KASTAMONU LAHİKASI – 160-171. Mektuplar (303-329)

303

Kalemlerini ümmîliğime yardım veren medrese-i Nuriye‘nin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] üstadı Hacı Hafız ve mahdumu [efendi, kendisine hizmet edilen] ve iki kardeş Mustafa ve Salih ve iki kardeş Ahmed [çokça medhedilen, övülen] ve Süleyman ve beş kardeş beraber talebe olup, üçü bize yardım etmeleri ve Babacan da, Âsım’ın ruhunu şâd edip, o sistemde yardımımıza koşması ve Zekâi de Lütfü’nün ruhunu mesrur [mutlu] edip, eski Zekâi gibi vazifesine sarılması ve Marangoz Ahmed [çokça medhedilen, övülen] ve Kâtip Osman ve Mehmed Zühtü (afallahu) ve Nuri ve Tenekeci Mehmed gibi, eski kıymettar hizmetleriyle Isparta’yı nurlandıran diğerleri gibi, Kastamonu’nun tenvirine [aydınlatma] de koşmaları ve şimdi tanıdığım Mustafa ve Mustafa ve Mustafa ve Eyyüb, kalemleriyle, eski dost gibi ümmîliğime yardım etmeleri, elbette, şüphesiz فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ 1 müjdesini tam tasdik ederler.

– 160 –

Aziz, sıddık, mücahid kardeşlerim Hasan Âtıf ve sadık rüfekası, [refikler, arkadaşlar]

Evvelâ: Bu şuhur-u selâse-i [üç aylar] mübarekenizi tebrik ediyoruz. Sizin kalemlerinizin yadigârları ve Risale-i Nur’dan ayrılmamak ve sebat [kalıcı olma, sabit kalma] etmek senetleri olan yazılarınızı ve dininizi dünyanın çok fevkinde [üstünde] tutmanıza işaret veren dünya sureti üstündeki çizgilerinizi ve iman hizmetinde daima sebat [kalıcı olma, sabit kalma] etmenize, vesikalar [belge] hükmündeki imzalarınızı, kemâl-i memnuniyetle aldık, kabul ettik. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizlere, hazine-i rahmetinden [Allah’ın rahmet hazinesi] onların hurufatı adedince defter-i a’mâlinize [amel defteri] haseneler yazsın. Âmin.

Aziz kardeşlerim,

Bu defa yazılarınızda İhlâs Risalelerini gördüğüm için, sizi o gibi risalelerin dersine havale edip, ziyade bir derse ihtiyaç görmedim. Yalnız bunu ihtar ediyorum ki, mesleğimiz, sırr-ı ihlâsa [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] dayanıp, hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] olduğu için, hayat-ı

304

dünyaya, hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] mecbur olmadan karışmamak ve rekabet ve tarafgirliğe ve mübarezeye [karşı koyma] sevk eden hâlâttan [durumlar, haller] tecerrüt [maddeye benzer şeylerden soyut olma ve zaman gibi kavramlarla sınırlanmama] etmeye mesleğimiz itibarıyla mecburuz. Binler teessüf [eseflenme, üzülme] ki, şimdi müthiş yılanların hücumuna mâruz biçare ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve ehl-i diyanet, [dindar insanlar] sineklerin ısırması gibi cüz’î [ferdî, küçük] kusuratı [kusurlar] bahane ederek, birbirini tenkitle, yılanların ve zındık münafıkların tahribatlarına ve kendilerini onların eliyle öldürmesine yardım ediyorlar.

Gayet muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] kardeşimiz Hasan Âtıf’ın mektubunda, bir ihtiyar âlim ve vaiz, Risale-i Nur’a zarar verecek bir vaziyette bulunmuş. Benim gibi binler kusurları bulunan bir biçarenin, ehemmiyetli iki mazeretine binaen bir sünneti (sakal) terk ettiğim bahanesiyle şahsımı çürütüp, Risale-i Nur’a ilişmek istemiş.

Evvelâ: Hem o zât, hem sizler biliniz ki: Ben, Risale-i Nur’un bir hizmetkârıyım ve o dükkânın bir dellâlıyım. [davetçi, ilan edici] O ise (Risale-i Nur), Arş-ı Âzamla [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] bağlı olan Kur’ân-ı Azîmüşşanla [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] bağlanmış bir hakikî tefsiridir. Benim şahsımdaki kusurat, [kusurlar] ona sirayet [bulaşma] edemez. Benim yırtık dellâllık [davetçi, ilan edici] elbisem, onun bâki elmaslarının kıymetini tenzil [indirme] edemez.

Saniyen: [ikinci olarak] O vâiz [nasihat veren] ve âlim zâta benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hattâ tecavüz edilse de bedduayla da mukabele [karşılama; karşılık verme] etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele [karşılama; karşılık verme] edemeyiz. Çünkü, daha müthiş düşman ve yılanlar var.

Hem elimizde nur var, topuz yok. Nur kimseyi incitmez, ışığıyla okşar. Ve bilhassa ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] olsa, ilimden gelen enaniyeti de varsa, enaniyetlerini tahrik etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar, وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا 1 düsturunu [kâide, kural] rehber edininiz.

Hem, Hasan Avni ismindeki zât, madem evvelce Risale-i Nur’a girmiş ve yazısıyla da iştirak etmiş, o daire içindedir. Onun fikren bir yanlışı varsa da affediniz.

305

Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet [dindar insanlar] ve tarikata mensup Müslümanlar, şimdi bu acip zamanda, imanı bulunan ve hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allah’ı tanıyan ve âhireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa, onlarla medâr-ı nizâ noktaları medâr-ı münakaşa etmemeyi, hem bu acip zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetimiz iktiza [bir şeyin gereği] ediyor.

Ve Risale-i Nur’un âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] intişarına [açığa çıkma, yayılma] karşı hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ve siyasiye cihetinde mâniler çıkmamak için, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] musalâhakârâne [barış yapma] vaziyeti almaya mükelleftirler.

Sakın hocaların Cuma ve cemaatlerine ilişmeyiniz. İştirak etmeseniz de, iştirak edenleri tenkit etmeyiniz. Gerçi, İmam-ı Rabbanî demiş ki: “Bid’a [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] olan yerlere girmeyiniz.” Maksadı, “sevabı olmaz” demektir; yoksa, namaz battal [bâtıl, boş, hükümsüz] olur değil. Çünkü, Selef-i Sâlihînden bir kısmı, Yezid ve Velid gibi şahısların arkasında namaz kılmışlar. Eğer mescide gidip gelmekte kebâire [büyük günahlar] mâruz kalırsa, halvethanesinde [yalnızca ibadet etmek ve çile doldurmak için kapanılan oda] bulunması lâzımdır.

Salisen: [üçüncü olarak] Hasan Âtıf’ın mektubunda, cesur ve sebatkâr [sebat eden] zâtlardan—ki “efeler” tâbir ediyor—bahis var. Biz, o cesur, sebatkâr [sebat eden] yeni kardeşlerimizi ruh u canla kabul ediyoruz. Fakat Risale-i Nur dairesine girenler, şahsî cesaretlerini kıymetleştirmek için, sarsılmaz bir sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metanete [gayret, kararlılık] ve ihvanlarının [kardeş] tesanüdüne [dayanışma] cidden çalışmaya sarf edip, o cam parçası hükmünde şahsî cesaretini, hakikatperestlik sıddıkiyetindeki fedakârlık elmasına çevirmek gerektir.

Evet, mesleğimizde, ihlâs-ı tâmmeden [tam bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme] sonra en büyük esas, sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metanettir. [gayret, kararlılık] Ve o metanet [gayret, kararlılık] cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki, öyleler, herbiri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede [Risale-i Nur Hizmeti] muvaffak olmuş âdi bir adam ve yirmi otuz yaşında iken, altmış yetmiş yaşındaki velîlere tefevvuk [üstün gelme] etmişler var.

Hem bir adam, kendi başına cesareti güzel de olsa, bir cemaat-i mütesanideye girdikten sonra, onların istirahatini ve sarsılmamalarını muhafaza etmek için, o şahsî cesareti istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edemez.

306

1 سِيرُوا عَلٰى سَيْرِ اَضْعَفِكُمْ hadis-i şerifinin sırrıyla hareket etmek, hem şimdilik, bu müşevveş [dağınık, karışık] vaziyetlerde çok zararlı, hem hocaları, hem ehl-i siyaseti [siyaset adamları, politikacılar] Risale-i Nur’a karşı cephe almaya ve tecavüz etmeye sebebiyet veren şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] ve ezan meseleleri ve Deccal ve Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] ünvanları, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] yabanîlere [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] karşı lüzumsuz medâr-ı bahis [söz konusu] ve münazaa [ağız kavgası; çekişme] edilmemek lâzımdır ve ihtiyat [dikkat, tedbir] etmek elzemdir ve itidal-i demmi [soğukkanlı davranış, düşünerek hareket] muhafaza etmek vaciptir. Hattâ, sizde cüz’î [ferdî, küçük] bir ihtiyatsızlık, [dikkat, tedbir] buraya kadar bize tesir ediyor.

