İŞÂRÂTÜ’L-İ’CÂZ – Fatiha Sûresi (30-53)

30

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلرَّحْمٰنُ * عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ * خَلَقَ اْلاِنْسَانَ * عَلَّمَهُ الْبَيَانَ * 1

فَنَحْمَدُهُ مُصَلِّينَ عَلٰى نَبِيِّهِ مُحَمَّدٍنِالَّذِى اَرْسَلَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَجَعَلَ مُعْجِزَتَهُ الْكُبْرَى الْجَامِعَةَ بِرُمُوزِهَا وَاِشَارَاتِهَا لِحَقَائِقِ الْكَائِنَاتِ بَاقِيَةً عَلٰى مَرِّ الدُّهُورِ اِلٰى يَوْمِ الدِّينِ وَعَلٰى اٰلِهِ عَامَّةً وَاَصْحَابِهِ كَافَّةً * 2

Fatiha [açılış kısmı, baş, baş kısım] Sûresi

Evvelâ: Şu İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] adlı eserden maksadımız, Kur’ân’ın nazmına, [diziliş, tertip] lâfzına [ifade, kelime] ve ibaresine ait i’câz [mu’cize oluş] işaretlerini ve remizlerini [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] beyan etmektir. Çünkü, i’câzın [mu’cize oluş] mühim bir vechi, nazmından [diziliş, tertip] tecelli eder ve en parlak i’câz [mu’cize oluş] Kur’ân’ın nazmındaki [diziliş, tertip] nakışlardan [işleme] ibarettir.

Saniyen: [ikinci olarak] Kur’ân’daki anâsır-ı esasiye [esas, temel unsurlar] ve Kur’ân’ın takip ettiği maksatlar tevhid, nübüvvet, [peygamberlik] haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür. Bu dört unsuru beyan edeceğiz.

Sual: Kur’ân’ın, şu dört hedefe doğru yürüdüğü neden malûmdur?

Cevap: Evet, benî Âdem, [Âdemoğlu, insan] büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mâzinin derelerinden gelip, vücut ve hayat sahrâsında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bağlarına müteveccihen [yönelen] kafile kafile müteselsilen [zincirleme bir şekilde] yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini celb [çekme] etti. “Şu garip ve acip mahlûklar [varlıklar] kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?” diye ahvallerini [durumlar] anlamak üzere hilkat [yaratılış] hükûmeti, fenn-i hikmeti karşılarına çıkardı ve aralarında şöyle bir muhavere [karşılıklı konuşma] başladı:

31

Hikmet: “Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?”

Bu suale, benî Âdem [Âdemoğlu, insan] namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâm, nev-i beşere vekâleten karşısına çıkarak şöyle cevapta bulundu:

“Ey hikmet!1 Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelînin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadar [ışıklı] varlık âlemine çıkarılan mahlûklardır. [varlıklar] Sultan-ı Ezelî, [hüküm ve saltanatının başlangıcı olmayan Allah] bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrâ[büyük emanet] bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] müteveccihen [yönelen] hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] yollarını temin etmekle re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] nemalandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelîden [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] risalet [elçilik, peygamberlik] vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelînin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] risalet [elçilik, peygamberlik] beratı olarak bana verdiği Kur’ân-ı Azîmüşşân [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] elimdedir. Şüphen varsa al, oku!”

Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmın verdiği şu cevaplar, Kur’ân’dan muktebes ve Kur’ân lisanıyla söylenildiğinden, Kur’ân’ın anâsır-ı esasiyesinin [esas, temel unsurlar] şu dört maksatta temerküz [bir merkezde toplanma] ettiği anlaşılıyor.

S – Şu makasıd-ı erbaa, [Kur’ân’ın dört asıl gayesi] Kur’ân’ın hangi âyetlerinde bulunuyor?

C – O anâsır-ı erbaa, Kur’ân’ın hey’et-i mecmuasında [fertlerinin hepsi; harf, kelime, âyet ve sûre gibi parçaların oluşturduğu birlik] bulunduğu gibi, Kur’ân’ın sûrelerinde, âyetlerinde, kelâmlarında, hattâ kelimelerinde bile sarahaten [açıklık] veya işareten veya remzen [ince işaret] bulunmaktadır. Çünkü, Kur’ân’ın küllü, cüzlerinde göründüğü gibi, cüzleri de, Kur’ân’ın küllüne âyinedir. Bunun içindir ki Kur’ân, “müşahhas [somut, maddî yapıya sahip] olduğu halde, efrad [bireyler] sahibi olan küllî” gibi tarif edilir.

32

S – بِسْمِ اللهِ 1 ve اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ 2 gibi âyetlerde makasıd-ı erbaaya [Kur’ân’ın dört asıl gayesi] işaretler var mıdır?

C – Evet, قُلْ kelimesi, Kur’ân’ın çok yerlerinde mezkûr [adı geçen] veya mukadderdir. [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] Bu mezkûr [adı geçen] ve mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] olan قُلْ kelimelerine esas olmak üzere بِسْمِ اللهِ tan evvel قُلْ kelimesi mukadderdir. [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] Yani, “Ya Muhammed! Bu cümleyi insanlara söyle ve tâlim et.” Demek besmelede İlâhî [Allah tarafından olan] ve zımnî bir emir var. Binaenaleyh, şu mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] olan قُلْ emri, risalet [elçilik, peygamberlik] ve nübüvvete [peygamberlik] işarettir. Çünkü resul [Allah’ın elçisi] olmasaydı, tebliğ ve tâlime memur olmazdı. Kezalik, [böylece, bunun gibi] hasrı ifade eden câr ve mecrûrun [çekilen, sürüklenen; gr. başına geldiği câr harfiyle önündeki fiilin mânâsı kendine bağlanan ve daima esreli okunan kelime] takdimi, tevhide îmadır.

Ve keza, اَلرَّحْمٰنِ 3 nizam ve adâlete, اَلرَّحِيمِ 4 de haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] delâlet eder.

Ve keza اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ‘taki ل ihtisası ifade ettiğinden tevhide işarettir.

رَبِّ الْعَالَمِينَ 5 adaletle nübüvvete [peygamberlik] remizdir. [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] Çünkü terbiye, resuller [Allah’ın elçisi] vasıtasıyla olur. مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ 6 zaten sarahaten [açıklık] haşir ve kıyamete delâlet eder.

33

Ve keza اِنَّۤا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ 1 sadefi [içinde inci bulunan kabuk] de, o makasıd-ı erbaa [Kur’ân’ın dört asıl gayesi] cevherlerini tazammun [içerme, içine alma] etmiştir.

(بِسْمِ اللهِ) 2: Bu kelâm, güneş gibidir. Yani, güneş başkalarını gösterdiği gibi, kendini de gösterir, başka bir güneşe ihtiyaç bırakmaz. بِسْمِ اللهِ başkalarına yaptığı vazifeyi, kendisine de yapıyor; ikinci bir بِسْمِ اللهِ daha lâzım değildir.

