İŞÂRÂTÜ’L-İ’CÂZ – Bakara Sûresi 5-10. Ayetlerin Tefsiri (92-135)

92

﴾ اُولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ ﴿ 1

Bu cümledeki nüktelere [derin anlamlı söz] işaret eden me’hazlar [kaynak] şunlardır:

1. Evvelki cümle ile bu cümlenin nazmı. [diziliş, tertip]

2. اُولٰۤئِكَ 2 ile işaret-i hissiye. [hislere, duygulara hitap eden işaret. Somut işaret]

3. اُولٰۤئِكَ ‘deki uzaklık.

4. عَلٰى 3 ‘daki ulviyet. [yüce]

5. هُدًى 4 ‘deki tenkir. [belirsiz kılma]

6. مِنْ 5

7. رَبِّهِمْ 6 ‘deki terbiyeden ibaret yedi me’hazdır. [kaynak]

BİRİNCİSİ: Bu cümleyi mâkabliyle [önceki, öncesi] bağlayan münasebetlerdir.

Birinci münasebet: Bu cümle mâkablinden [önceki, öncesi] neş’et [doğma] eden üç suale cevaptır.

Birincisi: Hidayetten neş’et [doğma] eden o güzel vasıfları lâbis [giyen, giyinen] olarak hidayet tahtı üstünde oturan o şahısları görmek isteyen sâile [soru soran] cevaptır.

İkincisi: “O adamların hidayete istihkak [hak edilen pay] ve ihtisasları nedendir?” diye sual eden sâmie [dinleyen, işiten] cevaptır. Yani illet, [asıl sebep] sebep, اُولٰۤئِكَ ile işaret edilen vasıflardır.

S – Sâbıkan [önceki, geçmiş] mezkûr [adı geçen] vasıfların tafsilen zikirlerini اُولٰۤئِكَ kelimesindeki icmalden [kısaca, özet olarak] daha vâzıh [açık] bir surette sebebi gösteriyor.

C – İcmal, bazan tafsilden daha vâzıh [açık] olur. Bilhassa matlup, [istek] birkaç şeyden mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] olduğu zaman, sâmiin [dinleyen, işiten] gabaveti [ahmaklık, anlayışsızlık] veya nisyanı [unutkanlık] dolayısıyla, o mürekkebin [yazı için kullanılan sıvı] eczasını mezc [karışma, bütünleşme] etmekle sebebi çıkarmak müşkül [zorluk] olur.

93

Üçüncüsü: “Hidayetin neticesi, semeresi [meyve] ve hidayetteki lezzet ve nimet nedir?” diye sual eden sâile [soru soran] cevaptır. Yani, hidayette saadet-i dâreyn [dünya ve ahiret mutluluğu] vardır. Hidayetin neticesi, nefs-i hidayettir. Hidayetin semeresi, [meyve] ayn-ı hidayettir. [doğru ve hak yolun ta kendisi] Zira, hidayet haddizatında büyük bir nimettir ve vicdanî bir lezzettir ve ruhun cennetidir. Nasıl ki dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ruhun cehennemidir; öyle de وَبِاْلاٰخِرَةِ 1 âhiretin felâh ve saadetini intaç [netice verme] eder.

İKİNCİ ME’HAZ: [kaynak] اُولٰۤئِكَ 2 ile yapılan işaret-i hissiye, [hislere, duygulara hitap eden işaret. Somut işaret] birşeyin müteaddit [bir çok] sıfatlarını zikretmek, o şeyin zihinlerde tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etmesine ve akılda hazır ve hayalde mahsus olmasına sebep olduğuna işarettir. Maahâzâ, [bununla beraber] sâbıkan [önceki, geçmiş] zikirlerinden bir mâhudiyet çıkar. Bu mâhudiyet-i zikriye mâhudiyet-i hariciyelerine kapı açar. Haricî olan mâhudiyetlerinden, mümtaz [seçkin] ve müstesna insanlar oldukları tebarüz eder ki, nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] içinde gözünü açıp bakanların gözlerine en evvel onların parıltıları çarpar.

ÜÇÜNCÜ ME’HAZ: [kaynak] Uzaklığı ifade eden اُولٰۤئِكَ onların filcümle [bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması] yakın oldukları halde uzak gösterilmeleri, ulüvv-ü mertebelerine mecazî bir işaret olduğuna işarettir. Çünkü, uzakta bulunanlara bakıldığı zaman, boyca en uzunları görünür. Maahâzâ, [bununla beraber] zamanî ve mekânî olan bu’d, [uzaklık] hakikî kastedilirse, belâgate [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] daha uygun olur. Çünkü bütün asırlar Asr-ı Saadet [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] gibi, bu âyeti zikrediyorlar.Öyleyse, اُولٰۤئِكَ ile yapılan işaret, safların evvellerine işarettir. Ve bu itibarla bu’d, [uzaklık] hakikî olur, mecazî değildir. Binaenaleyh, onların hakikaten zaman ve mekânca [içinde bulunulan yer ve zaman] uzak oldukları halde işaret-i hissiye [hislere, duygulara hitap eden işaret. Somut işaret] ile gösterilmeleri, azametlerine ve ulüvv-ü mertebelerine işarettir.

DÖRDÜNCÜ ME’HAZ: [kaynak] Ulviyeti [yüce] ifade eden عَلٰى kelimesidir.

94

Arkadaş! Eşya ve şeyler arasında öyle münasebetler vardır ki, onları âyine [ayna] gibi yapıyor. Herbirisi, ötekisini gösteriyor. Birisine bakıldığı zaman, ötekisi görünür. Meselâ bir parça cam büyük bir sahrayı gösterdiği gibi, bazan olur ki, bir kelime, uzun ve hayalî bir macerayı sana gösterir. Bir kelime, pek acip bir vukuatı senin gözünün önüne getirir, temessül [belirme, görünme] ettirir. Yahut bir kelâm, zihnini alır; misalî âlem-i misallere [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] kadar götürür, gezdirir.

Meselâ, بَارَزَ 1 kelimesi muharebe meydanını, ثَمَرَةَ 2 kelimesi büyük bir meyve bahçesini insanın fikrine getirir. Buna binaen, buradaki عَلٰى kelimesi, temsilî bir üslûba pencere açar, gösterir kastıyla zikredilmiştir. Şöyle ki: Sanki hidayet-i İlâhî, bir burak [Cennete mahsus bir binek] olup mü’minlere gönderilmiştir. Mü’minler tarik-i müstakimde ona binerek arş-ı kemalâta yürürler.

BEŞİNCİ ME’HAZ: [kaynak] هُدًى 3 ‘deki tenkirdir. [belirsiz kılma] Bir nekre, [gr. başına “el” takısı almamış, mânâsı kapalı, belirsiz isim] marife olarak mükerreren [defalarca] zikredilirse, o mârife, o nekrenin [gr. başına “el” takısı almamış, mânâsı kapalı, belirsiz isim] aynı olur. Fakat o nekre, [gr. başına “el” takısı almamış, mânâsı kapalı, belirsiz isim] nekre [gr. başına “el” takısı almamış, mânâsı kapalı, belirsiz isim] olarak zikredildiği takdirde, alelekser [çoğunlukla] birbirinin aynı olamaz. Bu kaideye göre, nekre [gr. başına “el” takısı almamış, mânâsı kapalı, belirsiz isim] olarak tekerrür eden هُدًى evvelki هُدًى ‘nin aynı değildir. Ancak, evvelki هُدًى masdardır; [fiillerin asıl kökü] ikincisi hâsıl-ı bilmasdardır [bir şeyin kaynağından ortaya çıkan, gerçek tesir sahibinden meydana gelen fiil; meselâ, “vurmak” masdar, [fiillerin asıl kökü] “acı” ise hâsıl-ı bilmasdardır] ve birincisinin semeresi [meyve] hükmünde mahsus ve sâbit bir sıfattır.

ALTINCI ME’HAZ: [kaynak] Hidayetin Allah’tan olduğunu ifade eden مِنْ kelimesinden burada bir cebir [Cebriye mezhebi] hissedilmekteyse de, hakikatte cebir [Cebriye mezhebi] değildir. Çünkü, onların cüz-i ihtiyarlarıyla hâsıl-ı bilmasdar [bir şeyin kaynağından ortaya çıkan, gerçek tesir sahibinden meydana gelen fiil; meselâ, “vurmak” masdar, [fiillerin asıl kökü] “acı” ise hâsıl-ı bilmasdardır] olan hidayete yorumları üzerine, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah]  

95

o sıfat-ı sâbite olan hidayeti halk ve ihsan [bağış] etmiştir. Demek ihtida, [hidayete gelme, İslâmı kabul etme] yani hidayete doğru yürümek, onların kesb [elde etme, kazanma] ve ihtiyarları dahilindedir; fakat sıfat-ı sâbite olan hidayet, Allah’tandır.

YEDİNCİ ME’HAZ: [kaynak] Terbiyeyi ifade eden رَبِّ kelimesidir. Bu kelimenin burada ihtiyar edilmesi; onların rızık ile terbiyeleri, rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] şe’ninden [belirleyici özellik] olduğu gibi, hidayetle de tagaddîleri [gıdalanma, beslenme] rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] şe’ninden [belirleyici özellik] olduğuna işarettir.

  ﴾ وَاُولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ ﴿1 Bu cümledeki nüktelerin [derin anlamlı söz] me’hazları: [kaynak]

1. و ile atıf.

2. اُولٰۤئِكَ 2’nin tekrarı.

3. Zamirü’l-fasl olan هُمْ

4. اَلْ edatı.

5. Felâh yollarının adem-i zikriyle مُفْلِحُونَ 3 ‘nin âmm [genel] ve mutlak bırakılması gibi beş me’hazdan [kaynak] ibarettir.

Birincisi: و ile yapılan atıf, her iki cümle arasında bulunan münasebete binaen yapılmıştır. Zira birinci اُولٰۤئِكَ saadet-i âcile [peşin mutluluk] عَاجِلَهُ 4 olan hidayet semeresine [meyve] işarettir. İkinci اُولٰۤئِكَ hidayetin semere-i âcilesine اٰجِلَهُ 5 işarettir.

96

Evet, herbir اُولٰۤئِكَ 1 mâkabline [önceki, öncesi] bir fezleke, [hülasa, öz] bir icmaldir. [kısaca, özet olarak] Fakat erkân-ı İslâmiye [İslâmın esasları] me’haz [kaynak] tutulmakla, birinci اُولٰۤئِكَ ‘nin birinci وَالَّذِينَ 2 ‘ye raptı; [bağlama] ikincisinin de ümmî mü’minlere tahsisi ve keza erkân-ı imaniye [iman esasları] ile yakîn me’haz [kaynak] tutulmakla ikinci اُولٰۤئِكَ ‘nin ikinci وَالَّذِينَ ‘ye raptı [bağlama] ve ikisinin de ehl-i kitap [Allah’ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler] mü’minlere ircaı [döndürme, yönlendirme] daha evlâdır.

İkincisi: اُولٰۤئِكَ ‘nin tekrarı, her iki saadetin gerek hidayete, gerek onların medih [övgü] ve senâlarına müstakil [bağımsız] ve ayrı ayrı gayeler ve sebepler olduklarına işarettir. Fakat ikinci اُولٰۤئِكَ ‘nin hükmüyle beraber, birinci اُولٰۤئِكَ ‘ye işareti daha evlâdır.

Üçüncüsü: Zamîrü’l-fasl olan هُمْ 3 ehl-i kitaptan [Allah’ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler] olup Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma iman etmeyenlere bir târiz [dokundurma, iğneleme, taş atma; sözde bir yönü göstererek başka bir yönü kastetme sanatı] olmak üzere bu cümle ile yapılan hasrı te’kit etmekle beraber, güzel bir nükteyi [derin anlamlı söz] tazammun [içerme, içine alma] etmiştir. Şöyle ki:

Müpteda ile haber arasında bulunan هُمْ zamiri, müptedayı, çok haberlere müpteda yapar. Ve bu gibi haberlerin tayinini de hayale havale eder. Yani haberlerin mahdut [sınırlanmış] ve muayyen olmadığını hayale arz etmekle, hayali, münasip haberleri taharrî [araştırma] etmeye teşvik eder.

Nasıl ki Zeyd’i ele almakla “Zeyd âlimdir, Zeyd fâzıldır, [faziletli, değerli] Zeyd güzeldir” gibi Zeyd’in sıfatlarından çok hükümleri dizebilirsin. Kezalik [böylece, bunun gibi] اُولٰۤئِكَ ‘den sonra  

97

gelen هُمْ 1 zamiri hayali harekete getirmekle “Onlar ateşten kurtulurlar,” “Onlar Cennete girerler,” “Onlar rüyete [Allah’ın cemâlini görme] mazhar [erişme, nail olma] olurlar” ve daha bu gibi sıfatlarına münasip çok hükümleri ve cümleleri hayale yaptırır.

Dördüncüsü: اَلمُفْلِحُونَ 2 kelimesindeki اَلْ hakikati tasvire işarettir. Sanki lisan-ı haliyle [beden dili] diyor ki: “Eğer müflihlerin [kurtuluşa eren] hakikatini görmek istersen, اُولٰۤئِكَ 3 ‘nin âyinesine bak, sana temessül [belirme, görünme] edecektir.” Yahut onların tayin ve temyizlerine işarettir. Sanki diyor: “Ehl-i felâh [kurtuluşa, selâmete erenler] olanları tanımak istersen, اُولٰۤئِكَ ‘ye bak, içindedirler.” Veya hükmün zâhir ve bedihî [açık, aşikâr] olduğuna işarettir.

Beşincisi: Felâh ve necat [kurtuluş] yollarını tayin etmeyen اَلمُفْلِحُونَ kelimesindeki ıtlak, [belli bir sınırın konulmaması; genel bırakma] tâmim [genelleştirme, yayma] içindir. Şöyle ki:

Kur’ân’a muhatap olan, matlupları [istek] ve istekleri muhtelif pek çok tabakalardır ki, bir kısmı ateşten necat [kurtuluş] istiyorlar, bir kısmı Cennete girmek istiyorlar, bir kısmı rüyete [Allah’ın cemâlini görme] mazhar [erişme, nail olma] olmak istiyorlar. Ve bunlar gibi o tabakaların pek çok dilekleri vardır. Kur’ân-ı Kerim, اَلمُفْلِحُونَ kelimesini âmm [genel] ve mutlak bırakmıştır ki, herkes istediğini takip etsin.

ba

98

﴾ اِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَۤاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ 1 ﴿

Bu cümlenin mâkabliyle [önceki, öncesi] cihet-i nazmı:

Arkadaş! Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sıfât-ı ezeliye âleminde biri celâlî, diğeri cemalî, iki türlü tecellîsi vardır.

