KASTAMONU LAHİKASI – Lemeât (203-222)

203

Lemeât‘tan [Lem’alar isimli eser]

Fâtiha‘nın [başlangıç] âhirinde işaret olunan üç yolun beyanı1

Ey birader-i pür-emel! [çokça emelleri arzu ve istekleri olan kardeş] Hayalini ele al, benimle beraber gel. İşte bir zemindeyiz. Etrafına bakarız; kimse de görmez bizi.

Çadır direkleri hükmünde yüksek dağlar üstünde, karanlıklı bir bulut tabakası atılmış. Hem o dahi kaplatmış zeminimizin yüzü,

Müncemid [donmuş, katılaşmış] bir sakf [çatı, tavan] olmuş. Fakat altı, yüzü açıkmış; o yüz güneş görürmüş. İşte bulut altındayız; sıkıyor zulmet [karanlık] bizi.

Sıkıntı da boğuyor; havasızlık öldürür. Şimdi bize üç yol var, bir âlem-i ziyadar. [ışıklı âlem] Bir kere seyrettimdi bu zemin-i mecâzî. [mecazî olan yer, zemin; hayâlî yer]

Evet bir kere buraya da gelmişim, üçünde ayrı ayrı gitmişim. Birinci yolu budur: Ekseri burdan gider. O da devr-i âlemdir, [dünya seyahati, gezisi] seyahate çeker bizi.

İşte biz de yoldayız, böyle yayan gideriz. Bak şu sahrânın kum deryalarına, nasıl hiddet saçıyor, tehdit ediyor bizi.

Bak şu deryanın dağvâri emvâcına: [dalgalar] O da bize kızıyor. İşte, elhamdü lillâh, öteki yüze çıktık. Görürüz güneş yüzü.

Fakat çektiğimiz zahmeti ancak da biz biliriz. Of, tekrar buraya döndük; şu zemin-i vahşetzar, [yabanî, ıssız yer] bulut damı zulmettar. Bize lâzım, revnaktar [göz alıcı güzellik] eder kalbdeki gözü

Bir âlem-i ziyadar. [ışıklı âlem] Fevkalâde eğer bir cesaretin var; gireriz de beraber bu yolu pür-hatarkâr. [tehlikelerle dolu, çok tehlikeli] İkinci yolumuzu,

Tabiat-ı arzı deleriz, o tarafa geçeriz. Ya fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir tünelden titreyerek gideriz. Bir vakitte bu yolda seyrettim de geçtim bî-naz ve pür-niyazı.

204

Fakat o zaman tabiatın zemini eritecek, yırtacak bir madde var idi elimde. Üçüncü yolun o delil-i mu’cizi,

Kur’ân onu bana vermişti. Kardeşim, arkamı da bırakma, hiç de korkma. Bak, ha, şurada tünelvâri mağaralar, tahtel’arz akıntılar beklerler ikimizi.

Bizi geçirecekler. Tabiatta şu müthiş cümudiyeleri [katılık, sertlik] de seni hiç korkutmasın. Zira bu abus çehresi altında merhametli sahibinin tebessümlü yüzü.

Radyumvâri o madde-i Kur’ân’ı ışıkla sezmiştim. İşte, gözüne aydın! Ziyadar [ışıklı] âleme çıktık. Bak şu zemin-i pür-nâzı.

Bu fezâ-yı lâtif, şirin. Yahu başını kaldır. Bak, semâvâta ser çekmiş, bulutları da yırtmış, aşağıda bırakmış, davet ediyor bizi

Şu şecere-i tûbâ. [Cennetteki tûba ağacı] Meğer o Kur’ân imiş. Dalları her tarafa uzanmış. Tedellî [tevazu gösterme, yaklaşma; belâğat ilminde, yüksek makam sahibinin tevazû göstererek aşağıdakini muhatap kabul etme mânâsında bir edebî san’at] eden bu dala biz de asılmalıyız; oraya alsın bizi.

O şecere-i semâvî bir timsali [görüntü] zeminde olmuş şer’-i enveri. Demek zahmet çekmeden o yol ile çıkardık bu âlem-i ziyaya, sıkmadan zahmet bizi.

Madem yanlış etmişiz; eski yere döneriz, doğru yolu buluruz. Bak, üçüncü yolumuz, şu dağlar üstünde durmuş olan şehbâzi,

Hem de bütün cihana okuyor bir ezanı. Bak müezzin-i âzama: Muhammedü’l-Hâşimî (a.s.m.) davet eder insanı âlem-i nur-u [nur âlemi] envere. İlzam eder niyaz ile namazı.

Bulutları da yırtmış, bak bu hüdâ [Allah] dağlarına. Semâvâta ser çekmiş, bak şeriat cibâline. [dağlar] Nasıl müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] etmiş zeminimizin yüzü gözü.

İşte çıkmalıyız buradan himmet [ciddi gayret] tayyaresiyle. Ziya, nesim orada, nur-u cemâl orada. İşte buradadır Uhud-u tevhid, o cebel-i azizi.

İşte şuradadır Cûdî-i [cömertlik] İslâmiyet, o cebel-i selâmet. İşte Cebelü’l-Kamer olan Kur’ân-ı ezher; zülâl-i Nil akıyor o muhteşem menbadan. İç o âb-ı lezizi.

205

فَتَباَرَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ * 1

وَاٰخِرُ دَعْوٰينَا اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 2

Ey arkadaş! Şimdi hayali baştan çıkar, aklı kafaya geçir. Evvelki iki yolun mağdub ve dâllîn [doğru yoldan sapmış inançsız kimseler] yolu; hatarları [tehlike] pek çoktur, kıştır daim güz, yazı.

Yüzde biri kurtulur: Eflâtun, Sokrat gibi. Üçüncü yol sehildir, [kolay] hem karîb, [yakın] müstakimdir. [doğru ve düzgün] Zayıf-kavî müsâvi; [eşit] herkes o yoldan gider. En rahatı budur ki, şehid olmak ya gazi.

İşte neticeye gireriz. Evet, dehâ-yı fennî—evvelki [eğitimini fen ve felsefeden almış olağanüstü akıl] iki yoldur ona meslek ve mezhep. Fakat hüdâ-yı Kur’ânî—üçüncü [Kur’ân’ın gösterdiği hak ve hidayet yolu] yoldur onun sırat-ı müstakimi. [dosdoğru yol] İsal eder o bizi.

اَللّٰهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ * صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّۤالِّينَ، اٰمِينَ * 3

• • •

 Hakikî bütün elem dalâlette, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bütün lezzet imandadır Hayal libasını [elbise] giymiş muazzam bir hakikat

Ey yoldaş-ı hüşdar! Sırat-ı müstakimin [dosdoğru yol] o meslek-i nuranî, [nurlu meslek, metod] mağdub ve dâllînin [doğru yoldan sapmış inançsız kimseler] o tarik-i zulmanî, [karanlıklı yol] tam farklarını görmek eğer istersen, ey aziz,

Gel, vehmini ele al, hayal üstüne de bin. Şimdi seninle gideriz zulümat-ı ademe. [yokluk karanlıkları] O mezar-ı ekberi, [çok büyük mezar] o şehr-i pür-emvâtı [ölülerle dolu şehir] bir ziyaret ederiz.