Evet بِسْمِ اللهِ öyle müstakil [bağımsız] bir nurdur ki, bu nur, hiçbir şeye bağlı değildir. Hattâ bu nurun câr ve mecrûru [çekilen, sürüklenen; gr. başına geldiği câr harfiyle önündeki fiilin mânâsı kendine bağlanan ve daima esreli okunan kelime] bile hiçbir şeye muhtaç değildir. Ancak ب harfinden müstefad olan اَسْتَعِينُ 3 veya örfen malûm olan اَتَيَمَّنُ veyahut mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] olan قُلْ 4 ün istilzam [gerektirme] ettiği اِقْرَأْ 5 fiillerinden birine mütealliktir. [alakalı, ilgili]

İhtar: بِسْمِ اللهِ taki câr ve mecrûra [çekilen, sürüklenen; gr. başına geldiği câr harfiyle önündeki fiilin mânâsı kendine bağlanan ve daima esreli okunan kelime] müteallik [alakalı, ilgili] olarak mezkûr [adı geçen] olan fiiller, besmeleden sonra takdir edilir ki, hasrı ifade etmekle ihlâs ve tevhidi tazammun [içerme, içine alma] etsin. İsim, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zâtî isimleri olduğu gibi, fiilî isimleri de vardır. Bu fiilî isimlerin, Gaffar [ne kadar çok ve büyük olursa olsun dilediği kullarının her türlü suç ve günahını tekrar tekrar bağışlayan Allah] ve Rezzak, [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] ve Mümît [ölümü yaratan Allah] gibi pek çok nevileri vardır.

34

S – Bu fiilî isimlerinin kesretle [çokluk] tenevvüü [çeşitlenme] neden meydana geliyor?

C – Kudret-i ezeliyenin, [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] kâinattaki mevcudatın [var edilenler, varlıklar] nevilerine, fertlerine olan nispet ve taallûkundan husule [meydana gelme] gelir. Bu itibarla, بِسْمِ اللهِ 1 kudret-i Ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] taallûk [ait olma, ilgilendirme] ve tesirini celb [çekme] eder. Ve o taallûk, [ait olma, ilgilendirme] abdin kesbine [elde etme, kazanma] ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. Öyleyse, hiç kimse, hiçbir işini besmelesiz bırakmasın!

اَللهُ Lâfza-i celâli, [“Allah” kelimesi] bütün sıfât-ı kemâliyeyi [Allah’ın bütün kusur ve eksiklerden uzak olduğunu ifade eden sıfatı; mükemmellik sıfatı] tazammun [içerme, içine alma] eden bir sadeftir. [içinde inci bulunan kabuk] Çünkü Lâfza-i Celâl, [“Allah” kelimesi] Zât-ı Akdese [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] delâlet eder; Zât-ı Akdes [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] de, bütün sıfât-ı kemaliyeyi istilzam [gerektirme] eder. Öyleyse, o lâfza-i mukaddese, [kutsal kelime, söz; burada “Allah” kelimesi kastedilmiştir] delâlet-i iltizamiye [bir sözün, kastedilen mânâ ile birlikte, bulunması gerekli olan başka bir mânâya olan işareti] ile, bütün sıfât-ı kemâliyeye [Allah’ın bütün kusur ve eksiklerden uzak olduğunu ifade eden sıfatı; mükemmellik sıfatı] delâlet eder.

İhtar: Başka ism-i haslarda [özel isim] bu delâlet yoktur. Çünkü, başka zatlarda sıfât-ı kemâliyeyi [Allah’ın bütün kusur ve eksiklerden uzak olduğunu ifade eden sıfatı; mükemmellik sıfatı] istilzam [gerektirme] etmek yoktur.

اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 2 Bu iki sıfatın Lâfza-i Celâlden [“Allah” kelimesi] sonra zikirlerini icap [gerekli kılma] eden münasebetlerden birisi şudur ki:

Lâfza-i Celâlden, [“Allah” kelimesi] celâl silsilesi tecellî ettiği gibi, bu iki sıfattan dahi cemal silsilesi tecellî ediyor.

Evet, herbir âlemde emir ve nehiy, [yasak] sevap ve azap; terğib [istek ve rağbet uyandırma] ve terhib, [dehşete düşürme, korkutma] tesbih ve tahmid, [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] havf [korku] ve reca [ümit] gibi pek çok füruat, [dallar, şubeler, kısımlar] celâl ve cemâlin tecellîsiyle teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] edegelmektedir.

İkincisi: Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ismi, Zât-ı Akdesine [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] ayn [aslı, kendisi] olduğu cihetle, Lâfza-i Celâl, [“Allah” kelimesi]

35

sıfât-ı ayniyeye [Zâtî sıfatlar; Allah’ın zıtlarıyla nitelenmesi düşünülemeyen sıfatları; kıdem, bekà, vahdaniyet [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] gibi] işarettir. اَلرَّحِيمِ 1 de, fiilî olan sıfât-ı gayriyeye [fiilî sıfatlar; rezzakiyet, ihya, imate gibi] îmadır. اَلرَّحْمٰنِ 2 dahi, ne ayn ne gayr olan sıfât-ı seb’aya [yedi sıfat] remizdir. [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] Zira Rahmân, “Rezzak[bütün canlıların rızıklarını veren Allah] mânasınadır. Rızık, bekaya sebeptir. Beka, tekerrür-ü vücuttan ibarettir. Vücut ise, birincisi mümeyyize, [Cenâb-ı Hakkın varlıkları ve o varlıklara lâzım olan şeyleri birbirinden ayırt etme sıfatı] ikincisi muhassısa, [Cenâb-ı Hakkın iradesiyle birçok ihtimaller arasından bir ihtimali seçerek tayin etmesi, belirlemesi] üçüncüsü müessire [Cenab-ı Hakkın sonsuz kudretiyle dilediğini yapan sıfatı] olmak üzere, “ilim, irade, kudret” sıfatlarını istilzam [gerektirme] eder. Beka dahi, semere-i rızık [rızık meyvesi, neticesi] mahsulü olduğu için, “basar, [görme] sem’, [işitme] kelâm” sıfatlarını iktiza [bir şeyin gereği] eder ki, merzuk, istediği zaman ihtiyacını görsün, istediği zaman işitsin, aralarında vasıta bulunduğu takdirde o vasıta ile konuşsun. Bu altı sıfat, şüphesiz, birinci sıfatı olan “hayat”ı istilzam [gerektirme] ederler.

S – Rahmân büyük nimetlere, Rahîm küçük nimetlere delâlet ettikleri cihetle, Rahîm’in, Rahmân’dan sonra zikri, yukarıdan aşağıya inmek mânâsına olan “san’atü’t-tedellî[üslûp ve ifadede yukarıdan aşağıya, büyükten küçüğe inme san’atı] kaidesine dahildir. Bu ise, belâgatça [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] makbul değildir.

C – Evet, kaşlar göze, gem [atı yönetmek için ağzına takılan demir alet] ata mütemmim [tamamlayan, tamamlayıcı] oldukları ve onların noksanlarını ikmal [tamamlama] ettikleri gibi, küçük nîmetler de büyük nimetlere mütemmimdirler. [tamamlayan, tamamlayıcı] Bu

36

itibarla, mütemmim [tamamlayan, tamamlayıcı] olan, haddizatında küçük de olsa, faideyi ikmal [tamamlama] ettiğinden, büyükten daha büyük olması icap [gerekli kılma] eder.

