KASTAMONU LAHİKASI – 1-19. Mektuplar (18-45)

18

Risale-i Nur Külliyatından

KASTAMONU LÂHİKASI

Bediüzzaman Said Nursî

19

– 1 –

بِاسْمِ مَنْ ﴿ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ ﴾ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ رَسَۤائِلِ النُّورِ الْمَكْتُوبَةِ وَالْمَقْرُوئَةِ وَالْمُتَمَثِّلَةِ فِى الْهَوَۤاءِ اِلٰى يَوْمِ الْقِيَامِ، اٰمِينَ * 1

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ve imaniyede ihlâslı ve kuvvetli ve şanlı arkadaşlarım,

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür ve hamd ederim ki, İhtiyarlar Risalesindeki ümidimi ve Müdafaat Risalesindeki iddiamı sizinle tasdik ettirdi.

Evet, لِلّٰهِ الْحَمْدُ بِعَدَدِ الذَّرَّاتِ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ 2 sizinle otuz bine mukabil gelen otuz Abdurrahman’ı, belki yüz otuz, belki bin yüz otuz Abdurrahman’ı Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] ihsan [bağış] etti. Hem unutulmayan, her vakit yanımda bulunan kardeşlerim, Risale-i Nur’a sizin gibi pek ciddî sahip ve muhafız ve vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] ve hakikatbîn [doğru görüşlü] ve kıymetşinas zâtların benim yerimde benden daha kuvvetli, ihlâslı olarak vazife-i Kur’âniye [Kur’ân vazifesi] ve imaniyede çalıştıklarını gördüğümden, kemâl-i ferah [mükemmel bir rahatlık, huzur, neşe] ve sürur [mutluluk] ve itminan [inanma, kalben tatmin olma] ve istirahat-i kalble [kalp rahatlığı] ecelimi ve mevtimi [ölüm] ve kabrimi karşılıyorum, bekliyorum.

Ben, sizi yazılarınızda ve hatırımdan çıkmayan hidematınızda [hizmetler] günde müteaddit [bir çok] defalar görüyorum. Ve size olan iştiyakımı [arzu, istek] tatmin ediyorum. Siz de bu biçare kardeşinizi risalelerde görüp sohbet edebilirsiniz. Ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] sohbetine

20

zaman, mekân mâni olmaz; mânevî radyo hükmünde biri şarkta, biri garpta, [batı] biri dünyada, biri berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] olsa da rabıta-i Kur’âniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur.

Mâşaallah, bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”]Kerâmât[Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] Aleviye”nin Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] imzasını bu zamanda tam tasdik ettiren kerâmât[Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] kalem-i Alevî (Ali) ve Kur’ân’a çok kıymettar hizmeti ve Mu’cizat-ı Ahmediyenin [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) harika bir kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] gözlere gösteren ve Kur’ân’ın altın bir anahtarı olan kalem-i Hüsrevî, değil yalnız bizleri, belki ruhânîleri ve melekleri de sevindiriyorlar.

Bu defa, elmas kalemli Mübarekler tarafından bir sual var. Şimdilik cevap elimde değil. Eğer elime verilse, size gelir. Hergün hâtırımda bulunan Rüştü, Re’fet, Süleyman, B. M. ve H. K. ve Abdullah ve sair isimlerini beyan etmediğim kıymettar kardeşlerimle hususî konuşmadığımdan gücenmesinler. Çünkü hizmetinizin azameti ve ehemmiyeti ve muârızların [karşı çıkan, muhalif] kuvveti ve şeytaneti [şeytanlık] nispetinde ihtiyata [dikkat, tedbir] ve dikkate mecburuz.

Hafız Ali ile Hüsrev’in birbirleriyle ciddî bir mahviyet [alçakgönüllülük] içinde kardeşlik irtibatları, Risale-i İhlâsın tam sırrına mazhar [erişme, nail olma] olduğunuzu bana ihsas [hissettirme] etti, ümitlerimi fevkalâde kuvvetlendirdi.

Ben daha ziyade yazacaktım, fakat şimdi birisi postahaneye gitmek üzere olduğu için acele ettiğinden kısa kestim.

Duanıza muhtaç

س. ع.

21

– 2 –

بِاسْمِهِ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ اَيَّامِ الْفِرَاقِ * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] kuvvetli, dirayetli arkadaşlarım,

Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı manevîye göre olur. Maddî ve ferdî ve fâni şahsın mahiyeti nazara alınmamalı. Hususan benim gibi bir biçarenin kıymetinden bin derece ziyade ehemmiyet vermekle, bir batmanı [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] kaldırmayan zaif omuzuna binler batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] ağırlığı yüklense, altında ezilir.

Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] Risaletü’n-Nur, [Risale-i Nur] bu asrı, belki gelen istikbali tenvir [aydınlatma] edebilir bir mu’cize-i Kur’âniye [Kur’ân mu’cizeleri] olduğunu çok tecrübeler ve vâkıalarla körlere de göstermiş. Ona ait medh ü senânız tam yerindedir; fakat bana verdiğinizden, binden birine de kendimi lâyık göremem. Yalnız, pek büyük bir nimete ve muvaffakiyete [başarı] sizin gibi hakikatli talebelerin iştirak ve sa’y [çalışma] ve gayretleriyle mazhariyetim noktasında, Risale-i Nur hesabına ebede kadar iftihar ederim.

Nur iskele memuru Sabri kardeş, Sabri, Süleyman ve Hüsrev üçünüz sohbetinde, benim de iki cihette, belki üç cihette iştirakim var.

Nur fabrikası nam sahibi Hafız Ali kardeş,

Fevkalâde mektubun, ehemmiyetsiz şahsiyetim hariç kalmak şartıyla, bana harika göründü. Senin hâlis ve yüksek dirayetin terakkide [ilerleme] olduğunu gösterdi. Bana, “İşte çok Abdurrahman’ları taşıyan bir Ali” dedirdi.

22

Mustafa’lar, Küçük Ali, mübarek ve münevver [aydın] kardeşler,

Mektubunuz Büyük Ali’nin mektubu gibi acip bir hakikati ifade eder. O hakikat, Risale-i Nur hakkında haktır. Fakat benim haddim değil ki, o hududa gireyim.

Evet, عُلَمَۤاءُ اُمَّتِى كَأَنْبِيَۤاءِ بَنِۤى اِسْرَۤائِيل 1 fermân etmiş. Gavs-ı Âzam Şâh-ı Geylânî, İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî gibi hem şahsen, hem vazifeten büyük ve harika zâtlar, bu hadisi, kıymettar irşâdatlarıyla ve eserleriyle fiilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan, hikmet-i Rabbaniye onlar gibi feridleri [üstün, eşsiz, sahasında tek, yektâ] [eşsiz] ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] dâhileri ümmetin imdadına göndermiş.

Şimdi ise, aynı vazifeye, fakat müşkilâtlı [zor] ve dehşetli şerait içinde, bir şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] hükmünde bulunan Risaletü’n-Nur’u [elçilik, peygamberlik] ve sırr-ı tesanüdle bir ferd-i ferid mânâsında olan şakirtlerini [öğrenci] bu cemaat zamanında o mühim vazifeye koşturmuş. Bu sırra binaen, benim gibi bir neferin [asker] ağırlaşmış müşiriyet [mareşallik] makamında ancak bir dümdarlık vazifesi var.

