KASTAMONU LAHİKASI – 40-59. Mektuplar (85-116)

85

ticaretinin meşheri [sergi] ve pazarı değiştiği gibi, dünya sergisi açılmaya başlıyor. Ekser himmetler, [ciddi gayret] bir derece vaziyeti değişiyor. Havayı tesmim eden buharat-ı müzahrefe o manevî havayı bozar. Herkes derecesine göre ondan zedelenir.

Bu havanın zararından kurtulmak çaresi, Risale-i Nur’un gözüyle bakmak ve ne kadar müşkilât [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] ziyade leşse, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazife itibarıyla daha ziyade ciddiyet ve şevkle hareket etmektir. Çünkü başkaların füturu ve çekilmesi, ehl-i himmetin şevkini, gayretini ziyade leştirmeye sebeptir. Zira, gidenlerin vazifelerini de bir derece yapmaya kendini mecbur bilir ve bilmelidirler.

– 40 –

بِاسْمِهِ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ تَوَافُقَاتِ الْكَلِمَاتِ وَحُرُوفَاتِهَا فِى كِتَابِ الْكَۤائِنَاتِ * 3

Aziz, sıddık, âlicenap [yüksek ahlâk sahibi] kardeşlerim,

Nur ve Gül fabrikalarının vaziyetlerinden, bu acip zamanda ne tarzda olduğunu haber vermiyorsunuz. Halbuki, bu dünyada en ziyade alâkadar olduğum onlardır. Her neyse…Haşiye [dipnot] Bu defa hakikatlerin yemişleri nev’inde ve Risale-i Nur talebelerinin medâr-ı teşviki olan letâif-i tevafukiyeden birisini, Feyzi’nin sebebiyle ve arzusuyla size gönderildi. Şöyle ki:

Birgün tashihat işim yoktu. İşârâtü’l-İ’câz‘ın [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] ت tevafuku hakkında yanlışım ve sehvim [yanlış, hata] hâtırıma geldi. Bir keffaretü’z-zünub aradım. Birden, Lâfzullahın [ifade, kelime] başı olan elif, Risale-i Nur’un bir muhtasar [kısa] fihristesi ve çekirdek-i aslîsi [asıl çekirdek, tohum] olan

86

İşârâtü’l-İ’câz‘da [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] ve resâil-i sairede kerametkârâne [keramet göstererek] vaziyetler gösterdiğini düşündüm. Acaba Lâfzullahın [ifade, kelime] ل ve ﻫ harfleri dahi ne vaziyet gösterecek diye baştan aşağıya kadar bütün İşârâtü’l-İ’câz‘ı, [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] sahifelerdeki satırbaşları ve nihayetlerini saydım. ل ve ﻫ nın elif gibi kerametkârâne [keramet göstererek] vaziyetini gördüm. Belki inşaallah, [Allah dilerse] tevafukta sehivden [hata, yanılgı] gelen kusurlarıma ve yanlışlarıma bu da bir küçük keffaretü’z-zünub olur.

Evvelki mektupta, İşârâtü’l-İ’câz‘da, [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] sair hurufatın [harfler] mecmuu başka bir tarzda ehemmiyetli bir vaziyet-i harikaları bulunduğuna bir işaret, bir uç, bir emare gördüğümüzü size yazmıştık. Fakat o geniş sırrı tamamen görmek çok zamana muhtaç olduğundan, çok ehemmiyetli vazifeler şimdilik onunla iştigale [meşgul olma, uğraşma] müsaade etmedi.

Aziz kardeşlerim,

Bu sıkıntılı zamanda ve tazyikat [baskılar] altında akıl ve kalbi eğlendiren ve keyiflendiren böyle tefekkühat-ı ilmiyeyi israf saymayınız. Hüsn-ü niyet [güzel niyet] öyle bir kimyadır ki, şişeleri elmasa çevirir, toprağı altın yapar. İnşaallah, o hüsn-ü niyetle, [güzel niyet] bu tefekkühat dahi hakikî bir gıda ambarına bir anahtar olur ve hizmette zaafa [zayıflık, güçsüzlük] düşenlere kût ve kuvvete yol açar.

Lâfzullahın [ifade, kelime] âhir harfi seksen beş defa o Lâfza-i Celâlin [“Allah” kelimesi] evvelki harfi oluyor. اَللهُ وَاحِدٌ 1 adedine mânidar bir tek farkla tevafuk lisanıyla اَللهُ وَاحِدٌ der. ﻫ bir adedi, seksen beş defa hemen hemen umumiyetle tevafuk eder. Yalnız, bazan bir sahife fasıla olur. ﻫ iki adedi, kırk iki defa ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] ile tevafuk eder. ﻫ üç adedi, yirmi beş defadır, ekseri tevafuktadır. Hecede ikinci ve Kur’ân’da ve Bismillâh’ta birinci harf olan ب yine seksen beş defa bir oluyor.

87

اَللهُ وَاحِدٌ 1 der. ب iki adedi kırk üç olup, bir farkla ﻫ nin ikisine tevafuk eder. ب üç adedi yirmi yedi olup, ﻫ ‘nin üçüne iki farkla tevafuk eder. ب beş adedi yirmi üç defa ﻫ ‘nin üç adedine iki farkla tevafuk eder. ت altı adedi on beş defa و ‘ın dört adedine tevafuk eder. و altı adedi yirmi altı veya yirmi yedi defadır. و ‘ın beş adedi yirmi beş defa olup, altı adedine bir veya iki farkla tevafuk eder. ( ا ) altı adedi, sekiz defa ve ( ا ) beş adedi sekiz defa birbiriyle tam tevafuk eder.

Elhâsıl: [özetle, sonuç olarak] Beş ﻫ ile altı هُوَ ism-i mukaddesi oldukları için kerametkârâne [keramet göstererek] vaziyetler gösteriyorlar. Lâfzullahın [ifade, kelime] ortadaki harfi olan ل ‘yetmiş beş defa evvelki harfi olan elif oluyor. Hemen hemen umumiyetle tevafukla هُوَ اللهُ 2 adedine üç farkla tevafuk lisanıyla هُوَ اللهُ okuyor. ل ‘ın iki adedi altmış beş defa olup, ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] ile tevafuk ederek, farksız veya iki farkla اَللهُ adedine tevafuk lisanıyla اَللهُ der, zikreder. Ve ل ‘ın üç adedi ekseri birbirine tevafukla otuz üç defa olarak, otuz üç aded-i mübarekine tevafukla ve ل ‘ın makam-ı cifrîsine üç farkla tevafuk etmekle beraber yalnız mânidar bir farkla وَاحِدٌ اَحَدٌ 3 adedine tevafuk lisanıyla وَاحِدٌ اَحَدٌ der, hükmeder. ل ‘ın dört adedi on sekiz olup, وَاحِدٌ adedi olan on dokuzuna yalnız bir manidar farkla, tevafuk lisanıyla وَاحِدٌ

88

der, tevhidi ilân eder. Bu dört adedi, iki adetle beraber, yalnız iki farkla, tevafuk diliyle Lâ ilâhe illâ Hû okurlar.

İşte seksen beş, yetmiş beş, altmış beş olması ve bir adedi seksen beş ve iki adedi onun yarısı olan kırka ve üçü onun nısfıHaşiye [yarı] yirmiye inmesi ve birbiriyle tevafukları ve Lâfza-i Celâlin [“Allah” kelimesi] ve Kelime-i Tevhidin [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] lem’alarını [parıltı] ifade etmeleri gibi, muntazam niseb-i [nispetler, bağlar] adediye ve mânidar münasebet-ı tevafukıye bize kanaat veriyor ki, tesadüfî değil, belki alâmet-i kabul [kabul belirtisi] bir tevfiktir; [başarı] bir tanzimdir.