Bir Kadîr-i Ezelî, [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] kendi dest-i kudretle [Allah’ın kudret eli] bu zulümat-ı kıt’adan [karanlıklar ülkesi] bizi tuttu çıkardı, bu vücuda bindirdi, gönderdi şu dünyaya, şu şehr-i bî-lezâiz. [zevksiz ve lezzetsiz şehir]

206

İşte şimdi biz geldik şu âlem-i vücuda, [varlık âlemi] o sahrâ-yı hâile. [ürperti veren çöl] Gözümüz de açıldı, şeş [altı] cihette biz baktık. Evvel istîtafkârâne [merhamet isteyene yakışır şekilde] önümüze bakarız.

Lâkin beliyyeler, [belâ] elemler, önümüzde düşmanlar gibi tehacüm [her taraftan hücum etme] eder. Ondan korktuk, çekindik. Sağa sola, anâsır-ı tabâyie [tabiattaki unsurlar; dağ, taş, deniz vs. gibi] bakarız, ondan medet bekleriz.

Lâkin biz görüyoruz ki, onların kalbleri kasiye, [sert, katı] merhametsiz. Dişlerini bilerler, hiddetli de bakarlar. Ne naz dinler, ne niyaz.

Muztar [çaresiz] adamlar gibi meyusâne [ümitsiz] nazarı yukarıya kaldırdık. Hem istimdatkârâne [medet ve yardım istercesine] ecrâm-ı ulviyeye [gök cisimleri] bakarız; pek dehşetli, tehditkâr da görürüz.

Güya birer gülle, bomba olmuşlar, yuvalardan çıkmışlar, hem etraf-ı fezada [uzay boşluğu] pek sür’atli geçerler. Her nasılsa ki onlar birbirine dokunmaz.

Ger [eğer] birisi yolunu kazara bir şaşırtsa, el’iyâzü billâh, [Allah korusun] şu âlem-i şehadet [görünen alem] ödü de patlayacak. Tesadüfe bağlıdır; bundan dahi hayır gelmez.

Meyusâne [ümitsiz] nazarı o cihetten çevirdik, elîm hayrete düştük. Başımız da eğildi, sinemizde saklandık. Nefsimize bakarız, mütalâa ederiz.

İşte işitiyoruz: Zavallı nefsimizden binlerle hâcetlerin [ihtiyaç] sayhaları [ses, sesleniş] geliyor, binlerle fâkatlerin [yokluk] eninleri [inilti] çıkıyor. Teselliyi beklerken tevahhuş [korkma, çekinme] ediyoruz.

Ondan da hayır gelmedi. Pek ilticakârâne vicdanımıza girdik. İçine bakıyoruz, bir çareyi bekleriz. Eyvah, yine bulmayız. Biz medet vermeliyiz. [yardım etme]

Zira onda görünür binlerle emelleri, galeyanlı arzular, heyecanlı hissiyat kâinata uzanmış. Herbirinden titreriz, hiç yardım edemeyiz.

O âmâl sıkışmışlar vücud-adem içinde; bir tarafı ezele, bir tarafı ebede uzanıp gidiyorlar. Öyle vüs’atleri [genişlik] var; ger [eğer] dünyayı yutarsa o vicdan da tok olmaz.

İşte bu elîm yolda nereye bir başvurduk, onda bir belâ bulduk. Zira mağdub ve dâllîn [doğru yoldan sapmış inançsız kimseler] yolları böyle olur. Tesadüf ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] o yolda nazar-endaz. [bakan, seyreden]

O nazarı biz taktık, bu hale böyle düştük. Şimdi dahi halimiz ki mebde’ [başlangıç] ve meâdi, [âhiret, dönülecek yer] hem Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve hem haşri muvakkat [geçici] unutmuşuz.

207

Cehennemden beterdir, ondan daha muhriktir, ruhumuzu eziyor. Zira o şeş [altı] cihetten ki onlara başvurduk; öyle hâlet [durum] almışız.

Ki yapılmış o hâlet, [durum] hem havf [korku] ile dehşetten, hem acz ile ra’şetten, hem kalâk [endişe, sıkıntı, huzursuzluk] ve vahşetten, hem yütm ve hem yeisten [ümitsizlik] mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] vicdan-sûz.

Şimdi her cihete mukabil bir cepheyi alırız, def’ine çalışırız. Evvel, kudretimize müracaat ederiz. Vâesefâ görürüz

Ki âcize, [güçsüz, zayıf] zaife. Saniyen, [ikinci olarak] nefiste olan hâcâtın susmasına teveccüh [ilgi] ediyoruz. Vâesefâ, durmayıp bağırırlar görürüz.

Sâlisen, [üçüncü olarak] istimdatkârâne, [medet ve yardım istercesine] bir halâskârı [kurtulma] için bağırır, çağırırız. Ne kimse işitiyor, ne cevabı veriyor. Biz de zannediyoruz:

Herbir şey bize düşman, herbir şey bizden garip. Hiçbir şey kalbimize bir teselli vermiyor; hiç emniyet bahşetmez, hakikî zevki vermez.

Râbian, [sâlisenin altmışta biri] biz ecrâm-ı ulviyeye [gök cisimleri] baktıkça, onlar nazara verir bir havf [korku] ile dehşeti. Hem vicdanın müz’ici bir tevahhuş [korkma, çekinme] geliyor akıl-sûz, evham-sâz.

İşte, ey birader! Bu dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yolu, mahiyeti şöyledir. Küfürdeki zulmeti bu yolda tamam gördük. Şimdi de gel kardeşim, o ademe döneriz.

Tekrar yine geliriz. Bu kere tarikimiz sırat-ı müstakimdir, [dosdoğru yol] hem imanın yoludur. Delil ve imamımız inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve Kur’ân’dır, şehbâz-ı edvar-pervaz.

İşte Sultan-ı Ezelin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] rahmet ve inâyeti [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] vaktâ [ne vakit] bizi istedi, kudret bizi çıkardı, lütfen bizi bindirdi kanun-u meşiete etvâr [haller, tavırlar] üstünde perdâz.

Şimdi bizi getirdi, şefkat ile giydirdi şu hil’at-ı vücudu. Emanet rütbesini bize tevcih [yöneltme] eyledi; nişan niyaz ve namaz.

Şu edvar [devirler, asırlar] ve etvârın, [haller, tavırlar] bu uzun yolumuzda birer menzil-i nazdır. Yolumuzda teshilât [kolaylık] içindir ki kaderden bir emirnâme vermiş sahifede cephemiz.

Her nereye geliriz, herhangi taifeye misafir oluyoruz; pek uhuvvetkârâne [kardeşçe] istikbal görüyoruz. Malımızdan veririz, mallarından alırız.

208

Ticaret muhabbeti, onlar bizi beslerler, hediyelerle süslerler, hem de teşyi [cesaretlendirmek] ederler. Gele gele işte geldik, dünya kapısındayız, işitiyoruz âvâz. [yüksek ses]

Bak, girdik şu zemine, ayağımızı bastık şehadet âlemine. Şehrâyin-i [şenlik] Rahmân, gürültühane-i insan. Hiçbir şey bilmeyiz, delil ve imamımız

Meşiet-i Rahmân’dır. Vekil-i delilimiz, nâzenin [ince, narin, duyarlı] gözlerimiz. Gözlerimizi açtık, dünya içine saldık. Hatırına gelir mi evvelki gelişimiz?

