasa, öz] Kur’ân veya hadîsin aldıkları fezlekeler, [hülasa, öz] bu kabil [mümkün] fezlekelerdir. [hülasa, öz] Bu kabil [mümkün] fezlekeler, [hülasa, öz] tam bir meleke [alışkanlık] ve ıttıladan [anlamak, bilgi sahibi olmak] sonra hasıl olabilir ki, herbir fezleke, [hülasa, öz] me’hazı [kaynak] olan fen veya ilmin hükmünde olur. Bu ise, bir şahısta olamaz.

Aziz arkadaş! Bu meselelerde yazılan muhakemelerin neticesi olarak şu gelen kaideleri de koynuna koy, sana lâzım olur.

1. Bir şahıs, çok fenlerde ihtisas sahibi olamaz.

2. İki şahıstan sudur [bir şeyden çıkma, olma] eden bir söz, istidatlarına [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] göre tefavüt eder. Yani birisine göre altın, ötekisine nazaran kömür kıymetinde olur.

3. Fünun, [fenler, bilimler] fikirlerin birleşmesinden hasıl olup, zamanın geçmesiyle tekâmül [ilerleme, mükemmelleşme] eder.

4. Eski zamanda nazarî [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan] olup, bu zamanda bedihî [açık, aşikâr] olmuş olan çok meseleler vardır.

5. Zamân-ı mâzi, bu zamana kıyas edilemez; aralarında çok fark vardır.

234

6. Sahrâ ve çöl adamları, basit ve saf insanlar olduğundan, medenîlerin medeniyet perdesi altında gizleyebildikleri hile ve desiseleri [hile, aldatma] bilmezler ve gizleyemezler; her işleri merdanedir, kalbleri ve lisanları birdir.

7. Çok ilim ve fenler vardır ki, âdetlerin telkiniyle, vukuatın talimiyle ve zamanla, muhitin yardımıyla husule [meydana gelme] gelirler.

8. Beşerin nazarı istikbale nüfuz edemez, hususî keyfiyat ve ahvâli [haller] göremez.

9. Beşer için bir ömr-ü tabiî [tabiî ömür] olduğu gibi, yaptığı kanunlar için de bir ömr-ü tabiî [tabiî ömür] vardır; onun nihayeti olduğu gibi, bunun da nihayeti vardır.

10. İnsanların sıfatlarında, tabiatlarında, ahvâlinde [haller] zaman ve mekânın [içinde bulunulan yer ve zaman] çok tesiri vardır.

11. Eski zamanlarda harika addedilen çok şeyler vardır ki, mebâdi [başlangıçlar, belirtiler] ve vesaitin [araçlar, vasıtalar] tekâmülüyle [ilerleme, mükemmelleşme] âdi şeyler hükmüne geçmişlerdir.

12. Def’aten [âni, birden bire] bir fennin icadına ve ikmal [tamamlama] edilmesine, bir zekâ-i harika olsa bile, muktedir olamaz. O fen, ancak çocuk gibi tedricen [aşamalı olarak] kemâle erer.

Aziz kardeşim! Bu kaideleri birer birer sayıp kafana koyduktan sonra, zamanın hayal ve hülyalarından, muhitin evham ve hurafelerinden tecerrüd [sıyrılma] et, çıplak ol, bu asrın sahilinden dal, Ceziretü’l-Arab [Arap yarımadası] yarımadasına çık. O yarımadanın mahsulâtından olan insanların kılık ve kıyafetlerine gir, fikirlerini başına tak, pek geniş olan o sahrâya bak. Göreceksin ki:

Bir insan, tek başına, ne muîni [yardımcı] var ve ne yardım edeni; ne saltanatı var ve ne definesi… Meydana çıkmış, bütün dünyaya karşı mübareze [karşı koyma] ediyor. Ve umum insanlara hücum etmeye hazırlanmıştır. Ve omuzlarına küre-i arzdan [yer küre, dünya] daha büyük bir hakikat almıştır. Elinde de, insanların saadetini temin eden bir şeriat tutmuştur ki, libasa [elbise] benzemiyor; cilt ve deri gibi yapışık olup, istidad-ı beşerin [insandaki potansiyel kabiliyet] inkişafı [açığa çıkma] nisbetinde tevessü [genişleme, yayılma] ve inkişaf [açığa çıkma] etmekle saadet-i dareyni [dünya ve âhiret mutluluğu] intaç [netice verme] ve nev-i beşerin ahvâlini [haller] tanzim eder.

235

“O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider?” diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i’câzıyla cevaben diyecektir ki: Biz, Kelâm-ı Ezelîden [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] ayrıldık, nev-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev-i beşer dünyadan kat-ı alâka [ilgiyi kesmek] ettikten sonra, biz de sureten, [görünüş itibarıyla] teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız. Fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.

Ey arkadaş! Bu gördüğün garip, acip sahifenin baştan nihayete kadar ihtiva ettiği haller, inkılâplar, [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] vaziyetler, فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ 1 ‘deki emr-i tâcizîyi, nev-i beşere tekrar tekrar ilân ediyorlar.

Aziz kardeşim! Bir kapı daha açıldı, oraya bakalım.

  وَاِنْ كنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا 2 ilâ âhir, [sonuna kadar] olan âyet-i kerimenin işaret ettiği gibi, cemaatin istidadına [kabiliyet] göre irşadın [doğru yol gösterme] yapılması lüzumundan ve Şâri‘in, [kanun koyucu, şeriatı gönderen Allah] cumhuru irşad [doğru yol gösterme] etmekte takip ettiği maksattan gafletleri ve cehilleri [bilgisizlik] dolayısıyla bazı insanlar, Kur’ân hakkında çok şek [şüphe] ve şüphelere maruz kalmışlardır. O şek [şüphe] ve şüphelerin menşei [kaynak] üç emirdir.

1. Diyorlar ki: Kur’ân’da “müteşâbihât [benzer] ve müşkilât” [zor] denilen, hakikî mânâları anlaşılmayan bazı şeylerin bulunması, i’câzına [mu’cize oluş] münafidir. [aykırı] Zira Kur’ân’ın i’câzı, [mu’cize oluş] belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] üzerine müessestir; [kurulmuş] belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] da, ancak ifadenin zuhur ve vuzuhuna [açıklık] mebnidir.

2. Diyorlar ki: Yaratılışa ait meseleler, müphem [belirsiz] ve mutlak bırakılmıştır. Ve

236

keza, kâinata dair fünûndan [bilim dalları] pek az bahsedilmiştir. Bu ise, talim ve irşad [doğru yol gösterme] mesleğine münafidir. [aykırı]

3. Diyorlar ki: Kur’ân’ın bazı âyetleri zahiren aklî delillere muhaliftir. Bundan, o âyetlerin hilâf-ı vâki [gerçeğe ters] oldukları zihne geliyor. Bu ise, Kur’ân’ın sıdkına [doğruluk] muhaliftir.

O heriflerin zuumlarınca, [zan, inanç, kanaat] Kur’ân’a bir nakîse [eksiklik, noksanlık] ve şek [şüphe] ve şüphelere sebep addettikleri şu üç emir, Kur’ân-ı Kerime bir nakîse [eksiklik, noksanlık] teşkil etmez. Ancak, Kur’ân’ın i’câzını [mu’cize oluş] bir kat daha ispat etmeye ve irşad [doğru yol gösterme] hususunda Kur’ân’ın en beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] bir ifade ile en yüksek bir üslûbu ihtiyar etmesine sadık-ı şahid ve kat’î delildir. Demek kabahat, onların fehimlerindedir—hâşâ!—Kur’ân-ı [anlama, kavrama] Kerimde değildir.

Evet, 1 وَكَمْ مِنْ عَائِبٍ قَوْلاً صَحِيحًا * وَاٰفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّقِيمِ Şâirin dediği gibi, fehimleri [anlama, kavrama] hasta olduğundan, sağlam sözleri tâ’yip ediyorlar veya, ayı gibi, elleri üzüm salkımına yetişemediğinden, ekşidir diyorlar. Bunların da fehimleri [anlama, kavrama] Kur’ân’ın o yüksek i’câzına [mu’cize oluş] yetişemediğinden, tâ’yip ediyorlar.

“Kur’ân-ı Kerim’de müteşabihat [birbirine benzer farklı mânâlardan hangisinin kastedildiği kesin olarak bilinemeyen kapalı sözler] vardır” dedikleri birinci şüphelerine cevap:

Evet, Kur’ân-ı Kerim, umumî bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i dersinde [ders halkası] oturan, nev-i beşerdir. Nev-i beşerin ekserisi avâmdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tâbidir. Yani, umumî irşadını [doğru yol gösterme] ekallin hatırı için tahsis edemez. Maahaza, [bununla birlikte] avâma yapılan konuşmalardan havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] hisselerini alırlar. Aksi halde, avâm, yüksek konuşmaları anlayamadığından, mahrum kalır.

Ve keza, avâm-ı nâs, [halk tabakası] ülfet ettikleri üslûplardan ve ifadelerin çeşitlerinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, [lafızlar, sözler] maâni [mânâlar] ve ibarelerden fikirlerini ayıramadıklarından,  

237

çıplak hakikatleri ve akliyâtı fehmedemezler. Ancak, o yüksek hakaikin, [doğru gerçekler] onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lâzımdır. Fakat Kur’ân’ın böyle ifadelerinin hakikat olduğuna itikad [inanç] etmemelidirler ki, cismiyet [maddî özellik taşıma] ve cihetiyet gibi muhal [bâtıl, boş söz] şeylere zâhip olmasınlar. [bir zanna kapılma, bir fikre uyma] Ancak o gibi ifadelere, hakaike [doğru gerçekler] geçmek için bir vesile nazarıyla bakılmalıdır.

Meselâ, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında [egemenlik tahtı] yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki, 1 اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى âyetinde kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] tarîki ihtiyar edilmiştir. Hissiyatı bu merkezde olan avâm-ı nâsa [halk tabakası] yapılan irşadlarda, [doğru yol gösterme] belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] ve irşadın [doğru yol gösterme] iktizasınca, [bir şeyin gereği] avâmın fehimlerine [anlama, kavrama] müraat, [gözetme, riayet etme] hissiyatına ihtiram, [hürmet etme, saygı gösterme] fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasıl ki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avâm-ı nâsın [halk tabakası] fehimlerine [anlama, kavrama] göre ifade edilen Kur’ân-ı Kerimin ince hakikatleri, اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِ ile anılmaktadır. Yani, insanların fehimlerine [anlama, kavrama] göre Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hitâbâtında yaptığı bu tenezzülât-ı İlâhiye, [Allah’ın Kur’ân-ı Kerimde emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesi] insanların zihinlerini hakaikten [doğru gerçekler] tenfir [nefret ettirme] edip kaçırtmamak için İlâhî [Allah tarafından olan] bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat [birbirine benzer farklı mânâlardan hangisinin kastedildiği kesin olarak bilinemeyen kapalı sözler] denilen Kur’ân-ı Kerimin üslûpları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avâm-ı nâsın [halk tabakası] gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür.