Celâl ile cemâlin sıfât-ı ef’al âleminde tecellîsinden lütuf ve kahır, hüsün [güzellik] ve heybet tezahür eder.

Ef’al [fiiller, davranışlar] âlemine tecellî edince, tahliye تَحْلِيَه ile tahliye تَخْلِيَه , (tezyin ile tenzih) [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] doğar.

Âsâr [eserler/asırlar] ve a’mâl [ameller, işler] âleminden âlem-i âhirete [âhiret âlemi] intıba’ edince, lütuf Cennet ve nur olarak, kahır da Cehennem ve nar olarak tecellî eder.

Sonra âlem-i zikre in’ikâs [yansıma] edince, biri hamd, diğeri tesbih olmak üzere iki kısma ayrılır.

Sonra âlem-i kelâmda tecellî edince, kelâmın emir ve nehye taksimine sebep olur. Sonra âlem-i irşada intikal edince, irşadı tergib [istek uyandırma, şevklendirme] ve terhib, [dehşete düşürme, korkutma] tebşir [müjdeleme] ve inzara [sakındırma, uyarma] taksim eder.

Sonra vicdana tecellî edince, reca [ümit] ve havf [korku] husule [meydana gelme] gelir.

Sonra irşadın [doğru yol gösterme] iktizasındandır [bir şeyin gereği] ki, havf [korku] ile reca [ümit] arasındaki müvazene [karşılıklı dengeye getirme] devamla muhafaza edilsin ki, reca [ümit] ile doğru yollara sülûk [mânevî yol alma] edilsin, havf [korku] ile de, eğri yollara gidilmesin; ne Allah’ın rahmetinden me’yus, [ümitsiz] ne de azabından emin olunsun.

99

İşte böylece teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] eden şu hikmetten dolayı, Kur’ân-ı Kerim, aleddevam, [devamlı, sürekli] tergibden [istek uyandırma, şevklendirme] sonra terhib; [dehşete düşürme, korkutma] ve ebrarı [iyi insanlar] medhettikten sonra füccârı zemmetmiştir. [ayıplama, kötüleme]

S – Bu cümle ile اِنَّ اْلاَبْرَارَ لَفِى نَعِيمٍ * وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِى جَحِيمٍ 1 cümlesi arasında ne gibi bir fark vardır ki, orada atıf var, burada yoktur?

C – Atfın hüsnü, [güzellik] münasebetin hüsnüne [güzellik] bakar. Hüsn-ü münasebet, her iki cümleden takip edilen arz ve maksadın bir olmasına mütevakkıftır. [bağlı] Halbuki oradaki maksat, burada yoktur. Burada birinci cümledeki maksat, Kur’ân’ın medhine incirar eden mü’minlerin medhidir. İkinci cümleden maksat, yalnız tahvif [korkutmak, sakındırmak] ve terhib [dehşete düşürme, korkutma] için kâfirlerin zemmidir. [ayıplama, kötüleme] Bu ise Kur’ân’ın medhiyle alâkadar değildir.

Sonra bu cümlenin ihtiva ettiği eczanın nazmında [diziliş, tertip] tezahür eden letaif [güzellikler, incelikler] cihetine bakalım.

اِنَّ ile اَلَّذِينَ 2 mevkilere göre ifade ettikleri nüktelerden [derin anlamlı söz] maada, belâgatçe [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] kıymetli sayılan iki nükteyi [derin anlamlı söz] daha tazammun [içerme, içine alma] etmişlerdir ki, Kur’ân, pek çok yerlerinde اِنَّ ile اَلَّذِينَ ‘yi mükerreren [defalarca] zikretmiştir.

Tahkiki [araştırma, inceleme] ifade eden اِنَّ ‘deki nükte [derin anlamlı söz] şöyle tasvir edilebilir ki: اِنَّ herhangi bir cümlede bulunursa, o cümlenin damını deler, hakikate nüfuz eder. Ve o dâvâyı veya hükmü aşağıya indirir. Hakikate yapıştırmakla, o hükmün hayalî veya zannî veya mevzu veya hurafe hükümlerden olmadığını ve ancak hakaik-i sâbiteden olduğunu ispat eder.

Bu cümlede اِنَّ ‘nin hususî nüktesi: [derin anlamlı söz] Bu âyetin muhatabı olan Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.) şek [şüphe] ve inkâr bulunmadığı halde şek [şüphe] ve inkârı ref etmek [kaldırmak] şe’ninde [belirleyici özellik]

100

olan اِنَّ ile karşılanması, onların iman etmesi için Peygamberin (a.s.m.) şiddet-i hırsına işarettir.

اَلَّذِينَ 1 kelimesi ise, göze görünmezden evvel akla görünen garip ve yeni hakikatlere bir vasıta-i işarettir. Bunun içindir ki, hakikatleri tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ve tecdid [yenileme] eden ve inkılâpları [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] tasvir için kullanılan işaret ve vasıtalardan en çok kullanılan اَلَّذِينَ ve emsalidir.

Kur’ân’ın tecellîsiyle çok neviler silindi, hakikatler yıkıldı. Onlara bedel, yeni yeni neviler, hakikatler teşekkül [kendi kendine oluşma] etti. Evet, zaman-ı cahiliyete [cahiliyet dönemi; İslâmiyet öncesi cahillik dönemi] bak: O zamanda bütün neviler millî rabıtalar [bağ] üzerine teşekkül [kendi kendine oluşma] ettiği gibi, içtimaî [sosyal, toplumsal] hakikatler de taassub-u kavmî üzerine bina edilmişti. Kur’ân’ın tecellîsiyle o rabıtalar [bağ] kesildi, o hakikatler tahrip edildi. Onlara bedel, dinî rabıtalar [bağ] üzerine yeni neviler ve hakikatler ihdas [icat etme, yaratma] edildi.

Evet, Şems-i Kur’ân‘ın [Kur’ân güneşi] tulûu [doğma] ile, bazı kalbler, onun ziyasıyla tenevvür [aydınlanma, nurlanma] etti. Ve mü’minlerin nev’ini temyiz ve tayin eden bir hakikat-i nuraniye [nurlu gerçek] meydana geldi. Kezalik, [böylece, bunun gibi] o keskin ziya karşısında, mezbeleye [çöplük] benzeyen bazı pis kalbler de yanıp kömür oldular. Ve o kâfirlerin nev’ini ilân eden zehirli bir hakikat-i küfriye husule [meydana gelme] geldi. İşte bu hakikat-i küfriyeye işaret için اَلَّذِينَ zikredilmiştir.

Maahâzâ, [bununla beraber] her iki اَلَّذِينَ arasında tam bir münasebet vardır. Çünkü, herbirisi birbirine zıt olan bir hakikate işarettir.

Ve keza, harf-i tarif olan اَلْ ‘in ifade ettiği beş mânâyı اَلَّذِينَ ‘de ifade ediyor. O mânâların en meşhuru, ahiddir. Yani, gerek اَلْ ‘den, gerek اَلَّذِينَ ‘den, mâhut [anılan, bilinen] ve malûm birşey kasdedilir. Binaenaleyh, Ebu Cehil, [bilgisizlik] Ebu Leheb,

101

Ümeyye ibni Halef ve saire gibi mâhut [anılan, bilinen] ve meşhur büyük kâfirlere اَلَّذِينَ 1 ile işaret edilmiş olduğu ihtimali pek kavîdir. [güçlü, kuvvetli] Bu ihtimale binaen, şu âyet, gaybdan ihbar eden âyetlerden biri olur. Çünkü onlar küfür üzerine ölmüşlerdir. Ve aynı zamanda, i’câz-ı mânevînin [mânevî mu’cizelik] dört nev’inden bir nev’i, şu gaybî ihbarlardan tezahür eder.

S – Kur’ân, zaruriyat-ı diniyedendir. [dinin, iman edilmesi ve yerine getirilmesi zorunlu olan esasları] Zaruriyatta ihtilâf olamaz. Halbuki müfessirlerce [açıklayan, yorumlayan] verilen ayrı ayrı mânâların bir kısmı birbirine muhaliftir.

C – Azizim! Kur’ân’ın herbir kelâmı, üç kaziyeyi [hüküm, önerme] müştemildir.

Birincisi: Bu, Allah’ın kelâmıdır.

İkincisi: Allah’ca murad olan mânâ, haktır.

Üçüncüsü: Mânâ-yı murad, [kastedilen, istenilen mânâ] budur.

Eğer Kur’ân’ın o kelâmı, başka bir mânâya ihtimali olmayan muhkemattan [değiştirilemez] olursa veya Kur’ân’ın başka bir yerinde beyan edilmişse, birinci ve ikinci kaziyeleri [hüküm, önerme] aynen kabul etmek lâzımdır ve inkârları da küfürdür. Şayet Kur’ân’ın o kelâmı, başka bir mânâya ihtimali olan bir nass veya zâhir olursa, üçüncü kaziyeyi [hüküm, önerme] kabul etmek lâzım olmadığı gibi, inkârı da küfür değildir. İşte, müfessirlerin [açıklayan, yorumlayan] ihtilâfları, ancak ve ancak şu kısma aittir.

İhtar: Mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] hadîsler de, bu hususta, âyetler gibidir. Yalnız birinci kaziye, [hüküm, önerme] teemmül [düşünme, inceden inceye araştırma] yeridir. Çünkü هٰذَا ile işaret edilen hadîsin hakikaten hadîs olup olmadığında tereddüt yeri vardır.

S – Küfür, cehildir. [bilgisizlik] Halbuki kâfirler,Hazret-i Muhammed’i (a.s.m.) evlâtları kadar tanıyorlardı.

102

C – Küfür iki kısımdır. Bir kısmı, bilmediği için inkâr eder; ikincisi, bildiği halde inkâr eder. Bu da, birkaç şubedir. Birincisi, bilir, lâkin kabul etmez. İkincisi, yakîni var, lâkin itikadı [inanç] yoktur. Üçüncüsü, tasdiki var, lâkin vicdanî iz’anı [kesin şekilde inanma] yoktur.

S – Şeytanın kalbinde marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] var mıdır?

C – Yoktur. Çünkü, san’at-ı fıtriyesi [yaratılıştaki san’at, doğal yapı] iktizasınca, [bir şeyin gereği] kalbi daima idlâl [hak yoldan çıkarma, saptırma] ile telkin için, fikri, daima küfrü [inançsızlık, inkâr] tasavvur etmekle meşgul olduğundan, kalbinde veya fikrinde boş bir yer marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] için kalmıyor.

S – Küfür, kalbe ait bir sıfattır. Kalbde o sıfat bulunmadığı takdirde, zünnar [papazların beline bağladığı demir kuşak] bağlanmasından veya ona kıyas edilen şapkanın [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giyilmesinden niçin küfür hasıl olsun?

C – Gizli olan umura, [emirler] şeriat, emarelere göre hükmeder. Hattâ illet [asıl sebep] olmayan esbab-ı zahirîyi, [görünürdeki sebepler] illet [asıl sebep] yerine kabul eder. Binaenaleyh itmam-ı rükûa [namazda rükûyu tamamlama, tam olarak yapma] mâni olan bir kısım zünnarların [papazların beline bağladığı demir kuşak] bağlanması ve secdenin ikmâline [tamamlama, tam olarak yapma] mâni olan bazı şapkaların [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giyilmesi, ubudiyetten [Allah’a kulluk] istiğna [ihtiyaç duymama] ve küfre [inançsızlık, inkâr] teşebbüh etmeye [benzeme] emarelerdir. Gizli olan o sıfat-ı küfriyenin [küfre ait özellikler, inkârâ ait nitelikler] yok olduğuna kat’iyetle hükmedilemediğinden, bu gibi emarelere göre hükmedilir.

S – Eğer inzar [sakındırma, uyarma] fayda vermeyecekse teklif niçin yapılıyor?

C – İnzar yapılmadığı takdirde teklif de yapılmazsa, adem-i tecziyelerine [cezalandırmama] bir hüccet [delil] olur. Zira, “Biz ne yapalım? Ne tebliğat yapıldı ve ne tekliften haberimiz var” diye mücazattan [ceza] kurtuluşlarına bir medar [kaynak, dayanak] olur.

S – Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onların küfür ve temerrüdlerinden [inat etme] yaptığı ihbar, onların imana gelmelerini imtinâ derecesine çıkarıyor. Mümteni [imkansız] ve muhal [bâtıl, boş söz] birşey teklif edilir mi?

C – Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ihbarı, ilmi ve iradesi, sebepten kat-ı nazarla [bakmama, dikkate almama] yalnız küfürlerine taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmez. Ancak ihtiyarlarıyla küfürlerine birlikte taallûk [ait olma, ilgilendirme] eder. Bu ise ihtiyarlarını nefyetmez [gönderilme, sürgün] ki, teklif-i bilmuhal [imkânsız ve olmayacak birşeyi teklif etme] olsun. Bu bahsin tafsilâtı [ayrıntılar] gelecektir.

103

S – İman etmeyeceklerini ifade eden لاَ يُؤْمِنُونَ 1 ve emsali âyetlere, onları iman etmeye dâvet etmekten, adem-i imana [imansızlık, iman etmeme] iman çıkıyor. Bu ise, muhal-i aklîdir.

C – Onlara teklif edilen iman, icmalîdir, [kısaca, özet olarak] tafsilî değildir. “Herbir âyete, herbir hükme ayrı ayrı, birer birer iman ediniz” diye teklif yapılmıyor ki bu mahzur lâzım gelsin.

Sonra, küfürlerini sîga-i mâzi ile zikretmek, Hakkın izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve ispatından evvel onların, küfrü [inançsızlık, inkâr] kucaklayıp kabul etmelerine işarettir. Bunun içindir ki, onlara karşı inzarın [sakındırma, uyarma] adem-i inzar gibi faidesiz kaldığına, سَوَۤاءٌ 2 kelimesiyle işaret yapılmıştır.

Sonra, fevkaniyeti ifade eden عَلَيْهِمْ 3 ‘deki عَلَى onların yüzleri yere yapışmış gibi, başlarını kaldırıp âmirlerinin sözünü dinleyemediklerine işarettir.