Re’fet kardeş,

Seninle hiç olmazsa her dört günde bir kere görüşmeye ihtiyaç ve iştiyakım [arzu, istek] varken, dört sene sonra hususî görüşebildik. Senin gibi hem kıymettar, tesirli diliyle ve kuvvetli, letafetli [hoş, güzel] kalemiyle Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] çok ehemmiyetli hizmet edenler her vakit hatırımda mânevî muhataplarım ve hayalen yanımda hazır arkadaşlarımdırlar. Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] fevkalâde tesirli intişarı [açığa çıkma, yayılma] nazar-ı dikkati celb [çekme] etmesinden, şimdilik ziyade ihtiyat [dikkat, tedbir] lâzımdır. İktisat Risalesiyle Çocukların Taziyenamesi risaleleri gönderilse münasiptir.

23

Umum kardeşlerime, hususan haslarına birer birer selâm ve dua ederim. Ve o mübarek ve kıymettar arkadaşlarımın hatırları için hem akrabalarını, hem karyelerini [köy] kendi akrabam ve karyem [köy] içine alıp öylece dua ederek mânevî kazançlarıma teşrik ediyorum.

– 3 –

Aziz, sıddık, fedakâr vefâkâr kardeşlerim,

Sizlerle muhabere edemediğimin sebebi, fevkalâde bir dikkat ve tazyik ve tecrid altında bulunduğumdur. Hâlık-ı Rahîmime [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] hadsiz şükürler olsun ki, kuvvetli bir sabır ve tahammülü ihsan [bağış] ederek suikasıtlarını akîm [neticesiz] bıraktı. Burada müfarakat [ayrılık] zamanımın herbir ayı bir sene haps-i münferid [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] hükmünde ezici olduğu halde, dualarınız berakâtıyla, inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] her günümü bir ay kadar mes’udâne [mutlu bir şekilde] bir ömre çevirdi. Benim istirahatim cihetinde merak etmeyiniz; rahmetin iltifatı devamdadır.

Sabri kardeş,

Sabırlı ol; ehemmiyetsiz ve zararsız olan vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] ve asabî hastalığına ehemmiyet verme. Şifaya dua edilmekle beraber, zararsız, hatarsızdır. [tehlike] Çünkü, eğer hatarat, [tehlike] seyyie [günah] ise, nasıl ki âyinede temessül [belirme, görünme] eden pislik, pis değil; ve âyinedeki yılan sureti ısırmaz ve ateşin timsali [görüntü] yakmaz. Öyle de, kalbin ve hayalin âyinelerinde rızasız, ihtiyarsız [irade dışı] gelen pis ve çirkin ve küfrî [inkârcılığa ait, inkâr ve inançsızlığa sebep olan iş, söz] hatıralar zarar vermezler. Çünkü ilm-i usulde [bir işin nasıl yapılacağını gösteren ilim, metodoloji] tasavvur-u küfür, [küfrü düşünme, hayal etme] küfür değil; ve tahayyül-ü şetm, [çirkin ve kötü şeyleri hayal etme] şetm olmaz. Hasene ise, nuranî olduğundan, tasavvur ve tahayyülü dahi hasenedir. Çünkü âyinede nuranînin timsali [görüntü] ziya verir, hâsiyeti [özellik] var; kesifin [katı] misali ölüdür, hayatsızdır, tesiri yoktur. Eğer sair teellümât-ı [elem çekme] ruhaniye ise, sabra, mücahedeye [Allah yolunda cihad etme]

24

alıştırmak için Rabbanî [her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’a ait] bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye’sin [ümitsizlik] vartasına [tehlike] düşmemek hikmetiyle, havf [korku] ve reca [ümit] müvazenesinde [karşılıklı dengeye getirme] sabır ve şükürde bulunmak için kabz—bast hâletleri [durum] celâl ve cemal tecellîsinden intibah [uyanış] ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.

Şamlı Tevfik‘in [başarı] ihtiyatını [dikkat, tedbir] takdir etmekle beraber, eski kıymettar hizmetlerinin onun defter-i a’mâline [amel defteri] daimî bir surette yazı yazmaları için, o dahi dâimî çalışması gerekti. Şükür yine, elmas kalemiyle vazifesine başlaması, ruhumu ümitler ve iştiyaklarla [arzu, istek] neş’elendirdi, Barla hayatını hasretle hatırlattı.

Sabri kardeş,

İmamet vazifesinde Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] zarar yok; ruhsatla amel niyetiyle şimdilik çekilme.

Hüsrev kardeş,

Beşinci Şuanın kıymetini tam beyan ve takdirin beni çok mesrur [mutlu] etti. İkinci defa yaldızlı bir Kur’ân’ı yazdığın, beni fevkalâde müferrah [ferah duyan, huzurlu] etti. Hem, benim için de yeni risaleleri mübarek kaleminleHaşiye istinsah [kopyasını çıkarma] ettiğin, beni minnettarlık hissinden mesrûrâne ağlattı.

Rüştü ve Re’fet’in sıhhatleri ve kemâl-i sadakat [tam bir bağlılık] ve sebatları [kalıcı olma, sabit kalma] hazin endişelerimi izale [giderme] etti. Isparta talebeleri hatırları için, ben Isparta’yı kendi karyem [köy] (Nurs)

25

ile beraber duamda dahil ediyorum. Hattâ emvâtına, [ölüler] Nurs emvâtı [ölüler] gibi dua ediyorum, hakikî vatanım ve memleketim nazarıyla o vilâyete bakıyorum.

Makinesi kuvvetli Ali kardeş,

Sizlerin hâlisâne ve ciddî faaliyetinizden, Risale-i Nur’a sizler gibi sarsılmaz çok talebeler zuhur ve devam ettiklerini ümit ederdim. Bildiğim Abdullah gibi ve bilmediğim umum kardeşlerime selâmımı ve bütün manevî kazançlarıma onları teşrik ettiğimi tebliğ ediniz. Muhaberemde isimlerini yazmadığım ve hatırımda yazdığım kıymettar kardeşlerimle çok alâkadarım.

Kardeşlerim, çok ihtiyat [dikkat, tedbir] ediniz, münafıklar çoktur. Mümkün oldukça risalelerin buradan irsal [gönderme] edildiğini söylemeyiniz; tâ Risale-i Nur hizmetine zarar gelmesin. Maatteessüf, [ne yazık ki] ben burada bütün bütün yalnız kaldığım için, çok ehemmiyetli hakikatler yazılmadan, kaydedilmeden geldiler ve gittiler. Kuleönü’nün hâlis ve ciddî ve mübarek çalışkanlarına ve İslâm köyünün sadık ve gayretli ve kesretli [çokluk] talebelerine ve Barla’da vefadar ve kıymetli dostlarıma ve bilhassa Eğirdir’de fedakâr ve vefadar Hakkı ve Mehmed gibi kardeşlerime ve sair umum ihvanıma [kardeş] binler selâm ve dualar.

Dualarınıza kuvvetli itimat eden ve çok muhtaç bulunan kardeşiniz

Said Nursî

– 4 –

Aziz, sıddık ve fedâkâr ve vefâkâr kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ve imaniyede kuvvetli ve kıymetli ve çalışkan ve muktedir arkadaşlarım,

Bu dünyada benim için medâr-ı tesellî [teselli kaynağı, sebebi] sizlersiniz ve hakkınızda büyük ümitlerimi doğru çıkardınız. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizden ebeden razı olsun. Âmin.

