İŞÂRÂTÜ’L-İ’CÂZ – Ecnebî Filozofların Kur’ân’ı Tasdiklerine Dair Şehadetleri (361-375)

361

 Ecnebî Filozofların Kur’ân’ı Tasdiklerine Dair Şehadetleri

 (Bu filozofların Kur’ân hakkındaki senalarının bir hülâsa[esas, öz] küçük Tarihçe-i Hayat‘ta [hayat hikayesi] ve Nur Çeşmesi [Risale-i Nur Külliyatı’nda yer alan mevzulardan oluşan kitapçık] Mecmuasında yazılmıştır.)

Prens Bismarck’ın Beyanatı

Sana muasır bir vücut olamadığımdan müteessirim,ey [etkileme, tesiri altında bırakma] Muhammed (a.s.m.)

Muhtelif devirlerde, beşeriyeti idare etmek için taraf-ı Lâhutîden geldiği iddia olunan bütün münzel semavî kitapları tam ve etrafıyla tetkik ettimse de, tahrif olundukları için, hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar değil bir cemiyet, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır. Lâkin Muhammedîlerin (a.s.m.) Kur’ân’ı, bu kayıttan âzâdedir. Ben, Kur’ân’ı her cihetten tetkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Muhammedîlerin (a.s.m.) düşmanları, bu kitap Muhammed’in (a.s.m.) zâde-i tab’ı olduğunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel, hattâ en mütekâmil bir dimağdan [akıl, beyin] böyle harikanın zuhurunu iddia etmek, hakikatlere göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak mânâsını ifade eder ki, bu da ilim ve hikmetle kabil-i telif [birleştirilmeye uygun, bağdaşabilir] değildir. Ben şunu iddia ediyorum ki, Muhammed (a.s.m.) mümtaz [seçkin] bir kuvvettir. Destgâh-ı kudretin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır.

Sana muasır bir vücut olamadığımdan dolayı müteessirim, [etkileme, tesiri altında bırakma] ey Muhammed (a.s.m.)! Muallimi ve nâşiri [neşreden, yayan, yayınlayan] olduğun bu kitap, senin değildir; o Lâhutîdir. Bu kitabın Lahutî olduğunu inkâr etmek, mevzu ilimlerin butlanını [bâtıl oluş] ileri sürmek kadar

362

gülünçtür. Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz [seçkin] bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, huzur-u mehabetinde kemal-i hürmetle eğilirim.

 Prens Bismarck

ba

En temiz ve en doğru din, Müslümanlıktır

Meşhur muharrir, [yazar, gazete yazarı] müsteşrik, edebiyat-ı Arabiye mütehassısı ve Kur’ân-ı Kerimin mütercimi Doktor Maurice şöyle diyor:

Bizans Hıristiyanlarını, içine düştükleri bâtıl itikatlar [inanç] girîvesinden, ancak Arabistan’ın Hıra Dağında yükselen ses kurtarabilmiştir. İlâhî [Allah tarafından olan] kelimeyi en ulvî makama yükselten ses, bu ses idi. Fakat Rumlar bu sesi dinleyememişlerdi. Bu ses, insanlara en temiz ve en doğru dini tâlim ediyordu. O yüksek din ki, onun hakkında, Gundö Firey Hesin gibi muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] bir fâzıl, [faziletli, değerli] şu sözleri pek haklı olarak söylüyor: “Bu dinde mukaddes sular, şâyân-ı teberrük eşya, esnâm [vakit, zaman] ve azizler, yahut a’mâl-i sâlihadan mücerred [bekar] imanı müfit tanıyan akideler, [inanç] yahut sekerat[can çekişme/ölüm anı] mevt esnasında nedametin [pişmanlık] bir fayda vereceğini ifade eden sözler, yahut başkaları tarafından vuku bulacak dua ve niyazların günahkârları kurtaracağına dair ifadeleri yoktur. Çünkü bu gibi akideler, [inanç] onları kabul edenleri alçaltmıştır.”

ba

363

Zamanlar geçtikçe, Kur’ân’ın ulvî sırları inkişaf [açığa çıkma] ediyor

 Doktor Maurice, Le Parler Française Roman ünvanlı gazetede, Kur’ân’ın Fransızca mütercimlerinden Selman [barış] Runah’ın tenkidatına verdiği cevapta diyor ki:

Kur’ân nedir? Her tenkidin fevkinde [üstünde] bir fesahat [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] ve belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] mucizesidir. Kur’ân’ın, 350 milyon Müslümanın göğsünü haklı bir gururla kabartan meziyeti, onun, her mânâyı hüsn-ü ifade [güzel ifade] etmesi itibarıyla, münzel kitapların en mükemmeli ve ezelî olmasıdır. Hayır, daha ileri gidebiliriz:

Kur’ân, kudret-i ezeliyenin, [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] inayetle [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] insana bahşettiği kütüb-ü semaviyenin en güzelidir. Beşeriyetin refahı nokta-i nazarından [bakış açısı] Kur’ân’ın beyanatı, Yunan felsefesinin ifâdâtından [ifâdeler] pek ziyade ulvîdir. Kur’ân, arz ve semanın Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] hamd ve şükranla doludur. Kur’ân’ın her kelimesi, herşeyi yaratan ve herşeyi hâiz olduğu kabiliyete göre sevk ve irşad [doğru yol gösterme] eden Zât-ı Kibriyanın azametinde mündemiçtir. [içinde bulunan]

Edebiyatla alâkadar olanlar için, Kur’ân, bir kitab-ı edebdir. Lisan mütehassısları için Kur’ân, bir elfaz [lafızlar, sözler] hazinesidir. Şâirler için Kur’ân, bir âhenk menbaıdır. [kaynak] Bundan başka bu kitap, ahkâm [hükümler] ve fıkıh namına bir muhit-i maariftir.

Davud’un (a.s.) zamanından, Jan Talmus’un devrine kadar gönderilen kitapların hiçbiri, Kur’ân-ı Kerimin âyetleriyle muvaffakiyetli [başarı] bir şekilde rekabet edememiştir.

Bundan dolayıdır ki, Müslümanların yüksek sınıfları, hayatın hakikatini kavramak nokta-i nazarından [bakış açısı] ne kadar tenevvür [aydınlanma, nurlanma] ederlerse, o derece Kur’ân ile alâkadar oluyorlar ve ona o kadar tazim ve hürmet gösteriyorlar.

364

Müslümanların Kur’ân’a hürmetleri daima tezayüd [artma] etmektedir. İslâm muharrirleri, [yazar, gazete yazarı] Kur’ân âyetlerini iktibasla [alıntı] yazılarını süslerler ve o yazılar o âyetlerden mülhem [ilham olunmuş] olurlar. Müslümanlar, tahsil ve terbiye itibarıyla yükseldikçe, fikirlerini o nisbette Kur’ân’a istinad ettiriyorlar. Müslümanlar, kitaplarına âşıktırlar ve onu, kalblerinin bütün samimiyetiyle mukaddes tanırlar. Halbuki, kütüb-ü İlâhiyeye nâil olan diğer milletler, ne kitaplarına ehemmiyet verirler ve ne de onlara hürmet gösterirler.

Müslümanların Kur’ân’a hürmetlerinin sebebi, bu kitap pâyidar oldukça, başka bir dinî rehbere arz-ı ihtiyaç etmeyeceklerini anlamalarıdır. Filhakika, [gerçekte, doğrusu] Kur’ân’ın fesahat, [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] ve nezahet itibarıyla mümtaziyeti, [seçkin] Müslümanları başka belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] aramaktan vareste kılmaktadır. Edebî dehâların ve yüksek şâirlerin Kur’ân huzurunda eğildikleri bir vâkıadır. Kur’ân’ın hergün daha fazla tecellî etmekte olan güzellikleri, hergün daha fazla anlaşılan, fakat bitmeyen esrarı, şiir ve nesirde üstad olan Müslümanları, üslûbunun nezahet ve ulviyeti [yüce] huzurunda diz çökmeye mecbur etmektedir. Müslümanlar, Kur’ân’ı tâ rûz-u haşre kadar pâyidar kalacak kıymet biçilmez bir hazine addeylerler ve onunla pek haklı olarak iftihar ederler. Müslümanlar, Kur’ân’ı, en fasih [güzel, açık ve düzgün] sözlerle, en rakik [ince, nazik] mânâlarla coşan bir nehre benzetirler.

Şayet Monsieur Renaud İslâm âlemiyle temas etmek fırsatını elde edecek olursa, münevver [aydın] ve terbiyeli Müslümanların, Kur’ân’a karşı en yüksek hürmeti perverde [beslenmiş, eğitilmiş] ettiklerini ve onun evamir-i ahlâkiyesine fevkalâde riayetkâr olduklarını ve bunun haricine çıkmamaya gayret ettiklerini görürdü.

Yeni nesiller ve asrî [yüzyıl/modern] mekteplerin mezunları da, Kur’ân’a ve Müslümanlığa karşı müstehziyane bir cümlenin sarfına tahammül etmemektedirler. Çünkü Kur’ân, iki sıfatla bu ehliyeti hâizdir.