Ve keza mânâya bir zarar ve bir halel [eksik, kusur] iras etmeyen [netice verme, getirme] ve terkine tercih edilen عَلَيْهِمْ ‘in zikri, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma nazaran, inzarın, [sakındırma, uyarma] adem-i inzar gibi olmadığına işarettir. Zira inzarda ecr [ücret, mükâfat] ü sevap vardır.

ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ 4 cümlesindeki hemze [başka bir harfe bağlı olarak değil, kendi başına telâffuz edilen elif; başına geldiği kelimeye “mi, mı” anlamı veren soru edatı] ile اَمْ müsavatı [eşitlik] ifade ettiğinden سَوَۤاءٌ kelimesine tekittir. [pekiştirme] Yahut سَوَۤاءٌ kelimesinden müsavatın [eşitlik] bir mânâsı, hemze [başka bir harfe bağlı olarak değil, kendi başına telâffuz edilen elif; başına geldiği kelimeye “mi, mı” anlamı veren soru edatı] ile اَمْ ‘den ikinci mânâsı irade edilir. Çünkü, müsavatın [eşitlik] medarı [kaynak, dayanak] ya adem-i faidedir veya mûcibin adem-i vücududur. [var olmama, meydana gelmeme]

S – İstifham şekliyle müsavatı [eşitlik] ifade etmekte ne mânâ vardır?

C – Yapmış olduğu fiilinde bir faidesi olmayan muhatabın fiilinin faidesiz  

104

olduğuna lâtif [berrak, şirin, hoş] ve mukniâne [ikna edici] bir vecihle [yön] ikaz edilmesi ancak istifham [soru sorma] ile olur ki, muhatap, fiilini düşündükten sonra, kötü neticesini nazara alarak kalbi mutmain [şüphesiz, tam kanaatle inanma] olsun.

S – سَوَۤاءٌ 1 kelimesi inzar [sakındırma, uyarma] ve adem-i inzardan mecaz [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] ise, aralarındaki alâka nedir?

C – İstifhamın müsavatı [eşitlik] tazammun [içerme, içine alma] etmesidir. Zira istifham [soru sorma] eden adamın bilgisine göre vücut ile adem [hiçlik, yokluk] mütesavidir. Maahaza [bununla birlikte] bu gibi istifhamlara [soru sorma] verilen cevaplar, alelekser [çoğunlukla] şu müsavat-ı zımniye ile verilir.

S – Mâzi sigasıyla inzardan [sakındırma, uyarma] yapılan tabir neye işarettir?

C – İkinci ve üçüncü inzarlara [sakındırma, uyarma] lüzum kalmadığına işarettir. Yani “Yaptığın inzar [sakındırma, uyarma] faide vermedi, bundan sonra da faidesiz kalır.”

S – İnzar etmemekte faidenin bulunmaması zâhirdir. اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ 2 kaydında ne faide vardır?

C – Sükût etmek, bazan muhatabın insafa gelip matlup [istek] işe muvafakatine sebep olur.

S – Kur’ân-ı Kerim, başka makamlarda terhibden [dehşete düşürme, korkutma] sonra tergib [istek uyandırma, şevklendirme] de yaptığı halde, burada tergibi [istek uyandırma, şevklendirme] terketmiştir. Esbabı nedir?

C – Küfür makamına, ancak terhib [dehşete düşürme, korkutma] ve tahvif [korkutmak, sakındırmak] münasiptir. Hem de küfür gibi mazarratları [zarar] def etmek, Cenneti kazanmak gibi menfaatlerin celbinden daha evlâ ve daha tesirlidir. Maahâzâ, [bununla beraber] buradaki terhib, [dehşete düşürme, korkutma] tergibi [istek uyandırma, şevklendirme] de andırıyor. Çünkü, inzar [sakındırma, uyarma] ve adem-i inzarı gören hayal, zıddiyet münasebetiyle, derhal tebşir [müjdeleme] ve adem-i tebşire intikal eder.

Azizim! Herbir hükmün başka şeylere hizmet eden çok mânâları olduğu ve herbir hükümden takip edilen gizli maksatlar bulunduğu ve bu kelâmın da Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.) işaret eden mânâları olduğu gibi, küfrü [inançsızlık, inkâr] takbih [çirkinlikle niteleme, çirkin bulma] etmek maksadıyla büyük bir ölçüde tenkiratta [belirsiz kılma] bulunmuştur.

105

Ezcümle, Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın görmekte olduğu zahmetlerin tahfifine [hafifletme] ve göstermekte olduğu hırs ve şiddetin tehvinine [hafifleştirme, hafif gösterme] medar [kaynak, dayanak] olmak için, mânâ-yı harfî [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] kabilinden [gibisinden, türünden] bazan imalarda bulunmuş ve eski resullerin [Allah’ın elçisi] hallerini nazara alarak, onlara iktida [uyma] ile tesellî yollarını göstermişse de, bu bir kanun-u fıtrîdir, [yaratılışa ait kanun] tahammül ve inkıyad [boyun eğme] lâzımdır diye lisan-ı hal [beden dili] ile ilân etmiştir.

Bu âyet وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ 1 cümlesine kadar bütün eczasıyla küfrü [inançsızlık, inkâr] takbih, [çirkinlikle niteleme, çirkin bulma] ve tenfir [nefret ettirme] ile nehyeder. [yasak] Ve ehl-i küfrü, tehdit ve tahvifle [korkutmak, sakındırmak] küfürden terhib [dehşete düşürme, korkutma] eder. Ve keza, bütün kelimatıyla, [ifadeler, sözler] küfrün [inançsızlık, inkâr] büyük bir musibet olmakla beraber, lezzeti yok, elemi var; nimeti yok, nikmeti [azap, ceza (nimetin zıddı)] var diye ilân eder. Ve keza, bütün cümleleriyle küfrün [inançsızlık, inkâr] herşeyden zararlı olduğunu tasrih [açık şekilde bildirme] eder.

Evet, onlar iman etmediklerinden ve cevher-i ruhu [ruhun özü] ifsad [bozma] ve bütün elemleri içine alan küfür musibetine maruz kaldıklarından لَمْ يُؤْمِنُوا 2 ‘ya bedel كَفَرُوا 3 tabiriyle işaret edilmiştir. Ve keza لاَيَتْرُكُونَ الْكُفْرَ 4 kelimesine bedel لاَيُؤْمِنُونَ 5 tabiriyle, onların büyük musibete maruz kaldıkları gibi, pırlanta gibi cevher-i imanîyi de kaybettiklerine işarettir.

Ve keza, خَتَمَ اللهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ 6 cümlesiyle, kalb ile vicdan, nur-u iman [iman aydınlığı] sayesinde hakaik-i İlâhiyenin [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] tecellîsine mazhar [erişme, nail olma] olmakla menba-ı kemâlât, [mükemmelliklerin kaynağı] hayattar ve ziyadar [ışıklı] oldukları halde; küfrün [inançsızlık, inkâr] ihtiyar edilmesiyle zulmetli, ıssız  

106

haşarat-ı muzırra yuvasına inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ettikleri için mühürlenmiş, kilitlenmiş ki, o korkunç yuvadaki akreplerden veya yılanlardan içtinap [çekinme, kaçınma] edilmesine işaret edilmiştir.

Ve keza وَعَلٰى سَمْعِهِمْ 1 kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine işaret edilmiştir. Hattâ kulaktaki zar, nur-u iman [iman aydınlığı] ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen mânevî nidaları işitir. Lisan-ı hal [beden dili] ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hattâ o nur-u iman [iman aydınlığı] sayesinde rüzgârların terennümatını, [dile getirme] bulutların nâralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını [nağmeler, ahenkli ezgiler.] ve hâkezâ yağmur, kuş ve saire gibi her neviden Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlâhî [Allah tarafından olan] bir musikî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla [dile getirme] kalblere hüzünleri ve Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] aşkları intiba [izlenim, düşünce] ettirmekle kalbleri, ruhları, nuranî âlemlere götürür, pek garip misalî levhaları göstermekle o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder. [boğma]

Fakat o kulak, küfürle tıkandığı zaman, o leziz, mânevî, yüksek savtlardan [ses] mahrum kalır. Ve o lezzetleri îras eden [netice veren, bırakan] avazlar, mâtem seslerine inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Kalbde, o ulvî hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla [kaybetme] ebedî yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur.

Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar [ses] helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet, ulvî hüzünleri, Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] aşkları îras eden [netice veren, bırakan] sesler helâldir. Yetimâne hüzünleri, nefsânî şehevâtı tahrik eden sesler haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.

وَعَلٰۤى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ 2 Bu cümle ile rüyete, [Allah’ın cemâlini görme] yani göze ait büyük bir nimet-i basariyenin küfürle kaybolduğuna işaret edilmiştir. Zira, gözün nuru, nur-u imanla [iman aydınlığı] ışıklanırsa ve kavîleşirse, [güçlü, kuvvetli] bütün kâinat gül ve reyhanlarla [fikir, düşünce] müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir

107

cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de, balarısı gibi, bütün kâinat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, burhanlarından [delil] alacağı ibret, fikret, ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] gibi usare ve şıralarından vicdanda o tatlı imanlı balları yapar.

Eğer o göz küfür zulmetiyle kör olursa, dünya, genişliğiyle beraber bir hapishane şekline girer. Bütün hakaik-i kevniye, nazarından gizlenir. Kâinat ondan tevahhuş [korkma, çekinme] eder. Kalbi ahzan ve ekdar ile dolar. وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ 1 cümlesiyle, küfür şeceresinin [ağaç] âhirete ait zakkum [Cehennemde bir ağacın ismi] gibi semeresine [meyve] işaret edilmiştir. لاَيُؤْمِنُونَ 2 kelimesi ise, inzar [sakındırma, uyarma] ile adem-i inzar arasındaki müsavata [eşitlik] nassederek سَوَۤاءٌ 3 kelimesine tekittir. [pekiştirme]

ba

108

﴾ خَتَمَ اللهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْ وَعَلٰۤى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ ﴿ 1

 Mukaddeme

Bu âyetin üzerinde durmak icap [gerekli kılma] ediyor. Ehl-i İ’tizal, [Mu’tezile mezhebi taraftarları] Ehl-i Cebir, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat gibi ehl-i kelâmın şu âyet-i azimenin altında yaptıkları muharebe-i ilmiyelerini dinleyelim. Zira, bu gibi fikrî harpler, ehl-i nazarı dikkate dâvet eder. Binaenaleyh, onların bu âyette takip ettikleri cihetleri kontrol lâzımdır.

Evet, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin sırat-ı müstakim [dosdoğru yol] üzerine olduğunu, ötekilerin ya ifrata veya tefrite [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] maruz kaldıklarını ispat için, bazı münasebetlerin zikri lâzımdır.

Birincisi: Tahakkuk [gerçekleşme] etmiş hakaiktendir [doğru gerçekler] ki, tesir-i hakikî, [gerçek tesir] yalnız ve yalnız Allah’ındır. Öyleyse, Ehl-i İ’tizalin [Mu’tezile mezhebi taraftarları] abde verdiği tesir-i hakikî [gerçek tesir] hilâf-ı hakikattir. [hakka ters]

İkincisi: Allah Hakîmdir; öyleyse, sevap ve ikab [ağır ceza] abes değildir, ancak istihkaka [hak edilen pay] göredir. Öyleyse ıztırar [çaresizlik] ve cebir [Cebriye mezhebi] yoktur.

Üçüncüsü: Herşeyin biri mülk, [birşeyin dış, görünen yüzü] diğeri melekût, [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] yani biri dış, diğeri iç olmak üzere iki ciheti vardır.

Mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ciheti, bazı şeylerde güzeldir, bazı şeylerde de çirkin görünür: Âyinenin arka yüzü gibi.

Melekût [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] ciheti ise, herşeyde güzeldir ve şeffaftır: Âyinenin dış yüzü gibi. Öyleyse, çirkin görünen şeyin yaratılışı, çirkin değildir, güzeldir. Ve aynı zamanda o gibi çirkinlerin yaratılışı, mehasini [güzellikler] ikmal [tamamlama] içindir. Öyleyse, çirkinin de bir nevi

109

güzelliği vardır. Binaenaleyh, bu hususta Ehl-i İ’tizalin [Mu’tezile mezhebi taraftarları] “Çirkin şeylerin halkı Allah’a ait değildir” dedikleri safsataya mahal kalmadı.

Dördüncüsü: Meselâ darp ve katle terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden elem ve ölüm gibi “hâsıl-ı bilmasdar[bir şeyin kaynağından ortaya çıkan, gerçek tesir sahibinden meydana gelen fiil; meselâ, “vurmak” masdar, [fiillerin asıl kökü] “acı” ise hâsıl-ı bilmasdardır] ile tabir edilen şey, mahlûk ve sabit olmakla beraber, câmiddir. İlm-i sarfta malûmdur ki, câmidlerden ism-i fâil [gr. bir iş, oluş veya durumu yüklenen şahsı bildiren kelimedir, meselâ; kâtip] gibi sıfatlar yapılamaz. Ancak kisbî, [çalışarak elde edilen] nisbî, [göreceli] itibarî olan mânâ-yı masdarîden yapılabilir. Öyleyse, ölümün halkı katl değildir. Öyleyse, Ehl-i İ’tizalin [Mu’tezile mezhebi taraftarları] hatâlarına, hatâ nazarıyla bakılmalıdır.

Beşincisi: İnsanın katl gibi zahirî ve ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] olan fiilleri, nefsin meyelânına [meyil, eğilim] intiha [son] eder. Cüz-i ihtiyarî [insandaki az bir irade serbestliği] denilen şu nefis meyelânı [meyil, eğilim] üzerine münazaalar [ağız kavgası; çekişme] deveran eder.

Altıncısı: Âdetullah [Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] üzerine, irade-i külliye-i [Allah’ın her şeyi kaplayan iradesi] İlâhiye, abdin irade-i cüz’iyesine [cüz’î irade; insanın elindeki çok az seçme gücü] bakar. Yani, bunun bir fiile taallûkundan sonra, o taallûk eder. Öyleyse cebir [Cebriye mezhebi] yoktur.

Yedincisi: İlim, malûma tâbidir. Bu kaziyeye [hüküm, önerme] göre, malûm, ilme tâbi değildir; çünkü devir lâzım gelir. Öyleyse, bir insan, amelen yaptığı bir fiilin esbabını kadere havale etmekle taallül [illet ve sebep gösterme, bahane üretme] ve bahaneler gösteremez.

