İŞÂRÂTÜ’L-İ’CÂZ – Mukaddime vd. (385-404)

385

 Mukaddime1

İ’lem eyyühe’l-aziz! İ’câz-ı Kur’ân’ın esası belâğat-ı nazmındadır. Belâğat-ı nazmı ise iki kısmıdır. Biri ziynet eşyası gibi, diğeri elbise gibidir.

Birinci kısım, mensur incilere, menşur ziynete ve murassa [süslenmiş] nakşa benzer. Tahassul ettiği madeni ise, maksut [istek] olan nahvî ve fennî mânâları, sözlerin arasına—erimiş altını gümüş taşların arasına döker gibi—yerleştirmektir. Bu birinci nevin meyveleri olan letâifin [duygular] beyanını fenn-i maânî [sözün maksada uygunluğundan bahseden ilim, ilm-i ma‘ânî. (belâgat ilminin üç bölümünden biri)] uhdesine almıştır.

İkinci kısım ise, kıymetli bir libas, [elbise] fâhir bir hulle [Cennet elbisesi] gibidir. Mânâların kâmetine [boy, endam] münasip üsluptan biçilir ve muhtelif parçalardan muntazam şekilde dikilir ki, tamamı mânânın veya kıssanın veya garazın kâmeti [boy, endam] üzerine giydirilir. Bu kısmın ustası ve kefili, fenn-i beyandır. [beyan ilmi; mecâz, teşbih, kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] gibi ifade ve anlatım üslûplarını ele alan belâgat ilminin bir dalı]

Ve bu ikinci kısmın mühim meselelerinden birisi de temsildir. Kur’ân-ı Kerim temsili ekseriyetle kullanmış ve kullandığı temsil adedi bine bâliğ [erişen, ulaşan] olmuştur. Çünkü temsilde lâtif [berrak, şirin, hoş] bir sır, âlî [yüce] bir hikmet vardır. Evet, temsille vehim akla mağlup olur, hayal fikre inkıyat etmeye mecbur olur, gaip hâzıra tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] eder, ma’kul mahsusa inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder ve mânâ mücessem [cisimleşmiş] olur. Hem temsil sayesinde dağınık meseleler cem [toplama, bir araya gelme] olur, birbirine karışmış meseleler imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] eder,

386

birbirinden farklı meseleler ittihat eder, birbirinden kopuk meseleler ittisal [bağlanma; bağlantı, ilişki] eder ve tek başına kalmış müdafaasız meseleler delillerle mücehhez [cihazlanmış, donanmış] olur.

Eğer tafsil istersen, Delâilü’l-İ’câz’ın [deliller] sahibi olan Abdülkâhir Cürcanî’nin “Esraru’l-Belâğa”sında terennüm [dile getirme] ettiklerini benimle beraber dinle:

 Temsilin yerleri ve tesiri:

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Âkillerin ittifak ettiği meselelerden birisi şudur: Temsil, mânâların akabinde geldiği veya ihtisarla [kısaltma] tam yerinde zikredildiği ve mânâların aslî suretleri onun suretine nakledildiği zaman, o temsil mânâlara haşmet elbisesi giydirir. Onları dillere destan [hikâye, kıssa; kahramanlık hikâyeleri, şiirler] eder. Kadr u kıymetlerini âlî [yüce] kılar. Nârını iş’al eder. Nefisleri onlara celp [çekme] ederken kuvvelerine kuvvet katar. Kalpleri [sahte para] onlara dâvet eder. Onlara karşı gönüllerin en derin köşelerinde yatan alâkayı, aşk ve şevki tehyiç [heyecanlandırma, harekete geçirme] eder ve mizacın ikrah [kötü görme] ve icbarını [zoraki, zorlama] izale [giderme] ederek kalplerin [sahte para] derununa [içyüz] onlarla ilgili muhabbet ve sevgi bahşeder.

“Eğer o mânâ bir medih [övgü] ise, temsil sayesinde daha zarif, daha haşmetli olur. Nefislerdeki tesiri daha şiddetli ve daha büyük olur. İnsanı tepeden tırnağa ihtizaza getirir. Ülfeti daha çabuk temin eder. Ferah ve süruru [mutluluk] daha çok celp [çekme] eder. Methedileni daha üstün yapar. Methedene şefaatçi olur. Bahşiş ve ihsanları [bağış] daha fazla celp [çekme] eder. Dillere destan [hikâye, kıssa; kahramanlık hikâyeleri, şiirler] olur ve kalblerin alâkasına daha lâyık olur.

“Eğer o mânâ bir zem [ayıplama] ise, temsil libasıyla [elbise] teması daha acı, dağlaması daha yakıcı, sadmesi [darbe, yıkıcı müdahaleler] daha şiddetli, ifadesi daha keskin olur.

“Eğer o mânâ bir hüccet [delil] ise, temsil suretiyle burhanı [delil] daha nurlu, delili daha kâhir, beyanı daha bâhir [açık] olur.

“Eğer o mânâ bir iftihar ise, temsil sayesinde sahibinin gayesi daha yüksek, şerefi daha âlî, [yüce] lisanı daha şiddetli olur.

“Eğer o mânâ bir i’tizar ise, temsil kisvesiyle kalplere [sahte para] daha yakın ve daha

387

câzip olur. Kin ve adavetin [düşmanlık] izalesi, [giderme] gazap ateşinin sönmesi, zor düğümlerin çözülmesi daha kolay olur ve hoş bir teanuk husule [meydana gelme] gelir.

“Eğer o mânâ vaaz u nasihat ise, temsil sayesinde sadra [göğüs, sîne] en güzel şifa, fikre en güzel davetçi, ikaz ve zecirde [azarlama, sakındırma] en beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] olur. Sis perdesini çabuk izale [giderme] ederek gayeyi gösterir. Hastalığa, intikam illetine [asıl sebep] iyi gelir ve hastaya şifa verir.

“Evet, fenn-i kelâm ve aksamını teemmül [düşünme, inceden inceye araştırma] eder ve bab [bir kitabın bölümlerinden her biri] ve şubelerini tetebbu edersen, hükmün böyle olduğunu görürsün.”