Risale-i Nur, bir daire değil; mutedahil daireler gibi tabakatı var. Erkânlar [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve sahipler ve haslar ve nâşirler [neşreden, yayan, yayınlayan] ve talebeler ve taraftarlar gibi tabakat var. Erkân [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] dâiresine liyakatı olmayan Risale-i Nur’a muhalif cereyana taraftar olmamak şartıyla; dâire haricine atılmaz. Hasların hâsiyeti, [özellik] bulunmayan, zıt bir mesleğe girmemek şartıyla talebe olabilir. Bid’a [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] ile amel eden, kalben taraftar olmamak şartıyla dost olabilir. Onun için, az bir kusurla düşman sınıfına iltihak [karışma, katılma] etmemek için, dışarıya atmayınız. Fakat Risale-i Nur’un erkânlarında [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve haslarındaki esrarlar ve nazik tedbirlere onları teşrik etmemek gerektir.

– 161 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu iki günde iki küçük hâdiseler, dört beş meseleleri tahattur [hatıra gelme] ettirdi.

Birincisi: Salâhaddin Ankara’dan yazıyor ki, tarikat aleyhinde tecavüze başlamışlar. Hem Ankara’da, hem Şarkta o meselede tevkifat varmış. Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] her tarafta inayet-i Rabbaniye altında mahfuz [korunmuş] kalıyorlar. Onların kuvvetli ihlâsı ve tesanütleri [dayanışma] ve ihtiyatları, [dikkat, tedbir] o inayeti, [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] haklarında devam ettiriyor.

İkincisi: Bugünlerde herkes sıkıntıdan şekvâ [şikayet] ediyor. Âdeta mânevî havanın bozukluğundan, maddî ve umumî bir sıkıntı hastalığını vermiş. Hattâ bana da

307

birgün sirayet [bulaşma] etti. Bizim her derdimize ilâç olan Risale-i Nur’la meşgul olanlarda, o sıkıntı hastalığı ya yok veya pek azdır.

Üçüncüsü: Merhum Mehmed Zühtü’nün vefatı, Risale-i Nur’un hizmeti noktasında bizi çok müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etti. Fakat birden, geçen sene, Hafız Mehmed’in bütün müsadere edilen risalelerini, on gün zarfında, köyündeki Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] tarafından yazıp ona vermek, çok merdâne taahhütleri hatırıma geldi ve anladım ki, arslanlar yatağı olan Isparta ve havalisi, Mehmed Zühtü’nün hizmetini muzaaf [kat kat] bir surette yapacaklar ve o boşluğu dolduracaklar.

Dördüncüsü: Lâhikaya giren Ispartalı kardeşlerimizin mektuplarının bazılarında, Üstadları hakkında ifratla tavsifat [vasıflandırma, özelliklerini anlatma] gördüm. Kendime de baktım, o vasıflardan zekâtı da bana düşmüyor, benim hakkım değil. Dedim: “Acaba bu hakikatperest kardeşlerim, çok ikazatımla [uyarılar] beraber, bu hüsn-ü zan [güzel düşünce] ifratında, hem devamlarında fâideleri nedir?” Kalbe ihtar edildi ki: Onlar ve memleketleri ve Isparta havalisi, onların en büyük hüsn-ü zanları [güzel düşünce] derecesinde hüsn-ü zanlarının [güzel düşünce] yümnünü [uğur, bereket] gördükleri için, Beşkazalı Osman-ı Halidî ve Topal Şükrü gibi ehl-i velâyete [velâyet makamında olanlar, velî kullar] iktidaen, [uyarak] o nokta-i nazardan [bakış açısı] ifrat [aşırılık] etmemişler, bir hakikat görmüşler. Fakat, nasıl keşfiyat [keşifler] tevile ve rüyalar tâbire muhtaçtır; hususî hükümler tâmim [genelleştirme, yayma] edilse, bir cihette hatâ görünür. Öyle de, onlar, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] kendilerine ve memleketlerine ettiği fâideyi, o şahs-ı mânevînin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] mümessillerinden [temsilci] birisi olan, Üstad dedikleri bu kardeşlerine verip, o memleket hâdisesini umumî bir hâdise nazarıyla bakıp tâmim [genelleştirme, yayma] ederek, müfritane [ifrat eden, aşırıya giden] bir hüsn-ü zan [güzel düşünce] suretinde göründü.

Beşincisi: Hatıra geldi ki, Risale-i Nur’un eczaları çoktur. Herkes, muhtaç olduğu halde, bütününü elde edemez. Birden, Hüccetullahi’l-Bâliğa [delil] mecmuası, hatıra cevap olarak geldi.

Evet, Risale-i Nur’dan kesretli [çokluk] mecmualar çıkar ki, herbiri küçük, fakat kuvvetli Risale-i Nur olur. Her muhtacın eline geçebilir. Bu münasebetle, Yirmi Beşinci Sözün zeyillerini [ilave, ek] düşündüm. Şimdi benim yanımda dört beş nüsha var,

308

zeyilsizdirler. [ilave, ek] Mübareklerin bu defa gönderdikleri nüshanın zeylinde [ek] Rumuzat-ı [ince işaretler] Semaniye fihristesinden noksan alınmış Sûre-i اِذَا جَۤاءَ نَصْرُ اللهِ ve اِنَّۤا اَعْطَيْنَا 1 daki on üç elif, parmakla Fatiha‘da [açılış kısmı, baş, baş kısım] on üç elle işaretleri ve اِنَّۤا اَنْزَلْنَا işareti gibi ehemmiyetli parçalar yoktur.

Dünkü gün اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ 2 âyetine dair Yirmi Dokuzuncu Mektubun âhirinde, seyahat-i hayaliye [hayalî yolculuk] ve seyr-i kalbî risaleciğini okudum. Ve Birinci Şuada bu âyet, Risale-i Nur’a işaretini tahattur [hatıra gelme] ettim. Dedim: Bu iki nükte-i Nuriye ve تَغْرُبُ الشَّمْسُ فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ 3 hüccet, [delil] nükte [derin anlamlı söz] ve haşiyesiyle [dipnot] beraber Mu’cize-i Kur’âniye [Kur’ân mu’cizeleri] zeyilleri [ilave, ek] içine girse münasip olur. Siz dahi münasip görseniz yazılsın. İ’câz-ı Kur’ân nüktelerine [derin anlamlı söz] ait mühim parça bulsanız ilâve edebilirsiniz.

Altıncısı: Seksen küsur sene mânevî ve bâki bir ömrü kazandırmak sırrını taşıyan şuhur-u selâsenizi [üç aylar] ve leyle-i Regaibinizi [Regaib Gecesi; Receb ayının ilk Cuma gecesi] bütün ruhumla tebrik ediyorum.

İki üç gün evvel, Yirmi İkinci Söz tashih edilirken dinledim. Gördüm ki, içinde hem küllî zikir, hem geniş fikir, hem kesretli [çokluk] tehlil, [“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” mânâsındaki “lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme] hem kuvvetli iman dersi, hem gafletsiz huzur, hem kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hikmet, hem yüksek bir ibadet-i tefekküriye [Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde mahlûkat üzerinde düşünme ibadeti] gibi nurlar var. Bir kısım şakirtlerin [öğrenci] ibadet niyetiyle risaleleri, ya yazmak veya okumak veya dinlemekliğin hikmetini bildim. Bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] dedim, hak verdim.

Bu mektuptaki beş altı meseleyi yazarken, Nur fabrikası sahibi Hafız Ali’nin mektubuyla, ihlâsta ve çalışmakta ve ince düşünmekte mümtaz [seçkin] Hasan Âtıf’ın mektubunu aldık. Hafız Ali’nin mektubunda, Risale-i Nur şakirtlerinde [öğrenci]

309

sırr-ı ihlâsın [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] ne derece yüksek bir terk-i enaniyet ve hazz-ı nefsîden teberri [uzak olma] etmek gibi, ihlâsın en yüksek seciyeleri [huy, karakter] Risale-i Nur şakirtlerinde [öğrenci] tezahür ediyor diye bir delil oldu.

Ezcümle: Hafız Ali diyor ki: Hüsrev kardeşimiz kendi kalemiyle yazılan “mu’cizatlı Kur’ân’ı fotoğrafla tab’ına [baskı basma] taraftar olmaması ve demir harflerle müsaade oluncaya kadar beklemeye taraftar olması, onun fevkalâde ihlâsına ve nefsin huzuzatından teberrisine [uzak olma] kat’î delildir. Çünkü fotoğrafla tab [basma] edilse, onun kendi hattı olduğu için, binler Kur’ân nüshalarını kendi eliyle yazmış gibi âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] mânevî nazarında ve uhrevî sevap cihetinde büyük ve mâsumâne ve zararsız bir makamı terk edip, ihlâsın sırrı için, hazzını unutarak, demir harflere taraftar olmuş. Ve gösterdiği yanlışlar düşmek sebebi ise, demir harflerde üç defa tab’a [baskı basma] girmek noktasında dahi o yanlışlar bulunabilir.

