KASTAMONU LAHİKASI – 20-39. Mektuplar (46-84)

46

– 20 –

بِاسْمِهِ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ عُمْرِكُمْ فِى الدُّنْيَا وَاْلاٰخِرَةِ، اٰمِينَ * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] muktedir, kuvvetli arkadaşlarım,

Bu defa me’mulüm [beklenilen, ümid edilen] fevkindeki [üstünde] kaleminizle mânevî hediyeniz ispat etti ki, ihtiyar, zaif, âciz bir Said yerine genç, kavî, [güçlü, kuvvetli] iktidarlı çok Said’ler sizlerde vardır. Aynı ruh, aynı ifade, aynı iman… Hadsiz şükür ve senâ olsun ki; Rabb-i Rahîm [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] sizleri Risale-i Nur’a hâmi, [himaye eden, koruyan] nâşir, [neşreden, yayan, yayınlayan] sahip, şakirt [öğrenci] eylemiş. Bizlere pek çok ağır müşkilât [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] içinde kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmete muvaffakıyet ihsan [bağış] etmiş. Zaman ve zemin, sizlerle çok müştak [arzulu, aşırı istekli] olduğum uzun konuşmayı hoş görmediği için, kısa kesip ruh u canımla herbirinize binler selâm. Mâşaallah, bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] derim.

Bu mübarek şuhur-u selâsede [üç aylar] duanıza çok muhtaç kardeşiniz

Said Nursî

47

– 21 –

 Ahirzamandan haber veren mühim bir hadis

لاَتَزَالُ طَۤائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ حَتّٰى يَاْتِىَ اللهُ بِاَمْرِهِ * 1

Ramazan-ı Şerifte onuncu günün ikinci saatinde birden bu hadis-i şerif hatırıma geldi. Belki, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] taifesi ne kadar devam edeceğini düşündüğüme binaen ihtar edildi.

لاَتَزَالُ طَۤائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى 2 —şedde sayılır, tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] sayılmaz—fıkrasının makam-ı cifrîsi bin beş yüz kırk iki (1542) ederek nihayet devamına ima eder.

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ * 3

  ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ 4—şedde sayılır—fıkrası dahi, makam-ı cifrîsi 1506 edip, bu tarihe kadar zahir ve âşikârâne, belki galibane, sonra tâ ‘kırk iki (42)’ye kadar gizli ve mağlûbiyet içinde vazife-i tenviriyesine devam edeceğine remze [ince işaret] yakın ima eder. وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ * لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 5

  حَتّٰى يَاْتِىَ اللهُ بِاَمْرِهِ 6—şedde sayılır—fıkrası dahi, makam-ı cifrîsi 1545 olup kâfirin başında kıyâmet kopmasına ima eder. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ

48

Câ-yı dikkat [dikkat çekici] ve hayrettir ki, üç fıkra [bölüm] bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] bin beş yüz tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına mânidar, mâkul ve hikmetli bir surette bin beş yüz altı (1506)’dan tâ ’42’ye, tâ ’45’e kadar üç inkılâb-ı azîmin [büyük değişim] ayrı ayrı zamanlarına tetabuk [uygunluk] ve tevafuklarıdır.

Bu imalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil; fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îmalarla bir nevî kanaat, bir galip ihtimal gelebilir. Fatiha‘da [açılış kısmı, baş, baş kısım] صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ 1 ashabının tâife-i kübrâsını târif eden اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 2 fıkrası, [bölüm] şeddesiz [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] bin beş yüz altı (1506) veya yedi (7) ederek, tam tamına ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ 3 fıkrasının [bölüm] makamına tevafuku ve mânâsına tetabuku [uygunluk] ve şedde [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] sayılsa لاَتَزَالُ طَۤائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى 4 fıkrasına [bölüm] üç mânidar farkla tam muvafakatı ve mânen mutabakatı, bu hadisin imasını teyid edip remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] derecesine çıkarıyor. Ve müteaddit [bir çok] âyât-ı Kur’âniyede [Kur’ân ayetleri] صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ kelimesi, bir mânâ-yı remziyle [işaret mânâsı] Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] mânâca ve cifirce ima etmesi remze [ince işaret] yakın bir ima ile, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] şakirtlerinin [öğrenci] taifesi, âhirzamanda o taife-i kübrâ-i âzamın âhirlerinde bir hizb-i makbul olacağını işâret eder diye def’aten [âni, birden bire] birden ihtar edildi. وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ 5 * لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 6

49

– 22 –

Aziz kardeşlerim,

Bu saatte ben Kur’ân okurken, Risale-i Nur’la ziyade alâkadar olan Sûre-i İbrahim’de bir âyet beni meşgul ederken, Emin, size göndereceği mektubu getirdi ve dar vaktimizde bu geniş âyetin denizinden ancak bir katrecik [damla] bu parçaya girebildi. Birkaç dakika zarfında yazdık, vakit bulamadık, kusura bakmayınız.

– 23 –

بِاسْمِ مَنْ ﴿ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ ﴾ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ اَيَّامِ الْفِرَاقِ * 1

Aziz, sıddık, vefâdâr, sebatkâr [sebat eden] kardeşlerim,

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz binler şükür ve hamd olsun. Sizin gibi sadık, ciddî, faal zâtları Risale-i Nur’un etrafında toplayıp bağlamış; iman ve Kur’ân hizmetinde kuvvetli ve nurlu kalemlerini çalıştırtıyor.

Kardeşlerim, bu defa irsâlâtınız [yere çakma, sabitleme, demir atma, sağlamlaştırma] o kadar beni memnun ve minnettar etti ki, herbir sahifesi bir kıymettar hediye ve güzel bir mektup hükmünde göründü, hüzünlerimi, gamlarımı izale [giderme] edip ve kalbimi sürur [mutluluk] ve sevinçle doldurdu. Cenab-ı Erhamürrâhimîn onların hurufları [harfler] adedince size rahmet etsin ve sizden razı olsun.

Hafız Ali kardeşim,

Bir zaman Barla’da Cuma gecesinde dua ederken, senin “Âmin” sesini iki defa sarihan [açık] işittim. Arkama baktım, dedim: “Hafız Ali ne vakit gelmiş?”

Dediler: “O burada yoktur.”

50

Ben şimdi o vâkıadan diyebilirim ki, üç dört saat mesafeden duâma âmin’ini işittirmesi, otuz günlük mesafeden buradaki zaif davet ve duama kuvvetli ve tesirli bir âmin hükmünde olan yazıların imdadıma yetişmesi çok mânidar bir tevafuktur.

Sıddık Sabri,

Senin cisminde (ayağında) kardeşliğimin sikkesini [mühür] gördüğüm zaman bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile kalbime geldi: Bu zât mühim bir vakitte bana çok ehemmiyetli bir kardeşlik edecek. Ve muvaffak oldun, yaptın. Allah senden ebeden razı olsun.

Abdülmecid’e, Beşinci Şuayı haber vermiştim, cevap gelmedi. Belki ihtiyâten sükût ettiler, göndermedim. Siz, evvelce muhabere ediniz, sonra gönderebilirsiniz. Eğer Hastalar Risalesini bana gönderirseniz, İhtiyarlar Risalesi de beraber olsa daha iyi olur. Mektubunuzda selâm gönderen vefadar kardeşlerime binler selâm.

Bugünlerde mânevî bir muhaverede [karşılıklı konuşma] bir sual ve cevabı dinledim. Size bir kısa hülâsasını [esas, öz] beyan edeyim. Biri dedi:

Risale-i Nur’un iman ve tevhid için büyük tahşidatları [kuvvetlendirme, destekleme] ve küllî techizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid [inatçı] bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi [yeterli] iken, neden bu derecede hararetle daha yeni tahşidat [öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma] yapıyor?

Ona cevaben dediler:

Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î [ferdî, küçük] tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsit [bozguncu] âletlerle dehşetli rahnelenen [yara] kalb-i umumî ve efkâr-ı âmmeyi [genel düşünce, kamuoyu] ve umumun, bâhusus [bilhassa, özellikle] avâm-ı mü’minînin istinadgâhları [dayanak, sığınak] olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi Kur’ân’ın i’câzıyla [mu’cize oluş] o geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.

51

Elbette böyle küllî ve dehşetli rahnelere [yara] ve yaralara hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, [delil] cihazlar ve bin tiryak [derman, ilaç] hâsiyetinde [özellik] mücerrep ilâçlar, hadsiz edviyeler [devâlar, çareler] bulunmak gerektir ki, bu zamanda, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] i’câz-ı mânevîsinden [mânevî mu’cizelik] çıkan Risale-i Nur, o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat [bir hedefe yönelik ilerlemeler] ve inkişafata [açığa çıkma] medardır, [kaynak, dayanak] diyerek uzun bir mükâleme [karşılıklı konuşma] cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim. Kısa kesiyorum.

Bu hâdise münasebetiyle yine bugünlerde hatırıma gelen bir vâkıayı beyan ediyorum.

Ben, namaz tesbihatının âhirinde otuz üç defa kelime-i tevhidi [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] zikrederken, birden kalbime geldi ki: Hadis-i şerifte, “Bazan bir saat tefekkür, bir sene ibadet hükmüne geçer.” 1Risale-i Nur’da o saat var; çalış, o saati bul, ihtar edildi. Âdetâ ihtiyarsız [irade dışı] bir surette, Kur’ân’ın âyetü’l-kübrâsının [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] iki tefsiri olan iki Âyet-i Kübrâ [en büyük delil] risalelerinden mülâhhas tefekkürî [düşünme ve ibret alma şeklinde] bir tekellüm, [konuşma] tam bir saat devam etti. Baktım, size gönderdiğim Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesinin Birinci Makamın hülâsasından [esas, öz] müntehap [seçilmiş] güzel bir sırrını hülâsa [esas, öz] ile, Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiyeden müstahreç nurlu, tatlı fıkralardan [bölüm] terekküp [birleşme] ediyor.

Ben, kemâl-i lezzetle, [tam bir lezzet alarak] her gün tefekkürle okumaya başladım. Birkaç gün sonra hatırıma geldi ki: Madem Risale-i Nur bu zamanın bir mürşididir, talebelerine bir vird-i ekber olabilir diye kaleme aldım. Ve bütün risalelerin hususî menbaları, madenleri olan binden ziyade âyât-ı Kur’âniyeyi, [Kur’ân ayetleri] kendi Kur’ânımda, evvelce işaretler koyup bir Hizb-i Âzam-ı Kur’ânî yapmak niyet etmiştim. Şimdi bu

52

Hizb-i Âzam ve bu Vird-i Ekber, Risale-i Nur mensuplarına bazı eyyam-ı mübarekede [Cuma ve kandil geceleri gibi mübarek günler] okunması için bir zaman size de göndermek hakkınız var. İnşaallah bir zaman sonra size gönderilecek. Bazı kelimelerini tercüme ve bir kısım kayıtlarını tefhim [anlatma] için vakit bulsam, gayet kısa haşiye [dipnot] gibi birşeyi yazacağım.

Umum kardeşlerime ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] bütün arkadaşlarıma hasret ve iştiyakla [arzu, istek] binler selâm.

