KASTAMONU LAHİKASI – 140-159. Mektuplar (274-302)

274

ettiği için, en cüz’î [ferdî, küçük] birşey de olsa kıymeti büyüktür. Böyle uzun yazmak ve ziyade ehemmiyet vermek israf olmaz. Çünkü, mânâsı olan inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve iltifat-ı rahmet [Allah’ın sonsuz rahmet ve lütfuyla muamele etmesi] muraddır. Ve o bahis dahi mânevî bir şükürdür.

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci]

 Emin, Feyzi

– 140 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Nur fabrikasının sahibiyle kahraman Tahirî bizi gayet mesrur [mutlu] eden müjdeler veriyorlar, hem bazı meseleleri soruyorlar. Sizlerdeki erkânın [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] verdikleri karar ve münasip gördüğü tarzlar, benim reyimin [fikir, düşünce] fevkinde [üstünde] inşaallah [Allah dilerse] isabet ederler. Madem benim reyimi [fikir, düşünce] de almak istiyorlar. Şimdilik, evvelce nazlanan matbaacılara lüzum yok. Hem mesleğimize muhalif yeni hurufa, Risale-i Nur’un bir nevi müsaadesi hükmüne geçtiği için, lâzım değil. Sizler, el makinesiyle yazdığınız miktar yeter. Zaten Nazif [temiz, pak] de, el makinasıyla bir derece çalışıyor. Tashihine çok dikkat etmek lâzım. Eski hurufla [harfler] elmas kalemli kardeşlerim matbaaya ihtiyaç bırakmıyor. Bize yardım etsinler.

Sorduğunuz ikinci cihet ise, Hafız Mustafa’ya verdiğim yeni hurufla [harfler] iki risale, çoğu ayrı ayrı olsun, bazı da beraber olsun. Gençlere ait risaleciğin başında isim olarak “Sıracü’l-Gafilin” veyahut “Gençlik Rehberi” namı; tevhide ait risaleye “Hüccetullahi’l-Bâliğa” [delil] namını; veyahut “Misbahü’l-İman”; [lamba] keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] mecmuasının ismi ise, “Sikke-i Tasdik-i Gaybî” veya “Tasdik-i Gaybînin Hâtemi” namını başında yazarsınız.

Arabî “Virdü’l-Ekber-i [devamlı yapılan zikir] Nuriye” tab’ [baskı basma] edilmişse, Arabî bilmeyen Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] bir teshilât [kolaylık] olmak için Yedinci Şua, [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] Âyetü’ül-Kübrâ ve Yirminci Mektupta izah ve tercüme edilen sahifelerinin numaralarını Virdü’l-Ekber’in [devamlı yapılan zikir] kenarlarına rakamla bir haşiyecik [dipnot] gibi yazılsa iyi olur. Yani “Bu Arabî makam,

275

filân risalede, filân sahifede izahı var” diye işaret edilse ve elmas kalemli kardeşlerimiz bunu tevzi [(sahiplerine) dağıtma] edip, herbiri bazı nüshaları böyle işaretlerle kaydetse ve hem el makinesiyle yaptığınız veya matbaadan gelen risalelerden nümune için bir iki nüshasını bize gönderseniz iyi olur.

– 141 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu şiddetli maddî ve mânevî kıştaki ğalâ ve varlık içinde kaht ve derd-i maişet [geçim derdi] fukaralara ağır basması cihetinde, ekseri fakirü’l-hal olan Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] bu dehşetli hale karşı sarsılmaları ve tesanütleri [dayanışma] bozulması ihtimaliyle ziyade endişe ediyordum. Sizler her zamandan ziyade bu fırtınada tesanüdünüzü [dayanışma] ve ittihadınızı [birleşme] ve birbirinin kusuruna bakmaması, birbirini tenkit etmemesi, Risale-i Nur’un vazife-i kudsiye-i imaniyesi hesabına mükellef ve muhtaçsınız.

Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkit etmeyiniz. Yoksa az bir zaaf [zayıflık, güçsüzlük] gösterseniz, ehl-i nifak [iki yüzlü kimseler, münafıklar] istifade edip sizlere büyük zarar verebilirler. Derd-i maişet [geçim derdi] zaruretine karşı, iktisat ve kanaatle mukabele [karşılama; karşılık verme] etmeye zaruret var. Menfaat-i dünyeviye, çok ehl-i hakikati, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ehl-i tarikatı [tarikata mensup olanlar] dahi bir nevi rekabete sevk ettiği için endişe ederim. Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] içinde şimdiye kadar bu cihet onları zedelememiş. İnşaallah yine zedelemez. Fakat herkes bir ahlâkta olamaz. Bazıları meşru dairede rahatını istese de, itiraz edilmemeli. Zarurete düşen bir şakirt [öğrenci] zekâtı kabul edebilir. Risale-i Nur’un hizmetine hasr-ı vakit eden rükünlere [esas, şart] ve çalışanlara zekâtla yardım etmek de Risale-i Nur’a bir nevi hizmettir.

Hem yardım edilmeli. Fakat hırs ve tamah ve lisan-ı hal [beden dili] ile istemek olmamalı. Yoksa, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ki, hırs ve tamah yolunda dinini feda etmiş; onlar nazarında kıyas-ı binnefs cihetiyle, “Risale-i Nur’un bir kısım şakirtleri [öğrenci] dahi, dinini dünyaya âlet ediyorlar” diye çirkin bir ittihamla [suçlama] taarruzlarına meydan açar.

Sizler, ara sıra, İhlâs ve İktisat Lem’alarını [parıltı] ve bazan Hücumat-ı Sitte [altı hücum; şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risalesi olan Altıncı Kısım] risalesini mâbeyninizde [ara] beraber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fevkalâde sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve

276

metanet [gayret, kararlılık] ve tesanüt [dayanışma] ve ittifakınız, bu memlekete medâr-ı iftihar olacak ve istikbalini kurtaracak derecededir. Dikkat ediniz, bu yeni fırtına sizin tesanüdünüzü [dayanışma] bozmasın.

Arabî Virdü’l-Ekber-i [devamlı yapılan zikir] Nuriyeye dair müjdeniz ve kahraman Tâhir’lerin ve Mübareklerin sâri [bulaşıcı] ve dehşetli hastalıklara tiryaklar [ilaçlar] ve ilâçlar yetiştirmeleri ve mütemadiyen çalışmaları bizi, belki ruhanîleri ve ricalü’l-gayp [ümit] zâtları dahi sevindiriyor. Hulûsi’nin, “ve’l-Asri” nükte-i i’câziyesine [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair ince bir mânâ] karşı tam takdiri ve tasdiki ve Konya’ya tahvili, [değişme, dönüşme] hizmet-i Nuriye [Risale-i Nur Hizmeti] noktasında beni memnun eyledi. Evet, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] birincilerinden faal birisi, o ehemmiyetli şehre gitmesi lâzım idi.

Kardeşlerim,

Lem’a-i Müdafaatta, Isparta muhbirleri ünvanıyla bizi hapse sevk eden Ankara’daki zâlimler irade edilmiş; mecburiyet tahtında öyle demişiz. Şimdi, Isparta, benim mübarek bir vatanım ve çok kıymettar kardeşlerimin dahi sevgili vatanları olduğundan, “Isparta muhbirleri” kelimesini o makamlardan kaldırdım, onların yerlerine “mülhid [dinsiz] zâlimler” yazdım. Siz de öyle yazınız.

Hem, kahraman Tâhir’in bana yazdığı Müdafaat Risalesinde, İhtiyar Lem’asında, [parıltı] Ankara’ya ait bahsinde, Sekizinci Rica [ümit] yazmış. Halbuki Yedinci Ricadır. [ümit] Onu da tashih ediniz. Tahirî gibi kahraman bir mahduma [efendi, kendisine hizmet edilen] sahip olan ve hanesinde Risale-i Nur’un altı şakirdi [talebe, öğrenci] bulunan kardeşimiz Hüsnü [güzellik] Efendiye bilmukabele selâm ve tebrik ederiz.