Elhâsıl: [özetle, sonuç olarak] Hafız Ali’nin ihlâsından gelen ifadesi ve Hüsrev’i fevkalâde ihlâs noktasında takdir etmesi ve Hüsrev de, gayet büyük ve bâki bir hissesini bırakıp, benim eskiden beri tekrar ettiğim bir dâvâm—ki, Risale-i Nur’un hakikî şakirtleri, [öğrenci] hizmet-i imaniyeyi [iman hizmeti] herşeyin fevkinde [üstünde] görür; kutbiyet de verilse ihlâs için hizmetkârlığı tercih eder—beni o dâvâda bilfiil tasdik etmesi cihetinden, bütün kuvvetimizle bu gibi kardeşlerimizi tebrik ediyoruz.

Kardeşimiz Hasan Âtıf’ın mektubundan anladık ki, hakikaten tam çalışıyor. Kendi tâbiriyle, Risale-i Nur’un mücahidlerinin ve efelerinin kalem yadigârlarını bize hediye olarak irsal [gönderme] ettiğine mukabil deriz: Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ebeden onlardan razı olsun. Ve daha çok manidar yazdığı cümleler içinde, bir parça ehl-i bid’aya [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] şiddet gördüm. Zaman, zemin, Risale-i Nur’un müsbet [isbat edilmiş, sabit] mesleği, ehl-i bid’a [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] ile değil fiilen, belki fikren ve zihnen dahi meşgul olmaya müsaade etmez. İhtiyat her vakit lâzım. O hâlis kardeşimiz, inşaallah [Allah dilerse] oralarda kendi gibi çok hâlis şakirtleri [öğrenci]

310

yetiştirecek. Biz buradaki duamızda, Âtıf’la beraber oradaki bütün rüfekalarını [refikler, arkadaşlar] teşrik ediyoruz. Ben bizzat onlarla muhabere etmek istiyorum. Fakat madem Isparta o vazifeyi daha mükemmel yapıyor; o vazifeyi onlara bırakıyorum.

Hafız Ali’nin mektubunun âhirinde, medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] kahramanlarından ve Hüsrev sisteminde Ahmed [çokça medhedilen, övülen] ve kardeşi Süleyman hakkında takdiratı bizi mesrur [mutlu] eyledi. Zaten o, medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] şakirtleri, [öğrenci] benim nazarımda, eskiden beri bir gaye-i hayalim [hayal edilen gaye] olan Medresetü’z-Zehranın talebeleri suretinde düşünüyordum. Ve derdim: “Onlar, bunlar oldu. Veya bunlar, onların dümdarlarıdır.”

– 162 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin Miracınızı [Allah’ın huzuruna yükselme] tebrik ve Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] Sahibinin (a.s.m.) sünnet-i seniyesine sizi ve bizi tam muvaffak eylemesine rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] niyaz ediyoruz. Size, bu bir iki gün zarfında, nazar-ı dikkati celb [çekme] eden bir iki küçük meseleyi yazıyorum.

Evvelâ: Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] bir kısmı bekâr kalmaklığın çok sebeplerinden bir sebebini gösteren bir hâdise. Bugünlerde, gençlik darbesini yiyen ve bekâr kalan ve tesellî bulmak için Risale-i Nur’la alâkadarlığa çalışan ve mühim bir mektepte ders almaya meşgul ve ehemmiyetli bir adamın kerimesi bulunan hanıma icmalen [kısaca, özet olarak] bir hakikat söyledim. Belki o havalide bazılara fâidesi var diye yazıyorum.

311

Dedim ki: Madem gençlik darbesini yedin, bir vazife-i fıtriye [yaratılıştan gelen görev] olan tenasül [üreme] kanununa daha girme. Çünkü o vazifenin mukabilinde ücret olarak erkeğin aldığı muvakkat [geçici] lezzet ve keyif bir derece bidayette kâfi [yeterli] geliyor. Fakat, biçare kadın, o vazife-i fıtriyede, [yaratılıştan gelen görev] bir sene ağır yükü çekmeye ve bir-iki sene veledin [çocuk] meşakkatine, beslemesine ve açık saçıklık sebebiyle kocasının nazarında sadakatsizlik ittihamı [suçlama] ve kocasının da gözü dışarıda olmak ihtimali ve ona samimî merhamet etmemesi cihetiyle, daimî sıkıntılara ve vicdanî azaplara mukabil, izdivaçta [evlilik] aldığı muvakkat [geçici] bir keyif ve lezzet, bu bozuk zamanda, ona, o vazifeye mukabil yüzden birisine mukabil gelemiyor. Ve bilhassa, küfüvv-ü [denk] şer’î tâbir edilen, birbirine seciyeten [huy, karakter] ve diyaneten liyakat bulunmadığından, daha ziyade azap çektirir. Ve bilhassa terbiye-i İslâmiye [İslâm terbiyesi] haricinde, Müslüman namı altında olanlar, imandan gelen hürmet ve merhamet-i mütekabileyi bulamadıklarından, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi [hayatın mutluluğu] mahvediyor, cehennem azâbını çektiriyor.

Hem peder, hem valide, tenasül [üreme] kanunundaki vazifede çektikleri çok meşakkat ve gördükleri çok hizmete mukabil, yalnız veledin [çocuk] dünyada, kemâl-i hürmet [tam bir saygı] ve itâatle şefkatlerine ve hizmetlerine bedel, hâlis bir hürmet ve sadıkane bir itaat ve vefatlarından sonra, salâhatiyle [dindarlıkta çok ileri olma hali] ve hayratıyla ve dualarıyla onların defter-i a’mâline [amel defteri] hasenat yazdırmak ve on beş seneden evvel mâsumen ölmüşse onlara kıyamette şefaatçi olmak ve Cennette, onların kucağında sevimli bir çocuk olmaktır.

Şimdi ise, terbiye-i İslâmiye [İslâm terbiyesi] yerine mimsiz medeniyet [“deniyet”, aşağılık] terbiyesi yüzünden, ondan, belki yirmiden, belki kırktan bir çocuk ancak peder ve validesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil mezkûr [adı geçen] vaziyet-i ferzendâneyi gösterir. Mütebakisi, [geri kalan kısım] endişelerle, şefkatlerini daima rencide ederek, o hakikî ve sadık dostlar olan peder ve validesine vicdan azabı çektirir. Ve âhirette de dâvâcı olur: “Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?” Şefaat yerinde, şekvâ[şikayet] olur.

İkinci mesele: Dünkü gün, beş tevafuk-u lâtifeden [güzel münasebet, denklik ve uygunluk] kat’î bir kanaat bize geldi ki, en cüz’î [ferdî, küçük] ve ehemmiyetsiz işlerimizde de inayetkârâne [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] bir dikkat altındayız.

312

Birincisi: Ben kapıya çıktığım vakit, memulün hilâfında, Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] dört tane Ahmed‘ler, [çokça medhedilen, övülen] bana alâkadar birer maksadı yapacak; birden, beraber kapıya geldiler: iki tane köylerden, ikisi de burada ayrı ayrı mahallelerden.

Hem yine, Risale-i Nur’un mühim bir talebesi, Köroğlu Ahmed‘e [çokça medhedilen, övülen] bir miktar yoğurt, hem teberrük, [bereket vesilesi] hem tayin olarak verdik. Daha elinde yoğurdu tutarken, Risale-i Nur’un mâsum talebelerinden Hilmi’nin mahdumu [efendi, kendisine hizmet edilen] Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] elinde, öteki Ahmed‘e [çokça medhedilen, övülen] verdiğim miktar yoğurtla kapıyı açtı. Risale-i Nur talebelerinden altı Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] bir günde bu çeşit tevafukatı, [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] tesadüfe benzemez; belki o Ahmed‘lere [çokça medhedilen, övülen] nazar-ı dikkati celbeden [dikkat çekme] bir işarettir.

İkincisi: Muhacir, fakir bir kadın benden bir teberrük [bereket vesilesi] istedi. Ben de bir gömlek verdim. Beş dakika sonra, aynı isimde bir kadın, bir gömleği bana kabul ettirmek için mühim bir vasıtayı bulup gönderdi. Tevafuk hatırı için kabul ettim.

Hem aynı gün, bazı müstehak zâtlara yarı yağımı verirken kap fazla almış, pek azı bana kaldı. Aynen, onlar daha o yağı almadan, benim niyetimde bana kalacak miktar kadar uzak bir köyden, kitaplarımı okumak mukabiline geldi. Onu da o tevafuk hatırı için kabul ettim.

Üçüncüsü: Aynı günde ben, at üzerinde seyahate (gezmeye) giderken, arkamda bir atlı sür’atle geliyor. İndi, ayağıma, üzengiye sarıldı: tanımadığım bir adam.

Dedim: “Sen kimsin, bu kadar dostluk gösteriyorsun?”

Dedi: “Ben Kuzca hatibiyim.” Halbuki Kastamonu’da hiç bu namda bir karye [köy] bulunduğunu bilmiyordum. Sonra geldim. İki Ispartalı asker yanıma geldiler.