Garip, yetim olmuştuk. Düşmanlarımız çoktu. Bilmezdik hâmimizi. Şimdi nur-u imanla [iman aydınlığı] o düşmanlara karşı bir rükn-ü metinimiz,

İstinadî noktamız, hem himayetkârımız def’ [ortadan kaldırma, savma] [oruç] eder düşmanları. O iman-ı billâhtır [Allah’a iman] ki ziya-yı ruhumuz, hem nur-u hayatımız, [hayat ışığı] hem de ruh-u ruhumuz.

İşte kalbimiz rahat, düşmanları aldırmaz, belki düşman tanımaz. Evvelki yolumuzda vaktâ [ne vakit] vicdana girdik; işittik ondan binlerle feryad ü fîzar [ağlayıp inleme] ve âvâz. [yüksek ses]

Ondan belâya düştük. Zira âmâl, arzular, istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve hissiyat, daim ebedi ister. Onun yolunu bilmezdik. Bizden yol bilmemezlik; onda fîzar [ağlayıp inleme] ve niyaz.

Fakat, elhamdü lillâh, şimdi gelişimizde bulduk nokta-i istimdad [medet noktası; yardım alınan nokta] ki daim hayat verir o istidad [kabiliyet] âmâle; tâ ebedü’l-âbâda [sonsuzlar sonsuzu] onları eder pervaz. [korku]

Onlara yol gösterir, o noktadan istidat. [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] Hem istimdad [yardım dileme] ediyor, hem âb-ı hayatı [hayat suyu] içer, hem kemâline koşuyor o nokta-i istimdad, [medet noktası; yardım alınan nokta] o şevk-engiz remz [ince işaret] ü naz.

İkinci kutb-u iman ki tasdik-i haşirdir. Saadet-i ebedî o sadefin [içinde inci bulunan kabuk] cevheri. İman burhanı [delil] Kur’ân. Vicdan, insanî bir râz.

Şimdi başını kaldır, şu kâinata bir bak, onun ile bir konuş. Evvelki yolumuzda pek müthiş görünürdü. Şimdi de mütebessim, her tarafa gülüyor, nâzeninâne [ince, narin, duyarlı] niyaz ve âvâz. [yüksek ses]

Görmez misin: Gözümüz arı-misal olmuştur, her tarafa uçuyor. Kâinat bostanıdır her tarafta çiçekler. Her çiçek de veriyor ona bir âb-ı leziz.

209

Hem ünsiyet, [alışkanlık, âşinalık / dostluk] teselli, tahabbübü [karşılıklı sevgi gösterme] veriyor. O da alır getirir, şehd-i şehadet [şehadet balı; İlâhî hakikatleri bilmenin ve idrak etmenin dünyadaki lezzeti] yapar. Balda bir bal akıtır o esrarengiz şehbaz. [kartal gibi uçan]

Harekât-ı ecrâma, [gökcisimlerinin hareketleri] ya nücum [yıldızlar] ya şümusa [güneşler] nazarımız kondukça, ellerine verirler Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] hikmetini, hem mâye-i ibreti, [ibret aynası, ibret levhası] hem cilve-i rahmeti [İlâhî rahmetin yansıması] alır, ediyor pervaz. [korku]

Güya şu güneş bizlerle konuşuyor. Der: “Ey kardeşlerimiz! Tevahhuşla [korkma, çekinme] sıkılmayınız. Ehlen sehlen [hoş safa [zevk, keyif] geldiniz] merhaba, hoş teşrif [şeref verme] ettiniz. Menzil sizin; ben bir mumdar-ı şehnaz. [ışık saçan güzel]

“Ben de sizin gibiyim; fakat sâfi, isyansız, mutî [emre uyan] bir hizmetkârım..

“O Zât-ı Ehad-i Samed [herşey Kendisine muhtaç olduğu fakat Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve tek olan Zât, Allah] ki mahz-ı rahmetiyle [rahmetin tâ kendisi] hizmetinize beni musahhar-ı pürnur [nurlu, nur saçan hizmetkâr] etmiş. Benden hararet, ziya; sizden namaz ve niyaz.”

Yahu, bakın kamere. [ay] Yıldızlarla denizler, herbiri de kendine mahsus birer lisanla, “Ehlen sehlen [hoş safa [zevk, keyif] geldiniz] merhaba,” derler. “Hoş geldiniz. Bizi tanımaz mısınız?”

Sırr-ı teâvünle bak, remz-i nizamla [düzenin işareti, göstergesi] dinle. Herbirisi söylüyor: “Biz de birer hizmetkâr, rahmet-i Zülcelâlin [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah’ın her şeyi kuşatan rahmeti] birer âyinedarıyız. Hiç de üzülmeyiniz, bizden sıkılmayınız.

“Zelzele na’releri, hâdisât sayhaları [ses, sesleniş] sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin. Zira onlar içinde bir zemzeme-i ezkâr, [Allah’ı anmanın hoş, güzel nağmeleri] bir demdeme-i tesbih, [Allah’ı tesbih etmenin coşkulu sesleri] velvele-i nâz ü niyaz. [Allah’a yalvarıp yakarmanın heyecanlı, coşkun sesi]

“Sizi bize gönderen o Zât-ı Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] ellerinde tutmuştur bunların dizginlerini.” İman gözü okuyor yüzlerinde âyet-i rahmet, [rahmet âyeti, delili] herbiri birer âvâz. [yüksek ses]

Ey mü’min-i kalb-hüşyar! Şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler. Onların bedeline hassas kulağımızı imanın mübarek eline teslim ederiz, dünyaya göndeririz. Dinlesin leziz bir saz.

Evvelki yolumuzda bir matem-i umumî, [herkesin yas tutması, genel hüzün] hem vâveylâ-yı mevtî [ölüm çığlıkları] zannolunan o sesler, şimdi yolumuzda birer nevaz [tatlı ve ahenkli ses] ü namaz, birer âvâz [yüksek ses] ü niyaz, birer tesbiha âğâz. [nâmeler, söylemler]

210

Dinle, havadaki demdeme, [gürültü, yüksek ses] kuşlardaki civcive, [kuşların coşkulu ötüşleri, şakımaları] yağmurdaki zemzeme, [ezgili, nağmeli ses] denizdeki gamgama, [bağırtı, haykırış] ra’dlardaki [gök gürültüsü] rakraka, [şimşek çaktığı zaman duyulan gök gürültüsü] taşlardaki tıktıka [taşların birbirine dokunması sonucu çıkan ses] birer mânidar nevaz. [tatlı ve ahenkli ses]

Terennümât-ı hava, [havanın çıkardığı güzel ve tatlı sesler] naarât-ı ra’diye, [gök gürültüsünün naraları] nağamât-ı emvac, birer zikr-i azamet. [büyüklüğün zikri] Yağmurun hezecâtı, [ölçülü nağmeler, sesler] kuşların seceâtı [sec’alar, kuşların çıkardıkları sesler] birer tesbih-i rahmet, [rahmet tesbihi, zikri] hakikate bir mecaz.