İrsâlâtınız ve bilhassa Onuncu Söz buraya o derece fâide verdi ki, herbir sahifesine mukabil, elimden gelseydi, büyük bir hediye verirdim. Çoktan beri göremediğim için, ben hangisini okursam “En birinci budur” derdim. Ötekine bakardım,

26

“Bu birincidir.” Daha öbürüsüne baktıkça hayret ederek kat’î kanaatim geldi ki, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] kitapları birbirine tercih edilmez. Herbirinin kendi makamında riyaseti var. Ve bu zamanı tenvir [aydınlatma] eden bir mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniyedir. [Kur’ânın mânevî mu’cizesi, mânâ ve içerik yönünden mu’cize olma]

Evet, bu asrın ehemmiyetli ve mânevî ve ilmî bir mürşidi olan Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] heyet-i mecmuası, [birşeyin geneli, bütün] sair şahsî büyük mürşidler gibi kendine muvafık ve hakikat-i ilmiyeye münasip olarak, birkaç nevide ve bilhassa hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] izharında, [açığa çıkarma, gösterme] intişarında [açığa çıkma, yayılma] azîm kerametleri [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğu gibi, üç keramet-i zâhiresi bulunan Mu’cizât-ı Ahmediye, [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] ve Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] gibi çok risaleleri dahi herbiri kendine mahsus kerametleri [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bulunduğunu çok emâreler ve vâkıalar bana kat’î bir kanaat vermiş. Hattâ sekeratta [can çekişme/ölüm anı] bulunan talebelerine imanını kurtarmak için bir mürşid gibi yetiştiğine, müteaddit [bir çok] vâkıalar şüphe bırakmıyor. “Bir saat tefekkür, bir sene ibadet-i nâfile hükmünde…” 1Bir misali, Nurun Hizb-i Ekberidir diye müşahede ettim ve kanaat getirdim.Haşiye [dipnot]

Sizlere Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] Hizb-i Ekberini ve Kur’ân’ın Hizb-i Âzamını göndermek isterdim. Fakat Hizb-i Âzam çok uzun olduğundan daha yazdıramadım. Hizb-i Ekber ise, tercüme etmek istedim, şimdilik vazgeçtim. Sizin gibi kardeşlerin tercümeye muhtaç olmadığınızı düşünüp, yalnız Arabî suretini göndereceğim, inşaallah. [Allah dilerse]

27

Sizlere evvelce Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] Birinci Makamının hülâsa[esas, öz] namıyla gönderdiğim parça, o Hizbin esasıdır. İhtiyarsız, o esasa küçük fıkralar [bölüm] ve bazı kayıtlar ilâve edildiği vakit, birden başka bir şekil aldı; inkişaf [açığa çıkma] ve inbisat [genişleme, yayılma] ederek Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] misal-i müsağğarı gibi şehadet-i tevhidiyesi parladı; mânâları ziyalandı, ruhuma, kalbime, fikrime büyük bir inşirah [ferah, rahatlık, sevinç] vermeye başladı. Ben de en yorgunluk ve usanç zamanımda onu mütefekkirâne [gerçek nimet verici olan Allah’ı düşünürek] okudum, büyük zevk ve şevk hissettim.

– 5 –

Bir suale cevap olarak yazdığım bir fıkrayı, [bölüm] size de fâidesi olur ihtimaliyle beyan ediyorum:

Evliya divanlarını ve ulemanın kitaplarını çok mütalâa eden bir kısım zâtlar taraflarından soruldu: “Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] verdiği zevk ve şevk ve iman ve iz’ân [kesin şekilde inanma] onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?”

Elcevap: Eski mübarek zâtların ekseri divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri imanın ve mârifetin [Allah’ı tanıma, bilme] neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imanın esasatına [esaslar] ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has mü’minlere ve fertlere hitap ederler; bu zamanın dehşetli taarruzunu def edemiyorlar.

Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] ise, Kur’ân’ın bir mânevî mu’cizesi olarak imanın esasatını [esaslar] kurtarıyor ve mevcut imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak burhanlarla [delil] imanın ispatına ve tahkikine [araştırma, inceleme] ve muhafazasına ve şübehattan [şüpheler, tereddütler] kurtarmasına hizmet ettiğinden, herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar.

O divanlar derler ki: “Velî ol, gör; makamata çık, bak, nurları, feyizleri al.”

28

Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] ise der: “Her kim olursan ol; bak, gör. Yalnız gözünü aç, hakikati müşahede et, saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] anahtarı olan imanını kurtar.”

Hem Risaletü’n-Nur, [Risale-i Nur] en evvel tercümanının nefsini iknaa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmaresini [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] tam ikna eden ve vesvesesini tamamen izale [giderme] eden bir ders, gayet kuvvetli ve hâlistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı mânevî-i dalâlet [inkârcılığı yaymaya çalışan kişilerden oluşan manevî kişilik] karşısında tek başıyla galibâne mukabele [karşılama; karşılık verme] eder.

Hem Risaletü’n-Nur, [Risale-i Nur] sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez; ve evliya misilli [benzer] yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihad [birleşme] ve imtizacı [bileşim, karışım] ve ruh ve sair letâifin [duygular] teavünü [yardımlaşma] ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar, hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] kör gözüne de gösterir.

– 6 –

Aziz, tam sıddık kardeşlerim,

Benim, bu dünyada medâr-ı tesellîm [teselli kaynağı, sebebi] ve sürurum [mutluluk] sizlersiniz. Eğer sizler olmasaydınız, bu dört sene azaba dayanamazdım. Sizin sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metanetiniz, [gayret, kararlılık] bana da kuvvetli bir sabır ve tahammülü verdi. Birden hatıra gelen dört nokta:

Birincisi: Kardeşlerim, bu zelzele benim itikadımda [inanç]şakk-ı kamer[Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] gibi bir mu’cize-i Kur’ân‘dır; [Kur’ân mu’cizesi] en mütemerridi [inatçı] dahi tasdike mecbur eder bir vaziyete girdi.

İkincisi: Eski zamandan beri hiçbir cemaat, Risale-i Nur’un şakirtleri [öğrenci] kadar hak ve hakikat mesleğinde pek çok iş görmekle beraber, pek az zahmetle kurtulmamışlar. Bizim hizmetimizin ondan birini yapanlar, zahmetimizin on mislini [benzer] çekmişler. Demek biz, daima “Şükür ve elhamdülillâh” dedirten bir haldeyiz.

Üçüncüsü: Ben gönderilen risaleleri mütalâa ettim. Bir kısım hakikatleri mükerrer gördüm. Makam münasebetiyle tekrar edilmiş. Benim arzu ve belki

29

ihtiyarım olmadan niçin böyle olmuş, kuvve-i hafızama [bellek, hafıza duyusu] gelen nisyandan [unutkanlık] sıkıldım. Birden, şiddetli bir ihtarla “On Dokuzuncu Sözün âhirine bak” denildi. Baktım, risalet-i Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) mu’cize-i Kur’âniyesinde [Kur’ân mu’cizesi] tekraratının [tekrarlar] çok güzel hikmetleri, tam tefsiri olan Risaletü’n-Nur’da [Risale-i Nur] tamamıyla tezahür etmiş. O tekrarat, [tekrarlar] o hikmetler için tam yerinde ve münasip ve lâzım olmuş.

Hem Lütfü, hem Abdurrahman, hem Hafız Ali hükmünde Küçük Ali sizin namınıza da Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiyenin tefsir ve tercümesini istemiş. Benim şimdi onunla meşgul olmaya ne vaktim var ve ne de halim müsaade eder. İnşaallah ileride Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] başka bir şakirdi [talebe, öğrenci] o vazifeyi yapacak.

Hem Yirminci Mektupla Otuz İkinci Söz bir derece o Lem’a[parıltı] izah ederler. Hazret-i Ali (r.a.) iki defa تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا 1 sırrıyla, perde altında gizli parlamasına işareti, bizi ihtiyata [dikkat, tedbir] sevk ve emreder.

