İŞÂRÂTÜ’L-İ’CÂZ – Tenbih (16-22)

16

Risale-i Nur Külliyatından

İŞÂRÂTÜ’L-İ’CÂZ [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser]

Müellifi: [telif eden, kitap yazan] Bediüzzaman Said Nursî

Türkçe Tercümesi: Abdülmecid Nursî

17

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَبِهِ نَسْتَعِينُ * 1

 Tenbih

İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsiri, eski Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] birinci senesinde, cephe-i harpte, [muharebe bölgesi] me’hazsiz [kaynak] ve kitap mevcut olmadığı halde telif [kaleme alma] edilmiştir. Harp zamanının zaruretinden başka, dört sebebe binaen gayet muhtasar [kısa] ve îcaz[az sözle çok mânâlar anlatma] bir tarzda yazılmış; Fatiha [açılış kısmı, baş, baş kısım] ve nısf-ı evvel, [ilk yarı] daha mücmel, [kısa, kısaca] daha muhtasar [kısa] kalmıştır.

Evvelâ: O zaman, izaha müsaade etmiyordu. Eski Said, îcaz[az sözle çok mânâlar anlatma] ve kısa tabiratla [tabirler, ifadeler] ifade-i meram [maksadı ifade etme] ediyordu.

Saniyen: [ikinci olarak] Gayet zekî olan kendi talebelerinin derece-i fehimlerini [anlayış derecesi] düşünüyordu, başkaların anlamalarını düşünmüyordu.

Salisen: [üçüncü olarak] Eski Said, en dakik [derin ve ince] ve en ince olan nazm-ı Kur’ân‘daki [Kur’ân’ın nazmı, Kur’ân’ın mübarek kelime ve âyetlerinin tertip, diziliş ve düzeni] îcaz[az sözle çok mânâlar anlatma] olan i’câzı [mu’cize oluş] beyan ettiği için, kısa ve ince düşmüştür. Fakat şimdi ise, Yeni Said nazarıyla mütalâa ettim: Elhak, Eski Said’in bütün hatiatıyla beraber, şu tefsirdeki tetkikat-ı âliyesi, onun bir şaheseridir. Yazıldığı vakit daima şehid olmaya hazırlandığı için, hâlis bir niyetle ve belâgatın [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] kanunlarına ve ulûm-u Arabiyenin [Arap dili ve edebiyatına ait ilimler] düsturlarına [kâide, kural] tatbik ederek yazdığı için, hiçbirini cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edemedim. Belki Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bu eseri ona kefaret-i zünub yapacak ve bu tefsiri de tam anlayacak adamları yetiştirecek inşaallah. [Allah dilerse]

18

Eğer Birinci Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] gibi mâniler olmasaydı, tefsirin şu birinci cildi, i’câz [mu’cize oluş] vücûhundan [vecihler, yönler] olan i’câz-ı nazmîyi [Kur’ân’ın tertip ve düzenindeki, benzerini yapmaktan başkalarını aciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizelik özelliği] beyan ettiği gibi, diğer cüzler ve mektuplar da müteferrik [ayrı ayrı] hakaik-i tefsiriyeyi içine alsaydı, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyana [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] güzel bir tefsir-i câmi olurdu. Belki inşâallah, şu cüz-ü tefsir [tefsirin bir bölümü] ve altmış altı adet, belki yüz otuz adet Sözler ve Mektubat risaleleriyle beraber me’haz [kaynak] olursa, ileride bahtiyar bir heyet öyle bir tefsir-i Kur’ânî [Kur’ân’ı yorumlayan tefsir eseri, kitabı] yazsın, inşâallah.

Said Nursî

Hâşiye: [dipnot] Bu harika tefsirde, münafıklar hakkında olan on iki âyet ile muannid [inatçı] kâfirler için olan iki âyetin izahat ve tafsilâtının [ayrıntılar] içinde bazı çok münasebât-ı belâgati [belâgat ilişkileri, bağlantıları] çoklar anlamayacak ve istifade etmeyecek ehemmiyetsiz nüktelerinin [derin anlamlı söz] zikredilmesinin sırrı ve diğer âyetlerdeki tahkike [araştırma, inceleme] ve izaha muhalif olarak mahiyet-i küfriyenin tafsilâtına [ayrıntılar] ve ehl-i nifakın [iki yüzlü kimseler, münafıklar] temessük [sarılma] ettikleri şüphelerine pek az temas edilmesinin hikmeti ve yalnız elfaz[lafızlar, sözler] Kur’âniyenin ince ince işârât [işaretler] ve delâletlerinin ehemmiyetle beyan edilmesinin sebebi üç nüktedir. [derin anlamlı söz]

