İŞÂRÂTÜ’L-İ’CÂZ – Bakara Sûresi 26-28. Ayetlerin Tefsiri (286-324)

286

﴾ اِنَّ اللهَ لاَ يَسْتَحْيِۤى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَاَمَّا الَّذِينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَاَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَۤا اَرَادَ اللهُ بِهٰذَا مَثَلاً يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَيَهْدِى بِهِ كَثِيرًا وَمَا يُضِلُّ بِهِۤ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ * اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَۤا اَمَرَ اللهُ بِهِۤ اَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ اُولٰۤئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ * ﴿1

Gayet kısacık bir meâli: Yani, “Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kullarını irşad [doğru yol gösterme] ve ikaz etmek üzere, sivrisinek gibi hakîr, kıymetsiz bir hayvanla veya bir mahlûkla misal getirmeyi, kâfirlerin keyfi için terk etmez. İmanı olanlar, onun, Rablerinden hak olduğunu bilirler. Amma kâfirler, ‘Allah bu gibi hakîr misallerden neyi irade etmiştir?’ diyorlar. Allah, onunla çoklarını dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] atar ve çoklarını da hidayete götürür. Fakat fâsıklardan [günahkâr] maada dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] attığı yoktur. Fâsıklar [günahkâr] da ol adamlardır ki, Allah’ın tâatinden [itaat, emir ve söz dinleme, emre uyma] huruçla, [çıkma] mîsak-ı ezelîden sonra ahidlerini bozarlar ve Allah’ın akrabalar arasında veya mü’minler beyninde [arasında] emrettiği hatt-ı muvasalayı keserler; yeryüzünde işleri ifsattır. [bozgunculuk, kargaşa] Dünya ve âhirette zarar ve hüsrana maruz kalan ancak onlardır.”

Bu âyetin de sair arkadaşları gibi mevzu-u bahis olacak vücuh-u irtibatı ve cihât-ı nazmiyesi üçtür.

Maahaza, [bununla birlikte] bu âyetin meâli, hem mâkabline, [önceki, öncesi] hem mâbadine, hem Kur’ân’ın tamamına bakıyor.

Mâbadine olan vech-i irtibatı: [irtibat, bağlantı yönü]

Evet, vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki Kur’ân-ı Azîmüşşan [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] sinekten, ankebuttan [örümcek] misâl getirdi, karınca ile bal arısından bahsetti. Müşrikler, münafıklar, Yahudiler itiraz için fırsat

287

bularak ahmakane dediler ki: “Allah, azametiyle beraber, böyle hasis, hakir şeylerden bahsetmeye tenezzül eder mi? Halbuki ashab-ı kemal, bu gibi kıymetsiz şeylerden bahsetmeye tenezzül etmezler, hayâ ederler.” Kur’ân-ı Kerîm, bu âyetle ağızlarına vurarak kapattı.

Mâkabline [önceki, öncesi] cihet-i nazm ve irtibatı:

Evet, Kur’ân’ın ihtiva ettiği sıfât ve mezâyânın [meziyetler, üstün özellikler] hiçbir kelâmda, hiçbir kitapta, hiçbir şahısta bulunmadığı, sûre başında ispat edildiği gibi, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın nübüvveti de Kur’ân’ın i’câzıyla [mu’cize oluş] ispat edildi. Kur’ân’ın i’câzı [mu’cize oluş] dahi tahaddî ile, yani muhalifleri muaraza, [karşı gelme, karşı koyma] mübareze [karşı koyma] meydanına dâvet etmekle ispat edildi. Çünkü muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] yapılan dâvet, sükût ile cevaplandırıldı. Böyle cihanşümûl [dünya çapında, evrensel] bir inkılâbı [değişim, devrim] söndürmek için yapılan dâvet üzerine mübareze [karşı koyma] meydanına gitmeyip sükût etmek, elbette eser-i aczdir. Kur’ân-ı Kerimin bu ispatlarına karşı kâfirler habt olup ağızlarını açamadıkları gibi, nabızları bile felce uğradı. Yalnız, Kur’ân, her hususta hadd-i kemâle bâliğ [erişen, ulaşan] olduğundan, uzaktan uzağa bazı ufak itiraz taşlarını atmışlardır.

Ezcümle: كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا 1 ve اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَۤاءِ 2 gibi âdi, kıymetsiz misallerden Kur’ân’ın getirdiği temsiller, yüksek kelâmların kemâline yakışmaz. Bu gibi temsiller, beynennâs yapılan mükâlemelere, [karşılıklı konuşma] konuşmalara benziyorlar” diye muğalâta ile halt etmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim, onların o haltlarını bu âyetle başlarına vurmuştur.

Arkadaş! Acele etme, burada bir parça durmak icap [gerekli kılma] eder. Onların pek vâhi [zayıf, önemsiz] ve zayıf şüpheleri vardır. Bu şüpheler, müteselsil [zincirleme] bazı vehimlerden neş’et [doğma] etmiştir. O vehimler de, bazı muğalâtalardan husule [meydana gelme] gelmişlerdir.

Onların, Kur’ân’ın kemâlini tenzil [indirme] etmek için, Kur’ân’ın temsillerini

288

insanların temsillerine kıyas etmeleri, kıyas-ı maalfarıktır; aralarında dünyalar kadar fark vardır. Onları muğalâta ile bu kıyasa sevk eden noktalar:

1. Onlar, herşeye, me’lûflarına [alışılmış] baktıkları nazarla bakıyorlar.

2. Onlar, insanın zihninin, fikrinin, lisanının, sem’inin [işitme] cüz’î [ferdî, küçük] olduklarını ve cüz’î [ferdî, küçük] olduklarından, kasten ve bizzat iki şeye beraber taallûk [ait olma, ilgilendirme] edemediklerini nazara almışlardır.

3. Himmetin [ciddi gayret] yüksek ve alçak kısımlarını tefrik eden mikyasın, [ölçü] iştigal [meşgul olma, uğraşma] ve ihtimamdan ibaret olduğunu düşünmüşlerdir. Yani, yüksek şeylere ihtimam edenin himmeti [ciddi gayret] yüksektir, alçak işlerde iştiğal edenin himmeti [ciddi gayret] alçaktır.

4. Kıymet ve azametin, himmet [ciddi gayret] nisbetinde olduğunu zannetmişlerdir. Hatta küçük veya alçak birşeyi, yüksek ve büyük şahıslara isnad etmezler. Güya azîm insanlar, kıymeti olmayan şeylere tenezzül etmezler ve zayıf, küçük birşey, o büyük himmet [ciddi gayret] ve azameti tahammül edemez.

İşte o boş kafalılar, bu noktalara istinaden, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] da insanlara kıyas ederek diyorlar ki: “Allah, celâl ve azametiyle, insanların konuştukları gibi nasıl insanlar ile tekellüm [konuşma] etmeye tenezzül eder? Ve bu cüz’î [ferdî, küçük] ve hakîr şeylerden nasıl bahseder? Azametine yakışır mı?”

Acaba o süfeha [sefihler beyinsizler, ahmaklar] takımı, Allah’ın iradesi, ilmi, kudreti gibi sair sıfatlarının da küllî, umumî, şâmil, [içine alan] muhît [her şeyi kuşatan] olduklarını bilmezler mi? Ve yine bilmezler mi ki, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] azametine mikyas, [ölçü] ancak mecmu’ âsârıdır; [eserler/asırlar] yalnız bir eser mikyas [ölçü] olamaz? Ve yine bilmezler mi ki, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tecellîsine mîzan [denge, ölçü] olacak, kâffe-i kelimatıdır ki, eşcar [ağaçlar] kalem, denizler mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] olsa, o kelimatı [ifadeler, sözler] yazıp bitiremezler?Haşiye

289

Meselâ, şems âkıl, [akıllı] ihtiyar ve irade sahibi farz edilse, ziyasını bütün âleme neşrettiği bir sırada, pis, mülevves [kirli, pis] bir zerre de onun ziyasından istifade ettiği vakit, şemse karşı “Niçin bu pis, bu mülevves [kirli, pis] zerreyle meşgul oldu ve niçin ona ziyasını verdi?” diye itiraz edilebilir mi? Hâşâ! Şemsin azametine bir nakîse [eksiklik, noksanlık] gelir mi? Yok.

Binaenaleyh, Allahü Teâlâ, gayet büyük olan bu âlemi, büyük bir san’atla ve büyük bir ihtimamla halk ettiği gibi, cevher-i fert [atom] ile tâbir edilen zerre de Onun destgâh-ı kudretinden çıkan bir eser-i san’atıdır. [san’at eseri] Çünkü o büyük kudretin nazarında, cevahir-i [cevherler] fert, yani zerrelerle nücum-u seyyare, yani gezici yıldızlar müsavidirler. [eşit] Zira o büyük Allah’ın kudreti, ilmi, iradesi, kelâmı, zâtî sıfatlarıdır,

290

Zât-ı Akdese [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] lâzımdırlar. Onlarda teceddüd [yenileme] yok, ziyade ve noksan olmaya kabiliyet yok, tagayyürleri [başkalaşım, değişme] yok ki mertebeleri olsun. Maahaza, [bununla birlikte] acz bu sıfatların zıddı olduğundan, onların içine girip oturamaz. Binaenaleyh, kudret-i İlâhiyede [Allah’ın güç ve iktidarı] zerre ile şems arasında fark yoktur.

Meselâ, terazinin her iki gözünde iki güneş veya iki zerre bulunduğu farz edilse, aralarında müsavat [eşitlik] ve muvazene [karşılaştırma/denge] bulunduğundan, hariçten bir kuvvet bir gözüne basarsa, [görme] öteki göz havaya kalkar. İster o gözde zerre olsun, ister güneş olsun, o kuvvete göre farkları yoktur, ikisi de birdir.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] mümkün olan bir şeyin tarafeyni, yani vücut ve ademi arasında, terazinin gözleri gibi müsavat [eşitlik] olduğundan, kudret-i ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] hangi tarafa basarsa, [görme] öteki taraf heba gibi havaya kalkar. Güneş, sinek, zerre, bu hususta hepsi de birdir.

Hülâsa: [esas, öz] Zerre gibi küçük şeyler veya âdi fiiller, Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] halkıyla vücuda geldikleri için, onun daire-i ilminde dahil oldukları bedihîdir. [açık, aşikâr] Bu itibarla, onlardan bahsetmekte, bilbedahe, [açıkça] müşâhhat [çekişme; kınama] (münakaşa etmek) yoktur. Kur’ân-ı Kerim,

اَلاَ يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ 1 âyetiyle bu sırra işaret etmiştir. Yani, halkeden Hâlık, [her şeyi yaratan Allah] mahlûkunu bilmez mi? Ve bilmemesinin imkânı var mı? Öyleyse mahlûkundan niçin bahsetmesin, niçin mahlûkuyla konuşmasın?