• • •

277

– 142 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Aziz kardeşlerim,

Kur’ân’a ait en cüz’î, [ferdî, küçük] en küçük bir nüktenin [derin anlamlı söz] de kıymeti büyük olduğundan, İşârât-ı Kur’âniyenin bu zamanımıza temas eden küçük bir şuaı, bugün, Sûre-i ve’l-Asrî nükte-i i’câziyesi [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair ince bir mânâ] münasebetiyle, Sûre-i Fil’den, mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasından, tevafuk düsturuna [kâide, kural] istinaden bir nüktesini [derin anlamlı söz] beyan etmem ihtar edildi. Şöyle ki:

Sûre-i اَلَمْ تَرَ كَيْفَ meşhur ve tarihî bir hâdise-i cüz’iyeyi beyânla küllî ve her asırda efradı [bireyler] bulunan o gibi ve ona benzeyen hâdiseleri ihtar ve tabakat-ı işariyeden her tabakaya göre bir mânâyı ifade etmek, umum asırlarda, umum nev-i beşerle konuşan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] belâğatının [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] mukteza[bir şeyin gereği] olmasından, bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sûre, bu asrımıza da bakıyor, ders veriyor. Fenaları tokatlıyor. Mânâyı işârî tabakasından bu asrın en büyük hâdisesini haber vermekle beraber, dünyayı her cihetle dine tercih etmek ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gitmenin cezası olarak, cifir ve hesab-ı ebcedle, [Arap alfabesindeki herbir harfe sayısal değer verilerek yapılan bir yorum şekli] üç cümlesi, aynı hâdisenin zamanına tetabuk [uygunluk] edip işaret ediyor.

Birinci cümlesi: Kâbe-i Muazzamaya hücum eden Ebrehe askerlerinin başlarına ebâbil tayyareleriyle semavî bombalar yağdırmasını ifade eden تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ 3 cümle-i kudsiyesi, bin üç yüz elli dokuz edip, dünyayı dine tercih eden ve nev-i beşeri yoldan çıkaran medeniyetçilerin başlarına semavî bombalar ve taşları yağdırmasına tevafukla işaret ediyor.

278

İkinci cümle: اَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ فِى تَضْلِيلٍ 1 kelime-i kudsiyesi, [kutsal cümle] eski zaman hâdisesindeki Kâbe’nin nurunu söndürmek için, hilelerle hücum edenlerin kendileri yokluk, zulümat dalâletinde [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] aksü’l-amelle aleyhlerine dönmesiyle tokat yedikleri gibi; bu asrın aynen hilelerle, desiselerle, [hile, aldatma] zulümlerle edyan-ı semaviye kâbesini, kıblegâhını dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hesabına tahribe çalışan cebbar; [zorba] mağrur ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] tadlil [başkalarını dalâlete nispet etmek, sapıklığına hükmetmek] ve idlâllerine [hak yoldan çıkarma, saptırma] semavî bombalar tokadıyla cezalanmasına, aynı tarihî فِى تَضْلِيلٍ 2 kelime-i kudsiyesi [kutsal cümle] bin üç yüz altmış makam-ı cifrîsiyle tevafuk edip işaret ediyor.

Üçüncüsü: اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفِيلِ 3 cümle-i kudsiyesi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma hitaben, “Senin mübarek vatanın ve kıblegâhın olan Mekke-i Mükerremeyi ve Kâbe-i Muazzamayı hârikulâde bir surette düşmanlarından kurtarmasını ve o düşmanların nasıl bir tokat yediklerini görmüyor musun?” diye mânâ-yı sarîhiyle [görünen mânâ, anlaşılan açık mânâ] ifade ettiği gibi; bu asra dahi hitap eden o cümle-i kudsiye, mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] der ki: “Senin dinin ve İslâmiyetin ve Kur’ân’ın ve ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve hakikatın cebbar [zorba] düşmanları olan dünyaperest ve dünyanın menfaati için mukaddesatı çiğneyen o ashab-ı dünyaya senin Rabbin nasıl tokatlarla cezalarını verdiğini görmüyor musun? Gör, bak!” diye mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] bu cümle aynen makam-ı cifrîsiyle tam bin üç yüz elli dokuz (1359) tarihiyle, aynen âfât-ı semavî nev’inde semavî tokatlarla, “İslâmiyete ihanet cezası

279

olarak…” diye mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ifade ediyor. Yalnız اَصْحَابِ الْفِيلِ 1 yerinde اَصْحَابِ الدُّنْيَا gelir. Fil kalkar, dünya gelir.Haşiye [dipnot]

Tahlil

تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ 2 iki ت sekiz yüz; iki ر dört yüz, iki م bir ب bir ح bir ى yüz; tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] vakıf olmadığından ن dur, elli; bir ﻫ bir ج bir medde (elif) dokuz, mecmuu bin üç yüz elli dokuz.

ض :فِى تَضْلِيلٍ 3 sekiz yüz, ف seksen, ت dört yüz, iki ى yirmi, iki ل altmış, tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] vakfa rastgelmiş, sayılmaz; yekûnu [bütün, toplam] bin üç yüz altmış.

280

اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفِيلِ 1 iki ر bir ت sekiz yüz; iki ف iki ك iki yüz; iki ل bir م yüz; bir ع bir ص yüz altmış; dört ب üç ( ا ) bir ى bir ح yirmi dokuz; اَلْفِيلِ yerine gelen اَلدُّنْيَا daki iki د bir elif dokuz; bir ن elli; bir ى on, bir ( ا ), bir. Bu yekûn [bütün, toplam] bin üç yüz elli dokuz (1359), eğer okunmayan elif sayılmazsa bin üç yüz elli sekiz (1358) eder. Hem Arabî, hem Rûmî tarihiyle bu semavî tokatların ayrı ayrı çeşitlerinin zamanlarına tevafukla parmak basıyor.Haşiye [dipnot] Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dualar eylerim.

Kardeşiniz

Said Nursî

– 143 –

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim,

Sabri’nin tabiriyle, Risale-i Nur’un Zülfikar‘ı [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] olan Hizbü’l-Ekber-i Nurî, elhak, memulümüzün fevkinde [üstünde] gayet parlak ve güzel ve dikkatli ve sıhhatli ve yanlışları pek az bir tarzda Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inâyetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] vücuda gelmiş. Hafız Ali, Tahirî, Hafız Mustafa bu vazifede elhak tam çalışmışlar. Risale-i Nur’un eline bir elmas kılıç verdiler.

Kardeşlerim,

Bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hediyeniz bu şehre girdiği aynı zamanda, daha biz haber almadan memleketimizde talebeler bir kitaba başladığı zaman, Kürtçe “meftihâne” nâmında bir ziyafet verdiklerine tam bir misâl olarak, Risale-i Nur’un beş talebesi, ayrı ayrı köylerde, ne biz, ne onlar postadan haberimiz yokken, güya bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak]

281

kitabın meftihânesi olarak herbiri, ayrı ayrı taamdan mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir küçük ziyafet nev’inde getirdikleri, hiçbir sebep yokken, bütün bütün âdete muhalif bir tarzda o beşlerin bu noktada ittifakı ve tevafukları, beşimiz, ben, Emin, Feyzi, Hilmi, Tevfik [başarı] müttefikan [birleşerek] karar verdik ki, tesadüf kat’iyen [kesinlikle] imkânı yok. Demek, buradaki medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] meftihânesi olarak, rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] tarafından bir keramet-i Nuriyedir.

Hem otuz günden beri ve İnebolu’dan her hafta bir iki defa geldikleri halde, hiçbiri gelmeden, birden, sebepsiz, bir has talebe, üç günde yayan olarak, Hizbü’l-Ekberle beraber geldi. İkinci gün, güya onun için gönderilmiş gibi; matbu Hizbü’l-Ekber-i Nuriyenin bir kısmını aldı, götürdü.

– 144 –

Aziz kardeşlerim,

Bu Hizb-i Nuriye benim şahsıma ait pek büyük bir keramet-i mâneviyesi var. Şimdi beyan etmek zamanı geldi.

Yirmi üç sene evvel, Eski Said, Yeni Said’e inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ettiği zaman, tefekkür mesleğinde gittiği için تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ 1 sırrını aradım. Her bir-iki senede o sır, ya Arabî, ya Türkçe bir risaleyi netice verip suret değiştiriyordu. Arabî Katre [damla] Risalesinden, tâ Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesine kadar, o hakikat devam edip suretler değiştirerek, tâ Hizbü’l-Ekber-i Nuriye suret-i daimesine girdi. Yirmi seneden beridir ki, ne vakit sıkılsam ve fikir ve kalbe yorgunluk ve usanç gelse, bu Hizbin bir kısmını mütefekkirâne [gerçek nimet verici olan Allah’ı düşünürek] okumuşsam, o sıkıntıyı ve usanç ve yorgunluğu izale [giderme] ediyordu. Hattâ, bilâistisna, her gece sabaha yakın dört beş saat meşguliyetten gelen usanç ve yorgunluk, o Hizbin altısından

282

birisini okumasıyla hiçbir eseri kalmadığı bin defa tekerrür etmiş. Mühim bir hakikati bu hakikat münasebetiyle bu zamanda ehl-i medreseye [medresede ilim tahsil edenler] ve hocalara taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden bir meseleyi beyan ediyorum.