Ve keza, büyükten beklenilen menfaat küçüğe mütevakkıf [bağlı] ise, o küçük, büyük sırasına geçer; o büyük dahi küçük hükmünde kalır; kilit ile anahtar, lisan ile ruh gibi.

Ve keza, bu makam, nimetlerin tâdâdı [sayma] veya nimetlerle imtinan makamı değildir. Ancak, insanları, gizli ve küçük nimetlere tenbih ve ikaz etmek makamıdır. Evvelki makamlardaki “tedellî[tevazu gösterme, yaklaşma; belâğat ilminde, yüksek makam sahibinin tevazû göstererek aşağıdakini muhatap kabul etme mânâsında bir edebî san’at] şu tenbih makamında “terakki[ilerleme] sayılır. Çünkü, gizli ve küçük nimetleri insanlara göstermek ve insanları onların vücuduna ikaz etmek, daha lâyık ve daha lâzımdır. Bu itibarla, şu meselemizde tedellî [tevazu gösterme, yaklaşma; belâğat ilminde, yüksek makam sahibinin tevazû göstererek aşağıdakini muhatap kabul etme mânâsında bir edebî san’at] değil, terakki [ilerleme] vardır.

S – Mebde [başlangıç] ve me’haz [kaynak] itibarıyla “rikkatü’l-kalb” [acıma] mânâsını ifade eden bu iki sıfatın Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hakkında kullanılması caiz değildir. Eğer mânâ-yı hakikatlerinin lâzımı ve neticesi olan in’am [nimet verme] ve ihsan [bağış] kastedilirse, mecazda ne hikmet vardır?

C – Bu iki sıfat—”yed” gibi—mâna-yı hakikileriyle Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hakkında kullanılması muhal [bâtıl, boş söz] olan müteşabihattandır. [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] Müteşabihatta, [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] mânâ-yı mecazînin, [asıl anlam dışında kast edilen diğer bir anlam] mânâ-yı hakikînin [asıl kastedilen mânâ] lâfzıyla, [ifade, kelime] üslûbuyla gösterilmesindeki hikmet, insanların melûf [alışılmış] ve malûmları olmayan mânâları ve hakikatleri zihinlerine yakınlaştırıp kabul ettirmekten ibarettir. Meselâ “yed”in mânâ-yı mecazîsi [asıl anlam dışında kast edilen diğer bir anlam] insanlara me’nus [alışılmış, yakınlık oluşmuş] olmadığından, mânâ-yı hakikînin [asıl kastedilen mânâ] şekliyle, lâfzıyla [ifade, kelime] gösterilmesi zarureti vardır.

﴾ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ﴿ 1 Evvelâ: Bu kelimeyi mâkabline [önceki, öncesi] bağlattıran cihet-i münasebet, [irtibat yönü] Rahmân ve Rahîm’in delâlet ettikleri nimetlerin hamd ve şükürle karşılanması lüzumundan ibarettir.

37

Saniyen: [ikinci olarak] Şu اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ 1 cümlesi, herbiri niam-ı esasiyeden [temel nimetler] birine işaret olmak üzere, Kur’ân’ın dört sûresinde2 tekerrür etmiştir. O nimetler de, “neş’e-i ûlâ [insanın ilk yaratılışı] ile neş’e-i ûlâda [insanın ilk yaratılışı] beka, neş’e-i uhrâ [âhirette ikinci kez diriltilme] ile neş’e-i uhrâda [âhirette ikinci kez diriltilme] beka” nimetlerinden ibarettir.

Salisen: [üçüncü olarak] Bu cümlenin Kur’ân’ın başlangıcı olan Fâtiha [başlangıç] Sûresine fâtiha, [başlangıç] yani başlangıç yapılması neye binaendir?

C – Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki [yaratılış] hikmet ve gaye,

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ * 3

ferman-ı celîlince, [Cenab-ı Allah’ın yücelerden gelen fermanı] ibadettir. Hamd ise, ibadetin icmâlî bir sureti ve küçük bir nüshasıdır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ‘ın bu makamda zikri, hilkatin [yaratılış] gayesini tasavvur etmeye işarettir.

Rabian: [dördüncü olarak] Hamdin en meşhur mânâsı, sıfât-ı kemâliyeyi [Allah’ın bütün kusur ve eksiklerden uzak olduğunu ifade eden sıfatı; mükemmellik sıfatı] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmektir. Şöyle ki:

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insanı, kâinata câmi bir nüsha ve on sekiz bin âlemi hâvi [içeren, içine alan] şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve Esmâ-i Hüsnâdan [Allah’ın en güzel isimleri] herbirisinin tecellîgâhı olan herbir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedîa [emanet, ödünç] bırakmıştır.

Eğer insan, maddî ve mânevî herbir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarf etmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfîyi [Allah’a olan şükür duygusunu bildirme; Ona hamd ve şükür ile medihlerini bildirerek övme] îfa ve şeriate imtisal [bağlanma, boyun eğme] ederse, insanın cevherinde vedîa [emanet, ödünç] bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden, o âleme bakar ve o âleme tecellî eden sıfatla o âlemden tezahür eden isme bir mir’at [ayna] ve bir âyine [ayna] olur. O vakit insan, ruhuyla,  

38

cismiyle âlem-i şehadet [görünen alem] ve âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] bir hülâsa [esas, öz] olur ve her iki âleme tecellî eden, insana da tecellî eder. İşte bu cihetle, insan, sıfât-ı kemâliye-i İlâhiyeye [Cenâb-ı Hakk’ın Zâtını niteleyen, bütün noksanlıklardan uzak ve yüce olduğunu bildiren mükemmel sıfatları, kutsal özellikleri] hem mazhar [erişme, nail olma] olur, hem muzhir olur. Nitekim Muhyiddin-i Arabî,

كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونِى * 1

hadîs-i şerifinin beyanında, “Mahlûkatı yarattım ki, Bana bir âyine [ayna] olsun ve o âyinede cemâlimi göreyim” demiştir.

ل: لِلّٰهِ 2 burada ihtisas içindir. Hamdin Zât-ı Akdese [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] has ve münhasır olduğunu ifade eder. Bu ل ‘ın mütealliki [alakalı, ilgili] olan ihtisas hazf [anlatmama, açıklamama] olduktan sonra ona intikal etmiştir ki, ihlâs ve tevhidi ifade etsin.

İhtar: Müşahhas [somut, maddî yapıya sahip] olan birşeyin umumî bir mefhumla [anlam] mülâhaza [düşünme, akla getirme] edildiğine binaen, Zât-ı Akdes [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] de müşahhas [somut, maddî yapıya sahip] olduğu halde, Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] mefhumuyla [anlam] tasavvur edilebilir.

﴾ رَبِّ ﴿ 3 Yani, herbir cüz’ü bir âlem mesabesinde [derece] bulunan şu âlemi bütün eczasıyla terbiye ve yıldızlar hükmünde olan o cüzlerin zerratını [atomlar] kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] tahrik eder.