Sekizincisi: Ölüm gibi hâsıl-ı bilmasdar [bir şeyin kaynağından ortaya çıkan, gerçek tesir sahibinden meydana gelen fiil; meselâ, “vurmak” masdar, [fiillerin asıl kökü] “acı” ise hâsıl-ı bilmasdardır] denilen şey, kesb [elde etme, kazanma] gibi bir masdara [fiillerin asıl kökü] mütevakkıftır. [bağlı] Yani, âdetullah [Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] üzerine, o hâsıl-ı bilmasdarın [bir şeyin kaynağından ortaya çıkan, gerçek tesir sahibinden meydana gelen fiil; meselâ, “vurmak” masdar, [fiillerin asıl kökü] “acı” ise hâsıl-ı bilmasdardır] vücuduna şart kılınmıştır. Kesb [elde etme, kazanma] denilen masdarda, [fiillerin asıl kökü] çekirdek ve ukde-i hayatiye [hayat çekirdeği] meyelândır. [meyil, eğilim] Bu düğümün açılmasıyla, meseledeki düğüm de açılır.

Dokuzuncusu: Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ef’alinde [fiiller, davranışlar] tercih edici bir garaza, bir illete [asıl sebep] ihtiyaç yoktur. Ancak tercih edici, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ihtiyarıdır.

110

Onuncusu: Bir emrin, behemehal [her durumda, ne olursa olsun, mutlaka] bir müessirin tesiriyle vücuda gelmesi lâzımdır ki, tereccüh bilâ-müreccih [sebepsiz üstünlük. Yani, bir üstünlük sebebi ve niteliği olmadan üstünlüğün olması] lâzım gelmesin. Amma itibarî emirlerde [gerçekte olmadığı halde varsayılan iş, olgu] tahsis edici birşey bulunmasa bile muhal [bâtıl, boş söz] lâzım gelmez.

On birincisi: Birşey, vücudu vâcip olmadıkça vücuda gelmez. Evet, irade-i cüz’iyenin [cüz’î irade; insanın elindeki çok az seçme gücü] taallûkuyla irade-i külliyenin [Allah’ın her şeyi kaplayan iradesi] taallûku birşeyde içtima [bir araya gelme, toplanma] ettikleri zaman, o şeyin vücudu vacip olur ve derhal vücuda gelir.

On ikincisi: Birşeyi bilmekle, mahiyetini bilmek lâzım gelmez. Ve birşeyi bilmemekle, o şeyin adem-i vücudu [var olmama, meydana gelmeme] lâzım gelmez. Binaenaleyh, cüz-i ihtiyarînin [insandaki az bir irade serbestliği] mahiyetinin tabir edilememesi, vücudunun kat’iyetine münafi [aykırı] değildir.

Nazar-ı dikkatinize [dikkat içeren bakış] arz ettiğim şu esasları tam mânâsıyla anladıktan sonra, şu maruzatımı [arz edilenler, takdim edilenler] da dinleyiniz.

Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Ehl-i İ’tizale [Mu’tezile mezhebi taraftarları] karşı diyoruz ki: Abd, [köle] kesb [elde etme, kazanma] denilen masdardan [fiillerin asıl kökü] neş’et [doğma] eden, hâsıl-ı bilmasdar [bir şeyin kaynağından ortaya çıkan, gerçek tesir sahibinden meydana gelen fiil; meselâ, “vurmak” masdar, [fiillerin asıl kökü] “acı” ise hâsıl-ı bilmasdardır] olan esere hâlık [her şeyi yaratan Allah] değildir. Abdin elinde ancak ve ancak kesb [elde etme, kazanma] vardır. Zira Allah’tan başka müessir-i hakikî [gerçek tesir sahibi] yoktur. Zaten tevhid de öyle ister.

Sonra Ehl-i Cebre [Cebriye Mezhebine bağlı olanlar] döner söyleriz ki: Abd, [köle] bir ağaç gibi bütün bütün ıztırar [çaresizlik] ve cebir [Cebriye mezhebi] altında değildir. Elinde küçük bir ihtiyar vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hakîmdir, cebir [Cebriye mezhebi] gibi zulümleri intaç [netice verme] eden şeylerden münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak]

S – Cüz-i ihtiyarî [insandaki az bir irade serbestliği] denilen şey nedir? Ne kadar etrafı kazılırsa, altından cebir [Cebriye mezhebi] çıkıyor! Bu nasıl birşeydir?

C – Birincisi: Fıtrat ile vicdan, ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] emirleri, ıztırarî [zorunlu olarak yapılan, kulun iradesinin rolü olmayan mecburi iş] emirlerden tefrik eden

111

gizli birşeyin vücuduna şehadet ediyorlar. Tayin ve tabirine olan acz, vücuduna halel [eksik, kusur] getirmez.

İkincisi: Abdin bir fiile olan meyelânı, [meyil, eğilim] Eş’arîlerin mezhebi gibi mevcut bir emir ise de, o meyelânı [meyil, eğilim] bir fiilden diğer bir fiille çevirmekle yapılan tasarruf, itibarî bir emir olup abdin elindedir.

Eğer Maturidîlerin mezhebi gibi o meyelânın [meyil, eğilim] bizzat bir emr-i itibarî [gerçekte olmadığı halde varsayılan şey] olduğuna hükmedilirse, o emr-i itibarînin [gerçekte olmadığı halde varsayılan şey] sübut [bir şeyin var olması] ve tayini, kendisinin bir illet-i tâmme [tam illet; bir şeyin varlığı için gerekli olan sebeplerin tamamı] olduğunu istilzam [gerektirme] etmez ki, irade-i külliyeye [Allah’ın her şeyi kaplayan iradesi] ihtiyaç kalmasın. Çünkü çok defalar meyelânın [meyil, eğilim] vukuunda fiil vaki olmaz.

Hülâsa: [esas, öz] Âdetullahın [Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] cereyanı üzerine hâsıl-ı bilmasdarın [bir şeyin kaynağından ortaya çıkan, gerçek tesir sahibinden meydana gelen fiil; meselâ, “vurmak” masdar, [fiillerin asıl kökü] “acı” ise hâsıl-ı bilmasdardır] vücudu, masdara mütevakkıftır. [bağlı] Masdarın esası ise meyelândır. [meyil, eğilim] Meyelân [meyil, eğilim] veya meyelândaki [meyil, eğilim] tasarruf mevcudattan [var edilenler, varlıklar] değildir ki, bir müessire [Cenab-ı Hakkın sonsuz kudretiyle dilediğini yapan sıfatı] ihtiyacı olsun. Mâdum [yok] da değildir ki, hâsıl-ı bilmasdar [bir şeyin kaynağından ortaya çıkan, gerçek tesir sahibinden meydana gelen fiil; meselâ, “vurmak” masdar, [fiillerin asıl kökü] “acı” ise hâsıl-ı bilmasdardır] gibi mevcut olan birşeyin vücuduna şart kılınmasına veya sevap ve ikaba [ağır ceza] sebep olmasına cevaz olmasın.

S – İlm-i ezelînin veya irade-i ezeliyenin [Allah’ın ezelî iradesi] bir fiille taallûkları ihtiyara mahal bırakmıyor.

C – Birincisi: Abdin ihtiyarından neş’et [doğma] eden bir fiile ilm-i ezelînin [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] taallûku, o ihtiyara münafi [aykırı] ve mâni değildir. Çünkü müessir, ilim değildir, kudrettir. İlim, malûma tâbidir.

İkincisi: İlm-i ezelî, muhit olduğu için, müsebbebatla [netice, eser, sebebin sonucu] esbabı birlikte abluka eder, içine alır. Yoksa ilm-i ezelî, [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] zannedildiği gibi uzun bir silsilenin başı değildir ki, esbabdan tegafül [gaflet etme, duyarsızlıklık, mânevî sorumluluklarından habersiz davranma] ile, yalnız müsebbebat [sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan şeyler, neticeler, sonuçlar] o mebdee [başlangıç] isnad edilsin.

Üçüncüsü: Malûm nasıl bir keyfiyet üzerine olursa, ilim öylece taallûk [ait olma, ilgilendirme] eder. Öyleyse, malûmun mekayisi ve esbabı, kadere isnad edilemez.

112

Dördüncüsü: Zannedildiği gibi, irade-i külliyenin [Allah’ın her şeyi kaplayan iradesi] bir defa müsebbebe, [netice, eser, sebebin sonucu] bir defa da sebebe ayrı ayrı taallûku yoktur. Ancak, müsebbeple [sebep olunan şey, sebebin sonucu] sebebe bir taallûku vardır.

Bu mezheplerin nokta-i nazarlarını [bakış açısı] bir misal ile izah edelim:

Bir adam, bir âletle bir şahsı öldürse, sebebin mâdum [yok] olduğunu farz edersek, müsebbebin [netice, eser, sebebin sonucu] keyfiyeti nasıl olur?

Ehl-i Cebrin [Cebriye Mezhebine bağlı olanlar] nokta-i nazarları: [bakış açısı] “Ölecekti.” Çünkü, onlarca taallûk [ait olma, ilgilendirme] ikidir. Ve sebeple müsebbeb [netice, eser, sebebin sonucu] arasında inkıta [kesilme, sona erme] câizdir.

Ehl-i İ’tizalce: [Mu’tezile mezhebi taraftarları] “Ölmeyecekti.” Çünkü onlarca muradın iradeden tahallüfü [aykırı olma] câizdir.

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatçe, bu misalde sükût ve tevakkuf [durağan olma] lâzımdır. Çünkü, irade-i külliyenin [Allah’ın her şeyi kaplayan iradesi] sebeple müsebbebe [netice, eser, sebebin sonucu] bir taallûku vardır. Bu itibarla, sebebin ademi farz edilirse, müsebbebin [netice, eser, sebebin sonucu] de farz-ı ademi [yok farzetme, sayma] lâzım gelir. Çünkü taallûk [ait olma, ilgilendirme] birdir. Cebir [Cebriye mezhebi] ve İ’tizal, [Mu’tezile mezhebi] ifrat [aşırılık] ve tefrittir. [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma]

ba

113

İkinci Bir Mukaddeme [başlangıç]

Ehl-i tabiat, [her şeyin tabiatın tesiriyle (yaratmasıyla) meydana geldiğine inananlar] esbaba hakikî bir tesir veriyor.

Mecusîler, biri şerre, diğeri hayra olmak üzere iki hâlıka itikad [inanç] ediyorlar.

Ehl-i İ’tizal [Mu’tezile mezhebi taraftarları] de, “Ef’âl-i ihtiyariyenin [iradeyle yapılan davranışlar, fiiller] hâlıkı abddir” diyor. Bu üç mezhebin esası, bâtıl bir vehm-i mahz, bir hatâ ve huduttan tecavüzdür.Bu vehmi izale [giderme] için, birkaç meseleyi dinlemek lâzımdır.

Birincisi: İnsanın dinlemesi, konuşması, düşünmesi cüz’î [ferdî, küçük] olduğu için, teâkub suretiyle eşyaya taallûk [ait olma, ilgilendirme] ettiği gibi, himmeti [ciddi gayret] de cüz’îdir; [ferdî, küçük] nöbetle eşya ile meşgul olabilir.

İkincisi: İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti [ciddi gayret] nisbetindedir. Himmeti [ciddi gayret] ise, hedef ittihaz [edinme, kabullenme] ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine [önem derecesi] bakar.

Üçüncüsü: İnsan hangi birşeye teveccüh [ilgi] ederse, onunla bağlanır ve onda fâni olur. Bu sırra binaendir ki, insanlar, hasis ve cüz’î [ferdî, küçük] şeyleri büyük adamlara isnad etmezler, ancak esbaba ve vesâile [vesileler, araçlar, sebepler] atfederler. Sanki, hasis insanlarla iştigal [meşgul olma, uğraşma] onların vakarına [ağırbaşlılık] münasip olmadığı gibi, cüz’î [ferdî, küçük] şeyler de onların azîm himmetlerini [ciddi gayret] işgal etmeye lâyık değildir!

Dördüncüsü: İnsan, birşeyin ahvalini [durumlar] muhakeme ettiği zaman, o şeyin rabıtalarını, [bağ] esbabını, esaslarını evvelâ kendi nefsinde, sonra ebnâ-yı cinsinde, [aynı cins ve türden gelenler] sonra etraftaki mümkinatta [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] taharrî [araştırma] eder. Hattâ hiçbir suretle mümkinata [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] müşabeheti [benzeme] olmayan Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] düşünecek olursa, kuvve-i vâhimesi [olmayan bir şeyi var gibi gösterme duyusu] ile bir insanın mekayisini, [ölçüler] esasatını, [esaslar] ahvalini [durumlar] mikyas [ölçü] yaparak Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] düşünmeye başlar.

114

Halbuki, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bu gibi mikyaslarla [ölçü] bakılamaz. Zira, sıfâtı inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] altında değildir.

Beşincisi: Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kudret, ilim, iradesi, şemsin ziyası gibi bütün mevcudata [var edilenler, varlıklar] âmm [genel] ve şâmil [içine alan] olup, hiçbir şeyle muvazene [karşılaştırma/denge] edilemez; Arş-ı Âzama [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] taallûk [ait olma, ilgilendirme] ettikleri gibi, zerrelere de taallûk [ait olma, ilgilendirme] ederler. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şems ve kameri [ay] halk ettiği gibi, sineğin gözünü de O halk etmiştir. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kâinatta vaz’ [koyma, yerleştirme] ettiği yüksek nizam gibi, hurdebînî hayvanların bağırsaklarında da pek ince ve lâtif [berrak, şirin, hoş] bir nizam vaz’ [koyma, yerleştirme] etmiştir. Semadaki ecramı [büyük cisimler] birbiriyle rapteden [bağlama] cazibe-i umumî kanunu gibi, cevahir-i [cevherler] ferdi de, yani zerratı [atomlar] da o kanunun bir misliyle [benzer] nazmetmiştir. [diziliş, tertip] Sanki bu zerrat [atomlar] âlemi, o semavî âleme küçük bir misaldir. Hülâsa, [esas, öz] aczin müdahalesi ile kudret mertebeleri ayrılır. Aczi mümteni [imkansız] olan kudretçe, büyük-küçük birdir.

Altıncısı: Kudret-i ezeliye, [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] en evvel eşyanın melekût, [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] yani içyüzüne taallûk [ait olma, ilgilendirme] eder. Bu yüz ise, alelumum güzel ve şeffaftır. Evet, şems ve kamerin [ay] yüzleri parlak olduğu gibi, gecenin ve bulutların da içyüzleri ziyadardır. [ışıklı]

Yedincisi: Beşerin zihni ve fikri, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] azametine bir mikyas, [ölçü] kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bir mizan, [ölçü] evsafının [vasıflar, nitelikler] muhakemesine bir vasıta bulmak vüs’atinde [genişlik] değildir; ancak cemi’ [bir şeyin tamamı] masnuatından [san’at eseri] ve mecmu-u âsârından ve bütün ef’âlinden [fiiler, davranışlar] tahassul ve tecellî eden bir vecihle [yön] bakılabilir. Evet, zerre mir’at [ayna] olur, fakat mikyas [ölçü] olamaz.