Bu sırra binaendir ki, büleğa, büyük bir ölçüde ince hakikatleri tasavvur ve dağınık mânâları tasvir ve ifade için istiare [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] ve teşbihlere müracaat ediyorlar.

238

Müteşabihat [birbirine benzer farklı mânâlardan hangisinin kastedildiği kesin olarak bilinemeyen kapalı sözler] dahi ince ve müşkil [zor] istiarelerin [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] bir kısmıdır. Zira müteşabihat, [birbirine benzer farklı mânâlardan hangisinin kastedildiği kesin olarak bilinemeyen kapalı sözler] ince hakikatlere suretlerdir.

“Kur’ân’da müşkilât [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] vardır” dedikleri birinci şüphenin ikinci kısmına cevap:

İşkâl dedikleri şey ya üslûbun pek yüksek ve muhtasar [kısa] olmasıyla mânânın çok derin ve inceliğinden ileri gelir; Kur’ân’ın müşkilâtı [zor] bu kabildendir. Veya ibarede karışık ve düğümlü noktaların bulunmasından neş’et [doğma] eder; Kur’ân-ı Kerim, bu kısım müşkilâttan [zor] müberrâ [arınmış, temiz] ve münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] Acaba cumhurun zihninden uzak ve pek derin hakikatleri kolay ve kısa bir suretle avâm-ı nâsın [halk tabakası] fehimlerine [anlama, kavrama] yakınlaştırmak ayn-ı belâgat [belâgatın ta kendisi] değil midir? Belâgat, mukteza-yı hali [hâlin gereği, durumun gerektirdiği şekil] müraattan [gözetme, riayet etme] ibaret değil midir? Hey gözlerin kör olsun herif!

“Yaratılışa ve maddiyata dair meselelerde Kur’ân müphem [belirsiz] geçmiştir” dedikleri ikinci şüphelerine cevap, şöyle ki:

Şecere-i âlemde, meylül-istikmâl vardır. Yani, kâinatın, bir ağaç gibi, bütün zerrâtı [atomlar] ve eczası kemâle meyleder ve kemâle doğru yürümektedirler. O umumî meylü’l-istikmâlden ayrı olarak, insanda da meylü’t-terakki [ilerleme meyli, yükselme eğilimi] vardır. Bu meylü’t-terakki [ilerleme meyli, yükselme eğilimi] çekirdek gibidir; neşvünemâ[büyüyüp gelişme] pek çok tecrübeler vasıtasıyla olur ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimâıyla teşekkül [kendi kendine oluşma] ve tevessü [genişleme, yayılma] etmekle fünunu [fenler, bilimler] intaç [netice verme] eder. Bu fünun [fenler, bilimler] da, mürettebedir. Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir. Birincisi olmasa, o olamaz. Birincisinin ona mukaddeme [başlangıç] ve ulûm-u mütearife [herkesçe bilinen ilimler, bilgiler] hükmünde olması şarttır.

Buna binaen, bundan on asır evvel gelen insanlara fünun-u hâzırayı ders vermek veya garip meselelerden bahsetmek, onların zihinlerini şaşırtmaktan ve o insanları safsatalara atmaktan gayrı bir faide vermezdi. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim, “Ey insanlar! Şemsin sükûnuna, arzın hareketineHaşiye ve bir katre [damla] su içinde

239

binlerce hayvanatın bulunduğuna dikkat ediniz ki azamet-i İlâhiyeyi [Allah’ın azameti, büyüklüğü] anlayasınız” demiş olsaydı, bütün o zamanların insanlarını tekzibe [yalanlama] sevk etmiş olurdu. Çünkü hiss-i zahirîye [görünen varlık ve hadiselere göre hüküm veren hisler] muhaliftir. Maahaza, [bununla birlikte] on asırdan beri gelip geçen insanları şaşırtmak, yalnız fünun-u cedidenin zuhurundan sonra gelen insanları memnun etmek, makam-ı irşada [doğru yolu gösterme makamı] muhalif olduğu gibi, ruh-u belâgatle de kabil-i telif [birleştirilmeye uygun, bağdaşabilir] değildir.

S – “Keşfiyat-ı fenniye ve fünun-u hâzıra eski insanlara meçhul ve gayr-ı me’lûf [alışılmışın dışında, alışılmamış] olduğundan, onları onlara ders vermek hatâdır” diyorsun. Bilhassa âhirete ait ahvâl [haller] gibi müstakbeldeki [gelecek] nazariyat [teoriler, doğruluğu ispat edilmemiş görüşler] da böyle değil midir? Onlar da bize meçhul ve gayr-ı me’lûfturlar. [alışılmışın dışında, alışılmamış] Onlardan bahsetmek niçin hatâ olmuyor?

C – Müstakbeldeki [gelecek] nazariyat, [teoriler, doğruluğu ispat edilmemiş görüşler] bilhassa âhirete ait ahvâle [haller] hiçbir cihetle hiss-i zahirî [görünen varlık ve hadiselere göre hüküm veren hisler] taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmemiştir ki, o hissin hilâfını söylemek şaşırtma olsun. Binaenaleyh, o gibi şeyler, daire-i imkândadırlar. [bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat] Öyleyse, onlara itikad [inanç] ve onlarla itminan [inanma, kalben tatmin olma] peyda etmek mümkündür. Öyleyse, o gibi şeylerin hakk-ı sarihi, [açık hak] onları tasrih [açık şekilde bildirme] etmektir. Lâkin keşfiyat-ı fenniye, eski insanlara göre, imkân ve ihtimâl dairesinden çıkıp, muhal [bâtıl, boş söz] ve imtina [imkansızlık] derecesine girmişlerdir. Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesine girmekle, onun hilâfı onlarca muhaldir. Öyleyse, onların hissiyatına hürmeten, o gibi meselelerde belâgatın [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] iktizası, [bir şeyin gereği] ipham [gizleme] ve ıtlaktır ki, onlara bir şaşırtma olmasın.

240

Fakat Kur’ân-ı Kerim, irşadını [doğru yol gösterme] noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ve emarelerin vaz’ıyla, hakikatlere işaretler yapmıştır.Haşiye [dipnot]

Ey insafsız! Seni insafa dâvet ediyorum. Bir kere 1 كَلِّمِ النَّاسَ عَلٰى قَدَرِ عُقُولِهِمْ olan meşhur düsturu [kâide, kural] nazara almakla, zamanlarıyla muhitlerinin müsaadesizliğini [uygunsuz, izin vermeyen] düşünerek, telâhuk [birbirine eklenme, katılma, biraraya toplanma] eden binlerce efkârın [fikirler] neticelerinden doğan şu keşfiyat-ı fenniyeyi o zamanlardaki insanların kafa mideleri alıp hazmedemediklerine dikkat edersen anlayacaksın ki Kur’ân-ı Kerimin o gibi meselelerde ihtiyar ettiği ipham [gizleme] ve ıtlak [belli bir sınırın konulmaması; genel bırakma] yolu, ayn-ı belâgat [belâgatın ta kendisi] olduğu gibi, yüksek i’câzını [mu’cize oluş] da ispata âşikâr bir delil olduğunu, gözün kör değilse göreceksin!

“Kur’ân’da, delâil-i akliyeye [aklî deliller] ve fennin keşfiyatına [keşifler] muhalif bazı âyetler vardır” dedikleri üçüncü şüphelerine cevap:

Kur’ân-ı Kerimde takip edilen maksad-ı aslî, ispat-ı Sâni, nübüvvet, [peygamberlik] haşir, adalet ile ibadet esaslarına cumhur-u nâsı irşad [doğru yol gösterme] ve îsal [ulaştırma] etmektir. Binaenaleyh, Kur’ân-ı Kerimin kâinattan yaptığı bahis tebeîdir, [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] kastî değildir. Yani ligayrihîdir, lizâtihî değildir.

Yani, Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vücut, vahdet [Allah’ın birliği] ve azametine istidlâl [delil getirme, akıl yürütme] suretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa, kâinatın bizzat keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, coğrafya, kozmoğrafya [astronomi, gök bilimi] gibi kasten kâinatın keyfiyetinden mânâ-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitap değildir. Ancak, kâinat sahifesinde yazılan san’at-ı İlâhiyenin [Allah’ın san’atı] nakışları [işleme] ve yaratılan kudretin

241

mu’cizeleri ve kozmoğrafyacıları [astronomi, gök bilimi] hayrette bırakan nizam ve intizamla, mânâ-yı harfiyle Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve nizâm-ı [anlaşmazlık, çekişme] hakikîye istidlâl [delil getirme, akıl yürütme] keyfiyetini öğretmek için nâzil olan bir kitaptır. Binaenaleyh, san’at, kasd, nizam, kâinatın her zerresinde bulunur, matlup [istek] hâsıl olur; teşekkülü [kendi kendine oluşma] nasıl olursa olsun bizim matlubumuza [istek] taallûku yoktur.