Bir meseleye gayet kısacık bir remizle [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] zekâvetinize, [zeki oluş] fehminize havale ediyorum:

Sual: “Yerin korkudan titremesi ve hiddeti neden Rus’a gelmiyor ve yalnız…?”

Cevap: Çünkü nesholup [değiştirme, hükmünü kaldırma; şer’i bir hükmün tatbikten kaldırılmış olduğunu bildirme] tahrif olmuş bir dine karşı dinsizlikle ihanet başka. Ve hak ve ebedî bir dine karşı ihanet ise, yeri titretiyor, kızdırıyor.

Mukaddeme-i haşriyenin makamatını istiyorsunuz. Şimdiki vaziyetim hiçbir vecihle [yön] müsaade etmediği gibi, haşre dair yazılan hakikatler, burhanlar [delil] umuma nispeten ihtiyaca tam kâfi [yeterli] olduğundan, çabuk yazmasına mânen icbar [zoraki, zorlama] edilmiyorum. Bir parça tehir edildi ve tâcil [çabuklaştırma] edilmedi. Hem ben burada kayıtlar altındayım,

اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ وَالسُّرُورِ * 2

30

– 7 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sebatkâr, [sebat eden] fedâkâr, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Gelecek bayramınızı tebrik ederim. وَالْفَجْرِ * وَلَيَالٍ عَشْرٍ 4 kasem-i Kur’âniyle fevkalâde kıymetleri tahakkuk [gerçekleşme] eden o mübarek gecelerde ve seherlerde mübarek kardeşlerimin mübarek duaları hem bana, hem ehl-i imana [Allah’a inanan] çok bereketli ve nurlu olmasını rahmet-i Rahmân‘dan [rahmeti sınırsız olan Allah’ın şefkat ve merhameti] niyaz ederim.

Saniyen: [ikinci olarak] Size bir küçük sehvin [yanlış, hata] büyük bir nükte-i gaybiyesiyle, karşı sahifedeki haşiyeyi, [dipnot] mevkilerinde yazmak için gönderdim.

Salisen: [üçüncü olarak] Hulûsi’nin bir gailesi var diye hissediyorum. Merak etmesin, Risale-i Nur’un şakirtlerine [öğrenci] inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve rahmet, nezaret ve himayet ederler. Dünyanın meşakkatleri madem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde şükürle, metanetle [gayret, kararlılık] mukabele [karşılama; karşılık verme] edilmek gerektir. Hem o, hem sizler bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz.

Rabian: [dördüncü olarak] Risaletü’n-Nur, [Risale-i Nur] kendi kendine Kur’ân’ın himayeti ve hıfz-ı Rabbânî altında intişar [açığa çıkma, yayılma] ediyor. İmâm-ı Ali (r.a.) iki defa sırren, sırren demesi işaret eder ki, perde altında daha ziyade feyiz ve nur verir. Sizin gibi kardeşlerim, zamanın sarsıntılı hâdisâtına karşı—şimdiye kadar gibi—yine tam mukavemet eder ümidindeyim. مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ 5 düsturumuz [kâide, kural] olmalı.

31

– 8 –

Aziz kardeşlerim,

Bilmukabele bayramınızı tebrik ederim.

Sıhhatimi soruyorsunuz. Buranın çok şiddetli kışı ve odamın çok soğuğu ve üç hazin gurbetin tesiri ve üç asabî hastalığın sıkıntısı ve bütün bütün yalnızlıkla kabil-i tahammül olmayacak çok zahmetlere maruz olduğum halde, Hâlıkıma [her şeyi yaratan Allah] hadsiz şükrederim ki, her derdin en kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] dermanı olan îmanı ve îman-ı bilkaderden, kazâya [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] rıza ilâcını imdadıma gönderdi, tam sabır içinde şükrettirdi.

– 9 –

Aziz ve sıddık ve hâlis kardeşlerim,

Rabb-i Rahîmime [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] hadsiz şükür olsun ki, sizin gibileri Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] sahip ve nâşir [neşreden, yayan, yayınlayan] ve muhafız halk etmiş; benim gibi âciz bir biçarenin zaif omuzundaki ağır yükü çok hafifleştirmiş.

Kardeşlerim, bu defa üç mektubunuzda birden üç Hulûsi, üç Sabri, üç Hakkı gibi kıymettar dokuz kardeşi gördüm. Hapiste, Abdurrahman’ın pederi yerinde benim elbiselerimi yamalayan Hakkı’nın, ciddî ve hakikatli uhuvvetini [kardeşlik] ve talebeliğini tahminimden daha ileri terakki [ilerleme] ettiğini bildim, çok mesrur [mutlu] oldum.

Sabri kardeş,

Beni saran ve bağlayan ağır kayıtlara ehemmiyet vermiyorsun. Halbuki buradaki evhamlı ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] benimle pek fazla meşgul ve alâkadardırlar. Hattâ… hattâ… hattâ… Her neyse…

Hem benim hakkımda, bin derece haddimden ziyade hüsn-ü zanla [güzel düşünce] kıymet ve makam vermek, yalnız Risale-i Nur namına ve onun hizmeti ve Kur’ân elmaslarının dellâllığı [davetçi, ilan edici] hesabına kabul olabilir. Yoksa, hiç ender hiç [hiç içinde hiç] olan şahsım itibarıyla kabule hakkım yok. Parlak ve çalışkan kalemiyle hem Risaletü’n-Nur’un, [elçilik, peygamberlik]

32

hem bizim hatıralarımızda çok ehemmiyetli mevki tutan ve yerleşen Hafız Tevfik‘in [başarı] yazdığı Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesini münasip gördüğünüz zamanda gönderirsiniz. Dokuz sene yazılarıyla mesrûrâne ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] eden gözlerim, hasretle o yazıları görmek istiyor.

Kıymettar Hulûsi ve Hakkı gibi kardeşlerim,

Hakkı’nın dediği gibi, Sabri’nin mektuplarını aynen onların yerine kabul olmuş; o cihette Hulûsi ile muhabere kesilmemiş, devam ediyor. Hadsiz şükür ve hamd ü senâ olsun ki, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] gittikçe parlak, harikane fütuhat-ı imaniye yapar. Kendi kendine, inşaallah [Allah dilerse] her görenin kalbinde yerleşir, muannidleri [inatçı] susturur. Bir hıfz-ı gaybî altında düşmanları şaşırtmış kör gözleri onu görmüyor. İzini bulamadığı halde, parlak faaliyetini müşahede ediyorlar. Bu vakit pek ziyade ihtiyat [dikkat, tedbir] lâzım.

– 10 –

Aziz, sıddık, kıymettar kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] metîn, ciddî, çalışkan arkadaşlarım,

Yeni bir medâr-ı keramet ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve sürur [mutluluk] olan mektubunuzu aldım. Ve Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] ait bir ikram ve inâyet-i İlâhiyeyi [Allah’ın inayeti, yardımı] gösterdi. Şöyle ki:

Bundan dört beş gün evvel, şiddetli bir taharriyle [araştırma] menzilim teftiş edildi. Her tarafa baktıkları halde, hıfz-ı İlâhîyle, [Allah’ın koruması] bizi mahzun edecek birşey bulamadılar. Yalnız İktisat, Hastalar, İstiâze gibi altı yedi risaleyi zararsız buldular. Sonra da Hüsrev’in ezan meselesi gibi müsadere kaidelerine tam muhalif olarak noksansız iade ettiler. Ben o hâdiseden size endişe edip, dağdan dönerken Abdülmecid, Sabri, Hüsrev, Hafız Ali ile beraber konuşmak, “Acaba size de bir taarruz var mı?” diye sormak istedim. Ve lisanla bağırdım, geldim. Birden Emin kapıyı açtı, dördünüzün mübarek mektuplarınızı verdi. Her ikimiz bu ikram ve taharrîdeki [araştırma]

33

keramet-i hıfziyeyi ve Hüsrev’in hilâf-ı memul öyle bir istida, [dilekçe] öyle bir netice vermesindeki inâyet-i Rabbâniyeye [Allah’ın inayeti, yardımı] aynı zamanda muvafık gördük ve “Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] her vakit inâyete mazhardır” diye şükrettik.