(Abdulkâhir Cürcanî)

* * *

Bu gelen âyetlerdeki delâil-i i’câz ve esrar-ı belâgatin, [belâgatın sırları] gelecek mukaddime [başlangıç] ile münasebetleri olduğu için, onları burada zikrediyoruz.

1. Medih [övgü] makamındaki temsile misâl: Sahabenin vasfı hakkında Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyuruyor:

وَمَثَلُهُمْ فِى اْلاِنْجِيلِ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْئَهُ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاستَوٰى عَلٰى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ 1

ve diğer emsâlini buna kıyas et.

2. Zem [ayıplama] makamındaki misâller:

فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ الْكَلْبِ اِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ اَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْ 2

ve

مَثَلُ الَّذِينَ حُمِّلُوا التَّوْرٰيةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ اَسْفَارًا 3

ve

اِنَّا جَعَلْنَا فِۤى اَعْنَاقِهِمْ اَغْلاَلاً فَهِىَ اِلَى اْلاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ 4

ve diğer âyetleri bunlara kıyas et.

388

3. İhticac ve istidlâl [delil getirme, akıl yürütme] makamına dair misâller:

مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ ناَرًا 1

ve

اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَاۤءِ فِيهِ ظُلُمَاتٌ… 2

ilâ âhirihi [sonuna kadar] ve

وَمَثَلُ الَّذِينَ كَفَرُوا كَمَثلِ الَّذِى يَنْعِقُ بِمَا لاَ يَسْمَعُ اِلاَّ دُعَاۤءً وَنِدَاۤءً 3

ve

مَثَلُ الَّذِينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللهِ اَوْلِيَاۤءَ كَمَثَلِ الْعَنْكَبُوتِ اتَّخَذَتْ بَيْتًا 4

ve

اَنْزَلَ مِنَ السَّمَاۤءِ مَاۤءً فَسَالَتْ اَوْدِيَةٌ بِقَدَرِهَا فَاحْتَمَلَ السَّيْلُ زَبَدًا رَابِيًا وَمِمَّا يُوقَدُونَ عَلَيْهِ فِى النَّارِ ابْتِغَاۤۤءَ حُلِيَّةٍ اَوْ مَتَاعٍ زَبَدٌ مِثْلُهُ 5

ve

ضَرَبَ اللهُ مَثَلاً رَجُلاً فِيهِ شُرَكَاۤءُ مُتَشَاكِسُونَ وَرَجُلاً سَلَمًا لِرَجُلٍ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلاً 6

ve diğer âyetleri bunlara kıyas et.

4. İftihar hakkındaki misâl: Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] azametini ve kemâlât-ı İlâhiyesini [Allah’a ait mükemmellikler] beyân eden şu âyet-i kerimedir (Bu âyet her ne kadar iftihar diye isimlendirilmese de iftihara benziyor):

وَماَ قَدَرُوا اللهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ

389

بِيَمِينِهِ سُبْحَانَهُ وَتَعاَلٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ 1

Diğerlerini buna kıyas et.

5. İtizar makamına dair misâl: Bu kısımla ilgili ehl-i bâtılı ilzam [susturma] etmek için onların özürlerine dair hikâyeler vardır. Meselâ:

وَقَالُوا قُلُوبُنَا فِۤى اَكِنَّةٍ مِمَّا تَدْعُونَا اِلَيْهِ وَفِۤى اٰذَانِنَا وَقْرٌ وَمِنْ بَيْنِنَا وَبَيْنَكَ حِجَابٌ 2

Diğer âyetleri buna kıyas et.

Bu kısım hakkında şu şiiri de misâl olarak verebiliriz:

لاَتَحْسَبُوا اَنَّ رَقْصِى بَيْنَكُمْ طَرَبٌ فَالطَّيْرُ يَرْقُصُ مَذْبُوحًا مِنَ اْلاَلَمِ 3

6. Vaaz ve nasihat hakkında temsilin misâlleri:

Evvelâ: Kur’ân-ı Kerim dünya nimetlerini bazı âyetlerde şöyle tavsif [bir sıfatla niteleme] eder:

كَمَثَلِ غَيْثٍ اَعْجَبَ الْكُفَّارَ نَبَاتُهُ ثُمَّ يَهِيجُ فَتَرٰيهُ مُصْفَرًّا ثُمَّ يَكُونُ حُطَامًا 4

ve

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللهَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَاۤءِ مَاۤءً فَسَلَكَهُ يَنَابِيعَ فِى اْلاَرْضِ ثُمَّ يُخْرِجُ بِهِ زَرْعًا مُخْتَلِفًا اَلْوَانُهُ 5

ve

اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا اْلاِنْسَانُ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً 6

390

ve

لَوْ اَنْزَلْناَ هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ خَاشِعًا مُتَصَدِّعًا مِنْ خَشْيَةِ اللهِ وَتِلْكَ اْلاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ 1

ve

فَمَالَهُمْ عَنِ التَّذْكِرَةِ مُعْرِضِينَ * كَاَنَّهُمْ حُمُرٌ مُسْتَنْفِرَةٌ * فَرَّتْ مِنْ قَسْوَرَةٍ 2

ve

مَثَلُ الَّذِينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ فِى سَبِيلِ اللهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ اَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِى كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِائَةُ حَبَّةٍ 3

ve

كَمَثَلِ جَنَّةٍ بِرَبْوَةٍ اَصَابَهَا وَابِلٌ… 4

Sâniyen: [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Amel-i sâlihin ezâ ve riya ile boşa gittiğine dair misâller:

أَيَوَدُّ أَحَدُكُمْ اَنْ تَكُونَ لَهُ جَنَّةٌ مِنْ نَخِيلٍ وَاَعْنَابٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ لَهُ فِيهَا مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ وَاَصَابَهُ الْكِبَرُ وَلَهُ ذُرِّيَّةٌ ضُعَفَۤاۤءَ فَاَصَابَهَاۤ اِعْصَارٌ فِيهِ نَارٌ فَاحْتَرَقَتْ 5

ve

مَثَلُ الَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ اَعْمَالُهُمْ كَرَمَادٍ اشْتَدَّتْ بِهِ الرِّيحُ فِى يَوْمٍ عَاصِفٍ لاٰيَقْدِرُونَ مِمَّا كَسَبُوا عَلٰى شَىْءٍ ذٰلِكَ هُوَ الضَّلاَلُ الْبَعِيدُ 6