İkinci mugalâta: [safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme] Onlar, “Kur’ân’ın üslûpları ve şivesi altında bir insanın timsali [görüntü] görünür” diyorlar. Çünkü Kur’ân’da bahsedilen âdi işler ve hakir şeyler, insanların arasında yapılan muhavere [karşılıklı konuşma] ve konuşmalar gibidir. Bu cahil herifler bilmezler mi ki, söylenilen bir kelâm, bir cihetten mütekellimine [konuşan] bakarsa birkaç cihetten de muhatabına bakar? Çünkü muhatabın ahvâlini [haller] nazara almak lâzımdır ki, söylenilen söz o ahvâlin [haller] iktiza[bir şeyin gereği] üzerine söylensin. Binaenaleyh, Kur’ân’ın muhatabı beşerdir. Kur’ân’ın maksadı da tefhimdir. [anlatma] Yani, beşerin bilmediği

291

şeyleri bildirmektir. Buna binaendir ki, belâgatın [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] iktiza[bir şeyin gereği] üzerine, Kur’ân, beşerin hissiyatıyla memzuc olan üslûplarını giyer ve şivesiyle söyler ki, beşerin fehmi söylenilen sözden tevahhuş [korkma, çekinme] edip ürkmesin.

Evet, yüksek bir insan, bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun fehmi, onun çat pat söylediği sözlerle ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] peyda eder; söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde, o insanla o çocuk arasında bir malûmat alışverişi olamaz. Allah ile beşer arasındaki ahz [alma] ve i’tâlar [verme, ihsan etme] da böyledir. Eğer Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] beşere i’tâ [verme, ihsan etme] edeceği malûmatı beşerin terazisiyle tartıp vermezse, beşer, kat’iyen [kesinlikle] ne bakar ve ne de alır. Çünkü beşer, ancak alışmış olduğu terazisinin dilinden anlar, bu fennî terazilerin dilinden anlamaz.

S – Hakikaten, eşyanın hakareti, hisseti, kudretin azametine, kelâmın nezahet ve nezaketine münafidir. [aykırı]

C – Bazı şeylerde veya işlerde görünen hakaret, çirkinlik, eşyanın mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] cihetine aittir. Yani dış yüzüne nazırdır ve bizim nazarımızda öyle görünür. Ve bunun için, eşya ile yed-i kudret [Allah’ın kudret eli] arasına perde olarak esbab-ı zahiriye [görünen sebepler] vaz edilmiştir ki, sathî [sığ, yüzeysel] nazarımızda yed-i kudretin [Allah’ın kudret eli] o gibi eşya ile mübaşereti [bir işe başlama, girişim, temas etme] görünmesin. Fakat melekût [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] ciheti, yani içyüzü ise şeffaf ve yüksektir. Kudretin taallûk [ait olma, ilgilendirme] ettiği bu cihette, hiçbirşey kudretin taallûkundan hariç değildir.

Evet, azamet-i İlâhiye [Allah’ın azameti, büyüklüğü] esbab-ı zahiriyenin [görünen sebepler] vaz’ını iktiza [bir şeyin gereği] ettiği gibi, vahdet [Allah’ın birliği] ve izzet-i İlâhiye de kudretin bütün eşyaya şumulünü [kapsam] ve kelâmın herşeye ihatasını [herşeyi kuşatma] iktiza [bir şeyin gereği] ederler. Maahaza, [bununla birlikte] bir zerre üstünde zerrelerle yazılan bir Kur’ân, sahife-i semada yıldızlarla yazılacak Kur’ân’dan hüsünde [güzellik] (güzellik) aşağı değildir.

292

Ve kezaHaşiye 1 bir sivrisineğin yaratılışı, san’atça filin hilkatinden [yaratılış] dûn değildir.

Kelâm sıfatı da aynen kudret sıfatı gibidir. Bir çocukla konuşup söz anlatmak, bir feylesofla konuşmaktan aşağı değildir.

S – Şu temsillerde görünen hakaret-i zahiriye neye âittir?

C – O gibi haller temsil getirene ait değildir, ancak mümessel-i lehe âittir. Yani, kime ve ne şeye temsil getirilmişse ona aittir. Zaten kelâmın güzelliği, belâgati, [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] mümessel-i lehe mutabakatı nisbetindedir. Evet, bir padişah bir çobana, çobanlara mahsus bir aba, bir palto ve kelbine [köpek] de bir kemik verirse, “Padişah iyi yapmadı” diye kimse itiraz edemez. Çünkü herşeyi lâyıkına vermiştir. Binaenaleyh, mümessel-i leh ne kadar hakir olursa, temsili de o kadar hakir olur; ve ne kadar büyük olursa, temsili de o kadar büyük olur.

Evet, sanemler [put] pek âdi, hakîr olduklarından Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sineğiHaşiye 2 onlara musallat kılmıştır. Ve ibadetleri de o kadar çirkindir ki, نَسْجُ الْعَنْكَبُوتِ ile, yani örümceğin ağıyla tâbir edilmiştir.

Üçüncü muğalâta: Onlar diyorlar ki: “Hakikati izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmekte, aczi îma eden bu gibi temsilâta [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] ne ihtiyaç vardır?”

293

Elcevap: Kur’ân’ı inzal [indirme] etmekten maksat, cumhur-u nâsı irşad [doğru yol gösterme] etmektir. Cumhur ise avamdır. Avâm-ı nâs, [halk tabakası] çıplak olan hakaikı [doğru gerçekler] göremez; ülfet peyda etmedikleri akliyat-ı mahzayı ve mücerredâtı [bekar] fehimleri [anlama, kavrama] alamaz. Bunun için Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] lütuf ve ihsanıyla, [bağış] hakikatleri onların ülfet ettikleri bir libasla, [elbise] bir şiveyle göstermiştir ki, tevahhuş [korkma, çekinme] edip ürkmesinler. Bu bahis, müteşabihat [birbirine benzer farklı mânâlardan hangisinin kastedildiği kesin olarak bilinemeyen kapalı sözler] bahsinde geçmiştir.

Bu âyetin cümleleri arasındaki irtibata gelelim:

Evet, ﴾ اِنَّ اللهَ لاَ يَسْتَحْيِۤى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا 1 ﴿ cümlesi onların irad [sunma, söyleme] ettikleri aşağıdaki müteselsil [zincirleme] itirazları reddediyor.

1. Allah’ın beşer ile konuşmasında ve onlara kahır ve itab [azarlama] etmekte ve onlardan şikâyet etmekte ne hikmet vardır? Halbuki bu gibi şeylerden anlaşılır ki, âlemde insanın da başka bir tasarrufu, bir tesiri vardır.

2. İnsanlar arasında cereyan eden konuşmalar gibi temsillerinin getirilmesi… Zira bu, Kur’ân’ın beşer kelâmı olduğuna alâmettir.

3. Kelâmın arkasında, üslûbların arasında insanın timsali [görüntü] görünür.

4. Hakaik, [doğru gerçekler] temsilâtla [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] tasvir ediliyor. Bu ise, hakikatı izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmekten âciz olduğuna delâlet eder.

5. Getirilen temsiller, âdi temsillerdir. Bu ise, mütekellimin [konuşan] zihni, inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] altında olduğuna emaredir.

6. Hakir ve kıymetsiz şeylerden temsiller getiriliyor. Bu da mütekellimin [konuşan] zayıf olduğuna delildir.

7. Getirilen temsillere mecburiyet olmadığından, terki zikrinden evlâdır.

8. Bilhassa, ehl-i izzetin hayâ ederek tenezzül etmedikleri şeylerden temsil getirilmiştir.

294

Kur’ân-ı Kerim, bu itiraz silsilesini, اِنَّ اللهَ لاَ يَسْتَحْيِۤى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا … الخ 1 cümlesiyle bir darbede kırmış ve yıkmıştır:

1. Eşyanın içyüzleri yüksek ve şeffaf olduğundan, bu yüzlerden bahsetmek azamet ve celâle münafi [aykırı] olmadığı gibi; ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] iktiza[bir şeyin gereği] üzerine dış yüzleri çirkin görünenlerin bahsedilmekten, zikredilmekten hâriç tutulmaları, ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] kanununa muhaliftir. Çünkü bir hâkim, teb’asından çingeneleri hukuk-u medeniyeden [medenî hukuk] ihraç etmez.

2. Belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] ve hikmetin iktiza[bir şeyin gereği] üzerine, hakir mânâları ifade için hakir temsillerin zikrinde bir muhalefet yoktur.

3. Âdi temsillerde bir beis yoktur; terbiye ve irşad [doğru yol gösterme] öyle ister.

4. İnâyet-i İlâhiyenin iktiza[bir şeyin gereği] üzerine, hakaik, [doğru gerçekler] temsilâtla [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] tasvir edilir.

5. Rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve terbiyenin iktizasına [bir şeyin gereği] binaen, insanları, kendi aralarında cereyan eden muhavereleri, [karşılıklı konuşma] üslûpları, şiveleriyle irşad [doğru yol gösterme] etmek lâzımdır.

6. Hikmet ve nizamın iktiza[bir şeyin gereği] üzerine, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insanlarla konuşması zarurîdir.

Hülâsa: [esas, öz] Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insanlara cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] vermekle, onları âlem-i ef’âle masdar [fiillerin asıl kökü] yaptı. O âlem-i ef’âli bir nizam altında almak üzere kelâmını, yani Kur’ân’ını da resul [Allah’ın elçisi] olarak o âlem-i ef’âle gönderdi. Binaenaleyh, tanzif [temizleme] ve tanzim için yapılan İlâhî [Allah tarafından olan] bir program, itirazlara mahal olamaz.

﴾ فَاَمَّا الَّذِينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ 2 ﴿

295

Bu cümleyi evvelki cümle ile bağlayan alâkaya gelince:

Evvelki cümledeki hükmü ispat için, bu cümle, bir delilin yolunu gösteriyor ve zihne gelen vehimleri de def ediyor. Şöyle ki:

Her kim inâyet-i ezeliye [Ezelî olan Allah’ın kâinata koyduğu bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzen, istikrar] [yerleşik ve sabit olma, kararlılık] ile rububiyet-i İlâhiyeyi [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] göz önüne getirip Allah cânibinden [taraf, yön] kudretin azameti altında bakarsa, بَعُوضَةً 1 ve emsaliyle getirilen temsillerin belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] kanunlarına muvafık ve Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hak olduğunu tasdik eder. Fakat her kim nefsinin emri altında mümkinatı [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] nazara alarak bakarsa, şüphesiz vehimler onu havalandırır, dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bataklığına atar.

Bu iki taife insanların misli, [benzer] şöyle iki şahsın misline [benzer] benzer ki: Onlardan birisi yukarıya, diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını görürler. Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun menbaı[kaynak] bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub [şubelere, kısımlara ayrılma] edip dağılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi arka tesadüf ederse, tatlı ve temiz olduğunda tereddüt etmez. İşte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut [hükmetme, musallat olma] etmezler. Aşağıya giden öteki şahıs ise, arklara bakar, suyun menbaı[kaynak] göremediğinden, her rastgeldiği ark suyunun tatlı olup olmadığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayı vehimlere maruz kalır. Ednâ [basit, aşağı] bir vehim, o kafasızı yoldan çıkarır.

Yahut o iki taifenin misali, ellerinde bir âyine [ayna] bulunan iki şahsın misaline benzer ki, birisi âyinenin şeffaf yüzüne bakar, içinde kendisini gördüğü gibi çok şeyleri de görebilir. Öteki adam ise, âyinenin renkli yüzüne bakar, birşey anlayamaz.