Aziz kardeşlerim,

Fihrist bakiyesinin telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] size havale edilmişti. Taksimü’l-â’mâl tarzında yapsanız iyi olur.

Mâşâallah, bârekâllah, [“Allah ne mübarek yaratmış”] kalemlerinizin mükemmel çalışmaları devam etmekle beraber tezâyüd [artma] etmeleri ve hususan Sav’da birden çoğalması…

Hacı Hafız’a ve köyüne bin bârekâllah; [“Allah ne mübarek yaratmış”] bizi fevkalâde mesrûr etti. Ve Hüsrev’in tevafuklu yazıları, hususan yaldızlı Mu’cizat-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) nüshası ve Büyük ve Küçük Ali’lerin risaleleri buralarda tatlı, hem çok fütuhatı [fetihler, yayılmalar] var. İnşaallah o mübarek kalemlerin daha çok fütuhatı [fetihler, yayılmalar] olacak ve göreceğiz.

– 11 –

Aziz kıymettar, sadık ve sebatkâr [sebat eden] kardeşlerim,

Fihristeyi, taksimü’l-â’mâl tarzında mütesanid heyetinizin şahs-ı mânevîsine [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] tevdiiniz çok güzeldir. Tam ve daimî bir üstad buldunuz. O mânevî üstad, bu âciz kardeşinizden çok yüksektir; daha bana ihtiyaç bırakmıyor.

Sabri kardeş, senin rüyan mübarektir ve manidardır. İnşaallah zaman onu tabir edecek.

Kardeşlerim, sizin hatırınız ve askerliğiniz endişesi için hâdisât-ı zamana baktım, kalbime böyle geldi:

34

Menfî esasata [esaslar] bina edilen ve Karun gibi اِنَّمَۤا اُوتِيتُهُ عَلٰى عِلْمٍ 1 deyip, ihsân-ı Rabbânî olduğunu bilmeyip şükretmeyen ve maddiyun fikriyle şirke düşen ve seyyiatı [günahlar] hasenatına galip gelen şu medeniyet-i Avrupaiye öyle bir semavî tokat yedi ki, yüzer senelik terakkîsinin [ilerleme] mahsulünü yaktı, tahrip edip yangına verdi.

Avrupa zâlim hükûmetleri zulümleriyle, Sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] Muahedesiyle [iki ya da daha çok devlet arasında yapılan antlaşma] âlem-i İslâma [İslâm âlemi] ve merkez-i Hilâfete [hilafet merkezi, halifelik makamının bulunduğu yer] ettikleri ihanete mukabil öyle bir mağlûbiyet tokadını yediler ki; dünyada dahi bir cehenneme girip çıkamıyorlar, azapta çırpınıyorlar.

Evet, bu mağlûbiyet, aynen zelzele gibi, ihanetin cezasıdır. Burada çok zâtlar kat’iyen [kesinlikle] hükmediyorlar ki, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] iki merkez-i intişarı olan Isparta ve Kastamonu vilâyetleri sair yerlere nispeten âfât-ı semâviyeden mahfuz [korunmuş] kaldıklarının sebebi, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] verdiği iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] ve kuvvet-i itikadiyedir. Çünkü böyle âfatlar, [bela, büyük felaket] za’f-ı imandan neşet eden [doğan, kaynaklanan] hatâların neticesidir. Hadisçe, sadaka belâyı def ettiği gibi,2 o kuvve-i imaniye dahi o âfâta [afetler, musibetler] karşı derecesiyle mukabele [karşılama; karşılık verme] ediyor.

– 12 –

Aziz ve sıddık ve sadık ve fedâkâr ve vefadar kardeşlerim,

Sizin bu defaki mânevî ve nurlu hediyeniz benim nazarımda Cennetü’l-Firdevsten [Firdevs Cenneti; Cennetin en yüksek derecesi] bir desti âb-ı kevser [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] hediyesi, âlem-i bekadan [devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi] bize gelmiş gibi ruhum

35

inşirahla [ferah, rahatlık, sevinç] doldu; bütün duygularım sürurla [mutluluk] şükrettiler. Size uzun bir mektup yazmak arzu ediyorum, fakat zaman ve halim müsaade ve muvafakat etmediğinden, kısa kesmeye mecbur oldum. Yalnız, o hediyelerin hususî sahiplerine mâşâallah, bârekâllah, [“Allah ne mübarek yaratmış”] veffakakümullah, es’adekümullah derim.

Bilhassa Yirmi Yedinci Mektubun medresesinde mütehassirâne müştak [arzulu, aşırı istekli] bulunduğum kardeşlerimle maziye gidip tekrar görüştüm ve mükerreren [defalarca] ayrı ayrı görüşüyorum.

Otuz birinci âyetin birinci mukaddemesi [evvel, önce] olan وَاِنْ كُنْتُمْ مَرْضٰى 1 cümlesi, bin beş yüz küsur olan makam-ı cifrîsiyle, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] tarafından aşılanan mânevî hastalıkların kısm-ı âzamı, [büyük bir kısmı] Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] Kur’ânî ilâçlarıyla izale [giderme] edilebilir diye işaret etmekle beraber; maatteessüf [ne yazık ki] iki yüz sene kadar dünyanın ömrü bâki kalmışsa, bir fırka-i dâlle dahi devam edeceğine îmâ ediyor.

فَتَيَمَّمُوا صَعِيدًا 2 cümlesi, mânâ-yı işarîsinde, [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] ikinci emarenin birinci noktasında sin harfi sad harfinin altında gizlenmesi ve sad görünmesinin iki sebebi var.

Birisi: Said, tam toprak gibi mahviyet [alçakgönüllülük] ve terk-i enaniyet ve tevazu-u [alçakgönüllülük] mutlakta bulunmak şarttır; tâ ki Risaletü’n-Nur’u [elçilik, peygamberlik] bulandırmasın, tesirini kırmasın.

İkincisi: Şimdiki bataklığa ve manevî tâuna [salgın ve ölümcül hastalık] sukutun [alçalış, düşüş] sebebi ise, terakkî [ilerleme] fikrinden neş’et [doğma] ettiği cihetle, onların hatâlarını gösterip, suud [yükselme] ve terakkî, [ilerleme] Müslüman için ancak İslâmiyette ve imanlı olmakta olduğuna işaret etmektir.

– 13 –

Kardeşlerim, bugünlerde biri Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] talebelerine, diğeri bana ait iki mesele ihtar edildi. Ehemmiyetine binaen yazıyorum.