Bunların birincisi: Bugün ellerde tedavül eden Kur’ân’ın Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.)  

365

vahyolunan kitabın aynı olmasıdır. Halbuki, İncil ile Tevrat hakkında birçok şüpheler ileri sürülmektedir.

İkincisi:< Müslümanlar, Kur’ân’ı, Arapçanın en kuvvetli muhafızı ve esasat-ı diniyenin [dine ait esaslar, temeller] amelî bir mahiyet almasının en kuvvetli menbaı [kaynak] telâkki [anlama, kabul etme] ederler.

Binaenaleyh, Monsieur Renaud eserini tashih edecek olursa, bu tercümesiyle, insanları tenvir [aydınlatma] hususunda insanlığa büyük bir muavenette [yardım] bulunur ve bâtıl itikadların [inanç] hudutlarını tarümar etmeye hâdim [hizmetçi] olur.

 Doktor Maurice

ba

[Nur Çeşmesi’nde ve Risale-i Nur’da yazılan bu nevi filozoflardan kırk altıncısıdır.]

Zat-ı Kibriya hakkındaki âyetlerin ulviyeti [yüce] veKur’ân’ın kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] nezaheti

Mister John Davenport, “Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ve Kur’ân-ı Kerim” ünvanlı eserinde Kur’ân-ı Kerimden bahsederken şu sözleri söylüyor:

Kur’ân’ın sayısız hususiyetleri içinde bilhassa ikisi fevkalâde mühimdir.

1. Zât-ı Kibriyayı ifade eden âyâtın âhengindeki ulviyettir. [yüce] Kur’ân-ı Kerim, beşerî zaaflardan [zayıflık, güçsüzlük] herhangi birisini Zat-ı Kibriya’ya isnaddan münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak]

2. Kur’ân, başından sonuna kadar, gayr-ı beliğ, gayr-ı ahlâkî, yahut terbiyeye muhalif fikirlerden, cümlelerden ve hikâyelerden tamamen münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak]

Halbuki bütün bu nakîsalar, Hıristiyanların ellerindeki muharref [aslı tahrif edilmiş, bozulmuş] Kitab-ı Mukaddeste [her türlü kusur ve noksandan yüce kitap] mebzuliyetle [çok bulunan, bol] vardır.

John Davenport

ba

366

Kur’ân, serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur

 Carlyle şöyle diyor:

Kur’ân’ı bir kere dikkatle okursanız, onun hususiyetlerini izhara [açığa çıkarma, gösterme] başladığını görürsünüz. Kur’ân’ın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur’ân’ın başlıca hususiyetlerinden biri, onun asliyetidir. [asıl oluş]

Benim fikir ve kanaatime göre, Kur’ân, serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattır.

 Carlyle

ba

Müslümanlık, tecessüd [ceset şekline girme, cesetleşme] ve teslis [üçleme; Hıristiyanların Allah’ın baba, oğul ve mukaddes ruh olmak üzere üç varlıktan mürekkep olduğuna inanmaları] akîdesini [inanç] reddeder

 İngiltere’nin en meşhur ve en büyük müverrihlerinden Edward Gibbon Roma İmparatorluğunun İnhitat ve Sukutu [alçalış, düşüş] adlı eserinde şöyle diyor:

Ganj Nehri ile, Bahr-i Muhît-i Atlasî (Atlas Okyanusu) arasındaki memleketler, Kur’ân’ı, bir kanun-u esasî [anayasa] ve teşriî [şeriata dair] hayatın ruhu olarak tanımışlardır. Kur’ân’ın nazarında, satvetli [güç, ezici kuvvet] bir hükümdarla, zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Kur’ân, bu gibi esaslar üzerinde öyle bir teşrî vücuda getirmiştir ki, dünyada bir nazîri [benzer] yoktur.

Müslümanlığın esasatı, [esaslar] teslisiyet [üçleme; Hıristiyanların Allah’ın baba, oğul ve mukaddes ruh olmak üzere üç varlıktan mürekkep olduğuna inanmaları] ve Allah’ın tecessüdiyetini [ceset şekline girme, cesetleşme] ve vahdet-i vücut [farklı şeylerin tek bir varlıkta bir araya gelmesi] akidesini [inanç] reddetmektedir. Bu mutasavvifâne akideler [inanç] üç kuvvetli ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] mevcudiyetini ve Mesih’in, Allah’ın oğlu—hâşâ!—olduğunu öğretmektedir. Fakat bu akideler, [inanç] ancak mutaassıp Hıristiyanları tatmin edebilir. Halbuki Kur’ân, bu gibi karışıklıklardan, iphamlardan [gizleme] âzâdedir.