Birisi dedi: “Ben Kuzca hatibinden sana mektup getirdim.”

Bu acip tevafuk bana, bu iki ayrı ayrı vilâyette, hem böyle tevafuk etmeleri, Risale-i Nur hizmetinde sadakatle çalışmalarına bir işarettir.

Bu münasebetle Sabri, Kuzca hatibine, benim tarafımdan çok selâm etsin. Onu has talebeler içinde mânevî kazançlara şerik ediyoruz. Hususî mektup yazmak âdetimiz olmadığından, ona ayrıca mektup yazamadığımızdan gücenmesin. Tatlı bir tevafukun meyvesini, aynı gün daha şirin bir tarzda gördüm. Şöyle ki:

İki asker, kemâl-i sevinçle, [tam ve mükemmel sevinç] gayet dostâne, “Sen Ispartalısın, bizim hemşehrimizsin.”

313

Ben de dedim: “Maaliftihar, [iftiharla, memnuniyetle] her cihetle Ispartalıyım. Isparta taşıyla, toprağıyla benim nazarımda mübarektir, benim vatanımdır ve herbiri yüze mukabil, yüzer ve binler hakikî kardeşlerimin meskat-ı re’sleridir.” [bir kimsenin doğduğu yer]

Evet, bu havaliye gelen Ispartalılar asker olsun, başkalar olsun, ekseriyet-i mutlakayla [büyük çoğunluk] beni hemşehri biliyorlar. Hangisi benimle görüşüyor, “Sen Ispartalı mısın?”

Ben de diyorum: “Maaliftihar, [iftiharla, memnuniyetle] ben Ispartalıyım.” Ve Isparta’da o kadar hakikî kardeşlerim ve akariblerim [akrabalar, yakınlar] var ki, meskat-ı re’sim [bir kimsenin doğduğu yer] olan Nurs karyesine [köy] pek çok cihetlerle tercih ediyorum. Ve büyük Isparta’nın bir küçük evlâdı hükmünde olan Isparit nahiyemize, büyük Isparta’nın birtek köyünü tercih ediyorum. O kadar hâlis, kahraman kardeşleri bana veren Isparta, taşı da, toprağı da bana ve belki Anadolu’ya mübarek olmuş. İnşaallah hem Anadolu’ya hem âlem-i İslâma [İslâm âlemi] neşrettikleri Nur tohumları birer rahmete mazhar [erişme, nail olma] olur, sümbül verir. Hem gıda, hem ziya, hem deva olup mânevî galâ ve veba ve zulmü ve zulmeti dağıtır.

Dördüncüsü: Sabık [daha önceden geçen] üç tevafuku yazdıktan sonra, büyük Hafız Ali’nin gayet güzel mektubuyla, Hulûsi-i Sâlis Abdullah Çavuş’un mânidar mektubu ve Hulûsi Beyin ve Kâtip Osman’ın kıymetli mektuplarını aldım. Hafız Ali’nin mektubunda yazdığı şu fıkra, [bölüm] Konya âlimlerinin Risale-i Nur’u yazmakta ve takdir etmekte olduklarını ve tefsir sahibi Hoca Vehbi’nin (r.h.) Risale-i İhlâs karşısında mağlûbiyetle beraber, Risale-i Nur’a karşı hayran ve takdirkâr [takdir eden, beğeniyi ifade eden] olması münasebetiyle, Hafız Ali demiş:

“Risale-i Nur’un bir kerametidir, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] öküze et ve arslana ot atmaz. Öküze ot verir, arslana et verir. O arslan Hocanın en evvel İhlâs Risaleleri eline geçmiş.”

İşte, Hafız Ali’nin bu mektubunu aldığımdan ya altı, ya yedi gün evvel, Karadağ’dan inerken, birden diyordum: “Yahu, ata et, arslana ot atma; arslana et, ata ot ver.”

Bu kelimeyi beş altı defa hoşuma gitmiş, tekrar ediyordum. Ya Hafız Ali benden evvel yazmış, bana da söylettirdi; veyahut ben evvel söylemişim, ona yazdırılmış. Yalnız bu garip tevafukta bir farkımız var. O, “öküze ot” demiş, ben “ata ot” demişim.

314

– 163 –

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] kuvvetli, metin, [sağlam] ciddî, sarsılmaz, fedakâr arkadaşlarım ve seyahat-i berzahiye ve uhreviyede nuranî yoldaşlarım,

Sizin, herbir dirhemi yüz dirhem şüheda [şehitler] kanı kadar kıymettar siyah nuru akıtan mübarek kalemlerinizin bu defaki kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hediyelerin herbir harfine mukabil, Cenab-ı Erhamürrâhimîn sizlere bin rahmet eylesin. Âmin.

Bu gaflet ve sıkıntılı ve usançlı mevsimde ve dünya meşgaleleri içinde bu fedakârâne gayretiniz ve sa’yiniz, [çalışma] hakikaten bir inâyet-i hassadır [özel yardım] ve bir keramet-i Nuriyedir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizlerden ebeden râzı olsun. Âmin.

Elmas kalemlerini, bize yardım için, yirmi bir Abdurrahman ve Abdülmecid’lerin bu kadar çabuk nüshaları yetiştirmeleri ve kabri pürnur olan Mehmed Zühtü’nün, berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] dahi kalemini bizim hesabımıza istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmesi hükmünde, onun metrukâtından nüshaların gönderilmesi, bizi derinden derine sürurla [mutluluk] şükre sevk etti.

Eski talebeliğim zamanında mevsuk [güvenilir, delilli, vesikalı] [belge] zâtlardan, onlar da mühim imamlardan naklederek işittim ki: “Ciddî, müştak, [arzulu, aşırı istekli] hâlis talebe-i ulûm, [ilim talebeleri] tahsilde iken vefat ettikleri zaman, berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] aynı tahsil misâli ve bir medrese-i mâneviyede bulunuyor gibi, o âleme muvafık bir vaziyet ihsan [bağış] ediliyor” diye, o zaman talebe-i ulûm [ilim talebeleri] içinde çok defa medâr-ı bahs oluyordu. Şimdi bu vakitte, talebe-i ulûmun [ilim talebeleri] en hâlisleri Risale-i Nur talebeleri olduğundan, elbette merhum Mehmed Zühtü, Âsım ve Lütfü gibi zâtların vazifeleri devam ediyor. Defter-i a’mallerine hasenat yazmak için, manevî kalemleri inşaallah [Allah dilerse] işliyorlar. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür ediyoruz ki, sizdeki fevkalâde gayret ve çalışmak matbaaya ihtiyaç

315

bırakmıyor. Bu defa gönderdiğiniz risaleler çok güzel, çok mükemmel, çok da lüzumlu. Fakat ben sehvetmiştim. [yanlış, hata] On Birinci Lem’a [parıltı] ile Telvihat-ı Tis’ayı yazmadığımız halde, yazmışım zannediyordum.

Minhâcü’s-Sünne bizde var. On bir nükteden [derin anlamlı söz] ibaret olan On Birinci Lem’a, [parıltı] Mirkatü’s-Sünne [sünnetin merdiveni; sünnetin dereceleri] ve Telvihat-ı Tis’a ile ve ona zeyl [ek] olarak dört hatveden ibaret, Risale-i Kaderin [Kader Risalesi (Yirmi Altıncı Söz)] zeyli [ek] iken, On Yedinci Sözün zeyline [ek] giren parça dahi, telvihata zeyil [ilave, ek] olarak yazılsa münasip olur.

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1 âyetinin tecellîsine bakan bir seyahat-i kalbiye-i [kalple yapılan manevî yolculuk] hayaliyeye dair iki üç sahifelik Yirmi Dokuzuncu Mektubun âhir kısımlarındaki parça dahi içlerinde bulunsa güzel olur. Şimdi size, musibet yüzünden bir inâyet-i hâssa[özel ilgi, yardım] fazla dua etmenize vesile olmak için yazıyorum.

Bugün, dört saat evvel ben, yalnız, Karadağ’ın hâli [boş] ormanları içinde idim. Gayet titiz bir ata binmiştim. Ben binerken, birden dizgin kayışı koptu. O da fena ürktü, ma’reke takıldı. Beni öyle fena bir tarzda çiftelerle yere düşürdü. Ben o halde sağ elim, sol ayağım kırılmış gibi ihtimal verdiğim gibi, vaziyet de öyle gösteriyordu. At da başkasının malı. O hâli [boş] orman içine daldı. Etrafta hiç kimse yok ki, imdada yetişsin. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükrediyordum; el, ayağım kırılmamış, çok ziyade incinmiş iken, yine şemsiyeyle yürüyebildim. O titiz at da ormana dalıp, yolsuz bir istikamete, [doğru] benim yürüyüşümle yürüyerek, on beş dakikalık bir mesafeye bir saatte yetiştik. At su içmekte iken, Nuriye isminde bir kadın geldi. Elinde ekmek, bir parça ekmeği ata verip, tutuldu. Ben de Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür, o vakit binebildim, odaya geldim. Birden öyle bir tufanlı yağmur oldu; hücremin önünde bir sel olarak gördük. Eğer o su, o Nuriye’ye rast gelmeseydi, o hâli [boş] yerde, o yağmur altında, at da başkasının malı, kaybolmak gibi çok musibetlerden Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] muhafaza eyledi.