Şöyle ki: Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese tâifesi tekkeler [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] taifesine serfürû etmiş, yani inkıyat gösterip onlara velâyet [velilik] semereleri [meyve] için müracaat etmişler. Onların dükkânlarında ezvâk-ı imaniyeyi ve envâr-ı hakikati [hakikat nurları] aramışlar. Hattâ medresenin büyük bir âlimi, tekkenin [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] küçük bir velî şeyhinin elini öper, tâbi olurdu. O âb-ı hayat [hayat suyu] çeşmesini tekkede [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] aramışlar. Halbuki medrese içinde daha kısa bir yol hakikatin envârına [nurlar] gittiğini ve ulûm-u imaniyede [iman ilimleri] daha sâfi ve daha hâlis bir âb-ı hayat [hayat suyu] çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet [Allah’a kulluk] ve tarikattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarik-i velâyet ilimde, hakaik-i imaniyede [iman hakikatleri, esasları] ve Ehl-i Sünnetin ilm-i kelâmında bulunmasını, Risale-i Nur, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] mu’cize-i mâneviyesiyle [mânevî mu’cize] açmış, göstermiş; meydandadır.

İşte, Risale-i Nur’a herkesten ziyade kemâl-i şevkle [tam bir istek ve arzu] taraftarâne ve müftehirâne [iftihar ederek] medrese taifesinden olan ulemaların koşmaları lâzım ve elzem iken, maatteessüf, [ne yazık ki] daha medrese ehlinin ekseri, kendi medresesinden çıkan bu âb-ı hayat [hayat suyu] çeşmesini ve bu kıymettar bâki hazinesini tanımıyor, aramıyor, muhafaza edemiyor. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] şimdi tam tamına başladılar. Sözler mecmuası, hem hocaları, hem muallimleri Nurlara çekti.

Hizb-i Nuriye başındaki Türkçe parçasının “tam Arabî bilen” kelimesinden sonra bu yazılsın: “Veyahut, Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] ve Münâcat [dua, yakarış] ve Yirminci Mektup risaleleri yanında bulunan ve okuyan.”

Hem dördüncü sahifenin nihayetinden ikinci satırın başındaki و ) لِلْاَوْقَاتِ ) 1 tekaddüm [öne geçme, ileride olma] etmiş, لِلْاَقْوَاتِ yazılsın, “kut”un cem’idir. [bir araya gelme]

283

Hem yirmi ikinci sahifenin dördüncü satırında وَفِى صَحِيفَةِ حَسَنَاتِنَا وَفِى صَحِيفَةِ 1 kelimesinden sonra Hafız Ali ve Tahirî ve Hafız Mustafa ve Nazif [temiz, pak] ilâve edilecek. وَاَمْثَالِهِ kelimesi de, وَاَمْثَالِهِمْ yazılacak.

– 145 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, Isparta vilâyetini, eskiden beri bir gaye-i hayalim [hayal edilen gaye] olan bir Medresetü’z-Zehra, bir Câmiü’l-Ezher [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] yapmış. Sizin kalemleriniz, Risale-i Nur’u matbaaya muhtaç etmeyeceğini, böyle kısa bir zamanda bu kadar mükemmel tevafuklu nüshaları teksir [çoğalma] etmesi, bugün sabahleyin söylediğim bir dâvâya, öğlene yakın, sizin bu cennet bahçelerinin meyveleri gibi tatlı ve güzel hediyenizi Emin getirdi; sabahtaki dâvâyı tam ispat etti. Dâvâ da budur, demiştim:

Risale-i Nur’un hizmet ettiği hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] herşeyin fevkinde [üstünde] olduğu gibi, bu zamanda herşeyden ziyade onlara ihtiyaç var. Fakat kalbini öldürmüş, nefsi hevesatla şımarmış mülhidler, [dinsiz] imandaki hakikatın derece-i ihtiyacını inkâr ettiklerinden, “Ehl-i diyanet [dindar insanlar] ve ehl-i ilmi [ilim ehli, âlimler] sevk eden, tahrik eden makasıd-ı dünyeviye ve ihtiyacatıdır” diye ittiham [suçlama] ediyorlar. O ittihama [suçlama] göre de pek insafsızcasına onlara ilişiyorlar. Bu bedbaht mülhidleri [dinsiz] kat’î bir surette iskât [susturma] etmek, bilfiil, maddeten öyle fedakârlar lâzım ki, dünyanın en mühim meşgaleleri, belki büyük zararları onların hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ihtiyaçlarını susturmuyor. “Acaba öyleleri var mı?” diye hatırlarına geldi. Evet, vardır: İşte Isparta Vilâyeti ve havalisi. İşte, Sandıklı tarafından üç dört ay zarfında Risale-i Nur’u herşeye tercih eden efeleri ve mücahidleri diye dâvâ etmiştim. İki saat sonra, hiç memul

284

etmediğimiz bir tarzda, Rahmetullah namını alan Emin, iki sandıkla o dâvâya iki hüccet [delil] gösterdi.

Kardeşimiz Kâtip Osman’ın mektubu, ayrı ayrı çok meraklarıma bir merhem oldu. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onun gibi Risale-i Nur’a binler şakirtleri [öğrenci] o medrese-i nuranîde yetiştirsin. Âmin.

Âtıf’ın da Sandıklı tarafına gitmesi, muvaffakiyet [başarı] kazanması, değil bizleri, melâikeleri [melekler] de sevindirdi. Karye-i [köy] İrfan namı inşaallah [Allah dilerse] bir medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] olur. Zaten Âtıf’taki ihlâs, öyle netice vereceğini hissediyordum.

Gül, Nur, mübarek medrese-i Nuriye, [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] mâsum ihtiyarlar heyetine binler selâm ve selâmetlerine dua ediyoruz.

On üç sene evvel Barla’da, beş misli [benzer] bereketle keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] derecesine çıkan tatlı lokmaları ve o lokmaları hediye eden, çok mübarek Hacı Hafız’ı sürurla [mutluluk] hatırımıza getiren bu yeni gelen tatlı lokmaları, beş çeşit tatlı geldi. Herbir tanesine sizlere Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Cennette binler Cennet tatlıları versin, âmin.

– 146 –

Aziz kardeşim Hüsrev,

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] merhumeyi mağfiret [bağışlama] eylesin. Ve sana ve onun evlâtlarına sabr-ı cemil ihsan [bağış] eylesin. Ben de mateminize cidden hissedarım. Senin ağlamana ve ağlayan mektubuna iştirak ettim.

Evet, sen de benim gibi, dünyayla iki cihetle alâkan kesiliyor. Hem öyle lâzım. Senin gibi Risale-i Nur’un bir fedaisi alâkası olmamalı ve alâka peyda etmemeli. Alâkalı olsa, fevkalâde bir sebat, [kalıcı olma, sabit kalma] bir ihlâsın lüzum ile beraber, bazı ârızalar içinde sarsılır, tam fedakârlık edemez.

O havalinin kahramanları elhak müstesnadırlar. Alâkalar onları sarsmıyor. Fakat bazıları, Hüsrev gibi, Said gibi ve Âtıf ve emsali gibi bütün bütün alâkasız

285

da bulunmak lâzım. O merhume şimdiye kadar, Risale-i Nur’un has talebeleri içinde daima, hergün yüz defaya yakın ve hususî ismiyle de bir defa fecirde, [sabah vakti] mânevî kazançlarımıza on senedir hissedardır. Şimdi vefatından sonra ismiyle hergün çok defa hususî dualarda hissedar olduğu zaman gibi, yine yüz defa hissedar oluyor.

Aziz kardeşim Hüsrev, seninle çok konuşmak istiyorum. Fakat bu dakikada o kadar vaktim dardır ki, ziyarete gelen dost dört beş adama karşı “Beni meşgul etmeyiniz” diye lüzumsuz hiddet ettim. Her neyse… Oradaki kardeşlerimize hasret ve iştiyakla [arzu, istek] pek çok selâm ve selâmetlerine dua ediyorum. Buradaki kardeşleriniz de sizi tâziye ve oradaki kardeşlerine arz-ı hürmetle [hürmet etme, saygı sunma] selâm ediyorlar.

– 147 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hizb-i Nurîde, hem تَفَكُّرُ سَاعَةٍ 1 sırrı, hem küllî bir ubudiyet [Allah’a kulluk] bulunduğundan; şimdi bu vakitte, kuvvetli bir emareyi müşahede ettim. Bugün Risale-i Nur’un Hizb-i Nurîsinden bir kısmını ve Cevşenü’l-Kebîr’den dahi bir kısmını okurken gördüm ki, kâinatın envaını ve âlemlerini Yirmi Dokuzuncu Mektubun âhir kısmı ve اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 2 âyetinin beyanında, seyahat-ı kalbiyeyle, herbir ism-i İlâhi bu kâinattaki bir âlemi nurlandırdığını ve zulümatı dağıttığını gördüğüm gibi; aynen ve daha başka bir şekilde, Cevşenü’l-Kebîr ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî dahi kâinatı baştan başa nurlandırıyor, zulümat karanlıklarını dağıtıyor, gafletleri, tabiatları parça parça ediyor; ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] altında saklanmak istedikleri perdeleri yırtıyor gördüm, kâinatı envâıyla [tür] pamuk gibi hallaç ediyor, taraklarla tarıyor müşahede ettim. Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında envâr-ı tevhidi gösteriyor.