Eşyada olan asvat [sesler] birer savt-ı vücuttur; [varlık sesi] ben de varım derler. O kâinat-ı sâkit [sükut eden, susan kâinat] birden söze başlıyor: “Bizi câmid [cansız] zannetme, ey insan-ı boşboğaz!” [boşboğaz insan]

Tuyurları [kuşlar] söylettirir ya bir lezzet-i nimet, [nimetin lezzeti] ya bir nüzul-ü rahmet. [rahmetin inişi] Ayrı ayrı seslerle, küçük âğazlarıyla [ağızlar, nağmeler] rahmeti alkışlarlar. Nimet üstünde iner, şükür ile eder pervaz. [korku]

Remzen [ince işaret] onlar derler: “Ey kâinat, kardeşler! Ne güzeldir halimiz.

“Şefkatle perverdeyiz, [beslenmiş, eğitilmiş] halimizden memnunuz.” Sivri dimdikleriyle fezaya [uzay] saçıyorlar birer âvâz-ı pür-naz. [çok nazlı sesler]

Güya bütün kâinat ulvî bir musikidir; iman nuru işitir ezkâr [zikirler] ve tesbihleri. Zira hikmet reddeder tesadüf vücudunu; nizam ise tard [kovma] eder ittifak-ı evham-saz. [evham ve şüphe veren birlik]

Ey yoldaş! Şimdi şu âlem-i misalîden [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] çıkarız, hayalî vehimden ineriz, akıl meydanında dururuz, mizana [ölçü] çekeriz, ederiz yolları ber-endaz. [inceden inceye ölçerek]

Evvelki elîm yolumuz mağdub ve dâllîn [doğru yoldan sapmış inançsız kimseler] yolu. O yol verir vicdana tâ en derin yerine hem bir hiss-i elîmi, [acı veren duygu] hem bir şedid [şiddetli] elemi. Şuur onu gösterir. Şuura zıt olmuşuz.

Hem kurtulmak için de muztar [çaresiz] ve hem muhtacız. Ya o teskin edilsin, ya ihsas [hissettirme] da olmasın. Yoksa dayanamayız; feryad ü fîzar [ağlayıp inleme] dinlenmez.

Hüdâ [Allah] ise şifâdır; hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] iptal-i histir. [hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirme] Bu da teselli ister, bu da tegafül [gaflet etme, duyarsızlıklık, mânevî sorumluluklarından habersiz davranma] ister, bu da meşgale ister, bu da eğlence ister. Hevesât-ı sihirbaz, [yalancı ve aldatıcı istek ve arzular]

211

Tâ vicdanı aldatsın, ruhu tenvim [uyutma] edilsin, tâ elem hissolmasın. Yoksa o elem-i elîm, [çok acı veren sıkıntı, dert] vicdanı ihrak [yakma] eder; fîzâra [ağlayıp inleme] dayanılmaz, elem-i ye’s [ümitsizlik acısı] çekilmez.

Demek sırat-ı müstakimden [dosdoğru yol] ne kadar uzak düşse, o derece nisbeten şu hâlet [durum] tesir eder, vicdanı bağırttırır. Her lezzetin içinde elemi var birer iz.

Demek heves, hevâ, [faydasız ve gelip geçici arzular] eğlence, sefahetten [ahmaklık, beyinsizlik] memzuç [karışmış, karışık] olan şâşaa-i medenî, [medeniyetin şâşaası, gösterişi] bu dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gelen şu müthiş sıkıntıya bir yalancı merhem, uyutucu zehirbaz. [zehir veren, zehir yapan]

Ey aziz arkadaşım! İkinci yolumuzda, o nuranî tarikte bir hâleti [durum] hissettik. O hâletle [durum] oluyor hayat maden-i lezzet; [lezzet kaynağı] âlâm [elemler, acılar] olur lezâiz. [lezzetler]

Onunla bunu bildik ki mütefavit [birbirinden farklı] derecede, kuvvet-i iman [iman gücü] nisbetinde ruha bir hâlet [durum] verir. Ceset ruhla mültezdir, [kendisiyle rahatlama ve lezzet alma] ruh vicdanla mütelezziz. [lezzet alan]

Bir saadet-i âcile, [peşin mutluluk] vicdanda münderiçtir. [içine konulmuş, yerleştirilmiş] Bir firdevs-i mânevî, [mânevî cennet, cennet nimeti gibi] kalbinde mündemiçtir. [içinde bulunan] Düşünmekse deşmektir, şuur ise şiar-ı râz. [sırların şiarı, sırları gizleyen perde, alamet, belirti]

Şimdi ne kadar kalb ikaz edilirse, vicdan tahrik edilse, ruha ihsas [hissettirme] verilse, lezzet ziyade olur. Hem de döner ateşi nur, şitâ[kış] yaz.

Vicdanda firdevslerin [cennet; eşsiz güzellikteki bahçe] kapıları açılır. Dünya olur bir cennet. İçinde ruhlarımız eder pervâz ü perdâz, [kanat çırparak uçan] olur şehbâz ü şehnâz, [kahramanlık ve güzellik] yelpez [yelpaze] namaz ü niyaz.

Ey aziz yoldaşım! Şimdi Allahaısmarladık. Gel, beraber bir dua ederiz, sonra da buluşmak üzere ayrılırız. اَللّٰهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ، اٰمِينَ 1

 Îcaz ile beyan-ı i’câz-ı Kur’ân

Bir zaman rüyada gördüm ki, Ağrı Dağı altındayım. Birden o dağ patladı, dağ gibi taşları âleme dağıttı, sarstı cihanı.

Füc’eten [ansızın, birdenbire] bir adam yanımda peydâ oldu. Dedi ki: Îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] ile beyan et, icmal [kısaca, özet olarak] ile îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] et bildiğin envâ-ı i’câz-ı Kur’ân‘ı. [Kur’ân’ın çeşitli mu’cizelik özellikleri]

212

Daha rüyada iken tabirini düşündüm. Dedim: Şuradaki infilâk, [şiddetli patlama] beşerde bir inkılâba misal. İnkılâpta ise elbet hüdâ-yı Furkanî [hakkı batıldan ayıran Kur’ân’ın insanlara doğru yolu göstermesi]

Her tarafta yükselip hem de hâkim olacak. İ’câzının beyanı zamanı da gelecek. O sâile [soru soran] cevaben dedim: İ’câz-ı Kur’ânî

Yedi menâbi-i külliyeden [büyük kaynaklar] tecellî, hem yedi anâsırdan [kâinattaki unsurlar, elementler] terekküp [birleşme] eder.

Birinci menba: Lâfzın [ifade, kelime] fesâhatinden [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] selâset-i lisanı, [dildeki açık, anlaşılır ve akıcı ifade şekli]

Nazmın [diziliş, tertip] cezaletinden, mânâ belâğatinden, [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] mefhumların [anlam] bedâatinden, [benzersizlik, eşsiz güzellik, orijinallik] mazmunların [mânâ, kavram] beraatinden, üslûpların garabetinden [gariplik, hayret vericilik] birden tevellüt [doğma] eden bârika-i beyanı, [parlak ifâde, açık anlatım]

Onlarla oldu mümteziç, [birleşik, karışık] mizac-ı i’câzında [mu’cizelik yapısı] acip bir nakş-ı beyan, [açıklama ve anlatım nakşı] garip bir san’at-ı lisanî. [konuşma ve dil san’atı] Tekrarı hiçbir zaman usandırmaz insanı.