Birinci Nükte: [derin anlamlı söz] Bidayet-i zuhur-u İslâmiyette muannid [inatçı] ve kitapsız kâfirlerin ve nifaka [ayrılık, dağılma] giren eski dinlerin münafıkları gibi, aynen bu zaman-ı âhirde [âhir zaman; dünyanın son zamanı ve son devresi, dünya hayatının kıyâmete yakın son devresi,] bir nazîresi [benzer] çıkacağını ders-i Kur’ânîden [Kur’ân dersi] gelen bir sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] ile Eski Said hissetmiş. Münafıklar hakkındaki âyetleri izah ile en ince nükteleri [derin anlamlı söz] beyan etmiş; fakat mütalâacıların zihnini bulandırmamak için mahiyet-i mesleklerini [mesleğin temel özelliği, iç yüzü] ve istinat noktalarını mücmel [kısa, kısaca] bırakmış, izah etmemiş. Zaten Risale-i Nur’un mesleği odur ki, zihinlerde bir iz bırakmamak için, sair ulemaya muhalif olarak, muarızların [itiraz eden, karşı gelen] şüphelerini

19

zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz. Eski Said, bu tefsirde, Risale-i Nur gibi, zihinleri bulandırmamak için yalnız belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] noktasında lâfzın [ifade, kelime] delâletine ve işârâtına [işaretler] ehemmiyet vermiş.

İkinci Nükte: [derin anlamlı söz] Madem Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] her harfinin okunmasıyla öyle bir kıymeti olur ki, bir harf, on, yüz, bin ve binler sevabı ve bâki meyve-i uhrevîyi [âhiret meyvesi] verecek mahiyettedir. Elbette Eski Said’in bu tefsirinde bir saç gibi, bir zerre gibi, Kur’ân’ın kelimatına [ifadeler, sözler] temas eden nükteleri [derin anlamlı söz] izah etmesi israf değil, ehemmiyetsiz değil; belki göz kapaklarının kirpikleri ve belki gözbebeğinin zerreleri gibi kıymetli olduğunu hissetmiş ki, o dehşetli harp içinde bu incecik saç gibi münasebetleri yazmaktan ve düşünmekten, avcı hattında [savaşta düşmana doğru dağılarak ön safta ilerleyen asker birliği] düşman gülleleri onu şaşırtmamış, ondan vazgeçirmemiş.Haşiye [dipnot]

Üçüncü Nükte: [derin anlamlı söz] Türkçeye tercümesi, Arapçadaki cezalet, belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] ve harika kıymetini muhafaza edememiş, bazan da muhtasar [kısa] gitmiş. İnşaallah Arabî tefsir, bu tercümenin âhirinde bir mâni olmazsa neşredilecek; tercümedeki noksanlarını izale [giderme] edecek. Fakat Arabî tefsirde tevafukun envaından çok harikalar vardır; beşer ihtiyarı karışmamıştır. Onun için, o matbuun aynı tarzında—imkânı varsa—mümkün olduğu kadar çalışmak lâzımdır ki, alâmet-i makbuliyet olan o harikalar kaybolmasın.

Said Nursî

ba

20

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Kırk sene evvel, Harb-i Umumîde, [Birinci Dünya Savaşı] cephede, avcı hattında, [savaşta düşmana doğru dağılarak ön safta ilerleyen asker birliği] bazan at üstünde telif [kaleme alma] edilen bu İşâratü’l-İ’câz tefsirinin bir kısmını Üstadımızdan ders aldık. İlm-i belâgati ve kavâid-i Arabiyeyi [Arapça dilbilgisi kuralları, kaideleri] bilmediğimiz halde, aldığımız ders ile bundaki bir sırr-ı azîmi [büyük sır] fehmettik ki, bu İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsiri, hakikaten harikadır. Bu tefsir, Kur’ân’ın vücuh-u i’câzından [mu’cize olma yönleri] yalnız nazmındaki [diziliş, tertip] i’câzı harika bir tarzda göstermesi münasebetiyle dört noktayı beyan ediyoruz.

Birincisi: Madem Kur’ân Kelâmullahtır; [Allah kelâmı] umum asırlar üzerinde ve arkasında oturan muhtelif tabaka tabaka olarak dizilmiş bütün nev-i beşere hitap ediyor, ders veriyor. Hem bu kâinat Hâlık-ı Zülcelâlinin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] kelâmı olarak rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] en yüksek mertebesinden çıkıp, bu binler muhtelif tabaka muhataplarla konuşuyor, umumunun bütün suallerine ve ihtiyaçlarına cevap veriyor. Elbette mânâları küllî ve umumîdir. Beşer kelâmı gibi mahsus bir zamana, muayyen bir taifeye ve cüz’î [ferdî, küçük] bir mânâya inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] etmiyor. Bütün cin ve insin binler muhtelif tabakada olan efkâr [fikirler] ve ukul [akıllar] ve kulûb [kalbler] ve ervahının [ruhlar] herbirisine lâyık gıdaları veriyor, dağıtıyor.