Febinaen alâ zâlik, madem ki Kur’ân’ın kâinattan bahsi istidlâl [delil getirme, akıl yürütme] içindir ve delilin de müddeâdan [dava, tez; iddia edilen şey] evvel malûm olması şarttır ve delilin muhataplarca vuzuhu [açıklık] müstahsendir; [güzel görülen, beğenilen] bazı âyetlerin onların hissiyatına ve edebî malûmatlarına imâle [meylettirme, benzetme yoluyla akla yaklaştırma] etmesi ve benzetmesi, mukteza-yı belâgat ve irşad [doğru yol gösterme] olmaz mı? Fakat bu âyetlerin, hissiyatlarına imâle [meylettirme, benzetme yoluyla akla yaklaştırma] etmesi meselesi o hissiyata kasten delâlet etmek için değildir. Ancak, kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] kabilinden [gibisinden, türünden] o hissiyatı okşamak içindir. Maahaza, [bununla birlikte] hakikate ehl-i tahkiki [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] isal [ulaştırmak] için, karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ve emareler vaz edilmiştir. Meselâ, eğer Kur’ân-ı Kerim, makam-ı istidlâlde şöylece demiş olsaydı ki: “Ey insanlar! Güneşin zahirî hareketiyle hakikî sükûnuna ve arzın zahirî sükûnuyla hakikî hareketine ve yıldızlar arasında câzibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acîbelerine ve yetmiş unsur arasında hasıl olan imtizacata [bileşim, karışım] ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat ediniz ki, bu gibi harika şeylerden Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] herşeye kàdir olduğunu anlayasınız” deseydi, delil, müddeâdan [dava, tez; iddia edilen şey] binlerce derece daha hafî, [gizli] daha müşkül [zorluk] olurdu. Halbuki, delilin müddeâdan [dava, tez; iddia edilen şey] daha hafî [gizli] olması, makam-ı istidlâle uymaz. Maahaza, [bununla birlikte] onların hissiyatına imâle [meylettirme, benzetme yoluyla akla yaklaştırma] edilen âyetler kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] kabilinden [gibisinden, türünden] olup, ifade ettikleri zahirî mânâları sıdk [doğruluk] veya kizbe [yalan] medar [kaynak, dayanak] olamaz.

242

Evet, görmüyor musun, قَالَ ‘deki ا hiffeti [hafiflik] ifade ediyor? Aslı و olsun ى olsun, ne olursa olsun, bize taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmez.

Hülâsa: [esas, öz] Madem ki Kur’ân, bütün zamanlardaki bütün insanlara nâzil olmuştur; şu şüphe addettikleri umur-u selâse, Kur’ân’a nakîse [eksiklik, noksanlık] değil, Kur’ân’ın yüksek i’câzına [mu’cize oluş] delillerdir.

Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] talim eden Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kasem [yemin] ederim ki, o Beşîr ve Nezîrin (a.s.m.) basar [görme] ve basîreti, [görme kuvveti, görüş] hakikatı hayalden tefrik edememekten münezzehtir, [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] celildir, celîdir; veya insanları kandırarak mağlâtalara [aldatma, yanıltma] düşürtmekten, meslek-i âlileri ganîdir, âlidir, temizdir, tâhirdir!

YEDİNCİ MESELE

Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiği mahsus ve zahirî ve insanlarca meşhur ve malûm olan harika ve mu’cizelerinin ekserisi, tarih ve siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] kitaplarında mezkûrdur [adı geçen] ve aynı zamanda, muhakkikîn-i ulema [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] tarafından izah ve beyan edilmişlerdir. Binaenaleyh, tafsilâtını [ayrıntılar] o kitaplara havale ile yalnız o harikaların nevilerini icmâlen [özet] izah edeceğiz.

Evet, Peygamber aleyhisselâmın zahirî harikalarının herbirisi âhâdî olup mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] değilse de, o âhâdîlerin heyet-i mecmua[birşeyin geneli, bütün] ve çok nevileri, mütevatir-i bilmânâdır. [mânâ yönünden tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde olan haber] Yani, lâfız [ifade, kelime] ve ibareleri mütevatir değilse de, mânâları çok insanlar tarafından nakledilmiştir. O harikaların nevileri üçtür.

243

Birincisi: “İrhâsât” ile anılmaktadır ki, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın nübüvvetinden [peygamberlik] evvel zuhur eden harikalardır. Mecusî milletinin taptığı ateşin sönmesi, Sava denizinin sularının çekilmesi, Kisrâ sarayının yıkılması ve gaipten yapılan tebşirler [müjdeleme] gibi şeylerdir. Sanki o Hazretin (a.s.m.) zaman-ı velâdeti, hassas ve keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] sahibi imiş gibi, o zâtın kudüm ve gelmesini şu gibi hadiselerle tebşiratta [müjdeleme] bulunmuştur.

İkinci nevi ihbârât-ı gaybiyedir [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] ki, bilâhare vukua gelecek pek çok garip şeylerden bahsetmiştir. Ezcümle, Kisrâ ve Kayserin definelerinin İslâm eline geçmesi, Rumların mağlûp edilmesi, Mekke’nin fethi, Kostantiniye’nin alınması gibi hadisattan haber vermiştir. Sanki o zâtın cesedinden tecerrüd [sıyrılma] eden ruhu, zaman ve mekânın [içinde bulunulan yer ve zaman] kayıtlarını kırarak istikbalin her tarafına uçup gezmiş ve gördüğü vukuatı söylemiştir ve söylediği gibi de vukua gelmiştir.

Diyarbakır’da Van Valisi Cevdet Beyin evinde 19 Şubat 1330 tarihinde Cuma gecesi bu tefsirin ilk Arabî nüshasını tebyiz [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] ederken, şu şekl-i garib, tevafukan vaki olmuştur. Ve o gece vukua gelen Bitlis’in sukutuyla [alçalış, düşüş] müellif [telif eden, kitap yazan] Bediüzzaman’ın esaretine rastgelir. Sanki şu şekl-i garibin, şu mu’cizeler ve harikalar bahsinde o gece husule [meydana gelme] gelmesi, müellifin [telif eden, kitap yazan] Ruslara esir düştüğüne ve beraberinde bulunan bazı talebelerinin şehid olarak kanlarının dökülmesine harika bir işarettir. 1

Said’in Küçük Kardeşi, Yirmi Senelik Talebesi 
Abdülmecid

Ve keza bu nakış, [işleme] başı kesilmiş bir yılanın, kuyruğunu müellif [telif eden, kitap yazan] Bediüzzaman’a sarmış olduğuna ve müellifin [telif eden, kitap yazan] yaralı olarak otuz saat ölüme muntazıran [bekleyen, hazır] su arkının içinde kaldığı yere benziyor ve o vaziyeti andırıyor

Eski Said’in Ehemmiyetli Talebesi 
Hamza

244

Üçüncü nevi hissî harikalardır ki, muaraza [karşı gelme, karşı koyma] zamanlarında kendisinden talep edilen mu’cizelerdir. Taşın konuşması, ağacın yürümesi, ayın iki parçaya bölünmesi, parmaklarından su akması gibi. Tefsir-i Keşşâf’ın müellifi Zemahşerî’nin dediğine göre, o Hazretin bu nevi harikaları bine bâliğ [erişen, ulaşan] olmuştur. Ve bir kısmı da mütevatir-i bilmânâdır. [mânâ yönünden tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde olan haber] Hattâ Kur’ân’ı inkâr edenlerden bir kısmı, inşikak-ı kamer [ayın ikiye ayrılması; Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] mânâsında tasarruf etmemişlerdir.

S – İnşikak-ı kamer bütün insanlarca kesb-i şöhret etmesi lâzım bir mu’cize iken âlemce o kadar şöhret bulmamıştır. Esbabı nedir?

C – Matla‘ların [doğuş yeri] ihtilâfı ve havanın bulutlu olmasının ihtimali ve o zamanda rasathanelerin [büyük dürbün] bulunmaması ve vaktin uyku gibi gaflet zamanı olması ve inşikakın [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] âni olması gibi esbabdan dolayı, herkesçe o vak’anın görünmesi ve malûm olması lâzım gelmez. Maahaza, [bununla birlikte] Hicaz matla‘ıyla [doğuş yeri] matla‘ları [doğuş yeri] bir olan yerlerde, o gece yollarda bulunan kervan ve kafilelerden naklen, inşikakın [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] vukua geldiği hakkında çok rivayetler vardır.

Üçüncü nevi mu’cizelerin reisi ve en büyüğü Kur’ân-ı Azimüşşandır [şanı yüce Kur’ân] ki, yedi vecihle [yön] mu’cize olduğuna mezkûr [adı geçen] âyetle işaret edilmiştir.

Arkadaş! Şu meseleleri az çok fehmettin.Şimdi, bu âyetin mâkabliyle [önceki, öncesi] olan cihet-i irtibatına [bağlantı yönü] bakalım.

Evet, İbn-i Abbas’ın (r.a.) يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا 1 âyetindeki “ibadet”i, tevhidle tefsir ettiğine nazaran, evvelki âyet ispat-ı tevhid hakkındadır, bu âyet de ispat-ı nübüvvet hakkındadır. Nübüvvet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) ise, tevhidin en büyük bir delilidir. Demek ki bu iki âyet arasında cihet-i irtibat, [bağlantı yönü] aralarındaki dâlliyet ve medlûliyyet [mânâ, anlam, işaret edilmiş olan] alâkasıdır. Yani biri delil, diğeri medlûldur. [mânâ, anlam, işaret edilmiş olan]

245

Nübüvvetin [peygamberlik] ispatı, ancak mu’cizelerle olur. En büyük mu’cizesi ise, Kur’ân-ı Kerimdir. Evet, Kur’ân’ın mu’cize olduğu, âlem-i İslâmca [İslâm âlemi] kabul ve tasdik edilmiş bir hakikattır.

Amma muhakkikîn-i ulema [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] tarafından, Kur’ân’ın vücuh-u i’câzı [mu’cize olma yönleri] hakkında ihtilâf vâki olmuştur. Yani, i’câzını intaç [netice verme] eden cihetler çoktur. Herbir muhakkik, [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] bir ciheti tercih ve ihtiyar etmiştir; aralarında muhalefet, musademe yoktur.

İ’câzın vecihleri: [yön]

1. Gaipten, istikbâlden haber vermesi.

2. Âyetlerinde tenakuz, [çelişki, tutarsızlık, birbirini iptal edip bozma] tehalüf, [birbirine zıt olma] hatâ bulunmaması.

3. Nazım [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] ile nesir arasında, ediplerce gayr-ı malûm bir üslûbu ihtiyar etmesi.

4. Okur-yazar olmayan bir zattan sudur [bir şeyden çıkma, olma] etmesi.

5. Takat-i beşeriye fevkinde [üstünde] ulûm [ilimler] ve hakaiki [doğru gerçekler] ihata [herşeyi kuşatma] etmesi gibi pek çok şeylerdir.

Lâkin i’câzının [mu’cize oluş] en yüksek veçhi, nazmındaki [diziliş, tertip] belâgatten [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] doğmuştur. Evet, Kur’ân’ın bu nevi i’câzı, [mu’cize oluş] beşerin tâkatinden hariç bir derecededir. Bu hakikati tafsilen anlayıp kanaat hasıl etmek isteyen, bu tefsiri ve emsâli eserleri ve Yirmi Beşinci Sözü zeyilleriyle [ilave, ek] beraber mütalâa etsin.