İkinci unsur ise, umur-u kevniyede [kâinatla, oluşla ilgili İlâhî emirler, işler] gaybî olan esasat, [esaslar] İlâhî [Allah tarafından olan] hakaikten, [doğru gerçekler] gaybî olan esrardan, gaybî-yi âsümânî. [gökyüzünden gelen, gayb âlemiyle ilgili olan]

Mazide kaybolan gaybî olan umurdan, [emirler] müstakbelde [gelecek] müstetir [gizli, örtülü] kalmış olan ahvalden [durumlar] birden tazammun [içerme, içine alma] eden bir ilmü’l-guyub [bilinmeyene ve görünmeyene dair ilim] hızanı, [hazine]

Âlemü’l-guyub [bilinmeyen ve görünmeyen âlem] lisanı, şehadet âlemiyle konuşuyor erkânı, [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] rumuz [ince işaretler] ile beyanı, hedef nev-i insanî, [insan türü, insanlık] i’câzın [mu’cize oluş] bir lem’a-i nuranî. [nur parıltısı]

Üçüncü menba ise, beş cihetle harika bir câmiiyet [kapsayıcılık] vardır: Lâfzında, [ifade, kelime] mânâsında, ahkâmda, [hükümler] hem ilminde, makàsıdın [gayeler, istenilen şeyler] mizanı. [ölçü]

Lâfzı tazammun [içerme, içine alma] eder pek vâsi [geniş] ihtimâlât, [ihtimaller] hem vücuh-u kesire [pekçok vecihler, yönler] ki herbiri nazar-ı belâğatte [belağat ilmine göre] müstahsen, [güzel görülen, beğenilen] Arabiyece sahih, sırr-ı teşrii [şer’î kanunların sırrı] lâyık görüyor anı.

213

Mânâsında meşârib-i evliya, [velilerin meşrepleri, [hareket tarzı, metod] hizmet tarzları] ezvâk-ı ârifîni, [ârif kişilerin zevkleri] mezâhib-i sâlikîn, [hak yolda yürüyenlerin mezhepleri, yolları] turuk-u mütekellimîn, [kelâm âlimlerinin takip ettikleri yol] menâhic-i hükema, [bilgin ve filozofların metodları] o i’câz-ı beyanı [açıklama ve anlatımın mu’cize oluşu]

Birden ihata [herşeyi kuşatma] etmiş, hem de tazammun [içerme, içine alma] etmiş delâletinde vüs’at, [genişlik] mânâsında genişlik. Bu pencere ile baksan, görürsün, ne geniştir meydanı.

Ahkâmdaki [hükümler] istiab: [içine alma, kaplama] Şu harika şeriat ondan olmuş istinbat. [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] Saadet-i dâreynin [dünya ve ahiret mutluluğu] bütün desâtirini, [düsturlar, kanunlar] bütün esbab-ı emni, [emniyet ve güven sebepleri]

İçtimaî hayatın bütün revâbıtını, [bağlar] vesâil-i terbiye, [terbiye vesileleri, araçları] hakaik-i ahvâli [hallerin gerçek mahiyetleri, içyüzleri] birden tazammun [içerme, içine alma] etmiş onun tarz-ı beyanı. [açıklama biçimi]

İlmindeki istiğrak: [Allah aşkıyla kendinden geçme] Hem ulûm-u kevniye, [kâinat ve dünya ile ilgili ilimler] hem ulûm-u İlâhî, [İlâhî ilimler] onda merâtib-i delâlât, [delillerin, işaretlerin mertebeleri] rumuz [ince işaretler] ile işârat, [işaretler] sûreler surlarında cem’ [bir araya gelme] etmiştir cinânı. [cennetler]

Makàsıd [gayeler, istenilen şeyler] ve gayatta [gayeler] muvazenet, [denge] ıttırad, [düzenli olma, intizamlı] fıtrat desâtirine [düsturlar, kanunlar] mutabakat, ittihad, [birleşme] tamam müraat [gözetme, riayet etme] etmiş, hıfz eylemiş mizanı. [ölçü]

İşte lâfzın [ifade, kelime] ihatasında, [herşeyi kuşatma] mânânın vüs’atinde, [genişlik] hükmün istiâbında, ilmin istiğrakında, [Allah aşkıyla kendinden geçme] muvazene-i gayatta [Kur’ân hedeflerinin kendi aralarında dengeli oluşu] câmiiyet-i pürşânı! [çok ünlü, şanlı kapsayıcılık ve kapsamlılık]

Dördüncü unsur ise, her asrın derece-i fehmine, [anlayış derecesi] edebî rütbesine, hem her asırdaki tabakata, derece-i istidat, [yetenek, kabiliyet derecesi] rütbe-i kabiliyet [kabiliyet rütbesi, derecesi] nisbetinde ediyor bir ifaza-i nuranî. [nurlu, parlak feyizlendirme]

Her asra, her asırdaki her tabakaya kapısı küşâde. [açık] Güya her demde, her yerde taze nâzil oluyor o kelâm-ı Rahmânî. [sonsuz rahmet sahibi Allah’ın kelâmı]

İhtiyarlandıkça zaman, Kur’ân da gençleşiyor. Rumuzu [ince işaretler] hem tavazzuh [açıklığa kavuşma, aydınlanma] eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitab-ı Yezdânî. [Allah’ın hitabı]

Nur-u tevhidi, [Allah’ın birliğini gösteren nur] her dem [an, vakit] her âyetten fışkırır. Şehadet perdesini gayb üstünde kaldırır. Ulviyet-i hitabı, [hitabın yüceliği] dikkate davet eder o nazar-ı insanı, [insanın dikkati, bakışı]

214

Ki o lisan-ı gaybdır; [bilinmeyen ve görünmeyen âlemin dili] şehadet âlemiyle bizzat odur konuşur. Şu unsurdan bu çıkar: Harika tazeliği bir ihata-i ummânî. [deniz gibi geniş bir şekilde kuşatma]

Te’nis-i ezhan [zihinlerde yakınlık meydana getirme; onları alıştırma] için akl-ı beşere [insan aklı] karşı İlâhî [Allah tarafından olan] tenezzülât. [eğilmeler, seviyeye inmeler] Tenzilin [indirme] üslûbunda tenevvüü, [çeşitlenme] mûnisliğidir [cana yakın] mahbub-u ins ü cânı. [cinlerin ve insanların sevgilisi]

Beşinci menba ise, nakil ve hikâyâtında, [hikâyeler] ihbar-ı sadıkada, [doğru haber verme] esasî noktalardan hazır müşahit gibi bir üslûb-u bedî-i pür-maânî [çok mânâları bulunan güzel ifade tarzı]

Naklederek beşeri onunla ikaz eder. Menkulâtı [nakledilen, aktarılan şeyler] şunlardır: İhbar-ı evvelîni, ahvâl-i âhirîni, [gelecekte yaşayacak olanların halleri] esrar-ı Cehennem ve Cinânı, [cennetler]

Hakaik-i gaybiye, [bilinmeyen ve görünmeyen âlemlere ait gerçekler] hem esrar-ı şehadet, [görünen âlemin sırları] serâir-i İlâhî, [İlâhî sırlar] revâbıt-ı kevnîye [kâinatla olan irtibatlar, bağlar] dair hikâyâtıdır [hikâyeler] hikâyet-i ayânî [görür gibi hikâye etme, anlatma]

Ki ne vâki reddeylemiş, ne mantık tekzip etmiş. Mantık kabul etmezse, red de bile edemez. Semâvî kitapların ki matmah-ı cihanî [dünyanın beklediği ve çok arzuladığı şey]

İttifakî noktalarda musaddıkane [doğrulayarak] nakleder. İhtilâfî yerlerinde musahhihâne [düzelterek] bahseder. Böyle naklî umurlar [emirler] bir ümmîden suduru [bir şeyden çıkma, olma] harika-i zamanî. [zamanın harikası, eşsiz olanı]

Altıncı unsur ise: Mutazammın [içinde bulundurma] ve müessis [tesis eden, kuran] olmuş din-i İslâma. [İslâm dini] İslâmiyet misline [benzer] ne mazi [geçmiş] muktedirdir, ne müstakbel [gelecek] muktedir; araştırsan zaman ile mekânı.