Hülâsa: [esas, öz] Allah’ın sun’una, [sanat] ef’âline, [fiiler, davranışlar] kelâmına, temsilâtına, [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] üslûplarına, inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] mülâhaza [düşünme, akla getirme] etmekle beraber, Allah’ın cânibinden [taraf, yön] bakmak lâzımdır. Bu bakış da, ancak nûr-u imanla olur. Bu itibarla, vehimler olsa bile, ancak

296

örümcek ağının kıymet ve kuvvetinde olur. Eğer mümkinat [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] cihetinden cüz’î [ferdî, küçük] fikriyle müşteri nazarıyla bakarsa, zayıf bir vehim bile onun nazarında bir dağ gibi olur. Cûdî [cömertlik] Dağını gözün rüyetinden [Allah’ın cemâlini görme] men eden sineğin kanadı gibi, zayıf, küçük bir vehim de hakikati onun gözünün görmesinden setreder. [örtme]

﴾ وَاَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا 1 ﴿ ilâ âhir. [sonuna kadar]

Bu cümlenin evvelki cümle ile cihet-i irtibatı: [bağlantı yönü]

Evet, temsilât-ı Kur’ân’iyedeki hikmeti fehmetmek [anlamak] için Allah cânibinden [taraf, yön] nûr-u imanla bakmak lâzım olduğuna evvelki cümle ile işaret edilmiştir. Bu cümlede ise, mezkûr [adı geçen] temsilâttaki [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] hikmetin adem-i fehmini intac [netice verme] eden ve aynı zamanda evham ve bahaneler yuvasına giden yol gösterilmiştir. Şöyle ki:

Alçak nefis tarafından herşeyi karanlıklı gösteren küfür zulmetiyle temsilât-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’ın verdiği temsiller, misaller] bakan olursa, tabiî o temsilâtın hikmetini anlayamaz, evhama kapılır. Kalbindeki marazın yardımıyla, her vehim onun nazarında bir dev kesilir; tarik-i hak[hak ve hakikat yolu] kaybeder, tereddütlere maruz kalır. Sonra istifhama, [soru sorma] yani sorup sual etmeye başlar, içinden çıkamaz; en nihayet iş inkâra dayanır, inkârın içinde kalır. Kur’ân-ı Kerim, ihtisar [kısaltma] ve kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] tarikiyle onların inkârı tazammun [içerme, içine alma] eden istifhamlarına, [soru sorma] مَاذَۤا اَرَادَ اللهُ بِهٰذَا مَثَلاً 2 cümlesiyle işaret etmiştir. Ve bu işaret içindir ki, evvelki cümlede mezkûr [adı geçen] olan يَعْلَمُونَ 3 ye mutabakat için, burada لاَ يَعْلَمُونَ 4 ‘nin zikri lâzım iken مَاذَۤا اَرَادَ اللهُ بِهٰذَا مَثَلاً ilâ âhir, [sonuna kadar] denilmiştir.

يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَيَهْدِى بِهِ كَثِيرًا 5 Bu cümle, onların temsilâtının [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] sebebini, ille-i gaiyesini [asıl hedef, gerçek sebep] anlamak üzere مَاذَا 6 ile yaptıkları istifhama [soru sorma] cevaptır. Fakat

297

Kur’ân-ı Kerim, usul ittihaz [edinme, kabullenme] ettiği îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] ve ihtisara [kısaltma] binaen, temsilâtın [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] âkıbetini, yani temsilâta [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve hidayeti, ille-i gaiye [asıl hedef, gerçek sebep] menzilesinde göstermiştir. Evet dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve hidayet, temsilata illet [asıl sebep] olamaz. Eğer illet [asıl sebep] olsa, cebir [Cebriye mezhebi] olur. Ancak, temsilâtın [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] sebep ve ille-i gaiyesi, [asıl hedef, gerçek sebep] cumhur-u avamı [geniş halk kitlesi] ikâz ve irşaddır. [doğru yol gösterme] Sanki onlar, “Ne için böyle oldu? Ne için i’caz [mu’cize oluş] bedîhi [açık] olmadı? Ne için Allah’ın kelâmı olduğu zaruri olmadı? Ne için bu temsilât [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] yüzünden vehimlere meydan verildi?” diye bir çok sualleri ortaya çıkardılar. Kur’ân’ı Kerim

يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَيَهْدِى بِهِ كَثِيرًا 1 cümlesiyle, o sual kümesini dağıttı. Şöyle ki:

O temsilâtı [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] nûr-u iman ile tefekkür edenin nûr-u imanı inkişaf [açığa çıkma] eder, kuvvet bulur. Küfür zulmetiyle ve tenkit hırsıyla bakanın da, zulmeti ziyadeleşir ve gözü kör olur. Çünkü nazarîdir, [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan] bedîhi [açık] değildir.

Evet, bu temsilât, [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] temiz ve yüksek ruhları, mülevves [kirli, pis] ve alçak ruhlardan tefrik içindir. Bu da, yüksek istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] neşvünemalandırmakla [büyüyüp gelişme] pis istidatlardan [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] temyiz içindir. Bu dahi, sağlam fıtratları, mücahede [Allah yolunda cihad etme] ile, bozuk ve hasta fıtratlardan ayırmak içindir. Bunu da, imtihan-ı beşer istilzam [gerektirme] ediyor. Bunu dahi, sırr-ı teklif [imtihan sırrı] iktiza [bir şeyin gereği] etmiştir. Teklif ise saadet-i beşer [insanın mutluluğu] içindir. Saadet ise tekemmülden [mükemmelleşme] sonradır.

S – Diyorsun ki: “Teklif saadet içindir. Halbuki ekser-i nâsın şekavetine sebep, tekliftir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefavüt-ü şekavet de olmazdı?”

C – Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] verdiği cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] ile ef’âl-i ihtiyariye [iradeyle yapılan davranışlar, fiiller] âlemini kesbiyle [elde etme, kazanma] teşkil etmeye insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde [insan ruhu] vedia [emanet] olarak ekilen gayr-ı mütenahi [sonsuz] tohumları sulamak ve neşvünemalandırmak [büyüyüp gelişme] için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşvünema [büyüyüp gelişme] bulamazdı.

298

Evet, nev-i beşerin ahvâline [haller] dikkatle bakılırsa görülür ki, ruhun mânen terakkisini, [ilerleme] vicdanın tekâmülünü, [ilerleme, mükemmelleşme] akıl ve fikrin inkişaf [açığa çıkma] ve terakkisini [ilerleme] telkih [aşılama] eden, yani aşılayan, şeriatlardır; vücut veren, tekliftir; hayat veren, Peygamberlerin gönderilmesidir; ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemâlât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene [güzel ahlâk] tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyarıyla teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi, nev’in saadetine de sebep olmuştur.

Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarıyla küfrü [inançsızlık, inkâr] kabul ve tekâlif-i İlâhiyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen [gizlice] ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfir değildir.

S – İnsanlardan büyük bir kısmın şekaveti meydanda iken, yalnız küçük bir kısmın saadeti nasıl nev’in saadetine sebep olur ki, “Şeriat rahmettir” diyorsunuz. Halbuki nev’in saadeti, ya bütün efradın [bireyler] veya kısm-ı ekserisinin [büyük kısım] saadetiyle olabilir?

C – Altına yüz yumurta bırakılan tavuk, o yumurtadan yirmisini civciv çıkarıp seksenini ifsad [bozma] etse, bu tavuk, yumurta nev’ine hizmet etmiş olur. Çünkü bir civciv, bin yumurtanın annesi olabilir.

Veya yüz tane çekirdek toprağa ekilse ve su ile sulanıp bilâhare yirmisi neşvünema [büyüyüp gelişme] bulup hurma ağacı olsa ve sekseni çürüyüp mahvolsa, yirmi çekirdeğin sümbüllenip ağaç olmasına sebep olan su, elbette çekirdek nev’ine hizmet etmiş olur.

Veyahut bir maden ateşte eritilse, beşte biri altın, mütebakisi [geri kalan kısım] toprak çıksa; elbette ateş, o madenin kemâline, saadetine sebep olur.

Binaenaleyh, teklif de insanların beşte birini kurtarsa, o beşte birin saadet-i nev’iyeye sebep ve âmil olduğuna kat’iyetle hükmedilebilir. Maahaza, [bununla birlikte] yüksek hissiyat ile güzel ahlâkın neşvüneması, [büyüyüp gelişme] ancak mücahede [Allah yolunda cihad etme] ve içtihadla olur. Evet, sağ el, daima çalıştığı için, sol elden daha kuvvetlidir. Ve bir hükûmet, mücahede [Allah yolunda cihad etme] ettikçe cesareti artar, terk ettiği zaman cesareti azalır ve binnetice cesaret de, hükümet de söner, mahvolur.

299

Ve keza, herşeyin ve her işin tekâmülü, [ilerleme, mükemmelleşme] zıtlarının mukabele [karşılama; karşılık verme] ve rekabet etmeleriyle olur. Meselâ hidayetin tekâmülüne [ilerleme, mükemmelleşme] dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yardım ettiği gibi, imanın tekâmülüne [ilerleme, mükemmelleşme] de küfür yardım eder. Çünkü küfür ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ne derece pis ve zararlı olduklarını gören bir mü’minin imanı ve hidayeti, birden bine çıkar. Bu iki cihet, teklifin eser ve semeresidir. [meyve] Ve bu iki cihet itibarıyla teklif, saadet-i nev’iyenin yegâne âmilidir.

﴾ وَمَا يُضِلُّ بِهۤ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ 1 ﴿ Bu cümlenin mâkabliyle [önceki, öncesi] münasebeti:

Evet, Kur’ân-ı Kerim يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا 2 cümlesinde dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] atılanlar kimler olduğunu beyan etmeyip müphem [belirsiz] bıraktığından, sâmi [dinleyen, işiten] korktu. “Acaba o dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] atılanlar kimlerdir? Sebep nedir? Kur’ân’ın nurundan zulmet [karanlık] nasıl geliyor?” diye sorduğu bu üç sual, şu cümleyle cevaplandırılmıştır ki: “Onlar, fâsıklardır. [günahkâr] Dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] atılmaları, fısklarının [günah] cezasıdır. Fısk [günah] sebebiyle, fâsıklar [günahkâr] hakkında nûr nâra, ziya zulmete inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder.” Evet, şemsin ziyasıyla, pis maddeler taaffün [bozulma, çürüme, kokuşma] eder, kokar, berbat olur.

﴾ اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَۤا اَمَرَ اللهُ بِهۤ اَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ 3 ﴿

Bu cümlenin evvelki cümle ile veçh-i nazmı: [tertip ve diziliş yönü]

Evet, bu cümle ile fısk, [günah] şerh ve beyan edilmiştir. Şöyle ki:

Fısk, [günah] hakdan udul, ayrılmak, hadden tecavüz, hayat-ı ebediyeden [sonsuz âhiret hayatı] çıkıp terk etmektir. Fıskın [günah] menşei, [kaynak] kuvve-i akliye, [akıl duygusu] kuvve-i gazabiye, kuvve-i şeheviye [şehvet duygusu] denilen üç kuvvetin ifrat [aşırılık] ve tefritinden [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] neş’et [doğma] eder.

300

Evet, ifrat [aşırılık] veya tefrit, [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] delillere karşı bir isyandır. Yani, sahife-i âlemde [kâinat sayfası] yaratılan delâil, [deliller] uhûd-u İlâhiye hükmündedir. O delâile [deliller] muhalefet eden, Cenâb-ı Hakla [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] fıtraten yapmış olduğu ahdini [söz, vaad] bozmuş olur.

Ve keza ifrat [aşırılık] ve tefrit, [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] hayat-ı nefsiye ve ruhiyenin maraz [hastalık] ve hastalığını intaç [netice verme] eden esbabdandır. Buna, fıskın [günah] birinci sıfatı olan يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللهِ 1 cümlesiyle işaret edilmiştir.