Evet, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] herşey için bir nokta-i kemal tayin etmiştir ve o noktayı elde etmek için o şeye bir meyil [arzu, istek] vermiştir. Herşey, o nokta-i kemale doğru  

39

hareket etmek üzere, sanki mânevî bir emir almış gibi muntazaman o noktaya müteveccihen [yönelen] hareket etmektedir. Esna-yı harekette onlara yardım eden ve mânilerini def eden, şüphesiz, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] terbiyesidir.

Evet, kâinata dikkatle bakıldığı zaman, insanların taife ve kabileleri gibi, kâinatın zerratı, [atomlar] münferiden ve müçtemian [toplamış] Hâlıklarının [her şeyi yaratan Allah] kanununa imtisalen, [bağlanma, boyun eğme] muayyen olan vazifelerine koşmakta oldukları hissedilir. (Yalnız bedbaht insanlar müstesna!)

﴾ اَلْعَالَمِينَ ﴿ 1 Bu kelimenin sonundaki ين yalnız i’rab alâmetidir,

عِشْرِينَ، ثَلاَثِينَ 2 gibi. Veya cem’ [bir araya gelme] alâmetidir; çünkü, âlemin ihtiva ettiği cüzlerin herbirisi bir âlemdir. Veyahut, yalnız manzume-i şemsiyeye [güneş sistemi] münhasır değildir. Cenâb-ı Hakkın, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şu gayr-ı mütenahi [sonsuz] fezada [uzay] çok âlemleri vardır.

Evet, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ كَمْ لِلّٰهِ مِنْ فَلَكٍ تَجْرِى النُّجُومُ بِهِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ 3

Ve رَأَيْتُهُمْ لِى سَاجِدِينَ 4 ‘de olduğu gibi, burada da ukalâya [akıllılar, akıl sahipleri] mahsus cem’ [bir araya gelme] sîgasıyla gayr-ı ukalâ cem’lendirilmiştir. [bir araya gelme] Bu ise, kavaide [kurallar, prensipler] muhaliftir?

Evet, âlemin ihtiva ettiği uzuvların birer âkıl, [akıllı] birer mütekellim [konuşan] suretinde tasavvur edilmesi, belâgatin [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] en makbul bir prensibidir. Zira, kâinatın âlem ile tesmiyesi, [isimlendirme] kâinatın Sâniine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] olan delâleti, şehadeti, işareti içindir. Binaenaleyh, kâinatın uzuvları da Sanie olan delâletleri, şehadetleri için birer âlem olmaları icap [gerekli kılma] eder. Öyleyse, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] o uzuvları terbiyesinden ve o uzuvların da Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] ilâm etmelerinden anlaşılır ki, o uzuvlar; birer hayy, [diri, canlı] birer âkıl, [akıllı] birer mütekellim [konuşan] suretinde tasavvur edilmiştir. Binaenaleyh, bu cem’de [bir araya gelme] kavaide [kurallar, prensipler] muhalefet yoktur.

40

﴾ اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ﴿ 1 Mâkabliyle [önceki, öncesi] bu iki sıfatın nazmını [diziliş, tertip] icap [gerekli kılma] eden şöyle bir münasebet vardır ki:

Biri menfaatleri celp, [çekme] diğeri mazarratları [zarar] def etmek üzere terbiyenin iki esası vardır. “Rezzak[bütün canlıların rızıklarını veren Allah] mânâsına olan اَلرَّحْمٰنِ 2 birinci esasa, “Gaffar[ne kadar çok ve büyük olursa olsun dilediği kullarının her türlü suç ve günahını tekrar tekrar bağışlayan Allah] mânâsını ifade eden اَلرَّحِيمِ 3 de ikinci esasa işaretleri için birbiriyle bağlanmıştır.

﴾ مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ﴿ 4 Mâkabliyle [önceki, öncesi] şu sıfatın nazmını [diziliş, tertip] iktiza [bir şeyin gereği] eden sebep şudur ki:

Şu sıfat, rahmeti ifade eden mâkabline [önceki, öncesi] neticedir. Zira, kıyametle saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] geleceğine en büyük delil, rahmettir. Evet, rahmetin rahmet olması ve nimetin nimet olması, ancak ve ancak haşir ve saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bağlıdır. Evet, saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] olmasa, en büyük nimetlerden sayılan aklın, insanın kafasında yılan vazifesini görmekten başka bir işi kalmaz. Kezalik, [böylece, bunun gibi] en lâtif [berrak, şirin, hoş] nimetlerden sayılan şefkat ve muhabbet, ebedî bir ayrılık düşüncesiyle, en büyük elemler sırasına geçerler.

S – Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] herşeye mâlik olduğu bir hakikat iken, burada haşir ve ceza gününün tahsisi neye binaendir?

C – Şu âlemin, insanlarca, hakir ve hasis sayılan bazı şeylerine kudret-i Ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] bizzat mübaşereti [bir işe başlama, girişim, temas etme] azamet-i İlâhiyeye [Allah’ın azameti, büyüklüğü] münasip görülmediğinden, vaz edilen esbab-ı zahiriyenin [görünen sebepler] o gün ref’iyle; [kaldırma] herşeyin şeffaf, parlak içyüzüyle tecellî edip Sâniini, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] vasıtasız göreceğine işarettir.

41

يَوْم 1 tâbiri ise, haşrin vukuunu gösteren emarelerden birine işarettir. Şöyle ki:

Saniye, dakika, saat ve günleri gösteren haftalık bir saatin millerinden birisi devrini tamam ettiği zaman, behemehal [her durumda, ne olursa olsun, mutlaka] ötekiler de devirlerini ikmal [tamamlama] edeceklerine kanaat hasıl olur. Kezalik, [böylece, bunun gibi] yevm, [gün] sene, ömr-ü beşer [insan ömrü] ve ömr-ü dünya [dünyanın ömrü] içinde tayin edilen mânevî millerden birisi devrini tamam ettiğinde, ötekilerin de—velev uzun bir zamandan sonra olsun—devirlerini ikmal [tamamlama] edeceklerine hükmedilir.

Ve keza, bir gün veya bir sene zarfında vukua gelen küçük küçük kıyametleri, haşirleri gören bir adam, saadet-i ebediyenin, [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] (haşrin tulû-u [doğma] fecriyle, şahsî bir nev’ hükmünde olan) insanlara ihsan [bağış] edileceğine şüphe edemez.

دِين kelimesinden maksat ya cezadır, çünkü o gün hayır ve şerlere ceza verilecek bir gündür; veya hakaik-i diniyedir, çünkü hakaik-i diniye o gün tam mânâsıyla meydana çıkar. Ve daire-i itikadın, daire-i esbaba [sebepler dairesi] galebe [üstün gelme] edeceği bir gündür.