Kardeşiniz

Said Nursî

– 41 –

 (Risale-i Nur’a işaret eden Otuz Üçüncü Âyetin istihracına [çıkarma] dâir Hafız Ali’nin bir fıkrasıdır.) [bölüm]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz Üstadım Hazretleri,

Dün akşam namazını kılarken ikinci rekâtta Fatiha-i [açılış kısmı, baş, baş kısım] Şerîfeden sonra

شَهِدَ اللهُ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلٰۤئِكَةُ وَاُولُوا الْعِلْمِ قَۤائِمًا بِالْقِسْطِ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ * 4

âyetini okurken, hiç düşünmediğim, akıl ve kalbimde birşey, taharrîye [araştırma] bir sebep

89

yokken, birden bire ruhun penceresine şu azîm âyet-i kerimenin Risale-i Nur’a ve müellifine [telif eden, kitap yazan] bir münasebet-i mâneviyeyle [mânevi bağlantı, ilişki] işareti gösterildi. Namazdan sonra düşündüm. Hakikaten kuvvetli bir münasebet-i mâneviyesi [mânevi bağlantı, ilişki] var. Şöyle ki:

Bu kâinata, vahdaniyet-i [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] İlâhiyeyi cin ve ins ve ruhaniyata [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] karşı kat’î bir surette gösterip ispat eden birinci, Kur’ân-ı Azîmüşşân [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] olduğu gibi, bu asırda ikinci, üçüncü derecede kemâl-i adaletle [adaletin mükemmelliği, kusursuzluğu] ve sadık ve musaddak [doğrulanan] hüccetlerle [delil] vahdaniyeti [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] vâzıh [açık] ve bâhir [açık] bir surette kâinat safahatında [zevk, keyif] ins ve cinnin enzarına [bakışlar, dikkatler] arz edip ispat eden Risale-i Nur, bütün tabakat-ı beşere [insan grupları] hem medrese, hem mektep, hem kışla, hem hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] hem hâkim olarak en âmi [basit, sıradan] avamdan en ehass-ı havassa [en seçkin şahsiyetler] kadar ders verip tâlim ve terbiye etmesi bizce meşhud [görünen] olmasıyla, bu âyet-i kerimenin bir mevzuu, bir mâsadakı [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] da Risale-i Nur olmasına şüphesiz bir kanaat veriliyor.

İkinci Kelime-i Tevhidden [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] sonra اَلْعَزِيزُ الْحَكِيمُ 1 isimleriyle Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] (Celle Celâlühü) zâtını tavsif [bir sıfatla niteleme] buyurup, ikinci derecede aynı isimlerin mazharı olan Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] şahs-ı manevîsine işaret etmesi, Kur’ân-ı Azimüşşanın [şanı yüce Kur’ân] şe’nine [belirleyici özellik] yakışır bir keyfiyettir. Çünkü belki bütün dünyaya muhalif olarak fakr-ı haliyle [fakir bir halde olma, fakirlik] beraber izzet-i İlâhiye ve izzet-i ilmiyeyi [ilmin izzeti] muhafaza için ölümden beter musibetlere karşı göğüs geren, tahammül eden Risale-i Nur tercümanı olduğu gibi, zeminde ve semavatta hikmetle tasarrufatın [dilediği gibi kullanma ve idare etme] muammasını açan yine

90

Risale-i Nur olduğu sadık ve musaddaktır. [doğrulanan] Bu kuvvetli münasebet-i mâneviyeyi [mânevi bağlantı, ilişki] teyid eden bir emaresi de şudur ki:

اُولُوا الْعِلْمِ 1 makam-ı cifrîsi iki yüz on dört olup, Risale-i Nur’un bir ismi olan Bediüzzaman’ın (şeddeli ze, lâm-ı aslî [kelimenin aslında olan Arapça “lam” harfi] sayılır) makamı olan iki yüz on dörde tam tamına tevafuku ve müellifinin [telif eden, kitap yazan] hakikî ve daimî ismi olan Molla Said’in makamı olan iki yüz on beşe bir tek farkla tevafuku, elbette bu kelime-i kudsiyenin [kutsal cümle] her asra baktığı gibi, bu asra da medar-ı nazar [bakışları üzerinde toplayan] bir ferdi Resailü’n-Nur olduğuna bir emare olduğu gibi, وَاُولُوا الْعِلْمِ قَۤائِمًا بِالْقِسْطِ 2 (okunmayan ikinci vav ve hemze [başka bir harfe bağlı olarak değil, kendi başına telâffuz edilen elif; başına geldiği kelimeye “mi, mı” anlamı veren soru edatı] sayılmaz) makamı olan altı yüz bir adediyle, Risale-i Nur’un beş yüz doksan dokuz makamına; ve Resailü’n-Nur makamına yalnız iki farkla, iki ismine tevafuku dahi bir emare olduğu ve شَهِدَ اللهُ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلٰۤئِكَةُ وَاُولُوا الْعِلْمِ 3 cümle-i tevhidiye-i [tevhid cümlesi; her şeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bildiren cümle] kudsiyesinin [kutsal, kusursuz ve yüce] makam-ı cifrîsi ve ebcedîsi olan bin üç yüz altmış adediyle,Haşiye tam tamına bu acip isyan, tuğyan, [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] temerrüd [inat etme] asrının ve garip, küfran [iyilik bilmeme, nankörlük] ve galeyan ve ilhad [dinsizlik, inkâr] zamanının bu senesine ve bulunduğumuz bu tarihe tevafuku ve tetabuku [uygunluk] elbette kuvvetli bir emaredir ki, bu pek büyük ve geniş ve âmm [genel] olan tevhid ve şehadetin medâr-ı nazar [dikkate alma, göz önünde bulundurma alanı, hedefi] ehemmiyetli efradı [bireyler] ve mâsadakları [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] her zamandan ziyade bu şehadete muhtaç, bu asrın bu vaktinde bulunacaktır. Ve şimdilik o şehadeti tesirli bir surette ispat eden Resâilü’n-Nur [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] o efraddan [bireyler] birisi ve hususî medar-ı nazar [bakışları üzerinde toplayan] olduğuna pek çok emareler ve işaretler ve beşaretler [müjde] vardır.

91

اَللهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ * وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ * 1

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci]

 Hafız Ali (r.h.)

– 42 –

Birden ihtar edilen bir mesele:

Âhirzamanda bir şahsın hatiât ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn [bütün, toplam] teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide, “Acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah işleyebilir mi? Ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki, kâinatın heyet-i mecmuasına [birşeyin geneli, bütün] dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harap olmasına sebebiyet verir?” diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddit [bir çok] esbabını gördük.

Ezcümle: Müteaddit [bir çok] vücuhundan [vecihler, yönler] radyomla anlaşıldı ki, o birtek adam, birtek kelimeyle bir milyon kebairi birden işler. Ve milyonlarla insanı dinlettirmekle günahlara sokar.

Evet, küre-i havanın [hava küresi, atmosfer] yüz binler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlâhiyyedir ki, küre-i hava[hava küresi, atmosfer] bütün zerratıyla [atomlar] şükür ve hamd ü senâyla doldurmak lâzım gelirken, dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tevellüd [doğma] eden sefahet-i beşeriye o azîm nimeti şükrün aksine istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettiğinden, elbette tokat yiyecek.

Nasıl ki havârık-ı medeniyet [medeniyet harikaları] namı altındaki ihsanat-ı İlâhiyyeyi bu mimsiz, gaddar medeniyet hüsn-ü istimal [güzel ve iyi kullanma] ile şükrünü eda edemeyerek tahribata sarf edip küfran-ı nimet [nimete karşı nankörlük] ettiği için öyle bir tokat yedi ki, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi [hayatın mutluluğu]

92

kaybettirdi. Ve en medenî tasavvur ettiği insanları, en bedevî ve vahşî derekesinden [aşağı derece] daha aşağıya indirdi. Cehenneme gitmeden evvel, Cehennem azabını tattırıyor.

Evet, radyonun küllî nimetiyet ciheti küllî bir şükür iktiza [bir şeyin gereği] eder; ve o küllî şükür de, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın [gökleri ve yeri yaratan Allah] kelâm-ı ezelîsinin [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] şimdiki bütün muhataplarına birden yetiştirmek için, küllî yüz bin dilli semavî bir hafız hükmünde, her vakit kâinatta Kur’ân’ı okumalıdır, tâ o nimetin küllî şükrünü edâ ve o nimeti idame etsin.

Said Nursî

– 43 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin, yani Nur fabrikasının sahibi ve mübarek cemaatin imamının Atabey’den gelen mektupları bizi çok mesrur [mutlu] eyledi. Üç dört ay zarfında, üç dört köyde ümmîlerden elli adet kalem Risale-i Nur’u yazmaya muvaffak olmaları, elbette Ali’lerin ve Mustafa’ların şüphesiz harika bir keramet-i sadakatleridir. Kerametkârâne [keramet göstererek] bu vâkıa, bu havalide Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] çok kuvvetle ümitlendirdi, ziyade şevk verdi. Size de ve o ümmî kâtiplere de yüz bin bârekâllah! [“Allah ne mübarek yaratmış”]

Nur fabrikasının, Gül fabrikasının Risale-i Nur’a derece-i hizmetlerini merak edip sormuştum. Ümit ve tahminimin pek fevkinde [üstünde] olarak Hüsrev’in mektubundan bin kalemle Risale-i Nur’a hizmet haberini ve bilhassa sizin de yalnız ümmîlerden birkaç köyde elli kalemin imdada yetişmesi, bâki bir hazinenin müjdesi kadar bizi memnun etti. Allah sizlerden ebedî razı olsun. Âmin. Ve sizi, hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve Kur’âniyede muvaffak eylesin, âmin. Büyük Hafız Ali’nin

93

Nazif‘le [temiz, pak] tevafuku ve tetabuku, [uygunluk] yalnız bir iki cihetle değil, çok cihetlerle mabeynlerinde [ara] tevafuk var.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ederim.