Ve keza, ifrat [aşırılık] ve tefrit, [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] karşı isyan ateşini yakan iki âmildir. Evet, bu âmiller hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] nizam ve intizam altına alan rabıtaları, [bağ] kanunları keser, atar. Evet, şehvet veya gazap, haddini aşarsa, ırz ve namuslar payimâl olur, mâsumlar mahvolur. Buna da, fıskın [günah] ikinci sıfatı olan وَيَقْطَعُونَ مَۤا اَمَرَ اللهُ بِهِۤ اَنْ يُوصَلَ 2 cümlesiyle işaret edilmiştir.

Ve keza, dünya nizamının bozulmasını intaç [netice verme] edip fesat ve ihtilâle sebebiyet veren iki ihtilâlcidirler. Buna dahi, fıskın [günah] üçüncü sıfatı olan وَيُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ 3 cümlesiyle işaret edilmiştir.

Evet, fâsık [günahkâr] olan kimsenin kuvve-i akliye [akıl duygusu] ve fikriyesi itidali [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] kaybedip safsatalara düşerse, itikadâta [inanç] ait rabıtaları [bağ] kesmekle, hayat-ı ebediyesini [sonsuz âhiret hayatı] yırtar, atar.

Ve keza, kuvve-i gazabiyesi hadd-i vasatı [orta çizgi, orta yol] tecavüz ederse, hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] hem yüzünü, hem astarını yırtar, altüst eder.

Ve keza, kuvve-i şeheviyesi [şehvet duygusu] haddi aşarsa, heva-i nefse tâbi olur, kalbinden şefkat-i cinsiye [kendi cinsine olan şefkat] zâil [geçici, yok olucu] olur. Kendisi berbat olacağı gibi başkalarını da berbat edecektir. Bu itibarla, fâsıklar [günahkâr] hem nev’inin zararına, hem arzın fesadına çalışmış olur.

301

اُولٰۤئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ 1 Bu cümle, evvelki cümlenin neticesi ve aynı zamanda tekididir. [kuvvetlendirme] Şöyle ki:

Evvelki cümlede ahdi bozmak, sıla-i rahmi [akraba bağı, ziyareti] kesmek, arzda fesat yapmak gibi fasıkın cinayetlerini korkunç bir şekilde söyledikten sonra, bu cümlede evvelki tehdit ve korkuyu tekit [pekiştirme] için, fâsıkın [günahkâr] cinayetlerinin netice ve cezasını şöyle beyan etmiştir: “O fâsıklar, [günahkâr] âhiretlerini verip dünyayı aldıkları gibi, hidayeti dalâletle [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eden kafasız adamlardır.”

Şimdi üçüncü vazifeye geldik. Yani bu âyetin ihtiva ettiği cümlelerin heyetlerinden bahsedeceğiz.

Evvelâ bunu bilmek lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerimin âyetleri ve âyetlerin cümleleri ve cümlelerin heyetleri, saniye, dakika, saatleri sayan saatin milleri gibidirler. Millerin her ikincisi birincisine yardım ettiği gibi, bir âyet bir maksadı takip ettiği zaman, cümleleri de o maksadın etrafında dolaşırlar; cümlelerin heyetleri dahi, cümlelerin izini takip ediyorlar. Vaziyetleri öyle bir noktaya gelir ki; halleri, lisan-ı hal [beden dili] ile şu beyti okuyor:

عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ * وَكُلٌّ اِلٰى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ

Yani, “Söylediğimiz sözler ayrı ayrı ise de, senin hüsnün [güzellik] birdir. Bütün sözlerimiz, o hüsn-ü cemale işaret ediyorlar.” Bunun içindir ki, Kur’ân-ı Kerimin selâseti [akıcılık, sözün akıcı olması] ve yüksek belâgati [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] ve nakşındaki inceliği tabaka-i i’câza vâsıl olmuştur.

﴾ اِنَّ اللهَ لاَ يَسْتَحْيِىۤ اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا 2 ﴿

Bu cümledeki kelimelerin nüktelerinden [derin anlamlı söz] bahsedeceğiz:

﴾ اِنَّ ﴿ kelimesi, hem hükmün hakikate bağlı olduğuna, hem hükümde vâki olan tereddüd ve inkârların def’ine delâlet eder. Öyleyse bu اِنَّ âyetin başında zikredilen müteselsil [zincirleme] tereddüdlere işarettir.

302

﴾ اَللهَ ﴿ kelimesi, bundan önce zikredilen Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ile mümkinat [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] arasında yaptıkları kıyastaki hatayı, zihnin gözüne sokuyor. Yani, “Nasıl Allah diyorsunuz ve nasıl Allah’ı mümkinata [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] kıyas ediyorsunuz? Allah ünvanını taşıyan Zât, mümkinata [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] kıyas edilebilir mi?”

S – ﴾ لاَ يَسْتَحْيِى 1 ﴿ Hayâ, nefsin sıkılmasıyla yüzde peyda olan kızartıdan ibaret olduğundan, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hakkında bu kelimenin kullanılması muhaldir; muhali nefyetmekte [gönderilme, sürgün] faide yoktur. Binaenaleyh لاَ يَسْتَحْيِى yerinde لاَ يَتْرُكُ 2 denilmiş olsaydı, muhaliyete [imkansızlık] mahal kalmazdı?

C – بَعُوضَةً 3 ile yapılan temsili iktiza [bir şeyin gereği] eden ve hüsnünü [güzellik] takdir eden hikmet, belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] vesaire gibi esbaba karşı temsili terk etmek isteyen, hayâdan maada tek bir esbab yoktur. Hayâ da Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hakkında muhaldir. Öyleyse, o temsili terk etmeye asla sebep bulunmadığına işareten, لاَ يَسْتَحْيِى kelimesi, لاَ يَتْرُكُ kelimesine tercih edilmiştir. Çünkü لاَ يَتْرُكُ kelimesi, bu mânâyı ifade edemez. Yahut يَسْتَحْيِى ‘nin zikri, onların ahmakçasına söyledikleri

اَمَّا يَسْتَحْيِى رَبُّ مُحَمَّدٍ اَنْ يُمَثِّلَ بِهٰذِهِ الْمُحَقَّرَاتِ

Yani, “Muhammed’in Rabbi bu hakir şeylerden temsil getirmeye hayâ etmez mi?” diye söyledikleri sözlerindeki يَسْتَحْيِى kelimesine müşakelet [benzerlik; aynıyla karşılık verme] ve müşabehet [benzeme] içindir. Kur’ân-ı Kerim, belâgatçe [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] kıymetli olan مُشَاكَلَةً فِى الصُّحْبَةِ 4

303

üslûbuna binaen, onların kullandıkları يَسْتَحْيِى 1 kelimesini aynen kullanmıştır. Onların bu sözlerine müşâkelet ve müşabehet [benzeme] nokta-i nazarından [bakış açısı] اَنْ يَضْرِبَ 2 yerinde مِنَ الْمَثَلِ الْحَقِيرِ 3 denilmesi, müşabeheti [benzeme] saklamak için daha münasip olurdu. Fakat bu münasebetin nazara alınmaması, lâtif [berrak, şirin, hoş] bir üslûba işarettir ki, temsiller, mühür veya imzalar gibi tasdik ve ispat içindir. Nasıl ki yazılan birşey mühürlenmekle tasdik edilmiş olur; aynen bunun gibi, söylenilen bir söz de, bir misal ile tasdik ve ispat edilmiş olur.

Yahut ﴾ اَنْ يَضْرِبَ ﴿ ile paranın darbına ima edilmiştir. Yani, temsillerin darbı ve darb-ı meseller, [atasözü] sikkenin [mühür] darbı kadar kelâma kıymet veriyor. Yani, nasıl ki sikke, [mühür] gümüş ve altına kıymet veriyor; darb-ı meseller [atasözü] de kelâmlara o nisbette kıymet ve itibar veriyor. Ve bu işaretle, vehimleri def etmek için temsillerin güzel bir vasıta olduklarına ve temsillerin bid’a [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] olmayıp belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] sahasında işlek ve güzel bir cadde olduğuna îma edilmiştir. Evet, durub-u emsâl, malûm kaidelerdendir.

Daha kısa ve muhtasar [kısa] olan masdar-ı ضَرْبَ 4 üzerine اَنْ يَضْرِبَ ‘nin fiil sigasıyla tercihan zikredilmesi, itirazlarının menşei [kaynak] bizzat temsil olmayıp, بَعُوضَةً 5 ‘nin hakareti olduğuna işarettir. Çünkü temsiller haddizatında kıymetli olup, itirazlara mahal değildirler. Zira اَنْ يَضْرِبَ fiildir. Fiil, müstakil [bağımsız] ve sabit olmadığından,

304

sanki lâtiftir. [berrak, şirin, hoş] Mütekellimin [konuşan] kastı onda durmuyor, mef’ule [gr. nesne, tümleç; kendisine yapılanı bildiren isim, fiile yöneltilen ne, neyi, kimi sorularına cevap olarak alınan kelime] geçiyor. Masdar [fiillerin asıl kökü] olan ضَرْبَ 1 ise, isimdir. İsim, müstakil [bağımsız] ve sabit olduğu için, sanki kesiftir. [katı] Mütekellimin [konuşan] kastını cezb [çekme] edip, mef’ule [gr. nesne, tümleç; kendisine yapılanı bildiren isim, fiile yöneltilen ne, neyi, kimi sorularına cevap olarak alınan kelime] vermemesi ihtimali vardır. Binaenaleyh, اِنَّ اللهَ لاَ يَسْتَحْيِۤى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً 2 denilmemiş olsaydı, اِسْتِحْيَا mahalli ضَرْبَ olurdu. Halbuki istihyânın mahalli, بَعُوضَةً 3 ‘dir.

﴾ مَثَلاً 4 ﴿ Bundan murad, temsilin hâsiyeti [özellik] olan aklî birşeyi hissî birşeyle ve aslı olmayan mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] birşeyi muhakkak ve mevcut olan birşeyle ve gaip olan bir şeyi, hâzır birşeyle tasvir etmektir.

مَثَلاً ‘deki tenkirden [belirsiz kılma] anlaşılır ki, burada medâr-ı nazar, [dikkate alma, göz önünde bulundurma alanı, hedefi] bizzat meselin zâtıdır, sıfatları değildir. Sıfatları ise makamın iktizasına [bir şeyin gereği] veya mümessel-i lehin haline havale edilmiştir.

﴾ مَا ﴿ tâmimi [genelleştirme, yayma] ifade ettiğinden, kaidenin umumî olduğuna işarettir ki, cevap yalnız onların itiraz ettikleri şeye münhasır kalmasın.

﴾ بَعُوضَةً ﴿ Pek çok küçük ve hakir şeyler ve hayvanlar bulunduğu halde بَعُوضَةً ‘nin tahsisi, inde’l-büleğa temsil için istimali [çalıştırma, vazifelendirme] çok olduğuna binaendir.

305

﴾ فَمَا فَوْقَهَا ﴿ Yani, kıymet ve belagatçe bauzenin (sivrisinek) mâfevki [üst] veya küçüklükte bauzenin mâdunu veyahut hem kıymette, hem küçüklükte bauzenin mâdunu olan şeyler. Fakat مَا فَوْقَهَا tâbiri, küçük şeyin belâgatçe [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] daha garip, hilkatçe daha acip olduğuna işarettir.