Bu meselelerden tebarüz ettiği vecihle, [yön] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mümkinata [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] kıyas edilmesi ve mümkinatın [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] Onun şuunatına mikyas [ölçü] yapılması, en büyük cehalet ve hamakattir. [ahmaklık] Çünkü aralarındaki fark, yerden göğe kadardır.

115

Evet, vâcibi mümkine [varlığı ile yokluğu imkan dahilinde olan] kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar. Meselâ, ehl-i tabiat, [her şeyin tabiatın tesiriyle (yaratmasıyla) meydana geldiğine inananlar] o aldatıcı kıyas ile, tesir-i hakikîyi, [gerçek tesir] esbaba; Ehl-i İ’tizal, [Mu’tezile mezhebi taraftarları] halk-ı ef’ali, abde; Mecusîler, şerri, ikinci bir hâlıka isnad etmeye mecbur olmuşlardır. Güya zuumlarınca [zan, inanç, kanaat] Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] azamet-i kibriya ve tenezzühü [ferahlama, rahatlama] dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez! Demek, akılları vehimlerine esir olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar.

İhtar: Mü’minlerden de, vesvese cihetiyle bu vehme maruz kalanlar vardır; dikkat etmek lâzımdır.

ba

Bu âyetin kelimeleri arasında nazmı icap [gerekli kılma] eden münasebetlere gelelim:

﴾ خَتَمَ ﴿ 1 ‘nin لاَيُؤْمِنُونَ 2 ile irtibatı ve onun arkasında zikredilmesi, cezanın cürme terettübü [lâzım gelme, gerekme] kabilindendir. [gibisinden, türünden] Yani onlar vaktâ [ne vakit] ki cüz-i ihtiyarîlerini [insandaki az bir irade serbestliği] ifsad [bozma] etmekle imana gelmediler; kalblerinin hatmiyle tecziye [cezalandırma] edildiler.

خَتَمَ tabiri, onların dalâletlerini [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tasvir eden temsîlî bir üslûba işarettir. Şöyle ki:

Kalb gözü, sanki cevahire [cevherler] bir hazine olmak üzere Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafından yapılan bir binadır. Vaktâ [ne vakit] ki sû-i ihtiyarlarıyla [irâdenin kötüye kullanılması] ifsada [bozma] uğradı ve cevherlere yapılan yerler, yılanlar ve akreplerle doldu; kapısı hatmedildi ki, o sârî [bulaşıcı] hastalıktan başkaları mutazarrır [zarar gören] olmasın.

﴾ اَللهُ : ﴿ Zamir-i mütekellimin [birinci tekil şahıs, ben] yerine ism-i zâhirin [açık isim] gelmesi, tekellümden [konuşma] gaybete

116

iltifattır. Ve bu iltifatta lâtif [berrak, şirin, hoş] bir nükte [derin anlamlı söz] vardır. Şöyle ki: لاَيُؤْمِنُونَ 1 ‘den sonra بِاللهِ 2 mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] ve menvî (maksut) olduğuna nazaran, sanki nur-u marifet [Allah’ı bilme ve tanıma nuru] onların kalblerinin kapılarına geldiği zaman kalblerini açıp kabul etmediklerinden, Allah da gadaba gelerek kalblerini hatmetti.

﴾ خَتَمَ : ﴿ عَلٰى 3 fiil-i müteaddî olduğu halde عَلٰى ile zikredilmesi, hatmedilen kalbin dünyaya bakan kapısı değil, ancak âhirete nâzır olan kapısı seddedilmiş olduğuna işarettir.

Ve keza hatmin alâmet-i mânâsını ifade eden vesm’i (damga) tazammun [içerme, içine alma] ettiğine işarettir. Sanki o hatim, o mühür, kalblerinin üstünde sâbit bir damgadır ve silinmez bir alâmettir ki, dâima melâikeye [melekler] görünür.

S – Bu âyette kalbin sem’ [işitme] ve basara [görme] takdimindeki hikmet nedir?

C – Kalb, imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] arayan ve isteyen ve Sâniin [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] vücudunu delâiliyle [deliller] ilân eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; [dayanak noktası] kezalik, [böylece, bunun gibi] emellerinin tenmiyesi (nemalandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı [medet noktası; yardım alınan nokta] aramaya başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem’ [işitme] ve basara [görme] hakk-ı takaddümü vardır.

İhtar: Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir [İlâhî hakikatleri hisseden ve mânevî zevkleri alan his, duygu] ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır. [akıl, beyin] Binaenaleyh, o lâtife-i Rabbaniyeyi [İlâhî hakikatleri hisseden ve mânevî zevkleri alan his, duygu] tazammun [içerme, içine alma] eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet [güzellik, hoşluk] çıkıyor ki, o lâtife-i Rabbaniyenin [İlâhî hakikatleri hisseden ve mânevî zevkleri alan his, duygu] insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir.

117

Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene mâü’l-hayatı neşreden o cism-i sanevberî, bir makine-i hayattır [hayat makinesi, canlı olan vücut fabrikası] ve maddî hayat onun işlemesiyle kaimdir; [ayakta duran] sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta [alçalış, düşüş] uğrar.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] o lâtife-i Rabbaniye [İlâhî hakikatleri hisseden ve mânevî zevkleri alan his, duygu] a’mâl [ameller, işler] ve ahvâl [haller] ve mâneviyatın hey’et-i mecmuasını [fertlerinin hepsi; harf, kelime, âyet ve sûre gibi parçaların oluşturduğu birlik] hakikî bir nur-u hayat [hayat ışığı] ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın [iman aydınlığı] sönmesiyle, mahiyeti, meyyit-i gayr-ı müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır.

﴾ وَعَلٰى سَمْعِهِمْ ﴿ 1’de عَلٰى ‘nın tekrarı, kalb ile sem’a [işitme] vurulan hatemlerin [mühür, damga] herbirisi müstakil [bağımsız] bir nevi delâile [deliller] ait olduğuna işarettir.

Evet, kalbin hatmi, delâil-i kalbiye ve vicdaniyeye aittir. Sem’in [işitme] hatmi, delâil-i nakliye ve hariciyeye aittir. Ve keza, her iki hatmin bir cinsten olmadığına bir remizdir. [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme]

S – Kalb ile basar‘ın [görme] cem’ [bir araya gelme] sîgasıyla, sem’in [işitme] müfred [gr. tekil] suretinde zikirlerinde ne gibi bir hikmet vardır?

C – Kalb ile basarın [görme] taallûk [ait olma, ilgilendirme] ettikleri şeyler mütehalif, [birbirinden farklı] yolları mütebayin, [ayrı ayrı] delilleri mütefavit, [birbirinden farklı] talim ve telkin edicileri mütenevvidir. [çeşit çeşit] Sem’ [işitme] ise, kalb ve basarın [görme] hilâfına, masdardır. [fiillerin asıl kökü] İşittiren ferttir. Cemaatin işittikleri, ferttir. İşiten fert, ferd olur. Bunun için müfred [gr. tekil] olarak iki cem’in [bir araya gelme] arasına düşmüştür.

S – Kalbden sonra tercihen sem’in [işitme] zikredilmesi neye binaendir?

C – Melekât ve malûmat-ı kalbiye, alelekser [çoğunlukla] kulak penceresinden kalbe girerler. Bu itibarla, sem’, [işitme] kalbe yakındır. Ve aynı zamanda, cihât-ı sitteden [altı yön] malûmat aldığı cihetle kalbe benziyor. Zira göz, yalnız ön ciheti görür. Bunlar ise her tarafı görürler.

118

﴾ وَعَلٰۤى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ ﴿ 1’de, üslûbun tağyiriyle, [değiştirme] cümle-i fiiliyeye [fiil cümlesi; fiil ile başlayan cümle] tercihan cümle-i ismiyenin [isim cümlesi] ihtiyar edilmesi, basar [görme] ile görünen delillerin sabit olduklarına, kalb veya sem’ [işitme] ile alınan deliller ise müteceddit [yenilenen] ve gayr-ı sabit [değişken, sabit olmayan] olduklarına işarettir.

S – خَتَمَ 2 ile غِشَاوَةٌ 3 arasında ne fark vardır ki, خَتَمَ اللهُ 4 isnad edilmiştir. غِشَاوَةٌ isnadsız bırakılmıştır?

C – خَتَمَ Allah tarafından onların kesblerine [elde etme, kazanma] bir cezadır. غِشَاوَةٌ ise, Allah tarafından olmayıp, onların meksubudur. [irade ile elde edilmiş olan; kazanım, kazanç] Ve keza, mebde [başlangıç] itibarıyla rüyette [Allah’ın cemâlini görme] bir ıztırar [çaresizlik] vardır; sema’da, tahatturda [hatıra gelme] ihtiyar vardır. Evet, gözün açılmasıyla eşyayı görmemek mümkün değildir. Fakat mesmuatı [duyulanlar, işitilenler] dinlemekte veya hâtıratı tahattur [hatıra gelme] etmekte bu ıztırar [çaresizlik] yoktur. غِشَاوَةٌ tâbiri, gözün yalnız ön cihete hâkim ve nâzır olduğuna işarettir ki, eğer bir perde ile o cihetten alâkası kesilse, bütün bütün kör kalır.

Tenkiri [belirsiz kılma] ifade eden غِشَاوَةٌ ‘deki tenvin, [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] onların gözleri üstündeki perde, malûm olmayan bir perde olup, ondan sakınmak onlar için mümkün olmadığına işarettir.

Câr ve mecrûrun [çekilen, sürüklenen; gr. başına geldiği câr harfiyle önündeki fiilin mânâsı kendine bağlanan ve daima esreli okunan kelime] غِشَاوَةٌ üzerine takdim edilmesi, en evvel nazar-ı dikkati onların gözlerine çevirtmekle, kalblerindeki sırları göstermek içindir. Zira göz, kalbin âyinesidir.

119

﴾ وَلَهُمْ عَذاَبٌ عَظِيمٌ ﴿ 1 Bu cümlenin mâkabliyle [önceki, öncesi] cihet-i münasebeti [irtibat yönü] şudur ki: Evvelki cümledeki kelimat [ifadeler, sözler] ile, şecere-i küfriyenin [küfür ağacı, ağaç gibi dal budak vermiş olan inkâr] dünyaya ait acı semerelerine [meyve] işaret edilmiştir. Bu cümle ile, o mel’un şecerenin [ağaç] âhirette vereceği semeresi [meyve] zakkum-u Cehennemden [Cehennemdeki zakkum ağacı] ibaret olduğuna işaret yapılmıştır.

S – Üslûbun mecrâ-yı tabiîsi [tabiî mecrâ, doğal akış yeri] وَعَلَيْهِمْ عِقَابٌ شَدِيدٌ 2 cümlesi iken, üslûbun mukteza[bir şeyin gereği] olan şu cümlenin terkiyle وَلَهُمْ عَذاَبٌ عَظِيمٌ cümlesi ihtiyar edilmiştir. Halbuki bu cümledeki kelimeler, nimet ve lezzetler hakkında kullanılan kelimelerdir.

C – Şu güzel kelimeleri hâvi [içeren, içine alan] olan şu cümlenin onlara karşı zikredilmesi, bir tehekkümdür [alay etme, hafife alma, küçümseme] (istihza), bir tevbihtir, [azarlama] yüzlerine gülmektir. Yani, onların menfaatleri, lezzetleri ve büyük nimetleri ancak ikabdır. [ağır ceza]

Menfaat ve faideyi ifade eden وَلَهُمْ 3 deki ل lisan-ı hal [beden dili] ile, “Amelinizin faideli olan ücretini alınız!” diye yüzlerine gülüyor.

“Tatlı” mânâsını tazammun [içerme, içine alma] eden عَذاَبٌ 4 lâfzı, onların küfür ve musibetleriyle istilzaz ettiklerini tezkir [hatırlatma] ile, sanki lisan-ı hal [beden dili] ile, “Tatlı amelinizin acısını çekin!” diye tevbih [azarlama] ediyor.

Alelekser [çoğunlukla] büyük nimetlere sıfat olan عَظِيمٌ 5 kelimesi, Cennette nimet-i azîme [büyük nimet] sahiplerinin hallerini o kâfirlere tezkir [hatırlatma] ettirmekle, kaybettikleri o nimet-i azîmeye [büyük nimet] bedel, elîm elemlere düştüklerini ihtar ediyor.

Sonra عَظِيمٌ kelimesi, tâzimi [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] ifade eden عَذاَبٌ ‘deki tenvine [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] tekittir. [pekiştirme]

120

S – Bir kâfirin mâsiyet-i [günah] küfriyesi, mahduttur, [sınırlanmış] kısa bir zamanı işgal ediyor. Ebedî ve gayr-ı mütenahi [sonsuz] bir ceza ile tecziyesi [cezalandırma] adalet-i İlâhiyeye [Allah’ın adaleti] uygun olmadığı gibi, hikmet-i ezeliyeye [Allah’ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik olarak yaratma sıfatı] de muvâfık değildir; merhamet-i İlâhiye [Allah’ın bütün varlıklara yönelik şefkati] müsaade etmez.

C – O kâfirin cezası gayr-ı mütenahi [sonsuz] olduğu teslim edildiği takdirde, kısa bir zamanda irtikâp [kötü iş işleme] edilen o mâsiyet-i [günah] küfriyenin, gayr-ı mütenahi [sonsuz] bir cinayet olduğu altı cihetle [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] sabittir:

Birincisi: Küfür üzerine ölen bir kâfir, ebedî bir ömürle yaşayacak olursa, o gayr-ı mütenahi [sonsuz] ömrünü behemehal [her durumda, ne olursa olsun, mutlaka] küfürle geçireceği şüphesizdir. Çünkü kâfirin cevher-i ruhu [ruhun özü] bozulmuştur. Bu itibarla, o bozulmuş olan kalbin gayr-ı mütenahi [sonsuz] bir cinayete istidadı [kabiliyet] vardır. Binaenaleyh, ebedî cezası, adalete muhalif değildir.