Fakat icmalî [kısaca, özet olarak] bir malûmatı elde etmek isteyenler de, belâgatin [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] imamları bulunan Abdülkahir-i Cürcanî, Zemahşerî, Sekkâkî, Câhız’ın bu kısım i’câz [mu’cize oluş] hakkında üç tarikle beyan ettikleri malûmattan, miktar-ı kâfi malûmat elde edebilir.

Birinci tarik: [mânevî yol] Arap kavmi maarifsiz, [bilgiler] bedevî bir millet idi. Muhitleri de, onlar gibi bedevî bir muhit idi. Divanları, şiir idi. Yani, medâr-ı iftihar olan hallerini,

246

şiirle kayt ve muhafaza ederlerdi. İlimleri, belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] idi. Medâr-ı iftiharları, fesahat [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] idi. Sair kavimlerden [insan topluluğu] fazla bir zekâya mâlik idiler. Başka insanlara nisbeten cevval [sürekli haraket halinde olan] fikirleri vardı.

İşte Arap kavmi böyle bir vaziyette iken ve zihinleri de bahar çiçekleri gibi yeni yeni açılmaya başlarken, birden bire Kur’ân-ı Azimüşşan, [şanı yüce Kur’ân] yüksek belâgatiyle, [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] harika fesahatiyle [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] mele-i a’lâdan [en yüce meclis, topluluk; melekler âlemi] yeryüzüne indi. Arapların medâr-ı iftiharları ve timsal-i belâgatleri olan ve bilhassa Kâbe duvarında teşhir edilmek üzere altın suyu ile yazılmış “Muallâkat-ı Seb’a[yedi askı, Kur’ân nâzil olmadan önce, meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe’nin duvarına asılmış olanları] ünvanıyla anılan en meşhur ediplerin en beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] ve en fasih [güzel, açık ve düzgün] eserlerini iftihar listesinden sildirtti. Maahaza, [bununla birlikte] Hazret-i Muhammed (a.s.m.) Kur’ân’la muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] ve Kur’ân’a bir nazire [benzer] yapılmasına onları şiddetle dâvet etmekten geri durmuyordu, damarlarına dokunduruyordu, techil ve terzil [rezil ve alçak gösterme] ediyordu. O Hazretin yaptığı böyle şiddetli hücumlara karşı, o umera-i belâgat ve hükkâm[idareciler, idareye hükmedenler] fesahat ünvanıyla anılan Arap edipleri, bir kelime ile dahi mukabelede [karşılama; karşılık verme] bulunamadılar. Halbuki kibir ve azametleri, enaniyetleri ve göklere kadar çıkan gururları iktizasınca, [bir şeyin gereği] gece gündüz çalışıp Kur’ân’a bir nazire [benzer] yapmalıydılar ki, âleme karşı rezil ve rüsvây olmasınlar.

Demek bu meselenin uhdesinden gelemediklerinden, yani Kur’ân’ın bir benzerini yapmaktan âciz kaldıklarından sükûta mecbur olmuşlardır. İşte onların bu ıztırarî [zorunlu olarak yapılan, kulun iradesinin rolü olmayan mecburi iş] sükûtları aczlerini meydana çıkardı. Ve bunların aczlerinden de, i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] güneşi tulû [doğma] etmiştir.

İkinci tarik: [mânevî yol] Kelâmların hâsiyetlerini, [özellik] kıymetlerini, meziyetlerini bilip altınlarını bakırından tefrik eden bütün ehl-i tahkikten, [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] tetkikten, tenkitten, dost ve düşmanlar tarafından Kur’ân-ı Kerim sûre sûre, âyet âyet, kelime kelime mihenk [ölçü] taşına vurularak, altından maada bir bakır eseri görülmemiştir. Bu ağır

247

imtihandan sonra, Kur’ân-ı Azimüşşanın [şanı yüce Kur’ân] ihtiva ettiği mezâyâ, [meziyetler, üstün özellikler] letaif, [güzellikler, incelikler] hakaikin [doğru gerçekler] hiçbir beşer kelâmında bulunmadığına şehadet etmişlerdir.

Onların sıdk-ı şehadetleri şöylece ispat edilebilir: Kur’ân’ın insan âleminde yaptığı büyük inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve tebeddül [başkalaşma, değişme] ve şark ve garbı [batı] içine alan tesis ettiği din, diyanet ve zamanın geçmesiyle gençlik ve şebabiyetini ve tekerrür ettikçe halâvetini [tatlılık] muhafaza etmesi gibi harika halleri, 1 اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى âyetini okuyup ilân ediyorlar.

Üçüncü tarik: [mânevî yol] Belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] imamlarından meşhur Câhız’ın tahkikatına [araştırma, inceleme] göre, Arap edip ve beliğlerinin Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın dâvâsını kalemle iptal etmeye tarife gelmez derecede ihtiyaçları vardı. Ve o Hazrete karşı olan kin, adavet [düşmanlık] ve inatlarıyla beraber, en kolay, en yakın, en selim [sağlam, doğru] olan kalem ve yazı ile muaraza[karşı gelme, karşı koyma] terk ve en uzun, en müşkül, [zorluk] en tehlikeli ve şüpheli seyf [kılıç] ve harp ile mukabeleye [karşılama; karşılık verme] mecburen iltica ettiler. Suret-i kat’iyede bundan anlaşıldı ki, Kur’ân’ın benzerini yapmaktan âciz kalmışlardır. Zira, her iki yolun arasındaki farkı bilmeyenlerden değildiler.

Binaenaleyh, birinci yol iptal-i dâvâ için daha müsait iken onu terkedip, hem malları, hem canları tehlikeye atan başka bir yola sülûk [mânevî yol alma] eden, ya sefihtir—halbuki [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] Müslüman olduktan sonra siyaset-i âlemi eline alanlara sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] denilemez—veya birinci yola sülûktan [mânevî yol alma] kendilerini âciz görmüşlerdir. Onun için kalem yerine seyfe [kılıç] müracaat etmişlerdir.

S – Kur’ân’a bir nazire [benzer] yapmak mümkinattan [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] imiş, fakat nasılsa yapılmamıştır?

C – Mümkinattan [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] olmuş olsaydı, damarlarına dokundurulanlar, behemahal muaraza[karşı gelme, karşı koyma] arzu ederlerdi. Ve muaraza [karşı gelme, karşı koyma] arzusunda bulunmuş olsaydılar, muaraza [karşı gelme, karşı koyma] yapacaklardı. Çünkü, iptal-i dâvâ için muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] ihtiyaçları pek şedit [çok şiddetli] idi. Muaraza [karşı gelme, karşı koyma] etmiş olsaydılar, gizli kalmazdı, tezahür ederdi. Çünkü tezahürüne

248

rağbet çok olduğu gibi, esbab [sebebler] dahi çok idi. Tezahür etseydi, âlemde şöhret bulurdu. Şöhret bulmuş olsaydı, Müseylime’nin hezeyanları [boş söz, saçmalama] gibi behemahal tarihte bulunacaktı. Madem ki tarihte bulunmamıştır, demek yapılmamıştır. Madem yapılmamıştır, demek Kur’ân mu’cizedir.

S – Müseylime, füseha-i Arabdan olduğu halde sözleri niçin âleme maskara olmuştur?

C – Çünkü onun sözleri, bin derece fevkinde [üstünde] bulunan sözlere karşı mukabeleye [karşılama; karşılık verme] çıktığından çirkin ve gülünç olmuştur. Evet, güzel bir adam, Hazret-i Yusuf (a.s.) ile beraber güzellik imtihanına girerse, elbette çirkin ve gülünç olur.

S – Kur’ân-ı Kerim hakkında şek [şüphe] ve şüpheleri olanlar, Kur’ân’ın bazı terkip [birleşim, sentez] ve kelimeleri güya nahiv ilminin kaidelerine muhalefet etmiş gibi şüphe ika etmişlerdir?

C – Bu gibi heriflerin, ilm-i nahvin kaidelerinden haberleri yoktur. Sekkâkî’nin dediği gibi, efsah-ı füseha olan Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, Kur’ân-ı Kerimi uzun uzun zamanlarda tekrar tekrar okuduğu halde o hatâların farkında olmamış da bu cahil herifler mi farkında olmuşlardır? Bu, hangi akla girer ve hangi kafaya sığar? Sekkâkî, Miftah‘ının [anahtar] sonunda, bu gibi cahilleri iyi taşlamıştır.

Evet, bir şâirin dediği gibi,

لَوْ كُلُّ كَلْبٍ عَوٰى اَلْقَمْتَهُ حَجَرًا * لَمْ يَبْقَ فِى هٰذِهِ الْكُرَّةِ اَحْجَارُ

“Her üren kelbin [köpek] ağzına bir taş atacak olsan dünyada taş kalmaz.”

Bu âyeti mâkabliyle [önceki, öncesi] rapteden [bağlama] ikinci vecih [yön] ise:

Evvelki âyet vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki ibadeti emretti, sanki “İbadetin keyfiyeti nasıldır?” diye sâmiin [dinleyen, işiten] zihnine bir sual geldi; “Kur’ân’ın tâlim ettiği gibi” diye cevap verildi.

Tekrar, “Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı olduğunu nasıl bileceğiz?” diye ikinci bir suale daha kapı açıldı.

Bu suale cevaben وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا 1 ilâ âhir, [sonuna kadar] âyetiyle cevap

249

verildi. Demek her iki âyetin arasındaki cihet-i irtibat, [bağlantı yönü] bir sual-cevap ve bir alış-veriştir.

Arkadaş! Bu âyetin ihtiva ettiği cümlelerin arasına girelim, bakalım aralarında ne gibi münasebetler vardır?

Evet, ﴾ وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا 1 ﴿ cümlesi, mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] bir suale cevaptır. Çünkü, Kur’ân, evvelki âyette ibadeti emrettiği vakit, “Acaba ibadete olan bu emrin Allah’ın emri olup olmadığını nasıl anlayacağız ki imtisal [bağlanma, boyun eğme] edelim?” diye bir sual sâmiin [dinleyen, işiten] hatırına geldi. Bu suale cevaben denildi ki: “Eğer Kur’ân’ın ve dolayısıyla bu emrin Allah’ın emri olduğunda şüpheniz varsa, kendinizi tecrübe ediniz ve şüphenizi izale [giderme] ediniz.”