Bu küçük musibette dokuz cihette nimet olduğunu tasdik ettik. Ve bu nevi hıfz u himâyet, sizlerin samimî dualarınızın bir neticesi olduğu kanaatindeyiz.

316

Ve bu dokuz cihetle medar-ı şükran [şükrü gerektiren] hâdise dün aldığımız hediye-i Nuriye’nin çok fâideli olduğuna işarettir. Çünkü, darb-ı meselde [atasözü] meşhurdur ki: birşeyde zahmet, meşakkat, alâmet-i makbûliyettir. [bir şeyin kabul görmesinin işaret ve belirtisi] Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ve dualarını istiyoruz.

– 164 –

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim,

Bu mübarek eyyam ve leyâlî-i şerifede mübarek dualarınıza daha ziyade ihtiyacımı göstermek için, bundan evvelki mektupta, titiz atın yüzünden gelen musibet gerçi ondan dokuzu nimete inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etti. Ondan birisi:

Eskiden beri bende bulunan kulunç [özellikle omuzlarda olan şiddetli ağrı] illetine [asıl sebep] ve romatizma hastalığına iltihak [karışma, katılma] edip, beni yatağa düşürdü. Fakat merak etmeyiniz, ben kalkıyorum, geziyorum. Kat’iyen, [kesinlikle] bugün gönderdiğiniz risaleleri tashih ederken kanaatım geldi ki, o musibetin bâki kalan ondan birisi, on derece bir nimet hükmünde oldu. Ve on adetten ziyade fâidelerinden bir fâidesi şudur ki:

Ben tashihatta gerçi usanmıyordum; fakat her tashihte yine ders alıp istifade etmek bir âdetimdi. Bazı çok zevk alıyordum. Bu mevsimde dağlarda, bağlardaki güzel san’at-ı İlâhiyeyi [Allah’ın san’atı] temâşâ zevki, o tashihteki zevkime galebe [üstün gelme] ediyordu. Bu yeni musibetteki mütemadiyen kendini ihsas [hissettirme] eden hastalık, kemâl-i zevk ve şevkle, Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın Lem’asıyla, [parıltı] Hastalık Lem’asını [parıltı] her nüshada yeniden görüyorum gibi okuyup tashih ediyorum. Kat’iyen [kesinlikle] şüphem kalmadı ki, o zahmetli hastalık, o lezzetli, rahmetli [şefkatli] vazife-i Nuriye [Risale-i Nur vazifesi] için verilmiş. Gerçi harekâtımda namaz ve abdestte sıkıntı veriyor; fakat hastalıkla ubudiyet [Allah’a kulluk] muzaaf [kat kat] sevabı olduğu gibi, bu tashihat-ı vazife-i Nuriyedeki zevk, o sıkıntıları hiçe indirdi.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ * 1

317

Saniyen: [ikinci olarak] Sizin nüshalarınızda bazan bir yanlış, bir kaç nüshada aynen bulunur. Demek mânâ iyi anlaşılmamış, öyle kalmış. Meselâ, İktisadın âhirlerinde, Hüsrev’in haşiyesinde, [dipnot] beşinci satırında, “Ulema ise, masraflarından, mallarının kıymetini bilmedikleri” cümlesi yanlıştır. Sahihi ise, “Ulema ise, marifetlerinden, [Allah’ı bilme ve tanıma] mallarının kıymetini bildikleri için.” Hem bu satırın arkasındaki “arkasında” kelimesi yanlış, sahihi, “arasında”dır.

– 165 –

Aziz, sıddık, mübarek, fedakâr kardeşlerim,

Dün, altı ehemmiyetli mektuplarınızı aldım. Her mektubunuza uzun bir mektup yazmak cidden arzu ederdim. Hem de hakkınızdır; fakat bu hurufatı yazan Feyzi şahittir ki, altı gecedir altı saat yatamadım. Yalnız bu altıncı gece, bir buçuk saat kadar yatabildim. Onun için, bu ehemmiyetli mektuplara kısacık birer cümleyle iktifa [yetinme] ediyorum.

Evvelâ: Risale-i Nur santralı ve Hulûsi, Hakkı, Süleyman’ı temsil eden Sabri kardeşim,

Öşür, şer’î zekâttır. Zekât ise, müstehaklaradır.

Saniyen: [ikinci olarak] Gül fabrikası gülistanlarını ve merhum bedevî bülbüllerini konuşturan Hüsrev kardeş,

Risale-i Nur, Isparta’yı, âfât-ı semaviye ve arziyeden muhafazasına sebep olduğunu, çok hâdisatla beraber, bu yeni zelzele hadisesi ve muarız [itiraz eden, karşı gelen] hocanın dolularla başının tokatlanması, yeni bir hücceti [delil] oluyor. Ve Mu’cizât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın mu’cizeleri] lâhikasını, sizin isabetli fikrinize havale ediyoruz. Hem siz, yazdığınız miktarı gönderiniz. Biz burada tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] eder, size de sonra haber veririz.

Salisen: [üçüncü olarak] Nur fabrikasının sahibi Hafız Ali kardeş,

Senin Risale-i Nur’a karşı harika ihlâs ve irtibat ve itikadın, [inanç] inşaallah [Allah dilerse] o Nurları o havalide daima parlattıracak. Senin, o büyük zelzelenin gürültüsünü

318

işitmemen ve zelzeleyi hissetmemen, tokadını yiyen hoca gibi, Risale-i Nur’un bir nevi kerametidir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Demek, değil şakirtlere [öğrenci] zarar vermek, belki inâyetkârâne, [düzenleme ve özen gösterme tarzında] vücudunu da bazı haslara bildirmiyor, korkutmuyor.

Rabian: [dördüncü olarak] Bizi ve Kastamonu şakirtlerini [öğrenci] kıyamete kadar minnettar eden ve müstesna kalemiyle Risale-i Nur’un hemen umumunu bu havaliye yetiştiren ve evlât ve peder ve vâlideleri [baba] ve refikasıyla [arkadaş, yoldaş, yardımcı] Risale-i Nur’a hizmet eden kahraman Tahirî kardeşim,

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hanenizdeki hemşireme, hem bana şifa ihsan [bağış] eylesin. Hastalığıma ait bir parça size geliyor. Peder ve validenize de benim tarafımdan deyiniz ki: “Tahirî gibi kahraman bir şakirdi [talebe, öğrenci] Risale-i Nur’a yetiştiren ve o vasıtayla defter-i â’mâllerine daima hasenat yazdıran bir şakirdi [talebe, öğrenci] bize kardeş veren o mübarek zâtlar, inşaallah [Allah dilerse] bu saadeti daima idame ettirecekler. Dünyanın cam parçalarını, o elmaslara tercih etmeyecekler. Onlar, hususî duamızda dahildirler.”

Hâmisen: [râbianın altmışta biri] Mücahidlerin üstadı ve efelerin hakikî bir nâsihi ve Risale-i Nur’un hâlis muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] bir şakirdi [talebe, öğrenci] olan Hasan Âtıf kardeşim,

Senin uzun ve tesirli ve ehemmiyetli mektubun içindeki edîbâne, gayet ince hissiyatın ve sana mahsus lâtif [berrak, şirin, hoş] tâbiratın hoşuma gitti. Kardeşim, mübtedi’lerin ve hodfuruşların ve mülhidlerin [dinsiz] ilişmelerinden teessüratın [üzülme, etkilenme] beni, senin hesabına müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etti. Evvelce size yazdığım mektup, inşaallah [Allah dilerse] o teessüratı [üzülme, etkilenme] izale [giderme] eder. Risale-i Nur’un mesleği ise, vazifesini yapar, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vazifesine karışmaz. Vazifesi tebliğdir; kabul ettirmek, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vazifesidir.

Hem, kemiyete ehemmiyet verilmez. Sen o havalide bir tek Âtıf’ı bulsan, yüzü bulmuş gibidir. Merak etme. Hem, mümkün olduğu kadar hariçten gelen küçük ilişmelere ehemmiyet verme. Fakat ihtiyatla, [dikkat, tedbir] bu atâlet [hareketsizlik] mevsimi ve gaflet zamanı ve derd-i maişet [geçim derdi] iptilâ[insanın kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] derecesini ortaya çıkaran imtihan, tecrübe] zamanında cüz’î [ferdî, küçük] bir iştigal [meşgul olma, uğraşma] de ehemmiyetlidir.

319

Tevakkuf [durağan olma] değil, muvaffakiyetsiz mağlûbiyet yok! Risale-i Nur’un her tarafta galibâne fütuhatı [fetihler, yayılmalar] var.