Kur’ân, Allah’ın birliğine en kuvvetli delildir. Feylesofane bir dimağa [akıl, beyin] mâlik olan bir muvahhid, [Allah’ın birliğine inanan] İslâmiyetin nokta-i nazarını [bakış açısı] kabul etmekte hiç tereddüt etmez. Müslümanlık, belki bugünkü inkişaf-ı fikrimizin seviyesinden daha yüksek bir dindir.

 Edward Gibbon

367

 Hâlıkın hukukuyla mahlûkatın hukukunu en mükemmel surette ancak Müslümanlık tarif etmiştir

Kur’ân’ın telkin ve Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) tebliğ ettiği esâsâttan [esaslar] mükemmel bir ahlâk mecellesi vücut bulur. Esasat-ı Kur’âniyenin muhtelif memleketlerde insanlığa ettiği iyiliği ve ettikten sonra da Allah’a takarrub etmek isteyen insanları Cenab-ı Hakka raptettiğini [bağlama] inkâr etmek mümkün değildir.

Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] hukuku ile mahlûkun hukuku, ancak Müslümanlık tarafından mükemmel bir surette tarif olunmuştur. Bunu yalnız Müslümanlar değil, Hıristiyanlar da, Mûseviler de itiraf ediyorlar.

 Marmaduke Pickthall

ba

Kur’ân ile kavanin-i tabiiye arasında tam bir âhenk vardır

Yeni keşfiyatın [keşifler] veyahut ilim ve irfanın [bilgi, anlayış] yardımıyla hallolunan, yahut halline uğraşılan mesail [meseleler] arasında bir mesele yoktur ki İslâmiyetin esasâtıyla taarruz etsin. Bizim, Hıristiyanlığı, kavanin-i tabiiye ile telif [kaleme alma] için sarf ettiğimiz mesaiye mukabil, Kur’ân-ı Kerim ve Kur’ân’ın tâlimiyle kavanin-i tabiiye arasında tam bir âhenk görülmektedir. Kur’ân, her hürmete şâyân olan eserdir.

Levazaune

ba

Kur’ân, bütün iyilik ve fazilet esaslarını muhtevîdir; insanı, her türlü dalâletlerden [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] korur

Kur’ân, insanlara hukukullahı [Allah’ın hakkı] tanıtmış, mahlûkatın Hâlıktan [her şeyi yaratan Allah] ne bekleyeceğini, mahlûkatın Hâlıkla [her şeyi yaratan Allah] münâsebâtını en sarih [açık] şekilde öğretmiştir. Kur’ân, ahlâk ve felsefenin bütün esasatını [esaslar] câmidir. Fazilet ve rezilet, hayır ve şer, eşyanın

368

mahiyet-i hakikiyesi, [gerçek mahiyet, nitelik] hülâsa [esas, öz] her mevzu Kur’ân’da ifade olunmuştur. Hikmet ve felsefenin esası olan adalet ve müsavatı [eşitlik] öğreten ve başkalarına iyilik etmeyi, faziletkâr olmayı talim eden esaslar, bunların hepsi Kur’ân’da vardır. Kur’ân, insanı iktisat ve itidale [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] sevk eder, dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] korur, ahlâkî zaafların [zayıflık, güçsüzlük] karanlığından çıkarır, teâli-i [yücelme] ahlâk nuruna ulaştırır, insanın kusurlarını, hatalarını i’tilâ ve kemâle kalb eyler.

 Müsteşrik Sedio

ba

Kur’ân, öyle bir Peygamber sesidir ki, onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi, saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar.

Kur’ân şiir midir? Değildir. Fakat onun şiir olup olmadığını tefrik etmek müşkildir. [zor] Kur’ân, şiirden daha yüksek birşeydir. Mâmafih, Kur’ân ne tarihtir, ne tercüme-i haldir, ne de İsâ’nın (a.s.) dağda irad [sunma, söyleme] ettiği mev’ize gibi bir mecmua-i eş’ardır. Hattâ Kur’ân, ne Buda’nın telkinatı [telkinler] gibi bir mâba’d e’t-tabiiye, yahut mantık kitabı, ne de Eflâtun’un herkese irad [sunma, söyleme] ettiği nasihatler gibidir.