İkincisi: O kâfirin mâsiyeti [günah] mütenahi [sona eren, biten] bir zamanda ise de, gayr-ı mütenahi [sonsuz] olan umum kâinatın, vahdaniyete [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] olan şehadetlerine gayr-ı mütenahi [sonsuz] bir cinayettir.

Üçüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahi [sonsuz] nimetlere küfran [iyilik bilmeme, nankörlük] olduğundan, gayr-ı mütenahi [sonsuz] bir cinayettir.

Dördüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahi [sonsuz] olan zat ve sıfât-ı İlâhiyeye [Allah’ın sıfatları] cinayettir.

Beşincisi: İnsanın vicdanı, zâhiren mütenahi [sona eren, biten] ise de, bâtınen ebede bakıyor ve ebedi istiyor. Bu itibarla, gayr-ı mütenahi [sonsuz] hükmünde olan o vicdan, küfürle mülevves [kirli, pis] olarak mahvolur, gider.

Altıncısı: Zıt, zıddına muânid ise de, çok hususlarda mümasil olur. Binaenaleyh iman, lezaiz-i ebediyeyi ismar ettiği gibi, küfür de âlâm-ı elîmeyi ve ebediyeyi âhirette intaç [netice verme] etmesi, şe’nindendir. [belirleyici özellik]

Bu altı cihetten [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] çıkan netice ve gayr-ı mütenahi [sonsuz] olan bir ceza, gayr-ı mütenahi [sonsuz] bir cinayete karşı ayn-ı adalettir. [adaletin ta kendisi]

S – Kâfirin o cezasının adalete uygun olduğunu teslim ettik. Fakat azapları intaç [netice verme] eden şerlerden hikmet-i ezelîyenin ganî olduğuna ne diyorsun?

121

C – Kavaid-i esasiyedendir [temel kurallar, prensipler] ki, “Ara sıra vukua gelen şerr-i kalil [az kötülük] için hayr-ı kesir [büyük, çok hayır] terk edilmez; terkedildiği takdirde şerr-i kesir [çok kötülük] olur.” Binaenaleyh, hakaik-i nisbiyenin [göreceli hakikatler, bir diğerine göre hakikat olan şeyler] sübutunu [bir şeyin var olması] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek, hikmet-i ezeliyenin [Allah’ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik olarak yaratma sıfatı] iktizasındandır. [bir şeyin gereği] Bu gibi hakaikin tezahürü, ancak şerrin vücuduyla olur. Şerden, haddi tecavüz [haddi aşma, ileri gitme] etmemek için, terhib [dehşete düşürme, korkutma] ve tahvif [korkutmak, sakındırmak] lâzımdır. Terhibin [dehşete düşürme, korkutma] vicdan üzerine tesiri, terhibi [dehşete düşürme, korkutma] tasdik etmekle olur. Terhibin [dehşete düşürme, korkutma] tasdiki ise, haricî bir azabın vücuduna mütevakkıftır. [bağlı] Zira vicdan, akıl ve vehim gibi haricî ve ebedî hakikat hükmüne geçmiş bir azaptan yapılan terhible [dehşete düşürme, korkutma] müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olur. Öyleyse, dünyada olduğu gibi, âhirette de ateşin vücudundan yapılan terhib, [dehşete düşürme, korkutma] tahvif, [korkutmak, sakındırmak] ayn-ı hikmettir. [hikmetin kendisi]

S – Pekâlâ, o ebedî ceza hikmete muvafıktır; kabul ettik. Amma merhamet ve şefkat-i İlâhiyeye [Allah’ın şefkati] ne diyorsun?

C – Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe gidecektir veya daimî bir azap içinde mevcut kalacaktır. Vücudun—velev Cehennemde olsun—ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, [hiçlik, yokluk] şerr-i mahz [kötülüğün ta kendisi] olduğu gibi, bütün musibet ve mâsiyetlerin [günah] de merciidir. Vücut ise, velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır. [iyiliğin ta kendisi] Maahaza, [bununla birlikte] kâfirin meskeni Cehennemdir ve ebedî olarak orada kalacaktır.

Fakat kâfir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak [hak kazanma] etmişse de, amelinin cezasını çektikten sonra, ateşle bir nevi ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden azade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a’mâl-i hayriyelerine [hayırlı işler, davranışlar] mükâfaten, şu merhamet-i İlâhiyeye [Allah’ın bütün varlıklara yönelik şefkati] mazhar [erişme, nail olma] olduklarına dair işârât-ı hadîsiye vardır.

Maahaza, [bununla birlikte] cinayetin lekesini izale [giderme] veya hacaletini tahfif, [hafifletme] veyahut icrâ-yı adalete iştiyak [arzu, istek] için cezayı hüsn-ü rıza [en güzel şekilde hoşnut olma] ile kabul etmek, ruhun fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] olan şe’nidir. [belirleyici özellik]

Evet, dünyada, çok namus sahipleri, cinayetlerinin hicabından [örtü, perde] kurtulmak için, kendilerine cezanın tatbikini istemişlerdir; ve isteyenler de vardır.

122

﴾ وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ ﴿ 1

Bu âyetin makabliyle [öncesi] veçh-i nazmı: [tertip ve diziliş yönü]

Nasıl ki, bir hükümde iki müfredin [gr. tekil] iştiraki veya bir maksatta iki cümlenin ittihadı [birleşme] atfı icap [gerekli kılma] ettirir. Kezâlik, [böylece, bunun gibi] bir hedefi, bir garazı takip eden iki kıssanın da atıfları belâgatin [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] iktizasındandır. [bir şeyin gereği] Binaenaleyh, on iki âyetin hülâsasını [esas, öz] tazammun [içerme, içine alma] eden münafıkların kıssası, kâfirler hakkında geçen iki âyetin meâline atfedilmiştir.

Evet vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki, en evvel Kur’ân’ın senâsıyla başlandı. Sonra mü’minlerin medhine intikal etti. Sonra kâfirlerin zemmine [ayıplama, kötüleme] incirar etti. Sonra, insanların kısımlarını ikmal [tamamlama] etmek için, münafıkların kıssası zikredildi.

S – Kâfirlerin zemmi [ayıplama, kötüleme] hakkında yalnız iki âyetle iktifa [yetinme] edilmiştir. On iki âyetin hülâsasıyla [esas, öz] münafıklar hakkında yapılan itnab [sözü uzatma; yeni bir fayda için, maksadı alışılmamış bir tarzda uzun bir söz ile ifade etme] neye binaendir?

C – Münafıklar hakkında itnabı, [sözü uzatma; yeni bir fayda için, maksadı alışılmamış bir tarzda uzun bir söz ile ifade etme] yani tatvili [uzatma] icap [gerekli kılma] ettiren birkaç nükte [derin anlamlı söz] vardır:

Birincisi: Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis [çirkin, pis] olur. Aldatıcı olursa, fesadı daha şedit [çok şiddetli] olur. Dahilî olursa, zararı daha azîm olur. Çünkü; dahili düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Haricî düşman ise, bilâkis, asabiyeti [duygusal bağlılık, akrabalık, taraftarlık, milliyetçilik] şiddetlendirir, salâbeti [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] arttırır. Nifakın [ayrılık, dağılma] cinayeti, İslâm üzerine pek büyüktür. Âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] zelzeleye maruz bırakan nifaktır. [ayrılık, dağılma] Bunun içindir ki, Kur’ân-ı Azîmüşşan, [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] ehl-i nifaka [iki yüzlü kimseler, münafıklar] fazlaca teşniat [çirkin görme, çirkin sayma] ve takbihatta [çirkinlikle niteleme, çirkin bulma] bulunmuştur.

123

İkincisi: Münafık olan, mü’minlerle ihtilât [birbirine karışma] ede ede, yavaş yavaş ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] kesb [elde etme, kazanma] eder, imanla ülfet peyda eder. Gerek Kur’ân’dan, gerek mü’minlerden nifakın [ayrılık, dağılma] kötülüğü hakkındaki sözleri işite işite pis hâletten [durum] nefret eder. En nihayet, lisanından kelime-i tevhidin [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] kalbine damlamasına zemin hazırlamak için itnab [sözü uzatma; yeni bir fayda için, maksadı alışılmamış bir tarzda uzun bir söz ile ifade etme] yapılmıştır.

Üçüncüsü: İstihza, hud’a, [hile, aldatma] ikiyüzlülük, hile, kizb, [yalan] riya gibi kötü ahlâklar münafıkta var. Kâfirde o derecede yoktur. Bu cihetten münafıklar hakkında itnab [sözü uzatma; yeni bir fayda için, maksadı alışılmamış bir tarzda uzun bir söz ile ifade etme] yapılmıştır.

Dördüncüsü: Alelekser [çoğunlukla] münafıklar, ehl-i kitaptan [Allah’ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler] oldukları için, şeytanî bir zekâ sahipleri olup, daha hilekâr, daha desiseci [hile, aldatma] olurlar. İşte bu durumdaki münafıklar hakkında itnab, [sözü uzatma; yeni bir fayda için, maksadı alışılmamış bir tarzda uzun bir söz ile ifade etme] yani tatvîl-i kelâm, ayn-ı belâgattır. [belâgatın ta kendisi]

Bu âyetin kelimeleri arasındaki münasebetlere gelelim:

﴾ 1 مِنَ النَّاسِ ﴿ car ve mecrûru, [çekilen, sürüklenen; gr. başına geldiği câr harfiyle önündeki fiilin mânâsı kendine bağlanan ve daima esreli okunan kelime] مَنْ kelimesine haber olduğu takdirde, şöyle bir sual varid [söylenen, gelen] olur ki: Münafıkların nâstan oldukları bedihîdir. [açık, aşikâr] Bu hüküm, mâlûmu ilâm etmekten ibaret kalır.

Elcevap: Malûmdur ki, bir hüküm bedihî [açık, aşikâr] olduğu zaman, o hükmün lâzımı kastedilir. Burada kastedilen, o hükmün lâzımı olan taaccüptür. Sanki Kur’ân-ı Azîmüşşan, [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] zımnen [gizlice] “Münafıkların nâstan oldukları acip birşeydir” diyerek, halkı taaccüp etmeye dâvet etmiştir. Zira insan mükerremdir. [ikram edilen, ikrama mazhar olan] Mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] olan insan, nifaka [ayrılık, dağılma] tenezzül etmez.

S – Madem ki مِنَ النَّاسِ haberdir, niçin مَنْ üzerine takaddüm etmiştir?

C – Madem ki o hükümden taaccüp kastedilmiştir; taaccüb[hayret etme, şaşkınlık] inşaînin şe’ni, [belirleyici özellik] kelâmın evvelinde bulunmaktır.

Sonra nâs tabirinden birkaç letâif [duygular] çıkıyor.

124

Birincisi: Kur’ân’ın, münafıkların şahıslarını tayin etmeyerek umumî bir sıfatla onlara işaret etmesi, Resul[Allah’ın elçisi] Ekremin (a.s.m.) siyasetine daha münasiptir. Zira münafıkların şahıslarının tayiniyle kabahatleri yüzlerine vurulsaydı, mü’minler nefsin desisesiyle [hile, aldatma] vesveseye düşerlerdi. Halbuki vesvese havfe, [korku] havf [korku] riyaya, riya nifaka [ayrılık, dağılma] müncer olur.

Ve keza, eğer Kur’ân onları tayinle takbih [çirkinlikle niteleme, çirkin bulma] etseydi, “Resul[Allah’ın elçisi] Ekrem (a.s.m.) mütereddittir, [kararsız, şüpheli] etbâına [halk, yönetilenler] emniyeti yoktur” denilecekti.

Ve keza, bazan kötülük ifşa edilmezse tedricen [aşamalı olarak] zail [geçici, yok olucu] olması ihtimali vardır. Fakat teşhir edildiği takdirde, kötülüğü yapan kimsenin hiddetini tahrik eder, fenalığı daha fazla yapmasına bâis [sebep, neden] olur.

Ve keza, nâs gibi umûmî bir sıfatın nifaka [ayrılık, dağılma] münafi [aykırı] olması, hususî sıfatların daha ziyade münafi [aykırı] olmasına delâlet eder. Zira, insan mükerremdir. [ikram edilen, ikrama mazhar olan] Bu gibi rezaleti işlemek insaniyetin şânından değildir.

Ve keza, nâs tabiri, nifakın [ayrılık, dağılma] bir taife veya bir tabakaya mahsus olmayıp, hangi taife olursa olsun, insan nev’inde bulunmasıdır.

Ve keza, nâs tabiri, nifak [ayrılık, dağılma] bütün insanların haysiyet ve şereflerini ihlâl eden bir rezalet olduğundan, enzâr-ı âmmeyi [genelin bakışı, görüşü, kamuoyu] nifakın [ayrılık, dağılma] aleyhine çevirtmekle izale [giderme] ve adem-i intişarına [yayılmama] çalışmaları lüzumuna işarettir.

S – يَقُولُ 1 ile اٰمَنَّا 2 nın mercileri bir iken, birisinin müfred, [gr. tekil] diğerinin cem’ [bir araya gelme] sîgasıyla zikirlerinde ne hikmet vardır?

C – Zarif bir letâfete [hoşluk, gözellik] işarettir ki, imanın mevsufu [bir sıfatla nitelenen] cem’ [bir araya gelme] ise de telaffuz eden müfreddir. [gr. tekil]

﴾ 3 يَقُولُ اٰمَنَّا ﴿ cümlesi, onların iman dâvâlarını hikâyedir. Bu cümlede dâvâlarının

125

reddine iki cihetle işaret edildiği gibi, dâvâlarının takviyesine de iki vecihle [yön] ima edilmiştir. Şöyle ki:

يَقُولُ 1 kelimesi, madde cihetiyle onların iman dâvâsının ayn-ı itikad [gerçek inanç, inancın tâ kendisi] olmayıp ancak kuru bir sözden ibaret olduğuna işarettir. Kezâlik, [böylece, bunun gibi] muzari [gr. şimdiki, geniş ve gelecek zaman kipi] sîgasıyla zikrinde, onları aleddevam [devamlı, sürekli] yaptıkları müdafaaya sevk eden, vicdanî bir sebep değildir, ancak halka karşı bir riyakârlık olduğuna işarettir.