Ve eyzan, vaktâ [ne vakit] ki Kur’ân, sûrenin evvelinde لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ 2 cümlesiyle kendisini senâ etti, sonra mü’minlerin medhine, sonra kâfir ve münafıkların zemmine [ayıplama, kötüleme] intikal etti, sonra ibadet ve tevhidi emrettikten sonra sûrenin başına dönerek لاَ رَيْبَ فِيهِ 3 cümlesini tekîden وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ 4 ilâ âhir, [sonuna kadar] cümlesini zikretti. Yani; “Kur’ân, şek [şüphe] ve şüphelere mahal değildir. Sizin şüpheleriniz, ancak kalblerinizin hastalığından ve tabiatınızın sekametinden [hastalık] neş’et [doğma] ediyor.” Evet, gözleri hasta olan, güneşin ziyasını inkâr eder; ağzı acı olan, tatlı suya acı der.

﴾ فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ 5 ﴿ Yani: “Kur’ân’ın mislinden [benzer] bir sûre getiriniz.”

Arkadaş! Bu cümleyi وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ 6 cümlesiyle bağlayan اِنْ edat-ı şarttır. Şart edatları, daima—hararetle ateş gibi—biri sebep, diğeri müsebbep [sebep olunan şey, sebebin sonucu] iki

250

cümleye dahil olurlar. İlm-i nahivce, birisine fi’lü’ş-şart, ikincisine cezaü’ş-şart denir. Bu iki cümle arasında, hararetle ateş arasında olduğu gibi “lüzum” lâzımdır. Halbuki bu iki cümle arasında lüzum görünmüyor. Binaenaleyh, âyetin ihtisarı [kısaltma] dolayısıyla, ortadan kaldırılan cümlelere müracaat lâzımdır. Mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] cümleler ise, تَشَبَّثُوا وَجَبَ التَّشَبُّثُ تَعَلَّمُوا وَجَرِّبُوا 1 emirleridir. Bunlar, sırayla, ikincisi birincisine lâzımdır. Yani ityan (delil getirmek), tecrübeye lâzımdır; tecrübe taallüme, [öğrenme] taallüm [öğrenme] vücub-u teşebbüse, vücub-u teşebbüs de teşebbüse, teşebbüs de raybe [şüphe] lâzımdır. Demek bu kadar lüzumların takdiri lâzımdır ki, “Kur’ân’ın bir mislini [benzer] getiriniz” ile “Kur’ân’da şüpheniz varsa” arasında lüzum tezahür edebilsin.

﴾ وَادْعُوا شُهَدَۤاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللهِ 2 ﴿ Bu cümlenin, üç vecihle [yön] mâkabliyle [önceki, öncesi] irtibatı vardır.

Birinci vecih: [yön] “Kur’ân’a muaraza [karşı gelme, karşı koyma] etmekten zahir olan aczimiz, bütün insanların aczini istilzam [gerektirme] etmez. Biz yapamadık, ama başkaları yapabilirler” diye zihinlerine gelen vesveseyi def etmek için, Kur’ân-ı Kerim, bu âyetin lisanıyla, “Büyüklerinizi, reislerinizi de çağırınız, size yardım etsinler” diye onları ilzam [susturma] etmiştir.

İkinci vecih: [yön] “Eğer biz muaraza [karşı gelme, karşı koyma] teşebbüsünde bulunsak, bizi destekleyen, müdafaa eden yoktur” diye ileri sürdükleri zuumlarını [zan, inanç, kanaat] da reddetmiştir ki, “Herhangi bir meslek olursa olsun, mutaassıpları çoktur. Muaraza [karşı gelme, karşı koyma] ettiğiniz takdirde, sizi müdafaa eden çok olur” diye onları iskât [susturma] etmiştir.

Üçüncü vecih: [yön] Kur’ân-ı Kerim, sanki onlara istihzaen [alay etme] diyor ki: “Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, bütün insanlara nübüvvetini [peygamberlik] tasdik ettirmek için Allah’ından yardım istedi. Allah’ı da, Kur’ân’ına sikke-i i’câzı [mu’cizelik damgası] basarak [görme] pek çok insanlara tasdik ettirdi. Sizin âlihelerinizden bir faideniz varsa, siz de onları çağırınız, size yardım etsinler.”

251

﴾ فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا ﴿ Yani, “Tecrübeden sonra bakınız; muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] kâdir olmadığınız takdirde, acziniz zahir olur ve muaraza[karşı gelme, karşı koyma] da yapmış olmazsınız.”

﴾ وَلَنْ تَفْعَلُوا ﴿ Yani, “Mâzide yapamadığınız gibi, bundan sonra da kat’iyetle yapamayacaksınız.” Binaenaleyh, “Bizim mâzide yapamamamız, istikbalde beşerin yapamamasını istilzam [gerektirme] etmez” diye izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettikleri o bahaneyi de, لَنْ تَفْعَلُوا ile def etmiştir. Ve aynı zamanda üç vecihle [yön] i’câza [mu’cize oluş] işaret yapmıştır.

Birinci vecih: [yön] Gaipten haber vermiştir ve ihbar ettiği gibi de muaraza [karşı gelme, karşı koyma] vâki olmamıştır. Bakınız, milyonlarca Arabî kitap vardır ve bütün müellifler, [telif eden, kitap yazan] dost olsun, düşman olsun, Kur’ân’ın üslûbunu taklit etmeye fevkalâde müştak [arzulu, aşırı istekli] oldukları halde, hiçbir müellif, [telif eden, kitap yazan] hiçbir kitabında Kur’ân-ı Kerimin üslûbunu taklit etmeye muvaffak olamamıştır. Sanki Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân]

نَوْعٌ مُنْحَصِرٌ فِى الشَّخْصِ yani, bir şahısta inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] etmiş bir nevidir. Binaenaleyh, Kur’ân-ı Kerim, ya bütün kitapların altındadır—bu, gülünç bir sözdür—veya bütün kitapların fevkinde, [üstünde] fevkalküll bir nâdiredir.

İkinci vecih: [yön] Böyle büyük bir dâvâda ve müşkül [zorluk] bir makamda, onların âsablarını tahrik, izzet-i nefislerini [insanın vakar, [ağırbaşlılık] şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi] kırmak suretiyle “Yapamayacaksınız” diye kat’iyetle verdiği hüküm, onun emin, mutmain, [şüphesiz, tam kanaatle inanma] itimadlı olduğuna bir delildir.

Üçüncü vecih: [yön] Sanki Kur’ân-ı Kerim diyor ki: “Sizler, fesahatin [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] ümera[amirler, yöneticiler] ve herkesten ziyade fesahate [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] muhtaç olduğunuz halde, muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] kàdir olamadınız. Beşer de Kur’ân’ın muarazasına [karşı gelme, karşı koyma] kàdir olamaz.”

Ve keza, Kur’ân’ın neticesi olan İslâmiyete bir nazîrenin [benzer] yapılmasına zaman-ı mâzi [geçmiş zaman] kàdir olmadığı gibi, istikbal zamanı da onun mislinden [benzer] âciz kalacağına bir işarettir.

252

﴾ فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ * 1 ﴿

Yani, “Kâfirlere hazırlanan bir ateşten sakınınız ki, odunu, insanlar ile taşlardır.” فَاتَّقُوا 2 cümlesi اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا 3 cümlesine cezaü’ş-şart olduğu cihetle, aralarında lüzumun bulunması lâzımdır. Halbuki muârazanın [sözle karşı koyma, muhalefet] yapılmaması, ateşten sakınmayı istilzam [gerektirme] etmez. Binaenaleyh, ihtisar [kısaltma] için ortadan kaldırılan cümlelere müracaat etmekle, bu lüzumu arayıp bulacağız. Şöyle ki:

1. Muarazanın [karşı gelme, karşı koyma] yapılmamasından, Kur’ân’ın i’câzı [mu’cize oluş] lâzımgelir.

2. Kur’ân’ın i’câzından, [mu’cize oluş] Allah’ın kelâmı olduğu lâzım gelir.

3. Allah’ın kelâmı olduğundan, emirlerine imtisâl [emre uyma, bağlanma] lâzım gelir.

4. Emirlerine imtisalden, [bağlanma, boyun eğme] ibadetin yapılması lâzım gelir.

5. İbadetin yapılması, ateşe girmemeye vesiledir.

İşte bu cümlelerin arasında bulunan lüzumların silsilesinden, فَاتَّقُوا ile اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا arasındaki o gizli lüzum tezahür eder. Ve bu yapılan îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] ve ihtisardan, [kısaltma] i’câzın [mu’cize oluş] bir şuaı meydana gelir.

اَلَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ 4 Kur’ân-ı Kerim, onları فَاتَّقُوا النَّارَ 5 cümlesi ile tehdit ettikten sonra, نَارَ kelimesinin bu cümle ile vasıflandırılmasıyla da o tehdidi tekit [pekiştirme] ve teşdit etmiştir. Zira, odunu insanlar ile taşlar olan bir ateşin heybeti, dehşeti ve havfı [korku] daha şedittir. [çok şiddetli]

Ve keza, bu cümle ile, sanemlere [put] ibadet yapanları zecir [azarlama, sakındırma] ve men etmeye işaret yapılmıştır. Şöyle ki: “Ey insanlar! Allah’ın emirlerine imtisal [bağlanma, boyun eğme] etmeyip, bilhassa taşlara ve camid [cansız] şeylere ibadet yaparsanız, muhakkak biliniz ki, tapanlar ile taptıkları şeyleri yiyip yutacak bir ateşe gireceksiniz!”

253

اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ 1 bu cümle, فَاتَّقُوا 2 ile اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا 3 cümleleri arasındaki lüzumu izah eder ve kararlaştırır. Yani, şu ateş azabı, Kur’ân’a imtisal [bağlanma, boyun eğme] etmeyen kâfirlere hazırlanmıştır. Hem bu ateş, tufan ve sair musibetler gibi iyi-kötü bütün insanlara şâmil [içine alan] musibetlerden değildir. Ancak bu musibeti celb [çekme] eden, küfürdür. Bu belâdan kurtuluş çaresi, ancak Kur’ân-ı Kerime imtisaldir. [bağlanma, boyun eğme]

Mazi [geçmiş] sigasıyla zikredilen اُعِدَّتْ 4 kelimesi, Cehennemin el’an [şimdi] mahlûk ve mevcut olup, Ehl-i İ’tizalin [Mu’tezile mezhebi taraftarları] bilâhare vücuda geleceğine zehapları gibi olmadığına işarettir.