Sâdisen: [hâmisenin altmışta biri] Eski dost ve kardeş ve Risale-i Nur’un o zamanda ciddî bir talebesi ve Isparta hayatımda bana hüsn-ü hizmetle [güzel hizmet] samimî bir arkadaş ve himmeti [ciddi gayret] uzun, eli kısa, aziz kardeşim Mehmed Celâl,

Seni, o zamandan beri unutmadım. Çok zaman Risale-i Nur dairesinde kalemiyle çalışanlar içinde isminle hissedar oluyordun. Senin yüksek istidadını [kabiliyet] ve ulüvv-u himmetini Risale-i Nur’da istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmek arzuluyordum. Demek, derd-i maişet, [geçim derdi] sizi bir derece kayıt altına aldı. Başta mübarek baban, hanenizde bulunanlara bilmukabele selâm ediyorum. Ve bilhassa Mehmed Seyrani Hayyat’a çok selâmla beraber, eğer benim orada iken tanıdığım ve Hüsrev sisteminde telâkki [anlama, kabul etme] ettiğim Mehmed Seyrani ise, onun bin selâmına selâmla mukabele [karşılama; karşılık verme] edip, o Seyrani, o zamandan beri Risale-i Nur’un bir cüz’üne bahsi girdiği ve silinmediği gibi, hatırımda da silinmemiş. Çok defa bekliyordum ki, Seyrani, Hüsrev’in arkasında koşup çalışsın. Demek, onu da derd-i maişet [geçim derdi] bağlamış.

Sâbian: [sâdisenin altmışta biri] Risale-i Nur’un erkân-ı mühimmesinden Halil İbrahim’in on dört yaşındaki evlâd-ı mânevîsi, Risale-i Nur dairesindeki mâsum şakirtlerin [öğrenci] dairesinde inşaallah [Allah dilerse] ehemmiyetli mevkii alacak ve o küçük şahsiyette parlak, büyük bir şakirt [öğrenci] ruhu görünüyor. Mektubunda çocukça konuşmamış; gayet müdakkikâne [dikkatli] büyük bir âlim gibi konuşması bizi çok sevindirdi. Mâşâallah, bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] dedirtti.

Sâminen: [dinleyen, işiten] Evvelce haber aldığınız hastalığıma dair bir noksan parça, dualarınıza ve geçen Ramazan gibi mânen yardımlarınıza vesile olmak için, o hastalık münasebetiyle yanımıza gelen bazı zâtlara söylediğim ve noksan kalmış bir fıkra[bölüm] yazıyorum. Şöyle ki:

Halimi soranlara dedim ki: Hem nazar, hem ervah-ı gayr-ı tayyibe cihetinden başıma gelen bu musibet, rahmet-i İlâhiyeyle, [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] on adetten bire indi, dokuzu nimet oldu. Bâki kalan birisi de, dokuz menfaati oldu.

320

Birinci menfaati: Hastalıkta her saat ibadeti, dokuz saat ibadet hükmüne getirdi.

İkinci fâidesi: On beş hasta risalesini, tam zevkle tashih etmek ve bu hastalık zamanında, hastalara ve muhtaç olanlara çabuk yetiştirmeye sebep oldu.

Üçüncü fâidesi: Eski Said’i, Yeni Said’e kalb eden eski bir hastalık gibi, şimdi de, Risale-i Nur’un parlak bir tarzda intişarı, [açığa çıkma, yayılma] Yeni Said’i de dünyayla bir derece alâkadar ettiği cihetle, o halin zararından kurtulmaya sebep oldu.

Dördüncüsü: Bu mübarek aylarda, pek çok iştiyak [arzu, istek] ve ihtiyaçla fazla a’mâl-i uhreviyede [âhirete ait ameller, işler, fiiller] bulunmak arzusuyla beraber, mevsim ve bazı esbap [sebepler] cihetiyle muvaffak olamayarak fazla müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] idim. Bu hastalık, tam bu aylara lâyık bir tarzda, hastalıktan gelen ihlâs ve kesret-i sevap cihetiyle azîm bir menfaati oldu. Beni gündüzde dağ ve bağları gezmekten men ettiği gibi, gece uyku ve gafletten kurtarıp, kemal-i tazarru ve niyazla geceleri ihyaya [diriltme] sebep oldu.

Beşincisi: Geçenki Ramazan’daki hastalık gibi, bu hastalık dahi, fedakâr kardeşlerimin şefkatlerini heyecana getirip, benim hesabıma a’mâl-i uhreviyelerinin [âhirete ait ameller, işler, fiiller] bir nevi zekâtını vermek; nâkıs, [eksik] kusurlu sermayemi, birden ona, belki yüze ve bine çıkarmaya sebep olmasıdır.

Altıncı fâidesi: Hastalara, yirmi beş devâ-i imanî veren risalenin ilâçlarını nefsimde tatbik ederek ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] olduğunu tasdik edip, asap ve sinirden gelen ziyade hassasiyetimden kıymetsiz, fâni işleri lüzumsuz ve endişeli meraktan ve fâidesiz ve zararlı alâkadan bir derece kurtulmaya sebep olmasıdır.

Umum kardeşler ve hemşirelerimize birer birer selâm ve selâmetlerine dua ve dualarını rica [ümit] eden kardeşiniz,

Said Nursî

321

– 166 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Size, hastalığın dokuz fâidesinden bâki kalan üçünü yazıyorum ki, o hastalığın bir meyvesi sâbık [önceki, geçmiş] Arabî fıkradır. [bölüm]

Yedinci fâidesi: Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir şakirdinin [talebe, öğrenci] ehemmiyetli bir hatâsını tamir etmesidir. Şimdilik bu ehemmiyetli fâideyi izah etmek münasip değil.

Sekizinci fâidesi: Gayet incedir, izah edilmez; yalnız kısa bir işaret ederiz. Nasıl ki Hüsrev, yazdığı Kur’ân’ı, fotoğrafla tab’ını [baskı basma] kabul etmeyerek binler câzibedar Kur’ân’lar kendi hattıyla âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] intişarıyla, [açığa çıkma, yayılma] kutbiyet derecesinde bir mertebe-i ulviyeyi ve yüksek bir şeref-i imtiyazı bırakıp, Risale-i Nur dairesindeki sırr-ı ihlâsı [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] muhafaza ve hazz-ı nefisten teberrî [temize çıkarmak, aklamak] etmiştir. Aynen öyle de, bu hastalık ruhumda öyle bir inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] yaptı ki, Risale-i Nur’un parlak fütuhatını [fetihler, yayılmalar] müteşekkirâne [teşekkür ederek] temâşâ etmek ve sevapdârâne, mücâhidâne, bir nevi kumandan hizmetinde bulunmaktan gelen uhrevî zevki ve şerefi ve dünyada uhrevî meyvesini gösteren hizmet-i imaniyenin [iman hizmeti] şahsıma ait lezzeti ve imtiyazı, o sırr-ı ihlâs [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] için bırakmak ve kardeşlerime havale etmek ve onların şeref ve zevkleriyle iktifa [yetinme] etmeye nefs-i emmârem [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] dahi muvafakat ederek, dünyanın bu uhrevî ve güzel yüzünde gözünü kapamak ve eceli ve mevti ferahla karşılamaya tam kabul etmesidir.

Dokuzuncu fâidesi: Çoktan beri benim hususî bir virdim [devamlı yapılan zikir] ve hiç kaleme alınmayan ve mesleğimizin dört esasından en büyük esası olan şükrün en geniş ve en yüksek mertebesini ihata [herşeyi kuşatma] eden ve bende çok defa maddî ve mânevî hastalıkların bir nevi şifası olan ve İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ve Besmeleyle dokuz âyât-ı uzmâyı içine alan ve on dokuz defa şükür ve hamdi âzami bir tarzda ifadeyle, tahmidâtın [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma]

322

adetleriyle o eşyanın lisan-ı haliyle [beden dili] ettikleri hamd ü senâyı niyet ederek, o hadsiz hamdlerin yekûnunu [bütün, toplam] kendi hamdleri içine alarak azametli ve geniş bir tahmidnâme [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] ve teşekkürnâme [teşekkür belgesi] bulunan ve Sekine’deki esmâ-i sittenin muazzam yeni bir dersini izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmeye sebep olmasıdır.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ve beraatlerini tebrik ederiz.

– 167 –

 Medar-ı ibret ve hayret bir hâdisedir.

Risale-i Nur’un erkân-ı mühimmesinden bir zât yazıyor ki: “Adapazarı zelzelesinin aynı gününde, zelzeleden birkaç saat evvel, umumî ve herkese göstermek için, bir büyük tiyatro teşekkülüyle [kendi kendine oluşma] ve oyuncu kızlardan dört güzelini çırıl çıplak olarak âlâyişle [gösteriş] çarşı ve pazarda gezdirerek, o câzibedarlara kapılan tiyatro binasında toplanan bin kişiden fazla seyirciler, oyun başlarken, birdenbire arz, kemâl-i hiddet ve gayz [kin, öfke] ile onların hayasız yüzlerini dehşetli tokatladı, mahvedip zîr ü zeber [alt üst] etti. Ve o binayı hâk ile yeksan eyledi.”