Dâvâlarının takviyesine yapılan işaretler ise, اٰمَنَّا 2 fiil-i mazînin hey’etinden [gr. geçmiş zaman fiiline ait mânâlar] “Biz ehl-i kitap [Allah’ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler] cemaatleri, eskiden beri mü’miniz. Şimdi imandan geri kalmamıza imkân yoktur” gibi takviye edici bir delil tereşşuh [sızma/sızıntı] ettiği gibi, cem’e [bir araya gelme] râci [ait] olan نَا zamirinden de “Bizler bir fert gibi değiliz, ancak muhteşem bir cemaatiz. Yalana tenezzül etmeyiz” gibi ikinci bir takviye daha çıkıyor.

﴾ بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ 3 ﴿ Kur’ân-ı Kerim, hikâye ettiği şeyleri ya aynıyla alır veya meâlinin ahzıyla veyahut ibaresinin telhisiyle [özetleme] bir tasarruf yapar. Birinci ihtimale göre, onların erkân-ı imaniyeden [iman esasları] yalnız bu iki rüknü [esas, şart] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmeleri, rükünlerin [esas, şart] en mühimlerini izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmekle sadakatlerini göstermeye işarettir. Ve aynı zamanda, onlardan en ziyade kabule şayan, [layık, yaraşır] zûumlarınca [zan, kuru iddia] bu iki rükündür. [esas, şart] İkinci ihtimale nazaran, Cenâb-ı Hakkın, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] imanın rükünleri [esas, şart] içinde kutup [esas, önder, direk, eksen] sayılan bu iki rüknü [esas, şart] tahsis etmesi, onların kuvvetle iddia ettikleri iman, dine iman olmadığına işarettir. Çünkü bu iki rüknün [esas, şart] de muktezasına [bir şeyin gereği] amel ve itikad [inanç] etmemişlerdir. ب ‘nin tekrarı, her iki rükne [esas, şart] olan imanın bir cihetten olmadığına işarettir. Çünkü, Allah’a iman, Allah’ın vücud ve vahdetine [Allah’ın birliği] imandır. Yevm-i âhirete [âhiret günü; öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat] iman ise, o günün hak olduğuna ve muhakkak geleceğine imandır.

126

﴾ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ 1 ﴿ : S – اٰمَنَّا 2 ‘ya müşabih [benzer] olan وَمَا اٰمَنُوا 3 ‘ya tercihen وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ olarak cümle-i ismiye [isim cümlesi] ile denilmesinde ne hikmet var?

C – Birincisi: Her iki اٰمَنَّا arasında görülen zâhirî tenakuzdan [çelişki, tutarsızlık, birbirini iptal edip bozma] içtinap [çekinme, kaçınma] etmek içindir.

İkincisi: اٰمَنَّا ihbar değildir, inşadır. [şiir şeklinde okuma] İnşa, nefiy [inkâr] ile tekzip edilemediğinden وَمَا اٰمَنُوا denilmemiştir.

Üçüncüsü: اٰمَنَّا cümlesinden zımnen [gizlice] istifade edilen نَحْنُ مُؤْمِنُونَ 4 cümlesine nefiy [inkâr] ve tekzibi [yalanlama] ircâ [döndürme] için وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ denilmiştir.

Dördüncüsü: Onların adem-i imanlarının [imansızlık, iman etmeme] devamına delâlet etmek için cümle-i ismiye [isim cümlesi] ihtiyar edilmiştir.

S – Nefyi [gönderilme, sürgün] ifade eden مَا cümlenin evvelinde bulunduğu halde, cümleden istifade edilen devamı nefyetmeye [gönderilme, sürgün] delâlet etmediğinden hikmet nedir?

C – Nefiy, [inkâr] kesif [katı] bir harfin medlûlüdür. [mânâ, anlam, işaret edilmiş olan] Devam ise, cümle-i ismiyenin [isim cümlesi] heyet-i hafifesinden [cümledeki her bir parçanın tek tek mânânın hafiif olduğunu göstermesi; hafif yapı] istifade edilen bir mânâdır. Binaenaleyh, kesif [katı] kesife, yani nefiy, [inkâr] imâna daha karibdir. [yakın]

S – وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ ‘deki haber üzerine harf-i cer [cer harfi; gr. cümlede kendinden önceki fiilin veya ismin mânâsını kendinden sonraki kelime veya kelime guruplarına taşıyan harfler “an, min, be” gibi] olan ب ‘nin duhulü [girme] neye işarettir?

C – Onların zahiren imanları varsa da, hakikatte imana ehil ve lâyık insanlar olup, mü’minîn [iman edenler; Allah’a ve Onun peygamberlerle gönderdiği şeylere inananlar] sınıfından addedilmediklerine delâlet için مَا ‘nın haberi üzerine ب dahil olmuştur.

127

﴾ يُخَادِعُونَ اللهَ وَالَّذِينَ اٰمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ اِلاَّۤ اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ * فِى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ 1 ﴿

Bu âyet, bütün cümleleriyle nifaka [ayrılık, dağılma] hücum ederek, münafıkları tevbih, [azarlama] takbih, [çirkinlikle niteleme, çirkin bulma] tehdit, tâyib etmekle, evvelce اٰمَنَّا 2 dedikleri kavli, [söz] ne maksada ve ne illete [asıl sebep] binaen söylediklerini ve nifakın [ayrılık, dağılma] en birinci cinayeti olan hud’a [hile, aldatma] ve hilelerini beyan etmektedir.3

Evvelen, nifakın [ayrılık, dağılma] birinci cinayeti olan hud’aya [hile, aldatma] ait يُخَادِعُونَ 4 ‘den يَكْذِبُونَ 5 ‘ye kadar yedi cümleye terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden müteselsil [zincirleme] neticeleri nazara almak lâzımdır

Birincisi: Allah’ı kandırmak gibi muhal [bâtıl, boş söz] bir şeyin talebinde bulundukları için tahmik edilmişlerdir.

İkincisi: Menfaat niyetiyle kendilerine zarar dokundurdukları için tesfih edilmiştir.

Üçüncüsü: Menfaati mazarattan tefrik edemedikleri için techil edilmişlerdir.

Dördüncüsü: Tıynetleri pis, sıhhatlerinin madeni hasta, hayat menbaları ölmüş, vesaire gibi rezaletleriyle terzil [rezil ve alçak gösterme] edilmişlerdir.

Beşincisi: Şifanın talebiyle marazlarını ziyade ettikleri için tezlil [zillete düşürme, alçaltma] edilmişlerdir.

Altıncısı: Elemden maada birşeyi intaç [netice verme] etmeyen kavî [güçlü, kuvvetli] bir azapla tehdit edilmişlerdir.

Yedincisi: İnsanlarca alâmetlerin en çirkini olan kizb [yalan] ile teşhir edilmişlerdir.

128

Sonra bu yedi cümlenin arasındaki intizam ve irtibatın, şöyle bir tasvirle dinlenmesi lâzımdır:

Bir şahıs bir şahsı, nasîhatle fena bir şeyden men etmek üzere şöyle tevcih-i [yöneltme] kelâmda bulunur: “Ey kişi! Aklın varsa şu yapmak istediğin şey muhaldir, hem nefsine zarardır. Hem iyiyi kötüyü tefrik edecek bir hissin yok mudur? Anlaşılan, hakikatı hurafe, tatlıyı acı gösteren seciyende [huy, karakter] bir hastalık vardır. Şüphesiz o hastalıktan kurtulup şifayab olmak istiyorsun. Fakat senin bu halin, o hastalığı izale [giderme] değil, tezyid [artırma, çoğaltma] ediyor. Eğer bu halinle bir lezzet, bir zevk istersen, en şedit [çok şiddetli] bir elemi intaç [netice verme] eden bir azap eline geçer. En nihayet sarhoşluktan ayrılıp, kötü halinden vazgeçmediğin takdirde, fesadın başkalara geçmemek üzere hortumun üzerine, bir damganın vurulmasıyla seni teşhir ve ilân etmek lâzımdır.”

Kezalik, [böylece, bunun gibi] Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] münafıkları nifaktan [ayrılık, dağılma] zecr [sakındırma] ve men için kötü hallerini şöylece nakletmekle yüzlerine vuruyor:

﴾ يُخَادِعُونَ اللهَ ﴿: Yani, hile ile Allah’ı kandırmak istiyorlar. Zira Resul[Allah’ın elçisi] Ekrem (a.s.m.) Allah’ın elçisidir. Ona yapılan hile Allah’a racidir. [ait] Allah’a yapılan hile ise muhaldir. Muhali talep etmek hamakattir. [ahmaklık] Böyle hayvancasına hamakat, [ahmaklık] taaccübü [hayret etme, şaşkınlık] muciptir. [gerektirici]

﴾ وَمَا يَخْدَعُونَ اِلاَّۤ اَنْفُسَهُمْ ﴿ : Yani, onlar ancak nefislerine hile yapıyorlar; zira fiillerinde nef’ [fayda] değil, zarar vardır. Bu zarar da nefislerine racidir. [ait] Nefislerine zarar veren, ancak süfeha [sefihler beyinsizler, ahmaklar] kısmıdır.

﴾ وَمَا يَشْعُرُونَ ﴿: Yani, nef’ [fayda] ve zararı tefrik edecek bir hisse malik değillerdir. Bu ise cehaletin en edna ve en aşağı bir derekesine [aşağı derece] düştüklerine işarettir.

﴾ فِى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ ﴿: Yani, nifak [ayrılık, dağılma] ve hasetten kalblerinde, ruhlarında öyle bir maraz [hastalık] vardır ki, o maraz, [hastalık] hakkı bâtıl, hakikati hurafe telâkki [anlama, kabul etme] etmeye sebeptir. Zaten fasit bir kalbden, bozuk bir ruhdan böyle rezaletlerin çıkması bedihîdir. [açık, aşikâr]

129

﴾ فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا ﴿ : Yani, eğer onlar yaptıkları fenalıkla gayz [kin, öfke] ve hasetlerini izale [giderme] için bir deva, bir ilâç talebinde iseler, o zannettikleri ilâç, kalblerini, ruhlarını bozan bir zehirdir. Zehirle kendi tedavisine çalışan, elbette zelildir. [aşağılanan] Evet, kırık ve yaralı bir el ile intikamını almak isteyen, yarasının artmasına hizmet eden bir miskindir.

﴾ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ ﴿ : Yani, eğer onlar bir zevk, bir lezzet talebinde iseler, şu nifaklarında [ayrılık, dağılma] pek çok maâsî [günahlar] olduğu gibi, muvakkat [geçici] bir lezzet bile yoktur. O nifak, [ayrılık, dağılma] ancak dünyada şedit [çok şiddetli] bir elemi, âhirette de en şedit [çok şiddetli] bir azabı intaç [netice verme] edecek bir dalâlettir. [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık]

﴾ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ ﴿ : Yani, yaptıkları kizbden [yalan] pişman olup, nedamet [pişmanlık] etmedikleri takdirde, beynennas [insanlar arasında] yalancılıkla teşhir ve bir alâmetle tevsimleri [damgalama, işaretleme] lâzımdır ki, başkalar onlara itimad edip marazlarına maruz kalmasınlar.

Mezkûr [adı geçen] cümlelerin eczaları arasında bulunan irtibat ve intizamın beyanına gelelim:

Münafıkların yaptıkları hileden takip edilen gayenin muhal [bâtıl, boş söz] olduğuna ve o muhaliyeti [imkansızlık] göz önüne getirip çirkin bir şekilde gösterilmesine tasrih [açık şekilde bildirme] edilmek üzere يُخَادِعُونَ اللهَ وَالَّذِينَ اٰمَنُوا 1 cümlesinde münafıkların amelinden (müşareket babından) muzari [gr. şimdiki, geniş ve gelecek zaman kipi] sîgasıyla hud’a [hile, aldatma] ünvanıyla tabir edilmiştir.

Ve keza, makamın iktiza[bir şeyin gereği] hilâfına اَلنَّبِىُّ 2 ‘ye bedel اللهَ ve اَلْمُؤْمِنُونَ 3 ‘ye bedel وَالَّذِينَ اٰمَنُوا 4 zikredilmiştir. Çünkü يُخَادِعُونَ 5 ‘nin maddesinden nefret çıkar. Sîgasından devam ve istimrar [devam etme] çıkar. Babından müşareket [ortaklık] çıkar. Müşareket [ortaklık]

130

ise müşakeleti, [benzerlik; aynıyla karşılık verme] yani mukabele-i bilmisli [benzeriyle, aynıyla karşılıkta bulunma] icap [gerekli kılma] eder. Müşakelet [benzerlik; aynıyla karşılık verme] ise onların seyyielerine [günah] karşı seyyie [günah] ile mukabele [karşılama; karşılık verme] edileceğini istilzam [gerektirme] eder. Demek onların devam ile yaptıkları şu kötü fiil, nefisleri titreten bir nefreti intaç [netice verme] ettiği gibi, takip ettikleri garazın da akim [sonuçsuz, verimsiz] kaldığına delâlet eder.

اَللهُ kelimesinin tasrihinden [açık şekilde bildirme] de garazlarının muhal [bâtıl, boş söz] olduğuna delâlet vardır. Çünkü Resul[Allah’ın elçisi] Ekreme (a.s.m.) yapılan hud’a [hile, aldatma] Allah’a racidir. [ait] Allah ile pençeleşmek isteyen düşer.

﴾ اَلَّذِينَ :﴿ وَالَّذِينَ اٰمَنُوا 1 ‘nin iphamını [gizleme] izale [giderme] etmek için sıla olarak iman sıfatının ihtiyar edilmesi, onların iman cihetiyle kendilerini sevdirerek mü’minlerden addetmek istemiş olduklarına işarettir. Ve keza nur-u imanla [iman aydınlığı] akılları münevver [aydın] olan mü’minlerin dirayetinden hilelerinin gizli kalmamasına bir îmâdır.

﴾ وَمَا يَخْدَعُونَ اِلاَّۤ اَنْفُسَهُمْ 2 ﴿: Bu cümledeki hasr, kemal-i sefahetlerine [tam bir beyinsizlik, ahmaklık] işarettir. Zira mü’minlere zarar verdirmek için yaptıkları muamele mâkûse olup, onlar baltayı nefislerine vurmakla, sanki o hud’a[hile, aldatma] bizzat nefislerine yapmakla sefahetlerini [ahmaklık, beyinsizlik] ilân etmişlerdir. يَخْدَعُونَ 3 ‘nin يَضُرُّونَ 4 ‘ye tercihi, yine onların sefahetlerine [ahmaklık, beyinsizlik] işarettir. Çünkü ashab-ı ukûl arasında kasten nefsine zarar veren vardır. Fakat amden [kasden; bizzat isteyerek, maksatlı olarak] kendisiyle hud’a [hile, aldatma] eden yoktur, meğer ki insan suretinden çıkmış ola…

اَنْفُسَهُمْ 5 Bu ünvan, onların pek aziz ve sevgili olan nefislerini memnun etmek üzere bir hazz-ı nefsânî [nefsin hoşuna giden zevk ve lezzet] kazanmak niyetiyle yaptıkları nifak, [ayrılık, dağılma] aksul-amel [tepki, reakisyon] kabilinden [gibisinden, türünden] bir zakkum-u esmar [cehennem meyveleri] olduğuna işarettir.