Ey arkadaş! Ateş unsuru, kâinatın bütün kısımlarını istilâ etmiş pek büyük bir unsurdur. Bir damar gibi kâinatın yaratılışından başlayarak her tarafa dal budak salıp gelen şu şecere-i nâriyeye nazar-ı hikmetle [fen ve felsefe açısından gören göz] dikkat edilirse, bu şecerenin [ağaç] başında, yani sonunda büyük bir meyvenin bulunduğu anlaşılır. Evet, toprağın içinde büyük ve uzun bir damarı gören adam, o damarın başında kavun gibi bir meyvenin bulunduğunu zannetmesi gibi, âlemin her tarafında damarları bulunan şu şecere-i nâriyenin de Cehennem gibi bir meyvesinin bulunduğuna bilhads, yani sür’at-i intikal [çabuk anlama ve kavrama] ile hükmedebilir.

S – Cehennem şimdi mevcut olduğu takdirde, yeri nerededir?

C – Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, el’an [şimdi] Cehennemin vücuduna itikad [inanç] ediyoruz, ama yerini tayin edemiyoruz.

S – Bâzı hadîslerin zahirine göre, Cehennem tahtel-arzdır; yani yerin altındadır. Ve keza, bir hadîse nazaran, Cehennem ateşinin dünya ateşinden iki yüz derece fazla harareti vardır. Bu noktaların izahı?

C – Kürenin tahtı, merkezinden ibarettir. Buna binaen, arzın tahtı, merkezidir.

254

Nazariyat[teoriler, doğruluğu ispat edilmemiş görüşler] hikemiyece sabit olduğu vecihle, [yön] arzın merkezinde, harareti iki yüz bin dereceye baliğ bir ateş vardır. Çünkü, her otuz üç zıra’ derinliğinde, tahminen bir derece hararet artar. Buna binaen, merkeze kadar iki yüz bin dereceli bir hararet meydana gelir. İşte bu nazariyeye, [teori] mezkûr [adı geçen] hadîsin meâli mutabık gelir. Buna binaen, küre-i arzın [yer küre, dünya] merkezinde bulunan iki yüz bin derece hararetli bir ateş, Cehenneme bir çekirdek hükmünde olup, kıyamette, kabuğu hükmünde bulunan tabaka-i türabiyeyi [toprak katmanı] çatlatıp, bütün dehşetiyle çıkar, tevessü [genişleme, yayılma] etmeye başlar ve tam teçhizatıyla Cehennem meydana gelir, denilebilir.

Ve keza, bir hadîse nazaran, “Zemherir“1 [şiddetli soğuğu olan karakış dönemi; soğukluğuyla yakan ateş] namında, burudet [soğukluk] ile yakan bir ateş vardır. Bu hadîs de, o nazariyeye [teori] mutabıktır. Zira, merkez-i arzdan [yerin merkezi] sathına [bir şeyin üstü, dış yüzü] kadar derece derece artan veya tenakus [eksilme, noksanlaşma] eden ateş, Zemherir [şiddetli soğuğu olan karakış dönemi; soğukluğuyla yakan ateş] de dahil olmak üzere, ateşin bütün mertebelerine şâmildir. [içine alan] Hikmet-i tabiiyede [tabiat bilgisi] takarrur [karar bulma] ettiği gibi, ateş, bazen öyle bir dereceye gelir ki, yakınında bulunan şeylerden hararetleri tamamen celp [çekme] ve cezb [çekme] etmekle, onları bürudet [soğukluk] ile yakar ve suyu incimad [donma] ettirir.

S – Mezkûr [adı geçen] hadîse göre, Cehennem, arzın merkezindedir. Halbuki arz, Cehenneme nisbeten bir yumurta kadardır. O kocaman Cehennem, arzın karnında nasıl yerleşir?

C – Evet, âlem-i mülk, yani âlem-i şehadet, [görünen alem] yani bu görmekte olduğumuz âleme göre, Cehennem, arzın içindedir diye, Cehennemi küçük gösteriyoruz. Amma âlem-i âhirete [âhiret âlemi] nazaran, Cehennem öyle azamet peyda eder ki, binlerce arzları içine alır, doymaz. Bu âlem-i şehadet, [görünen alem] bir perde gibi, onun tevessüüne [genişleme, yayılma] mâni olmuştur. Binaenaleyh, arzın içindeki Cehennemden maksat, Cehennemin kalbi ve Cehennemin çekirdeğidir.

Ve keza Cehennemin arzın altında bulunması, arzın karnında veya arz ile muttasıl, [bitişik] yapışık olmasını istilzam [gerektirme] etmez. Zira şems, kamer, [ay] yıldız, arz gibi küreler,

255

hep şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] meyveleridir. Malûmdur ki, meyvenin altı, bütün dalların aralarına şumulü [kapsam] vardır. Binaenaleyh, Allah’ın mülkü pek geniştir. Şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] dalları da her tarafa uzanıp gitmiştir; Cehennem nereye giderse, yeri vardır.

Ve keza, bir hadîse göre, Cehennem matvîdir, [dürülmüş, sıkıştırılmış] yani bükülmüştür, yani tam açık değildir. Demek Cehennemin, bir yumurta gibi, arzın merkezinde mevcut ve bilâhere tezahür edeceği, mümkinattandır. [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar]

İhtar: Cehennemin şimdi mevcut olmadığına Mutezileleri sevk eden, bu hadîs olsa gerektir.

Arkadaş! Bu âyetin cümlelerini yoklayalım, bakalım, o zarflar nasıl sadeflerdir, [içinde inci bulunan kabuk] içlerinde ne gibi cevherler vardır?

Evet, ﴾ وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا 1 ﴿ cümlesinin başındaki و harf-i atıftır. Malûm ya, birşeyin diğer birşeye atfı, aralarında bir münasebetin bulunmasına mütevakkıftır. [bağlı] Halbuki اِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ 2 ile يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا 3 cümleleri arasında münasebet görünmüyor. Bunların aralarındaki münasebet, ancak iki sual ve cevabın takdiriyle tezahür eder. Şöyle ki:

Evvelki âyette ibadete emredildiğinde, “İbadet nasıldır?” diye vârit olan suale cevaben, “Kur’ân’ın talim ettiği gibi” denildi. “Kur’ân Allah’ın kelâmı mıdır?” diye edilen ikinci suale cevaben وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ ilâ âhir [sonuna kadar] denildi. İşte, her iki cümle arasında bir suretle münasebet tezahür eder ve harf-i atfın da mukteza[bir şeyin gereği] yerine gelir.

S – اِنْ şek [şüphe] ve tereddüdü ifade eder. اِذَا ise, cezm [kesin karar, niyet] ve kat’iyete delâlet eder.

256

Onların şek [şüphe] ve raybları, [şüphe] Kur’ân hakkında kat’îdir. Binaenaleyh, makamın iktiza[bir şeyin gereği] hilâfına اِنْ kelimesinin اِذَا kelimesine tercihan zikrinde ne gibi bir işaret vardır?

C – Evet, onların şek [şüphe] ve rayblarını [şüphe] izale [giderme] edecek esbabın zuhurundan dolayı, o gibi şüphelerin vücuduna kat’iyetle hükmedilemeyeceğine, ancak o şeklerin vücuduna yine şek ve şüphe ile hükmedilebileceğine işarettir.

İhtar: اِنْ kelimesinin ifade ettiği şek [şüphe] ve tereddüd, üslûbun iktizasına [bir şeyin gereği] göredir, hâşâ, Mütekellime [konuşan] ait değildir.

وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ 1 ile اِنِ ارْتَبْتُمْ 2 cümleleri bir mânâyı ifade ettikleri ve ikinci cümle, birinci cümleden kısa olması üslûba daha uygun olduğu halde, birinci cümlenin ikinci cümleye tercihan zikri, onların rayblarının [şüphe] menşei, [kaynak] hasta tabiatlarıyla kötü vücutları olduğuna işarettir.

S – Onlar rayblara [şüphe] zarf ve mahal oldukları halde, onları mazruf, raybı [şüphe] onlara zarf göstermek neye binaendir?

C – Evet, kalblerindeki raybın [şüphe] zulmeti bütün bedenlerine, kalıplarına intişar [açığa çıkma, yayılma] ve istilâ etmiş olduğundan, kendilerinin rayb [şüphe] içinde bulundukları sanılmakta olduğuna işarettir.

Nekre [gr. başına “el” takısı almamış, mânâsı kapalı, belirsiz isim] olarak رَيْبٍ 3 kelimesinin zikri, tâmim [genelleştirme, yayma] içindir. Yani, hangi raybınız [şüphe] varsa, cevap birdir; herbir raybınıza [şüphe] karşı mahsus bir cevap lâzım değildir. Hangi çareye başvurursanız, alacağınız cevap, Kur’ân’ın i’câzıdır. [mu’cize oluş] Evet, bir çeşme başında su içip tatlılığını anlayan bir adam, bütün o çeşmeden teşaub [şubelere, kısımlara ayrılma] eden arkları tecrübe etmeye hakkı yoktur; zira menbaı [kaynak] birdir. Kezalik, [böylece, bunun gibi] bir sûrenin muarazasından [karşı gelme, karşı koyma] âciz kalan adamın, bütün Kur’ân’ı tecrübeye hakkı yoktur. Çünkü Kâtip birdir.

257

مِمَّا ‘daki مِنْ beyanı ifade ettiğinden, فِى شَىْءٍ 1 kelimesinin takdirini ister. Takdir-i kelâm, وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ فِى شَىْءٍ مِمَّا نَزَّلْنَا 2 olsa gerektir.

نَزَّلْنَا 3 tâbirinden anlaşılır ki, onların şüphelerinin menşei [kaynak] nüzul sıfatı olup, kat’î cevapları da, ispat-ı nüzuldür.

Tedricen, [aşamalı olarak] yani âyet âyet, sûre sûre, hâdiselere göre nüzulü ifade eden tef’îl bâbından [kapı] نَزَّلْنَا kelimesinin, def’aten [âni, birden bire] nüzule delâlet eden if’al bâbından [kapı] اَنْزَلْنَا 4 kelimesine tercihan zikredilmesi, onların, dâvâlarında “Niçin Kur’ân def’aten [âni, birden bire] nâzil olmamıştır?” diye delil getirdiklerine işarettir.

عَبْدِنَا 5 Abd [köle] lâfzının [ifade, kelime] nebî [peygamber] veya Muhammed (a.s.m.) lâfızlarına [ifade, kelime] cihet-i tercihi; abd [köle] tâbiri, Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın azametine ve ibadetin ulüvv-ü derecesine işaret olduğu gibi, اُعْبُدُوا 6 emrini tekittir [pekiştirme] ve Resul-i Ekrem hakkında vârit olan vehimleri def etmektir ki, o zat bütün insanlardan ziyade ibadet yapmış ve Kur’ân’ı okumuştur.