Bu, bir Peygamberin sesidir. Öyle bir ses ki, Onu, bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi, saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar. Bu sesin tebliğ ettiği din, evvelâ nâşirlerini [neşreden, yayan, yayınlayan] bulmuş, sonra teceddütperver [yenileme] ve îmar edici bir kuvvet şeklinde tecellî etmiştir. Bu sâyededir ki, Yunanistan ile Asya’nın birleşen ışığı, Avrupa’nın zulümat-âbad olan karanlıklarını yarmış ve bu hâdise, Hıristiyanlığın en karanlık devirlerini yaşadığı zaman vuku bulmuştur.

 Dr. Johnson

ba

369

Kur’ân’ın cihanşümul [dünya çapında, evrensel] hakikati: Kur’ân, Allah’ın birliğine inanmak hakikat-i kübrâsını [en büyük gerçek] ilân eder

 İngilizce-Arapça, Arapça-İngilizce lügatlerin [kelime, bir dilin söz varlığı; lisan; konuşulan dil] muharriri [yazar, gazete yazarı] Doktor City Youngest Kur’ân hakkında şu sözleri söylüyor:

Kur’ân, insanların yed-i istifadesine geçen eserlerin en büyüklerinden biridir. Kur’ân’da, büyük bir insanın hayal ve seciyesi, [huy, karakter] en vâzıh [açık] şekilde görülmektedir.

Carlyle “Kur’ân’ın ulviyeti, [yüce] onun cihan-şümul hakikatindedir” dediği zaman, şüphesiz, doğru söylemişti.

Muhammed’in (a.s.m.) doğruluğu, faaliyeti, hakikatı taharride [araştırma] samimiyeti, sarsılmayan azmi, imanı, kendisini dinlemek istemeyenlere ezelî hakikati dinletmek yolundaki sebatı, [kalıcı olma, sabit kalma] bana kalırsa, onun, o cesur ve azimkâr Peygamberin hâtem-i risalet olduğunun en kat’î ve en emîn delilleridir.

Kur’ân, akaid [iman esasları] ve ahlâkın, insanlara hidayet ve hayatta muvaffakiyet [başarı] temin eden esasatın [esaslar] mükemmel mecellesidir. Bütün bu esasatın [esaslar] üssü’l-esası, [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] âlemin bütün mukadderatını [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] yed-i kudretinde [Allah’ın kudret eli] tutan Zat-ı Kibriyâya imandır.

Allah’ın birliğine iman etmek hakikat-i kübrâsını [en büyük gerçek] ilân ediyorken, Kur’ân, lisan-ı belâgatin en yükseğine ve nezahetin şâhikasına [zirve] varır. Kur’ân, Allah’ın iradesine itaati, Allah’a isyanın neticelerini izah ederken, insanların muhayyilesini elektrikleyen en seyyal [akıcı] lisanı kullanır. Resul-i Kibriyâya tesellî vermek ve onu teşvik etmek, yahut halkı sair Peygamberlerin ahvâliyle, [haller] milletlerinin âkıbetiyle korkutmak icap [gerekli kılma] ettiği zaman, Kur’ân’ın lisanı, en kat’î ciddiyeti almaktadır.

Mâdem ki Kur’ân’ın birbirine düşman kabileleri, yekdiğeriyle [bir diğer şey] mücadele eden unsurları derli toplu bir millet haline getirdiğini, onları eski fikirlerinden daha ileri bir seviyeye yükselttiğini görüyoruz; o halde, belâgat-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın belâgati, eşsiz edebî güzelliği] mükemmeliyetine hükmetmeliyiz. Çünkü, Kur’ân’ın bu belâgati, vahşî kabileleri medenî bir millet haline getirmiş, dünyanın eski tarihine yeni bir kuvvet ilâve etmiştir. Zaman ve mekân [içinde bulunulan yer ve zaman] itibarıyla birbirinden çok uzak oldukları gibi, fikrî

370

inkişaf [açığa çıkma] itibarıyla da birbirinden çok farklı insanlara harikulâde bir hassasiyet ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] eden ve muhalefeti hayrete ve istihsana [beğenme, güzel bulma] kalb eden Kur’ân, en şâyan-ı hayret eser tanınmaya lâyıktır. Kur’ân, beşerin mukadderatıyla [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] meşgul âlimler için tetebbua şayan [layık, yaraşır] en faydalı mevzu sayılır.

 Doktor City Youngest

ba

Kur’ân’ın lisanı, nezahet ve belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] itibarıyla nazirsizdir. [benzer] Kur’ân, bizatihî muhteşem bir mucizedir.