Ben, dünyanın bu nevi hâdiselerinden iki senedir hiç haberim yoktu, bakmıyordum. Fakat bugünlerde hem Hüsrev ve hem Kahraman Çelebi zelzeleden haber vermeleri ve Hüsrev ve rüfekasının [refikler, arkadaşlar] kanaatiyle, Isparta’nın gürültülü zelzelesi karşısında Risale-i Nur’u kuvvetli bir kalkan bulmasıyla hiçbir zarar vermemesi ve Risale-i Nur’a muarız [itiraz eden, karşı gelen] bir hocanın bütün hâsılatını mahveden dolu, o muarıza [itiraz eden, karşı gelen] has kalması, başkasına ilişmemesi bir derece kanaat verir ki, ekser vilâyetlere giren ve Adapazar’a girmeyen Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan tesettür şiarını [işaret, nişan] bu derece açık ihanetiyle, Risale-i Nur, onların yardımlarına koşmamış diye, yalnız bu hâdiseye baktım.

• • •

323

– 168 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Risale-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerine siper edilmez. Çünkü, ehemmiyetli bir ibadet-i tefekküriye [Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde mahlûkat üzerinde düşünme ibadeti] olduğu cihetle, dünyevî maksatlar onunla kasten istenilmez. İstenilse, ihlâs kırılır, o ehemmiyetli ibadet şekli değişir. Yani, çocuklar gibi, döğüştükleri vakit Kur’ân’ı başına siper eder. Başına gelen zarar Kur’ân’a geldiği gibi, Risale-i Nur, böyle muannid [inatçı] hasımlara karşı siper istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilmemeli.

Evet, Risale-i Nur’a ilişenler tokatlar yerler; yüzer vukuat şahittir. Fakat Risale-i Nur, tokatlarda istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilmez ve niyet ve kasıtla tokatlar gelmez. Çünkü sırr-ı ihlâs [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] ve sırr-ı ubudiyete münafidir. [aykırı] Bizler, bize zulmedenleri, bizi himaye eden ve Risale-i Nur’da istihdam [çalıştırma] eden Rabbimize havale ediyoruz.

Evet, dünyaya ait harika neticeler, bazı evrad[okunması âdet olan dualar] mühimme gibi, Risale-i Nur’a çokça terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] ediyor. Fakat onlar istenilmez, belki veriliyor; illet [asıl sebep] olamaz, bir fâide olabilir. Eğer istemekle olsa, illet [asıl sebep] olur, ihlâsı kırar, o ibadeti kısmen iptal eder. Çabuk bu hâdiseyi teskin ediniz. Yoksa münafıklar istifade edecekler; belki onların parmağı var.

Evet, Risale-i Nur’un o kadar dehşetli muannidlere [inatçı] karşı galibâne mukavemeti, sırr-ı ihlâstan [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] ve hiçbir şeye âlet edilmemesinden ve doğrudan doğruya saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bakmasından ve hizmet-i imaniyeden [iman hizmeti] başka bir maksat takip etmemesinden ve bazı ehl-i tarikatın [tarikata mensup olanlar] ehemmiyet verdikleri keşf ve kerâmât[Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] şahsiyeye ehemmiyet vermemekten ve velâyet-i kübrâ [en büyük velâyet] sahipleri olan Sahabîler gibi, veraset-i Nübüvvet [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] sırrıyla, yalnız iman nurlarını neşretmek ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanlarını kurtarmaktır.

324

Evet, Risale-i Nur’un bu dehşetli zamanda kazandırdığı iki netice-i muhakkakası herşeyin fevkindedir; [üstünde] başka şeylere ve makamlara ihtiyaç bırakmıyor.

Birinci neticesi: Sadakat ve kanaatle Risale-i Nur dairesine giren, imanla kabre gireceğine gayet kuvvetli senetler var.

İkinci neticesi: Risale-i Nur dairesinde, ihtiyarımız olmadan, haberimiz yokken takarrur [karar bulma] ve tahakkuk [gerçekleşme] eden şirket-i maneviye-i uhreviye cihetiyle, herbir hakikî sadık şakirdi [talebe, öğrenci] binler dillerle, kalblerle dua etmek, istiğfar [af dileme] etmek, ibadet etmek ve bazı melâike [melek] gibi kırk bin lisanla tesbih etmektir. Ve Ramazan-ı Şerifteki hakikat-i leyle-i Kadir gibi, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve ulvî hakikatleri, yüz bin elle aramaktır.

İşte, bu gibi netice içindir ki, Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] hizmet-i Nuriyeyi [Risale-i Nur Hizmeti] velâyet [velilik] makamına tercih eder; keşif ve kerâmâtı [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] aramaz ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz ve vazife-i İlâhiye [Allah’a ait olan iş] olan muvaffakiyet [başarı] ve halka kabul ettirmek ve revaç [değer, kıymet] vermek ve galebe [üstün gelme] ettirmek ve müstahak oldukları şan ü şeref ve ezvak [mânevî zevkler] ve inâyetlere [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] mazhar [erişme, nail olma] etmek gibi, kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, [katıksız, samimi olarak] muhlisen [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] çalışırlar, “Vazifemiz hizmettir, o yeter” derler.

Ve saniyen: [ikinci olarak] Seksen küsur sene kıymetinde bulunan ve Ramazan-ı Şerifin mecmuunda gizlenen hakikat-i leyle-i Kadri kazanmak için, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] şirket-i mâneviye-i uhreviyeleri muktezasınca, [bir şeyin gereği] herbiri, mütekellim-i maalgayr [birici çoğul şahıs, biz] sîgası olan اَجِرْنَا، اِرْحَمْنَا، وَاغْفِرْ لَنَا 1 gibi tâbiratta, “biz” dedikleri vakit, Risale-i Nur’un sadık şakirtlerini [öğrenci] niyet etmek gerektir. Tâ herbir şakirt [öğrenci] umumun namına münacat [dua, Allah’a yakarış] edip çalışsın. Ve bu biçare ve az çalışabilen ve haddinden çok fazla hizmet ondan beklenen bu kardeşinize, o hüsn-ü zanları [güzel düşünce] yanlış çıkarmamak için, geçen Ramazan gibi yardımınızı rica [ümit] ediyorum.

325

– 169 –

Birden hatıra gelen bir meseledir.

Her şeyde, her musibette, hususan beşer eliyle gelen zulümlü musibetlerde, Risale-i Kaderde [Kader Risalesi (Yirmi Altıncı Söz)] beyan edildiği gibi, iki sebep var.

Biri: Zâhiren esbaba bakan beşerdir.

Diğeri: Kader-i İlâhîdir. [Allah’ın belirlediği kader programı]

Beşer, zâhirî esbaba bakar; bazan yanlış eder, zulmeder. Fakat kader, başka noktalara bakar, adalet eder. İşte, bugünlerde elîm bir endişeyle Risale-i Nur dairesine temas eden üç mesele, adalet-i kaderiye [kaderin adaleti] noktasında mânevî suâle cevaben ihtar edildi.

Birinci suâl: Neden fedakâr, yüksek bir şefkati taşıyan valide, bu zamanda, veledinin [çocuk] malından irsiyet [miras] almasından mahrum edildi, kader müsaade eyledi?

Gelen cevap şu: Valideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarf etmeleridir ki, “Evlâdım şan ü şeref rütbesinde memuriyet kazansın” diye, bütün kuvvetleriyle, evlâtlarını dünyaya, mekteplere sevk ediyorlar. Hattâ, mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] de olsa, Kur’ânî ilimlerin okunmasından çekip dünyayla bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti.

İkinci suâl: Risale-i Nur’la münasebettar [alâkalı, ilgili] bazı zâtlara acıdım. “Neden pederinin malından hakkı iki sülüs [(mirasta) üçte bir] [üçte iki] iken, o haktan kısmen mahrumiyete kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] neden müsaade etti?”

Gelen cevap: Şu asırda, öyle acip bir aşılamakla, ebeveynine hürmet ve peder ve validesinin şefkatlerine mukabil, bilâ kayd [bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi her bir parçası] ü şart kemâl-i hürmet [tam bir saygı] ve itaat lâzım iken, ekseriyetle o hakikî hürmet ve itaat bozulduğundan, iki sülüs [(mirasta) üçte bir] [üçte iki] almaktan zulmen mahrum edildiler. Kader, bunların kusuruna binaen müsaade etti. Kızlar ise, gerçi başka cihetlerde kusurları çok, fakat zafiyetlerine binaen himayetkâr ve şefkatkâr ellere ziyade muhtaç bulunduklarından, hürmetlerini peder ve validelerine karşı ihtiyaçlarını hassasiyetle bir cihette ziyadeleştirdiklerinden, beşerin zâlim eliyle, kardeşlerinin kısmen haklarını, muvakkaten [geçici] onlara vermeye müsaade etti.

