LEM’ALAR – Dördüncü Lem’a (47-58)

47

Dördüncü Lem’a [parıltı]

“Minhâcü’s-Sünne” bu risaleye lâyık görülmüştür.

 Mesele-i İmamet bir mesele-i fer’iye [asılla, esasla ilgili olmayıp ayrıntılarla ilgili mesele] olduğu halde, ziyade ehemmiyet verildiğinden, bir mesâil-i imaniye [imana dair meseleler] sırasına girip, ilm-i kelâmda ve usulüddinde [din usulü, kelâm] medar-ı nazar [bakışları üzerinde toplayan] olduğu1cihetle Kur’ân’a ve imana ait hizmet-i esasiyemize [asıl hizmet] münasebeti bulunduğundan, cüz’î [ferdî, küçük] bahsedildi.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

لَقَدْ جَۤاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ * فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 2

قُلْ لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى * 3

Şu âyet-i azîmenin [büyük ve yüce âyet] çok hakaik-i azîmesinden [büyük gerçekler] bir iki hakikatine İki Makam ile işaret edeceğiz.

ba

48

Birinci Makam

Dört Nüktedir. [derin anlamlı söz]

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine karşı kemâl-i şefkat [tam bir şefkat] ve merhametini ifade ediyor.

Evet, rivayet-i sahiha [Peygamberimizden doğru olarak nakledilmiş hadis] ile, mahşerin dehşetinden herkes, hattâ enbiya [nebiler, peygamberler] dahi “nefsî, nefsî[nefsim, nefsim] dedikleri zaman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “ümmetî, ümmetî[ümmetim, ümmetim] diye 1 refet [esirgeme, koruma, acıma] ve şefkatini göstereceği gibi,2 yeni dünyaya geldiği zaman, ehl-i keşfin [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] tasdikiyle, validesi onun münâcâtından [Allah’a yalvarış, dua]ümmetî, ümmetî“3 [ümmetim, ümmetim] işitmiş. Hem bütün tarih-i hayatı [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] ve neşrettiği şefkatkârâne [şefkat dolu] mekârim-i ahlâk, [ahlâkın en güzel ve üstün olanı] kemâl-i şefkat [tam bir şefkat] ve refetini [esirgeme, koruma, acıma] gösterdiği gibi, ümmetinin hadsiz salâvatına [namazlar, dualar] hadsiz ihtiyaç göstermekle,4 ümmetinin bütün saadetleriyle kemâl-i şefkatinden [tam bir şefkat] alâkadar olduğunu göstermekle hadsiz bir şefkatini göstermiş.

İşte bu derece şefkatli ve merhametli bir rehberin sünnet-i seniyyesine müraat [gözetme, riayet etme] etmemek ne derece nankörlük ve vicdansızlık olduğunu kıyas eyle.

İKİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet [peygamberlik vazifesi] içinde bazı hususî, cüz’î [ferdî, küçük] maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir. Zâhir hale göre o azîm şefkati o hususî, cüz’î [ferdî, küçük] maddelere sarf etmesi, vazife-i nübüvvetin [peygamberlik vazifesi] fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat hakikatte o cüz’î [ferdî, küçük] madde, küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin [peygamberlik vazifesi] medarı [kaynak, dayanak] olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili [temsilci] olduğundan, o silsile-i azîmenin [büyük zincir] hesabına, onun mümessiline [temsilci] fevkalâde ehemmiyet verilmiş.

49

Meselâ, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme,1 [büyük önem verme] yalnız cibillî [soy ve ırk gibi yaratılıştan gelen topluluğa ve kavme ait] şefkat ve hiss-i karâbetten [akrabalık hissi] gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin [peygamberlik vazifesi] bir hayt-ı nuranîsinin [nurlu bağlantı, ip] bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, [kaynak] mümessili, [temsilci] fihristesi cihetiyledir.

Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan’ı (r.a.) kemâl-i şefkatinden [tam bir şefkat] kucağına alarak başını öpmesiyle,2 Hazret-i Hasan’dan (r.a.) teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] eden nuranî nesl-i mübarekinden, [mübârek nesil] Gavs-ı Âzam olan Şah-ı Geylânî gibi çok mehdi-misal verese-i nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye [Peygamberimizin getirmiş olduğu dini nesilden nesile taşıyanlar] (a.s.m.) olan zatların hesabına Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş. Ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini [kutsal hizmet] nazar-ı nübüvvetle [Peygamberlik bakışı] görüp takdir ve istihsan [beğenme, güzel bulma] etmiş. Ve takdir ve teşvike alâmet olarak, Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş.