Evet, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] müsebbebatı [netice, eser, sebebin sonucu] esbaba bağlamakla, intizamı temin eden bir nizamı kâinatta vaz etmiş. Ve herşeyi, o nizama müraat [gözetme, riayet etme] etmeye ve o nizamla kalmaya tevcih [yöneltme] etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o daire-i esbaba [sebepler dairesi] müraat [gözetme, riayet etme] ve merbutiyet [bağlı] etmeye mükellef kılmıştır. Her ne kadar dünyada, daire-i esbab [sebepler dairesi] daire-i itikada galip ise de, âhirette hakaik-i itikadiye tamamen tecellî etmekle, daire-i esbaba [sebepler dairesi] galebe [üstün gelme] edecektir. Buna binaen, bu dairelerin herbirisi için ayrı ayrı makamlar, ayrı ayrı hükümler vardır. Ve her makamın iktiza [bir şeyin gereği] ettiği hükme göre hareket lâzımdır. Aksi takdirde, daire-i esbabda [sebepler dairesi] iken tabiatıyla, vehmiyle, hayaliyle daire-i itikada bakan Mutezile olur ki, tesiri esbaba verir. Ve keza, daire-i itikadda iken, ruhuyla, imaniyle daire-i esbaba [sebepler dairesi] bakan da, esbaba kıymet vermeyerek

42

Cebriye mezhebi gibi tembelcesine bir tevekkülle nizâm-ı [anlaşmazlık, çekişme] âleme muhalefet eder.

﴾ ك: ﴿ اِيَّاكَ نَعْبُدُ 1 zamirinde iki nükte [derin anlamlı söz] vardır.

Birincisi: Mâkablinde [önceki, öncesi] zikredilen sıfât-ı kemâliyenin [Allah’ın bütün kusur ve eksiklerden uzak olduğunu ifade eden sıfatı; mükemmellik sıfatı] ك zamirinde müstetir [gizli, örtülü] ve mutazammın [içinde bulundurma] olduğuna işarettir. Çünkü, o sıfatların birer birer tâdadından hasıl olan büyük bir şevkle, gaybdan hitaba, yani ism-i zâhirden [açık isim] şu ك zamirine iltifat2 ve intikal olmuştur. Demek ك zamirinin mercii, geçen sıfât-ı kemaliye ile mevsuf [bir sıfatla nitelenen] olan Zattır.

İkincisi: Elfaz [lafızlar, sözler] okunurken mânâlarını düşünmek, belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] mezhebinde vâcip olduğuna işarettir. Çünkü, mânâlar düşünülürse, nâzil olduğu gibi okunur. Ve o okuyuş, tabiatıyla, zevkiyle hitaba incirar eder. Hattâ اِيَّاكَ نَعْبُدُ ‘yu okuyan adam, sanki اُعْبُدْ رَبَّكَ كَاَنَّكَ تَرَاهُ 3 cümlesindeki emre imtisalen [bağlanma, boyun eğme] okuyor gibi olur.

Cem’ [bir araya gelme] sîgasıyla zikredilen نَعْبُدُ 4 ‘deki zamir, üç taifeye işarettir.

43

Birincisi, insanın vücudundaki bütün âzâ ve zerrâta [atomlar] râcidir [ait] ki, bu itibarla şükr-ü örfîyi [Allah’a olan şükür duygusunu bildirme; Ona hamd ve şükür ile medihlerini bildirerek övme] eda etmiş olur.

İkincisi, bütün ehl-i tevhidin [Allah’ın birliğine inanan kimseler] cemaatlerine aittir; bu cihetle şeriata itaat etmiş olur.

Üçüncüsü, kâinatın ihtiva ettiği mevcudata [var edilenler, varlıklar] işarettir. Bu itibarla, şeriat-ı fıtriye-i kübrâya [Allah’ın yaratılışa koyduğu ve bütün varlıkların tabi olduğu büyük kanunlar] tâbi olarak hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında sâcid [secde eden] ve âbid [Allah’a ibadet eden, kul] olmuş olur.

Bu cümlenin mâkabliyle [önceki, öncesi] vech-i nazmı, [tertip, diziliş yönü] نَعْبُدُ 1 ‘nun اَلْحَمْدُ 2 ‘ye tefsir ve beyanı olmakla مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ 3 de bir netice ve bir lâzım olmasıdır.

İhtar: اِيَّاكَ 4 ‘nin takdimi, ihlâsı vikaye [koruma] etmek içindir. Ve zamir-i hitap [hitap zamiri; “sana” anlamında Cenâb-ı Hakka dönen “ke” zamiri] da, ibadetin sebep ve illetine [asıl sebep] işarettir. Çünkü, hitaba incirar eden, geçen sıfatla muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] olan Zât, elbette ibadete müstehaktır.

نَسْتَعِينُ : ﴿ وَاِياَّكَ نَسْتَعِينُ ﴾ 5 ‘de müstetir [gizli, örtülü] zamir, نَعْبُدُ ‘nun fâili [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] gibi, o üç cemaatten herbirine râcidir. [ait] Yani, “Bizim vücudumuzun zerratı [atomlar] veya ehl-i tevhid [Allah’ın birliğine inanan kimseler] cemaatı veyahut kâinat mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] bütün hâcat ve maksatlarımıza, bilhassa en ehem olan ibadetimize, Senden iane [yardım] ve tevfik [başarı] istiyoruz.”

  اِيَّاكَ kelimesinin tekrarlanmasındaki hikmetin,

44

Birincisi, hitap ve huzurdaki lezzetin arttırılmasına;

İkincisi, ayân makamının burhan [delil] makamından daha yüksek olduğuna;

Üçüncüsü, huzurda sıdk [doğruluk] olup kizbin [yalan] ihtimali olmadığına;

Dördüncüsü, ibadetle istianenin [yardım dileme] ayrı ve müstakil [bağımsız] maksatlar olduklarına işarettir.

Bu iki fiili birbiriyle bağlayan münasebet, ücretle hizmet arasındaki münasebettir. Zira ibadet, abdin Allah’a karşı bir hizmetidir. İane de, o hizmete karşı bir ücret gibidir. Veya mukaddeme [başlangıç] ile maksud arasındaki alâkadır. Çünkü iane [yardım] ve tevfik, [başarı] ibadete mukaddemedir. [evvel, önce]

اِيَّاكَ 1 kelimesinin takdiminden doğan hasr, abdin, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] karşı yaptığı ibadet ve hizmetle, vesait [araçlar, vasıtalar] ve esbaba olan tezellülden [alçalma] kurtuluşuna, işarettir.Lâkin, esbabı tamamen ihmal ve terk etmek iyi değildir. Çünkü, o zaman Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hikmet ve meşietiyle [dilek, arzu] kâinatta vaz edilen nizama karşı bir temerrüd [inat etme] çıkar.

Evet, daire-i esbabda [sebepler dairesi] iken tevekkül etmek, bir nevi tembellik ve atalettir.

﴾ اِهْدِنَا ﴿ 2Hidayeti talep etmekle ianeyi [yardım] istemek arasında ne münasebet vardır?

Evet, biri sual, diğeri cevap olduklarından birbiriyle bağlanılmıştır. Şöyle ki:

نَسْتَعِينُ 3 ile iane [yardım] talep edilirken makam iktizasıyla [bir şeyin gereği] “Ne istiyorsun?” diye varid [söylenen, gelen] olan mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] sual, اِهْدِنَا 4ile cevaplandırılmıştır. اِهْدِنَا ile istenilen

45

şeylerin ayrı ayrı ve müteaddit [bir çok] olması اِهْدِنَا mânâsının da ayrı ayrı ve müteaddit [bir çok] olmasını icap [gerekli kılma] eder. Sanki اِهْدِنَا dört masdardan [fiillerin asıl kökü] müştakdır. [arzulu, aşırı istekli] Meselâ, bir mü’min hidayeti isterse, اِهْدِنَا sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve devam mânâsını ifade eder. Zengin olan isterse, ziyade mânâsını, fakir olan isterse i’tâ [verme, ihsan etme] mânâsını, zayıf olan isterse iane [yardım] ve tevfik [başarı] mânasını ifade eder.