Arzımızı senevî, [yıllık] yevmî [günlük] dairesinde şu hayt-ı semâvîdir, [gökten inen bağ] tutmuş da döndürüyor. Küreye ağır basmış, hem dahi ona binmiş; bırakmıyor isyanı.

Yedinci menba ise, şu altı menbadan çıkan envâr-ı sitte, [altı nur] birden eder imtizaç. [birbiriyle karışıp kaynaşma] Ondan çıkar bir hüsün, [güzellik] bundan gelir bir hads, [çabuk kavrayış, güçlü sezgi] vasıta-i nuranî, [nurlu, parlak vasıta]

Şundan çıkan bir zevktir. Zevk-i i’caz [mu’cizelik zevki] bilinir; tabirine lisanımız yetişmez. Fikir dahi kàsırdır; [eksik, noksan] görünür de tutulmaz o nücum-u âsümânî. [göklerdeki yıldızlar]

215

On üç asır müddette meylü’t-tehaddî [karşı koyma meyli, eğilimi] varmış Kur’ân’ın a’dâsında. [düşmanlar] Şevk-i taklit [taklit arzusu] uyanmış Kur’ân’ın ahbabında. İşte i’câzın [mu’cize oluş] bir burhanı. [delil]

Şu iki meyl-i şedidle [şiddetli meyil, arzu] yazılmıştır, meydanda. Milyonlarla kütüb-ü Arabiye [Arapça kitaplar] gelmiştir kütüphane-i vücuda. [meydana getirilmiş kütüphane, oluşmuş kütüphane] Onlar ile tenzili, [indirme] düşerse bir mizanı, [ölçü]

Muvazene [karşılaştırma/denge] edilse, değil dânâ-i bîmüdânî, [eşsiz âlim, ilmi yüksek kişi] hattâ en âmi [basit, sıradan] adam, göz kulakla diyecek: Bunlar ise insanî; şu ise âsümânî. [gökyüzü]

Hem de hükmedecek: Şu bunlara benzemez, rütbesinde olamaz. Öyle ise ya umumdan aşağı—bu ise bilbedâhe [açık bir şekilde] malûm olmuş butlanı. [bâtıl oluş]

Öyle ise umumun fevkindedir. [üstünde] Mazmunları [mânâ, kavram] o kadar zamanda, kapı açık, beşere vakfedilmiş; kendine davet etmiş ervâhıyla [ruhlar] ezhânı. [zihinler]

Beşer onda tasarruf, kendine de mal etmiş. Onun mazmunları [mânâ, kavram] ile yine Kur’ân’a karşı çıkmamış; hiçbir zaman çıkamaz, geçti zaman-ı imtihanı. [imtihan zamanı]

Sair kitaplara benzemez, onlara makîs [kıyas, karşılaştırma] olmaz. Zira yirmi sene zarfında müneccemen [bölüm bölüm, parça parça] hâcetlere [ihtiyaç] nisbeten nüzulü, müteferrik, [ayrı ayrı] mütekatı’, [kesik kesik] bir hikmet-i Rabbânî. [kâinatın Rabbi tarafından herşeyin belirli gayelere yönelik olarak anlamlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması]

Esbab-ı nüzulü [iniş sebepleri] muhtelif, mütebayin. [ayrı ayrı] Bir maddede es’ile [sorular] mütekerrir, [tekrar eden] mütefavit. [birbirinden farklı] Hâdisât-ı ahkâmı [hükümlere zemin oluşturan hadiseler] müteaddit, [bir çok] mütegayir. [değişik, birbirine zıt] Muhtelif, mütefarık [ayrı ayrı] nüzulünün ezmânı. [zamanlar]

Hâlât-ı telâkkisi [anlayış, kabul ediş halleri] mütenevvi, [çeşit çeşit] mütehalif. [birbirinden farklı] Aksâm-ı muhatabı [muhatapların kısımları] müteaddit, [bir çok] mütebâid. [birbirinden uzak] Gayât-ı irşadında [doğru yolu gösterme gayeleri] mütederriç, [derece derece] mütefavit. [birbirinden farklı] Şu esaslara müstenid [dayanan] binaî, [bina edilmiş] hem beyanî,

Cevabî, hem hitabî. Bununla da beraber selâset [akıcılık, sözün akıcı olması] ve selâmet, [huzur] tenasüp [uygunluk] ve tesanüd, [dayanışma] kemâlini göstermiş. İşte onun şahidi: Fenn-i beyan [beyan ilmi; mecâz, teşbih, kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] gibi ifade ve anlatım üslûplarını ele alan belâgat ilminin bir dalı] ve maânî. [mânâlar]

216

Kur’ân’da bir hassa [duyular] var; başka kelâmda yoktur. Bir kelâmı işitsen, asıl sahib-i kelâmı [sözün sahibi] arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslûp, âyine-i insanî. [insanın aynası]

Ey sâil-i misalî! [rüyada soru soran kişi] Sen ki îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] istedin; ben de işaret ettim. Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde. Sinek seyretmez âsümânı. [gökyüzü]

Zira o kırk envâ-ı i’câzından [mu’cizelik çeşitleri] yalnız bir tekini ki, cezalet-i nazmıdır, İşârâtü’l-İ’câz‘da [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] sıkışmadı tibyânı. [açıklama, anlatma]

Yüz sahife tefsirim ona kâfi [yeterli] gelmedi. Senin gibi ruhanî ilhamları [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ziyade; ben istiyorum senden tafsil ile beyanı.

• • •

Ulaşmaz dest-i edeb-i garb-ı hevesbâr-ı hevâkâr-ı dehâdâr

De’b-i edeb ebed-müddet Kur’ân-ı ziyâbâr-ı şifâkâr-ı hüdâdâr 1

Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini [yüce zevk] hoşnud eden bir hâlet, [durum] çocukça bir hevese, sefihçe [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] bir tabiat sahibine hoş gelmez,

Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, [alçak, aşağılık zevk] sefih, [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] hem nefsî ve şehvânî [şehvetle ilgili] içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi [ruha ait zevk] bilmez.

Avrupa’dan tereşşuh [sızma/sızıntı] etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur’ân’da olan letâif-i ulviyet, [yüksek duygular] mezâyâ-yı haşmeti [haşmetli meziyetler, özellikler] göremez, hem tadamaz.

Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân; [gezinti alanı] onlar içinde gezer, haricine çıkamaz.

Ya aşkla hüsündür, [güzellik] ya hamâset [cesurluk, kahramanlık] ve şehâmet, [akıl ve zekâ ile olan cesaretlilik] ya tasvir-i hakikat. [hakikatın tasviri, gerçeğin resmedilmesi] İşte yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] edepse, hamâset [cesurluk, kahramanlık] noktasında hakperestliği etmez.

Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik [kuvvete önem verme] hissini telkin eder. Hüsün [güzellik] ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî [gerçek aşk] bilmez.

Şehvet-engiz [şehvet uyandıran] bir zevki nefislere de zerk eder. Tasvir-i hakikat [hakikatın tasviri, gerçeğin resmedilmesi] maddesinde, kâinata san’at-ı İlâhî [Allah’ın san’atı] suretinde bakmaz,

217

Bir sıbga-i Rahmânî [Rahmânî boya, san’at] suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor; hem ondan da çıkamaz.

Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

Yine ondan gelen, dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] neş’et [doğma] eden ruhun ıztırâbâtına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin, [teskin edici, sakinleştirici] hem münevvim, [uyutucu, uyuşturucu] hakikî faide vermez.

Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik [hareket eden] emvat. [ölüler] Meyyit [ölü] hayat veremez.

Hem tiyatro gibi tenasuhvâri, [reenkarnasyonu anımsatır bir şekilde] mazi [geçmiş] denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık [günahkâr] bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını [bir tür elbise] giydirmiş, hüsn-ü mücerred [saf güzellik; bizzat güzel olan, güzelliği başka şeye bağlı olmayan güzellik] tanımaz.

Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder. Zahiren der: “Sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] fenadır, insanlara yakışmaz.”

Netice-i muzırra[zararlı netice] gösterir. Halbuki sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] öyle müşevvikane [teşvik eder bir şekilde] bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.

İştihayı kabartır, hevesi tehyiç [heyecanlandırma, harekete geçirme] eder, his daha söz dinlemez. Kur’ân’daki edepse hevâyı karıştırmaz.

Hakperestlik [hakka taraftarlık] hissi, hüsn-ü mücerred [saf güzellik; bizzat güzel olan, güzelliği başka şeye bağlı olmayan güzellik] aşkı, cemâlperestlik [güzelliğe düşkün] zevki, hakikatperestlik şevki verir. Hem de aldatmaz.

Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor. Belki bir san’at-ı İlâhî, [Allah’ın san’atı] bir sıbga-i Rahmânî [Rahmânî boya, san’at] noktasında bahseder; akılları şaşırtmaz.

Mârifet-i Sâniin [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme] nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli [acıklı] birer hüzün de veriyor; fakat birbirine benzemez.

Avrupazâde edepse, fakdü’l-ahbaptan, [dostsuzluk ve ahbapsızlık] sahipsizlikten neş’et [doğma] eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez.

218

Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemâne [ilham alarak] aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. [gam veren hüzün hissi] Âlemi bir vahşetzar [ürküntü ve yalnızlık veren yer] tanır; başka çeşit göstermez.

O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahipsiz de olarak yabanîler [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] içinde koyar, hiçbir ümit bırakmaz.

Kendine verdiği şu hiss-i heyecanla [heyecan veren his] git gide ilhâda [dinsizlik] kadar gider, tâtile [Allah’ı inkâr etme] kadar yol verir. Dönmesi müşkül [zorluk] olur; belki daha dönemez.

Kur’ân’ın edebi ise, öyle bir hüznü verir ki, âşıkane [âşık gibi] hüzündür, yetimâne değildir. Firaku’l-ahbaptan [ayrılık] gelir; fakdü’l-ahbaptan [dostsuzluk ve ahbapsızlık] gelmez.

Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine, şuurlu, hem rahmetli [şefkatli] bir san’at-ı İlâhî [Allah’ın san’atı] onun medar-ı bahsi. [bahis sebebi, söz konusu] Tabiattan bahsetmez.

Kör kuvvetin yerine, inâyetli, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] hikmetli bir kudret-i İlâhî [Allah’ın güç ve iktidarı] ona medar-ı beyan. [açıklama konusu] Onun için, kâinat vahşetzar [ürküntü ve yalnızlık veren yer] suret giymez.

Belki muhatab-ı mahzunun [hüzünlü muhatap] nazarında oluyor bir cemiyet-i ahbap. [sevgililer topluluğu] Her tarafta tecavüb, [birbirine cevap verme] her cânibde [taraf, yön] tahabbüb; [karşılıklı sevgi gösterme] ona sıkıntı vermez.

Her köşede istînas, [yakınlık duyma, yakınlaşma] o cemiyet içinde mahzunu vaz’ [koyma, yerleştirme] ediyor bir hüzn-ü müştakane; [kavuşmanın gecikmesinden doğan hüzün, üzüntü] bir hiss-i ulvî [yüce, yüksek his] verir, gamlı bir hüznü vermez.

İkisi birer şevki de verir. O yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasıt. [yayılan, genişleyen] Ruha ferah veremez.

Kur’ân’ın şevki ise, ruh düşer heyecana, şevk-i maâli [yüce şeylere duyulan iştiyak ve arzu] verir. İşte bu sırra binaen, şeriat-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği şeriat, İlâhî kanun ve hükümler] lehviyâtı [dinen yasak olan oyun ve eğlenceler] istemez.

Bazı âlât-ı lehvi [dinen yasak olan eğlencelerde kullanılan aletler, yasak eğlencelere mahsus çalgılar] tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip; demek hüzn-ü Kur’ânî [Kur’ân’a has hüzün] veya şevk-i tenzilî [Kur’ân’ın verdiği şevk, arzu] veren âlet zarar vermez.

Eğer hüzn-ü yetimî [yetimce hüzün] veya şevk-i nefsanî [nefsin helâl olmayan arzularına karşı duyulan istek] verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa [kişiler] göre; herkes birbirine benzemez.

219

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * وَالصَّلٰوةُ عَلٰى سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ وَعَلٰۤىاٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ 1

 Tevhidin İki Bürhan-ı Muazzamı veSûre-i İhlâsın bir nükte-i İ’câziyesi

Şu kâinat tamamıyla bir burhan-ı muazzamdır. Lisan-ı gayb, [bilinmeyen ve görünmeyen âlemin dili] şehadetle müsebbihtir, [tesbih eden] muvahhiddir. [Allah’ın birliğine inanan] Evet tevhid-i Rahmân’la, büyük bir sesle zâkirdir [zikreden] ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 2

Bütün zerrât [atomlar] hüceyrâtı, [hücrecikler] bütün erkân [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve âzâsı birer lisan-ı zâkirdir; o büyük sesle beraber der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

O dillerde tenevvü [çeşitlenme] var, o seslerde merâtip [mertebeler] var. Fakat bir noktada toplar, onun zikri, onun savtı [ses] ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Bu bir insan-ı ekberdir; [büyük insan] büyük sesle eder zikri. Bütün eczası, zerrâtı [atomlar] küçücük sesleriyle, o bülend sesle beraber der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Şu âlem halka-i zikri [zikir halkası] içinde okuyor aşri, şu Kur’ân maşrık-ı nuru. Bütün zîruh [ruh sahibi] eder fikri ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Bu Furkan-ı Celîlüşşan, o tevhide nâtık [konuşan] burhan, [delil] bütün âyât sadık lisan, şuâât [ışınlar, parıltılar] barika-i iman, beraber der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