– 44 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizlerin ümidimin pek fevkinde [üstünde] gayret ve faaliyetiniz beni, âhir hayatıma kadar mesrur [mutlu] ve müteşekkir [şükreden] edecek bir mahiyettedir. Bu defa mektubunuzda, “Hıfz-ı Kur’ân’a çalışmak ve Risale-i Nur’u yazmak, bu zamanda hangisi takdim edilse daha iyidir?” diye sualinizin cevabı bedihîdir. [açık, aşikâr] Çünkü, bu kâinatta ve her asırda en büyük makam Kur’ân’ındır. Ve her harfinde, ondan tâ binler sevap bulunan Kur’ân’ın hıfzı ve kırâati her hizmete mukaddem [evvel, önce] ve müreccahtır. [tercih edilen] Fakat, Risale-i Nur dahi o Kur’ân-ı Azîmüşşanın [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] hakaik-i imaniyesinin [iman hakikatleri, esasları] burhanları, [delil] hüccetleri [delil] olduğundan ve Kur’ân’ın hıfz ve kıraatine vasıta ve vesile ve hakaikini [doğru gerçekler] tefsir ve izah olduğu cihetle, Kur’ân hıfzıyla beraber ona çalışmak da elzemdir.

Nur fabrikası ve Gül fabrikası devâirinde, Mübarekler Heyetinde, Lütfü’ler nümunelerinde, Hacı Hafız’lar cemaatinde, Sıddık Süleyman, Hakkı’nın makamlarında bulunan herbir kardeşlerimize, hususan elli ümmîden çıkan Risale-i Nur talebelerine birer birer selâm ve dua ediyoruz ve dualarınızı istiyoruz.

س. ع.

94

– 45 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَه 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Sevgili ve kıymetli Üstadım, faziletmeâb Efendim Hazretleri,

Ebedî minnettarı ve hâdimi bulunduğum Risale-i Nur’un feyzinden lâyık olmadığım pek çok eltâf-ı Rabbaniyeye mazhariyetimi, gözlerimden sevinç yaşları akıtarak görmekte ve ne suretle şükranlarımla mukabele [karşılama; karşılık verme] edeceğimden âciz bulunmaktayım. Dünün menfur-u umumîsi Nazif, [temiz, pak] bugünün parlak bir vatanperveri veya hakikatçisi bulunmaktadır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 4

Senelerden beri müştâkı [arzulu, aşırı istekli] bulunduğum Nur ve Gül fabrikaları Müberekler Heyetinin ve o mukaddes fabrikanın makina ve çarklarının nurlu sadalarını kulaklarımla işitmek ve şu âciz ve kasır [köşk, saray] ve cahil vaziyetimle o yüksek ve Aşere-i Mübeşşere-i Kur’âniyeden olan, Ashâb-ı Güzîn rıdvânullahi aleyhim ecmaîn efendilerimizin bugün şahsiyet-i mâneviyelerini [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] küçük bir mikyasta [ölçü] temsil eden sıddıklar, mücahidler, fedakâr kahramanlar cemaatinin iki mühim uzvu bulunan aziz kardeşlerimizden mübarek Sabri ve Büyük Hafız Ali’nin hakkımda gösterdikleri âlicenâbâne muhabbet ve merbutiyet-i [bağlı] kalbiye ve hâdiselerin aynen tevafuku, bu yüksek ve muktedir Nur deryasının nurlu rüzgârlarından hasıl olan dalgaların hışırtılarından sızan bir keramet-i gaybiye [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] bulunduğundan, bizce pek

95

kıymettar olan bu mühim tevafukatın, [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] günahkâr ve bütün geçmiş ömrü isyanla dolu bu âdi şahsımın o öyle yüksek ve mukaddes bir heyetin mübarek iki uzvu tarafından hüsn-ü kabul [güzel kabul görmek] görülerek iltifatlarına mazhar [erişme, nail olma] ve kıymetli mesâi ve hizmet-i kudsiyelerine [kutsal hizmet] tevafukla, pek cüz’î [ferdî, küçük] ve değersiz hizmetimize iştirak ederek benimsemek ve kabul etmek yüksekliğinde bulunmaları, Risale-i Nur’un kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kerametiyle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Cenab-ı Rabb-i İzzetin nihayetsiz eltaf[çok lâtif, [berrak, şirin, hoş] çok hoş ve güzel] Sübhâniyesinden büyük bir lütf-u Rabbânî bulunduğunu şükranla arz eder ve bu kıymetli kardeşlerimizin hizmet-i kudsiyelerinin [kutsal hizmet] denizden bir katre [damla] mesabesindeki [derece] ve çok hatâlı ve kıymetsiz ve cüz’î [ferdî, küçük] olan hizmetimizin âsâr-ı fiiliyesi olarak bugün bendenizi lâyıkı bulunmadığım halde âciz ve cahil ve günahkâr şahsiyetim böyle yüksek ve erişilmesi muhal [bâtıl, boş söz] olan ashâb-ı Resulullah rıdvanullahi aleyhim ecmâin hazeratının [hazretler; saygıdeğer olanlar (saygı maksadıyla kullanılan bir ifadedir)] şahsiyet-i maneviyesinin küçük bir cilvesinin gölgesini temsil eden Mübarekler Heyetinin iki âzâsının yüksek iltifatlarına mazhar [erişme, nail olma] etmiştir ki, bendenizi bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mazhariyete eriştiren Risale-i Nur delâletiyle Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] ve Hâlık-ı Zülcelâle, [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] Risale-i Nur’un hurufatı ve mevcudatın [var edilenler, varlıklar] miktarınca hamd-ü senâ eder ve bu güzide ve kıymettar Mübarekler Heyetinin herbir âzâlarına ve bütün kardeşlerimize ayrı ayrı ihtiramla [hürmet etme, saygı gösterme] minnet ve şükranlarımı arz ederim.

Talebeniz ve hizmetkârınız

 Ahmed Nazif [temiz, pak]

96

– 46 –

 Şefkat yüzünden esasat-ı İslâmiyenin haricindeki bid’at ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yollarına sapanları çeviren bir hakikattır.

Şefkat-i insaniye, [insanın şefkati] merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli’l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden [şefkat derecesi] taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve ilhada [dinsizlik, inkâr] sirayet [bulaşma] eden bir maraz-ı ruhî [ruh hastalığı] ve bir sakam[hastalık] kalbîdir.

Meselâ, kâfir ve münafıkların Cehennemde yanmalarını ve azap ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur’ân’ın ve edyân-ı semâviyenin [İlâhî dinler] bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzip olduğu gibi, bir zulm-ü azîm [çok büyük zulüm] ve gayet derecede bir merhametsizliktir.

Çünkü mâsum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârâne [koruyarak] şefkat etmek, o biçare hayvanlara şedit [çok şiddetli] bir gadr [zulüm, acımasızlık] ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler Müslümanların hayat-ı ebediyelerini [sonsuz âhiret hayatı] mahveden ve yüzer ehl-i imanın [Allah’a inanan] su-i âkıbetine ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkârâne [şefkat dolu] taraftar olmak ve merhametkârâne cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana [Allah’a inanan] dehşetli bir merhametsizlik ve şenî [çirkin] bir gadirdir. [zulüm, acımasızlık]

Risale-i Nur’da kat’iyetle ispat edilmiş ki, küfür ve dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kâinata büyük bir tahkir [aşağılama] ve mevcudata [var edilenler, varlıklar] bir zulm-ü azîmdir [çok büyük zulüm] ve rahmetin ref’ine [kaldırma] ve âfâtın [afetler, musibetler] nüzulüne vesiledir. Hattâ, deniz dibinde balıklar, cânilerden şekva ederler ki, “İstirahatimizin selbine [ortadan kaldırma] sebep oldular” diye rivâyet-i sahiha vardır.

O halde kâfirin azap çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkate lâyık hadsiz mâsumlara acımıyor ve şefkat etmeyip ve hadsiz merhametsizlik ediyor

97

demektir. Yalnız bu var ki, müstehaklara âfât [afetler, musibetler] geldiği zaman mâsumlar da yanarlar; onlara acımamak olmuyor. Fakat, cânilerin cezalarından zarar gören mazlumların hakkında gizli bir merhamet var.