Ve keza, “Her şeyi halk ve hidayet etmiştir.” mânâsında bulunan وَخَلَقَ كُلَّ شَىْءٍ وَهَدٰى 1 hükmünce, zâhirî ve bâtınî duygular, âfâkî [dış dünyaya ait] ve hâricî deliller, enfüsî [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] ve dahilî burhanlar, [delil] peygamberlerin irsaliyle, [gönderme] kitapların inzali [indirme] gibi vasıtalar itibarıyla da hidayetin mânâsı taaddüt [birden fazla olma] eder.

İhtar: En büyük hidayet, hicabın [örtü, perde] kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir.

اَللّٰهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ وَ اَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اِجْتِنَابَهُ اٰمِينَ * 2

﴾ اَلصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ ﴿ 3 Sırat-ı müstakim [dosdoğru yol] şecaat, [yiğitlik, cesaret] iffet, hikmetin mezcinden [karışma, bütünleşme] ve hülâsasından [esas, öz] hasıl olan adl [adalet] ve adalete işarettir. Şöyle ki:

Tagayyür, [başkalaşım, değişme] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân [yerleştirme, oturtma] edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas [icat etme, yaratma] edilmiştir. Bu kuvvetlerin,

46

Birincisi, menfaatleri celp [çekme] ve cezb [çekme] için kuvve-i şeheviye-i behimiye, [hayvanî şehvet gücü, duygusu]

İkincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, [parçalayıcı, yırtıcı gazap, öfke duygusu]

Üçüncüsü, nef’ [fayda] ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. [akıl ve meleke [alışkanlık] kabiliyeti, tecrübeli akıl duygusu]

Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] vasat, ifrat [aşırılık] namıyla üç mertebeye ayrılırlar.

Meselâ, kuvve-i şeheviyenin [şehvet duygusu] tefrit [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] mertebesi humuddur [helâle de, harama da iştiha[arzu, istek] olmamak, sönüklük] ki, ne helâle ve ne de harama şehveti, iştiha[arzu, istek] yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları pâyimal etmek [ayak altına almak, mahvetmek] iştihasında [arzu, istek] olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur.

İhtar: Kuvve-i şeheviyenin [şehvet duygusu] yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi füruatında [dallar, şubeler, kısımlar] da bu üç mertebe mevcuttur.

Ve keza, kuvve-i gadabiyenin [öfke duygusu] tefrit [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] mertebesi, cebanettir [korkaklık, ürkeklik] ki korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür [maddî ve mânevî korkusuzluk, saldırganlık] ki, ne maddî ve ne mânevî hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, [baskı ve zulüm] tahakkümler, [baskı] zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir [yiğitlik, cesaret] ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi [dinî ve dünyevî haklar] için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.

İhtar: Bu kuvve-i gadabiyenin [öfke duygusu] füruatında [dallar, şubeler, kısımlar] da şu üç mertebenin yeri vardır.

Ve keza, kuvve-i akliyenin [akıl duygusu] tefrit [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] mertebesi gabâvettir [ahmaklık, zekâ geriliği] ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ki, hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya malik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal [bağlanma, boyun eğme] eder; bâtılı bâtıl bilir, içtinap [çekinme, kaçınma] eder.

47

وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا * 1

İhtar: Bu kuvvetin şu üç mertebeye inkısamı [bölünme, kısımlara ayrılma] gibi, füruatı [dallar, şubeler, kısımlar] da o üç mertebeyi hâvidir. [içeren, içine alan] Meselâ, halk-ı ef’al meselesinde Cebr mezhebi ifrattır ki, bütün bütün insanı mahrum eder. İtizal [Mu’tezile, “Kul kendi fiilinin yaratıcısıdır” iddiasında olan ehl-i sünnet dışı bir mezhep] mezhebi de tefrittir [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] ki, tesiri insana verir. Ehl-i Sünnet mezhebi vasattır. Çünkü bu mezhep, beyne-beynedir [ikisinin arası, ortası] ki, o fiillerin bidayetini irade-i cüz’iyeye, [cüz’î irade; insanın elindeki çok az seçme gücü] nihayetini irade-i külliyeye [Allah’ın her şeyi kaplayan iradesi] veriyor.

Ve keza, itikadda [inanç] da tatil ifrattır, teşbih tefrittir, [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] tevhid vasattır.

Hülâsa: [esas, öz] Şu dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçü adl [adalet] ve adalettir. Sırat-ı müstakimden [dosdoğru yol] murad, şu üç mertebedir.

﴾ صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ﴿ 2 Kur’ân’ın inci gibi lâfızlarının [ifade, kelime] dizilmesi bir hayta, [bağ, ip] bir çeşide, bir nakşa münhasır değildir. Belki, zuhurca, [açık mânâsı itibarıyla] hafâca, [gizli ve örtülü mânâsı itibarıyla] yakınlıkça, uzaklıkça mütefavit [birbirinden farklı] çok tenasüplerden [uygunluk] hasıl olan pek çok nakışlar [işleme] üzerine dizilmişlerdir, nazmedilmişlerdir. [diziliş, tertip] Zaten i’câzın [mu’cize oluş] esası, ihtisardan [kısaltma] sonra ancak böyle nakışlardadır. [işleme]

Evet, صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ile mâkablindeki [önceki, öncesi] herbir kelime arasında bir münasebet vardır.

Meselâ, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ 3 ile münasebeti vardır; çünkü nimet, hamde delil ve karinedir. [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] رَبِّ الْعَالَمِينَ 4 ile münasebettardır. [alâkalı, ilgili] Çünkü, terbiyenin kemâli, nimetlerin

48

tevâli ve teâkubu ile olur. اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 1 ile alâkadardır; çünkü اَلَّذِينَ 2 ‘den irade edilen “enbiya, [nebiler, peygamberler] şüheda, [şehitler] suleha, ulema” rahmettirler. مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ 3 ile alâkası vardır; çünkü, nimet-i kâmile, ancak dindir. نَعْبُدُ 4 ile alâkası var; çünkü ibadette imamlar bunlardır. نَسْتَعِينُ 5 ile var; çünkü, tevfike [başarı] ve ianeye [yardım] mazhar [erişme, nail olma] bunlardır. اِهْدِنَا 6 ile var; çünkü hidayette muktedâbih [kendisine uyulan, imam] onlardır.

صِراَطَ الْمُسْتَقِيمَ 7 ile vardır; çünkü doğru yol ancak onların mesleğidir.

طَرِيقْ 8 veya سَبِيلْ 9 kelimelerine صِرَاطْ 10 kelimesinin tercihi, mesleklerinin etrafı mahdut [sınırlanmış] ve işlek bir cadde olduğuna ve o caddeye girenlerin bir daha çıkmamalarına işarettir.