36

BİRİNCİ MESELE: Birinci Şuada iki üç âyetin işârâtında, [işaretler] Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] sadık talebeleri imanla kabre gideceklerine ve ehl-i Cennet olacaklarına dair kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir müjde ve kuvvetli bir beşaret [müjde] bulunduğu gösterilmiştir. Fakat bu pek büyük meseleye ve çok kıymettar işarete tam kuvvet verecek bir delil ister diye beklerdim, çoktan beri muntazırdım. [bekleyen, hazır] Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] iki emâre birden kalbime geldi:

Birinci emare: İman-ı tahkikî ilmelyakînden [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] hakkalyakîne [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] yakınlaştıkça daha selb [ortadan kaldırma] edilmeyeceğine ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve tahkik [araştırma, inceleme] hükmetmişler ve demişler ki: “Sekerat [can çekişme/ölüm anı] vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir.” Bu nevi iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letâife [duygular] sirayet [bulaşma] ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden [geçip gitme] mahfuz [korunmuş] kalıyor.”

Bu iman-ı tahkikînin [araştırma ve incelemeye dayanan iman] vusulüne [kavuşma, erişme] vesile olan bir yolu, velâyet-i kâmile [mükemmel velilik; kulluk noktasında mânevî mertebeleri aşarak Allah’ın yakınlığını ve dostluğunu elde etme mükemmelliği] ile keşif ve şuhud [görme] ile hakikate yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa [en seçkin şahsiyetler] mahsustur, iman-ı şuhûdîdir.

İkinci yol, iman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, burhanî [delil] ve Kur’ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla, [bileşim, karışım] hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedâhet [açıklık] derecesine gelen bir ilmelyakînle [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] tasdik etmektir.

Bu ikinci yol, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] esası, mayası, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkalar dahi insafla baksa, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni [imkansız] derecesinde gösterdiğini görecekler.

İkinci emare: Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] sadık şakirtleri, [öğrenci] hüsn-ü âkıbetlerine ve iman-ı kâmil [mükemmel iman] kazanmalarına o derece kesretli [çokluk] ve makbul ve samimî dualar oluyor ki, o duaların içinde hiçbiri kabul olmamasına akıl imkân veremiyor.

37

Ezcümle: Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] bir hâdimi ve birtek şakirdi, [talebe, öğrenci] yirmi dört saatte, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] talebelerinin hüsn-ü âkıbetlerine ve saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] mazhar [erişme, nail olma] olmalarına yüz defa Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] talebelerine ettiği duaları içinde hiç olmazsa yirmi otuz defa selâmet-i imanlarına ve hususî hüsn-ü âkıbetlerine ve imanla kabre girmelerine, aynı duayı, en ziyade kabule medar [kaynak, dayanak] olan şerait içinde ediyor.

Hem Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] talebeleri bu zamanda her cihetten ziyade hücuma mâruz olan iman hususunda, birbirine selâmet-i iman hakkındaki samimî, mâsum lisanlarıyla dualarının yekûnu [bütün, toplam] öyle bir kuvvettedir ki, rahmet ve hikmet onun reddine müsaade etmezler. Faraza, mecmuu itibarıyla reddedilse, tek bir tane onların içinde kabul olunsa, yine her biri selâmet-i imanla kabre gireceğine kâfi [yeterli] geliyor. Çünkü herbir dua umuma bakar.

İKİNCİ MESELE: Yirmi sene evvel tab [basma] edilen Sünûhat Risalesi’nde, hakikatli bir rüyada, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] mukadderatını [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] meşveret [danışma] eden ruhanî bir meclis tarafından bu asrın hesabına Eski Said’den sordukları suale karşı verdiği cevabın bir parçası şimdilik tezahür etmiştir. O zaman, o manevî meclis demiş ki: “Bu Alman mağlûbiyetiyle neticelenen bu harpte Osmanlı Devletinin mağlubiyetinin hikmeti nedir?”

Cevaben Eski Said demiş ki: “Eğer galip olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra edildi. Ve medeniyet namıyla âlem-i İslâm, [İslâm âlemi] hususan Haremeyn-i Şerifeyn [Mekke’de bulunan Kâbe-i Şerif ve Medine’de bulunan Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mescidine (Mescid-i Nebevî) verilen isim] gibi mevâki-i mübarekeye, Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnâyet-i İlâhiyeyle onların muhafazası için kader mağlûbiyetimize fetva verdi.”

Aynen bu cevaptan yirmi sene sonra, yine gecede, “Bîtaraf kalıp, giden mülkünü geri almakla beraber, Mısır ve Hind’i de kurtararak, bizimle ittihada [birleşme] getirmek, siyaset-i âlemce en büyük muzafferiyet kazanmak varken, şüpheli,

38

dağdağalı, [karışık, gürültülü] fâidesiz bir düşmana (İngiliz) taraftarlık göstermekle muzaaf [kat kat] bir surette ve zararlı bir yolu tercih etmek, böyle zeki, belki dâhi insanların nazarında saklı kalmasının hikmeti nedir?” diye sual benden oldu.

Gelen cevap, manevî cânipten geldi. Bana denildi ki: “Sen, yirmi sene evvel mânevî suale verdiğin cevap, senin bu sualine aynı cevaptır. Yani, eğer galip tarafı iltizam [kabul etme, taraftarlık] edilseydi, yine mimsiz medeniyet [“deniyet”, aşağılık] namına galibâne mümanaat görmeyecek bir tarzda, bu rejimi âlem-i İslâma, [İslâm âlemi] mevaki-i mübarekeye teşmil ve tatbik edilecekti. Üç yüz elli milyon İslâmın selâmeti için bu zahir yanlışı görmediler, kör gibi hareket ettiler.”

– 14 –

بِاسْمِهِ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim,

Sizlerin bu bayram mânevî hediyeniz, bayramımı öyle bir tebrik etti ki, binler kederim olsaydı silerdi. Bin bârekâllah! [“Allah ne mübarek yaratmış”] Böyle bir zamanda böyle ihlâslı sadakat, liveçhillâh [Allah için] uhuvvet [kardeşlik] ve fisebîlillâh muavenet, [yardım] ancak âlî-himmet [yüce himmetli] sıddîkinlerde bulunur. Hâlık-ı Zülcelâle [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] hadsiz hamd ve şükür olsun ki, sizin gibileri, Kur’ân-ı Hakîme [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hâdim [hizmetçi] ve Risale-i Nur’a şakirt [öğrenci] eylemiş.

Hüsrev kardeş,

Senin, umum kardeşlerin namına bayram tebriki hesabına, başta Kur’ân’ın baştaki çok şirin ve güzel cüzleri olarak Mektubat’ın kısm-ı âzamını [büyük bir kısmı] hediye etmekliğiniz, bin tebrik hükmünde oldu. Bin Bârekâllah! [“Allah ne mübarek yaratmış”]

39

Küçük Ali kardeşim,

Senin, büyük mânevî hediyen beni cidden şaşırttı, çok mütehayyir [hayrete düşen] etti. O mükemmel yazılar, Büyük Ali’nin, yoksa Küçük Ali’nin mi, bilemedim. Benim için yeniden dünyaya bir Abdurrahman, bir Lütfü gelmiş gibi, Büyük Hafız Ali’nin sisteminde bir kahraman yardımcı ve iki mübarek ve hâlis ve kıymettar Mustafa’ların elinde bir elmas kılıç, buranın fethinde benim gibi bir âcizin muavenetine [yardım] koşuyor gördüm. Mâşâallah, büyük Hafız Ali’nin nuranî ve büyük fabrikası Kuleönü’nü de içine almış gibi, aynı kalem, aynı tarz, aynı iktidar göstermişsin. Risale-i Nur’un tam kametine [biçim ve boy] yakışacak nakışlar, [işleme] murassâ [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] elbise giydirmişsiniz.