Bir zaman, eski Harb-i Umumîde, [Birinci Dünya Savaşı] düşmanların ehl-i İslâma [Müslümanlar] ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim [acı çeken] oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat [acıma] ziyade olduğundan, tahammülüm haricinde azap çekerdim.

Birden kalbime geldi ki, o maktul masumlar şehîd olup veli olurlar; fâni hayatları, bâki bir hayata tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ediliyor. Ve zâyi olan malları sadaka hükmünde olup bâki bir malla mübadele [değiş tokuş] olur. Hattâ o mazlumlar kâfir de olsa, âhirette kendilerine göre o dünyevî âfattan [bela, büyük felaket] çektikleri belâlara mukabil rahmet-i İlâhiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki, eğer perde-i gayb [gayb perdesi] açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görünüp, “Ya Rabbi, şükür elhamdü lillâh” diyeceklerini bildim ve kat’î bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür [üzülme, etkilenme] ve elemden kurtuldum.

– 47 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Size bu defa iki parçayı gönderiyorum.

Birisi: Evvelce bir kısmını size göndermiştim. Şimdi bir ihtar-ı mânevîyle o parça hem tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] edildi, hem ehemmiyetli olduğu bildirildi. Eski Said’in siyasetle münasebettar, [alâkalı, ilgili] eski eserlerini görenlere fâidesi var; fakat bir parça mahremcedir, Lâhikaya girmeli.

98

İkinci parça: Mânevî bir ihtara binaen Risale-i Nur’un hizmetine bilmeyerek zarar verebilen bazı yeni eserleri alan bir kardeşimizi bir ikaz, bir ihtardır ki, sair Risale-i Nur talebeleri vazifelerine halel [eksik, kusur] vermemek için bir tenbihtir. Bu da Lâhikaya girsin.

Hulûsi-i Sâlis imzasıyla ehemmiyetli ve beni çok mesrur [mutlu] eden ve Küçük Lütfü’nün bir vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan bir zâtın Risale-i Nur’a kıymettar hizmeti ve tesahubunu beyan eden bir mektubunu aldım. O zât kimdir? Ben çok selâm ve duayla onu tebrik ediyorum.

Gül ve Nur fabrikaları ve Mübarekler başta olarak umum kardeşlerime birer birer selâm ediyorum. Bu memleketi tenvir [aydınlatma] eden ve Cennet kokularıyla rayihalandıran [koku] o fabrikaları Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] muvaffak ve dâim eylesin. Âmin. Biz burada onların parlak nurlarıyla ve şirin güzel kokularıyla âlem-i bekanın [devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi] rayihasını [koku] istişmam [koklama, hissetme; ince meseleleri sezme, anlama] ediyoruz.

– 48 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahip ve vârisleri [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] ve haslarının hasları olan erkân [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve esasları olan kardeşlerime bugünlerde vuku bulan bir hâdise münasebetiyle beyan ediyorum ki, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] hakaik-i İslâmiyeye [İslâmın gerçekleri] dair ihtiyaçlara kâfi [yeterli] geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risaletü’n-Nur’dadır. [elçilik, peygamberlik] Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] o yolu kestirir, iman-ı hakikîye isal eder.

Bu fakir kardeşiniz yirmi seneden evvel kesret-i mütalâayla bazan bir günde bir cilt kitabı anlayarak mütalâa ederken, yirmi seneye yakındır ki Kur’ân ve Kur’ân’dan gelen Resailü’n-Nur bana kâfi [yeterli] geliyorlardı. Birtek kitaba muhtaç olmadım, başka kitapları yanımda bulundurmadım. Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] çok mütenevvi [çeşit çeşit]

99

hakaike [doğru gerçekler] dair olduğu halde, telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] zamanında, yirmi seneden beri ben muhtaç olmadım. Elbette siz, yirmi derece daha ziyade muhtaç olmamak lâzım gelir.

Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum; siz dahi Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir.

Hem şimdilik bazı ulemanın yeni eserlerinde meslek ve meşrep [hareket tarzı, metod] ayrı ve bid’atlara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] müsait gittiği için, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] muhafazaya çalışması gibi, bid’ata [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] karşı da huruf [harfler] ve hatt-ı Kur’ânı muhafaza etmek bir vazifesi iken, has talebelerden birisi bilfiil huruf [harfler] ve hatt-ı Kur’âniye’yi ders verdiği halde, sırrı bilinmez bir hevesle, huruf [harfler] ve hatt-ı Kur’âniyeye, ilm-i din perdesinde tesirli bir surette darbe vuran bazı hocaların darbede istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettikleri eserleri almışlar. Haberim olmadan, dağda, şiddetli bir tarzda o has talebelere karşı bir gerginlik hissettim, sonra ikaz ettim. Elhamdü lillâh ayıldılar. İnşaallah tamamen kurtuldular.

Ey kardeşlerim,

Mesleğimiz, tecavüz değil tedafüdür. [birbirini uzaklaştırma, birbirine karşı savunma vaziyeti alma] Hem tahrip değil, tamirdir. Hem hâkim değiliz, mahkûmuz. Bize tecavüz eden hadsizdirler. Mesleklerinde, elbette çok mühim ve bizim de malımız hakikatler var. O hakikatlerin intişarına [açığa çıkma, yayılma] bize ihtiyaçları yoktur. Binler o şeyleri okur, neşreder adamları var. Biz onların yardımlarına koşmamızla, omuzumuzdaki çok ehemmiyetli vazife zedelenir ve muhafazası lâzım olan ve birer taifeye mahsus bir kısım esaslar ve âli [yüce] hakikatler kaybolmasına vesile olur.

Meselâ, hâdisât-ı zamaniye bahanesiyle Vehhâbîlik ve Melâmîliğin bir nev’ine zemin ihzar [hazırlama] etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer’iyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risaletü’n-Nur, [Risale-i Nur] gerçi umuma teşmil suretiyle değil, fakat herhalde hakikat-i İslâmiyenin [İslâm hakikatleri, gerçekleri] içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takvâ ve esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. [asıl görev] Sevk-i zaruretle, hâdisâtın fetvalarıyla onlar terk edilmez.

100

– 49 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Telifinden [kaleme alma] otuz dört sene sonra, Münazarat [münazaralar; düzeyli tartışmalar] namındaki esere baktım. Gördüm ki, Eski Said’in o zamandaki inkılâptan [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve o muhitten ve tesirat-ı hariciyeden [dış tesirler, etkenler] neş’et [doğma] eden bir hâlet-i ruhiyeyle [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] yazdığı bu gibi eserlerinde hatîat [hatâlar, yanlışlar] var. O kusurat [kusurlar] ve hatîatımdan [hatâlar, yanlışlar] bütün kuvvetimle istiğfar [af dileme] ediyorum ve o hatîattan [hatâlar, yanlışlar] nedamet [pişmanlık] ediyorum. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetinden niyazım odur ki, ehl-i imanın [Allah’a inanan] meyusiyetlerini [ümitsiz] izale [giderme] niyetiyle ettiği hatîat [hatâlar, yanlışlar] hüsn-ü niyetine [güzel niyet] bağışlansın, affedilsin.

Eski Said’in bu gibi eserlerinde iki esas-ı mühim hükmediyor. O iki esasın hakikatleri vardır. Fakat ehl-i velâyetin [velâyet makamında olanlar, velî kullar] keşfiyatı [keşifler] tevilâta ve rüya-yı sadıkanın [doğru olan rüya] tevile muhtaç oldukları gibi, o hiss-i kablelvukuun [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] dahi, daha ince tâbirlere lüzumu varken, Eski Said’in o hiss-i kablelvukuyla [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] hissettiği o iki hakikatin tevilsiz, tâbirsiz bir surette beyanı, kısmen kusurlu ve kısmen hilâf [aykırı ve zıt olan] görünüyor.

Birinci esas: Ehl-i imanın [Allah’a inanan] meyusiyetine [ümitsiz] karşı, “İstikbalde bir nur var” diye müjde verdiğidir. Bir hiss-i kablelvukuyla [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] Risale-i Nur’un istikbalde, dehşetli bir zamanda çok ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanlarını takviye edip kurtarmasını hissedip o adese ile Hürriyet inkılâbındaki [değişim, devrim] siyaset dairelerine bakmış. Tâbirsiz, tevilsiz tatbike çalışmış; siyaset ve kuvvet ve kemmiyet noktasında zannetmiş. Doğru hissetmiş, fakat tam doğru diyememiş.