Kur’ân’ın mutaassıp münekkidi ve mütercimi Corselle diyor ki:

Kur’ân Arapçanın en mükemmel ve pek mevsuk [güvenilir, delilli, vesikalı] [belge] bir eseridir. Müslümanların itikadı [inanç] veçhile [yön] bir insan kalemi, bu i’câzkâr eseri vücuda getiremez. Kur’ân, bizatihî daimî bir mucizedir; hem öyle bir mucize ki, ölüleri diriltmekten daha yüksektir. Bu mukaddes kitabın ta kendisi, menşeinin [kaynak] semavî olduğunu ispata kâfidir. Muhammed (a.s.m.), bu mucizeye istinaden, bir peygamber olarak tanınmasını istemiştir. Arabistan’ın çıplak ve kısır çöllerini aydınlatan, şair ve hatiplere meydan okuyan Kur’ân, bir âyetine bir nazire [benzer] istemiş; hiçbir kimse bu tahaddîye karşı gelememişti. Burada yalnız bir misal irad [sunma, söyleme] ederek, bütün büyük adamların Kur’ân’ın belâgatine [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] baş eğdiklerini göstermek isterim.

Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) zamanında, Arabistan şâirlerinin şehriyarı, şair Lebid [İslâm öncesi cahiliye devrinde şiirleriyle meşhur bir şair] idi. Lebid, [İslâm öncesi cahiliye devrinde şiirleriyle meşhur bir şair] muallâkattan [yüce] birinin nâzımıdır. [düzenleyen] O zaman putperest olan Lebid, [İslâm öncesi cahiliye devrinde şiirleriyle meşhur bir şair] Kur’ân’ın belâgati [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] karşısında lâl kalmış, bu belâgati [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] en güzel sözlerle ifade etmişti. Kur’ân’ın belâgati [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] karşısında hayran kalan Lebid, [İslâm öncesi cahiliye devrinde şiirleriyle meşhur bir şair] Müslümanlığı kabul etmiş, Kur’ân’ın ancak bir Peygamber lisanından duyulacağını söylemiştir.

Kur’ân’ın lisanı, beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] ve harikulâde seyyaldir. [akıcı] Cenab-ı Hakkın şan ve

371

celâletini, azamet sıfatlarını ifade eden âyetlerin ekserîsi, müstesna bir güzelliği hâizdir. Kur’ân’ı bîtarafane [tarafsızca] tercümeye gayret ettimse de, kàrilerim, Kur’ân’ın metnini sadakatkârâne bir ifadeye muvaffak olamadığımı göreceklerdir. Bu kusuruma rağmen, kàriler tercümemde bahis mevzuu ettiğim muhteşem âyetlerin birçoklarını okuyacaklardır.

Corselle

ba

Kur’ân, beşeriyete ilâhî bir lütuftur. Kur’ân, muzaffer cumhuriyetler meydana getirmiştir.

Kur’ân âyetlerini nüzul tarihine göre tercüme ve tertip eden İngiltere’nin en mutaassıp papazlarından Rodwell, şu hakikatleri itiraf ediyor:

Kur’ân, Arabistan’ın basit bedevîlerini öyle bir istihaleye [bir halden başka hale dönüşme] uğratmıştır ki, bunların âdetâ meşhur olduklarını zannedersiniz. Hıristiyanların telâkkisine [anlama, kabul etme] göre Kur’ân’ın nâzil olmuş bir kitap olduğunu söyleyecek olsak bile, Kur’ân putperestliği imha; Allah’ın vahdaniyet [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] akîdesini [inanç] tesis; cinlere, perilere, taşlara ibadeti ilga; çocukları diri diri gömmek gibi vahşî âdetleri izale; [giderme] bütün hurafeleri istîsal; taaddüd-ü zevcatı [birden fazla kadınla evlilik] tahdit ile, bütün Araplar için İlâhî [Allah tarafından olan] lütuf ve nimet olmuştur.

Kur’ân bütün kâinatı yaratan, gizli ve âşikâr herşeyi bilen Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] sıfatıyla Zat-ı Kibriyâyı takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve tebcil [yüceltme, saygı gösterme] ettiğinden, her sitayişe [övme, medih] şayandır. [layık, yaraşır] Kur’ân’ın ifadesi veciz ve mücmel [kısa, kısaca] olmakla beraber, en derin hakikati, en kuvvetli ve mülhem [ilham olunmuş] hikmeti takrir [yerleştirme] eden elfaz [lafızlar, sözler] ile söylemiştir. Kur’ân, devamlı memleketler değilse de, muzaffer cumhuriyetler vücuda getirmeye hâdim [hizmetçi] olacak esasları muhtevî olduğunu ispat etmiştir. Kur’ân’ın esaslarıyladır ki, fakr ve sefaletleri ancak