391

7. Kelâmın tabakalarından olan tavsif [bir sıfatla niteleme] makamına dair misâller:

ثُمَّ اسْتَوٰى اِلٰى السَّمَۤاءِ وَهِىَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا قَالَتَا اَتَيْنَا طَۤائِعِينَ 1

ve

قِيلَ يَاۤ اَرْضُ ابْلَعِى مَۤاءَكِ وَيَا سَمَۤاءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ الْمَۤاءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ 2

ve

اَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللهُ مَثَلاً كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ اَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِى السَّمَۤاءِ * تُؤْتِى اُكُلَهَا كَلَّ حِينٍ بِإِذْنِ رَبِّهَا… 3

ve

وَمَثَلُ كَلِمَةٍ خَبِيثَةٍ كَشَجَرَةٍ خَبِيثَةٍ اجْتُثَّتْ مِنْ فَوْقِ اْلاَرْضِ مَالَهَا مِنْ قَرًارٍ 4

Şiirden de bu kısma şu misâl verilebilir:

وَاللَّيْلُ تَجْرِى الدَّرَارِى فِى مَجَرَّتِهِ كَالرَّوْضِ تَطْفُو عَلٰى نَهْرٍ اَز َاهِيرُهُ 5

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bu temsilî âyetlerin her birinin mütenevvi [çeşit çeşit] tabakaları, mertebeleri, suretleri ve üslûpları vardır. O tabaka, mertebe ve üslûpların her biri, her bir âyetteki hakikat taifeleri için bir kefil ve bir dâmindir.

392

Meselâ, eline gümüş beyazlığında, billûr berraklığında şişeler aldın ve onları altın yaldızla tezyin [süsleme] ettin, sonra mücevheratla [kıymetli taşlar] nakış [işleme] nakış [işleme] işledin, sonra onları (lamba gibi) nurlandırdın. Elbette onlarda tabakât-ı hüsün ve envâ-ı ziyneti müşahede edersin. Aynen öyle de, bu âyetlerin her birindeki maksad-ı aslîden temsilî üslûp canibindeki [taraf, yön] muhtelif makamlara doğru işaretler akar, remizler [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] uzanır. Sanki asl-ı maksat, muhtelif mertebelerin üzerinden geçmekle, onların her birinden bir renk ve bir hisse alır. Hattâ o kelimeler, birer cevâmiü’l-kelim, belki cem’ü’l-cevâmi’ [bir araya gelme] olurlar.

* * *

 Belâgat Hakkında Bir Fasıl ve Bir Mukkadime

İ’lem eyyühe’l-aziz! Mütekellim, [konuşan] mânâyı ifade ettikten sonra delil vasıtasıyla aklı ikna ettiği gibi; temsilin suretleri vasıtasıyla da vicdana birçok hissiyatı ilkâ eder. Kalpteki [sahte para] meyli veya nefreti tahrik ederek onu kabule müheyya [hazırlanmış] eder. Demek kelâm-ı beliğ, akıl ve vicdanın beraberce istifade ettiği kelâmdır. Akla nüfuz ettiği gibi, vicdana da takattur eder.

Evet, bu iki vechin [cihet, yön, taraf] kefili, temsildir. Çünkü temsil, kıyası tazammun [içerme, içine alma] eder. Ve “mümesselün bih”te mündemiç [içinde bulunan] olan kanun, “mümessel”in aynasında inikas ettiği için söz müdellel bir dava gibi olur. Halkının rahatı için belâlara göğüs geren reisler hakkında söylenen şu söz gibi: “Yüce dağ, kar ve buz meşakkatine tahammül eder; bu sayede onun altında nice vadiler yeşerir.”

Hem, temsilin esası teşbihtir. Teşbihin şe’ni [belirleyici özellik] nefret veya rağbet veya meyelân [meyil, eğilim] veya kerahiyet veya hayret veya heybet hislerini tahrik etmesidir. Binaenaleyh,

393

bazen tazim, bazen tahkir, [aşağılama] bazen tergib, [istek uyandırma, şevklendirme] bazen tenfir, [nefret ettirme] bazen teşvih, bazen tezyin, [süsleme] bazen taltif [güzellikle muamele etmek] gibi şeyler için istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilir. Demek, temsilî üslûbun suretiyle vicdan ikaz edilir, bir meyil [arzu, istek] veya bir nefret ile hisler intibaha [uyanış] getirilir.

Hem, temsile ihtiyaç hissettiren şeylerden birisi mânânın derinlik ve inceliğidir. Çünkü o mânâlar temsille tezâhür eder. Diğeri, maksadın parça parça ve dağınık olmasıdır. Zira o parçalar temsil vasıtasıyla birbirine bağlanır. İşte Kur’ân-ı Kerimin müteşabihatı [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] birinci kısımdandır. Evet, ehl-i tahkikin [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] yanında o müteşabihat, [birbirine benzer farklı mânâlardan hangisinin kastedildiği kesin olarak bilinemeyen kapalı sözler] temsilât-ı âliye nevindendir ve hakaik-i mahzânın [doğru ve gerçeklerin ta kendisi; içine özünü bozabilecek herhangi bir şey karışmamış olan hakikatler] ve makulât-ı sırfenin üslûplarıdır.

Çünkü ekseriyetle avam [halk] hakikatlere ancak hayalî suretlerle sahip olabilir ve makulât-ı sırfeyi ancak temsilî üslûplarla fehmedebilirler. O halde avamın zihinlerinde ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] husûle [meydana gelme] gelmesi ve fehimlerine [anlama, kavrama] müraat [gözetme, riayet etme] edilmesi için اِسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ 1 gibi müteşabihata [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] mutlaka lüzum vardır.