İkinci esas: Eski Said, bazı dâhi siyasî insanlar ve harika ediplerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı [baskı ve zulüm] hissedip ona karşı cephe almışlardı. O hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] tâbir ve tevile muhtaç iken, bilmeyerek resmî, zaif ve ismî bir istibdat [baskı, zulüm] görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki onlara dehşet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdatların [baskı, zulüm] zaif bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksat doğru, fakat hedef hatâ…

101

İşte Eski Said de, eski zamanda böyle acip bir istibdadı [baskı ve zulüm] hissetmiş. Bazı âsârında, [eserler/asırlar] ona hücumla beyanatı var. O müthiş istibdâdât-ı [baskı, diktatörlük] acîbeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat [kurtuluş aracı] görüyordu. Ve hürriyet-i şer’iye, Kur’ân’ın ahkâmı [hükümler] dairesindeki meşveretle [danışma] o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış.

Evet, zaman gösterdi ki, hürriyetperver namını alan bir devletin, o istikbalde gelen istibdadın [baskı ve zulüm] bir nümunesi olarak, üç yüz müstebit [baskıcı, diktatör] memurlarıyla, üç yüz milyon Hindistan’ı, üç yüz seneden beri, üç yüz adam gibi kolay bağlayıp deprenmeyecek derecede istibdat [baskı, zulüm] altına alarak, eşedd-i zulmü [zulmün en şiddetlisi] âzamî bir derecede, yani birisinin hatâsıyla binler adamı tecziye [cezalandırma] etmek olan kanun-u müstebidâneye inzibat [âsayiş, düzen] ve adalet namını vermiş; dünyayı aldatmış, ateşe vermiş.

Münazarat [münazaralar; düzeyli tartışmalar] namındaki eserde, bazı lâtife [güzel ve ince mânâ] suretinde bazı kayıtlar, haşiyecikler [dipnot] bulunur. O eski zaman telifinde [kaleme alma] zarifü’t-tab’ talebelerine bir mülâtafe nev’indendir. Çünkü onlar, o dağlarda beraberindeydiler. Onlara ders suretinde beyan ediyormuş. Hem bu Münazarat [münazaralar; düzeyli tartışmalar] risalesinin ruhu ve esası hükmünde olan hâtimesindeki [son] Medresetü’z-Zehra hakikatı ise, istikbalde çıkacak olan Risale-i Nur’a bir beşik, bir zemin izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek idi ki, bilmediği, ihtiyarsız [irade dışı] olarak ona sevk olunuyordu. Bir hiss-i kablelvukuyla [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] o nuranî hakikati bir maddî surette arıyordu. Sonra o hakikatin maddî ciheti dahi vücuda gelmeye başladı.

Sultan Reşad, 19 bin altın lirayı Van’da temeli atılan o Medresetü’z-Zehraya verdi, temel atıldı. Fakat sabık [daha önceden geçen] Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] çıktı, geri kaldı.

Beş altı sene sonra Ankara’ya gittim, yine o hakikate çalıştım. İki yüz meb’ustan 163 meb’usun imzalarıyla, o medresemize 150 bin banknot iblâğ ederek o tahsisat kabul edildi. Fakat binler teessüf, [eseflenme, üzülme] medreseler kapandı, onlarla

102

uyuşamadım, yine geri kaldı. Fakat Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o medresenin mânevî hüviyetini Isparta vilâyetinde tesis etti. Risale-i Nur’u tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] ettirdi. İnşaallah istikbalde Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] o âli [yüce] hakikatin maddî suretini de tesis etmeye muvaffak olacaklar.

Eski Said’in İttihad-ı Terakki Komitesine şiddet-i muhalefetiyle [birbirinden çok farklı ve zıt olması] beraber, onların hükûmetine ve bilhassa orduya karşı tarafgirâne yüksek takdiratı ve iltizamları [kabul etme, taraftarlık] ise, bir hiss-i kablelvukuyla, [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] yağı içinde bulunan o cemaat-i askeriyede ve o cemiyet-i milliyede bir milyona yakın evliya mertebesinde olan şüheda[şehitler] altı yedi sene sonra tezahür edeceğini hissetmiş, ihtiyarsız [irade dışı] olarak, meşrebine [hareket tarzı, metod] muhalif, onlara dört sene tarafgir bulunmuş. Sabık [daha önceden geçen] Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] çalkalamasıyla o mübarek yağı alındı, yağı alınmış bir ayrana döndü. Yeni Said dahi Eski Said’e muhalefet edip mücahedesine [Allah yolunda cihad etme] döndü.

– 50 –

Âhirzamanda Hazret-i İsâ (a.s.) nüzulüne ve Deccalı öldürmesine ait ehâdis-i sahihanın [sahih hadisler; uydurma veya zayıf olmayan hadisler] mânâ-yı hakikîleri [asıl kastedilen mânâ] anlaşılmadığından, bir kısım zahir ulemalar, o rivayet ve hadislerin zahirine bakıp şüpheye düşmüşler; veya sıhhatini inkâr edip, veya hurafevâri bir mânâ verip, âdetâ muhal [bâtıl, boş söz] bir sureti bekler bir tarzda avâm-ı Müslimîne zarar verirler. Mülhidler [dinsiz] ise, bu gibi zahirce akıldan çok uzak hadisleri serrişte ederek hakaik-i İslâmiyeye [İslâmın gerçekleri] tezyifkârâne [küçük düşürürcesine] bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehâdis-i müteşâbihenin hakiki tevillerini Kur’ân feyziyle göstermiş. Şimdilik nümune olarak birtek misal beyan ederiz. Şöyle ki:

103

“Hazret-i İsâ (a.s.) Deccalla mücadelesi zamanında, Hazret-i İsâ (a.s.) onu öldüreceği vakitte, on arşın [yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi] yukarıya atlayıp sonra kılıcı onun dizine yetiştirebilir derecesinde, vücutça o derece Deccalın heykeli Hazret-i İsa’dan büyüktür” diye meâlinde rivayet var. Demek Deccal, Hazret-i İsa aleyhisselâmdan on, belki yirmi misli [benzer] yüksek kametli [biçim ve boy] olmak lâzım gelir.

Bu rivayetin zâhirî ifadesi sırr-ı teklife [imtihan sırrı] ve sırr-ı imtihana [imtihan sırrı] münafi [aykırı] olduğu gibi, nev-i beşerde câri olan âdetullaha [Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] muvafık düşmüyor.

Halbuki bu rivayeti, bu hadisi,—hâşâ—muhal ve hurafe zanneden zındıkları iskât [susturma] ve o zahiri, ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] itikad [inanç] eden ve o hadisin bir kısım hakikatlerini gözleri gördükleri halde, daha intizar [bekleme] eden zahirî hocaları dahi ikaz etmek için, o hadisin, bu zamanda da aynı hakikat ve tam muvafık ve mahz-ı hak [hakkın, doğru ve gerçeğin ta kendisi] müteaddit [bir çok] mânâlarından bir mânâsı çıkmıştır. Şöyle ki:

İsevîlik dini ve o dinden gelen âdât-ı müstemirresini [yerleşmiş, devamlı yapılan alışkanlıklar] muhafaza hesabına çalışan bir hükûmetle, resmî ilânıyla, zulmetli pis menfaati için dinsizliğe ve bolşevizme yardım edip terviç [revaç ve kıymet verme, değerini artırma] eden diğer bir hükûmet ki, yine hasis, pis, menfaati için İslâmlarda ve Asya’da dinsizliğin intişarına [açığa çıkma, yayılma] taraftar olan fitnekâr ve cebbar [zorba] hükûmetlerle muharebe eden evvelki hükûmetin şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] temessül [belirme, görünme] etse ve dinsizlik cereyanının bütün taraftarları da bir şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] eylese, üç cihetle bu müteaddit [bir çok] mânâları bulunan hadisin bu zaman aynen bir mânâsını gösteriyor. Eğer o galip hükûmet netice-i harbi kazansa, bu işârî mânâ dahi bir mânâ-yı sarih [açık mânâ] derecesine çıkar. Eğer tam kazanmasa da, yine muvafık bir mânâ-yı işârîdir. [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam]

Birinci cihet: Din-i İsevînin [Hıristiyanlık dini] hakikîsini esas tutan İsevî ruhanîlerin cemaati ve onlara karşı dinsizliği tervice başlayan cemaat tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etseler, bir minare yüksekliğinde bir insanın yanında, bir çocuk kadar da olamaz.

104

İkinci cihet: Resmî ilânıyla, “Allah’a istinad edip dinsizliği kaldıracağım, İslâmiyeti ve İslâmları himaye edeceğim” diyen bir hükûmet yüz milyon küsur iken, dört yüz milyona yakın nüfusa [nefisler] hükmeden bir diğer devlete ve dört yüz milyon nüfusa [nefisler] yakın ve onun müttefiki olan Çin’e ve Amerika’ya ve onlar ise zahîr ve müttefik oldukları olan bolşeviklere galibâne, öldürücü darbe vuran o hükûmetteki muharip cemaatin şahs-ı mânevîsiyle, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] mücadele ettiği dinsizlerin ve taraftarların şahs-ı mânevîleri [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etse, yine minare boyunda bir insana nispeten küçük bir insanın nispeti gibi olur

Bir rivayette, “Deccal dünyayı zapteder” mânâsı, “ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] ona taraftar olur” demektir. Şimdi de öyle oldu.