﴾ فَاْتُوا 7 ﴿ Bu emir, tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] içindir. Yani emirden maksat, muhataptan birşey talep değildir. Ancak, başlarına vurmakla muarazaya, [karşı gelme, karşı koyma] tecrübeye dâvet etmektir ki, aczleri meydana çıksın.

258

﴾ بِسُورَةٍ 1 ﴿ ilâ âhir[sonuna kadar] Bu tâbirden anlaşılır ki, onların ilzamları, [susturma] aczleri son hadde baliğ olmuştur. Zira, dokuz dereceye baliğ olan tahaddinin, yani muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] dâvet etmenin tâbirleri, tabakaları vardır.

1. Yüksek nazmıyla, [diziliş, tertip] ihbârât-ı gaybiyesiyle, [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] ihtiva ettiği ulûmu [ilimler] ve âli [yüce] hakaikiyle [doğru gerçekler] beraber tam bir Kur’ân’ın mislini, [benzer] ümmî bir şahıstan getiriniz.

2. Eğer böylece mislini [benzer] getirmek takatinizin fevkinde [üstünde] ise, beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] bir nazımla [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] uydurma şeylerden olsun, getiriniz.

3. Eğer buna da kudretiniz olmazsa, on sûre kadar bir mislini [benzer] yapınız.

4. Bu da mümkün olmadıysa, uzun bir sûrenin mislini [benzer] yapınız.

5. Eğer bu da size kolay değilse, kısa bir sûrenin misli [benzer] olsun.

6. Eğer ümmî bir şahıstan imkân bulamadıysanız, âlim ve kâtip bir adamdan olsun.

7. Bu da olmadığı takdirde, biribirinize yardım etmek suretiyle yapınız.

8. Buna da imkân bulunamadığı takdirde, bütün ins ve cinlerden yardım isteyiniz ve bütün efkârın [fikirler] neticelerinden istimdad [yardım dileme] ediniz. Neticeleri, tamamen yanınızda bulunan kütüb-ü Arabiyede [Arapça kitaplar] mevcuttur. Bütün kütüb-ü Arabiye [Arapça kitaplar] ile Kur’ân arasında bir mukayese yapılırsa, Kur’ân, mukayeseye gelmez. Çünkü hiçbirine benzemiyor. Öyleyse Kur’ân, ya hepsinden aşağıdır veya hepsinden yukarıdır. Birinci ihtimal, bâtıl ve muhaldir. Öyleyse hepsinden yukarı, fevka’l-küll bir kitaptır. On üç asırdan beri misli [benzer] vücuda gelmemiştir, bundan sonra da vücuda gelemeyecektir, vesselâm.

9. “Bizim şahitlerimiz yoktur. Eğer muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] girişsek, bizi destekleyecek kimse yoktur” diye gösterdikleri o bahaneyi de def etmek için, “Şühedanıza [şehitler] da müsaade edilmiştir. Onları da çağırın, size yardım etsinler.”

İşte bu tabakalara dikkat edilirse, muarazanın [karşı gelme, karşı koyma] şu mertebelerine işareten, Kur’ân-ı Kerimin yaptığı îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] ile gösterdiği i’câza [mu’cize oluş] bir şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] görünür.

259

Arkadaş! Kur’ân-ı Kerimden en kısa bir sûreye muaraza [karşı gelme, karşı koyma] etmekten beşerin aczi, mezkûr [adı geçen] izahat ile sabit oldu. Amma i’câzın [mu’cize oluş] limmiyet ciheti kaldı. Yani, beşerin aczini intaç [netice verme] eden illet [asıl sebep] ve sebep nedir?

Evet, Kur’ân ile muaraza [karşı gelme, karşı koyma] ve mübarezeye [karşı koyma] çıkan insanların kuvveti Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafından körleştirilerek, muaraza[karşı gelme, karşı koyma] yapabilecek kabiliyetten sukut [alçalış, düşüş] ettirilmiştir. Fakat Abdülkahir-i Cürcanî, Zemahşerî, Sekkâkî gibi belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] imamlarınca, beşerin kuvveti Kur’ân’ın yüksek üslûp ve nazmına [diziliş, tertip] yetişemediğinden, aczi tezahür etmiştir. Bir de, Sekkâkî demiştir ki: “İ’câz, zevkîdir; târif ve tâbir edilemez.” مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَدْرِ Yani, fikriyle i’câzı [mu’cize oluş] zevketmeyen, târifle vakıf olamaz; bal gibidir.

Lâkin Abdülkahir’in iltizam [kabul etme, taraftarlık] ettiği veçhe [yön] göre, i’câzı [mu’cize oluş] tarif ve tâbir etmek mümkündür. Biz de bu veçhi kabul ediyoruz.

S – Taife, necm, [kısım, durak; yıldız] nevbet kelimeleri, sûre kelimesinin vazifesini ifa edebilirler. Sûre kelimesinin onlara tercihan zikrinde ne vardır?

C – Onları, şüphelerinin menşei [kaynak] ile ilzam [susturma] ve boğmaktır. Şöyle ki:

Onları şüpheye düşürten, güya Kur’ân’ın def’aten [âni, birden bire] nazil olmamasıdır. Demek Kur’ân def’aten [âni, birden bire] nâzil olmuş olsaydı, Allah’ın kelâmı olduğundan şüpheleri olmazdı. Lâkin parça parça nâzil olduğundan, şüphelerine bais olmuştur ki, “Bu, beşerin kelâmıdır, parça parça yapılışı kolaydır, biz de yapabiliriz” diye şüpheye düştüler. Kur’ân-ı Kerim de, onların kolay zannettikleri yolu, بِسُورَةٍ 1 tâbiriyle ihtar ve “Haydi, mislini [benzer] getiriniz de, sizin kolay zannettiğiniz parça parça şeklinde olsun” diye, onları kolay addettikleri yolda boğmuştur.

Ve keza, Zemahşerî’nin beyanı vechiyle, [yönüyle] Kur’ân-ı Kerimin sûrelere taksim edilmiş bir şekilde nâzil olmasında çok faideler vardır. Evet, çok garip letaifi [güzellikler, incelikler] havi olduğu için, şu üslûb-u garip ihtiyar edilmiştir.

260

﴾ مِنْ مِثْلِهِ ﴿ ‘deki zamir, ya Kur’ân’a râcidir, [ait] yani, “Kur’ân’ın mislini [benzer] getiriniz.” Veya Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.) âittir. Yani, “Bir sûreyi o zâtın (a.s.m.) misli [benzer] olan ümmî bir şahıstan getiriniz.” Lâkin birinci ihtimale göre ibarenin hakkı مِثْلِ سُورَةٍ مِنْهُ 1 iken, iktizanın [bir şeyin gereği] hilâfına بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ 2 denilmiştir.

Bunun esbabı: Çünkü birinci ihtimalde, ikinci ihtimalin de mülâhaza[düşünme, akla getirme] ve riayeti lâzımdır. Zira, yalnız Kur’ân’ın mislini [benzer] getirmekle mesele bitmiş olmuyor. Ancak ümmî bir şahıstan getirilmesi lâzımdır ve muarazanın [karşı gelme, karşı koyma] tamamiyetine şarttır. İşte, bunun için, hem مِنْ مِثْلِهِ ‘deki zamirin Kur’ân’a râci [ait] olması lâzımdır. Hem ibarenin tebdili [başka bir şeyle değiştirme] lâzımdır ki, her iki ihtimal mer’î olsun.

Ve keza, muarazanın [karşı gelme, karşı koyma] tamamiyeti, yalnız bir sûrenin mislini [benzer] getirmekle olmuyor. Ancak Kur’ân’ın tamamına misil [benzer] olacak bir mecmudan, bir kitaptan alınan bir sûrenin mislini [benzer] getirmek şart olduğuna işarettir.

Ve keza, nüzulde Kur’ân’ın emsali olan kütüb-ü semaviyeye zihinleri çevirir ki, aralarında yapılacak muvazene [karşılaştırma/denge] ile Kur’ân’ın ulviyeti [yüce] anlaşılsın.

﴾ وَادْعُوا 3 ﴿ Bu tâbirin istiane [yardım dileme] veya istimdat [medet isteme] kelimelerine cihet-i tercihi, dâvet kelimesinin kullanış yerlerinden anlaşıldığı vecihle, [yön] onları belâlardan, zahmetlerden kurtarıp yardım edenler hazır bulunup, yalnız çağırmaları lâzımdır, fazla bir zahmete ihtiyaç olmadığına işarettir. İstiane ve istimdat [medet isteme] kelimeleri ise yardımcıların hazır bulunduklarına delâlet etmezler.

﴾ شُهَدَۤاءَ 4 ﴿ Bu tâbir, üç mânâya tatbik edilebilir.

Birincisi: Büyük ediplerdir. Bu mânâya göre, onların muaraza [karşı gelme, karşı koyma] mânâsında “Bizim kuvvetimiz muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] kâfi [yeterli] değilse de, büyük edip ve hocalarımızın muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] kudretleri vardır” diye söyledikleri yalanı da, Kur’ân-ı Kerim, وَادْعُوا emriyle kesip atmıştır.

261

İkincisi: Muaraza[karşı gelme, karşı koyma] destekleyip şehadet edenlerdir. Bu ihtimale nazaran, onların, “Biz muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] girişsek bizi destekleyen, şehadet eden yoktur” diye gösterdikleri bahaneyi de Kur’ân-ı Kerim, müsaade vermek suretiyle “Haydi, şahitlerinizi de çağırınız, sizi takviye etsinler” diye, o bahaneyi de yalana çıkartmıştır.

Üçüncüsü: Âlihe mânâsınadır. Bu mânâya nazaran, sanki Kur’ân-ı Kerim onlara karşı, “Yahu, bu kadar taptığınız ilâhlarınız varken, böyle dar ve sıkıntılı bir vaktinizde niçin onlardan yardım istemiyorsunuz? Onları çağırınız ki, bu muaraza [karşı gelme, karşı koyma] belâsından sizi kurtarsınlar!” diye bu cümle ile onlara tehekküm [alay etme, hafife alma, küçümseme] etmiş, yüzlerine gülmüştür.

