KASTAMONU LAHİKASI – 60-79. Mektuplar (117-146)

117

– 60 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Sizin leyle-i Berâtınızı ve gelecek Ramazanınızı tebrik eder ve bu gelecek leyle-i Kadri [Kadir gecesi] hakkınızda ve hakkımızda bin aydan daha hayırlı olmasını ve defter-i a’mâlimize [amel defteri] böyle geçmesini Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] niyaz ediyoruz. Ve böylece, bayrama kadar

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْ لَيْلَةَ قَدْرِنَا فِى هٰذَا الرَّمَضَانِ خَيْرًا مِنْ اَلْفِ شَهْرٍ لَنَا وَلِطَلَبَةِ الرَّسَۤائِلِ النُّورِ الصَّادِقِينَ * 1

duasını etmeye niyet ettik.

Hem sizin iki mu’cizeli Kur’ân’ı bizlere bu mübarek aylarda göndermeniz, inşaallah [Allah dilerse] o derece medâr-ı bereket ve sevap ve hasenat ve fütuhat [fetihler, yayılmalar] olacak ki, hakkımızda bu Ramazanın herbir günü bir leyle-i Kadir [Kadir Gecesi] hükmüne geçeceğini rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ümit ederiz.

Şimdiden biz tedbir ettik ki, iki Kur’ân’ı, Risale-i Nur’un buradaki has talebeleri, Ramazan-ı Şerifte, herbiri, her günde bir cüz’ün sizinle beraber okumakla, Ramazan’ın her gününde bir hatme-i Kur’âniye [Kur’ân-ı Kerimi baştan sona okuyup bitirme] olarak, mânevî ve çok geniş bir mecliste, Isparta ve Kastamonu’yu ihata [herşeyi kuşatma] eden bir dairede halka tutan Risale-i Nur talebelerinin ve o dairenin merkezinde sizler bulunmak cihetiyle Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] etrafınızda olarak, Nakşîde, “hatme-i hâcegân” tarzında, fakat çok büyük bir mikyasta [ölçü] Risale-i Nur’un bütün şakirtleri [öğrenci] mânen hazır ve o dairede bulunuyor niyetiyle tasavvuruyla okunmak, o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hatmeyi yapmak Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetinden tevfik [başarı] niyaz ederiz.

118

Saniyen: [ikinci olarak] Hacı Hafız’ın Sav köyünün kahraman talebelerinin fevkalâde hizmetleri, oralarda sebeb-i teşvik ve medar-ı gayret ve nümune-i imtisal [örnek alınacak model] olduğu gibi, bu havalide dahi onların o harikulâde sa’y [çalışma] ü gayretleri, fevkalâde hüsn-ü misal [güzel örnek] ve nümune-i gayret olarak ehemmiyetli bir intibah [uyanış] ve iştiyaka [arzu, istek] sebebiyet vermiş. Kahraman Hüsrev’in onlara dair mektupları, mübarek nüshalar gibi, tembellik, lâkaytlık [duyarsızlık, ilgisizlik] hastalıklarına müptelâ [bağımlı] olanlara şifa olur, ellerde gezer.

Salisen: [üçüncü olarak] Sizin buraya gelen kıymettar mektuplarınızı Lâhikaya yazmışız; fakat bazı kelimeleri tayyettik. Müfritane [ifrat eden, aşırıya giden] hüsn-ü zandan [güzel düşünce] gelen cümleleri tâdil ettik, gücenmeyiniz.

Rabian: [dördüncü olarak] İslâmköyü, Kuleönü ortasında olan ve Sıddık Sabri ve Lütfi gibi talebeleri yetiştiren Atabey, Aras karyesi, [köy] çok defa hatırıma geliyordu, “Acaba bu köy neden geri kaldı, söndü?” diye düşünüp müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oluyordum. Fakat Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, Tâhir ve Abdullah Çavuş o endişemi tamamıyla izale [giderme] ettiler, büyük bir tesellî bana verdiler. Hattâ Tahir’in bu defa bize hediye ettiği Lem’alar [parıltılar] ve Yedinci Şuayı bir cilt içinde cilt ettikten sonra mütalâa ettim. O Tahirî’de, bir Hüsrev, Bir Lütfi, bir Âsım gördüm. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ondan ve sizlerden ebediyen razı olsun. Onun o nüshası, burada çok iş görecek inşaallah. [Allah dilerse]

Kur’ân-ı Azîmüşşân [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] ve Mu’cizü’l-Beyânın, Hizbü’l-Ekberü’l-Âzam namında, Resâilü’n-Nuriyenin [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] menbaları ve esasları olan beş yüzden fazla âyâtları yazdık, bu Ramazanda size göndermeye muvaffak olamadık. İnşaallah bir vakit size gönderilecek.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ederiz. Ve bu mübarek eyyamda ve leyâlide dualarını isteriz.

119

– 61 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Gavs-ı Âzamın فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ 4 te’minkârâne fıkrası, [bölüm] şimdiye kadar Risale-i Nur’un şakirtleri [öğrenci] hakkında tamamen mutabık çıktı. İnşaallah Hüsrev, Rüştü, Re’fet gibi kardeşlerimizin, bilhassa Hüsrev gibi çok metin [sağlam] bir rüknün [esas, şart] müfarakati [ayrılık] sureten [görünüş itibarıyla] elîm ve zararlı göründüğü halde, gayet hayırlı bir suret almasını rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ümitvârız.

Hattâ hapsimiz musibeti, gerçi zâhirî bir azap idi, fakat hakikat noktasında hizmetimiz hakkında büyük bir inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve rahmete çevrildi. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] sizlerin gayretinizle o havalide çok Hüsrev’ler var; meydana çıkmaya başlamışlar. Belki çok zamandan beri mütemadiyen çalışmaktan Hüsrev’e bir istirahat verildi. Ve kıymettar kalemi yerinde mübarek lisanı ve hâlisâne ahvali [durumlar] yine kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetini idame etmesini inâyet-i İlâhiyeden [Allah’ın inayeti, yardımı] ümitvârız. Nasıl ki Feyzi ve Selâhaddin’in askerliği de öyle mübarek oldu.

Kardeşlerim, bu hâdise münasebetiyle Risale-i Nur’un tam mutabık çıkan bir ihbar-ı gaybîsini [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] beyan ediyorum.

Hüsrev ve Hulûsi ve Rüştü ve Re’fet gibi Risale-i Nur’un çok şakirtleri, [öğrenci] meslek-i askeriye ve bu İkinci Harb-i Umumiyeye [İkinci Dünya Savaşı] münasebettar [alâkalı, ilgili] bir surette

120

girmelerini ve ikinci bir Harb-i umumî [Birinci Dünya Savaşı] olacağını ve iştirakimizi, yani talebelerin iştirakini altı-yedi sene evvel haber vermiş. Çünkü Yirmi Sekizinci Lem’a [parıltı] olan İkinci Keramet-i Aleviyenin İkinci Emarede, فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ 1 bahsinde فَقَاتِلْ وَلاَ تَخْشَ 2 beraber olsa, bin dokuz yüz kırk küsur oluyor. Allahu a’lem, o tarihte bir harb-i umumîye [Birinci Dünya Savaşı] iştirakimizi, yani eski müttefikle değil, belki taraftarane onun hasmıyla iştirake işaret ediyor diye haber vermiş. İşte, şimdi aynı tarihtir ki, Risale-i Nur’un erkân-ı mühimmesi iştirak ediyor.

Kardeşlerimize birer birer selâm ederiz. Hilmi, Feyzi, Nazif, [temiz, pak] Emin sizlere selâm ve arz-ı hürmet [hürmet etme, saygı sunma] ederler.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 3

Said Nursî

– 62 –

بِاسْمِهِ 4* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 5

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حَاصِلِ ضَرْبِ عَاشِرَاتِ دَقَۤائِقِ لَيْلَةِ الْقَدْرِ فِى حُرُوفِ الْقُرْاٰنِ * 6

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Bütün ruh u canımla mübarek Ramazanınızı tebrik ederim. Ve o mübarek şehirde ettiğiniz duaların, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yanında makbul olmasını Erhamürrâhimînden [merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah] niyâz ederim.

121

Saniyen: [ikinci olarak] Bu seneki Ramazan-ı Şerif hem âlem-i İslâm [İslâm âlemi] için, hem Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] için gayet ehemmiyetli, pek çok kıymetlidir.

Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] iştirâk-i a’mâl-i uhreviye düstur-u esasiyeleri [temel kanun, anayasa] sırrınca, herbirisinin kazandığı miktar, herbir kardeşlerine aynı miktar defter-i a’mâline [amel defteri] geçmesi, o düsturun [kâide, kural] ve rahmet-i İlâhiyenin mukteza[bir şeyin gereği] olmak haysiyetiyle, Risale-i Nur dairesine sıdk [doğruluk] ve ihlâsla girenlerin kazançları pek azîm ve küllîdir. Herbiri, binler hisse alır. İnşaallah, emval-i [mallar] dünyeviyenin iştirâki gibi inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] ve tecezzî [bölünme, parçalanma] etmeden, herbirisine, aynı amel defterine geçmesi, bir adamın getirdiği bir lâmba, binler âyinelerin herbirisine aynı lâmba inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] etmeden girmesi gibidir.

Demek, Risale-i Nur’un sadık şakirtlerinden [öğrenci] birisi leyle-i Kadrin [Kadir gecesi] hakikatini ve Ramazan’ın yüksek mertebesini kazansa, umum hakikî sadık şakirtler [öğrenci] sahip ve hissedar olmak, vüs’at-i rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın rahmetinin bolluğu, genişliği] çok kuvvetli ümitvârız.

– 63 –

Aziz, sıddık, mübarek, kahraman kardeşlerim,

Evvelâ: Bu mübarek Ramazan’da, iştirâk-i a’mâl düstur-u esasiyle, [temel kanun, anayasa] herbir has kardeşimizin kırk bin dili bulunan bir melâike [melek] hükmünde, kırk bin dillerle, yani kardeşlerin adedince mânevî dilleriyle ettikleri ve edecekleri dualar, rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] nezdinde makbul olmasını, o lisanlar adedince, Cenab-ı Erhamürrâhimînden niyaz ediyoruz. Bu mahiyetteki Ramazan’ınızı tebrik ediyoruz.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu defaki müteaddit [bir çok] tesirli ve sürurlu [mutluluk] ve müjdeli mektuplarınıza karşı, bir kitap kadar cevap vermek lâyık iken, vaktin müsaadesizliğiyle [uygunsuz, izin vermeyen] kısa cevabımdan gücenmeyiniz. En başta, kahramanlar yatağı olan Sav köyünün ehemmiyetli bir talebesi olan Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] mektubunda öyle bir mesele gördüm ki, beni

122

sürur [mutluluk] yaşlarıyla ağlattırdı. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz binler şükür olsun. Risale-i Nur’un tamam kıymetini, o köyün mübarek valideleri, hanımları tamam anlamışlar. O mübarek hanımların, o kıymettar ve hâlis âhiret hemşirelerimin, Risale-i Nur’un intişarına [açığa çıkma, yayılma] gösterdikleri fedakârlık, beni ve bizi kemâl-i sürurdan ağlattırdı.

Zaten Risale-i Nur’un mesleğindeki en mühim bir esası şefkat olduğundan ve şefkat madenleri de hanımlar olduğundan, çoktan beri beklerdim ki, kadınlar âleminde Risale-i Nur’un mahiyeti anlaşılsın.

Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] bu havalide de, bu yakında erkeklerden ziyade bir iştiyak [arzu, istek] ve faaliyetle buradaki hanımlar tam çalışıyorlar, Savlı mübareklerin hemşireleri olduklarını gösteriyorlar. Bu iki tezahür bu zamanda bir fa’l-i hayırdır ki, o şefkat madenlerinde Risale-i Nur parlayacak, fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapacak.

Hem Sav köyünün bahadır çobanları torbalarında Risale-i Nur’u yazmak için taşımaları, aynı oradaki hanımların fedakârlıkları gibi, bu havalide gayet tesirli bir medar-ı teşvik olacak. O hanımların ve o çobanların hususî isimlerini bilmek arzu ediyoruz; tâ hususî isimleriyle has talebeler içine girsinler.

Kâtip Osman’ın hakikatli rüyası, elhak, büyük bir hakikate işaret veriyor; çok mübarek ve müjdelidir. Rüşdü’nün rüyasında, Peygamberimizin (a.s.m.) emriyle Hazret-i Sıddık (r.a.) minberde [câmide hutbe okunan yer] Yirmi Dokuzuncu Sözü [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] hutbesinde [balık] göstermesi gibi, o gökten inen hûrîye de lâhikayı hutbe olarak okuması, Risale-i Nur’un makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] güzel bir işarettir.

– 64 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Lâtif [berrak, şirin, hoş] ve mânidar ve beşaretli [müjde] iki hâdiseyi beyan ediyorum.

Birincisi: Meyusâne [ümitsiz] bir hatıradan müjdeli bir ihtar:

Bugünlerde hatırıma geldi ki, hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] giren hangi şeye temas etse, ekseriyetle günahlara mâruz kalıyor. Her cihette günahlar serbestçe insanı sarıyorlar.

123

“Bu kadar günahlara karşı insanın hususî ibadeti ve takvâsı nasıl mukabele [karşılama; karşılık verme] edebilir?” diye meyusâne [ümitsiz] düşündüm.

Hayat-ı içtimaiyedeki [sosyal hayat] Risale-i Nur talebelerinin vaziyetlerini tahattur [hatıra gelme] ettim. Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] hakkında necatlarına [kurtuluş] ve ehl-i saadet [âhirette sonsuz Cennet mutluluğuna ulaşanlar] olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kur’âniyeyi ve beşaret-i Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki: “Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dille nasıl mukabele [karşılama; karşılık verme] eder, galebe [üstün gelme] eder, necat [kurtuluş] bulur?” diye mütehayyir [hayrete düşen] kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:

Risale-i Nur’un hakikî ve sadık şakirtlerinin [öğrenci] mâbeynlerindeki [ara] düstur-u esasiye [temel prensip, esas düstur] olan iştirak-i a’mâl-i [sevap kazandıran işlerde ortaklık] uhreviye kanunuyla ve samimî ve hâlis tesanüd [dayanışma] sırrıyla herbir hâlis, hakikî şakirt, [öğrenci] bir dille değil, belki kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar [af dileme] eder. Bin taraftan hücum eden günahlara, binler dille mukabele [karşılama; karşılık verme] eder. Bazı melâikenin [melekler] kırk bin dille zikrettikleri gibi, hâlis, hakikî, müttakî [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] bir şakirt [öğrenci] dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata [kurtuluş] müstehak ve inşaallah [Allah dilerse] ehl-i saadet [âhirette sonsuz Cennet mutluluğuna ulaşanlar] olur.

Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takvâ ve içtinab[kaçınma] kebâir [büyük günahlar] derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete [Allah’a kulluk] sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçırmamak için, takvâda, ihlâsta, sadakatte çalışmak gerektir.

İkincisi: Eski zamanda, on dört yaşında iken icâzet almanın alâmeti olan üstad tarafından sarık sardırmak, bir cübbe bana giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisve giymek yakışmadığı…

Saniyen: [ikinci olarak] O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakip veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için bana cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliya-yı azimeden dört beş zâtın vefat etmeleri cihetiyle, elli altı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlânâ Zülcenâheyn [iki kanatlı (burada Peygamberimizin hem halktan Hakka, hem de Haktan halka olan iki yönlü elçiliği kastedilmiştir)] Hâlid Ziyâeddin  

124

kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarıkla, pek garip bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz binler şükrediyorum.Haşiye [dipnot]

– 65-

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Size gönderdiğimiz Hizbü’l-Ekberi’l-Kur’ânî’nin başında yazılan ünvan içinde bir cümle noksan kalmış. Şöyle ki:

“Mu’cizatlı bir vird [devamlı yapılan zikir] okumak isteyen bunu okusun” yerinde, “Mu’cizatlı ve herbir harfi on ve yüz ve beş yüz ve bin ve binler kadar sevap ve meyve veren bir virdi [devamlı yapılan zikir] okumak isteyen, bu semavî virdi [devamlı yapılan zikir] okusun” yazılacak.