Üçüncü cihet: Eğer, küre-i arzın [yer küre, dünya] dört kıt’aları [dünyanın kara paçalarından her biri] içindeHaşiye en küçüğü olan Avrupa’nın ve bu kıt’anın [dünyanın kara paçalarından her biri] da dörtte biri olmayan bir hükûmetin memleketi, ekser Asya, Afrika, Amerika, Avustralya’ya karşı galibâne harp ederek, Hazret-i İsa’nın vekâletini dâvâ eden bir devletle beraber dine istinat edip çok müstebidâne [diktatörce] olan dinsizlik cereyanlarına karşı semavî paraşütlerle muharebe ve mücadele eden o hükûmetle, ötekilerin şahs-ı mânevîleri [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] insan suretine girse, ceridelerin [gazete] eskiden beri yaptıkları gibi, devletlerin kuvvetlerini ve hükûmetlerin derecelerini göstermek nev’inden o mânevî şahıslar dahi rû-yi zemin [yeryüzü] ceridesinde, [gazete] bu asır sahifesinde birer insan suretinde tersim ve tasvirleri gibi temessül [belirme, görünme] etseler, aynen ve tam tamına hadis-i şerifin mu’cizâne ihbar-ı gaybi nev’inden beyan ettiği hâdise-i âhirzamanın müteaddit [bir çok] mânâlarından tam bir mânâsı çıkıyor.

Hattâ, şahs-ı İsâ‘nın [Hz. İsâ’nın (a.s.) şahsı] (a.s.) semâvattan nüzulü işaretiyle bir mânâ-yı işârîsi [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] olarak Hazret-i İsâ’yı (a.s.) temsil ederek ve namına hareket eden bir taife dahi,

105

şimdiye kadar işitilmemiş ve görülmemiş bir tarzda tayyarelerle, paraşütlerle semadan bir belâ-yı semavî gibi nüzûl ettiriyor, düşmanların arkasına indiriyor. Hazret-i İsâ’nın nüzulünün maddeten bir misalini gösteriyor.

Evet, hadis-i şerifin ifadesiyle Hazret-i İsa’nın semavî nüzûlü kat’î olmakla beraber; mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] başka hakikatleri ifade ettiği gibi, bu hakikate de mu’cizâne işaret ediyor.

Küçük Hüsrev olan Feyzi ve Emin’in suali ve ilhahlarıyla [üzerine düşme, zorlama] bazı biçarelerin imanlarını şübehattan [şüpheler, tereddütler] muhafaza niyetiyle bu meseleye dair yalnız bir, iki, üç satır yazmak niyet edip başlarken, ihtiyarım haricinde olarak uzun yazdırıldı. Hikmetini de anlamadık, belki bir hikmeti var diye öylece bıraktık, kusura bakmayınız. Bu fıkrada [bölüm] tashihe ve dikkate vakit bulamadık, müşevveş [dağınık, karışık] kaldı.

– 51 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ الْقُرْاٰنِ * 3

Aziz kardeşlerim ve sıddık arkadaşlarım,

Var olunuz, bahtiyar olunuz. Sizin pek ciddî sa’y [çalışma] ü gayretiniz hem burada, hem başka yerlerde şevk ve gayreti uyandırıyor. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, gittikçe Risale-i Nur’un fütuhatı [fetihler, yayılmalar] ziyadeleşiyor. Ehl-i iman [Allah’a inanan] yaralarını hissedip ilâçlarını ondan buluyorlar.

Hafız Ali’nin mektubunda yazdığı iki âyetin işaretine dikkat ettik. Bizler dahi Nur fabrikasının sahibi gibi çok mesrur [mutlu] ve müferrah [ferah duyan, huzurlu] olduk. Fakat Risale-i Nur’a

106

bir işaret-i gaybiyle haber veren otuz üç adet âyet شَهِدَ اللهُ 1 âyetiyle hitam [son, sonuç] bulduğundan, bu yeni iki âyetin müstakil [bağımsız] bir surette işaretlerine kapı açılmadı. Hem, otuz üç âyetten hangisinin tetimmesi [ek] olacak şimdilik bilinmedi. Yalnız bu kadar anlaşıldı ki, بِاَيْدِى سَفَرَةٍ * كِرَامٍ بَرَرَةٍ 2 fıkra[bölüm] Risale-i Nur’un nâşir [neşreden, yayan, yayınlayan] ve kâtiplerine mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ile bakıyor. Hem, يَتْلُوا صُحُفًا مُطَهَّرَةً * فِيهَا كُتُبٌ قَيِّمَةٌ 3 fıkra[bölüm] dahi, Risale-i Nur’un eczalarına ve suhuflarına [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] ve kitaplarına mânâ-yı işârîyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] bakıyor. Fakat cifir hesabıyla bin üç yüz altmış küsurdan sonra bu parlak vaziyeti gösterecekler diye icmalen [kısaca, özet olarak] fehmettik.

Gül fabrikasının bizlere, parlak bir gül-ü Muhammedî [Muhammed gülü denilen kırmızı renkli bir gül çeşidi] (a.s.m.) bahçesini hediye edecekti. Onu bütün ruh u canımızla bekliyoruz.

Bu zamanda, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] Sünnet-i Seniye dairesinde kemâl-i imanı [tam ve mükemmel bir iman] kazanan Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] evliyaların, mürşidlerin nazar-ı dikkatini celb [çekme] edecek vaziyeti aldığından, her zamanda bulunan hakikî mürşidler, her halde bu zamanda Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] müşteri olurlar. Birisini elde etse, yirmi mürid kadar kıymet verirler.

Hem, zevkli ve cazibedar velâyet [velilik] tereşşuhatı [belirti] karşısında Risale-i Nur’un hizmetindeki meşakkat, mücahede, [Allah yolunda cihad etme] külfet bulunduğundan, Feyzi’ye hitaben beyan edilen hakikat o tarafa da fâidesi olur diye leffen size gönderildi.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ediyorum.

• • •

107

– 52 –

Feyzi kardeşim,

Sen Isparta vilâyetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan, tam onlar gibi olmalısın. Hapishanede—Allah rahmet eylesin—mühim bir şeyh ve mürşid ve cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zât, dört ay mütemadiyen Risale-i Nur’un elli altmış şakirtleri [öğrenci] içinde celbkârâne sohbet ettiği halde, yalnız birtek şakirdi [talebe, öğrenci] muvakkaten [geçici] kendine çekebildi. Mütebakisi, [geri kalan kısım] o cazibedar şeyhe karşı müstağni [çok üstün ve ötede bulunan] kaldılar. Risale-i Nur’un yüksek, kıymettar hizmet-i imaniyesi [iman hizmeti] onlara kâfi [yeterli] olarak kanaat veriyordu.

O şakirtlerin [öğrenci] gayet keskin kalb basireti şöyle bir hakikati anlamış ki: Risale-i Nur’la hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarikat ve şeyhlik ise, velâyet [velilik] mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velâyet [velilik] derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü iman, saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kazandırdığı için bir mü’mine, küre-i arz [yer küre, dünya] kadar bir saltanat-ı bakiyeyi temin eder. Velâyet [velilik] ise, mü’minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı velî yapmaktan daha sevaplı bir hizmettir.

İşte bu dakik [derin ve ince] sırrı, senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalbleri görmüş ki, benim gibi biçare günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı müctehidlere dahi tercih ettiler.

Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutup, [esas, önder, direk, eksen] bir gavs-ı âzam gelse, “Seni on günde velâyet [velilik] derecesine çıkaracağım” dese, sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.

• • •

108

– 53 –

بِاسْمِهِ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حَاصِلِ ضَرْبِ حُرُوفِ مَا اَرْسَلْتُمْ لَنَا مِنَ الرَّسَۤائِلِ فِى عَاشِرَاتِ دَقَۤائِقِ هٰذِهِ اللَّيْلَةِ الرَّغَۤائِبِ وَلَيْلَةِ الْمِعْرَاجِ وَلَيْلَةِ الْقَدْرِ وَاَعْطَاكُمُ اللهُ بِعَدَدِهَا ثَوَابًا وَحَسَنَةً، اٰمِينَ * 3

Aziz ve sıddık kardeşlerim ve fedakâr ve sadık arkadaşlarım,

Evvelâ: Sizin, bu mübarek şuhur-u selâse [üç aylar] ve içindeki kıymettar leyâli-i mübarekeleri tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] herbir geceyi sizin hakkınızda birer leyle-i Regaib [Regaib Gecesi; Receb ayının ilk Cuma gecesi] ve leyle-i Kadir [Kadir Gecesi] kıymetinde size sevap versin. Âmin.