Mahut ve malûm olan şeylerde kullanılması usul ittihaz [edinme, kabullenme] edilen esmâ-i mevsûleden اَلَّذِينَ tabiri, onların zulümat-ı beşeriye içinde elmas gibi parladıklarına işarettir ki, onları taharrî [araştırma] ve talep etmeye ve aramaya lüzum yoktur. Onlar, herkesin gözü önünde hazır olduklarını temin eden bir ulüvv-ü şâna maliktirler.

Cem’ [bir araya gelme] sîgasıyla اَلَّذِينَ ‘nin zikri, onlara iktida [uyma] ve tâbi olmak imkânının  

49

mevcudiyetine ve onların mesleklerinde butlan [bâtıl oluş] olmadığına işarettir. Çünkü, ferdî olmayan bir meslekte tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] vardır; tevatürde [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] butlan [bâtıl oluş] yoktur.

Mâzi sîgasıyla اَنْعَمْتَ 1 ‘nin zikri, tekrar nimeti talep etmeye bir vesile olduğuna ve Allah’a râci [ait] olan zamiri de bir yardımcı ve bir şefaatçi vazifesini gördüğüne işarettir. Yani, “Ey Rabbim! Madem ki in’am [nimet verme] senin fiilindir ve evvelce de in’âmı [nimetlendirme] yapmışsın; istihkakım [hak edilen pay] olmadığı halde in’âmı [nimetlendirme] tekrarlamak, Senin şe’nindir.” [belirleyici özellik]

عَلَيْهِمْ 2 ‘deki عَلَى 3 enbiyaya [nebiler, peygamberler] yükletilen risalet [elçilik, peygamberlik] ve teklif yükünün pek ağır olduğuna ve sahraları faidelendirmek için yağmur, kar ve fırtınaların şedaidine mâruz kalan yüksek dağlar gibi, peygamberlerin de ümmetlerini feyizlendirmek için risalet [elçilik, peygamberlik] zahmetlerine mâruz kaldıklarına işarettir.

İhtar: Başka bir surede zikredilen

فَاُولٰۤئِكَ مَعَ الَّذِينَ اَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَۤاءِ وَالصَّالِحِينَ * 4

olan âyet-i kerime, buradaki اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 5 âyet-i celilesini [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet] beyan eder. Zaten Kur’ân’ın bir kısmı, bir kısmını tefsir eder.

S – Peygamberlerin meslekleri birbirine uymadığı gibi, ibadetleri de birbirine muhaliftir. Bunun esbabı nedir?

C – İtikad ve amelde, usûl ve ahkâm-ı esasiyede peygamberlerin hepsi daimdirler, sabittirler, müttehittirler. İhtilâf ve tefavütleri, ancak füruattadır. [dallar, şubeler, kısımlar] Zaten zamanların tebeddülüyle füruatın [dallar, şubeler, kısımlar] da tebeddül [başkalaşma, değişme] ve tegayyürü [başkalaşım] tabiî birşeydir.

50

Evet, mevâsim-i erbaada [dört mevsim] tedavi ve telebbüs [giyinme] gibi çok şeyler tebeddüle uğrar. Meselâ, kışın giyilen kalın elbise yazın tebeddüle uğrar veya kışın güzel tesiri olan bir ilâcın yazın fena tesiri olur, kullanılmaz. Kezalik, [böylece, bunun gibi] kalb ve ruhların gıdası olan ahkâm-ı diniyenin [dinin hükümleri, esasları] füruatı [dallar, şubeler, kısımlar] da, ömr-ü beşerin [insan ömrü] devreleri itibariyle tebeddüle uğrar.

﴾ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ ﴿ 1Havf ve firar makamı olan şu sıfatın mâkablindeki [önceki, öncesi] makamlarla münasebatı [bağlantılar, ilişkiler] ise, bu makamın hayret ve dehşet nazarıyla celâl ve cemâl ile muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] olan makam-ı rububiyete [rububiyet makamı] baktırması; ve iltica ve dehalet [sığınma] nazarıyla نَعْبُدُ 2 ‘deki makam-ı ubudiyete [Allah’a kulluk yeri, kulluk makamı] baktırması ve acz nazarıyla نَسْتَعِينُ 3 deki tevekkül makamına baktırması; ve tesellî nazarıyla refik-ı daimîsi [daimî arkadaş] olan makam-ı recâya [ümit makamı] baktırmasıdır. Çünkü, korkunç birşeyi gören adam, korku ve hayret içinde kalır, sonra firar etmeye meyleder. Âciz olduğu takdirde tevekkül eder, sonra tesellî yollarını arar.

S – Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Ganiyy-i Mutlaktır. [sınırsız zenginliğe sahip olan Allah] Âlemde bu kadar dalâletlerin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve pek çirkin fena şeylerin yaratılışında ne hikmet vardır?

C – Kâinatta maksud-u bizzat [asıl gaye] ve küllî ve şümul[kapsam] olarak yaratılan, ancak kemaller, hayırlar, hüsünlerdir. [güzellik] Şerler, kubuhlar, [çirkinlik] noksanlar ise hüsünlerin, [güzellik] hayırların, kemallerin arasında görülmeyecek kadar dağınık ve cüz’iyet kabilinden [gibisinden, türünden] tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] olarak yaratılmışlardır ki, hayırların, hüsünlerin, [güzellik] kemallerin mertebelerini, nevilerini, kısımlarını göstermeye vesile olsunlar ve hakaik-i nisbiyenin [göreceli hakikatler, bir diğerine göre hakikat olan şeyler] vücuduna veya zuhuruna bir mukaddeme [başlangıç] ve bir vahid-i kıyasî [ölçü birimi] olsunlar.

51

S – Hakaik-i nisbiyenin [göreceli hakikatler, bir diğerine göre hakikat olan şeyler] ne kıymeti var ki, onun için şerler istihsan [beğenme, güzel bulma] edilecek?

C – Hakaik-i nisbiye [göreceli hakikatler, bir diğerine göre hakikat olan şeyler] denilen şeyler, kâinatın eczası arasında bulunan rabıtalardır. [bağ] Ve kâinattaki nizam, ancak hakaik-i nisbiyeden [göreceli hakikatler, bir diğerine göre hakikat olan şeyler] doğmuştur. Ve hakaik-i nisbiyeden [göreceli hakikatler, bir diğerine göre hakikat olan şeyler] kâinatın envaına bir vücud-u vâhid in’ikâs [yansıma] etmiştir. Hakaik-i nisbiye, [göreceli hakikatler, bir diğerine göre hakikat olan şeyler] büyük bir ölçüde hakaik-i hakikiyeden çoktur. Hatta bir zatın hakaik-i hakikiyesi yedi ise, hakaik-i nisbiyesi [göreceli hakikatler, bir diğerine göre hakikat olan şeyler] yedi yüzdür. Binaenaleyh, kubuh [çirkinlik] ve şerde şer varsa da kalildir. [az] Malûmdur ki, şerr-i kalil [az kötülük] için hayr-ı kesir [büyük, çok hayır] terk edilmez. Terk edilirse, şerr-i kesir [çok kötülük] olur; zekât ve cihadda olduğu gibi.