Dualarınıza muhtaç

Said Nursî

– 24 –

Aziz kardeşlerim,

Sizlere hergün birer uzun mektup yazmak hakkınız varken, maatteessüf [ne yazık ki] üç seneden beri size göndermek için yazdığım bir mektup şimdiye kadar bekliyor, eski sakomun [palto, ceket] cebinde duruyor. Demek Risale-i Nur, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] dinsizlerine çok dehşet vermiş ki, dünyalarına karışmadığım halde bu tazyikatı [baskılar] yapıyorlar. Her neyse… Hiç unutamadığım sebatkâr, [sebat eden] ciddî kardeşlerime, hususan ikinci vatanım Barla’daki vefadar sıddıklara pek çok selâm ve dua ederim. Binler hasret ve iştiyakla [arzu, istek] sizleri düşünen ve her yirmi dört saatte belki yüz defa duayla tahattur [hatıra gelme] eden ve duanıza muhtaç olan,

Said Nursî

– 25 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ * 1

Ey fedakâr kardeşlerim,

Sizinle dört beş kelime konuşacağım.

Birincisi: Bu defaki mektuplarınızın verdiği şevk ve sürurla [mutluluk] derim ki: Ben, hizmet-i Kur’âniyedeki [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] tam sadakat ve gayret ve sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metanetinizi [gayret, kararlılık] gördükten sonra tam bir istirahat-i kalble [kalp rahatlığı] mevti ve eceli kabul eder, arkamda siz varsınız yeter diyerek dünyadan sürurla [mutluluk] vedaya hazırım.

53

İkincisi: Burada, Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] birinci tebyizi, [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] aynen bir sene sonra, oradaki birinci tebyizi [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] gibi, Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] namına tevafuku var. İki tevafukun tetabuku [uygunluk] tesadüfe havalesi imkânsız bir keyfiyet olmakla, kalemi zülfikar-misâl [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] zâtın kalemiyle, otuz üç kelime-i tevhidin [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] tevafukundaki gaybî imzayı cidden tenvir [aydınlatma] ve tasdik eder.

Dördüncüsü: Ben, üç senedir burada herşeyden tecrit edildim. Tahammülsüz tazyik altında bulunduğumdan, sizinle muhabere edemedim. Burada emsalsiz bir evham hükmediyor. Mümkün olduğu kadar, “Eşrâtü’s-Sâat” buradan gönderildiğini demeyiniz; belki “Onun bir eseridir, başka yerden elimize geçmiş” deyiniz.

– 26 –

بِاسْمِ مَنْ ﴿ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ ﴾ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُه * 1 *

Aziz ve vefâdâr ve fedâkâr, sâdık kardeşlerim,

Bu defa çok kıymettar ve fevkalme’mul [umulmadık bir şekilde, beklenenin üstünde] manevî hediyenizden küçücük üç dört mesele hatıra geldi.

Birincisi: Üçüncü keramet-i Aleviyede, “Risalelerde yalnız iki zeyil [ilave, ek] vardır” demesi, risale şekline girmiş olan zeyillere [ilave, ek] zeyil [ilave, ek] diyor. Sair zeyiller [ilave, ek] ise; hâtimeler, [son] ilâveler, haşiyeler [dipnot] hükmünde görmüştür.

İkincisi: İki Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] vird-i ekberinde hatırıma gelmediği halde, ehemmiyetli kısımlarını Yirminci Mektupla Otuz İkinci Söz, bana ihtiyaç bırakmayacak derecede beyan ve tercüme ettiklerinden, niyet ve vaad ettiğim halde tercümesinde istihdam [çalıştırma] edilmedim.

54

Üçüncüsü: Risale-i Nur’un benden ayrılması ve ben de daire-i tenviriyesinden uzak düştüğümden, bu havali ve Eskişehir gibi sair yerleri de onun ehemmiyetli ve lüzumlu bir kısım hakikatlerinden hissedar etmek için, inâyet-i İlâhiye, [Allah’ın inayeti, yardımı] yeni yazılıyor gibi tekrarla o kısım hakikatlerin, fakat letâfetli [güzel, hoş] başka tarzlarda izah edilmelerinde, âdetâ ihtiyarım olmadan beni istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettiğini bildim, çok şükrettim.

Bu defa hediyelerinize mukabil, elimden gelseydi yalnız maddî fiyatına göre herbir risaleye on lira ve Yirmi Beşinci Söze, yirmi beş altın, belki elmas ve Yirmi Dokuzuncu Söze, [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] yirmi dokuz yakut verirdim. Öyleyse, verilmiş gibi kabul ediniz.

Evet, tevafukta muvaffakiyetli [başarı] olan “kalem-i ulvî” keramet-i Aleviyeye göze görünür güzel bir delil göstermiş. Yüz bin mâşâallah! Hüsrev’in çok şirin ve fevkalâde yazdığı Hastalar Lem’ası ile Esmâ-i Sitte Lem’ası, benim nazarımda elmasla yaldızlı yazılan ve onlar kadar uzun iki mektub-u sadâkat-medâr hükmünde bana göründü, Risale-i Nur’a çok ehemmiyetli hizmetlerini gözyaşıyla hatırlattı. Ve Firdevsî [cennet; eşsiz güzellikteki bahçe] hediyenizdeki risalelerin harfleri adedince, Cenab-ı Erhamürâhimîn sizlere rahmet, bereket, saadet ihsan [bağış] eylesin. Âmin.

Yorulmaz, usanmaz, ciddî, samimî Hafız Ali kardeş,

Tevafukta, muvaffakiyetli [başarı] kaleminle yazılan İ’câz-ı Kur’ân’ın âhirinde senin hakkında اَللّٰهُمَّ وَفِّقْهُ فِى خِدْمَةِ الْقُرْاٰنِ وَاْلاِيمَانِ 1 olan dua bu defa şüphem kalmadı ki, tam kabul olmuş.

Umum kardeşlere birer birer selâm.

Said Nursî

55

– 27 –

بِاسْمِهِ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ رَسَۤائِلِ النُّورِ وَمَعَانِيهَا الْمُتَمَثِّلَةِ فِى الْهَوَۤاءِ وَفِى اْلاَفْهَامِ اِلٰى يَوْمِ الْقِيَامِ * 3

Aziz, sıddık ve sadık kardeşlerim,

Bu defa pek çok alâkadar olduğum zâtların dört adet mektupları beni o kadar mesrur [mutlu] etti ve Risale-i Nur hesabına o kadar memnun eyledi ki, güya yeniden o kahraman arkadaşları buldum diye sürur [mutluluk] yaşları çok hüzünlerimi sildi.

Evet, dört mektuba dört cevap yazmak isterim ve hakkınızdır; fakat samimî ittihadınıza [birleşme] binaen bir ile iktifa [yetinme] edildi. Ayrı ayrı beş altı küçük meseleleri beyan ediyorum.

Birincisi: Eskiden beri, “İman kurtarmak zamanıdır” dediğimiz ve ihtiyarım olmadan tekrarla erkân-ı imaniyeye [iman esasları] dâir burhanlardan [delil] tahşidat-ı [kuvvetlendirme, destekleme] azîmeyi yaptığımız çok haklı ve lüzumlu olduğunu zaman gösterdi. Size, bir ay evvel mânevî bir muhaverede [karşılıklı konuşma] Risale-i Nur’un azîm tahşidatına [kuvvetlendirme, destekleme] dair gayptan gelen bir cevabı yazmıştım. Bazı zâtlar o fıkra[bölüm] Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] Risalesi’nin âhirine ilhak [ekleme] ettiler.

İkincisi: Şamlı Tevfik [başarı] kardeş, senin mektubun beni derinden derine hem müteessir, [etkileme, tesiri altında bırakma] hem müferrah [ferah duyan, huzurlu] eyledi. Sende bir hayırlı tahavvülât [başkalaşmalar] bulunduğunu ihsas [hissettirme] etti.

Merhum Hafız Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] akrabasına benim tarafımdan tâziyeyle beraber de ki: Bir iki ay evvel birden bire dua ederken, en has akraba ve en hâlis talebelerin dairesine Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] girdi, “Benim de bu dairede hakkım var” dedi gibi

56

hissettim. Onu o has daire içinde her vakit mânevî kazançlarıma hissedar olmak için bıraktım ve öyle de kalacak inşaallah. [Allah dilerse] Ve anladım ki, ikiniz bidâyeten, [başlangıç] beraber Risale-i Nur’a hizmetiniz içindir.

Barla’da bütün dostlara selâm.

Üçüncüsü: Sabri kardeş, kıymettar Hulûsi’nin mektubu hem Hulûsi’nin, hem Beşinci Şuanın ehemmiyetini ve kıymetlerini gösterdiğinden çok beğendim. Evet, Beşinci Şuâ, [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] umumun ve bilhassa ehl-i ilmin [ilim ehli, âlimler] imanlarını tashih edip kurtarıyor.

Hem sen, hem Hüsrev, Halil İbrahim’den bahsediyorsunuz. O zât, Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir talebesi ve iktidarlı bir nâşiridir, [neşreden, yayan, yayınlayan] hem haslardandır. Sabık [daha önceden geçen] hâdisemizden tam bir ihtiyat [dikkat, tedbir] ve ciddî bir alâkadarlık dersini aldığı kanaatindeyim. Selâmımı ona ve rüfekasına [refikler, arkadaşlar] tebliğ ediniz.

Dördüncüsü: Hüsrev kardeş, senin mektubun benim meraklarıma (Hasan, Mustafa’lar gibi) bir şifa ve arzularıma bir devâ (Mu’cizât-ı Ahmediye gibi) ve ümitlerime bir ziya (Re’fet, Konyalı Sabri gibi) hükmüne geçti.

Hem, Risale-i Nur’un muhterem bir talebesi ve has dairesinde bulunan âhiret hemşirem validenizin hastalığı ve ihtiyarlığı seni Isparta’ya celbi, hayırdır. Elbette sen ona, Hastalar ve İhtiyarlar risalelerini okumuşsun. O risaleler, benim bedelime onun keyfini sorup tesellî versinler.

Ben, oradaki talebeleri ve dostları duayla çok tahattur [hatıra gelme] ediyorum. Onları unutamıyorum.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyorum.

Said Nursî

57

– 28 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حَاصِلِ ضَرْبِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ رَمَضَانَ فِى حُرُوفِ مَا كَتَبْتُمْ مِنَ الرَّسَۤائِلِ * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hem mübarek Ramazanınızı, hem inşaallah [Allah dilerse] hakkınızda bin ay kadar meyvedar leyle-i Kadrinizi, [Kadir gecesi] hem saadetli bayramınızı, hem çok kıymettar hizmetinizi bütün ruhumla tebrik ve tes’id ederim.

Kardeşlerim, bu defa kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kalemle hediyeleriniz o kadar beni minnettar ve mesrur [mutlu] etti ki, güya dünyayı ışıklandıracak bir Nur fabrikası ve mazi [geçmiş] ve istikbali râyiha-i tayyibesiyle [güzel, hoş koku] muattar edecek bir gül fabrikası semâdan bizim imdadımıza gönderilmiş ve benim arkamda kuvvetü’z-zahr olarak duruyor ve mütemadiyen çalışıyorlar diye mesrur [mutlu] oluyorum. Yüz binler Elhamdülillâh!