İkincisi: Kelâm-ı ezelîden [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] gelen ve bütün asırları ve bütün tavaif-i nev-i beşeri [insanlık taifeleri, kavimleri, milletleri] muhatap ittihaz [edinme, kabullenme] eden Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] gayet küllî mânâlarının cevherlerinin sadefi [içinde inci bulunan kabuk] hükmünde olan lâfz-ı Kur’ânî, [Kur’ân’ın lâfzı, sözü, ifadesi] elbette küllîdir. Yalnız kıraatinde herbir harfinin on, yüz, bin ve binler ve eyyam-ı mübarekede [Cuma ve kandil geceleri gibi mübarek günler] otuz bine kadar

21

sevab-ı uhrevî [ahiret için yapılan, kazanılan sevaplar iyilikler] ve meyve-i Cennet [Cennet meyvesi] veren huruf-u Kur’âniyenin [Kur’ân harfleri] herbirinde mevcudiyeti kat’î olan i’câzın [mu’cize oluş] bir kısmını bu tefsirde gördük.

Üçüncüsü: Birşeyin hüsün [güzellik] ve cemâli, o şeyin mecmuunda görünür. Cüzlere ayrıldığı vakit, mecmuunda görünen hüsün [güzellik] ve cemâl, parçalarında görünmez. O şeyin umumunda tezahür eden nakış [işleme] ve güzellik, herbir kısmında aranmaz. Görünmediği vakit, görünmemesi, onun sebeb-i kusuru [kusur sebebi] tevehhüm [kuruntu] edilmez. Böyle olmasına rağmen, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] sûre ve âyetlerinde görünen mu’cize-i nazm, [diziliş, tertip ve düzendeki başkalarını âciz bırakan olağanüstülük, mu’cizelik özelliği] hey’ât [kısımlar, parçalar] ve keyfiyat itibariyle tahlil edildiği vakit, başka bir tarzda yine kendini ehl-i tetkike [bir konuyu dikkatle ve delilleriyle araştıran kimseler] gösteriyor. İşte bu İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] Arabî tefsiri, i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] yedi menbaından [kaynak] bir menbaı [kaynak] olan nazmındaki [diziliş, tertip] cezaleti, en ince esrarına kadar beyan ve izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyor. Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] on, yüz, bin ve binler ve eyyam-ı mübarekede [Cuma ve kandil geceleri gibi mübarek günler] otuz bine kadar semere-i uhrevî [âhiret meyvesi, neticesi] veren hurufatının [harfler] herbirine ait, İşârâtü’l-İ’câz‘ın [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] âzamî ihtimamla onlardaki i’câzı [mu’cize oluş] göstermeye çalışması, elbette israf değil, ayn-ı hakikattir. [hakkın ta kendisi]

Dördüncüsü: Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] kelâm-ı ezelîden [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] gelmesi ve bütün asırlardaki bütün tabakat-ı beşere [insan grupları] hitap etmesi hasebiyle, mânasında bir câmiiyet [kapsayıcılık] ve külliyet-i harika [bahsettiği konunun bütün fertlerini içine alan harika bir kapsamlılık] vardır. İnsandaki akıl ve lisan gibi, bir anda yalnız bir meseleyi düşünmek ve yalnız bir lâfzı söylemek gibi cüz’î [ferdî, küçük] değil, göz misil[benzer] muhît [her şeyi kuşatan] bir nazara sahip olmak gibi, kelâm-ı ezelî [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] dahi bütün zamanı ve bütün tâife-i insaniyeyi [insan taifesi, topluluğu] nazara alan bir külliyette bir kelâm-ı İlâhîdir. [Allah’a ait söz, konuşma] Elbette Onun mânâsı, beşer kelâmı gibi cüz’î [ferdî, küçük] bir mânâya ve hususi bir maksada münhasır değildir. Bu sebepten,

22

bütün tefsirlerde görünen ve sarahat, [açıklık] işaret, remiz, [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] îma, telvih, telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] gibi tabakalarla müfessirînin [açıklayan, yorumlayan] beyan ettikleri mânâlar, kavaid-i Arabiyeye [Arapça dilbilgisi kuralları] ve usul-ü nahve [Arapça dil bilgisinde, cümle kurgusunu inceleyen bilim dalının kuralları] ve usul-ü dine [din prensipleri] muhalif olmamak şartıyla, o mânâlar, o kelâmdan bizzat muraddır, maksuddur.

 Tahirî, Zübeyir, Sungur, Ziya, Ceylân, Bayram