Saniyen: [ikinci olarak] Sizin bu defa nurlu hediyelerinizin her harfine mukabil Cenab-ı Erhamürrahimin defter-i a’mâlinize [amel defteri] bin hasene yazsın ve Âsım’ın ruhuna bin rahmet versin. Âmin.

Salisen: [üçüncü olarak] Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] ve Risale-i Nur’un hazinelerinin kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve yaldızlı bir anahtarı olan kalem-i Hüsrevî, elhak, Mu’cizat-ı Ahmediyenin [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) gizli güzelliğini her göze gayet parlak ve güzel gösteriyor. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bu kalemi, bu hizmette muvaffak ve dâim eylesin. Âmin.

Mübarek heyetinin büyük bir kahramanı Büyük Ali’nin sisteminde Küçük Ali’nin Mu’cizat-ı Kur’âniyesi, Mu’cizat-ı Ahmediyenin [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] tam mutabık bir bâki

109

pırlanta tarzında mevki aldı. Erhamürrâhimîn, [merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah] her harfine mukabil, yazana on sevap ihsan [bağış] eylesin. Âmin.

Mehmed Tahirî! Küçük Lûtfî’nin hayrü’l-halefi ve Atabey’in kahramanı, bu havaliye nurlu ve güzel hediyeleri çok kıymettardır. Rahmânür-Rahîm, hazine-i rahmetinden [Allah’ın rahmet hazinesi] ona ve pederine her harfine ve her kelimeye mukabil rahmet etsin. Âmin.

Aydınlı Hasan Ulvi’nin kuvvetli kalemi inşaallah [Allah dilerse] merhum Âsım’ın noksan bıraktığı vazife-i Nuriyeyi [Risale-i Nur vazifesi] tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] edecek ve o güzel kalemle Âsım’ın ve Lütfî’nin ruhlarını şâd edecek. Onun küçük hediyesi, ilerideki kıymettar hizmetlerini ihsas [hissettirme] ederek büyük bir mevki aldı. Allah ondan razı olsun. Âmin.

Risale-i Nur’un erkân-ı mühimmesinden ve resâil [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] içinde sualleriyle ehemmiyetli bir mevki tutan ve onunla beraber mânen yaşayan kardeşimiz Re’fet Beyin mektubuyla ve Gül fabrikasının gül-ü Muhammedî [Muhammed gülü denilen kırmızı renkli bir gül çeşidi] (a.s.m.) bahçesini yetiştiren Hüsrev’in mektubuna ayrı birer mektupla cevap yazmak isterdim. Fakat şimdilik vakit müsaade etmedi.

– 54 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin mektuplarınızdan o kadar mesrur [mutlu] oldum ki, tarif edemem. Hususan Hüsrev’in çok kıymettar iki mektubunda, Hacı Hafız’ın köyünde Risale-i Nur’un pek fevkalâde bir surette tevessüü, [genişleme, yayılma] o iki mektubu nüsha gibi ve bir hüccet-i katıa [kesin delil] gibi saklayıp, bu havalideki talebelere bir tâziyâne-i teşvik olarak gösteriliyor.

Risale-i Nur, Kur’ân’ın bir mu’cize-i mânevîsi olduğu gibi, Hüsrev’in kalemi de, Risale-i Nur’un pek kuvvetli bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğunu buraca hergün tasdik ediyoruz. Hüsrev’in mektubuna karşı uzun mektup yazmak istiyorduk, arzumuza muvaffak olamadık.

110

Mübarekler kahramanlarından Küçük Ali’nin mektubu da bana büyük bir ümit verdi. Merhum Abdurrahman’ın elhak tam bir halefi olan kıymettar ve mübarek büyük kardeşi olan Mustafa Hulûsi’nin, Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] isminde mübarek bir mahdumu, [efendi, kendisine hizmet edilen] peder ve amcaları sisteminde Risale-i Nur’a hizmet etmesi, yeniden Abdurrahman dünyaya gelmiş kadar beni müferrah [ferah duyan, huzurlu] etti.

Aras Atabey’de, eskide, Lütfi, Zekâi gibi iki kıymettar şakirtlerin [öğrenci] yerlerini boş bırakmayan, Aras kahramanları olan Tahir ve Abdullah Çavuş’un Risale-i Nur’a hizmetleri, Aras hakkında endişelerimi tamamen izale [giderme] etti.

İsmail oğlu Hüseyin’in hastalığı beni müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etti. İnşaallah tam bir Lütfi olacak, çok da hizmet edecek.

Sizlerin buraya gelen mektuplarınız, kısmen tensikle Lâhikaya derc [yerleştirme] ediliyor. Size bu defa mahrem sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا 1 da, istihrac-ı gaybîdeki mücmel [kısa, kısaca] hakikata dair birden kalbe ihtar edilen bir fıkrayla [bölüm] Tesettür Risalesine [24. Lem’a örtünmeyle ilgili olan kitapçık] haşiye [dipnot] gönderiyoruz. Bu şuhur-u selâse, [üç aylar] seksen küsur sene bir ömrü kazandırıyor. Elbette sizler gibi mücahidler onu kazanmaya çalışacaksınız. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] herbir gecesini sizin hakkınızda leyle-i Mirac [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] ve leyle-i Berat [Berat Gecesi] ve Leyle-i Kadir [Kadir Gecesi] kadar kıymettar eylesin, âmin.

• • •

111

– 55 –

 Ehemmiyetli, fakat bir derece mahremdir.

Aziz kardeşlerim,

Mahrem sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا 1 da, cifirle istihracım [çıkarma] aynen Münâzarat risalesinde, “Bir nur çıkacak ve göreceğiz?” diye gaybî müjdeler gibi, ilhamî [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ve hak bir hakikati fikrimle olan tatbikatımda bir kusur vardı. O kusur beni düşündürüyordu. Münâzarât ve Sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] gibi risalelerdeki müjde-i nuriyeyle Risale-i Nur tam halletti. Geniş daire-i siyasiye yerine, yüksek bir daire-i nuriyeyle [Risale-i Nur dairesi] o kusuru izale [giderme] ettiği gibi, اِنَّۤا اَعْطَيْنَا sırr-ı mahreminde, on iki, on üç sene sonra “İslâmiyete darbe vuranların başlarında öyle müthiş bir patlayış olacak ki, kıyamete kadar unutulmayacak” meâlindeki istihrac-ı cifrî çok geniş bir dairede olduğu halde, nur müjdesi sırrının aksine olarak, dar bir dairede ve hususî bir hükûmette tatbik etmek suretiyle, fikrim o geniş daireyi ihata [herşeyi kuşatma] edemeyerek o hakikatin suretini değiştirmiş. Halbuki o istihracın [çıkarma] gösterdiği aynı tarihte, o rejimin müessisi [tesis eden, kuran] ve başı dünyadan göçtü, darbesini yedi. Ve aynı senede, perde altında bilinmeyen ve küre-i arzın [yer küre, dünya] ekserini ve nev-i beşerin kısm-ı âzamını [büyük bir kısmı] istibdadı [baskı ve zulüm] altına alan bir müthiş cereyanın düğümü ve düğmesi ve mânen binler başından bir başı ve en müthişi olan o göçüp giden adam tokat yediği aynı zamanda, daha sene tamam olmadan, o müthiş cereyanın bütün başları ve taraftarları öyle semavî müthiş tokatlara ve şiddetli fırtınalı musibetlere tutulmaya başladılar; kıyamete kadar azâbını çekecekler ve çekiyorlar. Ve edyân-ı semâviyeye [İlâhî dinler] ve İslâmiyete ettikleri cinayetlerin cezasını çok geniş bir dâirede gördüler ve görüyorlar. Mimsiz medeniyetin [“deniyet”, aşağılık] pisliğiyle dünyayı mülevves [kirli, pis] ettikleri için, aynı istihracın [çıkarma] gösterdiği tarihte, o mimsiz medeniyetin [“deniyet”, aşağılık] başına da öyle bir semavî tokat indi ki, en karanlık vahşetten daha aşağı indirdi.

112

Elhasıl: [kısaca, özetle] Sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا 1 da çok geniş bir dâire, dar bir dâirede tatbik edilmiş. Nur müjdesi ise, dar ve mânevî, fakat yüksek bir daireyi geniş ve maddî bir daire suretinde tasvir edilmişti. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz bin şükür ediyorum ki, bu iki kusurumu kuvvetli bir ihtar-ı mâneviyle ıslah etti.