﴾ شُهَدَۤاءَكُمْ 1 ﴿ İhtisası ifade eden şu izafe, شُهَدَۤاءَ 2 kelimesinin her üç mânâsına da bakar. Şöyle ki:

1. Madem ki büyük edip ve hocalarınız vardır, tabiî aranızda irtibat, hürmet ve muhabbet vardır. Ve yanınızda hazır olup, gaip de değillerdir. Eğer onların bu dehşetli muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] kudretleri olsaydı, herhalde yardım edeceklerdi. Demek, onlar da sizler gibi âcizdirler, kusurlarına bakmayınız!

2. Muarazada [karşı gelme, karşı koyma] sizleri destekleyecek, şehadet edecek her kim olursa olsun kabul ederiz, çağırınız. Amma onlar, böyle bedîhü’l-butlan bir dâvâda yalan şehadete cesaret edemezler.

3. Mâbud [ibadet edilen] ittihaz [edinme, kabullenme] ettiğiniz âliheleriniz nasıl size yardım etmiyorlar? Onları da çağırınız, bakalım. Fakat onlarda can yok, şuurları da olmadığı gibi, hiçbir şeye de kàdir değillerdir. Onları da mâzur görünüz!

﴾ مِنْ دُونِ اللهِ ﴿ Yani, “Allah’tan maada.” Bu kayıt, şühedanın [şehitler] birinci mânâsına göre tâmimi [genelleştirme, yayma] ifade eder. Yani, “Allah’tan maada, dünyada ne kadar erbab-ı fesahat varsa çağırınız.” Şühedanın [şehitler] ikinci mânâsına nazaran, aczlerine işarettir. Çünkü bir meselede âciz ve mağlûp olan, yemin eder, şahitleri gösterir. Bu, âcizler için bir usuldür. Şühedanın [şehitler] üçüncü mânâsına göre, onların Resul-i Ekrem ile muarazaları, [karşı gelme, karşı koyma] âdeta, şirk ile tevhid veya cemâdât [cansız olan şeyler] ile Hâlık-ı Arz ve Semavat [gökleri ve yeri yaratan Allah] arasında bir muaraza [karşı gelme, karşı koyma] olduğuna işarettir.

262

﴾ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ 1 ﴿ Bu cümle, “Biz istersek, Kur’ân’ın mislini [benzer] yaparız” diye evvelce sarf ettikleri sözlerine işarettir.

Ve keza, onların yalancı olduklarına bir târizdir. [dokundurma, iğneleme, taş atma; sözde bir yönü göstererek başka bir yönü kastetme sanatı] Yani, “Sıdk [doğruluk] erbabı değilsiniz, ancak safsatacı adamlarsınız. Evet, siz hakkı talep ederken rayb, [şüphe] şüphe kuyusuna düşmediniz. Ancak rayb, [şüphe] şek [şüphe] ve şüphelere koşarken içine düşmüş kafasız adamlarsınız.”

İhtar: اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ cümlesinin cezaü’ş-şartı, mâkablinin [önceki, öncesi] hülâsasıdır. [esas, öz] Takdir-i kelâm:

اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ Yani: “Sözünüzde sadık olsaydınız, yapacaktınız.”

﴾ فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ * 2 ﴿

Arkadaş! اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ cümlesi, onların aleyhine bir kıyas-ı istisnaîyi tazammun [içerme, içine alma] etmiştir. O kıyasın sûret-i teşekkülü: “Eğer sadık olsaydınız, yapacaktınız. Lâkin yapamadınız; öyleyse sadık değilsiniz.” Fakat Kur’ân-ı Kerim, mukaddeme-i istisnaiye yerinde, yani “Lâkin yapamadınız”a bedel, فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا 3 ilâ âhir [sonuna kadar] cümlesini, şekki ifade eden اِنْ ile söylemiştir. Bunun esbabı ise, onların, “Yapacağız” diye ettikleri zannı bir derece okşamak içindir.

Ve keza, o kıyasın neticesi olan “Sadık değilsiniz” yerine de, o neticenin üçüncü derecede lâzımının illeti olan فَاتَّقُوا النَّارَ 4 söylemiştir. Takdir-i kelâm: “Eğer sadık olsaydınız, yapacaktınız. Lâkin yapamadınız. Öyleyse sadık değilsiniz. Öyleyse hasmınız olan Resul-i Ekrem sadıktır. Öyleyse Kur’ân, mu’cizdir.

263

Öyleyse iman ve tasdikiniz lâzımdır ki, ateşe düşmeyesiniz.” فَاتَّقُوا النَّارَ … Bu emr-i ilâhî, onlara yapılan tehditleri dehşetlendiriyor.

﴾ اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا 1 ﴿ cümlesindeki تَفْعَلُوا 2 kelimesi, fi’l-i muzâridir. Bu fiil, zaman-ı hal [şimdiki zaman] ile istikbal arasında müşterektir. Huruf-u şartiyeden olan اِنْ zaman-ı halden [şimdiki zaman] istikbal dağlarına atıyor. Huruf-u câzimeden olan لَمْ istikbalden mâzi derelerine fırlatıyor. Zavallı تَفْعَلُوا her iki edatın ellerinde top gibi oyuncak olmuştur. Bu edatların bu vaziyetleri zihinleri hem mâziye, hem istikbale gönderiyor ki, mâziyi süslendiren beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] hitabeleri, altınla yazılan muallâkatları, [yüce] Kur’ân’ın yakınına bile gelemediklerini görsünler. O sahifeyi gördükten sonra, istikbal sahifesini de ona kıyas etsinler.

تَفْعَلُوا ‘nun فَأْتُوا 3 kelimesine tercihinde, iki nükte [derin anlamlı söz] vardır.

Birisi: Kur’ân’ın i’câzı, [mu’cize oluş] onların aczindendir. Aczleri ise, eserden olmayıp fiilden olduğuna işarettir. Yani aczlerinin menşei, [kaynak] Kur’ân’ın misli [benzer] değildir, o misli [benzer] yapmaktandır.

İkincisi ise: İlm-i sarfta ل , ع , ف bütün fiillerin terazisi olduğu gibi, üslûplarda da uzun hikâyeleri, işleri, vakıaları, kıssaları bir lâfızla [ifade, kelime] ifade eden bir fezlekedir. [hülasa, öz] Sanki kinâye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] kabîlinden cümleleri tâbir eden bir zamirdir.

﴾ وَلَنْ تَفْعَلُوا 4 ﴿ ‘daki لَنْ huruf-u nâsıbeden olup, dahil olduğu fiili istikbale

264

nakleder, müekked veya müebbed olarak istikbalde nefyeder. [gönderilme, sürgün] Demek bu cümlenin kaili, [inanmış] pek büyük bir itminan [inanma, kalben tatmin olma] ve ciddiyetle, şek [şüphe] ve şüphe etmeyerek bu hükmü vermiştir. Bundan anlaşılır ki, o zâtın işlerinde hile yoktur.

S – ﴾ فَاتَّقُوا 1 ﴿ ittika ile tecennüb, [kaçınma, sakınma] ikisi de bir mânâyı ifade ederler. İttika’nın tecennüb‘e [kaçınma, sakınma] cihet-i tercihi nedir?

C – Evet ittika, imana tâbidir. Yani ittika, iman olduktan sonra husule [meydana gelme] gelir. Tecennübde [kaçınma, sakınma] bu tebaiyet [tabi olma, uyma] yoktur. Binaenaleyh, ittika kelimesi imanı andırır ve ittika lâfzıyla, [ifade, kelime] imana îma ve işaret edilebilir. Fakat tecennüb [kaçınma, sakınma] kelimesi bu işi göremez. Bunun içindir ki, اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا 2 ‘nun hakikî cezası olan اٰمِنُوا 3 ‘nun yerinde تَجَنَّبُوا 4 ‘ya tercihan فَاتَّقُوا ihtiyar ve ikame edilmiştir.

﴾ اَلنَّارَ 5 ﴿ Nâr’ın اَلْ ile tarifi, nâr’ın mâhudiyet ve malûmiyetine işarettir. Çünkü, enbiya-i [nebiler, peygamberler] izamdan işitilmek suretiyle, zihinlerde malûmiyeti takarrur [karar bulma] etmiştir.

S – ﴾ اَلَّتِى ﴿ esmâ-i mevsuledendir. Sıla, dahil olduğu cümlenin evvelce malûm olduğunu iktiza [bir şeyin gereği] eder. Halbuki sılası olan وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ 6 evvelce muhataplara malûm değilmiş.

C – نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ 7 âyeti bu âyetten evvel nâzil olduğuna nazaran, muhataplar ondan kesb-i malûmat ettiklerine binaen, burada اَلنَّارُ ile اَلَّتِى arasında tavsif [bir sıfatla niteleme] muamelesi yapılmıştır.

265

﴾ وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ 1 ﴿ Bu kayıtlardan maksat, tehdittir. Tehdidlerin tekit [pekiştirme] ve teşdit edildiğine binaen, burada اَلنَّاسْ 2 kelimesiyle tekit [pekiştirme] edilmiştir, حِجَارَة 3 lâfzıyla [ifade, kelime] de teşdit ve tevbih [azarlama] edilmiştir. Şöyle ki:

“Menfaat, necat [kurtuluş] ümidiyle taştan mâmul mâbud [ibadet edilen] ittihaz [edinme, kabullenme] ettiğiniz sanemler, [put] size tâzip [azap] âleti, yani sizi yandırıp yakan ateşe odun olmuşlardır. Zavallılar! Niçin bunu düşünmüyorsunuz?”

S – ﴾ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ 4 ﴿ cümlesinde, makamın iktiza[bir şeyin gereği] hilâfına لَكُمْ 5 yerine لِلْكَافِرِينَ 6 denilmesi neye binaendir?

C – Evet, Kur’ân-ı Kerim’in takip ettiği usul, ale’l-ekser âyetlerin sonunda küllî kaideleri, fezlekeleri [hülasa, öz] söylediğine göre, Kur’ân-ı Kerim, onların Cehennemlik olduklarını ispat eden delilin ikinci mukaddemesine [evvel, önce] işaret etmek üzere, ism-i zahiri, zamir yerine, yani لِلْكَافِرِينَ cümlesini, لَكُمْ yerine ikame ile tâmim [genelleştirme, yayma] yapmıştır.

Takdir-i kelâm:

اُعِدَّتْ لَكُمْ ِلاَنَّكُمْ مِنَ الْكَافِرِينَ وَالنَّارُ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ

Yani: “Siz Cehennemliksiniz. Zira kâfirlerdensiniz. Cehennem de kâfirler içindir.”