372

cehaletleriyle kabil-i kıyas [kıyası mümkün] olan, susuz ve çıplak bir yarımadanın sekenesi, [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] yeni bir dinin hararetli ve samimî sâlikleri [bir yolu ve yöntemi takip eden] olmuşlar, devletler kurmuşlar, şehirler inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] etmişlerdir. Filhakika [gerçekte, doğrusu] Müslümanların heybetidir ki, Füstat, Bağdat, Kurtuba, Delhi, bütün Hıristiyan Avrupa’yı titreten bir azamet ve haşmet ihraz [kazanma, elde etme] etmişlerdir.

 Rodwell

ba

Müslümanlık, dünyanın kıvamı olan bir dindir; cihan medeniyetinin istinad ettiği temelleri muhtevîdir

 Fransa’nın en maruf [bilinen] müsteşriklerinden Gaston Care, 1913 senesinde Le Figaro Gazetesinde, yeryüzünden Müslümanlık kalkacak olursa, müsalemetin [barış ve huzur içinde olma] muhafazasına imkân olup olmadığı hakkında makaleler silsilesi yazmış ve o zaman bu makaleler Şark gazeteleri tarafından tercüme olunmuştu. Fransız müsteşriki diyor ki:

Yüz milyonlarca insanın dini olan Müslümanlık, bütün sâliklerine [bir yolu ve yöntemi takip eden] nazaran, dünyanın kıvamı olan bir dindir. Bu aklî dinin menbaı [kaynak] ve düsturu [kâide, kural] olan Kur’ân, cihan medeniyetinin istinad ettiği temelleri muhtevîdir. O kadar ki, bu medeniyetin, İslâmiyet tarafından neşrolunan esasların imtizacından [bileşim, karışım] vücut bulduğunu söyleyebiliriz.

Filhakika, [gerçekte, doğrusu] bu âlî [yüce] din, Avrupa’ya, dünyanın imarkârâne inkişafı [açığa çıkma] için lâzım olan en esaslı kaynakları temin etmiştir. İslâmiyetin bu fâikiyetini [üstün] teslim ederek, ona medyun [borçlu] olduğumuz şükranı tanımıyorsak da, hakikatın bu merkezde olduğunda şek [şüphe] ve şüphe yoktur.

Fransız muharriri, [yazar, gazete yazarı] daha sonra, Kur’ân’ın umumî müsalemeti [barış ve huzur içinde olma] muhafaza hususundaki hizmetini bahis mevzuu ederek diyor ki:

İslâmiyet, yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hayır buna imkân yoktur!

Gaston Care

ba

373

Kur’ân bütün dinî kitaplara fâiktir [üstün]

Alman âlimlerinden ve müsteşriklerinden Jochahim du Rulpp Kur’ân’ın sıhhate verdiği ehemmiyetten bahsederken şu sözleri söylüyor:

İslâmiyetin, şimdiye kadar Avrupa muharrirlerinden [yazar, gazete yazarı] hiçbirinin nazar-ı dikkatini celb [çekme] etmeyen bir safhasını bahis mevzuu etmek istiyorum. İslâmiyetin bu safhası, onun sıhhati muhafaza için vuku bulan emirleridir. Evvelâ şunu itiraf etmek lâzımdır: Kur’ân, bu nokta-i nazardan [bakış açısı] bütün dinî kitaplara fâiktir. [üstün] Kur’ân’ın tarif ettiği basit, fakat mükemmel sıhhî kaideleri nazar-ı dikkate alırsak, bu mukaddes kitap sayesinde, bütün dünyanın bazı kısımlarıyla, haşarat mahşeri olan Asya’nın müthiş bir tehlike olmaktan kurtulduğunu görürüz. Müslümanlık nezafeti, [temizlik] temizliği, nezaheti bütün sâliklerine [bir yolu ve yöntemi takip eden] farz etmekle, birçok tahripkâr mikropları imha etmiştir.