Sabri kardeş, senin fasılalı iki mektubun, hizmetinin makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] iki şahid-i gaybî gösterdi. Senin tabirinle Nur fabrikasına ben de “Elfü elfi maşâallah, bârekâllah, [“Allah ne mübarek yaratmış”] veffekakellah” derim. Sen ile Sıddık Süleyman, benim nazarımda ve fikrimde ve duamda daima beraber bulunduğunuzdan, seninle konuştuğum vakit, omuz omuza ikinizi beraber görüyorum. Mâsum ve mübarek çocuklarınız duadan hissedardırlar.

Hafız Ali kardeş, senin mektubundaki tevazuun [alçakgönüllülük] ve ihlâsın ve Hüsrev’e ait medhin ve Risale-i Nur talebeleri birtek vücut hükmündeki kanaatin, senin

58

hakkında büyük bir ümidimi ve hüsn-ü zannımı [güzel düşünce] tam kuvvetlendirdi. Risale-i Nur’un iki Lütfü’leri ve Mustafa’ları ve Hafız Ali’leri, Küçük Sabri olan Nureddin ile beraber has talebeler dairesinde, Ramazan feyzine, mânevî kazançlara inşaallah [Allah dilerse] hissedar kabul edildi. Herbir sahifelerini birer kıymettar hediye hükmünde olan nüshaların yüzünden, ben sana çok, hem pek çok borçlu kaldım.

Hüsrev kardeş, kasem [yemin] ederim, benim elimden gelseydi, yalnız bu defa altın yaldızla yazdığın Mu’cizât-ı Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] mukabil herbir sahifesine, yalnız maddî bir ücret olarak birer altın hediye edecektim. Hakikaten ebedî bir gül fabrikasına kâtip tayin edildiğinize kanaatim kat’iyet kesb [elde etme, kazanma] etti. Rabb-i Rahîme [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] hadsiz hamd ü senâ olsun. Tasavvurumda Hüsrev, Rüştü birtek isim gibi olmuş. İkinizi, Risale-i Nur’a ait herşeyde beraber biliyorum ve buluyorum.

Size اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا 1 âyetine ait ve birden hatıra gelen ve Sabri’nin iki mektubunun daha gelmeden mânevî tesiriyle yazılan bir tetimmeyi [ek] gönderdim. Bir derece mahremdir, has ve eminlere mahsustur. Şamlı Tevfik, [başarı] Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] Şuâını, Hafız Ali’nin otuz üç لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 2 ile tevafuklu tarzda bana yazsa iyi olur. Kardeşlerime birer birer selâm.

Duanıza muhtaç

Said Nursî

59

– 29 –

Aziz kardeşlerim,

Temadî eden tahribat-ı mâneviye karşısında, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] gittikçe Risale-i Nur’un mu’cizâne mukavemeti ve satveti [güç, ezici kuvvet] ve kıymeti tezayüt ediyor. Dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] temel taşı ve nokta-i istinadı [dayanak noktası] olan tabiat tâğutunu [tabiat putu] dağıtıp, Kur’ân elinde bir elmas kılıç olarak her tarafta nurları saçar, zulümatı dağıtır. Fakat dalâletlerin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] envâı [tür] çoktur. O nispette risalelerin dahi ayrı ayrı meziyetleri, ehemmiyetleri var. Eğer kolay ise, Tabiat Lem’asını [parıltı] da bize gönderiniz.

– 30 –

 Emin’le Feyzi’nin sordukları bir suale Üstaddan aldıkları cevap

Sual: Bize verdiğiniz cevapta diyorsunuz: Siyasî geniş daireleri merakla takip eden, küçük daireler içindeki vazifelerinde zarar eder. Bunun izahını istiyoruz.

Elcevap: Üstadımız diyor ki:

Evet, bu zamanda merakla radyo vasıtasıyla ciddi alâkadarâne küre-i arzdaki [yer küre, dünya] boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır, mânevî bir divane olur; ya kalbini dağıtır, manevî bir dinsiz olur; ya fikrini dağıtır, mânevî bir ecnebî olur.

Evet, ben kendim gördüm: Lüzumsuz bir merakla mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] iken âmi [basit, sıradan] bir adam, beride ilme mensubiyeti varken, eskiden beri İslâm düşmanı olan bir kâfirin mağlûbiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzuniyet ve Âl-i Beytten seyyidler cemaatinin bir kâfire karşı mağlûbiyetinden mesruriyetini [mutlu] gördüm. Böyle âmi [basit, sıradan] bir adamın alâkası, bir geniş daire-i siyaset hâtırı için böyle kâfir bir düşmanı, mücahit bir seyyide tercih etmek, acaba divaneliğin ve aklı dağıtmaklığın en acip bir misali değil midir?

Evet, haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler [askerlik ilminde uzman kimse, kurmay] ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesâili, [meseleler] basit fikirli

60

ve idâre-i ruhiye ve dîniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine [köy] ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve mânen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar [hazırlama] etmek tarzında, kemâl-i merakla, [merakın son derecesi] onlara göre mâlâyâni [anlamsız, faydasız] ve lüzumsuz mesâil-i siyasiyeyi radyoyla ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye [İslâmın sosyal hayatı] öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.

Evet, herbir adam vatanıyla, milletle, hükûmetle alâkadardır. Fakat bu alâkadarlık, muvakkat [geçici] cereyanlara kapılıp millet ve vatanı ve hükûmetin menfaatini bazı şahısların muvakkat [geçici] siyasetlerine tâbi etmek, belki aynını telâkki [anlama, kabul etme] etmek çok yanlış olmakla beraber; o vatanperverlik, milletperverlik hissinden ve vazifesinden herkese düşen vazife bir ise, kendi kalb ve ruhundan idare-i şahsiye ve beytiye ve diniye, ve hâkeza, çok dairelerden hakikî vazifedar olduğu hizmet ve alâka ve merak on, yirmi, belki yüzdür. Bu ciddî ve lüzumlu bu kadar alâkaların zararına olarak, o birtek lüzumsuz ve ona göre mâlâyâni [anlamsız, faydasız] olan siyaset cereyanlarına feda etmek dîvanelik değil de nedir?

Üstadımızın bize gayet aceleyle verdiği cevabı bu kadar. Biz de, o acele ifadeyi acele kaydettik; kusura bakmayınız.

Biz de bütün kuvvetimizle bunu tasdik ediyoruz. Çünkü bunu kendimizde ve gördüğümüz dostlarımızda tecrübelerle müşahede ettik. Hattâ çokları meraklarından, cemaati, belki de namazı terk eder derecede ifratla, tam namaz vaktinde konuşan radyoyu dinleyip, mimsiz medeniyetin [“deniyet”, aşağılık] sefahat ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve İslâma ettiği ihanet cezası olarak mütemadiyen başına gelen tokatlarına ve boğuşmalarına ve geniş siyaset dâirelerine alâkadârâne dikkat etmekle ve nefsi, zehirli ve başı sarhoş şahıslardan, radyodan ders almak, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve mühim vazifelerine de tam zarar ediyorlar.

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci]

 Feyzi, Emin

61

– 31 –

 Ahmed Nazif‘in [temiz, pak] bir fıkrasıdır. [bölüm]

Kıymetli Üstadım,

Yüksek şahsiyetinizin aczi ve fakrı içinde inâyet-i Rabbaniye ve rahmet-i İlâhiyeyle [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] i’câzlarını [mu’cize oluş] güneşin parlak ve keskin şuaları gibi kalblerimize nüfuz ettiren ve hakaik-i diniye ve imaniyenin, dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yüz tutan zaif ve âciz mü’minlerin halâsı [kurtulma] ve selâmeti ve hidayete çıkarılmasına hâdim [hizmetçi] ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] Risale-i Nur’un, elbette bir hâdi ve bu zamanın muhtaç bulunduğu bir sahib-i zuhur namını taşıyacağı şüphesizdir. Binaenaleyh, hem Kur’ân’ın tercümanı ve dellâlı [davetçi, ilan edici] ve hem de bu Risale-i Nur’un müellif [telif eden, kitap yazan] ve hâdim-i yegânesi bulunmanız, hem de âciz ve fakir bir nefer [asker] iken mânevî hizmetinizle müşiriyet [mareşallik] derece-i âliyesine terfi ve tefeyyüze [feyizlenme] istihkak [hak edilen pay] kesb [elde etme, kazanma] etmiş bulunmanızdadır ki, Alîm-i Mutlak, [bilgisi herşeyi kuşatan, sınırsız ilim sahibi olan Allah] Hakîm-i Mutlak, [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] Kadir-i Mutlak [herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] olan Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] Hazretleri, bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazife-i âliyeyi, [yüce görev] kıymetsiz gördüğünüz, çok kıymetli ve faziletli ve feyizli ve âlî [yüce] derecelerde yüksek bir dellâla [davetçi, ilan edici] tevdi ve nasip ve bilhassa memur etmiştir. هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1

Biz âciz ve âsi ve günahkâr hizmetkârlarınızı dahi lütuf ve keremiyle [cömertlik] irşada ve hidayete siz Üstadımızı rehber ve mürşid ve vasıta buyurmuştur ki, ebedî minnet ve şükranlarımızı edâdan âciz bulunuyoruz.

62

İşte, Üstadım, çok kıymetli arkadaşımız ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] kıymetli refikimiz [arkadaş, yoldaş, yardımcı] ve şerikimiz Küçük Hüsrev Mehmed Feyzi’nin mektubundan, başka yerde ve mahalde mevsimsiz olduğunu idrak ederek, bu hakikî kelimeyi ve mübarek ism-i şerifi Risale-i Nur’a dahi henüz zahiren takmak haddim değildir ve istimalinden [çalıştırma, vazifelendirme] hazer [sakın] ediyorum. Çünkü Üstadımın izin ve müsaadesi olmadıkça bu gibi lâkapların kıymeti olamaz. Ancak Risale-i Nur’dan aldığım ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] üzerine muhitimizde birinciliği ihraz [kazanma, elde etme] eden bir kardeşimiz olan Feyzi’nin mektubunda bahsedilmesi, sırf hüsn-ü niyet [güzel niyet] ve fart-ı merbutiyet ve sadâkatten ve ihlâstan doğmuştur.

Bu izharın [açığa çıkarma, gösterme] hatâsından hâdis olan meşguliyetinize sebebiyet verdiğimden çok müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oldum, af buyurunuz. İkaz ve irşad [doğru yol gösterme] edici nimet ve himmet, [ciddi gayret] i’tabınızla af buyurulmasını ve Risale-i Nur’un mânevî tokatlarından muhafaza edilmekliğimizi kemâl-i hulûsla [tam bir içtenlik] istirham eylerim.