– 15 –

Aziz , sıddık kardeşlerim,

Bayramınızı tebrik ve hizmetinizi takdir ve muvaffakiyetinize [başarı] dua ederek Hâlık-ı Rahîme [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] hadsiz şükrederim ki, sizler gibi sebatkâr [sebat eden] ve fedakâr kardeşleri Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] sahip ve nâşir [neşreden, yayan, yayınlayan] yapmış. Ben sizleri düşündükçe, ruhum inşirah [ferah, rahatlık, sevinç] ve kalbim ferahlarla dolar. Daha dünyadan gitmek benim için medâr-ı teessüf olamaz. Sizler kaldıkça ben yaşıyorum diye, mevte, [ölüm] dostâne bakıyorum, ecelimi telâşsız bekliyorum. Allah sizden ebeden râzı olsun. Âmin, âmin, âmin.

– 16 –

Kardeşlerim,

Size lâtif [berrak, şirin, hoş] bir hikâye:

Bir zaman, Barla’da bir zât, ağaçtan bir kutuda, cevizli bir tatlı bana göndermişti. Mukabilini verdiğim o bir buçuk kilo lokmalardan hergün altışar tane ben kendim yerdim ve bazan o kadar ve daha ziyade başkalara teberrük [bereket vesilesi] olarak verirdim. Sıddık Süleyman bu hâdiseyi belki tahattur [hatıra gelme] eder. Bir aydan ziyade devam

40

etti. Sonra, merhum Gâlip [pahalı, kıymetli] Beyle hesap ettik, onun beş altı misli [benzer] bereket içinde olduğuna kanaatimiz geldi. Ben o vakit dedim: “Bu zâtta ehemmiyetli bir bereket, bir ihlâs var.”

Şimdi tahmin ve tahatttur ediyorum ki, o zât Hacı Hafız imiş. O acip bereketin şimdi sırrı çıkmış. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1

Nur fabrikasının sahibi Hafız Ali’nin ve Mübareklerin köyleri ortasında, duada, Sav köyü mevki almış. Tam bir senedir ahyâ [canlılar] yüzünden emvat [ölüler] dahi hisse alıyorlar.

Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] hizmetinde ekser şakirtleri [öğrenci] birer nevi keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] hissettikleri gibi, bu âciz kardeşiniz çok muhtaç olduğu için, çok nevilerini ve çeşitlerini hissediyorum. Ve bu sıralarda bu havalideki şakirtler, [öğrenci] yeminle itiraf ediyoruz ki, “Biz Nurun hizmetinde çalıştıkça hem maişetçe, [geçim] hem istirahat-i kalbce [kalp rahatlığı] bir genişlik, bir ferah zahir bir surette hissediyoruz.” Ben kendimce o kadar hissediyorum ki, nefis ve şeytanım dahi o bedâhete [açıklık] karşı hayret ederek sustular.

Biliniz ki, bir seneden ziyadedir, ben duada, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] şakirtlerinin [öğrenci] risalelerle alâkadar olan ezvaç ve evlât ve valideynlerini [anne ve baba] dahi dahil ediyorum. Bunun bir sebebi, başta Sabri olarak, orada burada bazı zâtlar, çoluk ve çocuklarıyla daireye girmeleridir.

Adalet-i İlâhiye, [Allah’ın adaleti] İslâmiyete ihanet eden mimsiz medeniyete [“deniyet”, aşağılık] öyle bir azâb-ı mânevî vermiş ki, bedevîliğin ve vahşîliğin derecesinden çok aşağıya düşürtmüş. Avrupa’nın ve İngilizin yüz sene ezvâk-ı medeniyesini ve terakkî [ilerleme] ve tasallut [hükmetme, musallat olma] ve hâkimiyetin lezzetlerini hiçe indiren mütemadî [sürekli bir şekilde] korku ve dehşet ve telâş ve buhran yağdıran bombaları başlarına musallat etmiş.

İşte böyle bir zamanda en lüzumlu, en ehemmiyetli, en birinci vazife imanı kurtarmak olduğundan, bu zamana ve bu seneye bakan beşâret-i Kur’âniye ve

41

  فَضْلاً كَبِيرًا 1 * فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَۤاءُ 2 âyetlerin müjdesi en büyük bir fütuhat [fetihler, yayılmalar] suretinde Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] mânevî fütuhat-ı imaniyesini gösteriyor.

Evet, bir adamın imanı, ebedî ve dünya kadar bir mülk-ü bâkinin [kalıcı, sürekli mülk] anahtarı ve nurudur. Öyleyse, imanı tehlikeye mâruz her adama, bütün küre-i arzın [yer küre, dünya] saltanatından daha fâideli bir saltanat, bir fütuhat [fetihler, yayılmalar] kazandıran Risaletü’n-Nur, [Risale-i Nur] elbette bu âyetlerin, bu asırda, bu beşaretlerinin [müjde] kastî bir medâr-ı nazarlarıdır. [dikkate alma, göz önünde bulundurma alanı, hedefi]

Nur ve gül fabrikalarının hademe ve sahipleri, insanın başında iki göz gibidir; zâhiren ikidir, fakat bir görürler. Ahvel (şaşı) gözlü, iki görür. Lillâhilhamd [Allah’a hamd olsun] bu iki cereyan-ı nuranî kemâl-i ittihaddadırlar.

– 17 –

بِاسْمِهِ 3* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 4

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ دَقَائِقِ الْفِرَاقِ * 5

Aziz, mübarek, sıddık, sadık, ruhum, canım kardeşlerim,

Sizin beni çok mesrur [mutlu] eden son mektubunuza Isparta yoluyla cevap vermediğimin sebebi, benim, Isparta merkeziyle olan münasebetime buraca çok dikkat edilmesidir. Hem, öteki yolda size gelinceye kadar Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] müteaddit [bir çok] merkezlerinin istifadesidir.

Hüsrev kardeş, son mektubumda demişim: Hüsrev’lerin valideleri sebebiyet verdiler ki, bir seneden ziyade bir vakitten beri bütün talebelerin peder ve valideleri duaya dahil olmuşlar. Sakın yanlış zannetmeyiniz. Senin validen gibi, on seneden beri Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] has şakirtlerinin [öğrenci] dairesinde bulunan orada çok

42

âhiret hemşirelerim var. Onlar, yeniden başkalarının duaya dahil olmalarına sebep olmuşlar demektir.

Size Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] kerametinin [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bu havalide zuhur eden çok tereşşuhatından [belirti] bir iki hâdise beyan ediyorum.

Birisi: Hatip Mehmed (rahmetullahi aleyh) namında ciddî bir ihtiyar talebe, İhtiyarlar Risalesini yazıyordu. Tâ On Birinci Ricanın [ümit] âhirlerinde ve merhum Abdurrahman’ın vefatının tam mukabilinde kalemi, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 yazıp ve lisanı dahi لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 2 diyerek hüsn-ü hâtimenin [güzel son] hâtemiyle sahife-i hayatını [hayat sayfası] mühürleyip, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] talebelerinin imanla kabre gireceklerine dair olan işarî beşaret-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın müjdelemesi] vefatıyla imza etmiş. Rahmetullahi aleyhi [Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun] rahmeten vâsiaten. [geniş]

İkincisi: Sizin telifiniz [kaleme alma] olan Fihristenin tashihinde, bir müstensihin [el ile yazıp çoğaltan] noksan bıraktığı bir sahifeyi, Tahsin‘e [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] dedim: “Yaz” O da yazmaya başladı. Sim siyah bir mürekkepten [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] ve temiz kalemle birden yazdığınız ikinci cilt fihristenin makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] hüccet [delil] olarak o siyah mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] güzel bir kırmızı suretini aldı. Tâ yarım sahife kadar bu garip hâdiseye taaccüp edip bakarken, o mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] simsiyaha döndü. Sahifenin öteki yarısı, aynı kalem, aynı hokka tam siyah yazıldı. Bir zaman Barla’da, bağlardaki köşkte, Şamlı Mes’ud ve Süleyman’ın müşahedesiyle aynı hâdiseyi başka şekilde gördük. Şöyle ki:

Ben, sevmediğim için siyah bir mürekkebi [yazı için kullanılan sıvı] kısmen döktüm. Birden, mütebakisi, [geri kalan kısım] çok beğendiğim güzel bir kırmızıya tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] etti. Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] kâtiplerini şevklendirdi. Gözümüze silsile-i kerametin [kerametlerin zincirleme birbirini takibi] bir ucunu ve bir tereşşuhunu gösterdi.