286

Ezcümle: İki gün evvel, ism-i Hakem [Allah’ın haklıyı haksızdan ayırdığını, her hakkı yerine getirdiğini ve hüküm sahibi olduğunu ifade eden ismi] nüktesini [derin anlamlı söz] okuyan bir Nakşî dervişi, güneşin ve manzumesinin [düzenli] bahsini, Risale-i Nur mesleğine veçh-i tatbikini anlamamış. Demiş: “Bu da ehl-i fen [bilim adamları] ve kozmoğrafyacılar [astronomi, gök bilimi] gibi bahseder” tevehhüm [kuruntu] etmiş. Yanımda ona okundu, ayıldı. “Bu bütün bütün başkadır” dedi. Demek kozmoğrafyacılar [astronomi, gök bilimi] gibi, ehl-i fennin [bilim adamları] en son ve geniş nokta-i istinatları [dayanak noktası] ve medâr-ı gafletleri olan perdelerde nûr-u ehadiyeti gösteriyor. Orada da düşmanlarını takip ediyor, en uzak tahassungâhlarını [sığınma, korunma] bozuyor. Her yerde, huzura bir yol gösteriyor. Eğer güneşe kaçsa, ona der: “O bir soba, bir lâmbadır. Odununu, gazyağını veren kimdir? Bil, ayıl!” Başına vurur.

Hem kâinatı baştan başa âyineler hükmünde tecelliyât-ı esmâya [Allah’ın isimlerinin tecellileri, yansımaları] mazhariyetlerini öyle gösteriyor ki, gafletin imkânı olmuyor. Hiçbir şey huzura mâni olmuyor. Ehl-i tarikat [bir tarikata bağlı olanlar] ve hakikat gibi huzur-u daimî [sürekli olarak Allah’ın huzurunda bulunduğunun bilinci içinde olma] kazanmak için kâinatı ya nefyetmek [inkâr etmek] veya unutmak ve hatıra getirmemek değil, belki kâinat kadar geniş bir mertebe-i huzuru [Cenâb-ı Hakkın yüce huzuruna çıkma seviyesi] kazandırdığını ve geniş ve küllî ve daimî kâinat vüs’atinde [genişlik] bir ubudiyet [Allah’a kulluk] dairesini açtığını gördüm.

Daha var; fakat şimdi bu kadar yazdırıldı.

– 148 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu defa Hafız Ali’nin ve Halil İbrahim’in ve Lütfü’nün bir vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] Abdullah’ın, ehemmiyetli üç mektuplarını aldım. Hafız Ali’nin, Hizb-i Kur’ânî [zikir ve dua için Kur’ân’dan alınmış bir kısım âyetler] ve Hizb-i Nurîdeki yanlışlardan teessürünü [üzülme, etkilenme] bildiriyor. Kat’iyen [kesinlikle] o bilsin ki, o ve Tahirî ve Hafız Mustafa ve arkadaşlarının gayretleriyle tab [basma] edilen o iki Hizb, bu zamanda, bu şerait içinde gayet parlak bir muzafferiyet-i Nuriyedir. Onların defter-i a’mâline, [amel defteri] her tarafta hasenatları geçirilir. Kim okusa, onların hissesi

287

var. Yanlışları, tahminimizden çok azdır. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] kolayca tashih ettik. Lâyık ellere girmiş.

Halil İbrahim’in, Risale-i Nur hakkında gayet tatlı ve güzel ve mutabık temsili ve tavsifi, [bir sıfatla niteleme] içinde samimî ihlâsından ve kanaatından geldiği cihetle, bizce gayet parlak ve edîbâne düşmüş. Risale-i Nur’a ait kısmını Lâhikaya yazacağız. Hakikaten, Risale-i Nur’un mühim ve sebatkâr [sebat eden] ve daimî bir rüknü [esas, şart] olduğuna şüphe kalmamış. Ona ve rüfekasına [refikler, arkadaşlar] her gün hususî dualarımıza, kazançlarımıza, hususan İnce Mehmed hissedar olmalarını ve selâmımızı tebliğ edersiniz.

Merhum Lütfü’nün ciddî ve hakikî bir vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan Abdullah’ın mektubunda, Risale-i Nur’la alâkadar olan başta Tahirî ve babası ve Ali ve Vehbi, Şükrü, Mustafa, Mehmed, Hüseyin, Mehmed, Hakkı ve bilhassa eskiden Risale-i Nur’da mevkii bulunan Büyük Zühtü gibi kardeşlerimizin selâmları beni çok ziyade mesrur [mutlu] eyledi. Ben de o kardeşlerimize hem selâm, hem dua, hem istid’â ediyorum. Onun mektubundaki sualler ise, şimdi bu dakikada ise zihnim başka yerle meşgul; onların cevabına bakamıyor…

Üçüncü mesele: Bir kardeşimiz, kusurunu görmediği münasebetiyle, onu ikaz için yazılmış ince bir meseledir. Belki size fâidesi olur, diye yazdık.

Bir zaman, evliya-yı azîmeden, nefs-i emmâresinden [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] kurtulanlardan birkaç zâttan, şiddetli mücahede-i nefsiyeler ve nefs-i emmâreden [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] şekvâlarını [şikayet] gördüm. Çok hayret ediyordum. Hayli zaman sonra, nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] kendi desaisinden [desiseler, hileler] başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi [kötü ahlâk] idame eden ve heves ve damar ve âsab, tabiat ve hissiyat halitasından [karışık halde olan, karışık] çıkan ve nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] son tahassungâhı [sığınma, korunma] bulunan ve nefs-i emmâreyi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] tezkiyeden [hatadan arındırma, temize çıkarma] sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören ve mücahedeyi [Allah yolunda cihad etme] âhir ömre kadar devam ettiren bir mânevî nefs-i emmâreyi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] gördüm. Ve anladım ki, o mübarek zâtlar, hakikî nefs-i emmâreden [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] değil, belki mecazî bir nefs-i emmâreden [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] şekvâ [şikayet]

288

etmişler. Sonra gördüm ki, İmam-ı Rabbanî dahi bu mecazî nefs-i emmâreden [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] haber veriyor.

Bu ikinci nefs-i emmârede [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip, veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına feda etsin. Ve Risale-i Nur’un erkânları [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] gibi, herşeyini, enaniyetini bıraksın. Bu acip asırda dehşetli bir aşılamak ve şırıngayla hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmâre [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] ittifak edip öyle seyyiata, [günahlar] öyle günahlara severek giriyor. Kâinatı hiddete getiriyor. Hattâ kendim, bir dakika zarfında, yirmi paralık bir sıkıntıyla, altmış liralık bir haseneye tercih etmeye çalıştım.

Hem on dakika zarfında, büyük bir mücahede-i mânevîde, benim cephemde, kırk ikilik bir top gibi düşmanlarıma atıp yol açtığı halde, o iki nefs-i emmârenin, [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] muvakkat [geçici] bir gaflet fırsatında, hodgâmlık [bencil] ve meyl-i tefevvuk gibi gayet zulümlü ve zulümatlı hissiyle, büyük bir şükür ve teşekkür yerine, “Niçin ben atmadım?” diye, en çirkin bir riya ve rekabet damarını hissettim. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz bin şükür ediyorum ki, Risale-i Nur ve bilhassa İhlâs Risaleleri, o iki nefsin bütün desâisini izale [giderme] ve onların açtığı yaraları tedavi ettiği gibi, o bir dakika ve on dakikadaki hâletleri [durum] birden izale [giderme] etti. Ve mânevî bir istiğfar [af dileme] olan kusurumu bildim. O hatânın muaccel [peşin] cezası olan içindeki elemden ve azaptan kurtuldum.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ederiz.

– 149 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Birden ruhuma gelmiş bir endişeyi beyan ediyorum.

Ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] Risale-i Nur’un elmas kılıçlarına mukabele [karşılama; karşılık verme] edemedikleri için, şakirtleri [öğrenci] içinde, derd-i maişet [geçim derdi] cihetinden ve bahar mevsimi gafletinden istifade ederek, meşrepler [hareket tarzı, metod] veya hissiyatları muhalefetinden zaif damarları bulup,

289

şakirtler [öğrenci] içindeki tesanüdü [dayanışma] sarsmak istediklerini hissettim ve anladım. Sakın, çok dikkat ediniz, içinize bir mübayenet düşmesin. İnsan hatâdan hâli [boş] olamaz; fakat tevbe kapısı açıktır.

Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: “Biz, değil böyle cüz’î [ferdî, küçük] hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risale-i Nur’un en kuvvetli rabıta[bağ] olan tesanüde [dayanışma] feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazifemizdir” deyip nefsinizi susturunuz. Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret [danışma] ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte [hareket tarzı, metod] olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ederiz.

– 150 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, bu gaflet mevsimi olan baharda ve derd-i maişet [geçim derdi] belâsında, Risale-i Nur fütuhatında [fetihler, yayılmalar] devam ediyor. İstanbul’dan yazıyorlar ki, oraya giden, başta Hüsrev’in Mu’cizat-ı Ahmediyesi [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] olarak, risaleleri her kim görmüş ve okumuşsa, başta Fetva Emini Ali Rıza olarak herkes hayret ve istihsanla, [beğenme, güzel bulma] “Bu tarz-ı ifade [ifade etme tarzı] ve ispat ve beyan hiçbir kitapta bulmamışız. Bu şerait içinde böyle eserler hiç kimseye müyesser olmamış” [kolaylıkla elde etme] deyip, kemâl-i iştiyakla [tam bir istek ve arzu] karşılıyorlar. Ve Ankara’da, dünyaca yüksek makamlarda, askeriye heyetinde, kemâl-i iştiyak [tam bir istek ve arzu] ve takdirle Risale-i Nur’u yazıp okutturuyorlar. Başta Miralay Mehmed Yümnü [uğur, bereket] olarak, mühim askerî paşaları, “Risale-i Nur iman kurtarıcıdır” diye takdirkârâne [övgüyle] tam teslimiyetle okuyup istifade ediyorlar. Hattâ burada da pek çok ayrı ayrı tarzda Risale-i Nur aleyhinde yaptıkları desiseler [hile, aldatma] ve tedbirler ve şakirtleri [öğrenci] soğutmak ve sarsmak plânları, hususan derd-i maişet [geçim derdi] belâları, Risale-i Nur’un inkişafını [açığa çıkma] durdurmuyor, günden güne tevessü [genişleme, yayılma]

290

ediyor. Hattâ en ziyade hücum edenler dahi, perde altında istifadeye çalışıyorlar. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] ve himayet-i Rabbaniye devam ediyor. Fakat, yalnız ehemmiyetli bir plânla, ayrı bir cephede, mütemerrid [inatçı] münafıklar tarafından bir hücum var. Çok ihtiyat [dikkat, tedbir] ve dikkat ve sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve tesanüt [dayanışma] lâzımdır ki, tâ onların bu plânı da akîm [neticesiz] kalsın. Plân da budur: “Risale-i Nur talebeleri içinde tesanüdü [dayanışma] bozmak.”

On sekiz seneden beri hakkımızda programları, has talebeleri bizden kaçırmak, soğutmak idi. Bu plânları akîm [neticesiz] kaldı. Şimdi tesanüdü [dayanışma] bozmak ve bazı menfaatperest, fakat ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve ehl-i dinden, [din sahipleri, dindarlar] Risale-i Nur’un cereyanına karşı rakip çıkarmak suretiyle intişarına [açığa çıkma, yayılma] zarar vermeye çalışıyorlar.

Hem Ramazan Risalesinin âhirinde nefs-i emmâreyi, [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] her nevi azaptan ziyade, açlıkla temerrüdünü [inat etme] terk ettiği gibi; şimdiki ehl-i nifakın [iki yüzlü kimseler, münafıklar] mütemerridane [inatçı] sefahetinin [ahmaklık, beyinsizlik] cezası olarak, umuma ve mâsumlara da gelen bu açlık ve derd-i maişet [geçim derdi] belâsından ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] istifade edip, Risale-i Nur’un fakir şakirtlerinin [öğrenci] aleyhine istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmek ihtimali var. Madem şimdiye kadar ekseriyet-i mutlakayla [büyük çoğunluk] Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] Risale-i Nur hizmetini her belâya, her derde bir çare, bir ilâç bulmuşlar; biz hergün hizmet derecesinde, maişette [geçim] kolaylık, kalpte [sahte para] ferahlık, sıkıntılara genişlik hissediyoruz, görüyoruz. Elbette bu dehşetli yeni belâlara, musibetlere karşı da, yine Risale-i Nur’un hizmetiyle mukabele [karşılama; karşılık verme] etmemiz lâzımdır.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ediyoruz.

– 151 –

Aziz, sıddık, mübarek, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] bir veçh-i i’câzını harika kalemiyle gösteren ve mütemadiyen defter-i hasenatına, [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] o yazdığı Kur’ân’ları okuyanların sevapları yazılan kıymettar Hüsrev,

291

Bana gönderdiğin iki mübarek nüshadan birincisini size, Hilmi Beyle gönderdim. Bir hiss-i kablelvukuyla, [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] sen Isparta’dan ayrılacaksınız diye ikisini birden bize göndermiştin. Çok da iyi oldu. Şimdi Isparta, Medresetü’z-Zehra-i Ekber ve Medrese-i Nuriye-i [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] Kübrâ olduğundan, bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] eser, orada, hususan şuhur-u selâse [üç aylar] gelmek üzere bir zamanda lâzımdır. İnşaallah orada da, bizim gibi cüzleriyle taksimle hatmeler okunacak.

– 152 –

Aziz, sıddık, kardeşlerim,

Bu defa, Hafız Ali’nin mektubunda büyük bir beşaret [müjde] hissettik ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânımızı [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] tab [basma] edilecek esbap [sebepler] var, mâniler yok. Madem mübarek Hüsrev geldi; en birinci hak, bu meselede onundur. Ve madem iki Ali ile Tahirî, Hafız Mustafa, harika tesanütleriyle [dayanışma] ve şimdiye kadar bütün Risale-i Nur talebelerini sevindiren ve ehl-i imanı [Allah’a inanan] memnun ve minnettar eden meydandaki hizmetleriyle ve kahraman Rüştü’nün lâyetezelzel [sarsılmaz] sadakatiyle, Hüsrev’le beraber bu büyük ve ağır ve kıymettar hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] kemal-i tesanütle çalışmak lâzımdır.

Sakın! Dikkat ediniz, ihtilâf-ı meşrebinizden ve zaif damarlarınızdan ve derd-i maişet [geçim derdi] zaruretinizden ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi [fikir, düşünce] teşettütten [dağınıklık] muhafaza ediniz. İhlâs Risalesinin [Risale-i Nur Külliyatında yer alan bir bölüm; Yirmi Birinci Lem’a] [parıltı] düsturlarını [kâide, kural] her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar verebilir. Hattâ sizden saklamam, işte şimdi Feyzi de, Emin de biliyorlar ki, mabeyninizde [ara] gayet

292

ehemmiyetsiz bir tenkit, bize burada zarar veriyor gibi, size, hiç bilmediğim halde, bu noktaya dair iki mektup yazdım ve ruhen çok endişe ediyordum. “Acaba yeni bir taarruz mu var?” diye muztarip [çaresiz] idim.

Hem, o zarardandır ki, mübarek Hüsrev’in gelmesiyle yeni bir şevk ve sür’atle bize Hizb-i Nurînin arkasına ilhak [ekleme] edilen münacaat parçası on beş gün tehire uğradı. On beş gün evvel bize geleceğini tahmin ediyordum. İnsan kusursuz olmaz ve rakipsiz de olmaz. Risale-i Nur’un kahraman şakirtleri [öğrenci] her müşkilâta [zor] galebe [üstün gelme] ettikleri gibi; inşaallah [Allah dilerse] bu ehemmiyetli ve dehşetli mevsimde yine galebe [üstün gelme] ederler. Safvet [arılık, berraklık] ve ihlâslarını bozmayacaklar ve hizmetlerine fütur [usanç] getirmeyecekler. Siz, tedbir-i maddiyeyi benden daha iyi bilirsiniz; fakat madem Hüsrev’le Rüştü, Risale-i Nur’da çok ehemmiyetli rükünlerdir. [esas, şart] Hem etraflarında, Risale-i Nur’un çok ehemmiyetli şakirtleri [öğrenci] var. Ve madem Hafız Ali, Tahirî, Hafız Mustafa, Küçük Ali Risale-i Nur hizmetinde tam muvaffakiyetleriyle [başarı] tam makbul oldukları tahakkuk [gerçekleşme] etmiş; bu iki cereyan baştaki iki göz gibi olmalı. Tam bir tesanüt [dayanışma] lâzım ki, bu ağır defineye omuzları dayanabilsin.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ederiz.