Ben bir zamanlar, belâgatin [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] üssülesasını, i’câz-i [mu’cize oluş] Kur’ân’ın beyanı için bir mukaddeme [başlangıç] olarak on iki mesele şeklinde istihraç [çıkarma] etmiştim. Onların her birisi hakikatlerin bir haytıdır. [bağ, ip] Bu temsilî âyetleri burada umumen bahsettiğimizden, o on iki meselenin hülasasını zikretmek münasiptir. Ve billâhi’t-tevfik deyip başlıyoruz:

Birinci Mesele:

Nakş-ı belâgatin [belâgat nakşı] menşei, [kaynak] nazm-ı maânîdir. [mânâdaki ahenkli diziliş, tertip ve düzen] Lâfızperest [kelimenin mânâsından çok, sözlerine önem veren ve kelimenin dış şekliyle çok meşgul olan kimse] mutasallıfların [dalkavuk, şarlatan; seviyesinin üstünde fazilet ve zerafet iddiasında bulunan] icra

394

ettiği gibi, nazm-ı lâfız değildir. Abdülkahir-i Cürcanî, Delailü’l-İ’câz ve Esrarü’l-Belâğa’da yüzden fazla sayfayı onların münazarasına hasretmiştir. Zira bu münazaraya kadar hubb-u lâfız onlarda müzmin [iyice yerleşmiş, kronik] bir hastalık hâline gelmişti.

Nazm-ı maânî, [mânâdaki ahenkli diziliş, tertip ve düzen] kelimeler arasına nahvî mânâların yerleştirilmesinden ibarettir. Yani garip nakışları [işleme] elde etmek için harfî (tâlî) mânâları kelimeler arasında eritmektir.

İm’ân-ı nazarla bakıldığında görülür ki, efkâr [fikirler] ve hissiyatın mecrâ-yı tabiîsi [tabiî mecrâ, doğal akış yeri] nazm-ı maânîdir. [mânâdaki ahenkli diziliş, tertip ve düzen] Nazm-ı maânî [mânâdaki ahenkli diziliş, tertip ve düzen] ise kavânîn-i mantıkla müşeyyeddir. Mantığın üslûbu ise, fikir onunla hakikatlere teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] ederek ulaşır. Hakikatlere ulaşan fikir ise, dekâik-i mâhiyata ve nispetlerine nüfuz eder. Mahiyatın [mahiyetler, nitelikler] nispetleri ise, nizam-ı ekmelin [çok mükemmel ve eksiksiz düzen] rabıtalarıdır, [bağ] bağlarıdır. Nizam-ı ekmel [çok mükemmel ve eksiksiz düzen] de, her bir hüsnün [güzellik] membaı olan hüsn-ü mücerredin [saf güzellik; bizzat güzel olan, güzelliği başka şeye bağlı olmayan güzellik] sadefidir. [içinde inci bulunan kabuk] Hüsn-ü mücerret ise, letâif [duygular] ve mezâyâ [meziyetler, üstün özellikler] denilen belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] çiçeklerinin cennetidir. O çiçekli cennet ise, fıtrata perestiş [aşırı derece sevme] eden ve büleğa denilen bülbüllerin tecevvül ve tenezzüh [ferahlama, rahatlama] ettikleri yerdir. Bülbüllerin tatlı ve lâtif [berrak, şirin, hoş] nağamâtı [nağmeler, ezgiler] da, nazm-ı maânînin [mânâdaki ahenkli diziliş, tertip ve düzen] borularından intişar [açığa çıkma, yayılma] eden ruhanî sedânın takti’inden mütevellittir. [ileri gelen, hasıl olan, çıkan]

Elhasıl: [kısaca, özetle] Sâni’in fasih [güzel, açık ve düzgün] ve beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] olarak inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ve inşad [şiir şeklinde okuma] ettiği kâinat, belâgatin [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] şahikasındadır. [zirve] Onun her bir sureti ve her bir nev’i—içinde mündemiç [içinde bulunan] olan nizamın şehadetiyle—Kudret’in mu’cizelerinden bir mu’cizedir. Binaenaleyh sözün seviyesi, vakide câri olan keyfiyetin seviyesinde olur ve nazmı onun nizamına

395

tetabuk [uygunluk] ederse, cezâlet [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] bütün cevânibiyle husûle [meydana gelme] gelir. Aksi halde lâfzın [ifade, kelime] nazmına [diziliş, tertip] müteveccih [yönelen] olsa, sanki çorak bir yere ve aldatıcı bir serap içine düşmüş gibi, tasannu [yapmacık] ve riyanın içine düşer.

Tabiat-ı belâgatten [belâgat ilminin kendine mahsus şekil karakteri ve mizacı] inhirafın [doğru yoldan sapma] sırrı şudur: Acemler, [Arap milletinden olmayan başka milletler] saltanat-ı Arabın [Arapların saltanatı, idaresi, hâkimiyeti] cazibesiyle müncezip [cezbedilmiş, çekilmiş] ve müsta’reb olduğundan san’at-ı lafız onlarda ehemmiyet kesp etti. Ve Araplarla olan ihtilâtları [birbirine karışma] neticesinde Kur’ân-ı Kerimin belâgatinin [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] esası ve onun ma’kes-i [akseden yer, bir şeyin yansıdığı yer, ayna] esâlibinin televvünü olan Mudarî kelâmın melekesi [alışkanlık] ifsat [bozgunculuk, kargaşa] oldu. Zira o melekenin [alışkanlık] madeni—acemlerin hisleri ve mizaçları değil—ancak kavm-i Mudar’ın hisleri ve mizaçlarıdır. Binaenaleyh, hubb-u lâfız müteahhirînin [sonradan gelen] ekseriyetini heveslendirip meşgul etmiştir.

Zeyl: [ek]

Lâfzın [ifade, kelime] tezyini, ancak tabiat-ı mânâ [mânânın tabiatı] iktiza [bir şeyin gereği] ettiği zaman bir ziynet olur. Sûret-i mânânın şaşaası, ancak meâl ona izin verdiği zaman mânâ için bir haşmet olur. Tenvir-i üslûp, ancak maksudun istidadı [kabiliyet] üslûba muavenet [yardım] ettiği zaman bir cezâlet [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] olur. Letafet-i teşbih, ancak maksudun münasebeti üzerine tesis edildiği ve matlup [istek] da o letafetten razı olduğu zaman bir belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] olur. Hayalin azamet ve cevelânı, [akma, dolaşma] hakikati incitmediği ve onu istiskal etmediği [ağır bulup hoşlanmama] ve onun üzerine sümbül verip ona bir misâl olduğu zaman belâgate [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] dâhil olur. Bu şartlara dair câmî misâller görmek istersen, temsille alâkalı mezkûr [adı geçen] âyetlere bakabilirsin.