﴾ فَاَمَّا الَّذِينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَۤا اَرَادَ اللهُ بِهٰذَا مَثَلاً * 1 ﴿

Bu cümlenin evvelki cümleden teferru’ ve teşa’ub [kısım ve bölümlere ayrılma] ettiğini ifade eden ف bu cümleyi her iki şıkkıyla intaç [netice verme] eden zımnî ve gizli bir delile işarettir. Tasviri şöyle olsa gerektir:

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] temsili terk etmez. Zira belâgatin [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] iktiza [bir şeyin gereği] ettiği bir temsildir; belâgatin [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] iktiza [bir şeyin gereği] ettiği şey terk edilmez. Öyleyse Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bu temsili terk etmez. Binaenaleyh, insafı olan, o temsilin beliğ, [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] hak ve Allah’tan olduğunu bilir. İnatla bakan adam ise hikmetini bilmez, tereddüde düşer, sorar, sual eder, en nihayet istihkar [küçümseme] ile inkâra girer.

Hülâsa: [esas, öz] Mü’min, insaflı olduğu için Allah’tan olduğunu tasdik eder. Kâfir olan adam inatçı olduğundan, “Bunda ne faide var?” der.

أَمَّا : Bu أَمَّا şart edatıdır. Dahil olduğu her iki cümleyi birincisi melzum, ikincisi lâzım veya evvelkisi şart, ötekisi meşrut olmak üzere, ikincisini birinci ile bağlar.

306

Evet bu أَمَّا iki cümle arasında lüzumu tesis etmek için vaz edilmiştir. Binaenaleyh, burada فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ 1 cümlesinin اَلَّذِينَ اٰمَنُوا 2 cümlesine lâzım ve zarurî olduğuna delâlet eder. Yani imanı olanın şe’ni, [belirleyici özellik] onun hak olduğunu bilmektir.

Kendisinden daha kısa olan اَلْمُؤْمِنُونَ 3 kelimesine bedel اَلَّذِينَ اٰمَنُوا denilmesi, onun hak olduğunu bilmek iman sebebiyle olduğuna ve keza onun hak olduğunu bilmek iman olduğuna işarettir.

Belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] nokta-i nazarından [bakış açısı] makama daha münasip olan اَنَّهُ الْبَلِيغُ 4 cümlesine tercihan اَنَّهُ الْحَقُّ 5 denilmesi onların itirazlarından kastettikleri son neticeye işarettir. Çünkü onlarla maksatları, Allah’tan olduğunu nefyetmektir. [gönderilme, sürgün]

اَنَّهُ الْحَقُّ Hakkaniyetin o temsile hasredilmesinden anlaşılır ki, takbih [çirkinlikle niteleme, çirkin bulma] edilmeyip istihsan [beğenme, güzel bulma] edilen yalnız بَعُوضَةً 6 temsilidir. بَعُوضَةً ‘nin gayrısı ve بَعُوضَةً ‘den daha iyisi, ayıplardan hâli [boş] olsa bile, belâgatçe [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] بَعُوضَةً ‘nin yerini tutamaz. Çünkü yalnız ayıplardan selâmet, [huzur] kemâle delil olamaz.

مِنْ رَبِّهِمْ 7 O temsilin, Rablerinden nâzil olduğunu ifade eden bu kayıt, onlar itirazlarına hedef ittihaz [edinme, kabullenme] ettikleri, o temsilin nüzulü olduğuna işarettir.

307

وَاَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا 1 Bu اَمَّا evvelki اَمَّا gibi mâkabllerindeki [önceki, öncesi] icmâli [özet] tafsil etmekle, tahkik [araştırma, inceleme] ve tekidi [kuvvetlendirme] ifade ediyor.

اَلَّذِينَ كَفَرُوا 2 ‘nun اَلْكَافِرُونَ 3 kelimesine tercihan zikredilmesi, onların bu inkârı, kalblerinde rüsuh [kökleşme, sağlamlaşma] peydâ eden küfürden neş’et [doğma] ettiğine ve onun için onları yine küfre [inançsızlık, inkâr] götürdüğüne işarettir.

Evvelki cümledeki يَعْلَمُونَ 4 ‘nin mutabakatı için burada فَلاَ يَعْلَمُونَ 5 denmesi münasip iken, onun yerine zikredilen فَيَقُولُونَ 6 îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] ve ihtisar [kısaltma] için mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] olan hallerden kinayedir. [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme]

Takdir-i kelâm: “Küfrü [inançsızlık, inkâr] olan adam, hakikati bilmez, tereddüde düşer, inkâra girer, istifham [soru sorma] şeklinde istihkar [küçümseme] eder, hakir görür.”

Ve keza, kendileri dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] oldukları gibi, ağızlarıyla halkı da dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sürüklediklerine işarettir.

يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَيَهْدِى بِهِ كَثِيرًا 7 Bu cümleden evvelki cümlede اَلَّذِينَ اٰمَنُوا 8 mukaddem [evvel, önce] olduğuna nazaran, burada ona münasip olan يَهْدِى بِهِ 9 nin takdimi lâzımken, يُضِلُّ بِهِ takdim edilmiştir. Çünkü bu kelâmdan maksat, inkâr edenlerin itirazlarını reddetmektir. Buna binaen, يُضِلُّ بِهِ kesb-i ehemmiyet ettiğinden, takdim hakkını kazanmıştır.

308

S – Dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yerine يُضِلُّ 1 hidayet yerine يَهْدِى 2 yani masdardan [fiillerin asıl kökü] fiile olan udulden maksat nedir?

C – Fiil-i muzâri, teceddüd [yenileme] ve istimrara [devam etme] delâlet ettiğinden, yirmi üç sene devam eden nüzul-ü Kur’ân’ın parça parça teceddüdü [yenileme] nisbetinde, onların zulmet-i küfriyelerine kat kat zulmetlerin ilâvesine sebebiyet verdiğine, mü’minlerin de nüzulün teceddüdü [yenileme] nisbetinde nur-u imanlarının [iman aydınlığı] derece derece yükselmesine bâis [sebep, neden] olduğuna işarettir.

Ve keza, bu cümle مَاذَا اَرَادَ اللهُ 3 ilâ âhir, [sonuna kadar] cümlesiyle işaret edilen istifhama [soru sorma] cevap olduğu için, her iki fırkanın vaziyetlerini beyan etmek icap [gerekli kılma] etmiştir. Ve bu icaba binaen, masdara [fiillerin asıl kökü] tercihan fiil zikredilmiştir. Yani bir fırkanın vaziyeti dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ötekisinin de hidayettir.

كَثِيرًا 4 Evvelki كَثِيرًا ‘dan kemiyet [çokluk] ve adetçe çokluk irade edilmiştir.

İkinci كَثِيرًا ‘dan keyfiyet ve kıymetçe çokluk kastedilmiştir. Ve aynı zamanda, Kur’ân’ın nev-i beşere rahmet olduğunun sırrına işarettir.

Evet, insanların az bir kısmının fazilet ve hidayetlerini çok görmek ve göstermek, Kur’ân’ın beşere karşı merhametli ve lütufkâr olduğunu gösterir.

Ve keza, bir fazilet sahibi, bin faziletsize mukabildir. Bu itibarla, fazileti taşıyan, az olsa da çok görünür.

وَمَا يُضِلُّ بِهِۤ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ 5 Evvelki cümlede mutlak ve müphem [belirsiz] olarak

309

zikredilen كَثِيرًا 1 ‘den hasıl olan vesveseleri, korkuları, tereddütleri bu cümle ile şöyle def etmiştir ki: “Dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gidenler, fâsıklardır. [günahkâr] Dalâletlerinin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] menşei [kaynak] de fısktır. [günah] Fıskın [günah] sebebi ise kisbleridir. [çalışma] Suç onlarda olup, Kur’ân’da değildir. Dalâleti halk etmek, yaptıklarının cezası içindir.”

Yine bilinmesi lâzımdır ki, bu cümlelerin herbirisi mâkablini [önceki, öncesi] şerh ve beyan eder, mâbadi de onu tefsir eder. Demek her cümle, mâkabline [önceki, öncesi] delil, mâbadine neticedir. İki silsile ile bunu izah edeceğiz.

1. Allah, o temsilden hayâ etmez. Çünkü O, temsili terk etmez. Hem o temsil beliğdir. Hem o temsil haktır. Hem o temsil, Allah’ın kelâmıdır. Bunu da mü’min olan kimseler bilir.

2. Allah, münkirlerin [Allah’a inanmayan] dedikleri gibi, o temsilden hayâ etmez. O münkirler, [Allah’a inanmayan] “O temsilin terki lâzımdır” diyorlar. Zira o temsilin hikmetini bilmezler. Hem “Bunda ne faide var?” derler. Hem inkâr ediyorlar; zira hakîr görüyorlar. Hem, işitmeleriyle dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] girdiler; zira Kur’ân onları dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] attı. Hem onlar fıskla [günah] kabuklarından çıktılar, hem Allah’a olan ahidlerini bozdular, hem sıla-i rahmi [akraba bağı, ziyareti] kestiler, hem arzda Allah’ın nizam ve intizamını ifsad [bozma] ettiler. Binaenaleyh, hâsir ve zararlı onlardır. Dünyada vicdan, kalb ve ruhun azabı ile, âhirette de Allah’ın gazabıyla ebedî bir azap içinde kalan onlardır.

﴾ اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَۤا اَمَرَ اللهُ بِهِۤ اَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ * 2 ﴿

Evvelâ bilinmesi lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerimin i’câz [mu’cize oluş] ve nazmında [diziliş, tertip] şek [şüphe] ve şüpheleri ika eden fâsıkların, [günahkâr] bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr [adı geçen] sıfatlarla

310

tavsifleri, [bir sıfatla niteleme] pek yüksek ve lâtif [berrak, şirin, hoş] bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kur’ân-ı Kerim diyor ki: “Kur’ân-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] i’câzını [mu’cize oluş] göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların, [günahkâr] Kur’ân-ı Kerîmin de nazm [diziliş, tertip] ve i’câzında [mu’cize oluş] tereddütleri ve kör gözleriyle i’câzını [mu’cize oluş] göremeyip inkâr etmeleri, baîd [uzak] ve garip değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı, tesadüfe; ve tahavvülat-ı [başka bir hâle geçme, dönüşme] garibeyi ve inkılâbât-ı acibeyi, abesiyete [anlamsızlık] ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur’ân’ın mu’ciz olan nazmını [diziliş, tertip] karışık, mukaddemelerini [evvel, önce] akîm, [neticesiz] semerelerini [meyve] acı gördüler.”

﴾ يَنْقُضُونَ ﴿ “Örülmüş kalın bir şeridi açıp dağıtmak” mânâsını ifade eden نَقَضَ tâbiri, yüksek bir üslûba işarettir. Sanki Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ahdi meşiet, [dilek, arzu] hikmet, inayet‘in [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ipleriyle örülmüş nûranî bir şerittir ki; ezelden ebede kadar uzanmıştır. Bu nuranî şerit, kâinatta nizam-ı umumî [genel düzen] şeklinde tecellî ederek, silsilelerini kâinatın envaına dağıtırken, en acip silsilesini nev-i beşere uzatmıştır ve ruh-u beşerde [insan ruhu] pek çok istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve kabiliyetlerin tohumlarını ekmiştir. Fakat o istidatların [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] terbiyesini ve neticesini, cüz-ü ihtiyarînin [insandaki çok az seçim gücü, irade] eline vermiştir. O cüz-ü ihtiyarînin [insandaki çok az seçim gücü, irade] yuları da, şeriatın, yani delâil-i nakliyenin eline verilmiştir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ahdini [söz, vaad] bozmamak ve ifa etmek, ancak o istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] lâyık ve münasip yerlerine sarf etmekle olur.