Aziz ve kıymetli Üstadım,

Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] lütuf ve keremiyle [cömertlik] ve hadsiz ihsanıyla [bağış] intisaben [bağlanma, mensup olma] hizmet-i kudsiyesinde [kutsal hizmet] bulunduğum Risale-i Nur’un maddî ve mânevî pek çok kerametlerini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve bereketlerini aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] görmüş ve lezzetini tatmış olan bu âciz hizmetkârınızın noksanlarını, hüsn-ü niyete [güzel niyet] ve hulûs-ü kalbine bağışlamanızı rica [ümit] ederken, bu mübarek Risale-i Nur’un pek çok kerametlerinden [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] birkaçını arz ediyorum. Şöyle ki:

Risale-i Nur tercümanı ve müellif [telif eden, kitap yazan] ve sahibi bulunan zât, bin üç yüz yirmi dört (1324) ve yirmi beş (25) Rûmî senelerinde, İstanbul’da iştiharla, [arzu, istek] “Bediüzzaman” namı ve lâkabı altında matbuatın [basın, medya] sitayişle [övme, medih] neşriyatından mütehassis olarak, o zaman on yedi yaşımda bulunduğum ve çok cahil ve çocukluk devresinde iken, bu mübarek isim kalbimde yer tutmuş. Ve bu kalbî muhabbet hürmeti için

63

olacak ki, bin üç yüz yirmi altı (1326) senesinde Hazret-i Üstadın, Bediüzzaman Said-i Kürdî lâkabı altında Karadeniz seyahatinde iki hizmetkârıyla İnebolu’yu ziyaret ederek, o zaman İnebolu’nun meşhur ulemasından Hacı Ziya ve diğer ulema arasında vapura teşyi [cesaretlendirmek] edildiği sırada tesadüfen çarşıda karşılaştığım ve çok derin muhabbet hissiyle bu mübarek zâta selâm durarak mütebessim ve nuranî simalarıyla ve keskin nazarlarıyla selâmlarına ve mânevî nazarlarıyla iltifatlarına mazhar [erişme, nail olma] olduğum günden beri artan muhabbet ve alâkamı, otuz senelik hatırımdan kat’iyen [kesinlikle] silinmediğini aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] görüyordum.

Tahminen ve takriben [yaklaştırma] altı sene evvel bir gazete sütununda Isparta’da halkın fazla alâka göstermesinden, din ve iman telkin etmesinden ürken ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] tarafından tevkif edildiğini teessürle [üzülme, etkilenme] okumuştum. Otuz senelik uzun bir zaman içinde bir defa böyle acı haber aldığım halde, âkıbetinden kat’iyen [kesinlikle] başka bir malûmat edinememiştim. On seneden beri Cenab-ı Rabbü’l-Âlemîn Hazretlerinden niyazımda, dâima beş vakit dualarımda, “Yâ Rab, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] bana bir mürşid-i kâmil [çok olgun yol gösterici] ihsan [bağış] buyur” niyazında iken, bundan üç sene evvel, yani Hicrî [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] bin üç yüz elli yedi (1357) ve milâdî bin dokuz yüz otuz sekiz (1938) senesinde, İnebolu’da bir kahvede, Kastamonulu bir zavallı sarhoşun sitayişle [övme, medih] bahsettiği bir zâtın Kastamonu’da mevcudiyeti ve menfî olarak bulunduğunu işittim.

Dikkat ettim ve tahkik [araştırma, inceleme] ve tâmik ettim. Anladım ki, otuz senedir kalbimde saklı olarak taşıdığım o zamanki Said-i Kürdî olduğunu hayretle öğrendim. Ve kalbimdeki sevgi günler geçtikçe ateşlendiğini hissettiğimden, her tehlikeyi göze alarak ziyaret edip mübarek ellerini öpmek lâzım ve şart olduğunu bildim. Ve ziyaretimde, eski Said’in ism-i mübarekleri Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur’un müellifi ve sahibi olarak buldum. Kemâl-i aşk [tam ve mükemmel bir aşkla] ve ihlâsla sarıldım. Ve benim yegâne mürşidim ve rehberim ve büyük üstadım o Risale-i Nur’dur

64

dedim. Ve bana bu hadsiz ihsanatı [bağış] hidayet ve inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] buyuran Cenâb-ı Hakka, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Kur’ân-ı Hakîm‘in [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] harfleri adedince şükrederek, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1 dedim.Haşiye [dipnot]

Risale-i Nur’a intisap [bağlanma] etmezden evvel, maddî ve dünyevî her işlerimizde ve ticarethanemizin kazançlarında ve şahsî ve hususî işlerimizde Risale-i Nur’a intisaptan [bağlanma] sonraki hârikulâde farkları ve bereketleri görmekle beraber, en büyük bir ticaret veya mes’ut bir zenginin, müferrah [ferah duyan, huzurlu] ve serbestliğinden daha fazla ferah ve sürur [mutluluk] ve serbest ve yaşayış tarzında sıhhat ve âfiyetle—elhamdü lillâh—mes’udâne imrar-ı hayat eylemekte olduğumuzu ve Risale-i Nur’un kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] lütuf ve kerâmetlerine medyun [borçlu] bulunduğumuzu itiraf ve tasdik ederiz.

Üstad Hazretlerinin mezuniyet-i hususiyesiyle, Risale-i Nur namına neşriyat ve hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] noktasında, bilhassa ibadet ve namaz hakkında şahsımın cahil ve âciz, nâkıs, [eksik] iktidarsız vaziyetimle vâki olan ve olacak bulunan telkinat[telkinler] diniyedeki kuvvetli ikna ve müessir hitabelerin âsâr-ı fiiliyesini aynen müşahede ettiğimi, Üstadım Risale-i Nur namına kemâl-i fahirle, birçok namazsız Müslümanları—elhamdü lillâh—namaza ve camilere devama muvaffak bulunmak gibi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetlerin âsâr-ı fiiliyesinden, Risale-i Nur’un büyük harika kerametinden [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] tulû [doğma] ettiğini ve etmekte olduğunu tasdik ederiz.

Bu içinde bulunduğumuz Alman ve İngiliz harbinin bidayetinden devamı müddetince hadsiz zındıka ve münafıkların hiç yoktan, sebepsiz olarak, şahsıma

65

bir isnadat olsun için, gerek münevver [aydın] fikirli âlim ve gerekse cahil mülhid, [dinsiz] hemen hemen birkaç dostlarım müstesna, memleket halkı ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetimden küstürmek için şeytan-ı aleyhi mâyestehık [asıl, esas, maya] bütün memleket halkını iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ederek aleyhime tahrik etmiş olacaktır ki, “Nazif, [temiz, pak] muhalif bir siyasetle ittihad-ı İslâma taraftar eder, siyaset propagandası yapıyor” zihniyetini şiddetle aleyhimde, memleket halkına ve erkân-ı hükûmete kadar sirayet [bulaşma] ettiriyorlar. Ve bütün şeytanların tecessüsleri [gizlice araştırma] tahrik edilmiş. Güya aleyhtarlarım benden bir intikam almak hasebiyle gıyabımda, hem müthiş cereyanı şiddetlendirmek için kendilerince menfur telâkki [anlama, kabul etme] ettikleri “Almancı” namıyla hakaretlere maruz bırakmaktan çekinmediler. Halbuki ben, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] Risale-i Nur’un irşadıyla, [doğru yol gösterme] hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyeyi bütün kâinatın fevkinde [üstünde] gördüğümden ve itikad [inanç] ettiğimden, değil küre-i arzdaki [yer küre, dünya] cereyanlara, belki bana verilse de, bütün dünya saltanatına da âlet edemem. Ben, yalnız hakikatçi ve imancı ve Kur’ân’cı Risale-i Nur’un bir hâdimiyim. Kaç senedir bütün bu hücumlarıyla beraber, iki eser-i inâyet [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] var.

Birisi: Risale-i Nur’un neşriyatındaki hizmetime zarar verilmediği gibi fevkalme’mul [umulmadık bir şekilde, beklenenin üstünde] muvaffak olduk.

İkincisi: Her ne vakit şiddetli hücum edileceği zaman Üstadımızdan dikkat emrini alıyorduk. Hem de, Risale-i Nur’un âşikâr bir kerametindendir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ki, bin üç yüz elli dokuz (1359) sene-i hicrî Ramazan-ı Şerîfin on veya on ikinci günlerinde, Allah rahmet etsin, vefat eden kardeşlerimizden Hatip Mehmed namındaki zât, Yirmi Altıncı Lem’a [parıltı] olan İhtiyarlar Risalesini yazarken hasta olarak yazmaya kâdir olmadığından lâ ilâhe illâ Hû kelime-i tevhidi [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] yazarak bıraktığı, ziyaretine gelen diğer kardeşimiz ve faal arkadaşımız, Feyzi Mehmed Efendiye ikmalini [tamamlama]

66

rica [ümit] ederek dünyaya veda ve ebedî hayatına, inşaallah [Allah dilerse] bu kelime-i tayyibe [güzel ve hoş söz] ile hayatının sonunu mühürleyerek imanlı olarak kabre girdiğini izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve Risale-i Nur’un talebelerine açık bir müjde ve tebşiratta [müjdeleme] bulunmuştur.

İşârât-ı Kur’âniye’nin, yirmi altıncı âyetinin فَفِى الْجَنَّةِ خَالِدِينَ 1 sırrıyla, “Risale-i Nur talebeleri imanla kabre gireceklerdir” tebşiratının [müjdeleme] sıdkını [doğruluk] gösteren bu açık kerametin [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve tebşirat-ı [müjdeleme] azîmenin bütün kardeşlerimize tamim olunmasını, Risale-i Nur’un derece-i ulviyetini ve hâdimlerinin mükâfatlarının ne zaman ve ne suretle verilmekte olduğunu aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] bilinmek ve görülmek üzere şu hakikat muvafık ise İşârât-ı Kur’âniye Risalesine tahşiye olunmasını rica [ümit] ederim, kıymetli Üstadım.

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci]

Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Nazif [temiz, pak] Çelebi (r.h.)

– 32 –

(Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] Hilmi ve Çaycı Emin ve Tahsin‘in [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] fıkrasıdır. [bölüm] Yirmi Yedinci Mektubun fıkraları [bölüm] içine girmeye münasip görüldü.)

Bugünlerde casuslar tarafından ziyade bir hassasiyetle risalelere bakıldığından, inâyetin [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] himâyeti dahi, bir nevi hassasiyetle ikramını gösterdi. Gayet cüz’î [ferdî, küçük] bir nümunesi şudur ki:

Risale-i Nur şakirtlerine, [öğrenci] maişet [geçim] cihetinde bir ikrâm-ı İlâhi ve küçük, fakat şâyân-ı hayret ve gayet lâtif [berrak, şirin, hoş] bir tevafuk, bir vâkıa ve Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] hizmetinin şüphesiz bir kerametidir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Evet, Risale-i Nur’un bir silsile-i kerametinin [kerametlerin zincirleme birbirini takibi] bir menbaı [kaynak] olan tevafuk, bu vâkıada, o cinsten altı adet tevafukatın [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] ittifakı ise, tesadüf ihtimalini köküyle keser diye hükmettik. Şöyle ki:

Birkaç günden beri Üstadımızın ziyaretine gitmediğimizden, kardeşim Emin ile beraber Üstadımızın ziyaretine gittik. İkindi vakti beraber namaz kıldıktan

67

sonra bize emretti ki: “Size yemek yedireceğim, burada tayınınız [erzak, yiyecek] var.” Mükerreren, [defalarca] “Yemezseniz bana dokuz zarar olur” dedi. “Çünkü yiyeceğinize karşı Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] gönderecek.”