396

İkinci Mesele:

Kelâmda sihr-i beyânî tecellî ettiği zaman a’râzlar [araz’lar; bir şeyin aslından olmayan şeyler; renk, koku gibi ilintiler] cevherlere, mânâlar cisimlere, cemâdât [cansız olan şeyler] zîervaha ve nebâtat [bitkiler] ukalâya [akıllılar, akıl sahipleri] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Aralarına mükâleme [karşılıklı konuşma] ve mübahaseyi [karşılıklı konuşma, fikir alışverişi, sohbet] atmakla ya adavete [düşmanlık] veya muhabbete isal [ulaştırmak] eder ve hayâlin nazarında cemâdat [cansız varlıklar] raks eder. Buna bir misâl istersen şu beyte gir:

يُنَاجِينِى اْلاِخْلاَفُ مِنْ تَحْتِ مَطْلِهِ فَتَخْتَصِمُ اْلاٰمَالُ وَالْيَاْسُ فِى صَدْرِى 1

Yani, “Mumâtalâ-i hak [hak, borç vs. yerine getirmeme ve ödemeyi erteleme, tecil etme] perdesi altında hulfü’l-va’d [sözünden dönme] benimle konuşuyor. Der: Aldanma! Onun için, sînemde ümitlerim yeis [ümitsizlik] ile kavgaya başladılar; o mütezelzil [deprenen, sarsılan] hane olan sadrımı [göğüs, sîne] harap ediyorlar.”

Veyahut yerin yağmurla muaşaka ve şekvâsını [şikayet] dinle. İşte:

تَشَكّٰى اْلاَرْضُ غَيْبَتَهُ اِلَيْهِ وَتَرْشُفُ مَۤاءَهُ رَشْفَ الرُّضَابَ 2

Yani, “Arz, yağmurun geç gelmesini ona teşekkî eder. Mahbubun ağız suyu gibi suyunu emer.”

Bu güzel suret, geciken yağmurla buluşan kurak toprağın vız vız gibi bir sesi çıkartmasıyla sümbül vermiştir.

Evet, her bir hayalde bu misâl gibi bir dane-i hakikat [hakikat çekirdeği, tanesi] bulunmak şarttır. Ve her mecaz [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] şişesi içinde bir sirac-ı hakikat [hakikat lambası] bulunmalıdır. Yoksa hayalî belâgat, [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] aslı esası olmayan bir hurafe olur ve hayretten başka hiçbir fayda vermez.

Üçüncü Mesele:

Kelâmın kemâli ve cemâli ve elbise-i beyânı, üslûp iledir. Üslûp ise, hakikatlerin suretidir ve temsilî istiarenin [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] parçalarından teşekkül [kendi kendine oluşma] eden kalıb-ı meânîdir.

397

Sanki o parçalar, “meyve” lâfzının [ifade, kelime] meyve bahçesini, “mübareze[karşı koyma] lâfzının [ifade, kelime] meydan-ı harbi [harp meydanı, savaş alanı] göstermesi gibi, birer hayalî sinematograftır. [sinema makinesi]

Hem temsiller, eşya mabeynindeki [ara] münasebetlerin ve nizam-ı kâinattaki in’ikâsatın [yansıma] sırrı üzerine müessestir. [kurulmuş] Ve her bir iş bir şeyleri hatırlatır. Meselâ, hilâlin Süreyya‘da [gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan ve yedi yıldızdan meydana gelen bir yıldız takımı] görünmesiyle, medar-ı maişetlerinin [geçim kaynağı] en mühimmi hurma ağacı olan sahra insanının zihninde, hurma ağacından sarkan bir salkımın eskimiş ve takavvüs [eğilme] etmiş beyaz bir dalını hatıra getirir. Nitekim Kur’ân-ı Kerimde bu temsil حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ 1 şeklinde tasvir edilmiştir.

Temsil üslûbunun faydası şudur: Mezkûr [adı geçen] âyetlerde olduğu gibi, mütekellim, [konuşan] temsilî istiareler [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] vasıtasıyla derinlerde olan kökleri izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder ve müteferrik [ayrı ayrı] mânâlara îsal [ulaştırma] eder. Ve muhatap onun bir tarafına elini koyduğu zaman, geri kalan kısmını kendisine çekmeye muvaffak olur ve ittisalin [bağlanma; bağlantı, ilişki] vasıtasıyla ona intikal eder. Demek mütekellim, [konuşan] üslûbun bir köşesini muhataba gösterse, muhatap tedricen [aşamalı olarak] tamamını—velev bir derece karanlık da olsa—görebilir. Binaenaleyh, beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] kelâmın tavsifinde [bir sıfatla niteleme] bir mücevheratçının, [kıymetli taşlar]Beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] kelâm, fikrin delik açtığı şeydir.” ve bir meyhanecinin, “İlim çömleğinde pişirilen şeydir.” ve bir devecinin, “Yularından tutup mânâ ağılında yatırdığın şeydir.” dediklerini işiten kimse, onların meşgul oldukları san’atın mülâhazasıyla [düşünme, akla getirme] maksadın tamamına intikal eder.

Üslûbun teşekkülü [kendi kendine oluşma] hususundaki hikmet ise şudur: Mütekellim [konuşan] iradesiyle seslenip kalbin karanlık köşelerinde yatan manaları uyandırdığında, sanki o manalar çıplak, yalın ayak çıktıklarından hayale girerler. Ve o hayal hazinesinde buldukları San’at veya tevaggul [bir işe girme, bir şeyde derinleşme] veya ülfet veya ihtiyaç sebebiyle tevellüd [doğma] etmiş olan hazır suretleri giyerler. Lâakal [en az] başlarına onlardan bir yazmayı sarar veya bir renkle boyanırlar. Kitapların dibacelerindeki [mukaddeme, önsöz]beraatü’l-istihlâl[maksadı en güzel şekilde ifade eden giriş bölümü] diye tabir edilen

398

ifade-i maksatta gayet beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] olan mukaddimeler, [başlangıç] bu meselenin en zâhir misâlleridir.