– 153 –

Sava Medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] kıymettar bir talebesi Marangoz Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] güzel ve halis manzumesi [düzenli] bizi memnun edip Lâhikaya girdi. Hususan Risale-i Nur’un sandalyesinden mâsumları inmedikleri ve “O nurlu sandalyede oturan, yangınlar, tuğyanlardan [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] kurtulur” diye sözleri, güya, tam Medresetü’z-Zehranın hakikî bir talebesi, istikbalden zamanımıza gelmiş bize tesellî veriyor ve mâsum talebelerin çoğalmasını müjde veriyor.

Risale-i Nur’un telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] başında baş kâtip Şamlı Hafız Tevfik‘in [başarı] haremi merhume Zehra, ben Barla’da iken, Şamlı Hafız Risale-i Nur’u yazmasına çalışmak

293

için, o merhume, Hafız’ın bedeline belinde odun taşımakla odun getiriyordu ve Hafız’ın işlerini görüyordu, ta Nurları yazsın. Biz de o merhumeyi, o iyiliğine mukabil, Risale-i Nur’un vefat etmiş has talebeleri içinde o vakitten beri duamızda şerik ediyoruz, hem dua edeceğiz.

– 154 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu defa beni çok mesrur [mutlu] eden ve şükre sevk eden ve bu sıralarda hâsıl olan endişemi izale [giderme] eden ve Isparta vilâyeti manevî Medresetü’z-Zehra olduğunu ve Isparta şakirtleri [öğrenci] sebatında [kalıcı olma, sabit kalma] ve sadâkatte her yere fâik [üstün] olduklarını gösteren Risale-i Nur erkânlarından [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] üç dört mektup ve o mektupta isimleri bulunan has kardeşlerimin, Risale-i Nur’a hizmet ve kalemleriyle yardım cihetinde bize gösterdikleri fedakârâne ulüvv-ü cenab, böyle bir zamanda ve böyle bir mevsimde gayet parlak bir inayet-i Rabbaniye olduğuna kanaatimiz var.

Nur fabrikasındaki Ali’ler ve Tahirî’nin istedikleri mu’cizeli Kur’ân’ımızla i’câz-ı Kur’ân [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] zeyilleriyle [ilave, ek] beraber İstanbul’da Hafız Emin’in yanındadır, okutturuyorlar ve yazdırıyorlar. İsterseniz benim nüshamı Hafız Emin’den alınız, onun yerine güzelce zeyilli [ilave, ek] nüshanızdan birisini veriniz, yanında kalsın.

Kur’ân’ın son yazılan nüshasını da lüzum olduğu ve bilfiil tab [basma] etmek için geldiğiniz zaman İstanbul’a göndereceğim. Hüsrev’in uzun ve tesirli ve kıymettâr mektubu ve haşiyesinde [dipnot] kahraman Rüştü’nün küçücük mektubu ve pek çok

294

alâkadar olduğu ehemmiyetli kardeşlerimizin kalemleriyle bize yardımları ve Risale-i Nur’la iştigali [meşgul olma, uğraşma] herşeye tercih etmeleri ve Hüsrev’in de mütemadiyen geleliden beri çalışması ispat ediyor ki, Isparta tamamıyla Risale-i Nur’a sahip olmuş ve bir Said yerinde bin Said’i bulmuş. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nihayetsiz şükür, senâ ve hamd olsun. Mu’cizeli Kur’ân’ımızın matbaa ve teclid masrafı otuz bin liraya çıkması cihetiyle, bu azîm mesele şimdilik tehir etmesine mecburiyet var. Re’fet Beyin bizi hayrete düşüren hayretli ve garip mektubunun baştaki kısmı, Lâhikaya, medâr-ı ibret [ibret kaynağı] olarak yazıyoruz. Ve bilhassa “Ene [benlik] ve Zerre namındaki Otuzuncu Sözü her mü’minin ezber etmesi zarurîdir” demesi; ve o eserin kıraatinden sonra Barla’da Abdurrahim namını kazanan ve “yâ Rahîm, [ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah] yâ Rahîm[ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah] zikrini bize işittiren mübarek kedinin bir kardeşi olarak diğer bir kedi, ezan-ı Muhammedîyi (a.s.m.) müştâkane, [arzulu, aşırı istekli] insan gibi dinlemesi, bize de sizin kadar hayret ve sürur [mutluluk] verdi. Ve ezan-ı Muhammedîyi (a.s.m.) tam zuhuruna işaret müjdesi telâkki [anlama, kabul etme] ettik. Ve Kâtip Osman ve Mehmed Zühtü gibi hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] eski ve ehemmiyetli ve kıymettar Tenekeci Mehmed’in de rüyası ehemmiyetlidir. Allah hayretsin. Isparta için çok hayırdır; onun içinde ehemmiyetli bir müjde var.

Re’fet kardeşimizin mektubu dört cihetle beni memnun etmiş. Zaten eskiden beri Hüsrev, Re’fet, Rüştü, hayalimde, tasavvurumda birleşmişler. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür ki, onlardan ümit ettiğim kemâl-i sadakat [tam bir bağlılık] ve sebat [kalıcı olma, sabit kalma] devam ediyor.

Hem Hüsrev’in ve Hafız Ali’nin mektuplarında isimleri bulunan sebatkâr [sebat eden] kardeşlerime ve Kâtip Osman ve Mehmed Zühtü ve Isparta Hafız Ali’si ve Sava kahramanlarına birer birer selâm ve dua ediyoruz. Şimdi bu mektubu yazarken, Risale-i Nur santralı Sabri’nin mektubunu Emin getirdi. Açtık, yağmursuzluk bahsine dair Risale-i Münâcâtın [Münâcât Risalesi (Üçüncü Şuâ)] kesretle [çokluk] yazılması bereketiyle yağmurun

295

gelmesi ve rahmet-i İlâhiyenin fakir fukaraya imdat edilmesini yazdığını gördük. Benim için ehemmiyetli bir meseleyi halletti.

Burada da yağmura şedit [çok şiddetli] ihtiyaç vardı. Yağmur gelecek hiçbir alâmet hissetmiyorduk. Bu kaht zamanında yağmursuzluk, fakir fukaraya çok ağır gelmişti. Ben, üç defa, namazdan sonra, mâsum fukaraları ve aç kalan hayvanları Risale-i Nur’u şefaatçi yapıp dua ettik. Birden, aynı gece, memulümüzün fevkinde, [üstünde] duanın tam kabulünü gördük. Ben hayretle, bu cüz’î [ferdî, küçük] duamız, bu küllî meseleye ne derece dahli olduğunu bilemedim. Dedim: “Herhalde çok mühim dualara, duamız da, binden bir hissesi olmuş.” Şimdi tahakkuk [gerçekleşme] etti ki; Isparta nûranileri, nurlu mânevî duaları, bizi de o rahmetten hissedar eyledi. Hattâ o duama arkamdan âmin diyenlerden Feyzi’ye, bu mânâyı, bu hayretimi de ona şimdi söyledim. Evvelce söyleseydim, onun hüsn-ü zannını [güzel düşünce] tadil edemeyecektim. Çünkü o, Üstadına en büyük hisse veriyor.

Sabri’nin mektubunda, Sıdık Süleyman ve Barla’daki kardeşlerimizin selâmları ve eski alâkalarını tam muhafaza eylemeleri, Barla’daki hayatımı tahassürle [hasret çekme, özlem duyma, üzülme] hatırlattırdı. Ben de onlara çok selâm ederim.

Mübarek Hüsrev, mektubunda, has kardeşlerimizden Re’fet, Rüştü, Kâtip Osman, Osman Nuri, Âtıf ve Feyzi’nin bir yâdigâr-ı tahattur olarak, birer nüsha yazılarını bizlere hediye edilmelerini yazıyor. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onlara, yazdıkları herbir harfe mukabil bin hasene versin. Âmin.

– 155 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Her vakit ihtiyat [dikkat, tedbir] iyidir. Zaten Hazret-i İmam-ı Ali de radıyallahü anh kerametkârane [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bize ihtiyatı [dikkat, tedbir] tavsiye ediyor. Şimdi, Şark tarafında yeni bir hâdise: Bir şeyh tarafından, kendi müridleri ve halifeleri vasıtasıyla din lehinde, [tarafında] eskiden

296

beri meşhur olmuş Şeyh Ahmed [çokça medhedilen, övülen] namında türbedâr-ı Nebevî tarafından vasiyetname-i Peygamberî (a.s.m.) namında bir eser, o havalide gezmiş, intişar [açığa çıkma, yayılma] etmiş. Oralarda çalışan kahraman Selâhaddin’i bir derece ihtiyata [dikkat, tedbir] sevk edip, bütün siyasetlerin fevkinde [üstünde] ve siyasetlere tenezzül etmeyen Risale-i Nur cereyanı, öyle siyasete temas edebilen cereyanlarla iştiraki görünmemek için, daha ziyade ihtiyat [dikkat, tedbir] ve tevakkufa [durağan olma] mecbur olmuş. Bugün, beş ay, Ankara’ya bir vazifeyle gitmek için buraya geldi. Bir hafiye [gizli çalışan, casus] onu takip edip o da arkasından girdi. Ben o casusa, Selâhaddin kalktıktan sonra, dedim ki:

Risale-i Nur ve ondan tam ders alan biz şakirtleri, [öğrenci] değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nur’u âlet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz. Biz ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm [kuruntu] etmek divaneliktir.