Evet, اِنَّمَا تُعْرَفُ اْلاَشْيَۤاءُ بِاَضْدَادِهَا 1 meşhur kaziyeden [hüküm, önerme] maksat, birşeyin zıddı, o şeyin hakaik-i nisbiyesinin [göreceli hakikatler, bir diğerine göre hakikat olan şeyler] vücut veya zuhuruna sebeptir. Meselâ kubuh [çirkinlik] olmasaydı ve hüsünlerin [güzellik] arasına girmeseydi, hüsnün [güzellik] gayr-ı mütenahi [sonsuz] olan mertebeleri tezahür etmezdi.

S – اَنْعَمْتَ 2 fiil, مَغْضُوبِ 3 ism-i mef’ul [gr. bir iş, oluş ve hareketin kendisine yapıldığı veya tesir ettiği şeyi gösteren kelimedir, meselâ] ضَۤالِّينَ 4 ism-i fail olarak zikirlerinde ve keza, üçüncü fırkanın sıfatını ve ikinci fırkanın sıfatına terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden âkıbetini ve birinci fırkanın ünvan-ı sıfatını aynen zikretmekte ne gibi bir hikmet vardır?

C – “Nimet” ünvanı, nefsin daima meylettiği bir lezzet olduğundan ihtiyar edilmiştir. Fiil-i mâzi olarak zikrindeki sebep, evvelce beyan edilmiştir.

İkinci fırka ise, kuvve-i gadabiyenin [öfke duygusu] galebe [üstün gelme] ve tecavüzüyle tecavüz ederek ahkâmın [hükümler] terkiyle zulüm ve fıska [günah] düşmüşlerdir: Yahudilerin temerrüdü [inat etme] gibi.

Zulüm ve fıskta [günah] hasis ve hayırsız bir lezzet görüldüğünden, onlardan nefis  

52

teneffür etmez. Kur’ân-ı Kerim, o zulmün âkıbeti olan gadab-ı İlâhîyi [Allah’ın hiddeti ve gazabı] zikretmiştir ki, nefisleri o zulüm ve fısktan [günah] tenfir [nefret ettirme] ettirsin.

İstimrar ve devam şe’ninde [belirleyici özellik] olan isimlerden ism-i mef’ul [gr. bir iş, oluş ve hareketin kendisine yapıldığı veya tesir ettiği şeyi gösteren kelimedir, meselâ] olarak zikredilmesi ise, şer ve isyanların devam edip, tevbe ve af ile inkıta [kesilme, sona erme] etmedikleri takdirde kat’îleşeceğine ve silinmez bir damga şekline geçeceğine işarettir.

  ﴾ وَلاَ الضَّۤالِّينَ ﴿ 1 Üçüncü fırka ise, vehim ve hevâ-yı nefsin [nefsin yasak arzu ve istekleri] akıl ve vicdanlarına galebesiyle, [üstün gelme] bâtıl bir itikada [inanç] tâbi olarak nifaka [ayrılık, dağılma] düşen bir kısım Nasârâdır. Dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] nefisleri tenfir [nefret ettirme] ve ruhları inciten bir elem olduğundan, Kur’ân-ı Kerim, o fırkayı aynı o sıfatla zikretmiştir.

Ve ism-i fâil [gr. bir iş, oluş veya durumu yüklenen şahsı bildiren kelimedir, meselâ; kâtip] olarak zikrindeki sebep ise, dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] olması, devam etmesine mütevakkıf [bağlı] olup, inkıtaa uğradığı zaman affa dahil olacağına işarettir.

Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalâlettedir. [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] Bunun izahı ise:

Bir şahıs, kudret-i Ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] tarafından, adem [hiçlik, yokluk] zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birden bire, düşmanlar gibi, hastalıklar, elemler, belâlar hücum etmeye başlarlar. Bir medet, bir yardım için müsterhimâne [yalvararak, merhamet dileyerek] tabiata ve anâsıra [kâinattaki unsurlar, elementler] baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizikle karşılaşır. Ecram-ı semaviyeden istimdat [medet isteme] etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatî hâcetleri [ihtiyaç] bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş [korkma, çekinme] ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder.

Bakar ki, vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emanî [temenniler, arzular, istekler] ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir. Acaba, hiçbir cihetten hiçbir tesellî çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde [başlangıç] ile meâdı, [âhiret, dönülecek yer] Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ile haşri itikad [inanç] etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı?

53

Evet, o bîçare, havf [korku] ve heybetten, acz ve ra’şetten, vahşet ve gönül darlığından, yetimlikle meyusiyetten [ümitsiz] mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir vaziyet içinde olup, kudretine bakar; kudreti âciz ve nâkıs. [eksik] Hâcetlerine [ihtiyaç] bakar; def edilecek bir durumda değildir. Çağırıp yardım istese, yardımına gelen yok. Her şeyi düşman, her şeyi garip görür. Dünyaya geldiğine bin defa nedamet [pişmanlık] eder, lânet okur.

Fakat o şahsın, sırat-ı müstakime [dosdoğru yol] girmekle kalbi ve ruhu nur-u imanla [iman aydınlığı] ışıklanırsa, o zulmetli evvelki vaziyeti nuranî bir hâlete [durum] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Şöyle ki:

O şahıs, hücum eden belâları, musibetleri gördüğü zaman, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] istinad eder, müsterih olur.

Yine o şahıs, ebede kadar uzanıp giden emellerini, istidatlarını [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] düşündüğü zaman, saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] tasavvur eder. O saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] mâü’l-hayatından bir yudum içer, kalbindeki emellerini teskin eder.

Yine o şahıs, başını kaldırıp semaya ve etrafa bakar, herşeyle ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] peyda eder.

Yine o şahıs, semadaki ecrama [büyük cisimler] bakar; hareketlerinden dehşet değil, ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve emniyet peyda eder ve onların o hareketlerini ibret ve hayretle tefekkür eder.

Yine o şahıs, ecram-ı ulviye [gökteki büyük cisimler, yıldızlar] ile öyle bir kesb-i muarefe eder ki, hangi bir cirme [büyük cisim] bakarsa baksın, o cirmlerden [büyük cisim] “Ey arkadaş, bizden tevahhuş [korkma, çekinme] etme. Hareketlerimizden korkma. Hepimiz bir Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] memurlarıyız” diye, me’nus [alışılmış, yakınlık oluşmuş] ve emniyet verici sesleri kalben işitmeye başlar.

Hülâsa: [esas, öz] O şahıs, evvelki vaziyetinde, vicdanındaki o dehşetli ve vahşetli ve korkunç âlâm-ı şedideden kurtulmak için, tesellîlerle hissini iptal ve sarhoşlukla o halleri unutmak ister. İkinci hâletinde [durum] ise, ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbini ikaz, vicdanını tahrik edip ruhunu ihsas [hissettirme] ettikçe o saadetler ziyadeleşir ve ona mânevî cennetlerin kapıları açılır.

اَللّٰهُمَّ بِحُرْمَةِ هٰذِهِ السُّورَةِ اِجْعَلْنَا مِنْ اَصْحَابِ الصِّرَاطِ الْمُسْتَقِيمِ اٰمِينَ * 1