Hem Hazret-i Hüseyin’e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) silsile-i nuraniyesinden [nur zinciri] gelen Zeynelabidin, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlişan [çok yüksek şan sahibi imamlar] ve hakikî verese-i Nebeviye gibi pek çok mehdi-misal zevât-ı nuraniyenin [nurlu kimseler] namına ve din-i İslâm [İslâm dini] ve vazife-i risalet [peygamberlik görevi] hesabına boynunu öpmüş,3 kemâl-i şefkat [tam bir şefkat] ve ehemmiyetini göstermiştir.

Evet, zât-ı Ahmediyenin [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) gayb-âşinâ [gaybı bilen, görünmeyenden haberi olan] kalbiyle, dünyada Asr-ı Saadetten [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] ebed tarafında olan meydan-ı haşri [haşir meydanı] temâşâ eden ve yerden Cenneti gören ve zeminden gökteki melâikeleri [melekler] müşahede eden ve zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] beri mazi [geçmiş] zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisâtı gören, hattâ Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] rüyetine [Allah’ın cemâlini görme] mazhar [erişme, nail olma] olan nazar-ı nuranîsi, [nurlu, aydınlık bakış] çeşm-i istikbal-bînisi, [geleceği gören gözü] elbette Hazret-i Hasan

50

ve Hüseyin’in arkalarında teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] eden aktab [kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler] ve eimme-i verese [peygamberlik varisi olan imamlar] ve mehdileri görmüş ve onların umumu namına başlarını öpmüş. Evet, Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmesinden, Şah-ı Geylânî’nin hisse-i azîmesi [büyük pay] var.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى âyetinin bir kavle [söz] göre mânâsı: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vazife-i risaletin [peygamberlik görevi] icrasına mukabil ücret istemez; yalnız Âl-i Beytine meveddeti [sevgi] istiyor.”

Eğer denilse: “Bu mânâya göre, karâbet-i nesliye [soy yakınlığı] cihetinden gelen bir fayda gözetilmiş görünüyor. Halbuki, اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللهِ اَتْقٰيكُمْ 1 sırrına binaen, karâbet-i nesliye [soy yakınlığı] değil, belki kurbiyet-i İlâhiye [Allah’a yakınlık] noktasında vazife-i risalet [peygamberlik görevi] cereyan ediyor.”

Elcevap: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ [gaybı bilen, görünmeyenden haberi olan] nazarıyla görmüş ki, Âl-i Beyti, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] içinde bir şecere-i nuraniye [nurlu ağaç] hükmüne geçecek. Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] bütün tabakatında, kemâlât-ı insaniye [insana ait mükemmel özellikler] dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] ile, Âl-i Beytten çıkacak. Teşehhüddeki, [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] ümmetin âl [aile, soy] hakkındaki duası ki,

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلٰۤى اِبْرَاهِيمَ وَعَلٰۤى اٰلِ اِبْرَاهِيمَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ * 2

dir, makbul olacağını keşfetmiş.

Yani, nasıl ki millet-i İbrahimiyede [İbrahim milleti, tevhid inancını benimseyenler] ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] ile nuranî rehberler Hazret-i İbrahim’in (a.s.) âlinden, neslinden olan enbiya [nebiler, peygamberler] olduğu gibi;3 ümmet-i Muhammediyede [Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar]

51

de (a.s.m.), vezâif-i azîme-i İslâmiyette [İslam’ın büyük görevi] ve ekser turuk [yollar] ve mesâlikinde, [meslekler, tutulan yollar] enbiya-yı Benî İsrail [İsrailoğullarına gönderilen peygamberler] gibi,1 aktâb-ı Âl-i Beyt-i Muhammediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) neslinden gelen ve bulunduğu yerde veya memleketteki evliyanın başı hükmünde olan büyük veliler] (a.s.m.) görmüş. Onun için, قُلْ لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى 2 demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini [sevgi] istemiş.

Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş:

“Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük [sarılma] etseniz necat [kurtuluş] bulursunuz: biri Kitabullah, [Allah’ın kitabı] biri Âl-i Beytim.”3 Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı [kaynak] ve muhafızı ve her cihetle iltizam [kabul etme, taraftarlık] etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir.

İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ünvanıyla bu hakikat-i hadîsiye [hadis-i şerifle vurgulanan hakikat] bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe [peygamberlik görevi] muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibâı [tâbi olma, bağlanma] terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.4

Hem ümmetini Âl-i Beytin etrafında toplamak arzusunun5 sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür [çoğalma] edeceğini izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile bilmiş ve İslâmiyet zaafa [zayıflık, güçsüzlük] düşeceğini anlamış. O halde, gayet kuvvetli ve kesretli [çokluk] bir cemaat-i mütesânide [dayanışma içindeki topluluk] lâzım ki, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] terakkiyât-ı mâneviyesinde [manevî ilerlemeler] medar [kaynak, dayanak] ve merkez olabilsin. İzn-i İlâhî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyti etrafına toplamasını arzu etmiş.

Evet, Âl-i Beytin efradı [bireyler] ise, itikad [inanç] ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam [kabul etme, taraftarlık] ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten [yaratılıştan gelen huy, karakter] taraftardırlar. Cibillî [soy ve ırk gibi yaratılıştan gelen topluluğa ve kavme ait] taraftarlık zayıf ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı bütün silsile-i ecdadı [atalar silsilesi, soy defteri] bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri

52

bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] olduğunu bilbedâhe [açık bir şekilde] hisseden bir zat, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam [çok sıkı bağlılık] ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] İslâmiyet cihetiyle, din-i İslâm [İslâm dini] lehinde [tarafında] ednâ [basit, aşağı] bir emâreyi kuvvetli bir burhan [delil] gibi kabul eder. Çünkü fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir burhan [delil] ile sonra iltizam [kabul etme, taraftarlık] eder.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Üçüncü Nükte [derin anlamlı söz] münasebetiyle, Şîalarla Ehl-i Sünnet ve Cemaatin medar-ı nizâı, [kavga, çekişme sebebi] hattâ akaid-i imaniye [iman esasları] kitaplarına ve esasat-ı imaniye [imanın esasları] sırasına girecek derecede1 büyütülmüş bir meseleye kısaca bir işaret edeceğiz. Mesele şudur:

Ehl-i Sünnet ve Cemaat der ki: “Hazret-i Ali Hulefâ-i Erbaanın [dört büyük halife] dördüncüsüdür. Hazret-i Sıddık daha efdaldir ve hilâfete daha müstehak idi ki, en evvel o geçti.”2

Şîalar derler ki: “Hak Hazret-i Ali’nin (r.a.) idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hazret-i Ali’dir (r.a.).” Dâvâlarına getirdikleri delillerin hülâsası: [esas, öz] Derler ki, Hazret-i Ali (r.a.) hakkında vârid [söylenen] ehâdis-i Nebeviye3 [Hz. Peygamber (a.s.m.) tarafından söylenen sözler, hadisler] ve Hazret-i Ali’nin (r.a.) “Şah-ı Velâyet[velilerin şahı; Hz. Ali] ünvanıyla, ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] ile evliyanın ve tariklerin mercii ve ilim ve şecaat [yiğitlik, cesaret] ve ibadette harikulâde sıfatları ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ona ve ondan teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] eden Âl-i Beyte karşı şiddet-i alâka[aşırı ilgi] gösteriyor ki, en efdal odur. Daima hilâfet onun hakkı idi, ondan gasp edildi.

Elcevap: Hazret-i Ali (r.a.) mükerreren, [defalarca] kendi ikrarı4 ve yirmi seneden ziyade o hulefâ-i selâseye [Hz. Ali’den önceki üç büyük halife; Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman] ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ederek onların şeyhülislâmlığı makamında bulunması, Şîaların bu dâvâlarını cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] ediyor. Hem hulefâ-i selâsenin [Hz. Ali’den önceki üç büyük halife; Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman] zaman-ı hilâfetlerinde [halifelik dönemi] fütuhat-ı İslâmiye [İslâm adına yapılan fetihler] ve mücahede-i a’dâ [düşmanla savaş] hadiseleri ve Hazret-i Ali’nin zamanındaki

53

vakıalar, yine hilâfet-i İslâmiye [İslâm halifeliği] noktasında Şîaların dâvâlarını cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] ediyor. Demek Ehl-i Sünnet ve Cemaatin dâvâsı haktır.

Eğer denilse: Şîa ikidir. Biri Şîa-i Velâyettir, diğeri Şîa-i Hilâfettir. Haydi, bu ikinci kısım, garaz ve siyaset karıştırmasıyla haksız olsun. Fakat birinci kısımda garaz ve siyaset yok. Halbuki Şîa-i Velâyet, Şîa-i Hilâfete iltihak [karışma, katılma] etmiş. Yani, ehl-i turuktaki [tarikatlere mensup olanlar] evliyanın bir kısmı Hazret-i Ali’yi efdal görüyorlar, siyaset cihetinde olan Şîa-i Hilâfetin dâvâlarını tasdik ediyorlar.