Hem şunu unutma ki, kelâmın üslûbu, Kur’ân-ı Kerimin üslûplarında olduğu gibi, bazen muhatabın hayaline göre olur.

Hem meratib-i üslûp mütefavittir. [birbirinden farklı] Bazısı nesîmden [hoş ve hafif rüzgâr] daha lâtif, [berrak, şirin, hoş] daha rakiktir. [ince, nazik] Estiği zaman kelâmın hey’etlerine remzeder. [ince işaret] Bazısı desais-i [desiseler, hileler] harbiyeden daha mesturdur. [kendinden geçme] Ancak harb hususunda dâhi olanlar onu istişmam [koklama, hissetme; ince meseleleri sezme, anlama] edebilir. Meselâ, Yâsin Sûresinde مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ 1 şive-i ifadeden, [ifade, anlatım tarzı, üslûbu] Zemahşerî مَنْ يَبْرُزُ الِى الْمَيْدَانِ 2 üslûbunu istişmam [koklama, hissetme; ince meseleleri sezme, anlama] etmiştir.

Şayet istersen mezkur [sözü geçen] âyetleri teemmül [düşünme, inceden inceye araştırma] et! Onlarda bu mesâilin [meseleler] mısdâkını en lâtif [berrak, şirin, hoş] veçhiyle [yön] görürsün. Yine istersen İmam-ı Busayrî’ye git, gör:

وَاسْتَفْرِغِ الدَّمْعَ مِنْ عَيْنٍ قَدِ امْتَلاََتْ مِنَ الْمَحَارِمِ وَالْزِمْ حِمْيَةَ النَّدَمِ 3

Nasıl bir hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] üslûbuyla reçetesini yazmış ve حِمْيَةَ (perhiz) lafzıyla bu üslûba remzetmiştir. [ince işaret]

Veya Hüdhüd-ü Süleyman’ı dinle. Nasıl şu sözüyle kendi hendesesine [geometri] imada bulunmuş:

اَلاَّ يَسْجُدُوا لِلّٰهِ الَّذِى يُخْرِجُ الْخَبْءَ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 4

Yani, “Bir kavme rast geldim. Zemin ve âsumandan [gökyüzü] mahfiyatı [gizlilikler, saklı olan şeyler] çıkaran Allah’a secde etmiyorlar…”

Dördüncü Mesele:

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kelâmın eczâsı şu gelen düstura [kâide, kural] mısdak olursa ancak o zaman kelâm kuvvet ve kudret sahibi olur.

399

عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ وَكُلٌّ اِلٰى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ 1

Evet, kelâmın kuyûdâtı, [kayıtlar; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçaları, bütün unsurları] nazmı ve hey’eti birbirine cevap vermeli ve her biri diğerinin elinden tutup muavenet [yardım] etmeli, umumen karınca kaderince, [az da olsa, elden geldiği kadar] asıl garaz-ı küllîye [genel hedef, bütün unsurları içine alan kapsamlı gaye] husûsî semerâtıyla [meyve] beraber işaret etmelidir. Garaz-ı müşterek, etrafından suyu çeken bir havuz gibi olmalıdır. Bu tecavübden [birbirine cevap verme] muavenet, [yardım] muavenetten [yardım] intizam, intizamdan tenasüp [uygunluk] ve tenasüpten [uygunluk] de hüsün [güzellik] ve cemâl-i zâtî [zâtında olan güzellik] doğar. Belâgatin [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] bu sırrı, Kur’ân’ın mecmuunda, hususan,

الۤمۤ * ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ 2 ‘de parlıyor. Sûrenin başında işittiğin, وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ 3 âyetinde ve benzerlerinde olduğu gibi.

Beşinci Mesele:

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kelâmın gınası, servet ve vüs’ati [genişlik] şöyle olur: Nasıl ki kelâmın aslı, asıl maksadı gösterir. Öyle de, keyfiyatı, hey’âtı [kısımlar, parçalar] ve müstetbeâtı [çağrışımlar; söze tabi olan mânâlar; telvih ve telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] yoluyla işaret edilen mânâlar gibi] da garazın levâzımâtını, [bir işin gerçekleşmesi için gerekli olan şeyler] tevâbiini [bir şeye bağlı olan, tabi olan şeyler] ve furûunu işaretle, remizle [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ve telvihle göstermelidir. Öyle ki, bir tabakadan sonra başka bir tabaka ve bir makamın arkasında başka bir makam arz-ı endam [boy gösterme] etmeli. Buna bir misâl istersen daha önce tefsir edildiği vecihle [yön] şu âyetleri teemmül [düşünme, inceden inceye araştırma] et:

وَاِذاَ قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُوا فِى اْلاَرْضِ… الخ 4

ve

400

وَاِذَا لَقُوا الَّذِينَ اٰمَنُوا… الخ 1

Altıncı Mesele:

İ’lem eyyühe’l-aziz! Telâffuz fotoğrafıyla alınmış kelâm haritasından istihsal [elde etme, ele geçirme] edilen mânânın muhtelif envaı ve mütefavit [birbirinden farklı] meratibi [mertebeler] vardır. O mânâların bazısı hava gibidir, hissedilir, fakat görünmez. Bazısı buhar gibidir, görünür, fakat elle tutulmaz. Bazısı su gibidir, elle alınır, fakat zapt altına alınmaz. Bazısı sebike gibidir, zapt altına alınır, fakat bir taayyün, [belirleme] bir suret verilmez. Bazısı da muntazam inciye ve meskuk altına benzer, teşahhus [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] eder ve bir suret verilir.

Sonra, garaz ve makamın tesiriyle bazen hevaî olanı tasallub eder. Bazen üç hal bir mânâ üzerinde müdavelede bulunur.