131

S – Bu cümledeki hasırdan anlaşılır ki, onların hud’a [hile, aldatma] ve nifakları [ayrılık, dağılma] İslâmiyete ve âlem-i İslâma [İslâm âlemi] zarar vermemiştir. Halbuki âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] unsurları, onların öldürücü zehir gibi intişar [açığa çıkma, yayılma] eden nifak [ayrılık, dağılma] şubelerinden gördüğü zararları, hiçbir şeyden görmemiştir.

C – Âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] görünen zararlar ancak onların bozulmuş tabiatlarından, tefessüh [bozulma] etmiş fıtratlarından, taaffün [bozulma, çürüme, kokuşma] etmiş vicdanlarından neş’et [doğma] ve intişar [açığa çıkma, yayılma] etmiştir. Yoksa onların arzu ve ihtiyarlarıyla yaptıkları hud’a [hile, aldatma] ve hilelerin neticesi değildir. Çünkü onların hileleri Cenâb-ı Hakka, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Peygamber-i Zişana (a.s.m.), cemaat-ı müslimîne [Müslümanlar topluluğu] yapılan bir muameledir. Allah, o muameleye âlimdir. Peygamber-i Zişan da (a.s.m.) vahiyle vakıftır. Cemaat-i müslimînce [Müslüman cemaat] de imanî bir şiddet-i zekâ [büyük zekâ, anlayış] sayesinde, o gibi hileler tesettür edip, gizli kalamaz. Demek onların âlem-i İslâma [İslâm âlemi] vurdukları balta, dönüp kendi başlarını parçalamıştır. Çünkü aldanan, cemaat-i müslimîn [Müslüman cemaat] değildir. Ancak aldanan, aldatandır.

﴾ وَمَا يَشْعُرُونَ 1 ﴿ : Yani, onlar yaptıkları hilenin nefislerine raci [ait] olduğunu hissetmiyorlar. Bu fezleke [hülasa, öz] onların cehaletini ilân ediyor. Çünkü ukalâdan [akıllılar, akıl sahipleri] değildirler. Çünkü onların bu işi ukalâ [akıllılar, akıl sahipleri] işi değildir. Ve keza, hayvan sınıfına da benzemiyorlar. Çünkü hayvanlar zararlı olan şeyleri hissettikleri zaman çekinirler. Demek bunlar, hiss-i hayvanîden [hayvanî duygu] de mahrumdurlar. Öyleyse bunlar, ihtiyarları ve şuurları olmayan cemadat [cansız varlıklar] nev’ine dahildirler.

﴾ فِى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ 2 ﴿ : Bu cümlenin, makabliyle [öncesi] veçh-i irtibatı: [bağlantı, ilişki yönü] Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki onlar, şuur hissini istihdam [çalıştırma] ederek muhakeme-i akliye [akıl yürütüp düşünme, değerlendirme] ile amel etmediler; anlaşıldı ki, ruhlarında bir maraz [hastalık] vardır. Ve lâakal [en az] onun zararlı bir maraz [hastalık] olduğunu bilmeleri lâzımdır ki, o marazdan sâdır [çıkan; ortaya çıkan, meydana gelen] olan hükümlere itimat etmesinler. Çünkü o maraz, hakikatleri tağyir [değiştirme] etmekle acıyı tatlı, çirkini güzel göstermek şanındandır.

Zarfiyeti [bir kelimenin yer ve zaman bildirmesi hâli] ifade eden فِى lâfzından [ifade, kelime] anlaşılır ki, onların marazları kalbin sathında [bir şeyin üstü, dış yüzü]

132

değildir. Ancak kalbin melekûtunda, [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] yani içyüzünde kâin [var olan, bulunan] bir marazdır. “Kalb” ünvanından anlaşılır ki, kalbin sathında [bir şeyin üstü, dış yüzü] bulunan bir hastalık, bütün a’mâl-i bedeniyeyi [bedene ait faaliyetler, işler] sekteye uğrattığı gibi, kalbin içyüzü de nifakla [ayrılık, dağılma] hastalandığı zaman, ef’âl-i ruhiye [ruha ait faaliyetler, işler] tamamen istikamet [doğru] üzerine hareket edemez. Çünkü hayatın mihveri ve makinası ancak kalbdir.

فِى قُلُوبِهِمْ 1 kelâmının مَرَضٌ 2 kelimesi üzerine takdimi iki cihetle hasrı ifade eder. Biri: Maraz [hastalık] başka uzuvlarda değil, ancak kalblerdedir. Diğeri: O kalbler de ancak münafıkların kalbleri olup, başkaların kalbleri değildir. Bu iki hasırdan târiz [dokundurma, iğneleme, taş atma; sözde bir yönü göstererek başka bir yönü kastetme sanatı] suretiyle anlaşılır ki, nur-u imanın, [iman aydınlığı] insanın bütün ef’al [fiiller, davranışlar] ve âsârına [eserler/asırlar] sıhhat ve istikameti [doğru] vermek, şanındandır. Ve yine anlaşılır ki, fesad kalbdedir. Birşeyin esası, kalbi bozuk olursa teferruatını tamir etmek bir faideyi teşkil etmez. Ve yine anlaşılır ki, fıtrattan hakikat çıkar. Fıtrat, hakikatlere merci bir masdardır. [fiillerin asıl kökü] Fesat ve harap ise ârızî [asla ait olmayıp sonradan ortaya çıkan] bir marazdır. Çünkü eşyada asıl sıhhattir. Maraz ise ârızîdir. [asla ait olmayıp sonradan ortaya çıkan] Binaenaleyh, onlar, “Nifak [ayrılık, dağılma] ve fesadımız fıtrîdir. [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] İhtiyarî olmadığından mûcib-i ceza [cezayı gerektiren, ceza sebebi] değildir” diye itizarda [bir sebep göstererek affını dileme] bulunamazlar. Tenkiri, [belirsiz kılma] meçhuliyeti ifade eden tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] ise, o maraz [hastalık] pek gizli olduğundan ne görünmesi ve ne de tedavisi mümkün olmadığına işarettir.

Beşinci cümleyi teşkil eden ﴾ فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا 3 ﴿ ‘nin, makabliyle [öncesi] vech-i irtibatı [irtibat, bağlantı yönü] ile eczası arasındaki cihet-i intizama [tertip, diziliş yönü] gelince: Evet, vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki münafıklar yaptıkları amelden bir maraz [hastalık] olduğu kanaatiyle içtinap [çekinme, kaçınma] etmediler, bilâkis o amellerini istihsan [beğenme, güzel bulma] ederek o marazın fazlaca talebinde bulundular; Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] da talepleri üzerine onların marazlarını arttırdı.

133

S – فَزَادَ 1’deki ف makablinin [öncesi] mabadine [sonrası] sebep olduğunu ifade eder. Halbuki buradaki marazın vücudu, marazın ziyadesine sebep değildir.

C – Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki, onlar marazlarını teşhis edip tedavisi talebinde bulunmadılar; sanki, ihmallik yüzünden ziyadesini talep etmişlerdir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] da mü’minlerin zaferiyle onların ümitlerini ye’se [ümitsizlik] çevirmiştir ve Müslümanların galebesiyle [üstün gelme] onların husumetlerini haset ve kine kalb etmiştir. Sonra da onların maruz kaldıkları o yeis [ümitsizlik] ve kinden doğan korku, za’fiyet ve zillet [alçaklık] emrazlarını onların kalblerine istilâ ettirmekle marazlarını ziyadeleştirdi.

S – Kur’ân-ı Kerimin bu cümlede maraz [hastalık] kelimesini mef’ul [gr. nesne, tümleç; kendisine yapılanı bildiren isim, fiile yöneltilen ne, neyi, kimi sorularına cevap olarak alınan kelime] değil, temyiz şeklinde kullanması neye işarettir?

C – Münafıkların batınî ve kalbî olan marazları, sanki zahire çıkmış ve bütün amellerine ve fiillerine sirayet [bulaşma] etmekle, onların vücutları tamamıyla maraz kesilmiş olduğunu ifade etmek için, مَرَضًا 2 kelimesi, temyiz olarak kullanılmıştır. Evet, مَرَضًا kelimesi mef’ul [gr. nesne, tümleç; kendisine yapılanı bildiren isim, fiile yöneltilen ne, neyi, kimi sorularına cevap olarak alınan kelime] olduğu takdirde bu mânâyı ifade etmez. Çünkü o vakit ziyadelik, yalnız maraza taallûk [ait olma, ilgilendirme] eder.

Altıncı cümleyi teşkil eden ﴾ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ 3 ﴿ ‘in vech-i irtibatı [irtibat, bağlantı yönü] ise: Menfaati ifade eden ل ‘dan anlaşılır ki, münafıkların menfaati ya dünyada elîm bir azaptır, veyahut ahirette şedît [şiddetli] bir elemdir. Bunlar ise menfaat değildir. Öyleyse menfaatleri muhaldir.

S – Elîm, “müteellim[acı çeken] mânâsınadır. Müteellim [acı çeken] ise şahsın sıfatıdır. Binaenaleyh azabın, elîm ile vasıflandırılmasında ne hikmet vardır?

C – Azap onların vücutlarını öyle kaplar ve cesetlerini öyle ihata [herşeyi kuşatma] eder ve batınlarına öyle nüfuz eder ki, sanki onların vücutları bir azap külçesi kesilir.

134

Onların cesetlerinden, azaptan mâada birşey görünmez olur. Hatta o azap külçesinden fışkıran ah’lar, fizarlar, teellümler, [elem çekme] sanki nefs-i azaptan neş’et [doğma] ederler. Yani çağıran, bağıran, müteellim [acı çeken] olan, ayn-ı azap olduğu sanılır.

Yedinci cümleyi teşkil eden ﴾ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ 1 ﴿ ‘nin vech-i irtibatı: [irtibat, bağlantı yönü]

Münafıkların azaplarının, mezkûr [adı geçen] cinayetleri arasında yalnız kizb [yalan] ile vasıflandırılması, kizbin [yalan] şiddet-i kubh ve çirkinliğine işarettir. Bu işaret dahi, kizbin [yalan] ne kadar tesirli bir zehir olduğuna bir şahid-i sadıktır. [doğru sözlü şahit] Zira kizb, [yalan] küfrün [inançsızlık, inkâr] esasıdır. Kizb, [yalan] nifâkın [ikiyüzlülük, bozgunculuk] birinci alâmetidir. Kizb, [yalan] kudret-i İlâhiyeye [Allah’ın güç ve iktidarı] bir iftiradır. Kizb, [yalan] hikmet-i Rabbaniyeye zıttır. Ahlâk-ı âliyeyi [yüksek ahlâk] tahrip eden, kizbdir. [yalan] Âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] zehirlendiren, ancak kizbdir. [yalan] Âlem-i beşerin ahvâlini [haller] fesada veren, kizbdir. [yalan] Nev-i beşeri kemalâttan [olgunluklar, faziletler, iyilikler] geri bırakan, kizbdir. [yalan] Müseylime-i Kezzâb ile emsalini âlemde rezil ve rüsvây eden, kizbdir. [yalan]

İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, bütün cinayetler içinde tel’ine, [lânetleme] tehdide tahsis edilen, kizbdir. [yalan]

Bu âyet, insanları, bilhassa Müslümanları dikkate dâvet eder.

Sual: Bir maslahata [amaç, yarar] binaen kizbin [yalan] caiz olduğu söylenilmektedir. Öyle midir?

Cevap: Evet, kat’î ve zarurî bir maslahat [amaç, yarar] için bir mesağ-ı şer’î vardır. Fakat hakikate bakılırsa, maslahat [amaç, yarar] dedikleri şey bâtıl bir özürdür. Zira usûl-i şeriatta takarrur [karar bulma] ettiği vecihle, [yön] mazbut ve miktarı muayyen olmayan birşey, hükümlere illet [asıl sebep] ve medar [kaynak, dayanak] olamaz; çünkü, miktarı bir had altına alınmadığından sû-i istimale [bir şeyi kötüye kullanma] uğrar. Maahaza, [bununla birlikte] birşeyin zararı menfaatine galebe [üstün gelme] ederse, o şey mensuh ve gayr-ı muteber olur. Maslahat, [amaç, yarar] o şeyi terk etmekte olur.

135

Evet, âlemde görünen bu kadar inkılâplar [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve karışıklıklar, zararın, özür telâkki [anlama, kabul etme] edilen maslahata [amaç, yarar] galebe [üstün gelme] etmesine bir şahittir.

Fakat kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] veya târiz [dokundurma, iğneleme, taş atma; sözde bir yönü göstererek başka bir yönü kastetme sanatı] suretiyle, yani gayr-ı sarih [açık olmayan] bir kelimeyle söylenilen yalan, kizbden [yalan] sayılmaz.

Hülâsa, [esas, öz] yol ikidir: Ya sükût etmektir; çünkü söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır. Veya sıdktır; [doğruluk] çünkü İslâmiyetin esası, sıdktır. [doğruluk] İmanın hassası, sıdktır. [doğruluk] Bütün kemalâta [olgunluklar, faziletler, iyilikler] îsal [ulaştırma] edici, sıdktır. [doğruluk] Ahlâk-ı âliyenin [yüksek ahlâk] hayatı, sıdktır. [doğruluk] Terakkiyatın [ilerleme] mihveri sıdktır. [doğruluk] Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] nizamı, sıdktır. [doğruluk] Nev-i beşeri kâbe-i kemalâta [olgunlukların, faziletlerin merkezi, zirvesi] îsal [ulaştırma] eden sıdktır. [doğruluk] Ashab-ı Kiramı [yüksek şeref sahibi Sahabeler; Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan gidenler] bütün insanlara tefevvuk [üstün gelme] ettiren, sıdktır. [doğruluk] Muhammed-i Hâşimî [Haşimoğulları soyundan gelen Peygamberimiz Hz. Muhammed] aleyhissalâtü vesselâmı meratib-i beşeriyenin [insanlığa ait mertebeler, dereceler] en yükseğine çıkaran, sıdktır. [doğruluk]