Saniyen: [ikinci olarak]

Bundan evvel müjdeli hatırada, “Herbir hâlis ve hakiki muttaki [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler] şakirt, [öğrenci] kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar [af dileme] eder” fıkrasına, [bölüm] yine bir ihtarla bu gelen cümle ilâve edilsin. Cümle de budur:

“Risale-i Nur dairesine, sadakat ve hizmet ve takvâ ve içtinab[kaçınma] kebair derecesiyle, o ulvî ve küllî ubudiyete [Allah’a kulluk] sahip olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvâda, ihlâsta, sadakatte çalışmak gerektir.”

Salisen: [üçüncü olarak] Leyle-i Kadrinizi, [Kadir gecesi] hem bu gelen bayramınızı bütün ruh u canımızla tebrik ve tes’id ediyoruz.

• • •

125

– 66 –

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim, dünyada medâr-ı tesellîlerim [teselli kaynağı, sebebi] ve berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] yolunda nuranî yoldaşlarım ve mahşerde inşaallah [Allah dilerse] şefaatçilerim,

Sizin, hem leyle-i Kadrinizi, [Kadir gecesi] hem bayramınızı bütün ruh u canımla tebrik ediyorum, tes’id ediyorum.

Saniyen: [ikinci olarak] Şimdiye kadar hiç görmediğim bir surette, dehşetli bir hastalıktan fevkalmemul bir tarzda, Risale-i Nur’un hâlis talebelerinin şifa duasının neticesi olarak, mu’cize gibi birden harika bir kerametle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] şifa bulmamı size haber veriyorum. Bu vâkıayı müşahede eden Emin ile Feyzi’nin o harika hastalığa ait bu gelecek fıkrasını [bölüm] medâr-ı ibret [ibret kaynağı] için size gönderiyorum. Bütün kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ediyorum, Hüsrev’i de merak ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî

– 67 –

Isparta’daki aziz kardeşlerimize,

Üstadımızın hastalığı hakkındaki meşhudâtımızı [görünen] arz ve Üstadımızın kesb-i âfiyetini sizlere müjde etmek istiyoruz.

Ramazan-ı Şerifte beş gün savm[oruç] visâl [kavuşma] içinde gıda olarak, ekmeksiz muhallebi üç kaşık ve beş altı kaşık da soğuk yoğurttan. Üçüncü gece, yarım kaşık muhallebi ve dördüncü gecesinde iftarda sulu şehriyeden beş kaşık ve beş kaşık sahurda, yine o şehriyeden ve yoğurttan üç dört kaşık su sayılmamak şartıyla şehriyeden beş dirhem, yoğurt süzülse on dirhem, muhallebi susuz altı yedi dirhem, beşinci gecede, tanesiz gibi gayet hafif şehriye beş altı kaşık, sahurda altı yedi kaşık pirinç çorbası, mecmuu otuz dirhem (96 gr.) gıdayla beş gün savm[oruç] visâli, [kavuşma]  

126

teravih noksan olarak sair vazifelerin yapılması, Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] ihata [herşeyi kuşatma] eden inâyetin [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] harikalarından bir kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] gördük.

Üstadımızdan hiç görmediğimiz, ikimiz (yani Emin, Feyzi), Barla, Isparta Süleymanları gibi inceden inceye hastalıkHaşiye hiddetlerini tahrik etmemek için ihtiyat [dikkat, tedbir] edemediğimizden, şiddetli hiddetini gördük. Bu hastalıkta yine eser-i rahmettir [rahmet eseri] ki, hiç hatır ve hayâle gelmeyen aşr-ı âhirin [son on gün] gayet mühim gecelerinde, Üstadımızın tam ifa edemediği vazifesi yerinde, bu havalide herbir şakirt, [öğrenci] kendi hususî çalışmasından başka, bir saati Üstadı hesabına Risale-i Nur’un şakirtlerinin [öğrenci] mücahede-i maneviyelerine iştirak ve onları hedef edip, onların defter-i a’mâline [amel defteri] geçmeye, aynı üstad gibi çalışmaya başladılar.

Demek üstad yerinde, onun birkaç saat çalışmasına bedel, pek çok saatler aynı vazifeyi görmeye başladılar. Hattâ Üstadımız diyordu: “Ehemmiyetsizliğimle beraber Isparta havalisinde kardeşlerimizin a’mâl[ameller, işler] uhreviyesine bir medar, [kaynak, dayanak] bir müheyyiç [heyecan verici] hükmünde benim kusurlu çalışmam kâfi [yeterli] gelmiyordu. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetiyle, bu hastalık vesilesiyle bir şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ve kuvvetli bir medar [kaynak, dayanak] olacak bu tedbiri ihsan [bağış] etti, cüz’iyetten külliyete çıkardı.”

Yine bu hastalığın letâifindendir [duygular] ki, Üstadımızın hiç sesi çıkmıyordu, konuşamıyordu. Hiç beklenilmeden, bir iftar vaktinde bir doktor geldi, elini tuttu. Üstadımız dedi ki: “Ben, hastalığımı muayene ettirmem, ben hekimlere muhtaç değilim; hekim, Cenâb-ı Haktır.” [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Birden canlandı, sesi çıkmaya başladı. Güya kendisi bir doktor şeklini aldı. Doktor ise, hasta vaziyetine girdi. Doktora ehemmiyetli bir mektup okudu. Doktorun derdine deva olacak bir ilâç oldu. Sonra top atıldı.

Doktora dedi ki: “Burada iftar et.”

Doktor dedi ki: “Bugün kusur etmişim, oruç tutamadım” demesiyle, çok hayret ettiğimiz Üstadımızın vaziyeti, orucunu bozmuş bir doktorun tıp noktasında hâkimane vaziyetini kabul etmediği için o vaziyet ona verildiğini bildik.

Evet, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinden [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] gelen şifa duası, öyle yüz bin doktora mukabil gelir diye biz de tasdik ettik. Bu hastalığın leyle-i Kadirde [Kadir Gecesi] Risale-i

127

Nur’un talebeleri, hususan mâsumların ettikleri şifa duaları öyle bir derece harika bir surette tesirini gösterdi ki, Üstadımıza sıhhat halinden daha ileri bir surette birden bir vaziyet verildi, leyle-i Kadre [Kadir gecesi] lâyık bir tarzda çalışmaya başladı. Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] gelen bu dua-yı şifa, harika bir mu’cize gibi, bir keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğunu biz gözümüzle gördük.

Orada bulunan kardeşlerimize birer birer selâm ve arz-ı hürmet [hürmet etme, saygı sunma] eder dualarını isteriz.

Bura Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] kardeşiniz

 Emin, Mehmed Feyzi

– 68 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] çalışkan ve kuvvetli arkadaşlarım ve tarik-i hakta [hak ve hakikat yolu] ve berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] seyahatinde ve âhiret yolunda nuranî yoldaşlarım,

Sizin bayramınızı, leyle-i Kadrinizi, [Kadir gecesi] Ramazan-ı Şerifte makbul dualarınızı bütün ruh u canımla tebrik ve tes’id ediyorum. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bu bayramın sürurunu, [mutluluk] hakikî ve geniş ve umumî sürura [mutluluk] mukaddeme [başlangıç] ve vesile eylesin. Âmin.

Saniyen: [ikinci olarak] Sizin bu mübarek bayramın hediyesi olarak gönderdiğiniz nurlu kalem hediyelerinizi o kadar kıymettar görüyorum ki tarif edemem. Cennetü’l-Firdevste [Firdevs Cenneti; Cennetin en yüksek derecesi] âb-ı kevser [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] destileri gibi, kemâl-i iştiyâk ve şükranla ve sürurlu [mutluluk] gözyaşıyla kabul edip başıma koydum. Böyle elmas kılıç gibi kalemleri ve hakikat

128

kahramanlarını Risale-i Nur’a ihsan [bağış] eden Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz hamd ve şükrederim.

Sizlere de o mübarek kitapların yazıları herbir harfine mukabil Cenâb-ı Erhamürrâhimîn [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] on hasene ihsan [bağış] eylesin diye niyaz ediyorum.

Hakikaten Hüsrev’in infikâki [ayrılma, ayrı düşme] beni çok müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etmişti. Fakat Tahirî o parlak kalemiyle benim o teessüratımı [üzülme, etkilenme] izale [giderme] eyledi. O bütün efrad-ı ailesiyle, peder ve validesiyle Risale-i Nur’un has talebeleri içinde her vakit hissedar olacaklardır.

Hem bu Tahir’in yüzünden bugünden itibaren Atabey’de, İslâmköyü, Sav köyü, Kuleönü karyeleri [köy] gibi Nurs karyesine [köy] arkadaş olup umum manevî kazancımıza hissedar oldu.