Görmez misin ki, bir emr-i haricînin senin vicdanına yaptığı tesirle kalbin heyecana gelir. Hissiyat havalanmaya; hevâî [nefsine boyun eğen, nefsinin zaafları [zayıflık, güçsüzlük] doğrultusunda hareket eden] mânâlar da uçuşmaya başlar. Ondan da müyülât tevellüd [doğma] eder. Sonra ondan bazısı tahassul eder. Sonra o tahassul edenden bir kısım teşekkül [kendi kendine oluşma] eder. Sonra o teşekkül [kendi kendine oluşma] edenden de bazısı in’ikad [bir şeye bağlı olarak ortaya çıkma, doğma] ve incimad [donma] eder.

Bu tabakaların her birinde bir kısmı in’ikad [bir şeye bağlı olarak ortaya çıkma, doğma] eder, sübut [bir şeyin var olması] bulur. Diğer kısmı, harflerin teşekkülü [kendi kendine oluşma] esnasında bazı seslerin muallâkıyeti [yüce] veya hububattaki [tohum] tanelerin teşekkülü [kendi kendine oluşma] esnasında onları saran yaprakların muallâkıyeti [yüce] gibi muallâk olarak kalır. Binaenaleyh, beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] olanın şe’nindendir [belirleyici özellik] ki, garazın taalluk ettiği ve makamın iktiza [bir şeyin gereği] ettiği ve muhatabın talep ettiği şeyi kelâmın sarahatiyle [açıklık] ifade etsin. Sonra diğer tabakaları da, garaza yakınlık dereceleri nispetinde bir miktarla, kayıtların delâletine, fehvânın işaretine, keyfiyâtın remzine, [ince işaret] müstetbeâtü’t-terâkîbin [çağrışımlar; söze tabi olan mânâlar; telvih ve telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] yoluyla işaret edilen mânâlar gibi] telvihine, esâlibin telmihine [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] ve etvâr-ı mütekellimin îmâsına havale etsin.

401

Sonra o muallak olan mânâlar harfî (tâlî) ve hevâîdirler. [nefsine boyun eğen, nefsinin zaafları [zayıflık, güçsüzlük] doğrultusunda hareket eden] Onlar için mahsus bir elfaz [lafızlar, sözler] yoktur ve muayyen bir vatan da bulunmaz. Belki o mânâlar, seyyar seyyahlar gibi bazen bir kelime içinde gizlenir. Bazen bir kelâm tarafından emilip içilir. Bazen de bir kıssanın içine karışır. Eğer onları sıksan, اِنِّى وَضَعْتُهَا اُنْثٰى 1 ‘da damlayan tahassür [hasret çekme, özlem duyma, üzülme] ve لَيْتَ الشَّبابَ… الخ 2 ‘de damlayan teessür [üzülme, etkilenme] gibi, temeddüh, [böbürlenme] hitap, işaret, teellüm, [elem çekme] tahayyür, taaccüp, tefahür ve saire takattur eder.

Sonra bu maâni-i mütezahime [birbiriyle yarışan izdiham oluşturan mânâlar] arasındaki hüsn-ü muaşeretin [güzel geçim] şartı, inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve ihtimamın, esas garaza hizmeti nispetinde taksim edilmesidir. Bu meseleye misâl istersen, surenin başından buraya kadar olan kısım, sâbık [önceki, geçmiş] şerhlerde geçtiği vecihle [yön] açık bir misaldir.

Yedinci Mesele:

İ’lem eyyühe’l-aziz! Üslûp içinde mündemiç [içinde bulunan] olan hayalin hakikat daneleri üzerinde sümbül vermesi şart olduğu gibi; hariciyâtın [dışarıya ait olanlar; hariçteki hakikatler; maddî şeyler] silsilesinde münderiç [içine konulmuş, yerleştirilmiş] olan kanun ve illetlerin [asıl sebep] mâneviyatta temessül [belirme, görünme] etmesi hususunda da hayalin ayna gibi olması şarttır.

Kütüb-ü nahviyede mezkûr [adı geçen] münasebetlerin işlendiği “nahiv felsefesi” de bu kabildendir. Meselâ denilir: Ref’ [kaldırma] fâilindir. [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] Çünkü kavî [güçlü, kuvvetli] kavîyi [güçlü, kuvvetli] alır. Diğerlerini buna kıyas et.

Sekizinci Mesele:

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sîbeveyh, مِنْ – اِلٰى – ب harfleri ve arkadaşları gibi mânâları teaddüd eden harflerde, mânânın aslı bir olduğunu ve onun zâil [geçici, yok olucu]

402

olamayacağı hususunu tayin ve tahdit etmiştir. Lâkin makam ve garaza göre bazen o mânâ muallak bir mânâyı teşerrüb [bir şeyin diğer şeye sirayet etmesi, emme, içine çekme] edip içine celp [çekme] eder. Dolayısıyla lâfzın [ifade, kelime] asıl sahibi olan o mânâ misafirine bir suret ve bir üslûp olur.

Keza lisan fıkhının ârifi teemmül [düşünme, inceden inceye araştırma] edince bilir ki, lâfz-ı müşterekin ekseriyetle mânâsı birdir. Daha sonra muhtelif münasebetler sebebiyle teşbihler vuku bulur. Sonra o teşbihlerden mecazlar hâsıl olur. Sonra o mecazlardan örfî hakikatler doğar. Sonra o örfî hakikatlerden başka şeyler meydana gelir ve hâkeza. Böylece o bir mânâ taaddüd [birden fazla olma] eder. Meselâ, “ayn” isminin tek mânâsı vardır—ki o da basar [görme] veya su kaynağıdır—sonra güneşe de ıtlak [belli bir sınırın konulmaması; genel bırakma] olunmuştur. Bu ıtlaktaki remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] şudur: Âlem-i ulvî [yüce âlem] onunla âlem-i süfliye bakar veya mâ-i hayat olan ziya; o muazzam beyaz dağdaki membadan akıp gelir.

Başkalarını buna kıyas et.