43

– 18 –

 Âhiret kardeşlerime mühim bir ihtar

İki maddedir.

Birincisi: Risale-i Nur’a intisap [bağlanma] eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak ve yazdırmaktır ve intişarına [açığa çıkma, yayılma] yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, “Risale-i Nur talebesi” ünvanını alır. Ve o ünvan altında, her yirmi dört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı dualarımda ve mânevî kazançlarımda hissedar olmakla beraber, benim gibi dua eden kıymettar binler kardeşlerin ve Risale-i Nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.

Hem, dört vecihle [yön] dört nevi ibadet-i makbule hükmünde bulunan kitabetinde, [yazım] hem imanını kuvvetlendirmek, hem başkalarının imanlarını tehlikeden kurtarmasına çalışmak, hem hadisin hükmüyle, bir saat tefekkür bazan bir sene kadar bir ibadet hükmüne geçen tefekkür-ü imanîyi [imanî meselelerin bütün ayrıntıları ile tefekkür edilmesi, düşünülmesi] elde etmek ve ettirmek, hem hüsn-ü hat[güzel yazı] olmayan ve vaziyeti çok ağır bulunan Üstadına yardım etmekle hasenatına iştirak etmek gibi çok fâideleri elde edebilir. Ben kasemle [yemin] temin ederim ki, bir küçük risaleyi kendine bilerek yazan adam, bana büyük bir hediye hükmüne geçer; belki herbir sahifesi bir okka [1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] şeker kadar beni memnun eder.

İkinci madde: Maatteessüf, [ne yazık ki] Risale-i Nur’un, imansız ve emansız cin ve insî düşmanları onun çelik gibi metin [sağlam] kalelerine ve elmas kılıç gibi kuvvetli hüccetlerine [delil] mukabele [karşılama; karşılık verme] edemediklerinden çok gizli desiseler [hile, aldatma] ve hafî [gizli] vasıtalarla, haberleri olmadan yazanların şevklerini kırmak ve fütur [usanç] vermek ve yazıdan vazgeçirmek cihetinde şeytancasına hücum edip darbe vuruyorlar. Hususan burada ihtiyaç pek çok ve yazıcılar çok az ve düşmanlar çok dikkatli, kısmen talebeler mukavemetsiz [karşı konulmaz, direnilmez] olduğundan, bu memleketi o Nurlardan bir derece mahrum ediyor.

Benimle hakikat meşrebinde [hareket tarzı, metod] sohbet etmek ve görüşmek isteyen adam hangi risaleyi açsa, benimle değil, hâdim-i Kur’ân [Kur’ân hizmetçisi] olan Üstadıyla görüşür ve hakaik-i imaniyeden [iman hakikatleri, esasları] zevkle bir ders alabilir.

44

– 19 –

Mânevî bir ihtarla bir iki ince meseleyi size yazıyorum.

BİRİNCİSİ

Geçen Ramazan-ı Şerifte, Ehl-i Sünnetin selâmet [huzur] ve necatı [kurtuluş] için edilen pek çok duaların şimdilik âşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebep ihtar edildi.

Birincisi: Bu asrın acip bir hassasıdır.Haşiye [dipnot] Bu asırdaki ehl-i İslâmın [Müslümanlar] fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı [günahlar] işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve tuğyan, [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] safdil [saf kalbli, kolay aldanan] taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden musibet-i âmmenin [büyük ve genel musibet] devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye [İlâhi kader, Allah’ın kader kanunu] fetva verirler; “Biz buna müstehakız” derler.

Evet, elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kat’iye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var. Yoksa, küçük bir ihtiyaçla veya hevesle veya tamâh ve hafif bir korkuyla tercih edilse, eblehâne [ahmak] bir cehalet ve hasârettir, [zarar] tokata müstehak eder.

Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur.

İkinci sebep: Yazmaya izin olmadığından yazılmadı.

İKİNCİ MESELE

Kardeşlerim, Eskişehir hapishanesinde, ahirzamanın hâdisatı hakkında gelen rivayetlerin te’villeri mutabık ve doğru çıktıkları halde, ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve ehl-i iman [Allah’a inanan]

45

onları bilmemelerinin ve görmemelerinin sırrını ve hikmetini beyan etmek niyetiyle başladım. Bir iki sahife yazdım; perde kapandı, geri kaldı.

Bu beş senede, beş-altı defa aynı meseleye müteveccih [yönelen] olup muvaffak olamıyordum. Yalnız o meselenin teferruatından bana ait bir hâdiseyi beyan etmek ihtar edildi. Şöyle ki:

Hürriyetin bidayetinde, Risale-i Nur’dan çok evvel, kuvvetli bir ümit ve itikatla, [inanç] ehl-i imanın [Allah’a inanan] meyusiyetlerini [ümitsiz] izale [giderme] için, “İstikbalde bir ışık var; bir nur görüyorum” diye müjdeler veriyordum. Hattâ, Hürriyetten evvel de talebelerime beşaret [müjde] ederdim. Tarihçe-i Hayat‘ımda [hayat hikayesi] merhum Abdurrahman’ın yazdığı gibi, Sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] misillu [benzer] risalelerde dahi “Ben bir ışık görüyorum” diye, dehşetli hâdisâta karşı o ümitle dayanıp mukabele [karşılama; karşılık verme] ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyede [İslâmın sosyal hayatı] ve çok geniş bir dairede tasavvur ederdim. Halbuki, hâdisât-ı âlem beni o gaybî ihbarda ve beşarette [müjde] bir derece tekzip edip ümidimi kırardı.

Birden bir ihtar-ı gaybîyle [gaybdan gelen hatırlatma] kat’î kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki:

“Ciddî bir alâkayla senin eskiden beri tekrar ettiğin ‘Bir ışık var, bir nur göreceğiz’ diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tâbiri, sizin hakkınızda belki iman cihetiyle, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] hakkında dahi en ehemmiyetlisi Risale-i Nur’dur. Bu ışıktır, seni şiddetle alâkadar etmişti. Ve bu nurdur ki, eskide de tahayyül [hayal etme] ve tahmininle geniş dairede, belki siyaset âleminde gelecek mes’udâne [mutlu bir şekilde] ve dindarâne [dindarca] hâletlerin [durum] ve vaziyetlerin mukaddemesi [evvel, önce] ve müjdecisi iken, bu muaccel [peşin] ışığı o müeccel [ertelenmiş] saadet tasavvur ederek eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun.

“Evet, otuz sene evvel bir hiss-i kablelvukuyla [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] hissettin. Fakat nasıl kırmızı bir perdeyle siyah bir yere bakılsa karayı kırmızı görür. Sen dahi doğru gördün, fakat yanlış tatbik ettin. Siyaset cazibesi seni aldattı.”