Yemek yemekten affımızı rica [ümit] ettikse de, emretti ki: “Rızkınızı yiyin; bana gelir.” Emrini kırmamak için, lütuf buyurduğu tereyağı ve kabak tatlısını ekmekle yemeye başladık. Daha sofrada iken, ümit edilmeyen bir vakitte, bir tarzda ve aynı vakitte bir adam geldi. Elinde yediğimiz kadar taze ekmek, aynı yediğimiz miktar (fındık kadar) tereyağı ve diğer elinde bize verilenin tam misli [benzer] kabak tatlısı olarak kapıyı açtı. Artık taaccüp edilerek, hiçbir cihette tesadüfe mahal kalmayarak, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] rızkındaki bir bereket-i Rabbanîyi gözümüzle gördük. Üstadımız emretti: “İhsan on misli [benzer] olacak. Halbuki bu ikram tam tamına mislidir. [benzer] Demek, tayın [erzak, yiyecek] ciheti galebe [üstün gelme] etti. Tayın [erzak, yiyecek] temini ise, mizanla [ölçü] olur.”

Sonra aynı akşamda, sadaka ciheti dahi hükmünü gösterdi. Biz gördük ki, ekmek on misli [benzer] ve tereyağı tatlısı o da on misli [benzer] ve kabak tatlısını çok sevmediği için kabak, patlıcan turşusu on misli, [benzer] memulün hilâfına, Risale-i Nur’dan İkinci Şuâın bir hafta mütalâasına mukabil bir mânevî ücret olarak geldi, gözümüzle gördük. Demek, kabak tatlısının tatlılığı, tereyağı—un helvasına girdi, kendisi turşuda kaldı.

Risale-i Nur şakirtlerinin, [öğrenci] hüsn-ü hizmetine [güzel hizmet] acele bir mükâfat gördükleri gibi, hizmette kusur edenler dahi tokat yedikleri—Isparta’da olduğu gibi—burada dahi gözümüzle gördük. Pek çok vukuatından yalnız beş-altısını beyan ediyoruz.

Birincisi: Ben, yani Tahsin, [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] birgün, yeni açtığımız bir dükkân meşgalesiyle bana emrolunan vazife-i Nuriyeyi [Risale-i Nur vazifesi] tembellik edip yapamadım. Aynı vakitte şefkatli bir tokat yedim. Dükkânda otururken birisi bana geldi, emanet olarak yüz lira tebdil [başka bir şeyle değiştirme] olmak için bana verdi. Bu paranın sahibine, Allah için bir hizmet yapmak üzere tebdil [başka bir şeyle değiştirme] için maliye sandığına gittim. Bu paraları sayarken, aralarında bir kalp [sahte para] lira bulundu. Bu yüzden ifadeye ve sual ve cevaba ve muâhazeye [sorgulama, tenkit, kınama] mâruz kaldığım gibi, evimizi de taharrî [araştırma] etmek icap [gerekli kılma] etti. Beni mahkemeye verdiler. Fakat bu terbiye ve şefkat tokatı olmak cihetiyle, yine Risale-i Nur kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] gösterdi, zararsız kurtulduk.

İkincisi: Üstadımıza ve Risale-i Nur’a dört beş sene bazan hizmet eden ve okutturan ve cidden taraftar bulunan bir zât, birden birgün elinde dine ait bir

68

gazeteyle geldi. Risale-i Nur’un mesleğine muhalif bir cereyanın sahiplerine taraftarâne bir tavır gösterdiği zaman, Üstadın canı çok sıkıldı. Bir iki gün sonra şiddetli, fakat şefkatli bir tokat yedi. Bir doktor ona dedi ki: “Eğer ameliyat yaptırmazsan yüzde yüz ölüm var.” O da bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] ameliyat yaptırdı. Fakat şefkat ciheti imdada yetişti, çabuk kurtuldu.

Üçüncüsü: Bir memur, Risale-i Nur’u kemal-i iştiyakla okurdu. Üstadla görüşmeye ve tam ders almaya çok çalışıyordu. Birden bir komiser tarafından ona evham verildi. O da görüşmeyi ve okumayı bırakıp başka bir şehre giderken, birden sebepsiz bir tarzda bir ayağı kırıldı, bir ay çekti. Yine şefkat yâr oldu ki, şimdi tekrar okumaya şevkle başladı.

Dördüncüsü: Ehemmiyetli bir zât Risale-i Nur’u kemal-i takdirle hem okur, hem yazardı. Birden sebatsızlık [kalıcı olma, sabit kalma] gösterdi, şefkatsiz bir tokat yedi. Gayet meftun [aşık] olduğu refikası [arkadaş, yoldaş, yardımcı] vefat eyledi. İki oğlu da başka yere gitmesiyle acınacak bir hale girdi.

Beşincisi: Dört senedir Üstadın çarşı işinde hizmet eden bir zât, birden sadakati bırakıp mesleğini değiştirdi. Birden şefkatsiz bir tokat yedi. Bir senedir daha çekiyor.

Altıncısı: Bir hocaya ait bir hâdisedir. Belki helâl etmez. Biz de onu görmüyoruz. Tokatı şimdi kaldı.

Bu vukuat nev’inden hem çok var. Hem Risale-i Nur’a karşı kusura binâen, kat’iyen [kesinlikle] tokat olduğuna şüphemiz kalmadı.

 Tasdik eden Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] 
Hilmi, Emin, Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme]

Evet, ben de tasdik ederim 
Said

– 33 –

Hem Risale-i Nur’un suhulet-i intişarının bir kerametini, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bu mektubu yazdığımız zamanda ve yemekteki keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] dakikasında gözümüzle gördük. Şöyle ki:

Ehemmiyetli yedi sekiz risale ve İşârât-ı Kur’âniye Şuaını mühim bir mektupla beraber bir torbada, ehemmiyetli bir kardeşimize, bir şehre göndermiştik. Şoför o paketi düşürmüştü. Böyle bir zamanda böyle eserleri, münafıklar ve

69

casuslar haber almadan, emin bir elle beş gün sonra elimize geçmesi, kat’î kanaatimiz geldi ki, bir inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] bizi himaye ediyor.

Hem Risale-i Nur hakkında inâyet-i Rabbaniyenin lâtif [berrak, şirin, hoş] bir himâyeti de şudur ki:

Karanlık bir vaziyette, korkutan bir zamanda, casusların ve taharrî [araştırma] memurlarının evhamları ve tecessüsleri [gizlice araştırma] Üstadımızın menzilini sarması dakikasında, bir fare, Üstadımızın çorabını aldı. Ne kadar aradık, hiçbir yerde bulamadık. O farenin yuvasını gördük; kabil [mümkün] değil ki o çorap girsin. İki gün sonra gördük ki, o hayvan o çorabı getirmiş, öyle yere ki, saklanmış ve muhteviyatları unutulmuş olan mahrem mektuplar ve evrakların tam yanında bırakmış. Halbuki iki defa oraya bakmıştık, görememiştik. Hem o çorabı o yere getirmek, soba borusuna çıkıp yukarıdan olur. Gayet kurnaz ve zeki bir adam ancak o işi yapar. Hiçbir cihette tesadüf ihtimali kalmadığından, Üstadımız dedi: “Bu mektupları oradan kaldıracağız.”

Biz onlara baktık, gerçi siyasetle alâkaları yoktur. Fakat vehham [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] casuslara, aleyhimizde habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapmaya [küçük bir şeyi büyütme, abartma] ehemmiyetli bir vesile olurdu. Biz hem onları, hem daha bahaneye medar [kaynak, dayanak] olabilen başka şeyleri kaldırdık. O heyecanımızdan casuslar haber alıp anladılar ki, hazırlandık. Daha hücum etmeden, yalnız ikinci gün Emin, elinde bir torbayla menzile girdi. Tam arkasında karakol komiseri, gizli, hissettirmeden girdi. Emin’in elinde, kitap yerine yoğurt torbasını gördü, tavrını değiştirdi. Her neyse…

Elhasıl: [kısaca, özetle] Risale-i Nur’un intişarına [açığa çıkma, yayılma] karşı gelen bütün düşman ve casuslara mukabil bir tek fare çıktı, plânlarını zîr ü zeber [alt üst] etti.

 Hilmi(Evet), Tahsin(Evet), [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] Emin(Evet), Tevfik(Evet), [başarı] Said(Evet)

(Mehmed Feyzi o zaman askerdi, yoktu. Yoksa birinci imza onun hakkıydı.)

70

– 34 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

On Dokuzuncu Sözün âhirinde Kur’ân’daki tekrarın ekser hikmetleri, Risale-i Nur’da dahi cereyan eder. Bilhassa ikinci hikmeti tam tamına vardır. O hikmet şudur:

Herkes her vakit Kur’ân’a muhtaçtır. Fakat herkes, her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir olamaz. Fakat bir sûreye galiben [çoğunlukla] muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’âniye [Kur’ân-ı Kerimin maksatları, hedefleri, gayeleri] ekser uzun sûrelerde derc [yerleştirme] edilerek, herbir sûre küçük bir Kur’ân hükmüne geçmiş. Demek, hiçbir kimseyi mahrum etmemek için haşir ve tevhid ve kıssa-i Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın (a.s.) hikâyesi] (a.s.) gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş.

Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı defa haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, bazı ince hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve kuvvetli hüccetleri [delil] müteaddit [bir çok] risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ederdim. Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kat’î bir surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nur’a muhtaçtır. Fakat umumunu elde edemez. Elde etse de tamam okuyamaz. Fakat küçük bir Risale-i Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmia[bir konu hakkında yazılan çok kapsamlı eser] elde edebilir. Ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu meseleleri onda okuyabilir ve gıda gibi her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi, o da mütalâasını tekrar eder.

İkinci bir nokta: Âyetü’l-Kübrâ‘dan [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] çıkan “Virdü’l-Ekber” [devamlı yapılan zikir] namındaki Arabî risaleciğin âhirinde, Risale-i Münâcâtın [Münâcât Risalesi (Üçüncü Şuâ)] başındaki âyetin tefsiri diye Arabî kısımları ilâve edilse, beraber okunsa münasiptir. Biz de nüshamızda yazdık.