Evvelâ: Kur’ân bizi siyasetten men etmiş, tâ ki elmas gibi hakikatleri, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] nazarında cam parçalarına inmesin.

Saniyen: [ikinci olarak] Şefkat, vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokada müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlarla müteallik [alakalı, ilgili] yedi sekiz mâsum biçare, çoluk çocuk, zaif, hasta, ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse, o sekiz mâsumlar o belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyaset yoluyla, idare ve âsâyişi ihlâl tarzında, neticenin husulü [meydana gelme] de meşkûk [şüpheli] olduğu halde girmek, Risale-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakikat şakirtlerini [öğrenci] men etmiş.

Salisen: [üçüncü olarak] Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükûmet, [yöneticiler, hükûmette olanlar] ne şekilde olursa olsun, Risale-i Nur’a eşedd-i ihtiyaçla [çok şiddetli ihtiyaç] muhtaçtırlar. Değil korkmak veyahut adâvet [düşmanlık] etmek, en dinsizleri de, onun dindârâne, hakperestâne [hakkı üstün tutarcasına] düsturlarına [kâide, kural] taraftar olmak gerektir. Meğer ki, bütün bütün millete, vatana, hâkimiyet-i İslâmiyeye [İslâmiyetin hâkimiyeti] hıyanet ola.

Çünkü bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi [sosyal hayat] ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halâs [kurtulma] olmak için, beş esas lâzım ve zarurîdir.

297

Birincisi: merhamet.

İkincisi: hürmet.

Üçüncüsü: emniyet.

Dördüncüsü: haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek.

Beşincisi: serseriliği bırakıp itaat etmektir.

İşte Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] baktığı vakit bu beş esası temin edip, hem âsâyişin temel taşını tesbit ve temin eder. Risale-i Nur’a ilişenler kat’iyen [kesinlikle] bilsinler ki, onların ilişmesi, anarşilik hesabına, vatan ve millete ve asâyişe düşmanlıktır. İşte bunun hülâsasını [esas, öz] o casusa söyledim. Dedim ki:

“Seni gönderenlere böyle söyle. Hem de ki: On sekiz senedir bir defa kendi istirahati için hükûmete müracaat etmeyen ve yirmi bir aydır dünyayı hercümerc [alt üst olma] eden harplerden hiçbir haber almayan ve çok mühim makamlarda çok mühim adamların dostâne temaslarını istiğna [ihtiyaç duymama] edip kabul etmeyen bir adama, ondan korkup, tevehhüm [kuruntu] edip, dünyanıza karışmak ihtimaliyle evhama düşüp tarassutlarla [baskı ve gözetim altında tutma] sıkıntı vermekte hangi mânâ var? Hangi maslahat [amaç, yarar] var? Hangi kanun var? Divaneler de bilirler ki ona ilişmek divaneliktir” dedik. O casus da kalktı gitti.

Umum kardeşlerimize, hususan erkânlara [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve matbaacılara, hususan Hizb-i Nuriyenin naşirleri [yayınlayan] olan Hafız Ali, kahraman Tahirî ve Hafız Mustafa ve rüfekalarına [refikler, arkadaşlar] birer birer selâm ediyoruz.

– 156 –

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim,

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükrediyorum ki, bu acip zamanda, sizin gibi hâlis, muhlis, [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] mahviyetli, [alçakgönüllülük] fedakâr kardeşleri bize ihsan [bağış] eylemiş.

Bu defa Hüsrev’in, Hafız Ali’nin, Hafız Mustafa’nın, Küçük Ali’nin birbirine hitaben yazdıkları dört mektuplarını okudum. En derin kalbimde bir sürur, [mutluluk] bir hiss-i şükran, bir memnuniyet hissettim. Bu çok kıymettar kardeşlerimin ne

298

derece âli [yüce] himmet [ciddi gayret] ve yüksek ruhlu, Risale-i Nur hizmetinde ne derece fedakâr olduklarını anladım. Ve Risale-i Nur böyle kuvvetli ve hâlis ellere tevdi edildiğinden, bize kat’î kanaat verdi ki, Risale-i Nur mağlûp olmayacak. Bu kuvvetli tesanüt [dayanışma] onu daima yaşattırıp parlattıracak.

Evet, kardeşlerim, sizler, ihlâs sırrını tam muhafaza ediyorsunuz. Bu kadar esbab-ı tefrika içinde vahdetinizi [Allah’ın birliği] muhafaza, hakikaten bir harikadır. Hafız Ali’nin hakikaten müstesna bir mahviyet [alçakgönüllülük] ve tevazuu [alçakgönüllülük] içinde ihlâsı ve fena fil’ihvan düsturunu [kâide, kural] muhafaza etmesi ve Hüsrev’in hakikaten tedbirce bana ihtiyaç bırakmayacak bir derecede tedbir ve dirayeti ve Hafız Ali gibi yüksek ihlâsı ve mahviyeti, [alçakgönüllülük] Hafız Mustafa’nın hizmet-i Nuriyede [Risale-i Nur Hizmeti] büyük iktidarı içinde kuvvetli bir sadakati ve fedakârâne teslimiyeti ve hem Abdurrahman, hem Lütfü, hem Hafız Ali mânâsını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali, Risale-i Nur hizmetini dünyada herşeye tercihan hayatının en büyük maksadı yapması ve sebeb-i ihtilâfa [anlaşmazlık ve uyuşmazlık sebebi] karşı kuvvetli mukavemeti bulunduğunu bu dört mektubunuz bana bildirdi.

Aynı sistemde, meselede alâkadar kahraman Tahirî ve kahraman Rüştü’nün dahi aynı hakikatte ve aynı ahlâkta bulunduklarını hiç şüphe etmiyoruz. Bu altı rüknün, [esas, şart] bu muvakkat [geçici] sarsıntıdan, hakikî bir tesanütle [dayanışma] birbirine el ele, omuz omuza, baş başa vermesi, altı yüz, belki altı bin kıymet-i mâneviyeyi alıyor diye, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Risale-i Nur hesabına hadsiz şükür ediyoruz ve sizi de tebrik ediyoruz. Isparta içindeki has ve hâlis kardeşlerimizden, bu âhir mektuplarda, Mehmed Zühtü, Isparta Hafız Ali’sinden haber alamadığımdan merak ettim. Rahatsız değiller mi?

Sandıklı tarafından, kemâl-i şevkle [tam bir istek ve arzu] ve ciddiyetle faaliyette bulunan Hasan Âtıf kardeşimizin bir mektubundan anladım ki, orada, perde altında faaliyetini durdurmak için bazı hocalar, bir kısım tarikata mensup adamları vasıta edip fütur [usanç] veriyorlar. Halbuki mesleğimiz, müsbet [isbat edilmiş, sabit] hareket etmektir. Değil mübareze, [karşı koyma] belki başkaları düşünmeye de mesleğimiz müsaade etmiyor.

299

Hem, müşterileri de aramaya mecbur değiliz. Müşteriler yalvarmalı. O kardeşimiz, hakikaten hâlis ve tam sadık; kalemi gibi kalbi, ruhu da güzel; fakat birden herşeyi mükemmel ister, onun için biraz sıkıntı çeker. Mümkün olduğu kadar hem ihtiyat [dikkat, tedbir] etsin, hem mübtedi’ hocalara mübareze [karşı koyma] kapısını açmasın. İnşaallah Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onu muvaffak eder. O mıntıkada kendi gibi hâlis rükünleri [esas, şart] bulur; belki de bulmuş.

Biz, başta onu ve onun etrafındaki Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] tebrik ediyoruz. Onların az hizmetlerine çok nazarıyla bakıyoruz. Ben buradan onlarla muhabere ve müşavere [istişare etme, danışma] edemediğimden, sizler benim bedelime, o kardeşlerimize hem selâmımızı, hem mânevî kazançlarımıza, haslar dairesinde, Âtıf’ın sadık rüfeka[refikler, arkadaşlar] ünvanı altında dahildirler. Her sabah yanımızda mânen bulunuyorlar.