Isparta’nın Hafız Ali’si Kâtip Osman’ın elhak ikinci bir Hüsrev olduğuna benim de kanaatım geldi. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onu ve Mehmed Zühtü gibi çok fedakârları ve Risale-i Nur’un hakiki sahiplerini Isparta’ya ihsan [bağış] eylesin. Âmin.

Mübareklerin kahramanlarından Büyük Abdurrahman’ın (Küçük Ali’nin), Hafız Mustafa’nın faaliyet ve gayretleri ve Hafız Mustafa’nın bu defaki mektubundaki bazı noktaları beni sürur [mutluluk] yaşıyla ağlattırdı. Yalnız bu kadar var ki, bir zarf içinde gönderilen yirmi beş banknot bulundu, kimin zarfından olduğunu bilemedik.

Bilirsiniz ki, bütün ömrümde kimseden hediyeleri kabul edemiyorum. Hattâ Rüşdü’nün bu defaki hediyesini reddedip hatırını kırdım, geri çevirdim. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] beni muhtaç bırakmıyor. İnsanlara da muhtaç etmiyor. Beni merak etmeyiniz. Fakat, Mübarekler Heyetinde öyle bir şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] hissediyorum ki, kaidemi ona karşı muhafaza edemiyorum. O şahs-ı mânevîyi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] kızdırmamak ve rencide etmemek için, yalnız o paradan borç olarak beş lirayı bu bayram umur-u hayriyesine [hayırlı işler] sarf etmek için kabul ettim. Yirmisini Sabri vasıtasıyla ve namıyla geri gönderip iade ediyorum, gücenmeyiniz. Ve bilhassa ( حسن.ع.م ) gayet

129

müstesna kalemiyle dört güzel hediyeleri pek çok kıymettar göründü. İnşaallah bu havalide çokları şevkle kitabete sevk edecek. Böyle kuvvetli kalemleri Risale-i Nur’a ihsan [bağış] eden Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz binler şükür.

Mübarekler Heyetinde Mehmed’in mektubu beni çok sevindirdi. Şimdi yazdığım vakitte yanımda bulunan memleketin eşrafına okudum. O eşraflar da mâşaallah, bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] dediler, hayretle alkışladılar. O mektubun ve ötekilerin birer kısmını Lâhikaya kaydedeceğiz.

Abdurrahman’ın birinci vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] ve Risale-i Nur’un birinci şakirdi, [talebe, öğrenci] Büyük Mustafa’nın kapı istikbalinde arkadaşı olan Hacı Osman’ın mektubu ve o mektuptaki rüyaları manidar ve ettiği tâbir de doğrudur.

Aziz kardeşlerim, sizinle konuştuğum bu dakika iftar vaktine yarım saat kalmış, bayram gecesidir, hastalık şiddetlidir. Onun için fazla konuşamıyorum. Bende, büyük ve tehlikeli hastalıktan, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin mu’cize gibi şifa duası kerametiyle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] o tehlike geçti. Fakat öyle şiddetli bir öksürük, bir heyecan var ki, sizin gibi canımdan ziyade sevdiğim kardeşlerimle konuşmayı kısa kesiyorum.

Yalnız bu kadar var ki, Isparta havalisinde yüzer genç Said’ler ve Hüsrev’ler yetişmişler. Bu ihtiyar ve zaif Said dünyadan kemal-i istirahat-i kalble veda etmeye hazırdır. Ve bilhassa mühim bir medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] olan Sav köyünün başta Hacı Hafız, Mustafa Gül olarak Ahmed‘leri, [çokça medhedilen, övülen] Mehmed’leri, hattâ muhterem hanımları (Tahirî’nin refikası [arkadaş, yoldaş, yardımcı] ve kerimeleri gibi) ve mâsum çocukları, Risale-i Nur’la meşgul olmalarını düşündükçe bu dünyada Cennet hayatının manevî bir nev’ini zevk ediyorum, görüyorum. Oranın Ahmed‘lerinin [çokça medhedilen, övülen] hediyesini umum o köy hesabına bir teberrük [bereket vesilesi] deyip öpüp başıma koydum.

• • •

130

– 69 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, gayet şiddetli, dehşetli hastalığım, gayet merhametli ve çok sevaplı olarak âfiyete yerini bırakıp gitti. Çok büyük bir nimet içinde bulunduğunu ben ve buradaki arkadaşlarım tasdik ettik.

Hem Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür ve hamd ediyorum ki, sizlerin bu defaki hediye-i Ramazaniyeniz olan çok güzel nüshalarınız bu bayramı çok bayramları birden toplayan bir küllî bayram hükmüne geçti. Ve bilhasa ikinci Hüsrev olan Birinci Tâhir’in gayet dikkat ve tevafuklu yazdığı risaleler, beni o derece minnettar ve mesrur [mutlu] ediyor ki, elimden gelseydi herbir nüshasına on altın lira verecektim. Bu derece kuvvetli bir şakirt [öğrenci] Risale-i Nur’a sahip çıkması ümitlerimizi çok kuvvetlendirdi.

Sav kahramanlarının ve mübareklerin karyelerine [köy] kendi karyesini, [köy] onların safına getirdi. Atabey (Aras) onunla ve onun gibilerle iftihar etmeli. Onun nüshalarında yanlışlar pek çok azdır. Yalnız, oralardaki nüshalarda mânâsı anlaşılmayan bazı kelimeler varmış ki, istinsahta [kopyasını çıkarma] öylece kaydedilmiş. Benim tashihimden geçen nüshalarla mukabele [karşılama; karşılık verme] edilse iyi olur. O kuvvetli ve fedakâr kardeşimizin mâsum çocuklarının ve refikasının [arkadaş, yoldaş, yardımcı] yazdıkları risaleleri güzelce bir cilt yaptık. Görenlere, hususan buradaki Risale-i Nur’un kadınlar dairesindeki kızlar ve hanımlara gayet tesirli ve cazibedar bir nümune-i teşvik oldu.

Aydınlı Hasan’ın hakikaten gayet müstesna bir kalemi var ve yazılarında tam bir ihlâs görünür. Bu zât ne vakitten beri Risale-i Nur’a girdiğini ve ne halde olduğunu merak ediyorum.

Bu defa Hulûsi’den uzun bir mektup, Abdülmecid vasıtasıyla aldım. Elhak, o kardeşimiz sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metanet [gayret, kararlılık] ve ihlâsta birinciliği muhafaza ediyor. Ben de Abdülmecid vasıtasıyla ona yazdım ki: “Isparta’daki kardeşlerimize yazdığım mektuplarda sen dahi bir muhatabımsın; seninle muhabere kesilmemiş” diye yazdım.

131

Hüsrev, Re’fet, Rüşdü’nün vaziyetlerini de merak ediyorum. Ve bilhassa Hüsrev ne haldedir? Ve Nur fabrikasının sahibi Hafız Ali rahat mıdır? Umum kardeşlerimize birer birer selâm ediyoruz.

– 70 –

Bugünlerde iki ince mesele kalbe geldi, vaktinde kaleme alamadım. O vakit geçtikten sonra o ehemmiyetli hakikatlere birer işaret ederiz.