Dokuzuncu Mesele:

İ’lem eyyühe’l-aziz! İrade-i cüz’iyeyi, fikr-i şahsîyi ve tasavvur-u basiti [basit düşünce] âciz bırakan belâgatin [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] en yüksek tabakası şudur:

Mütekellim, [konuşan] kuyud-u [kayıtlar, sınırlamalar] kelâmın nispetlerine, kelimelerin irtibatlarına ve cümlelerin muvazenelerine [karşılaştırma/denge] muhît [her şeyi kuşatan] bir nazarla bakmalı ve onların hepsine birden riayet edip heyet-i umumiyelerini muhafaza etmelidir ki, her biri diğeriyle beraber, nakş-ı âzama [büyük nakış] vâsıl olan bir müteselsil [zincirleme] nakış [işleme] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etsin. Hattâ mütekellim, [konuşan] sanki onda bir çok aklı, kendi aklının muavinleri olarak istihdam [çalıştırma] etmiş de o netice hâsıl olmuştur. Bir sarayın ustası gibi; usta, renkli taşları yerlerine öyle bir vaziyette yerleştirir ki, her birinin diğer hepsiyle beraber münazara ve muvazenesinden—Hulefâ-i [karşılaştırma/denge] Raşidinin yazılı olduğu müşterek hattaki “ayın” harfi

403

misâli—garip nakışlar [işleme] husule [meydana gelme] gelir. Bu meselenin en zâhir misâllerinden birisi, bu sûrenin başında işittiğin vecihle, [yön] şu âyet-i kerimedir:

الۤمۤ * ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ 1

Keza, ulviyet-i kelâmın esbabından birisi de, kelâmın, nesep [soy, şecere] [ağaç] ağacı gibi, makam ve garaz üzerine tedelli eden maksatlara müteveccih [yönelen] olarak tenasülen [üreme] teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] etmesidir.

Ve kezâ, tabaka-i kelâmın rif’at sebeplerinden birisi de, onun, kıssa-i Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın (a.s.) hikâyesi] (a.s.) gibi, bir çok füru ve vücuhun [vecihler, yönler] istinbat [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] edilmesine müsait olmasıdır.

Onuncu Mesele:

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kelâmın letâfet [hoşluk, gözellik] ve halâvetini [tatlılık] netice veren selâseti [akıcılık, sözün akıcı olması] ise şudur: Kelâmın içinde mündemiç [içinde bulunan] olan maânî [mânâlar] ve hissiyat, ya mümteziç [birleşik, karışık] olarak ittihat etmeli veya muhtelif olarak intizam altına girmelidir. Tâ ki cevânib, ifade ve garazın kuvvetini teşerrüb [bir şeyin diğer şeye sirayet etmesi, emme, içine çekme] etmesin. Bilakis merkez, etraftan kuvveti celp [çekme] etsin.

Keza, selâset-i kelâmın bir sebebi, maksadın taayyün [belirleme] etmesi; diğer bir sebebi ise, garazların iltika noktasının tezahür etmesidir.

On Birinci Mesele:

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sözün sıhhat ve kuvvetine sebep olan selâmeti de şudur: Kelâm mebâdi [başlangıçlar, belirtiler] ve delâile [deliller] işaret etmeli ve levâzım ve tevâbia [bir şeye bağlı olan, tabi olan şeyler] remzen [ince işaret] bakmalı ve mevzu ve mahmulün [bir hüküm ve önermede konuyu niteleyen, yani kendisiyle hükmedilen söz, yüklem; Meselâ; “Mehmed âlimdir” hükmünde “âlim” mahmuldür] ve keyfiyetlerinin kayıtlarıyla evhâmın reddine ve

404

şübehâtın [şüpheler, tereddütler] def’ine imâ etmeli. Sanki her bir kayıt mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] bir sualin cevabı gibi olmalıdır. Şayet buna bir misâl istersen, Fatihatü’l-Kitabı [açılış kısmı, baş, baş kısım] teemmül [düşünme, inceden inceye araştırma] et!

On İkinci Mesele:

İ’lem eyyühe’l-aziz! Esâlib üç nevidir:

Birincisi: Üslûb-u mücerrettir [sade, basit üslûp (Bu üslûpta tabiîlik, akıcılık, kısalık, mânâ ve maksada yetecek kadar izah nitelikleri vardır. Ders kitaplarında, günlük hayatta ve konuşmalarda genellikle bu üslûp kullanılır)] ve tek rengi vardır. Bu kısmın hassası, ihtisar, [kısaltma] selika, selâmet [huzur] ve istikamettir [doğru] ki; vasat ve leyyin bir üslûptur. İstimal edildiği yerleri, muamelât, [davranışlar] muhaverat [konuşmaya dayalı ilimler] ve ulûm-u âliyedir [âlet ilimleri; gramer, matematik, mantık gibi ilimler] ( اٰلِيَة ). Buna selis [düzgün ve akıcı] bir misâl istersen Seyyid Cürcanî’nin kitaplarını teemmül [düşünme, inceden inceye araştırma] et!

İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. [süslü, parlak üslûp (Bu üslûp teşvik etme ve sakındırma gibi özellikleri ihtiva eder.)] Bu kısmın hassası da; tezyin [süsleme] ve tenvirdir [aydınlatma] ve teşvik ve tenfirle [nefret ettirme] kalbi heyecana getirmektir. Bunun münasip mâkamı ise, medih, [övgü] zem [ayıplama] ve saire gibi hitabiyat [hitabet (etkileyici konuşma) ile ilgili sözler] ile iknaiyat [ikna ve inandırma ile ilgili konular] ve bu ikisinin benzerleridir. Eğer buna müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir misâl istersen, “Delâilü’l-İ’câz” [deliller] ve “Esrarü’l-Belâğa” kitaplarına gir, onlarda müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bahçeler müşahede edersin.

Üçüncüsü: Üslûb-u âlîdir. [yüce üslûp (Bu üslûpta kuvvet ve heybet vardır)] Bu kısmın hassası ise; kudret, kuvvet, heybet ve ruhanî ulviyettir. [yüce] Bu üslûbun makamı da, ilâhiyat, usûl ve hikmettir. Şayet buna açık bir misâl ve mu’ciz bir timsal [görüntü] istersen, Kur’ân’ı teemmül [düşünme, inceden inceye araştırma] et! Çünkü onda ne göz görmüş ne de bir edibin [edebiyatçı] kalbine hutur [akla gelme, kalbe doğma] etmiş âlî [yüce] üslûplar vardır.

(Mukaddime muhtasaran [kısa] burada bitti.)