Jochahim

ba

Kur’ân âyetleri İslâmiyetin muhteşem bünyesinde altın bir kordon gibi işlenmiştir

Sembires Encyclopedia namıyla intişar [açığa çıkma, yayılma] eden İngilizce muhitü’l-maarifte, Müslümanlıktan şu suretle bahsolunmaktadır:

İslâm Peygamberinin seciyesini [huy, karakter] aydınlatan Kur’ân âyetleri, son derece mükemmel ve son derece müessirdir. Bu kısım âyetler, Müslümanlığın ahlâkî kaidelerini ifade eder. Fakat bu kaideler, bir iki sûreye münhasır değildir. Bu âyetler, İslâmiyetin muhteşem bünyanında, altından bir kordon gibi işlenmiştir. İnsafsızlık, yalancılık, hırs, israf, fuhuş, hıyanet, gıybet, bunların hepsi Kur’ân tarafından en şiddetli surette takbih [çirkinlikle niteleme, çirkin bulma] olunmuş ve bunlar reziletin ta kendisi tanınmıştır.

Diğer taraftan, hüsn-ü niyet [güzel niyet] sahibi olmak, başkalarına iyilik etmek, iffet, haya, müsamaha, sabır ve tahammül, iktisat, doğruluk, istikamet, [doğru] sulhperverlik,

374

hakperestlik, [hakka taraftarlık] herşeyden fazla Cenab-ı Hakka itimad ve tevekkül, Allah’a itaat, Müslümanlık nazarında hakiki iman esasları ve hakiki bir mü’minin başlıca sıfatları olarak gösterilmiştir.

ba

 Resul-i Ekrem idrak ve şuur timsâlidir

Profesör Edward Monte, “Hıristiyanlığın İntişarı ve Hasmı Olan Müslümanlar” ünvanlı eserinin 17 ve 18’inci sayfalarında diyor ki:

Rasyonalizm, yani “akliye” kelimesinin müfadını ve tarihî ehemmiyetini tevsi edebilirsek, Müslümanlığın aklî bir din olduğunu söyleyebiliriz. Akıl ve mantık mısdâkıyla akaid-i diniyeyi muhakeme eden mektep, rasyonalizm kelimesinin, İslâmiyete tamamıyla mutabık olduğunu teslim etmekte tereddüt etmez.

Resul-i Ekrem şuur ve idrak timsâli olduğu, dimağının [akıl, beyin] iman ışıkları ve kâmil bir yakîn ile pür-nur olduğu muhakkaktır. Resul-i Ekrem, muasırlarını aynı heyecanla alevlemiş, bu sıfatlarla teçhiz etmiştir. Hazret-i Muhammed (a.s.m.), başarmak istediği ıslahatı, İlâhî [Allah tarafından olan] bir vahiy olarak takdim etmiştir. Bu, İlâhî [Allah tarafından olan] bir vahiydir. Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) dini ise, akıl kaidelerinin ilhamlarına [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] tamamıyla muvafıktır.

Ehl-i İslâma [Müslümanlar] göre İslâmiyetin esas akaidi, [iman esasları] şu suretle hülâsa [esas, öz] olunabilir:

Allah birdir; Muhammed (a.s.m.) Onun Peygamberidir. Filhakika, [gerçekte, doğrusu] İslâmiyetin esaslarını sükûnetle ve derin bir teemmülle [düşünme, inceden inceye araştırma] tetkik ettiğimiz zaman, bunların, Allah’ın birliğine ve Muhammed’in (a.s.m.) risaletine, [elçilik, peygamberlik] sonra haşir ve neşre ve itikada [inanç] müntehi olduklarını görürüz. Bizzat dinin esasları tanınan bu iki akide, [inanç]

375

bütün dindar insanlarca akıl ve mantığa müstenid [dayanan] telâkki [anlama, kabul etme] olunmakta ve bunlar Kur’ân’ın akidelerinin [inanç] hülâsa[esas, öz] bulunmaktadır.

Kur’ân’ın ifadesindeki sadelik ve berraklık, Müslümanlığın intişar [açığa çıkma, yayılma] ve i’tilâsını bilâ-tevakkuf temâdi ettiren sâik [sevk eden, sürükleyen] kuvvet olmuştur. Resul[Allah’ın elçisi] İslâm tarafından tebliğ olunan mukaddes talimatın cihanşümul [dünya çapında, evrensel] terakkisine [ilerleme] rağmen, Müslümanların ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] kaynağı ve en kuvvetli ilticagâhı Kur’ân olmuştur. En takdiskâr [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve kanaat-bahş bir lisanla, başka bir kitab-ı münzelin tefevvuk [üstün gelme] edemeyeceği bir ifade ile takrir [yerleştirme] eden kitap, Kur’ân’dır. Bu kadar mükemmel ve esrarengiz, her insanın tetkikine bu kadar açık olan bir din, muhakkak, insanları kendisine meclûb eden i’câzkâr kudreti hâizdir. Müslümanlığın bu kudreti hâiz olduğunda şüphe yoktur.

Edward Monte