220

Kulağı ger [eğer] yapıştırsan şu Furkan‘ın [ayırt edici; hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur’ân] sinesine; derinden tâ derine, sarihan [açık] işitirsin, semâvî bir sadâ der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1

O sestir gayeten ulvî, nihayet derece ciddî, hakikî pek samimî, hem nihayet mûnis [cana yakın] ve mukni [ikna edici] ve burhanla [delil] mücehhezdir. [cihazlanmış, donanmış] Mükerrer der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Şu burhan-ı münevverde, [nurlu, parlak delil] cihât-ı sittesi [altı yön] şeffaf ki üstünde münakkâştır müzehher [çiçeklerle bezenmiş] sikke-i i’câz [mu’cizelik damgası] içinde parlayan nur-u hidayet, [doğru ve hak yolu gösterme nuru] der ki: لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Evet, altında nesc [dokuma] olmuş mühefhef [narin, ince, nazik] mantık ve burhan, [delil] sağında aklı istintak, [konuşturma] mürefref [dalları sallanan nazik, lâtif ağaç gibi] her taraf, ezhan [zihinler]Sadakte[“doğru söyledin”] der ki, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Yemîn [sağ taraf] olan şimalinde [kuzey] eder vicdanı istişhad. [şahid gösterme] Emâmında [ön taraf] hüsn-ü hayırdır, [hayrın güzelliği] hedefinde saadettir. Onun miftahıdır [anahtar] her dem [an, vakit] ki, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Emâm [ön taraf] olan verâsında [arka taraf] ona mesned [dayanak] semâvîdir ki vahy-i mahz[Allah’ın vahyinin ta kendisi, sırf vahiy, hâlis ve katıksız vahiy] Rabbânî. Bu şeş [altı] cihet ziyadardır, [ışıklı] burûcunda [burçlar] tecellîdar ki, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

Evet, vesvese-i sârık, [hırsız vesvese] bâvehim [vehim ve korku ile, şüpheyle] şüphe-i târık, [hırsız şüphe] ne haddi var ki o mârık [dinsiz, hak dinden çıkan] girebilsin bu bârık [parıltılı] kasra. [köşk, saray] Hem şârık [parlayan] ki sur sûreler şâhik, her kelime bir melek-i nâtık [konuşan melek] ki,

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ

O Kur’ân-ı Azîmüşşan [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] nasıl bir bahr-i tevhiddir. [tevhid denizi] Birtek katre, [damla] misal için birtek Sûre-i İhlâs; fakat kısa birtek remzi, [ince işaret] nihayetsiz rumuzundan… [ince işaretler] Bütün envâ-ı şirki [şirk çeşitleri]

221

reddeder, hem de yedi envâ-ı tevhidi eder ispat; üçü menfi, üçü müsbet, [isbat edilmiş, sabit] şu altı cümlede birden:

Birinci cümle: قُلْ هُوَ 1 karinesiz [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] işarettir. Demek ıtlakla tayindir. O tayinde taayyün [belirleme] var. Ey, لاَ هُوَ اِلاَّ هُوَ 2

Şu, tevhid-i şuhuda bir işarettir. Hakikatbîn [doğru görüşlü] nazar tevhide müstağrak [dalmış, kendinden geçmiş] olursa der ki: لاَ مَشْهُودَ اِلاَّ هُوَ 3

İkinci cümle: اَللهُ اَحَدٌ 4 dir ki, tevhid-i ulûhiyete tasrihtir. [açık şekilde bildirme] Hakikat, hak lisanı der ki: لاَ مَعْبُودَ اِلاَّ هُوَ 5

Üçüncü cümle: اَللهُ الصَّمَدُ 6 dir. İki cevher-i tevhide sadeftir. [içinde inci bulunan kabuk] Birinci dürrü: [inci] tevhid-i rububiyet. [varlık âleminin terbiye, tedbir ve idaresindeki birlik ve bu birliğin bir olan Allah’tan gelmesi] Evet, nizam-ı kevn lisanı der ki: لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ 7

İkinci dürrü: [inci] tevhid-i kayyûmiyet. Evet, serâser [yer, dünya] kâinatta, vücut ve hem bekâda, müessire [Cenab-ı Hakkın sonsuz kudretiyle dilediğini yapan sıfatı] ihtiyaç lisanı der ki: لاَ قَيُّومَ اِلاَّ هُوَ 8

Dördüncü: لَمْ يَلِدْ 9 dir. Bir tevhid-i celâli müstetirdir. [gizli, örtülü] Envâ-ı şirki [şirk çeşitleri] reddeder, küfrü [inançsızlık, inkâr] keser bîiştibah.

222

Yani tagayyür, [başkalaşım, değişme] ya tenasül, [üreme] ya tecezzî [bölünme, parçalanma] eden elbet ne hâlıktır, [her şeyi yaratan Allah] ne kayyumdur, ne ilâh.

Veled [çocuk] fikri, tevellüd [doğma] küfrünü [inançsızlık, inkâr] لَمْ 1 reddeder, birden keser atar. Şu şirktendir ki, olmuştur beşer ekserisi gümrah. [yolunu şaşırmış]

Ki İsâ (a.s.), ya Üzeyr’in, ya melâik, [melekler] ya ukûlün [akıllar] tevellüd [doğma] şirki meydan alıyor nev-i beşerde gâh bâ-gâh. [zaman zaman]

Beşincisi: وَلَمْ يُولَدْ 2 Bir tevhid-i sermedî [sürekli var olan yaratıcının birliği] işareti şöyledir: Vâcib, kadîm, [eski] ezelî olmazsa olmaz İlâh.

Yâni, ya müddeten hâdis ise, ya maddeden tevellüd, [doğma] ya bir asıldan münfasıl [ayrılmış] olsa, elbette olmaz şu kâinata penah. [sığınak, dayanak]

Esbabperesti, [sebeplere tapan] nücumperestlik, [yıldızlar] sanem-peresti, [put] tabiatperestlik şirkin birer nev’idir; dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] birer çâh. [kuyu, çukur]

Altıncı: وَلَمْ يَكُنْ 3 Bir tevhid-i câmi‘dir. [çok kapsamlı ve herşeyi içine alan tevhid anlayışı] Ne zâtında nazîri, [benzer] ne ef’âlinde [fiiler, davranışlar] şerîki, ne sıfâtında şebîhi [benzer] لَمْ lâfzına [ifade, kelime] nazargâh. [bakılacak yer]

Şu altı cümle mânen birbirine netice, hem birbirinin burhanı, [delil] müselseldir [silsile halinde, zincirleme] berâhin, [deliller] müretteptir [bağlantılı, dizili] netâic [neticeler] şu sûrede karargâh.

Demek şu Sûre-i İhlâsta, kendi miktar-ı kametinde [boy ölçüsü] müselsel, [silsile halinde, zincirleme] hem mürettep [bağlantılı, dizili] otuz sûre münderiç; [içine konulmuş, yerleştirilmiş] bu bunlara sehergâh. [seher vakti; toplanma yeri] لاَ يَعْلَمُ الْغَيْب اِلاَّ اللهُ 4