Birincisi:

Kardeşlerimizden birisinin namaz tesbihatında tekâsül göstermesine binaen dedim:

Namazdan sonraki tesbihatlar tarikat-ı Muhammediyedir (a.s.m.) ve Velâyet-i Ahmediyenin [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in velâyeti] (a.s.m.) evradıdır. [okunması âdet olan dualar] O noktadan ehemmiyeti büyüktür. Sonra, bu kelimenin hakikati böyle inkişaf [açığa çıkma] etti:

Nasıl ki, risalete [elçilik, peygamberlik] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eden velâyet-i Ahmediye [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in velâyeti] (a.s.m.) bütün velâyetlerin fevkindedir. [üstünde] Öyle de, o velâyetin [velilik] tarikatı ve o velâyet-i kübranın evrad[okunması âdet olan dualar] mahsusası olan namazın akabindeki tesbihat, o derece sair tarikatların ve evradların [okunması âdet olan dualar] fevkindedir. [üstünde] Bu sır dahi şöyle inkişaf [açığa çıkma] etti ki:

Nasıl zikir dairesinde bir mecliste veyahut hatme-i Nakşiyede [Nakşî tarikatı mensuplarının okuyup bitirdikleri belirli dualar] bir mescidde birbiriyle alâkadar heyet-i mecmuada [birşeyin geneli, bütün] nuranî bir vaziyet hissediliyor. Kalbi hüşyar [uyanık] bir zât namazdan sonra سُبْحَانَ اللهِ، سُبْحَانَ اللهِ 1 deyip tesbihi çekerken, o daire-i zikrin reisi olan zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] aleyhissalâtü vesselâmın müvacehesinde yüz milyon tesbih edenler, tesbih elinde tesbih çektiklerini mânen hisseder. O azamet ve ulviyetle [yüce] سُبْحَانَ اللهِ، سُبْحَانَ اللهِ der. Sonra o serzâkirin [zikredenlerin başı]

132

emr-i mânevîsiyle, [mânevî emir] ona ittibaen [tabi olma, uyma] اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ، اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ 1 dediği vakit, o halka-i zikrin [zikir halkası] ve o çok geniş dâiresi bulunan hatme-i Ahmediyenin (aleyhissalâtü vesselâm) dairesinde yüz milyon müridlerin اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ، اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ‘larından tezahür eden azametli bir hamdi düşünüp içinde اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ile iştirak eder, ve hâkezâ اَللهُ اَكْبْرُ، اَللهُ اَكْبَرُ 2 ve duadan sonra لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ، لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 3 otuz üç defa o tarikat-ı Ahmediyenin aleyhissalâtü vesselâm halka-i zikrinde [zikir halkası] ve hatme-i kübrasında o sabık [daha önceden geçen] mânâyla o ihvan-ı tarikatı nazara alıp o halkanın serzâkiri [zikredenlerin başı] olan zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] aleyhissalâtü vesselâma müteveccih [yönelen] olup اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللهِ 4 der, diye anladım ve hissettim ve hayalen gördüm. Demek tesbihat-ı salâtiyenin çok ehemmiyeti var.

İkinci mesele: Otuz birinci âyetin işaretinin beyanında, يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا 5 bahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur [kâide, kural] hükmüne geçmiş.

Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki, nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve

133

fıtrat-ı insaniyede [insanın yaratılışı, tabiatı] derc [yerleştirme] edilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbapla [sebepler] yaralanmış, sair letâifi [duygular] kendiyle meşgul edip sukut [alçalış, düşüş] ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya çalışıyor.

Hem nasıl ki bir cazibedar sefihane [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ve sarhoşane şâşaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi, büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture [kendinden geçme] hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar. Öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi [sosyal hayat] öyle dehşetli, fakat cazibeli ve elîm, fakat meraklı bir vaziyet almış ki, insanın ulvî latifelerini ve kalb ve aklını nefs-i emmaresinin [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] arkasına düşürüp pervane [korku] gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.

Evet, hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] muhafazası için, zaruret derecesinde olmak şartıyla, bazı umur-u uhreviyeye [âhirete ait işler] muvakkaten [geçici] tercih edilmesine ruhsat-ı şer’iye var. Fakat, yalnız bir ihtiyaca binaen helâkete [mahvolma] sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki, küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umur-u diniyeyi terk eder.

Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat [hayatı koruma] cihazı, bu asırda israfatla [israflar, savurganlıklar] ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet [geçim] ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın [hayat şartları] ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] nazar-ı dikkati şu hayata celb [çekme] ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb [çekme] etmiş ki, ednâ [basit, aşağı] bir hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye tercih ettiriyor.

Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] tiryak [derman, ilaç] misâl ilâçlarının nâşiri [neşreden, yayan, yayınlayan] olan Risale-i Nur dayanabilir; ve

134

onun metîn, sarsılmaz, sebatkâr, [sebat eden] hâlis, sadık, fedakâr şakirtleri [öğrenci] mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet [gayret, kararlılık] ve ciddî ihlâs ve tam itimadla ona yapışmak lâzım ki, o acip hastalığın tesirinden kurtulsun.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ediyoruz.

– 71 –

Aziz, sıddık ve sebatkâr [sebat eden] metin [sağlam] kardeşlerim,

Sizin faaliyetiniz ve sebatkârâne [sebat ederek, kararlı bir şekilde] çalışmanız, Risale-i Nur dairesinin zembereği hükmünde bizleri ve çok yerleri harekete getiriyorsunuz. Allah sizden ebeden razı olsun. Bin âmin, âmin.

Size, Hizbü’l-Kur’ânîden [Kur’ân taraftarları] evvel gönderilen Risale-i Nur’un Virdü’l-Âzamına [devamlı yapılan zikir] ilhak [ekleme] etmek için bir parçayı yazdık; bir parçayı da, Yirmi Dokuzuncu Lem’ada [parıltı] yerini gösterdik. Benim hususî tefekküratım [tefekkürler, düşünmeler] o neviden olduğu cihetle bana ihtar edildi, ben de yazdım.

Saniyen: [ikinci olarak] Birkaç gün evvel, size gönderdiğim son mektuptaki hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] hayat-ı diniyeye [dine ait hayat] galebe [üstün gelme] etmesine dair ikinci meselesi münasebetiyle gayet ince ve kaleme alınmaz bir mânâ kalbe zahir oldu. Yalnız gayet kısa o mânâya bir işaret edeceğim. Şöyle ki:

Bu acip asrın hayatperest ehl-i dalâleti [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] aldatan, sarhoş eden, fânilerden, surî [görünüşte] aldıkları zevki, gayet acı ve elîm olduğunu ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] ve hidayetin aynı yerde ve o fâniyatta bâkiyane ve ulvî bir zevk bulunduğunu gördüm ve hissettim; fakat ifade edemiyorum.

Risale-i Nur’un müteaddit [bir çok] yerinde nasıl ispat etmiş ki, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] için, zaman-ı hazırdan [şimdiki zaman] mâadâ herşey mâdum [yok] ve firakların [ayrılık] elemleriyle doludur. Ehl-i hidayet [doğru ve hak yolda olanlar] için, mazi, [geçmiş] müstakbel [gelecek] müştemilâtıyla [içindekiler] mevcuttur, nurludur. Aynen öyle de,

135

fâniyatta, yani geçmiş muvakkat [geçici] vaziyetler, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] için, fenâ-yı mutlak [kesin yokoluş] karanlıklarında mâdumdur; [yok] ehl-i hidayet [doğru ve hak yolda olanlar] için mevcuttur diye gördüm. Çünkü, eski zamanda çok alâkadar olduğum zevkli veya kıymetli ve şerefli muvakkat [geçici] vaziyetleri mütehassirane hatırladım, müştâkane [arzulu, aşırı istekli] arzuladım. “Neden bu mübarek vaziyetler mazide kalıp fâni olsun?” düşünürken, iman-ı billâh [Allah’a iman] nuru ihtar etti ki, o vaziyetler gerçi sureten [görünüş itibarıyla] fânidirler, birkaç cihette mevcutturlar. Çünkü, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bâki isimlerinin cilveleri olan o vaziyetler, daire-i ilimde [ilim dairesi] ve elvah[levhalar] mahfuzada [korunmuş] ve elvah[levhalar] misaliyede bâki oldukları gibi; nur-u imanın [iman aydınlığı] verdiği bâkiyane münasebet noktasında fevkazzaman bir vaziyette mevcutturlar. Sen, o vaziyetleri çok cihetle ve çok mânevî sinemalarla görebilir ve girebilirsin diye anladım ve dedim: “Madem Allah var, herşey var” cümlesi, bu büyük hakikati de ifade eder. “Kimin için Allah varsa, yani Allah’ı bilse, herşey mevcuttur; kim Allah’ı bilmezse, ona herşey mâdumdur” [yok] diye delâlet eder. Demek, “Elemli, karanlıklı, tahassür[hasret çekme, özlem duyma, üzülme] bir dirhem zevki, aynı yerde yüz derece ziyade daimî, elemsiz bir zevke, sefahetle [ahmaklık, beyinsizlik] tercih edenler, aksi maksutlarıyla [istek] aynı zevkte elîm elemleri alır.”