يُبَدِّلُ اللهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ 2 sırrına mazhar [erişme, nail olma] eyledi.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَۤائِنَاتِ * 3

– 56 –

Aziz kardeşlerim,

Sakın bu fıkranın [bölüm] vasıtasıyla o sırr-ı mahremi fâş etmeyin [meydana çıkarma, açığa vurma] ve o risaleyi de araştırmayın. Yalnız bu fıkra[bölüm] zararsız görseniz haslara gösterebilirsiniz.

– 57 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu defaki mektuplarınız gelmeden evvel, bir ihtarla kendi cevabını kerametkârâne [keramet göstererek] yazdırmış. Demek, mektup sahiplerinin fevkalâde sadakatleri keramet derecesine çıkmış.

Kardeşlerim, mektuplarınızda çok yüksek düşünce ve takdirat binden bir hisse de benim olsa, hadsiz şükrederim. Belki Risale-i Nur’un mânevî şahsiyeti ve çok kesretli [çokluk] talebeleri içinde, bilmediğimiz gayet yüksek bir makam sahibi bir zâtın tesiratı ve kumandası hissediliyor, benim gibi bin derece uzak bir biçare tasavvur ediliyor. Hakkım olmadan bana verilen ziyade ehemmiyetiniz,

113

inşaallah [Allah dilerse] size zararı olmaz; fakat Risale-i Nur’un hüsn-ü cereyanına [güzel gidişat] zarar ihtimali var. Siz bir hakikati hissediyorsunuz. Ve fevkalâde sadakat ve ihlâsınız inşaallah [Allah dilerse] hak görür, fakat surette bazan aldanılır. Biz hizmetle mükellefiz. Neticeleri ve muvaffakıyet, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] aittir.

– 58 –

 (Ehemmiyetlidir.)

Risale-i Nur talebelerinden bir kısım kardeşlerimin, benim haddimin çok fevkinde [üstünde] hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] ve ifratlarını tâdil etmek için ihtar edilen bir muhaveredir. [karşılıklı konuşma]

Bundan kırk elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (rahmetullahi aleyh) ile bir muhaveremi [karşılıklı konuşma] hikâye ediyorum.

O merhum kardeşim, evliya-i azimeden olan Hazret-i Ziyaeddin’nin (k.s.) has müridi idi. Ehl-i tarikatça, [tarikata mensup olanlar] mürşidinin hakkında müfritane [ifrat eden, aşırıya giden] muhabbet ve hüsn-ü zan [güzel düşünce] etse makbul gördükleri için, o merhum kardeşim dedi ki:

“Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu [ilimler] biliyor. Kâinatta, kutb-u âzam [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] gibi herşeye ıttılâı var.” Beni onunla raptetmek [bağlamak] için çok harika makamlarını beyan etti.

Ben de o kardeşime dedim ki: “Sen mübalâğa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam [susturma] edebilirim. Hem sen benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları [ilimler] bilir bir kutb-u âzam [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] suretinde tahayyül [hayal etme] ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin. Yani o ünvanla bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb [gayb perdesi] açılsa, hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil [geçici, yok olucu] olur veyahut dörtten birisine iner. Fakat ben, o zât-ı mübâreki senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünkü, Sünnet-i Seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana [Allah’a inanan]

114

hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilâkis daha ziyade hürmet ve takdirle bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin.”Haşiye [dipnot]

Benim o kardeşim insaflı ve müdakkik [dikkatli] bir âlim olduğu için, benim nokta-i nazarımı [bakış açısı] kabul edip takdir etti.

Ey Risale-i Nur’un kıymettar talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakâr kardeşlerim,

Şahsiyetim itibarıyla sizin ziyade hüsn-ü zannınız [güzel düşünce] belki size zarar vermez; fakat sizin gibi hakikatbîn [doğru görüşlü] zâtlar vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusuratla [kusurlar] âlûde [bulaşmış, karışmış] mahiyetim görünse, bana acıyacaksınız. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde [üstünde] tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız.

Ben size nispeten kardeşim; mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma [kusurlar] karşı şefkatkârâne [şefkat dolu] dua ve himmetlerinize [ciddi gayret] muhtacım. Benden himmet [ciddi gayret] beklemeniz değil, bana himmet [ciddi gayret] etmenize istihkakım [hak edilen pay] var. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ihsan [bağış] ve keremiyle [cömertlik] sizlerle gayet kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana [Allah’a inanan] menfaatli bir hizmette taksimü’l-mesâi kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden [dayanışma] hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı [doğru yol gösterme] bize kâfidir.

Hem madem bu zamanda herşeyin fevkinde [üstünde] hizmet-i imaniye [iman hizmeti] en ehemmiyetli bir vazifedir. Hem kemiyet [çokluk] ise, keyfiyete nispeten ehemmiyeti azdır. Hem muvakkat [geçici] ve mütehavvil [değişken] siyaset âlemleri ebedî, daimî, sabit hidemat[hizmetler] imaniyeye

115

nispeten ehemmiyetsizdir, mikyas [ölçü] olamaz, medar [kaynak, dayanak] da olamaz. Risale-i Nur’un talimatı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan [güzel düşünce] ve müfritane [ifrat eden, aşırıya giden] âlî [yüce] makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve müfritane [ifrat eden, aşırıya giden] irtibat ve ihlâs lâzımdır. Onda terakki [ilerleme] etmeliyiz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

– 59 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Risale-i Nur’un kahramanı olan Hüsrev’in bu defaki iki hediye-i kudsiyesi ve kerametkârâne [keramet göstererek] o iki semavî hediyenin mânevî i’câzını [mu’cize oluş] gözlere de gösterir bir tarzda bu şuhur-u selâsede [üç aylar] bizlere ve bu muhite hediye etmesi, Risale-i Nur nokta-i nazarında [bakış açısı] mu’cizâne bir hizmettir. İnşaallah o Gül fabrikasının kalemi, buraları da bir gülistana çevirecek. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o kalem sahibine, yazdığı her harf-i Kur’ân‘a [Kur’an harfi] mukabil, leyle-i Kadir‘deki [Kadir Gecesi] gibi otuz bin sevap ve rahmet ve hasene versin. Âmin, âmin, âmin.

Aziz kardeşlerim,

Sadakatınızdan tereşşuh [sızma/sızıntı] eden ve haddimin pek çok fevkinde [üstünde] hüsn-ü zannınıza [güzel düşünce] karşı bundan evvel verdiğim cevabın bir tetimmesi [ek] olarak, bu gelecek fıkra[bölüm] iki gün evvel yazmıştık. Sizin fevkalâde sadakat ve ulüvv-ü himmetinizden [çok gayretli olmak, yüksek himmet sahibi olmak] tereşşuh [sızma/sızıntı] eden bir hafta evvelki mektubunuza karşı hüsn-ü zannınızı [güzel düşünce] bir derece cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] eden benim cevabımın hikmeti şudur ki:

116

Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.

Hem üç mesele var: biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en âzamı, iman meselesidir.

Fakat, şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem [dünyanın içinde bulunduğu hâl, durum] ilcaatında [mecburiyetler, zorlamalar] en mühim mesele hayat ve şeriat göründüğünden, o zât şimdi olsa da, üç meseleyi birden umum rû-yi zeminde [yeryüzü] vaziyetlerini değiştirmek, nev-i beşerdeki câri olan âdetullaha [Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] muvafık gelmediğinden, herhalde en âzam meseleyi esas yapıp, öteki meseleleri esas yapmayacak; tâ ki iman hizmeti safvetini [arılık, berraklık] umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksatlara âlet olmadığı tahakkuk [gerçekleşme] etsin.

Hem, yirmi senedenberi tahribkârâne eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet [gayret, kararlılık] ve sadakat kaybolmuş ki, ondan, belki de yirmiden birisine itimat edilmez. Bu acip hâlâta [durumlar, haller] karşı çok fevkalâde sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metanet [gayret, kararlılık] ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm [neticesiz] kalır, zarar verir.

Demek en hâlis ve en selâmetli ve en mühim ve en muvaffakiyetli [başarı] hizmet Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] daireleri içindeki kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmettir. Her neyse… Bu mesele şimdilik bu kadar yeter.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve bu eyyam-ı mübarekede [Cuma ve kandil geceleri gibi mübarek günler] dua ederiz ve makbul dualarını, gelecek eyyam ve leyâli-i mübarekede istiyoruz.

Elhak, Tahirî’nin de Lemeat [parıltılar] hediyesini pek çok kıymettar gördük. İnşaallah bu havalide ona çok sevap kazandıracak. Tam bir Lütfi’dir; Allah muvaffak eylesin.

• • •