326

Üçüncü suâl: Bazı mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] zâtların, dünyadâr haremleri yüzlerinden ziyade sıkıntı çekmeleri nedendir? Bu havalide bu nevi hâdiseler çoktur.

Gelen cevap: O mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] zâtlar, diyanetlerin mukteza[bir şeyin gereği] böyle serbestiyet-i nisvan zamanında öyle serbest kadınların vasıtasıyla dünyaya girişmeleri hatalarından, o kadınların eliyle tokat yemelerine kader müsaade etti.

Mütebakisi, [geri kalan kısım] bir mübarek hanımın şuursuz müdahalesiyle geri kaldı.

– 170 –

Evvelâ: Bu mübarek Ramazan-ı Şerifteki dualar, ihlâsı bulmak şartıyla, inşaallah [Allah dilerse] makbuldür. Fakat maatteessüf, [ne yazık ki] ekseriyetçe Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] nazarlarını dünyaya çevirmek ve huzur-u kalbi bozmak için, bazı taarruzlar yüzünden o ihlâs, o huzur-u tam bir derece zedelenir. Merak etmeyiniz, herşeyi Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] havale edip öyle taarruzlara ehemmiyet vermeyin. Âtıf’a da yazınız, merak etmesin ve müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmasın. O da bir kaza-i ilâhîdir. İnşaallah, Sava Hafız Mehmed’in hâdisesi gibi, Risale-i Nur’un lehine dönecektir.Haşiye [dipnot]

327

Hem Âtıf’ın parlak hizmeti tevakkufa [durağan olma] uğramasıHaşiye ve gerilemesi ve merhum Mehmed Zühtü Bedevî’nin, yüksek ve geniş hizmetinin perdelenmesini, düşünmesi beni ziyade mahzun ettiği hengâmda, [ân, zaman] elime bir mektup verildi. O mektup, o endişemi izale [giderme] etti. Risale-i Nur hizmetinde bir kapı kapansa, daha mühim kapılar açılır diye kaide, yine hükmünü icra etti ki, Sabri gibi Risale-i Nur’un gayet büyük bir rüknünün [esas, şart] büyük amcası ve Risale-i Nur’un bir kahramanı olan Tahirî’nin eniştesi ve Risale-i Nur’un saff-ı evvelinde ve şakirtlerinin [öğrenci] başında bir zaman nâzırlık vazifesini gören ve şimdiye kadar da Risale-i Nur hakkında kalbini bozmayan Büyük Hafız Zühtü’nün samimî kemal-i sadakat ve ihlâsı gösteren mektubuyla, ve Hulûsi-i Sâlis Abdullah Çavuş’un haşiyesinde [dipnot] tasdikle, bu eski ve yeni gayyûr kardeşimiz Büyük Zühtü, resmiyete bakmayarak, Risale-i Nur’un mühim vazifelerinden olan mâsumlara Kur’ân dersini vermekle gösterildi ki, merhum Zühtü Bedevî yerine, bu Büyük Zühtü’yü yeni veriyor. Ve Âtıf’ın tevakkufu [durağan olma] yerine, bu müdakkik [dikkatli] ve muktedir ve hatip Büyük Hafız Zühtü’yü faaliyete getirdi. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrediyoruz. Bugünden itibaren, Risale-i Nur’un has şakirtleri [öğrenci] içinde şirket-i mâneviye-i Nuriyeden [Risale i Nur hizmetleriyle alâkalı mânevî şirket, mânevî ortaklık] hissedar olmasını ve ismiyle duaya girdiğini selâmımla beraber tebliğ ediniz.

328

– 171 –

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نَعْمَۤائِهِ * 1

Risale-i Nur’un silsile-i kerâmâtından Mu’cizat-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] ve kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Yirmi Dokuzuncu Söz [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] ve İşârâtü’l-İ’câz‘ın [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] himayetkârâne [koruyarak] ve mu’cizâne yeni bir kerametleri [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] şudur ki:

Bu Ramazan-ı Şerifin başında doktorun ihbarıyla ve kuvvetli emarelerin delâletiyle ve birden hararet kırk dereceden geçmesiyle tebeyyün [meydana çıkma, görünme] eden, zehirlemekten gelen şiddetli hastalık hengâmında, [ân, zaman] kardeşimiz Âtıf’ın habbe [dane, tohum] gibi hâdisesini, hariç valiler kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yaparak, buranın hem adliye, hem zabıta, hem vilâyete şifrelerle Risale-i Nur aleyhine sevk edildiği aynı zamanda, iki saat evvel, Mu’cizat-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] İstanbul’dan koşup imdada gelmiş. Masada iken, Yirmi Dokuzuncu Söz [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] ve kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] İşârâtü’l-İ’câz, [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] Tosya kasabasından imdada gelmiş gibi, aynı vakitte yaldızlı ciltleriyle masa üzerinde dururken, onların müsadere endişesi ve elliden ziyade sair risalelerin de namazsız ellerin zaptına geçmek ihtimali ve şiddetli hastalığın konuşturmamak vaziyetiyle beraber, Risale-i Nur’un o üç kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] risaleleri, öyle harika bir himayet ve muhafazaya vesile ve o zehirlendirmeye panzehir ve tiryak [derman, ilaç] oldu ki, bu hale muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olan bizler, şimdi de hayretteyiz. Güya hiçbir hastalık yokmuş gibi, gayet kuvvetli, hem şiddetli tokatlar vurarak, o düşmanlık vaziyeti dostluğa çevrildi.

Hem adliyenin büyük memurları ve taharri [araştırma] komiserleri, şiddetli taharri [araştırma] ve müsadere için geldikleri halde, elliden ziyade kitaplardan hiçbirine el uzatmadan, yalnız o risalelerin kerametlerini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] kısmen dinleyerek onların mânevî himayeti altında muhafaza edildi. Yalnız Müdâfaat [savunmalar] ve On Altıncı Mektup ve Ramazaniye Risalesini [Ramazan ayı hakkında yazılmış risale; Yirmi Dokuzuncu Mektubun İkinci Risale olan İkinci Kısımı] mütalâa etmek için biz verdik.

Üçüncü günde, daha şiddetli arama ve taharri [araştırma] etmek, zabıtanın siyasî komiseri bir taharri [araştırma] komiseriyle geldiği vakitten iki üç saat evvel, üç kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] risalelerin kumandasında bütün risaleler, kendilerini ellere vermemek için ortada görünmediler. Bütün iki saat o taharri [araştırma] neticesinde, Ankara’dan gelen bir Ramazan tebrikiyle,

329

bir Ramazaniye Risalesini [Ramazan ayı hakkında yazılmış risale; Yirmi Dokuzuncu Mektubun İkinci Risale olan İkinci Kısımı] elde ettiler. Mütalâadan sonra iade etmek vaadiyle aldılar. Bütün bu hâlât, [durumlar, haller] yüksekte duran Mu’cizatlı Kur’ân-ı Azîmüşşanla [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] beraber, i’câz[mu’cize oluş] Hizb-i Kur’ânînin [zikir ve dua için Kur’ân’dan alınmış bir kısım âyetler] nüshaları ve Hizb-i Nurînin risaleleri, bu harika vaziyeti gösterdiler.

Cenâb-ı Hakka, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onların hurufatı adedince ve şehr-i Ramazan‘ın [Ramazan ayı] dakikalarının âşireleri [saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi] sayısınca hamd ü senâ ediyoruz. Elhamdü lillâhi alâ külli hâl.

Hem hastalıktan gelen teessür [üzülme, etkilenme] ve Âtıf’ın hâdisesiyle kalbime gelen teellüm [elem çekme] ve onlara acımak ve Isparta’ya sirayet [bulaşma] etmek endişesinden neş’et [doğma] eden sıkıntı ve bu mübarek şehirde Risale-i Nur’un سِرًّا تَنَوَّرَتْ 1 perdesi altına girmesi ve üçüncü günde, o iki taharriden [araştırma] sonra, akşama kadar gelen ve gidenlerin mütemadiyen tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] edilmesi ve Emin’in hanesi de birşey bulunmadan taharri [araştırma] edilmesi cihetiyle ziyade muztarip [çaresiz] ve müteellim [acı çeken] iken, Cenab-ı Erhamürrâhimînin rahmetiyle, şimdiye kadar devam eden inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] himayeti ve rıza, teslim, tevekkül ve ihlâsın verdikleri teselli, bütün o müz’iç [rahatsız eden] şeyleri akîm [neticesiz] bıraktı. Kemâl-i ferah [mükemmel bir rahatlık, huzur, neşe] ve istirahatle “Görelim Mevlâ [efendi, koruyucu, sahip, Allah] neyler, neylerse güzel eyler” deyip, kemâl-i teslimiyetle [tam bir bağlılık, teslimiyet] müsterih olduk. Siz de öyle olunuz, fütur [usanç] getirmeyiniz.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ederiz.

Hastalık devam ediyor, fakat tahammül haricinde değil. O musibet de, Risale-i Nur’un parlak neşriyatına tevakkuf [durağan olma] vermemek içindi.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Kardeşiniz

Said Nursî