• • •

136

– 72 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ ثَوَابَاتِ قِرَۤائَةِ حُرُوفَاتِ الْقُرْاٰنِ الَّتِى قَرَاْتُمُوهَا بِنِيَّتِنَا فِى رَمَضَانَ * 3

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim,

Hafız Ali’nin bu defaki mektubunda çok mübarek duaları beni ve bizi en derin ruhumuzdan mesrur [mutlu] edip şükre sevk etti. Ve her musibetzedeye ve hüzün ve kederlere düşenlere, mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] mededres [imdada yetişen] ve halaskâr ve şifa ve medar-ı sürur [sevinç ve neşe kaynağı] olan اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ 4 ve اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا 5 her musibetzedeye baktığı gibi, bu geçen hastalık cihetiyle bize de baktığını yazıyor.

Evet, Hafız Ali o noktayı tam görmüş. Ben de tasdiken derim ki: Eğer o hastalık yirmi derece tezâuf etseydi, bizlere kazandırdığı neticeye nispeten yine ucuz düşerdi ve rahmet olurdu. Fakat Hafız Ali’nin kendi üstadı hakkında, benim haddimden pek çok ziyade isnat ettiği meziyet ve mâsumiyeti, onun mâsum lisanıyla hakkımda medih [övgü] olarak değil, belki bir nevi dua olarak tasavvur ediyoruz.

Hem Hafız Ali’nin, Sav gibi yerler, karyeler [köy] ve Isparta birer medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] hükmüne geçmesi ve Risale-i Nur’un sadık şakirtleri [öğrenci] harikulâde olarak günden güne yükselmeleri ve tenevvür [aydınlanma, nurlanma] etmeleri, bizleri, belki Anadolu’yu, belki âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] mesrur [mutlu] ve müferrah [ferah duyan, huzurlu] eden bir hakikatli haber telâkki [anlama, kabul etme] ediyoruz.

137

Âhir fıkrasında, [bölüm] Muhbir-i Sâdıkın [doğru haber verici olan Peygamberimiz (a.s.m)] haber verdiği “Mânevî fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapmak ve zulümatı dağıtmak zaman ve zemin hemen hemen gelmesi” diye fıkrasına, [bölüm] bütün ruh u canımızla rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] ise, vazifemiz hizmettir; vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber, kemiyete değil, keyfiyete bakmak, hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] her cihetle hayat-ı uhreviyeye [âhiret hayatı] tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbap [sebepler] altında Risale-i Nur’un şimdiye kadar fütuhatı [fetihler, yayılmalar] ve zındıkların ve dalâletlerin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] savletlerini [saldırı] kırması ve yüz binler biçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın [doğru haber verici olan Peygamberimiz (a.s.m)] ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuatla ispat etmiş ve ediyor, inşaallah [Allah dilerse] daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki, inşaallah [Allah dilerse] hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ âhirzamanda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdi ve şakirtleri [öğrenci] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz.

Hafız Ali’nin kıymettar bir kardeşimiz olan Aydınlı Hasan Âtıf hakkında medhi ve tafsili bizi minnettar etti. O kardeşimiz de haslar içinde her sabah yanımızdadır.

– 73 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizi tebrik ediyoruz; hakikaten müdakkik [dikkatli] hafızlarsınız. Hüsrev’in yazdığı Kur’ân’da incecik sehivlerini [hata, yanılgı] bulmanız, hıfzınızın kuvvetine tam delâlet ediyor. Bizler size minnettar olduk ve teşekkür ediyoruz. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizlerden ebeden râzı olsun. Bu münasebetle, Risale-i Nur’un bir kahramanı olan Hüsrev, Risale-i

138

Nur’un hizmetinde gösterdiği harikaları nümune olmak için bir kısmını beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Bu zât, dokuz on sene zarfında dört yüz risale kadar dikkatli ve tevafuklu olarak Risale-i Nur’dan yazdığı gibi, hafız olmadığı halde yazdığı iki mükemmel Kur’ân’la ve üçüncüsünü müteferrik [ayrı ayrı] surette, gözle görünür bir nevi i’câz-ı Kur’ân‘ı [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] gösterir bir tarzda üç Kur’ânı yazmış, tam mukabele [karşılama; karşılık verme] edilmeden bize gelmiş, biz de mukabele [karşılama; karşılık verme] etmeden size göndermiştik. Sizler de, kemâl-i dikkatle, [tam bir dikkat] hareke [Arapça harflerin nasıl okunacağını gösteren işaretler] ve harflerde gördüğünüz kırk elli sehiv, [hata, yanılgı] Hüsrev’in kaleminin ne derece harika olduğunu gösterir. Çünkü her Kur’ân’ın 300 bin 620 harfinde o kadar hareke [Arapça harflerin nasıl okunacağını gösteren işaretler] ve sükûnlarında yalnız kırk elli sehiv [hata, yanılgı] bulunması, o kalemin isabette harika olduğunu gösterir.

Latiftir ki, Hüsrev’in sehvini [yanlış, hata] bulan bir zât, iki harfte bir sehiv [hata, yanılgı] etmiş, Hüsrev yüz bin harfte bir sehiv [hata, yanılgı] etmiş. Tashih eden, iki harfte noktayı bırakıp sehiv [hata, yanılgı] etmiş. Demek o dikkatli hafızın o sehvi, [yanlış, hata] Hüsrev’in o sehvini [yanlış, hata] affettiriyor.

Hem bu Hüsrev’in kalemi gibi fikri, kalbi de o nisbette harika diyebiliriz. Risale-i Nur’a karşı irtibatı ve iştiyakı [arzu, istek] ve kanaati gittikçe terakki [ilerleme] ve inkişaf [açığa çıkma] ediyor. Hiçbir hâdise onu sarsmıyor, fütur [usanç] vermiyor.

Hem onun bir harikası odur ki: Risale-i Nur’a beş sene yabani kaldığı halde, birden intisap [bağlanma] edip bir ay zarfında on dört risaleyi Risale-i Nur’dan yazmış.

Hem Kur’ân’ın gözle görünen bir nevi lem’a-i i’câziyeyi, [mu’cizelik parıltısı] beş altı mushafta [Kur’ân] işaretler yaptım, hatt-ı Arabî-i Kur’ânîleri mükemmel olan kardeşlerime taksim ettim. Bunların içinde hatt-ı Arabî-i Kur’ân’da Hüsrev onlara yetişemediği halde, birden umum o kâtiplere ve hatt-ı Arabî muallimine tefevvuk [üstün gelme] eyledi. Ve hatt-ı Arabîde, en mümtaz [seçkin] kardeşlerimizden on derece geçti. Umumen onlar tasdik edip, “Evet, bizden geçti; biz ona yetişemiyoruz” dediler. Demek Hüsrev’in kalemi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] ve Risale-i Nur’un mu’cizevâri kerametleri [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve harikalarıdır.

Kardeşiniz

Said Nursî

139

– 74 –

Evvelce, hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] hayat-ı uhreviyeye [âhiret hayatı] tercih etmeye dair yazılan iki parçaya tetimmedir. [ek]

Bu acip asrın hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] ağırlaştırması ve yaşamak şeraitini ağırlatması ve çok etmesi ve hâcât-ı gayr-ı zaruriyeyi görenekle, tiryaki ve müptelâ [bağımlı] etmekle hâcât-ı zaruriye [zarurî ihtiyaçlar] derecesine getirmesiyle hayatı ve yaşamayı, herkesin her vakitte en büyük maksat ve gayesi yapmıştır. Onunla hayat-ı diniye [dine ait hayat] ve ebediye ve uhreviyeye karşı ya set çeker, veya ikinci, üçüncü derecede bırakır. Bu hatâsının cezası olarak öyle dehşetli bir tokat yedi ki, dünyayı başına cehennem eyledi.

İşte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet [dindar insanlar] dahi büyük bir vartaya [tehlike] düşüyorlar ve kısmen anlamıyorlar. Ezcümle:

Ben gördüm ki, ehl-i diyanet, [dindar insanlar] belki de ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] bir kısım zâtlar bizimle gayet ciddî alakadarlık [zigot; döllenmiş hücre] peyda ettiler. O bir iki zâtta gördüm ki, diyaneti ister ve yapmasını sever, tâ ki hayat-ı dünyeviyesinde [dünya hayatı] muvaffak olabilsin, işi rastgelsin. Hattâ tarikatı, keşf ve keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] için ister. Demek âhiret arzusunu ve dinî vezâifin [görevler] uhrevî meyvelerini dünya hayatına bir dirsek, bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor ki, saadet-i uhreviye [âhiret hayatındaki mutluluk] gibi saadet-i dünyeviyeye [dünya hayatındaki mutluluk] dahi medar [kaynak, dayanak] olan hakaik-i diniyenin fevâid-i dünyeviyesi, yalnız müreccih [tercih eden] (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer illet [asıl sebep] derecesine çıksa ve o amel-i hayrın yapmasına sebep o fâide olsa, o ameli iptal eder; lâakal [en az] ihlâsı kırılır, sevabı kaçar.

Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın belâ ve vebasından ve zulüm ve zulmetinden en mücerreb [denenmiş] bir kurtarıcı, Risale-i Nur’un mizanları [ölçü] ve muvazeneleriyle, [karşılaştırma/denge] neşrettiği nur olduğunu kırk bin şahit vardır. Demek Risale-i Nur’un dâiresine yakın bulunanlar içine girmezse, tehlike ihtimali kavîdir. [güçlü, kuvvetli]

140

Evet يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلاٰخِرَةِ 1 işaretiyle, bu asır hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] hayat-ı uhreviyeye, [âhiret hayatı] ehl-i İslâma [Müslümanlar] da bilerek, severek tercih ettirdi.

Hem bin üç yüz otuz dört (1334) tarihinden başlayıp, öyle bir rejim ehl-i İslâm [Müslümanlar] içine de sokuldu. Evet عَلَى اْلاٰخِرَةِ 2 cifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz otuz üç (1333) veya dört ederek, aynı vakitte, eski Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] İslâmiyet düşmanları galebe [üstün gelme] çalmakla, muahede [iki ya da daha çok devlet arasında yapılan antlaşma] şartlarını, dünyayı dine tercih rejimi mebdeine [başlangıç] tevafuk ediyor. İki üç sene sonra bilfiil neticeleri görüldü.

– 75 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu şiddet-i soğukta sizden haber almadığım için merak eyliyorum. Size, bu soğuğun bana verdiği şefkatli bir endişeden çıkan arkadaki meseleyi gönderiyorum. Belki size de fâidesi olur.

Hem buraca fâidesi görülen haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair parçaları Onuncu Sözün âhirinde toplayıp, bir lâhikası hükmüne gelmiştir. Birinci parça, Dokuzuncu Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olan mukaddeme-i haşriye, Onuncu Sözün arkasında yazılacak ve bunun arkasında, o mukaddeme-i haşriyenin birinci makamının yerinde ve bedeline “Otuzuncu Lem’anın [parıltı] İsm-i Hayy‘a [Allah’ın gerçek hayat sahibi olduğunu bildiren ismi] dair Dördüncü Remzi” [ince işaret] yazılacak. Bunun arkasında, İkinci Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olan Tevhid Risalesinin haşri ispatına dair hâtimesinin [son] başından tâ “Bu haşrin dört meselesi şimdilik yeter. Yine sadedimize [asıl konu, esas mânâ] dönüyoruz” cümlesine kadar yazılacak. Sonra bunun arkasından İhtiyarlar Lem’asının [parıltı] Beşinci Ricasının [ümit] ortasından başlayan, “Evet, nass-ı hadisle, [hadis hükmü] nev-i beşerin en mümtaz [seçkin] şahsiyetleri olan yüz yirmi dört bin enbiyanın, [nebiler, peygamberler] ilâ âhir…” [sonuna kadar] tâ Altıncı Ricaya [ümit] kadar yazılacak. Eğer haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] ait sair risalelerde bunlar gibi parçalar varsa, münasip görseniz ilâve edersiniz. Bunların heyet-i mecmuasının [birşeyin geneli, bütün] tesiri büyüktür.

141

– 76 –

Gayet ehemmiyetlidir.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Şiddet-i şefkat [şefkatin şiddeti] ve rikkatten, [acıma] bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, [mahvolma] sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime [acıma] dokundu. Birden ihtar edildi ki:

Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye mâsumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.

Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur [hatıra gelme] ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:

O musibet-i semaviyeden ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

On beşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü âhirzamanda madem fetret [Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen peygambersiz devir] derecesinde din ve din-i Muhammedîye [Hz. Muhammed’in dini, İslâmiyet] (a.s.m.) bir lâkaytlık [duyarsızlık, ilgisizlik] perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsâ’nın (a.s.) din-i hakikîsi [hak din] hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret [Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen peygambersiz devir] gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebit [baskıcı, diktatör] büyük zâlimlerin cebir [Cebriye mezhebi] ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette

142

o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden [ahmaklık, beyinsizlik] ve küfranından [inançsızlık, inkâr] ve felsefenin dalâletinden [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve küfründen [inançsızlık, inkâr] gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten tesellî buldum.

Eğer o felâketi gören zâlimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar [hazırlama] eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, [bencil] alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.

Eğer o felâketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi [dine ait esaslar, temeller] ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi [insan hakları] muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın mânevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref [şeref sebebi] yapar, sevdirir.

– 77 –

Kardeşlerim,

Bugünlerde Rumuzat-ı [ince işaretler] Semaniyeye ait iki risaleyi ehemmiyetli talebelere bir yere gönderdim. Yol kapandı, gitmedi. O iki risaleyi tekrar dikkatle mütalâa ettim. Fikren dedim ki: “Bu zevkli, güzel, meraklı, şirin bir maksada giden bu tevafuklu yolda ne için sevk edilmeden perde indi, başka yolda sevk edildik, çalıştırıldık?”

Birden ihtar edildi ki: O gaybî esrarı açacak olan meslekten yüz derece daha ehemmiyetli ve kıymetli ve umumî ihtiyaca medar [kaynak, dayanak] ve herkes bu zamanda ona şiddetle muhtaç ve İslâmiyetin temel taşları olan hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] hazinesine hizmet etmeye ve istifadeye zarar gelecekti. En büyük ve en yüksek maksat olan hakaik-i imaniyeyi, [iman hakikatleri] ikinci derecede bırakacaktı. Onun için idi.

Sûre-i اِذَا جَۤاءَ نَصْرُ اللهِ 1 remzinde, [ince işaret] esrar-ı gaybiye gösterildi, birden kapandı, perde indi.

143

Hem bu sır içindir ki, o yolda fazla istihdam [çalıştırma] edilmedik. Yalnız o meslek-i tevafukiyenin tereşşuhatından [belirti] Risale-i Nur’un hakkaniyetine bir imza ve cezaletine bir ziynet ve huruf-u Kur’âniyenin [Kur’ân harfleri] intizamından ve vaziyetlerinden tezahür eden bir nevi i’câz [mu’cize oluş] çıktı. Daha o yolda çalıştırılmadık.

Umum kardeşlerime ve Risale-i Nur’da ders arkadaşlarıma birer birer selâm ve dua ederiz ve dualarını rica [ümit] ederiz.

– 78 –

Aziz, sıddık, mübarek, mâsum kardeşlerim,

Sizin çok mübarek ve nazarımızda çok kıymettar ve benim nazarımda Cennetin وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ 1 tarafından ebedî ve Firdevsî [cennet; eşsiz güzellikteki bahçe] bir hediye-i kudsiye gibi geçen ve gelen iki bayramı Cennetin şekerlemeleri ve tatlıları gibi tatlılaştıran ve ziynetlerin ve nakışların [işleme] yetmiş tarzlarını giyen hurilerin hulleleri [Cennet elbisesi] ve libasları [elbise] gibi, mânevî meclisimizi ziynetlendiren [süslendiren] kalem hediyenizi aldık. Bu hediye, Risale-i Nur hizmeti noktasından ne derece ehemmiyetli olduğunu bugünlerde başıma gelen ve rüyama giren bir hâdiseyle anlayınız. Şöyle ki:

Bu çok kıymettar mânevî hediyeyi almazdan üç gün evvel, aynen hediyeniz Kastamonu’ya geleceği anında rüyada görüyorum ki, terfi-i makam ve rütbe için bizlere bir ferman-ı şâhâne mânevî bir cânipten geliyor, kemâl-i hürmetle [tam bir saygı] ellerinden tutup bize getiriyordular. Biz baktık ki, o ferman-ı âli Kur’ân-ı Azîmüşşân [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] olarak çıktı. O halde bu mânâ kalbe geldi: Demek Kur’ân yüzünden Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ve biz şakirtleri, [öğrenci] bir terfi ve terakki [ilerleme] fermanını âlem-i gayptan alacağız.