Ahdin [söz, vaad] nakzı [bozma, yok sayma] ise, bozmak ve parçalamaktan ibarettir. Meselâ, bazı enbiya[nebiler, peygamberler] iman ve tasdik, bazılarını inkâr ve tekzip; bazı hükümleri kabul, bazılarını red; bazı âyetleri tahsin, [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] bazılarını kabih [çirkin] ve çirkin görmek gibi. Zira böylece yapılan nakz[bozma, yok sayma] ahd nazmı, nizamı, intizamı ihlâl eder, bozar.

311

﴾ وَيَقْطَعُونَ مَۤا اَمَرَ اللهُ بِهِۤ اَنْ يُوصَلَ 1 ﴿ Bu cümledeki emir, iki kısımdır.

Birisi, teşriîdir [şeriata dair] ki, sıla-i rahim [akraba ile bağlantı] ile tâbir edilen akraba ve mü’minler arasında şer’an emredilen muvasala hattıdır.

Diğeri, emr-i tekvînîdir [Allah’ın varlıkları şekillendirmeye yönelik emri] ki, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] kanunlarla âdetullahın [Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] tazammun [içerme, içine alma] ettiği emirlerdir. Meselâ, ilmin i’tâsı, [verme, ihsan etme] mânen ameli emrediyor; zekânın i’tâsı, [verme, ihsan etme] ilmi emrediyor; istidadın [kabiliyet] bulunması, zekâyı; aklın verilmesi, marifetullahı; [Allah’ı bilme ve tanıma] kudretin verilmesi, çalışmayı; cesaretin verilmesi, cihadı mânen ve tekvînen emrediyor.

İşte o fâsıklar, [günahkâr] bu gibi şeylerin arasında şer’an ve tekvînen tesis edilen muvasala hattını kesiyorlar. Meselâ akılları mârifetullaha, [Allah’ı tanıma, bilme] zekâları ilme küs olduğu gibi, akrabalara ve mü’minlere dahi dargın olup, gidip gelmiyorlar.

﴾ وَيُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ 2 ﴿ Evet, fıskla [günah] bozulan bir adam, bataklığa düşüp çıkamayan bir şahıs gibi, çokların da o bataklığa düşmelerini istiyor ki, maruz kaldığı o dehşetli hâlet, [durum] bir parça hafif olsun. Çünkü musibet umumî olursa hafif olur.

Ve keza, bir şahsın kalbinde bir ihtilâl, bir fenalık hissi uyanırsa, yüksek hissiyatı, kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] sukut [alçalış, düşüş] etmeye başlar; kalbinde tahribata, fenalığa bir meyil, [arzu, istek] bir zevk peyda olur. Yavaş yavaş o meyil [arzu, istek] kalbinde büyür; sonra o şahıs, bütün lezzetini, zevkini tahribatta, fenalıkta bulur. İşte o vakit, o şahıs, tam mânâsıyla arzda yırtıcı bir hayvan, ihtilâli çıkarıp büyüten bir belâ, fesadı durmayıp karıştıran bir âfet kesilir.

S – Bir fâsıkın [günahkâr] fıskıyla [günah] arzın müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olması akıldan uzaktır.

C – Madem ki arzda nizam var; muvazene [karşılaştırma/denge] de olmalıdır. Hattâ nizam, muvazeneye [karşılaştırma/denge] tâbidir. Binaenaleyh, bir makinenin dişleri arasına küçük birşey düşerse, makine müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olur, belki faaliyeti de durur. Veya faraza iki dağ bir teraziyle tartılırken, terazi muvazi [denk, eşit] olduğu vakit bir gözüne bir ceviz ilâve edilirse,

312

müvazenesi [karşılıklı dengeye getirme] bozulur. Dünyanın da manevî nizam makinesi böyledir. Mütemerrid [inatçı] bir fâsıkın [günahkâr] fıskı, [günah] arzın muvazene-i mâneviyesinin bozulmasına vesile olabilir.

﴾ اُولٰۤئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ * 1 ﴿

اُولٰۤئِكَ 2 üç şeyi ifade ediyor:

Birisi ihzar, [hazırlama] ikincisi mahsusiyet, üçüncüsü uzaklıktır.

Demek bu اُولٰۤئِكَ gaip olan o fâsıkları [günahkâr] ihzar [hazırlama] eder, mahsus bir şekilde gösterir.

S – Onların ihzarını [hazırlama] icap [gerekli kılma] eden sebep nedir?

C – Sâmiin [dinleyen, işiten] talep ve isteğidir. Evet, onların pis ahvâlini [haller] işiten sâmi, [dinleyen, işiten] onlara karşı hissettiği hiddet ve nefretini izale [giderme] için, hüsran ile tecziye [cezalandırma] ve tavsiflerinde, [bir sıfatla niteleme] sanki onları karşısında hazır olarak görmek istiyor, tâ “Oh, oh!” demekle kalbi rahat olsun.

Müşahedeleri mümkün olmadığı halde اُولٰۤئِكَ ile mahsus gösterilmeleri, güya pis ahvalleri, [durumlar] habis [çirkin, pis] sıfatları ve şöhret ve kesretleri [çokluk] öyle bir hadde bâliğdir [erişen, ulaşan] ki, herkesin nazar-ı nefreti [nefret bakışları] önünde onların o hallerini tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] ettirerek mahsus bir şekilde gösterir. Ve bu işaretten, hasârete [zarar] mahkûm olduklarının sebebi de anlaşılmış olur.

O fâsıklara [günahkâr] râci [ait] olan اُولٰۤئِكَ ‘nin ifade ettiği uzaklık ise, onların tarik-ı haktan uzaklıkları öyle bir dereceye baliğdir ki, bir daha tarik-ı hakka rücuları mümkün olmayıp, bu yüzden zemme, tahkire [aşağılama] müstahak olduklarına işarettir.

Hasrı ifade eden هُمْ 3 hasâretin [zarar] onlara münhasır olduğuna delâlet eder. Hattâ

313

mü’minlerin bazı dünya lezzetlerinde hasâretleri, [zarar] hasâret [zarar] sayılmaz. Ve yine mü’minlerden ehl-i ticaretin ticaretlerinde vâki olan zararları hasaret değildir.

اَلْخَاسِرُونَ 1 ‘deki harf-i târif, [gr. Arapça’da isimlerin başına gelen ve o ismi belirli, bilinen bir isim yapan “el” takısı] cinsi ve hakikati ifade eder. Yani, “Hüsran görenlerin hakikatini, cinslerini görmek isteyen varsa, onlara baksın.”

Ve keza, onların meslekleri mahz-ı hasârettir, başka hasâretlere benzemiyor.

اَلْخَاسِرُونَ Hasâretin [zarar] mutlak bırakılması, yani birşeyle takyid [kayıt altına alma, sınırlandırma] edilmemesi, hasâretin [zarar] bütün envâına [tür] şâmil [içine alan] olduğuna işarettir. Meselâ, vefâ-i ahidde nakz [bozma, yok sayma] ile hasâret [zarar] ettiler sıla-i rahimde [akraba ile bağlantı] kat’ [aşma, yükselme] ile, ıslahda ifsad [bozma] ile, imanda küfür ile, saadet-i ebediyede [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] şekavetle yaptıkları hasâretler [zarar] gibi.

ba

314

﴾ كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللهِ وَكُنْتُمْ اَمْوَاتًا فَاَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ * 1 ﴿

Yani, “Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizin hayatınız yoktu, O size hayatı verdi. Sonra sizi öldürecektir, sonra yine hayat verecektir, sonra ona rücu edip gideceksiniz.”

Âyetlerin nazmına [diziliş, tertip] ait üç vecih, [yön] bu âyette de câridir.

Bu âyetin mâkabliyle [önceki, öncesi] irtibatı:

Evet, Kur’ân-ı Kerim, vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki insanları ibadete ve Allah’a îman etmeye dâvet etti. Ve îmanın itikad [inanç] edilecek esaslarıyla yapılacak hükümlerini icmâlen, [özet] delillerine işareten zikretti. Evvelce mücmelen [kısa, kısaca] işaret edilen delilleri tazammun [içerme, içine alma] eden nimetlerin tâdâdiyle, [sayma] bu âyette de zikretmeye avdet [geri dönme] etti.

Evet, bu âyetle, en büyük nimet olan hayata işaret edilmiştir. İkinci âyetle, beka nimetine işaret edilmiştir. Evet, semavat ve arzın tanzimatı, hayatın kemal [fazilet, olgunluk] ve saadetini temin eder.

Üçüncü âyetle, beşerin kâinat üzerine tafdil [üstün tutma] ve tekrimine [saygı gösterme] işarettir.

Dördüncü âyetle, beşere tâlim-i ilim nimetine işaret yapılmıştır. Bu nimetlerin suretine, yani nimet oldukları cihete bakılırsa, inayet-i İlâhiyeye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] delil oldukları gibi, ibadete de delildirler. Çünkü nimetleri verene şükür vâciptir; küfran-ı nimet, [nimete karşı nankörlük] aklen de haramdır. Eğer o nimetlerin hakikatlerine bakılırsa, mebde [başlangıç] ve meâdı [âhiret, dönülecek yer] ispat eden delillerdir.

Ve keza, bu âyet, geçen kâfir ve münafıkların bahsine de nâzırdır. Onun için, taaccübü [hayret etme, şaşkınlık] ifade etmekle inkârı tazammun [içerme, içine alma] eden كَيْفَ 2 ile yapılan istifham, [soru sorma] onların tehditlerine işarettir.

315

Şimdi, bu cümlelerin aralarındaki irtibat ve münasebetlerden bahsedeceğiz.

Evet, Kur’ân-ı Kerim, evvelce gaibane yaptığı hikâyeden sonra, burada hitaba başladı. Bu da, belâgatçe [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] malûm bir nükte [derin anlamlı söz] içindir. Şöyle ki:

İnsan, bir adamın fenalığından, ayıplarından bahsederken, hiddeti, gazabı o kadar galebe [üstün gelme] eder ki, hayalen, hayalî bir ihzar [hazırlama] ile hitap suretiyle kendisine tevcih-i [yöneltme] kelâm etmeye başlar. Veya iyiliklerinden bahsederken şevki ve aşkı galeyana gelir; hemen hayalinin karşısına getirir, kendisine hitap ile konuşmaya başlar. Bu “iltifat” ile tesmiye [isimlendirme] edilen bir kaidedir. Bu kaidenin, lisan-ı Arapta büyük bir mevkii vardır. İşte Kur’ân-ı Kerim, bu kaideyi takiben كَيْفَ تَكْفُرُونَ 1 diyerek, siga-i hitap ile onlara tevcih-i [yöneltme] kelâm etmiştir.