71

Üçüncü nokta: Aziz kardeşlerim, çok defa kalbime geliyordu. “Neden İmam-ı Ali (r.a.) Risale-i Nur’a ve bilhassa Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesine ziyade ehemmiyet vermiş?” diye sırrını beklerdim. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] ihtar edildi. İnkişaf eden o sırra şimdilik yalnız kısa bir işaret ediyorum. Şöyle ki:

Risale-i Nur’un mümtaz [seçkin] bir hâsiyeti, [özellik] imanın en son ve en küllî istinad noktasını kuvvetli ve kat’î beyan olduğundan, bu hâsiyet [özellik] Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesinde fevkalâde parlak görünüyor. Ve bu acip asırda, mübareze-i küfür ve iman en son nokta-i istinada [dayanak noktası] sirayet [bulaşma] ederek ona dayandırıyor. Mesela, nasıl ki gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın bütün kuvvetleri toplandığı bir sahrada iki tabur çarpışıyorlar. Düşman tarafı, en büyük ordusunun cihazat-ı muharribesini kendi taburunun imdat ve kuvve-i mâneviyesini [mânevî güç] fevkalâde takviye için her vasıtayı istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ederek ehl-i iman [Allah’a inanan] taburunun kuvve-i mâneviyesini [mânevî güç] bozmak ve efradının [bireyler] tesanüdünü [dayanışma] kırmak için her vesileyi kullanır. Ehemmiyetli bir istinadgâhını [dayanak, sığınak] kendine temayül [eğilim gösterme] ettirerek ihtiyat [dikkat, tedbir] kuvvetini dağıtır. Müslüman taburunun herbir neferine [asker] karşı, cemiyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir. Bütün bütün kuvve-i mâneviyesini [mânevî güç] mahvetmeye çalıştığı bir hengâmda, [ân, zaman] Hızır gibi biri çıkar, o tabura der: “Meyus [ümitsiz] olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın [dayanak noktası] ve öyle mağlûp edilmez muhteşem orduların ve tükenmez ihtiyat [dikkat, tedbir] kuvvetlerin var ki, dünya toplansa karşısına çıkamaz. Senin şimdilik mağlûbiyetinin bir sebebi, bir cemaate ve bir şahs-ı mâneviyeye [mânevî kişilik] karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki, herbir neferin, istinad noktaları olan dairelerinden mânen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i mâneviyeyle [mânevî güç] bir şahs-ı mânevi [mânevî kişilik] ve bir cemiyet hükmüne geçsin” dedi ve tam kanaat verdi.

Aynen öyle de, ehl-i imana [Allah’a inanan] hücum eden ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle, cemiyet ve komitecilik mayasıyla bir şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ve bir

72

ruh-u habîs olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avâmın taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] olan itikadlarını [inanç] himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’aneyle gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor. Herbir Müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya meyusâne [ümitsiz] çabalarken, Risale-i Nur Hızır gibi imdada yetişti.1 Kâinatı ihata [herşeyi kuşatma] eden son ordusunu gösterip ve ondan mukavemetsûz [dirençsiz] maddî, mânevî imdat getirmek hizmetinde harika bir emirber [emre hazır] nefer [asker] olarak Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesini İmam-ı Ali (r.a.) keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş.

Temsildeki sair noktaları tatbik ediniz, tâ o sırrın bir hülâsa[esas, öz] görünsün.

Said Nursî

– 35 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 2* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 3

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ الرَّسَۤائِلِ الَّتِى كَتَبْتُمْ وَتَكْتُبُونَ * 4

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Onuncu Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] namında yazdığınız Fihristenin ikinci kısmı bana şöyle kuvvetli bir ümit verdi ki: Risale-i Nur, benim gibi âciz ve ihtiyar ve zaif bir biçareye bedel, genç, kuvvetli çok Said’leri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için bundan

73

sonra Risale-i Nur’un tekmil-i [mükemmelleştirme, geliştirme] izahı ve haşiyelerle [dipnot] beyanı ve ispatı size tevdi edilmiş, tahmin ediyorum. Bir emaresi de şudur ki:

Bu sene çok defa ihtar edilen hakikatleri kaydetmek için teşebbüs ettimse de çalıştırılamadım.

Evet, Risale-i Nur size mükemmel bir mehaz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin [iman esasları] her birisine, mesela Kur’ân kelâmullah [Allah kelâmı] olduğuna ve i’câzî nüktelerine [derin anlamlı söz] dair müteferrik [ayrı ayrı] risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair ayrı ayrı burhanlar [delil] cem [toplama, bir araya gelme] edilse ve hâkezâ, mükemmel bir izah ve bir hâşiye [dipnot] ve bir şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-i âliye-i [yüce hakikatler] imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata [herşeyi kuşatma] etmiş; başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşaallah [Allah dilerse] vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif [kaleme alma] ile ve Dokuzuncu Şuânın Dokuz Makamını tekmille [mükemmelleştirme, geliştirme] ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashihle devam edecek.

Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirtlerinin [öğrenci] heyet-i mecmuasının [birşeyin geneli, bütün] kuvvet-i ihlâsından ve tesanüdünden [dayanışma] süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı mânevî, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] size bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.

Buradan oraya gelen mektupları, Mübareklerin Heyeti bir risale şeklinde toplanmasını ve Hüsrev de cüz’î [ferdî, küçük] ve hususî bazı cümlelerini ve lüzumsuz bazı fıkralarını [bölüm] tayyetmeyi, [aşma, katetme] Hafız Ali ve Sabri’ye havale etmiş olduğunu yazıyorsunuz. O, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] hakkında kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve dikkatli ve isabetli ve keskin Hüsrev’in nazarı doğrudur. Bâki bir eserde muvakkat [geçici] ve cüz’î [ferdî, küçük] ve hususî kelimeler tayyedilse daha iyidir.

74

Bu defaki mektubunuzda kerametkârâne [keramet göstererek] üç nokta gördük:

Birincisi: Buranın bir Hüsrev’i olacak derecede ihlâs ve irtibat ve iktidarı gösteren Küçük Hüsrev Mehmed Feyzi isminde Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] çalışkan bir talebesi askerden gelip, daha ikinci defa görüşüldüğü vakit, mektubunuzda Feyzi ismini gördük, dedik: Bu Risale-i Nur’un şakirtleri [öğrenci] birbirinden ne kadar uzak olsa da, birbirine pek yakındır ki, böyle birden hissedip yazdılar.

İkincisi: Bu Küçük Hüsrev Feyzi, bu âhirlerde İstanbul’da iken Risale-i Nur hesabına zihnime dokundu. Müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oluyordum. “Acaba rahatsızlığı var mı?” Birden zihnim yüzünü ondan çevirdi, Hafız Ali ile şiddetli meşgul oldum. Anladım ki teessür [üzülme, etkilenme] verecek var. Fakat Risale-i Nur’un faal merkezi olan Hafız Ali cihetinde olacak. Hafız Ali’ye şifa duasına başladım, devam ettim. Ve mektup gelmeden evvel Feyzi’den sordum: “Sen bir hastalık çektin mi?” O dedi: “Yok.” Dedim: “Öyleyse Isparta’da Risale-i Nur’un ehemmiyetli ve kuvvetli bir rüknünün [esas, şart] bir rahatsızlığı var. Fakat hayalim hakikatin suretini şaşırmış.” Sonra mektubunuz geldi, hakikat anlaşıldı.

Üçüncüsü: Bundan yirmi gün evvel, eyyam-ı mübarekeden [Cuma ve kandil geceleri gibi mübarek günler] sonra hatırıma geldi ki, vazifedarâne kalemi her gün istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmeyenler, Risale-i Nur talebeleri ünvan-ı icmâlîsinde her yirmi dört saatte yüz defa hissedar olmak yeter diye, hususî isimlerle has şakirtler [öğrenci] dairesi içinde bir kısmın isimleri muvakkaten [geçici] tayyedildi. Kardeşimiz Hakkı Efendi de onların içinde idi. Birkaç gün öyle devam etti. Sonra birden hiç sebep hissetmeden yine Hakkı, Hulûsi’ye arkadaş oldu. İsmiyle, resmiyle has dairesine girdi. Hakkı’nın “Beni duadan unutmasın” diye, mektubunuzdaki fıkranın [bölüm] yazıldığı aynı zamanda, hususî duayı kazanmış hesabıyla tahmin ettik. Hattâ bugünlerde bunun gibi inâyetin [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] çok lem’aları [parıltı] var. Emin, bunları havâdîs-i yevmiye diye bir fıkra [bölüm] yazacak. Belki size de gönderecek.

Risale-i Nur’un oradaki küçük talebeleri ve istikbalde kıymetdar şakirtleri [öğrenci] olanlar, şimdi de talebeler dairesinde olarak hissedardırlar. İstanbul’da Mehmed Feyzi, Eski Said’in risalelerini ararken, aynı günde kahraman Rüşdü, bir dükkânda mevcudunu toplamış, almıştı. Küçük Hüsrev müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olarak başka yerde aramış, İşârâtü’l-İ’câz‘ı [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] bulmuş. Tahminen demiş ki: “Bana sebkat eden

75

herhalde benden ilerideki Ispartalı kardeşlerimdir.” Her neyse… Bu İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] nüshasını Hafız Ali ve Sabri’deki nüshalarda bulunan keramet-i tevafukiyeyi yazdırmak istiyor. En kolay bir çaresi, küçük bir defterde, her sahifesinde tefsirin bir sahifesine mukabil huruf-u hecânın [alfabe sırasına göre dizili harfler] (elif ve tâ ve saire) kaydederseniz, gönderirseniz iyi olur. Kolayını bulmazsanız kalsın.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve bilhassa risalelerle çok meşgul olanlara selâm ve dualar ederim ve dualarını beklerim.

Kardeşiniz

Said Nursî

– 36 –

 Emin ve Küçük Hüsrev Feyzi’nin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] bizi sebkat eden sadık, hâlis, metin, [sağlam] vefakâr kardeşlerimizden mübarek Hüsrev ve Rüşdü gibi zâtlar, Risale-i Nur hâdimlerine, vazifelerinin makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] bir emare olarak ihsan [bağış] olunan bereket hakkında müteaddit [bir çok] fıkralar [bölüm] yazmışlar. Biz de, bu kardeşlerimizin fıkraları [bölüm] gibi bu yakın zamanlarda beraber tezahür eden, gördüğümüz bazı hâdisâtı kaydedeceğiz. Nümune için yalnız bir kısmını beyan ederiz.

Birisi şudur ki: Bu yakında Üstadımızla beraber kıra çıkmıştık. Çay yapılmasını, hem ikişer çay, hem üçer şekerle içilmesini emir buyurdular. Hepimiz, üçer şekerle ikişer çay içtik. Yalnız Emin kardeşimiz bir şeker kendisine noksan olarak içmiş. Akşam üzeri, Risale-i Nur’un menba-ı intişarı olan Üstadımızın odasına geldik. Emin, şeker kutusuna sarf olunan şekerleri koymak istemiş, fakat kutu sekiz şekerden fazla almamış. Emin, “Fesübhânallah[“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] der. “On yedi şeker yerine kutu sekiz şekerle dolsun.” diye taaccüp ettik. İşte bu vâkıa, bize şuhud [görme] derecesinde kanaat verdi ki, bu sır, Risale-i Nur’a, hâdimlerine bir inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ve bir iltifat-ı Rabbaniyedir.