Şimdi tâbiri ise, o fermanı temsil eden mâsumların kalemiyle mânevî

144

tefsir-i Kur’ân‘ı [Kur’ân tefsiri] aldığımızdır. Bu rüyanın şimdiki tâbiri çıkmadan bir iki saat evvel Feyzi ile Emin’in gösterdikleri tâbir dahi haktır ve ehemmiyetlidir.

Hem bu medâr-ı sürur ve ferah olan hediye-i nuraniyeyi bir hiss-i kablelvukuyla [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] benim ruhum tam hissetmiş, akla haber vermemişti ki, o gelmeden iki gün evvel, Feyzi ve Emin’in fıkrasında [bölüm] beyan edilen, rüyayı gördüğüm gecenin gününde, sabahtan akşama kadar ve ikinci günü de kısmen hiç görmediğim bir tarzda bir sevinç, bir sürur [mutluluk] hissedip mütemadiyen bir bahaneyle ferahımı izhar [açığa çıkarma, gösterme] edip, otuz kırk defa tebessümle güldüm.

Hem ben ve hem Feyzi, çok taaccüp ve hayret ettik. Otuz gündeHaşiye bir defa gülmeyen, bir günde otuz defa gülmek bizleri hayrette bıraktı. Şimdi anlaşıldı ki, o sürur, [mutluluk] o sevinç mezkûr [adı geçen] mânevî fermanı temsil eden mâsumların ve ümmîlerin kalemlerinin yazıları, nesl-i âtînin sahaif-i hayatlarına, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] sahife-i mukadderatına ve ehl-i iman [Allah’a inanan] istikbalinin defterlerine neşr-i envar [nurları yayma] edeceklerinin ve o mâsumların hâlis ve sâfi amelleri ve hizmetleriyle sahife-i a’mâlimizde [iş ve davranışların yazıldığı sahife] hasenatlarını yazıp kaydetmesinin ve Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] mukadderatını [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] mes’udâne [mutlu bir şekilde] idamesinin haberini veren, o daha gelmeyen hediyeden geliyordu. Benim, o azîm yekûndan [bütün, toplam] hisseme düşen binden bir cüz’ü ruhen hissedilmiş, beni mesrurâne [mutlu] heyecana getirmiş idi.

Evet, böyle yüzer mâsumların makbul amelleri ve reddedilmez duaları sair kardeşlerimin defterlerine geçmesi misilli, [benzer] benim gibi bir günahkârın sahife-i a’mâline [iş ve davranışların yazıldığı sahife] dahi girmesi, binler sürur [mutluluk] ve sevinç verir. Böyle karanlık bir zamanda, bu ağır şerait altında böyle mâsumâne ve kahramanâne çalışmak için, biz, hem o mâsumları ve o ümmîleri ve muallimlerini tebrik, hem peder ve validelerini tebrik, hem köylerini tebrik, hem memleketlerini, hem milletlerini, hem Anadolu’yu tebrik ederiz.

145

Mübarek mâsumların ve ümmîlerin herbirisine birer hususî teşekkürnâme [teşekkür belgesi] ve tebriknâme yazmak elimden gelseydi yazacaktım. Öyleyse bu arzumu bilfiil yazılmış gibi kabul etsinler. Ben onların isimlerini bir daire suretinde yazacağım, dua vaktinde bakacağım. Hem onları Risale-i Nur’un has şakirtleri [öğrenci] dairesine dahil edip, bütün mânevî kazançlarıma hissedar edeceğim.

Benim tarafımdan onların peder ve validelerine veya akrabalarına ve üstadlarına selâmlarımızı tebliğ ediniz. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onları ve evlâtlarını dünyada ve âhirette mesut eylesin. Âmin.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ederiz ve dualarını Kur’ân’ın medh ü senâsına mazhar [erişme, nail olma] olan bu leyâli-i aşr olan on gecelerde rica [ümit] ediyoruz. Emin’in ve Feyzi’nin rüyaya dair fıkralarını [bölüm] da leffen gönderiyorum.

– 79 –

Isparta’daki kardeşlerimize,

Lâtif [berrak, şirin, hoş] bir rüyanın kadere ait bir meseleyi, şuhud [görme] derecesinde bize kanaat verdiği gibi, o lâtif [berrak, şirin, hoş] rüyanın ciddî ikinci parçası bizlere mânevî bir müjde ve beşaret [müjde] verdiği cihetle, siz kardeşlerimize beyan ediyoruz. Şöyle ki:

İki gün evvel Üstadımız rüyada görüyor ki: Ben, yani Feyzi ile beraber gezmeye çıkıyoruz. Giderken, birden ben Üstadıma söylüyorum ki: “Burada ben ayının tesbihini toplayacağım.” Üstadım da bakıyor ki, beyaz ipler gibi dolaşmış birşey görüyor. Bu acip güldürecek sözümden ve ayıya tesbih isnat etmek vaziyetimden çok şiddetli gülerek uyanmış. Uyandıktan sonra da gülmüş. Akşama kadar hiç görülmemiş bir tarzda, yirmi otuz defa o hâdise-i nevmiyeyi [uykuda meydana gelen olaylar] gülerek benimle mülâtefe etti. Münasebet olmayan bazı şeylerle tâbire çalıştıksa da tâbire münasebet tutmadı.

Sonra ikinci gün âdet-i müstemirrede, kendi tecrübesiyle rüya-yı sadıkanın [doğru olan rüya] kısmen aynı günde, kısmen ikinci günün aynı saatinde, bana benzeyen bir dost-ki, rüyada Üstadıma benim suretimde görünmüş—Üstadımızın yanına geldi. Dedi ki: “Ayının yağını toplayanlardan alıp ve müezzin ve tesbih yapan bir

146

adamın tavsiyesiyle mühim bir adama, her sabah hastalık için yutmasını nasıl görüyorsun?”

Üstadımız da, rüyada güldüğü gibi aynen öyle gülmüş. Birden rüya hatırına gelip bu acip ve aynı aynına tâbiri kemâl-i taaccüp [tam bir şaşkınlık] ve hayretle karşılayıp ona demiş: “Sakın istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmesin.”

Yirmi Sekizinci Mektubun rüyaya ait birinci risalesinin altıncı nüktesinde [derin anlamlı söz] rüya-yı sadıka, [doğru olan rüya] kader-i İlâhinin [İlâhi kader, Allah’ın kader kanunu] herşeyi ihata [herşeyi kuşatma] ettiğine bir hüccet-i katıa [kesin delil] hükmünde Üstadımız binler tecrübeyle gördüğü gibi, aynen bu vâkıa dahi bizlere şuhud [görme] derecesinde kat’î ispat etti ki, hâdisat, vücuda gelmeden evvel mukadderdir, [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] malûmdur, muayyendir, kader-i İlâhinin [İlâhi kader, Allah’ın kader kanunu] mizanıyla [ölçü] geliyor diye, bu rükn-ü imaniye [imanın şartı] bize gayet lâtif [berrak, şirin, hoş] ve kat’î bir nümune oldu.

Hem aynı rüyanın ikinci tabakasında Üstadımız görüyor ki, Risale-i Nur’un heyetine bir ferman geliyor. Birden geldi, o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ferman Kur’ân çıktı. Bunun tâbiri, aynı günün aynı tecrübe saatinde, Kur’ân’ın Hizbü’l-Ekberi ümit edilmediği bir vakitte, malûm Âsiye Hanımın hanesinde etrafı tezyin [süsleme] edilen Hizbü’l-Ekberi yüz senelik bir güzel kap içinde, o kabın, üstünde sırmayla padişahların mühim fermanlarında tuğra-i şâhâne işlenmiş olduğunu gördük.

Üstadımız dedi ki: Ferman geldi diye Kur’ân çıktı. Şimdi de, Kur’ân’ın Hizbü’l-Ekberi geldi. Üstünde ferman tuğrası bulunduğundan, Risale-i Nur’un heyetine beşaretli [müjde] ve medâr-ı feyiz ve terakki [ilerleme] bir ferman-ı Rabbanî hükmüne geçeceğini rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] bekliyoruz. Bu tâbirden sonra ikinci günü, sizin çok kıymettar hediyeniz hakikî tâbirini güneş gibi meydana çıkardı.

Risale-i Nur talebelerinden ve daimî hizmetçilerinden

 Emin ve Küçük Hüsrev olan Feyzi