– 157 –

Aziz, sıddık, müteyakkız, [uyanık ve dikkatli] samimî, müttehid, [aynı noktada birleşen] mübarek kardeşlerim,

Ben de sizi tebrik ediyorum ki, şeytan-ı cinnî [görünmeyen, cinnî şeytan] ve insînin desiselerini [hile, aldatma] akîm [neticesiz] bıraktınız. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizi bu hizmet-i Nuriyede [Risale-i Nur Hizmeti] daima muvaffak eylesin, âmin. Ve sizden ebeden râzı olsun, âmin.

Eskide, bir zaman Barla’da, bütün tarikatların şecere-i külliyesini tanzim ve istinsah [kopyasını çıkarma] etmek için Hafız Ali ile Hüsrev o vakit o işte bulundular, çalıştılar. Tâ o vakitte bu iki zât, ileride Risale-i Nur’a ehemmiyetli hizmette bulunacaklarını ve başta iki göz gibi, iki bakar bir görür diye kuvvetli bir temenniyle ümit etmiştim. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, o ümidim o zamandan beri tahakkuk [gerçekleşme] etti ve ediyor ve şimdi tam oldu.

Kardeşlerim, sizde vuku bulan küçücük kusurları çok i’zam etmeyiniz. Yalnız ben değil, belki zannediyorum ki, hakikate muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olan herkes tasdik eder ki, Isparta ve havalisindeki Risale-i Nur şakirtlerinde [öğrenci] fevkalâde bir sadakat ve sebat [kalıcı olma, sabit kalma]

300

ve uhuvvet [kardeşlik] ve ihlâs ve kahramanlık var ki, bu acip zamanda binler esbab-ı fesat ve ifsat [bozgunculuk, kargaşa] içinde vahdetlerini [Allah’ın birliği] ve ittifaklarını ve hizmette ciddiyetlerini muhafaza ediyorlar.

Bu kadar fırtınalı hâdiseler içinde Risale-i Nur’u muattal [boş, hareketsiz] bırakmadınız, söndürmediniz; belki öyle parlattırdınız ki, bizi de ışıklandırıp gayrete getirdiniz. Ve bilhassa bahar mevsiminde, umumî gaflette ve derd-i maişetin [geçim derdi] verdiği dehşetli belâ içinde böyle kemâl-i şevk [tam bir istek ve arzu] ve gayretle Risale-i Nur’a çalışmak, hakikaten bir inâyet-i İlâhiyedir. [Allah’ın inayeti, yardımı] Sizleri bütün ruhumuzla tebrik ediyoruz. Ve kalemlerini bizim hesabımıza çalıştırmaya karar veren altı müttehid, [aynı noktada birleşen] kahraman bir ruh, altı ceset ve altı yeni Said yerinde ve yirmi bir kardeşimi, yirmi bir Abdurrahman ve Abdülmecid yerinde kabul ediyorum. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o kalemlerin siyah nur olan mürekkeplerini, [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] hadis-i sahihin [hakkında şüphe edilmeyen ve doğruluğu kesin olarak bilinen Peygamberimizin sözleri] nassıyla, herbir dirhemini, yüz dirhem şehid kanı kıymetinde yevm-i haşir ve mizanda [ölçü] defter-i hasenatlarına [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] ilâve eylesin. Âmin.

Nakkaş [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] Mehmed ve Âsım’ın vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] Babacan, hem hayatta, hem Risale-i Nur hizmetinde bulunmaları beni mesrur [mutlu] eyledi.

– 158 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Merhum Mehmed Zühtü’nün vefatı, hakikaten Risale-i Nur cihetinde büyük bir zayiattır. Fakat, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, o mübarek zât, az bir zamanda Risale-i Nur’a pek çok hizmet eylemiş. Kırk elli sene vazife-i Nuriyesini, [Risale-i Nur vazifesi] sekiz-on senede tamamıyla yapmış. Ve mânen içimizde, dairemizde, o fevkalâde hizmetiyle, parlak bir surette yaşıyor. Hasenat cihetinde ölmemiş; daima defter-i âmâline, daha kesretli [çokluk] hasenat yazılıyor.

301

Hattâ ben de, eskide, sarih [açık] ismiyle bir kaç defa, “Risale-i Nur talebesi” ünvanıyla yüzer defa onu ve onu Risale-i Nur’a veren merhum pederini mânevî kazançlarıma şerik ettiğim gibi; şimdi sarih [açık] ismiyle bazı gün elli defaya yakın hissedar oluyor. Demek, onun hayat kazancı ziyadeleşmiş. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onun akaribine [akrabalar, yakınlar] sabr-ı cemil ve ona mağfiret-i [bağışlama] kâmile ihsan [bağış] eylesin. Âmin.

O mübarek, kalemini bize vermişti; ben de onu, hem Abdurrahman, hem Abdülmecid yerinde kabul etmiştim. Onu vefat etmemiş gibi, daima kalemi işler hükmünde kabul ediyoruz. İki yüze yakın mâsumları hanesinde, Kur’ân’ı ve Risale-i Nur’u ders veren o mübarek zât, aynen Abdurrahman gibi, az bir zamanda uzun bir ömrün vazifesini çabuk görmüş, bitirmiş, gitmiş. Kardeşimiz Kâtip Osman’ın onun hakkında yazdığı parlak fıkra [bölüm] Lâhikaya girdi. Hakikaten o zât, o fıkraya [bölüm] lâyıktır. İnşaallah Isparta’da o sistemde çoklar daha çıkacak, bu acıyı unutturacak. Benim tarafımdan onun validesini ve çocuklarını tâziye ediniz.

Risale-i Nur’un gayet ehemmiyetli bir şakirdi [talebe, öğrenci] olan Hulûsi Beyin ehemmiyetli mektubunu gördüm. Elhak, o kardeşimiz, birinciliğini daima muhafaza ediyor. Ben onu daima kalem elinde, Risale-i Nur’un işi başında biliyorum. Hem bütün muhaberelerimde birinci safta muhataptır. Onun suallerine yazılan Mektubat risaleleri ve onun yazdığı samimî mektupları, onun yerinde pek çok insanları Risale-i Nur dairesine celbetmiş ve ediyor. O, dediği gibi, bizden uzak değil. Hergün çok defa beraberiz. Muhaberemiz hiç kesilmemiş. Sizlerle konuştuğum vakit Hulûsi’yi içinde buluyorum. Sabri, nasıl onun hesabıyla benimle konuşuyor; benim bedelime de onunla konuşsun.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ederiz.

• • •

302

– 159 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin çok mübarek ve çok fâideli olan nuranî hediyelerinizi ve elmas kalemlerin yadigârlarını aldık. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onları yazan o kalem sahiplerine, herbir harfine mukabil on rahmet eylesin, âmin. Bu nurlu İhtiyar Risalelerinin bir nevi kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] şudur ki:

Emanet kapıya gelirken, sekiz seneden beri yalnız iki defa yanıma gelen buranın ihtiyar müftüsü, belediye reisiyle hilâf-ı memûl bir surette gelmeleri ânında, Emin de emaneti kapıya getirmesi; hem aynı günde, İhtiyarlar emaneti geldiği vakit, bu şehirde, Risale-i Nur’un ümmî ihtiyarların başında iki gayet ihtiyar zât, ayrı ayrı yerden, her ikisi ellerinde birer parça yoğurt teberrük [bereket vesilesi] getirmeleri; ve aynı günde Isparta kahramanlarının bir mümessili [temsilci] ve yanımıza yalnız üç defa gelen Hilmi Bey, bir günlük mesafeden gelirken, hilâf-ı memul olarak, emanet ellerimizde iken, güya hediyenin seyrine gelmiş gibi girmesi; hem aynı vakitte, bir iki keramet-i Nuriyeye medar [kaynak, dayanak] Hayri isminde bir şakirt [öğrenci] ve Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir şakirdi [talebe, öğrenci] ve Daday kasabasından gelen Fuad ile beraber girmeleriyle, elimizdeki emanetlerden, İstanbul’da okutmak için üç nüshayı Fuad’ın alması, elbette tesadüfî ve ittifakî [üzerinde birleşilmiş] değil, belki bu İhtiyarlar emanetine bir hüsn-ü istikbaldir [güzel bir şekilde karşılama] ve bu havalide hüsn-ü tesirine [güzel etki] bir işarettir.

Kardeşlerim,

Erkân-ı sitteden [altı esas] iki Ali ile Tahirî ve Hafız Mustafa, bu iki üç senede ve bilhassa bu havalide bana yardımları ve fütuhatları, [fetihler, yayılmalar] ya fevkalâde ihlâslarından veya yüksek iktidar ve faaliyetlerinden o derecededir ki, bu vilâyette Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] ebeden minnettar edip, Risale-i Nur’u dahi buralarda ebeden yerleştirdiler. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onlardan ve sizlerden ebeden razı olsun. Âmin.