76

İkincisi: Yine aynı günde ben, yani Mehmed Feyzi, evvelce yazıp Üstadıma teslim ettiğim Hücümat-ı Sitte risalesini bana vermek için sakladığı yerden ararken, fevkalme’mul [umulmadık bir şekilde, beklenenin üstünde] bir surette, bulunmaz. Birden o anda, âdetlerinin hilâfına olarak, hiç vuku bulmamış bir tarzda, bir hâdise zuhuruyla gözlüklerini bırakarak merdiven tarafına müteveccih [yönelen] olurlar. Aynı vakitte Risale-i Nur’un intişarına [açığa çıkma, yayılma] ve hizmetine zarar vermek niyetiyle casus bir adamın merdivene doğru, zahiren ziyaret maksadıyla yürüdüğü görülür. Üstadın telâşlı olduğunu hisseder. Üstad, onun nazarını öteki hâdise-i bedeniyeye çevirir, ona der: “Görüyorsun ki ben mâzurum, ziyareti başka güne bırak.” O da döner, gider. Hem Mehmed Feyzi, hem Hücümat-ı Sitte, hem başka işlerimiz o tecessüsten [gizlice araştırma] kurtuldu.

Evet, Hücümat-ı Sitte saklandığı muayyen yerinde fevkalâde bir surette kaybolması, ehemmiyetli bir hâdisenin önünü aldı. Üstada ârız [ortaya çıkma] olan bu hilâf-ı âdet [âdete aykırı, kural dışı] hâlet [durum] ve o risalenin muayyen yerinde bulunmaması kat’iyen [kesinlikle] tesadüfe hamledilmez. Bir hafta sonra o risaleyi hilâf-ı me’mul bir yerde bulduk. Üstadımın emriyle Emin kardeşime ehemmiyetli bir surette okudum. Üstad bize izahat veriyordu. O vakte kadar böyle mühim ve tesirli ders almamıştık. Demek bu iki mühim sırra binaen risale kendini göstermedi. İşte bu hâdise, Risale-i Nur’un ihlâslı ve sadık şakirtleri [öğrenci] her vakit bir hıfz ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] altında ve daima himâyet altında olduklarına şüphe bırakmıyor.

Üçüncüsü: Üstadımızın bir okka [1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] (yani kilo) peyniri vardı. Ekser günlerde o peynirden hoşuna gittiği için, bir iki defa yiyordu. Hem bize de yediriyordu. Hem yemeksiz olduğu ekser vakitlerde ondan yediği halde, altı ay kadar devam ettiğini ve halen de, yüz dirhem kadar o peynirden bulunduğunu, ben—yani daimî hizmetçisi Emin—ve ben—yani talebesi ve hizmetçisi Küçük Hüsrev—yakinen görüp tasdik ediyoruz. Fakat bu hâdise-i bereketin ifşâsından sonra, evvelce görülmeyen dibi görünmeye başladı, noksaniyetini gösterdi. Evet, bereket hususunda şâyân-ı hayret bir hâdisedir. Hem yarım kilo bir tereyağı, ekser günlerde fazlaca sarf olduğu halde, elli güne yakın devamı, şüphesiz bir bereket içine girmiş.

77

Yine aynen Ramazan Bayramında Üstadın rızası olmadığı halde, Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve ben—yani Emin—bir kilo ince şeker getirmiştik. Ekseri yoğurt ve süt ve tatlı kabağa ve sair şeylere, bazan yirmi otuz dirhem kadar kattıkları halde, iki aydan fazladır o şekerden yüz dirhemden fazla kalması, elbette bereket sebebiyledir.

Hem bu havalideki şakirtler, [öğrenci] herkes cüz’î-küllî [ferd-tür (kapsamlı varlık)] hissetmiş ve itiraf ediyorlar ki: Risale-i Nur’a çalıştığımız zaman, hem rızkımızda bereket ve suhulet, [kolaylık] hem kalbimizde bir inşirah [ferah, rahatlık, sevinç] ve ferah zâhiren hissediyoruz. Ezcümle ben-yani Emin-kendim itiraf ediyorum ki, Risale-i Nur dairesine girmezden evvel, bütün sene çalışırdım. Ne vakit Risale-i Nur dairesine girdim; senede üç dört ay kadar ancak çalışabildiğim halde, evvelkinden daha müferrah [ferah duyan, huzurlu] ve daha mes’ut bir halde yaşamaklığım, yüzde yüz Risale-i Nur hizmetinin bereketiyle olduğuna hiç şüphe yok.Haşiye [dipnot]

Hem ezcümle, Üstadımız diyor ki: “Benim de kanaat-ı kat’iyem [kesin kanaat, inanma] çok tecrübelerle gelmiş ki, ben Risale-i Nur’un tashihatıyla meşgul olduğum zaman, pek zahir tarzda, hem rızkımda bereket, hem kolaylık görüyorum. Her ne vakit çalışmazsam o hali görmüyorum.”

Hem Üstadımız diyor ve biz de tasdik ediyoruz: “Ben son zamanda anladım ki, şimdiye kadar hem ben, hem dostlarım bu hakikatin suretini başka şekilde görmüşüz. Şöyle ki: Hapishanede bir tek ekmek, sekiz ve bazan on gün bana kâfi [yeterli] geldiği halde, burada aynen o tarzda yaşıyordum. Hem ben, hem kardeşlerim, bunu benim az yemek ve iştahsızlığıma [şiddetli istek, arzu] veriyorduk. Halbuki, çok emârelerle kat’iyen [kesinlikle] anladık ki, o acip hal bereket neticesiymiş. Birkaç defa sekiz günde bana kâfi [yeterli] gelen bir ekmeği, aynı iştahla [şiddetli istek, arzu] çalışmadığımdan berekete mazhar [erişme, nail olma] olmadığım zaman iki günde, bazan bir buçuk günde bitiriyordum. Demek, bu on altı, on yedi seneden beri benim mükemmel tayınatım, [erzak, yiyecek] Risale-i Nur’un hizmetinden gelen bir bereketten idi.

Evet, aynelyakin [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesinde bize de kanaat gelmiş ki, bu kesretli [çokluk] hâdisât-ı bereket, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] bir şuâıdır. Mânen der:

78

“Ey Kur’ân’ın şakirtleri! [öğrenci] Sizleri vazife-i mukaddesenizden ekseriyetle geri bırakan, maişet [geçim] telâşesidir. Bu ise, Kur’ân’ın feyziyle, bereket nev’inde size veriliyor. Vazifenize bakınız.”

اَللّٰهُمَّ يَسِّرْ لَنَا خِدْمَةَ الْقُرْاٰنِ بِنَشْرِ رَسَۤائِلِ النُّورِ بِحُرْمَةِ اِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ وَحَبِيبِكَ اْلاَكْرَمِ، اٰمِينَ * 1

Hem hâdisât-ı bereketin aynı zamanında, Risale-i Nur’un bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olarak, bir şakirdinin [talebe, öğrenci] binlerce lira kıymetinde hanesini, ona pek yakın dehşetli bir yangından fevkalme’mul [umulmadık bir şekilde, beklenenin üstünde] bir surette Risale-i Nur’un bereketiyle kurtulması ve Risale-i Nur tercümanına âhiret cihetinde çok alâkadarlık gösteren bir hanım, o dehşetli yangında yanan hanenin üçüncü katında bulunan elmas ve mücevherat [kıymetli taşlar] ve altınlarını kurtarmak için koşup çıktığı vakit, ateş her tarafı sarmış, mücevheratını [kıymetli taşlar] kurtaramadığı gibi, kendi nefsini de bütün bütün tehlike-i kat’iyede gördüğü dakikada, Risale-i Nur tercümanı, o ateşten talebesinin hanesini kurtarmasına şiddetli dua ederken, o biçare hanım hatırına gelmiş; “Acaba o yangında o âhiret hemşirem bulunmasın?” diye ona da Risale-i Nur’u şefaatçi yaparak dua etmiş. “Yâ Rabbi, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ım] ona merhamet eyle” niyaz etmiş. Aynı zamanda, o hanım pencereyi kırmış, kendini iki kat yükseklikten avluya atmış, fevkalâde bir surette ne incinmiş, ne de bir yeri kırılmış. Hem, bakırı ve demiri eriten o dehşetli ve şiddetli yangından, bütün konak yandıktan sonra bütün mücevheratı [kıymetli taşlar] ve altını, hiçbiri zayi olmayarak, bozulmayarak bir un onu muhafaza etmiş, bulmuş, almış. Risale-i Nur’un bereketinden, hem canını, hem malını kurtarmış. Hem mezkûr [adı geçen] hâdisât zamanında vuku bulması münasebetiyle, Risale-i Nur’un kerametkârâne [keramet göstererek] iki tokatı, aynı anda, vazifece ehemmiyetli iki mütecaviz [aşkın] ve muacciz [rahatsız edici] iki adamın tecavüz ve tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] anında birinin kafasına, diğerinin ciğerine vurması,Haşiye bizde

79

hiçbir şüphe bırakmadı ki, hizmet-i Kur’ân’daki inâyet-i Rabbaniyenin bir hıfz ve himâyet sillesidir. [tokat] “Artık yeter, durunuz! Tokata müstehak oldunuz” diye mânen söylemesidir.

 Risalet-ün-Nur Şâkirdlerinden [Allah’a şükreden]

 Emin ve Feyzi

– 37 –

(Otuz bir, otuz ikinci âyetlerin Risale-i Nur’a işaretlerini istihrac [çıkarma] etmeye muvaffak olan Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Nazif [temiz, pak] ve oğlu Salâhaddin, Risale-i Nur’un ehemmiyetli şakirtlerinden [öğrenci] olduğundan, Salâhaddin’in şu fıkrası, [bölüm] Yirmi Yedinci Mektubun fıkraları [bölüm] içine girmeye lâyıktır.)

Bin üç yüz elli sekiz (1358) senesi, Danzig’den çıkan bir kıvılcım, Avrupa içerisine sür’atle yayılarak büyük bir yangın halini aldığından, bütün milletler seferî vaziyetinde bulunduğundan Türkiye de kısmî seferberlik yaptı. Bin üç yüz elli dokuz (1359)’da 27, 28, 29 doğumluları silâh altına aldı. Bu meyanda, Risale-i Nur talebelerinden Mehmed Feyzi ve ben gibi küçük talebeler de, bir hikmete binaen askere alınmıştı.Haşiye [dipnot] Üstadımız, yalnız altı yedi ay kadar,

80

Risale-i Nur’un intişarı [açığa çıkma, yayılma] hususunda başka muhitte bulunmamız icap [gerekli kılma] ettiğinden, kalb, fikir ve avucunu Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetine açtığı mânen anlaşıldığından, bu duasının kabulü Risale-i Nur’un mühim bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] neticesi olarak başka muhite askerlik vazifesi içinde, Risale-i Nur’a hizmet için gönderildik. Altı yedi ay sonra, Feyzi ve Salâhaddin vazife-i neşri yaptıktan sonra, mezkûr [adı geçen] kur’aların, en tehlikeli bir zamanda Alman orduları Romanya’yı işgal, Bulgaristan’ı tazyik, İtalya da Yunanistan’la harp ettiği bir sırada terhisleriyle, o keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] anlaşılmıştır.Haşiye [dipnot]

Hem Salâhaddin, emsalinden bir ay sonra ordudan sevk edilmesi, İnebolu’da emsalleriyle beraber bulunmadığı memleket halkından bazı kimselerin gözüne batarak, müteaddit [bir çok] ihbaratta bulunmaları üzerine, askerlik şubesi tarafından reis, polis vasıtasıyla babasını şubeye celple [çekme] oğlunun nerede olduğu sorulduğunda, oğlundan bir gün evvel gelen telgrafı göstererek, İzmit Deniz Alayına mürettep [bağlantılı, dizili] olduğunu ve oğlunun kasten gitmediği, bir ay ticarete gittiği anlaşılmasıyla, babası Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Nazif [temiz, pak] serbest bırakılmasıdır. Hem maden direğine yazılıp askerlikleri tehir edilenler içinde, hergün benimle görüşen kâtip bir arkadaşım, beni unutup kaydetmediği, sonra da o tecil edilenler hem askere alındığı, hem de fena nazarıyla bakıldığı ve Salâhaddin o nazardan kurtulmasıdır. Hem Salâhaddin’in mürettep [bağlantılı, dizili] olduğu alaya, on beş gün geç iltihak [karışma, katılma] etmesinden dolayı bir ceza verilmeden ve hiçbir tavsiyeye muhtaç kalmadan alay yazıcısı olarak alınması,

81

hem Salâhaddin’in terhislerinde bakaya erlerin üç gün dahi olsa, mahkemeye verildiği halde, kendisinin bir ay bakaya kaldığı halde bir ceza gelmeden terhis ve alay kumandanı ve yâverinin teessüründen [üzülme, etkilenme] gözleri yaşararak ayrılışı, Risale-i Nur’a ait bir keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğu bizce kat’î kanaat gelmiştir.