Sonra, vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki bu makamda takip edilen maksat, iman, ibadet etmek ve küfran-ı nimet [nimete karşı nankörlük] etmemek, küfrü reddetmek gibi geçen usul ve esasları ispat için lâzım olan delilleri zikretmektir ve delillerin en vâzıhı, [açık] ahvâl-i beşer silsilesinden istifade edilen delillerdir ve nimetlerin en büyüğü, o silsilenin ukde [düğüm] ve düğümlerindendir. Kur’ân-ı Kerim,

  وَكُنْتُمْ اَمْوَاتًا فَاَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 2 olan âyet-i kerime ile, beş düğümlü, mürettep [bağlantılı, dizili] o silsile-i acibeye işaret etmiştir. Biz de o beş düğümü, beş mes’elede hal ve beyan edeceğiz.

Birinci mes’ele: كُنْتُمْ اَمْوَاتًا 3 cümlesi ukdeyi, [düğüm] yani birinci düğümü açıyor. Şöyle ki:

İnsanın cesedini teşkil eden zerreler, âlemin zerratı [atomlar] içinde camid, [cansız] dağınık bir şekilde iken, bakarsın ki, mahsus bir kanunla, muayyen bir nizamla intizam altına

316

alınarak âlem-i anâsıra gönderilir. Âlem-i anâsırda sâkit, [suskun, susan] sâkin, gizli bir vaziyette iken, birden bire kafile kafile, muayyen bir düsturla, [kâide, kural] yevmî [günlük] bir intizamla, bir kast ve hikmet altında âlem-i mevalide intikal eder. Âlem-i mevalidde de, sükût içinde iken, birdenbire acip, garip bir tarz ile nutfeye [memelilerin yaratıldığı su] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Sonra müteselsil [zincirleme] inkılâplar [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ile “alaka[zigot; döllenmiş hücre] olur, sonra mudga [et parçası] olur, sonra et, kemik olur. Bu inkılâpların [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] herbirisi, evvelkisine nisbeten daha mükemmel ise de, lâyıkına göre mevattır, [ölmüş] yani hayatsızdır.

S – Mevt, [ölüm] hayatın zevalidir. [geçip gitme] Halbuki o zerrelerde hayat yoktur ki, zevali, [geçip gitme] mevt [ölüm] olsun.

C – Mevtin [ölüm] o zerrelere ıtlak [belli bir sınırın konulmaması; genel bırakma] edilmesi, mecazdır. Sebebi ise, üçüncü, dördüncü düğümleri zihne kabul ettirmek üzere, zihin için bir hazırlamadır.

İkinci mes’ele: فَاَحْيَاكُمْ 1 düğümünü açıyor.

Evet, hayat, kudret-i ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] en büyük ve en ince ve en acip bir mu’cizesidir ve bütün nimetlerden üstündür ve mebde [başlangıç] ve meâdın [âhiret, dönülecek yer] burhanlarından [delil] en zahir burhandır. [delil]

Evet, hayat nevilerinin en ednâ[basit, aşağı] nebat [bitki] hayatıdır. Hayat-ı nebatiyenin [bitki hayatı] başlangıcı, çekirdekte veya habbede hayat düğümünün uyanıp açılmasıdır. Bunun keyfiyeti o kadar zahir, o kadar umumî, o kadar melûf [alışılmış] iken, zaman-ı Âdemden [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] şimdiye kadar hikmet-i beşerden [insanın bilgi ve felsefesi] ve felsefesinden gizli kalmıştır. İşte hayatın ne derece ince olduğu anlaşıldı.

Ve keza, hayatı olmayan bir cisim, en büyük bir dağ da olsa tektir, yetimdir, mekânından başka birşeyle münasebeti yoktur. Lâkin balarısı gibi küçük bir cisim, hayata mazhar [erişme, nail olma] olduğu zaman, bütün kâinatla münasebettar [alâkalı, ilgili] olur ve herşeyle alışveriş yapar. Hattâ diyebilir ki, kâinat benim mülkümdür, benim yerimdir. Kâinatın her tarafına gider, havassıyla [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] tasarruf eder, bütün eşya ile

317

kesb-i muarefe eder. Bilhassa hayat-ı insaniye tabakasına çıkan hayat, aklın nuruyla âlemleri gezmiş olur. Âlem-i cismanîde [maddî âlem] tasarruf ettiği gibi, âlem-i ruhanîde [maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemi] gezer, âlem-i misâle [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] seyahat eder. Kendisi o âlemleri ziyarete gittiği gibi, o âlemler de, onun ruhunun âyinesinde temessül [belirme, görünme] etmekle iade-i ziyaret etmiş gibi olurlar. Hattâ insan, “Âlem, Allah’ın fazlıyla benim için halk olunmuştur” diyebilir.

Hayat-ı insaniye, herbirisi çok tabakalara şâmil [içine alan] olarak, hayat-ı maddiye, [maddî hayat] hayat-ı ruhaniye, hayat-ı mâneviye, [maddî olmayan hayat] hayat-ı cismâniye gibi nevilere ayrılır, inbisat [genişleme, yayılma] eder. Demek ziya, renk ve cisimlerin görünmesine sebep olduğu gibi, hayat da, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] kâşifi ve sebeb-i zuhurudur.

Evet hayat, bir zerreyi bir küre gibi yapar; ashab-ı hayatın herbirisi, “Âlem benimdir” diyebilir. Aralarında müzahame [zahmet verme, itişip kakışma] ve münakaşa da olmaz. Müzahame [zahmet verme, itişip kakışma] ve münakaşa, yalnız nev-i beşerde olur. İşte, hayatın ne büyük bir nimet olduğu anlaşıldı.

Ve keza camid, [cansız] dağınık bazı zerrelerin birden bire bir vaziyetten çıkıp, mâkul bir sebep olmadığı halde diğer bir vaziyete girmesi, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücuduna zahir bir delildir. Hattâ hayat, hakikatlerin en eşrefi, [en şerefli] en temizidir; hiçbir cihetle hısseti [cimrilik] yoktur, çirkin bir lekesi yok. Hayatın dışı da, içi de, her iki yüzü de lâtiftir. [berrak, şirin, hoş] Hattâ en küçük ve hasis bir hayvanın hayatı bile yüksektir. Bunun içindir ki, hayat ile kudret arasında zahirî bir sebep tavassut [vasıta olma, aracılık etme] etmiyor. Hayata bizzat kudretin mübaşereti, [bir işe başlama, girişim, temas etme] izzete [büyüklük, yücelik] münâfi [aykırı] değildir. Halbuki umur-u hasiseye [alçak ve değersiz işler] kudretin zahiren mübaşereti [bir işe başlama, girişim, temas etme] görünmemek için esbab-ı zâhire vaz edilmiştir. Demek, hayatta hısset [cimrilik] yoktur. İşte bundan anlaşıldı ki, hayat, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücuduna en zahir bir delildir.

Ve keza, en basit bir cismin geçirmiş olduğu inkılâbat [büyük değişimler] ve tahavvülâta [başka bir hâle geçme, dönüşme] dikkatle bakılırsa görülür ki, âlem-i zerrattaki zerreler, âlem-i anâsıra intikal edince başka suretlere girerler, âlem-i mevâlidde, başka suretlere dönerler, nutfede [memelilerin yaratıldığı su] başka

318

vaziyet alırlar, sonra “alaka[zigot; döllenmiş hücre] olur, sonra mudga [et parçası] olur, sonra bir insan suretini giyer, ortaya çıkarlar. Bu kadar inkılâbât-ı acibe esnasında, zerreler öyle muntazam harekât ve muayyen düsturlar [kâide, kural] üzerine cereyan ederler ki, sanki bir zerre, meselâ âlem-i zerratta iken vazifelendirilmiş ve Abdülmecid’in gözünde yer alıp vazife görmek üzere yola çıkarılmıştır. Bu hali, bu vaziyeti, bu intizamı gören bir zihin, bilâ-tereddüt [tereddütsüz] hükmeder ki, o zerreler, bir kasıtla ve bir hikmet altında gönderilir. İşte zerrâtın [atomlar] hayata mazhariyeti için geçirdiği bu kadar acip ve garip tavırlar, insana, ikinci bir hayatın bu hayattan daha kolay ve daha sehil [kolay] olduğuna da bir kanaat getirir.

İşte, hayatın mebde [başlangıç] ve meâde [âhiret, dönülecek yer] delil olduğu bu hakikatlerden anlaşıldı. فَاَحْيَاكُمْ 1 cümlesi, ثُمَّ يُحْيِيكُمْ 2 cümlesine bir delil gibidir; hepsi de birlikte, كَيْفَ 3 ‘den istifâde edilen inkâra delildir.

Üçüncü mes’ele: ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ukdesini [düğüm] açar. Evet, mevtin [ölüm] de hayat gibi mahlûk olduğuna, mevtin [ölüm] idam [hiçlik, yokluk] ve adem-i mahz olmadığına delâlet eder. Mevt, [ölüm] ancak, ruhun ceset kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân [mekân değişikliği] etmesinden ibarettir.

Ve keza, nev-i beşerde mevcut emârât [belirtiler, işaretler] ve işârât-ı kesireden kat’iyetle anlaşılır ki, insan öldükten sonra birşeyi bâki kalır; o şeyi de, ancak ruhtur. Demek, ruhun bekası, hâsse-i zâtiyedir. [zâtî özellik; bizzat zâtında bulunan nitelik] Bu hâsse-i zâtiyenin [zâtî özellik; bizzat zâtında bulunan nitelik] bir fertte mevcut olması nev’in tamamında mevcut olmasını istilzam [gerektirme] etmekle, mûcibe-i cüz’iyenin mûcibe-i külliye hükmünde olduğuna bir misal teşkil ediyor. Binaenaleyh, mevt, [ölüm] hayat gibi bir mu’cize-i kudrettir. [Allah’ın kudret mu’cizesi] Yoksa, hayat şartları bulunmadığından ademin dairesine girmiş değildir.

S – Ölüm nasıl nimet olur ve ne suretle nimetlerin sırasına dahil edilmiştir?

319

C – Evvelâ: Ölüm, saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] mukaddemedir; [evvel, önce] bu itibarla nimet sayılabilir. Çünkü nimetin mukaddemesi [evvel, önce] de nimettir. Nitekim vâcibin mukaddemesi [evvel, önce] vâcip, haramın mukaddemesi [evvel, önce] haramdır.

Saniyen: [ikinci olarak] Ölüm, muzır [zararlı] hayvanlarla dolu bir hapisten geniş bir sahrâya çıkmak gibidir. Binaenaleyh, ruh, ceset kafesinden çıkarsa necat [kurtuluş] bulur.

Salisen: [üçüncü olarak] Ölüm olmasaydı, küre-i arz [yer küre, dünya] nev-i beşeri istiab [içine alma, kaplama] edemezdi ve nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] müthiş perişaniyetlere maruz kalırdı.

Rabian: [dördüncü olarak] İhtiyarlık yüzünden öyle bir dereceye gelenler var ki, tekâlif-i hayatiyeye [hayatla ilgili sorumluluklar ve yükümlülükler] kàdir olamaz, daima ölümünü isterler.

İşte bunun için, ölüm nimettir.

Dördüncü mes’ele: ثُمَّ يُحْيِيكُمْ 1 ukdesinin [düğüm] beyanındadır.

Evet bu hayat, ikinci hayattır ki, ölümden sonra, haşirden evvel vukua gelir. Demek, hayat-ı uhreviye [âhiret hayatı] bu ikinci hayatla başlar. Binaenaleyh, bu يُحْيِيكُمْ ‘deki hitap, yalnız insanlara ait değildir, bilcümle kâinata râcidir. [ait] Çünkü bu hayat-ı uhreviye, [âhiret hayatı] bütün kâinatın neticesidir. Eğer bu hayat olmasa, kâinatta hakikat denilen herşey, zıddına inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Meselâ nimet nıkmet [sıkıntı, azap] olur, akıl belâ olur, şefkat yılan olur.