Hem bir vakit Tosya’dan Kastamonu’ya gelirken, beraberimde Risale-i Nur’un Lem’a [parıltı] ve Şuâlar’ı vardı. Haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] ait bir mebhas [bahis, kısım] okuyordum. Kamyon yokuşları tırmanıyordu. Havanın ve makinenin harareti bana ağırlık ve fikrime de “Bu Risale-i Nur muazzam bir mu’cize-i Kur’âniyedir. [Kur’ân mu’cizesi] Başka sahada mu’cize gösterebilir mi? Halbuki mu’cize, Enbiya [nebiler, peygamberler] aleyhimüsselâma mahsustur. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan sonra mu’cize gösterilmeyecektir” mülâhaza[düşünme, akla getirme] esnâsında [vakit, zaman] kamyon müthiş sadmelerle [darbe, yıkıcı müdahaleler] üç takla, yirmi beş otuz metreden aşağıya yuvarlandık. Şehadet getiriyordum. Yaralı mıyım diye kendimi yokladım. Yüz bin şükür, hiçbir yaram yok. Korkarak doğruldum. Şoförün kafası, gözü parçalanmış, “ah, of” çekiyor. Etrafımı tetkik ettim; şoför tarafındaki kapı ve camlar hurdahaş olmuş. Benim tarafımdaki ince cam bile kırılmamış. O anda bunun büyük bir keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğunu, mu’cize olmadığını ve bir daha böyle maceralı şeyleri tefekkür etmemek için kerametkârâne [keramet göstererek] gaybî bir tokat olduğunu anladım.

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci]

 Salâhaddin Çelebi

82

– 38 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ مَۤا اَرْسَلْتُمْ لَنَا * 3

Aziz kardeşlerim,

Âhirzamana işaret eden hadîsin âhirinde:

مَثَلاً كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَة 4 âyetine dâir iki dakika içinde ve hadisin işaretini tashih ânında, âni olarak mücmelen [kısa, kısaca] hatıra gelen işaret-i gaybiyenin [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] gayet acelelikle tevafuk-u cifrîsinde, [cifir hesabıyla ortaya çıkan uyum] zararsız bir küçük sehiv [hata, yanılgı] vuku bulmuştu. O vakitten beri daha ona dikkat etmemiştim.

Bu defa, cidden ve hakikaten Mübarekler Heyetinin cem’ [bir araya gelme] ve telif [kaleme alma] ettikleri Lâhika Risalesinin o âyete dair fıkranın [bölüm] kitabetinde [yazım] bir kasdî [bilerek, direkt] sehiv [hata, yanılgı] gördüm. O ihtardârâne kasdî [bilerek, direkt] sehiv, [hata, yanılgı] benim kusurkârâne sehvimi [yanlış, hata] bildirdi. O çok müdakkik [dikkatli] ve çok Mübarekler Heyetine beni çok minnettar ve mesrur [mutlu] eyledi. Şöyle ki:

كَلِمَةً طَيِّبَةً 5makamı, bin iki (1002) diye sehven [yanlışlıkla, yanılarak] yazılmıştı. ط sayılmamış; doğrusu bin on birdir (1011). Risaleti’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] makamına on üç farkla tevafuk etmekle beraber, izafeden tavsife [bir sıfatla niteleme] geçse رِسَالَةٌ نُورِيَّةٌ 6 olur. Bir ى ve ﻫ ilâve olur ve şedde [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] gider, bir ن noksan olur. Fakat طَيِّبَةً 7 deki tenvin, [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] bir derece vakf

83

olduğundan sayılmazsa, tam tamına bir tek farkla medde sayılmazsa, farksız olarak tevafuk eder.

Hem, mânâ cihetiyle iki âyet, iki cereyana işaretleri ve münasebetleri ve tetabukları [uygunluk] çok kuvvetli bulunduğundan, nâkıs [eksik] bir tevafuk ve zaif bir emare dahi kâfidir.

Hem böyle makamlarda, böyle büyük yekûnlerde [bütün, toplam] bu gibi küçük farklar zarar vermez. Ben tahmin ederim, bu sehiv, [hata, yanılgı] beşinci âyetin işaretindeki sehiv [hata, yanılgı] gibi ehemmiyetli bir kısım işârât-ı gaybiyenin [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] anahtarı olacak. Ve bu muazzam âyet, otuz üçüncü âyet olmasına bir işaret idi. İnşaallah istikbalde bir kardeşimiz o hazineyi açacak.

– 39 –

Bugünlerde, tefsirin ve Onuncu Sözün tevafukatına [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] baktım. Kendi kendime dedim ki: Bu ziyade tafsilât [ayrıntılar] israftır. Ehemmiyetli meseleler çoktur, vakit zayi olmasın.

Birden ihtar edildi ki: O tevafuk altında çok ehemmiyetli bir mesele vardır. Hem madem tevafukta bir inâyet-i hâssa [özel ilgi, yardım] ve iltifat-ı rahmanî Risale-i Nur’a karşı tezahür etmiş, o iltifata karşı hiss-i şükran ve memnuniyet ve müteşekkirâne [teşekkür ederek] sevinç ne kadar ifratkârâne [ölçüyü aşan, ileri giden bir tarzda] de olsa israf olamaz. Bu ihtar mücmelini [kısa, kısaca] iki cihetle izah edeceğim.

Birincisi: Herşeyde—ne kadar cüz’î [ferdî, küçük] de olsa—bir kast ve iradenin cilvesi bulunmasıdır; tesadüf, hakikî olarak olmamasıdır. Evet, kesretin [çokluk] en çok dağınık ve en ziyade tesadüfe verilen kelimattaki [ifadeler, sözler] hurufatın [harfler] vaziyetleridir. Hususan kitabette, [yazım] madem hiç münasebeti olmayan ve ihtiyar-ı beşerî karışmayan hurufatın [harfler] vaziyetlerinde bir tenasüp, [uygunluk] bir nizam bulunuyor; elbette bir irade-i gaybiye tahtında vaziyetler veriliyor.

Hiç birşey daire-i ilim [ilim dairesi] ve kudretinden hariç olmadığı gibi, daire-i irade ve meşietinden [dilek, arzu] dahi hariç değildir ki, böyle cüz’î [ferdî, küçük] ve dağınık şeylerde dahi bir tenasüp [uygunluk]

84

gözetiliyor ve tanzim ediliyor. Ve o tanzim içinde ve irade-i âmme cilvesinde, bir inâyet-i hassa [özel yardım] suretinde, Risale-i Nur’a bir imtiyaz nev’inde hususî bir teveccüh [ilgi] ve iltifat görülmüş. Ben, bu derin meseleyi görmek için İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsirinin tevafukatına [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] dikkat ettim; kat’î bir kanaatle o sırrı bildim ve hissettim.

İkinci cihet: Nasıl ki çok mübarek ve kudsî, [her türlü kusur ve noksandan uzak] büyük bir zât, gayet fakir ve muhtaç bir adama, ümit edilmediği bir tarzda, iltifatkârane, bir kapta, bazı kâğıtlara sarılı bir hediye ihsan [bağış] etse, elbette o bîçare adam, o pek büyük zâta karşı hediyenin binler mislinden [benzer] fazla teşekkür etmek ister. Ve bin o hediye kadar kıymetli bulunan o hediyeyle gösterilen iltifatına karşı ne kadar teşekkürde israf ve ifrat [aşırılık] etse de makbuldür. Ve o çok mübarek zâtın o hediyesine sardığı kâğıtları da teberrük [bereket vesilesi] deyip şeker gibi yese, hattâ o hediye içindeki cevizlerin sert kabuklarını da teberrük [bereket vesilesi] diye ekmek gibi yutsa ve o hediyenin kabını mübarek bir kitap gibi öpse ve başına koysa, israf olmadığı gibi; aynen öyle de, Risale-i Nur yüzünde irade-i âmme, inâyet-i hâssa, [özel ilgi, yardım] iltifatını tevafuk zarfıyla ihsan [bağış] edilmiş. Elbette tevafuka dair tafsilât, [ayrıntılar] tasvirat, [tasvirler, anlatımlar] fiilî teşekküratın [teşekkürler] bir nev’idir ve sevincin ve minnettarlığın heyecanlı tereşşuhatıdır. [belirti] Kusura bakılmaz. Evet, böyle bir zâtın iltifatını gösteren maddî kırk para ihsanına [bağış] karşı kırk bin teşekkür edilse israf değil.

İkinci mesele: Ben hem kendimde, hem bu yakındaki Risale-i Nur talebelerinde şuhur-u muharremeden sonra bir yorgunluk ve şevkte bir fütur [usanç] görüyordum. Sebebini vâzıhan [açık] bilmiyordum. Şimdi, eskide söylediğim tahminî sebep, hakikat olduğunu gördüm. Şöyle ki:

Nasıl maddî hava fena ise, fena tesir ediyor; mânevî hava da bozulsa, herkesin istidadına [kabiliyet] göre bir sarsıntı verir. Şuhur-u selâse [üç aylar] ve muharremede âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] mânevî havası, umum ehl-i imanın [Allah’a inanan] âhiret kazancına ve ticaretine ciddî teveccühleri [ilgi] ve himmetleri [ciddi gayret] ve tenvirleri [aydınlatma] o havayı sâfileştiriyor, güzelleştiriyor, müthiş ârızalara ve fırtınalara mukabele [karşılama; karşılık verme] ediyor. Herkes o sayede ve sayesinde derecesine göre istifade eder. Fakat o şuhur-u mübareke gittikten sonra, âdetâ o âhiret