Beşinci mes’ele: ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 2 ‘un ukdesi [düğüm] hakkındadır.

Evet, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] âlem-i kevn [varlık âlemi, kâinat] ve fesad denilen şu âlemde hüsün, [güzellik] kubuh, [çirkinlik] nef’, [fayda] zarar gibi zıtları, çok hikmetlere binaen karışık bir tarzda yaratmıştır. Hem de izhar-ı izzet için vesait [araçlar, vasıtalar] ve esbâbı [sebepler] vaz etmiştir. Haşir ve kıyamette kâinat tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıtlar biribirinden ayrılır ve esbab [sebebler] ile vesait [araçlar, vasıtalar] de ortadan kalkar. Ortadaki perde ve hicap kalktıktan sonra, herkes Sâniini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] görür ve hakikî Mâlikini bilir.

320

 Tetimme

 Mezkûr âyetteki cümlelerin arasındaki irtibatın hülâsasına [esas, öz] bir zeyildir. [ilave, ek]

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki onların küfrünü, [inançsızlık, inkâr] istifham [soru sorma] ifade eden كَيْفَ 1 ile reddetti ve halkı da taaccübe [hayret etme, şaşkınlık] dâvet ettive ondan sonra gelen dört büyük inkılâbı [değişim, devrim] gösteren dört cümle ile burhan [delil] getirerek ispat etti.O inkılâpların [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] herbirisi, çok tavırlara, vaziyetlere ve mertebelere şâmil [içine alan] olduğu gibi, kendinden sonra gelen inkılâpları [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] hazırlayıcı birer mukaddeme [başlangıç] oldu.

Birinci inkılâba, وَكُنْتُمْ اَمْوَاتًا cümlesiyle işaret edilmiştir. Yani, bir insanın cesedini teşkil eden zerrelerin âlem-i zerratta geçirmiş olduğu vaziyetlerden son vaziyetine işarettir ki, فَاَحْيَاكُمْ 2 cümlesiyle işaret edilen ikinci inkılâba mukaddeme [başlangıç] olur. Hakaik-i kevniyenin en acibi olan şu ikinci inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] da çok mertebelere, çok tavırlara şâmildir [içine alan] ki, son tavrı, vaziyeti ثُمَّ يُمِيتُكُمْ 3 cümlesiyle işaret edilen üçüncü inkılâba mukaddeme [başlangıç] olur. Bu inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] dahi pek çok berzahî [iki şey arasındaki geçiş yeri] tavırlara şâmil [içine alan] olup, son vaziyeti ثُمَّ يُحْيِيكُمْ 4 cümlesiyle işaret edilen dördüncü inkılâpta [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] tamamlanır. Bu dördüncü inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] dahi, birçok kabrî ve haşrî vaziyetlere şâmil [içine alan] olup, en son vaziyeti ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 5 cümlesiyle hitam [son, sonuç] bulur.

Demek bir zîhayatın [canlı] cesedi, birinci inkılâbın [değişim, devrim] birinci vaziyetinden başlamak üzere daima teceddüd [yenileme] eder, tazelenir. Yani, bir libastan, [elbise] bir kıyafetten çıkar,

321

daha güzel bir libasa, [elbise] bir kıyafete girer. Ve hâkezâ, böylece saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] mazhar [erişme, nail olma] oluncaya kadar devam eder. Binaenalâhâzâ, bir zîhayatın [canlı] şu müteselsil [zincirleme] vaziyetlerine bakan bir adam, nasıl inkâra cesaret edebilir?

Şimdi mezkûr [adı geçen] âyetteki cümlelerin heyetlerinden bahsedeceğiz.

Birinci cümle: ﴾ كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللهِ 1 ﴿ Bu cümle ile yapılan istifham, [soru sorma] o kâfirlerin zihinlerini, gözlerini, yaptıkları kötülüğe, fenalığa çevirtir. Tâ ki, bizzat şekavetlerini görsünler; belki insafa gelip ikrar ederler.

﴾ تَكْفُرُونَ 2 ﴿ ‘deki hitap, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şiddet-i gazabına işarettir. Çünkü gaipten hitaba yapılan iltifat, ya şiddet-i hiddete veya kesret-i muhabbete işarettir.

تَكْفُرُونَ ‘ye bedel لاَ تُؤْمِنُونَ 3 ‘nin zikredilmemesi, onların şiddet-i inatlarına işarettir. Çünkü onlar, hakkaniyeti delâil [deliller] ile sabit olan imanı terk ve butlanı, [bâtıl oluş] burhanlar [delil] ile sabit olan küfrü [inançsızlık, inkâr] kabul ettiler.

﴾ وَكُنْتُمْ اَمْوَاتًا 4 ﴿ Bu cümledeki و vâv-ı hâliyedir; yani mâbadinin mâkabline [önceki, öncesi] hal olduğuna delâlet eder. Demek وَكُنْتُمْ اَمْوَاتًا , تَكْفُرُونَ 5 ‘nin fâiline [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] haldir. Halin, zevilhâlin âmili ile beraber olması şarttır. Halbuki burada dört cümle vardır. Bunlardan ikisi mâzi, ikisi müstakbel [gelecek] olduklarından, zevilhâlin âmili

322

olan تَكْفُرُونَ 1 ile zamanca mukarin [beraber bulunan, bir arada olan] değildirler. Binaenaleyh و ‘ın hâliyeti, bir mukaddere [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] işarettir.

Takdir-i kelâm: 2 وَتَعْلَمُونَ اَنَّكُمْ كُنْتُمْ اَمْوَاتًا Bu itibarla, تَكْفُرُونَ ‘nin fâiline [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] تَعْلَمُونَ 3 cümlesi hâl [çözüm] olur. Öteki cümleler اَنَّ ‘ye haber olurlar.

S – Onlar, birinci ölüm ile bir hayatı bilirlerse de, Allah’tan olduğunu bilmezler, inkâr ederler. İkinci hayat ile Allah’a rücuu zaten inkâr ederler.

C – Cehli izale [giderme] edecek deliller zahir iken o veçhile [yön] cehil [bilgisizlik] denilmemesi, belâgatin [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] kaidelerinden biridir. Buna binaen, birinci mevt [ölüm] ile birinci hayatın etvar [tavırlar, davranışlar] ve ahvâline [haller] yapılan dikkat, Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] ikrar ve tasdik etmeye icbar [zoraki, zorlama] eder. Ve aynı zamanda evvelki hayat ve mematın [ölüm] Allah’tan olduğunu bilmek, ikinci bir hayatın olacağına da zihni ikna ve icbar [zoraki, zorlama] eder. Hal böyle iken, cahil telâkki [anlama, kabul etme] ettiğin o kâfirler, âlimler sırasına dahildirler.

كُنْتُمْ ‘deki hitaptan, onların âlem-i zerratta dahi bir nevi vücut ve taayyünleri [belirleme] olduğu anlaşılıyor. Yoksa o zerrat, [atomlar] tesadüfle rastgele muayyen cisimleri teşkil edemez.

اَمْوَاتًا 4 tâbiri, لَمْ يَكُنْ شَيْئًا مَذْكُورًا 5 ‘in meâline imâdır.

323

﴾ فَاَحْيَاكُمْ ﴿ 1 Bu ف tâkip ve ittisali [bağlanma; bağlantı, ilişki] ifade eder. Yani, mâkabliyle [önceki, öncesi] mâbadinin arasında mesafe olmayacaktır. Halbuki burada, mevt [ölüm] ile hayat arasında uzun bir mesafe vardır. Evet, fakat bu ف Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] ispat eden delillerin menşeine [kaynak] işarettir ki, o zerratın [atomlar] hiç bir vasıta ve esbab [sebebler] olmaksızın cemadiyetten hayvaniyete def’aten [âni, birden bire] intikal etmesi, zihni, Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] ikrar etmeye mecbur eder.

Ve keza, o zerrat, [atomlar] mevat [ölmüş] halinde iken vaziyetleri sabit olmadığından, şe’nleri [belirleyici özellik] ve iktizaları, [bir şeyin gereği] fasılasız tâkiptir.

S – اَحْيَاكُمْ ‘ün yerine niçin صِرْتُمْ اَحْيَۤاءً 2 denilmemiştir?

C – اَحْيَاكُمْ hayatın Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafından i’tâ [verme, ihsan etme] edildiğine sarahaten [açıklık] delâlet eder. صِرْتُمْ اَحْيَۤاءً ‘de o delâlet yoktur. Yalnız “Hayat sahibi oldunuz” mânâsına delâlet eder.

ثُمَّ يُمِيتُكُمْ 3 Bunun yerine تَمُوتُونَ 4 zikredilmemesi, mevtin, [ölüm] kaderin takdiriyle, kudretin büyük bir tasarrufu olduğuna işarettir. Evet, ömr-ü tabiîsini [tabiî ömür] bitirip sonra ölenler pek azdır. Kısm-ı âzamı, [büyük bir kısmı] ömr-ü tabiîsi [tabiî ömür] esnasında ölürler. Demek mevt, [ölüm] tabiî bir netice değildir, ancak cesedin inhilâliyle [bozulma, dağılma] dağılmasından ibarettir. Yoksa ruhun fenâsıyla değildir. Mevt [ölüm] ile ceset dağılır, ruh bâki kalır.

﴾ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ 5 ﴿ mâkabliyle [önceki, öncesi] mâbadi arasında bu’d-u mesâfeyi ifade eden ثُمَّ 6 imâte [öldürme] ile ikinci ihya [diriltme] arasında kocaman âlem-i berzahın [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] fasıla olduğuna işarettir.

324

﴾ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ﴿ 1 Bu ثُمَّ ise, ikinci ihya [diriltme] ile rücu arasında mevcut büyük bir perde ve hicabın [örtü, perde] bulunduğuna işarettir.

تُرْجَعُونَ 2 Yani, “Esbab [sebebler] perdesinin keşfiyle, vesaitin [araçlar, vasıtalar] tardıyla [kovma] Allah’a rücu edeceksiniz.”

S – Allah’a rücu etmek, Allah’tan gelmeyi iktiza [bir şeyin gereği] eder. Bunun için bir kısım insanlar, Allah ile insan arasında ittisali [bağlanma; bağlantı, ilişki] tevehhüm [kuruntu] etmişlerdir ve bazı sofiler de şüpheye düşmüşlerdir.

C – Dünyada insanın vücut ve bekası olduğu gibi, âhirette de vücut ve bekası vardır. Dünyadaki vücut, vasıtasız dest-i kudretten [Allah’ın kudret eli] çıkar. Dünyada terkip, [birleşim, sentez] tahlil, tasarruf, tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ile karışık bekà meselesi, sabıkan [bundan önce] zikredilen hikmet üzerine esbab, [sebebler] vesait, [araçlar, vasıtalar] ilel, meseleye müdahale edip araya girerler. Âhirette ise, vücut ve beka, her ikisi de levazımatıyla, [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] terkibatıyla [birleşim, sentez] bizzat dest-i kudretten [Allah’ın kudret eli] çıkarlar ve herkes hakikî Mâlikini bilir. İşte bunu anlayan, rücuun ne demek olduğunu anlar.