Elcevap: Hazret-i Ali’ye (r.a.) iki cihetle bakılmak gerektir. Bir ciheti şahsî kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve mertebesi noktasından, ikinci cihet Âl-i Beytin şahs-ı mânevîsini [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] temsil ettiği noktasındandır. Âl-i Beytin şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ise Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bir nevi mahiyetini gösteriyor.

İşte, birinci nokta itibarıyla, Hazret-i Ali (r.a.) başta olarak bütün ehl-i hakikat, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’i (r.a.) takdim ediyorlar.1 Hizmet-i İslâmiyette [İslâm dinine hizmet] ve kurbiyet-i İlâhiyede [Allah’a yakınlık] makamlarını daha yüksek görmüşler.

İkinci nokta cihetinde, Hazret-i Ali (r.a.) şahs-ı mânevî-i Âl-i Beytin [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ev halkından meydana gelen manevî kişilik] mümessili [temsilci] ve şahs-ı mânevî-i Âl-i Beyt [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ev halkından meydana gelen manevî kişilik] bir hakikat-i Muhammediyeyi [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] (a.s.m.) temsil ettiği cihetle, muvazeneye [karşılaştırma/denge] gelmez. İşte, Hazret-i Ali hakkında fevkalâde senâkârâne [överek ve medheder bir şekilde] ehâdis-i Nebeviye2 [Hz. Peygamber (a.s.m.) tarafından söylenen sözler, hadisler] bu ikinci noktaya bakıyorlar. Bu hakikati teyid eden bir rivayet-i sahiha [Peygamberimizden doğru olarak nakledilmiş hadis] var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: “Her nebînin [peygamber] nesli kendindendir. Benim neslim Ali’nin (r.a.) neslidir.”3

Hazret-i Ali’nin (r.a.) şahsı hakkında sair hulefâdan [halifeler] ziyade senâkârâne [överek ve medheder bir şekilde] ehâdisin kesretle [çokluk] intişarının [açığa çıkma, yayılma] sırrı şudur ki: Emevîler ve Haricîler ona haksız hücum ve

54

tenkis [eksiltme, değerini indirme] ettiklerine mukabil, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak, [doğru ve hak yolda olan kimseler] onun hakkında rivâyâtı [Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi] çok neşrettiler. Sair Hulefâ-i Râşidîn [dört büyük halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali] ise öyle tenkit ve tenkise [eksiltme, değerini indirme] çok maruz kalmadıkları için, onlar hakkındaki ehâdisin intişarına [açığa çıkma, yayılma] ihtiyaç görülmedi.

Hem istikbalde Hazret-i Ali (r.a.) elîm hâdisâta ve dahilî fitnelere maruz kalacağını nazar-ı nübüvvetle [Peygamberlik bakışı] görmüş, Hazret-i Ali’yi (r.a.) meyusiyetten [ümitsiz] ve ümmetini onun hakkında sû-i zandan kurtarmak için, مَنْ كُنْتُ مَوْلاَهُ فَعَلِىٌّ مَوْلاَهُ 1 gibi mühim hadislerle Ali’yi (r.a.) teselli ve ümmeti irşad [doğru yol gösterme] etmiştir.

Hazret-i Ali’ye (r.a.) karşı Şîa-i Velâyetin ifratkârâne [ölçüyü aşan, ileri giden bir tarzda] muhabbetleri ve tarikat cihetinden gelen tafdilleri, [üstün tutma] kendilerini Şîa-i Hilâfet derecesinde mes’ul etmez. Çünkü, ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] meslek itibarıyla, muhabbetle mürşidlerine bakarlar. Muhabbetin şe’ni [belirleyici özellik] ifrattır.2 Mahbubunu makamından fazla görmek arzu ediyor. Ve öyle de görüyor. Muhabbetin taşkınlıklarında ehl-i hal mâzur olabilirler. Fakat onların muhabbetten gelen tafdili, [üstün tutma] Hulefâ-i Râşidînin [dört büyük halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali] zemmine [ayıplama, kötüleme] ve adâvetine [düşmanlık] gitmemek şartıyla ve usul-ü İslâmiyenin [İslâm’ın esasları, temelleri] haricine çıkmamak kaydıyla mâzur olabilirler.

Şîa-i Hilâfet ise, ağrâz-ı siyaset, [siyasi taraftarlığın doğurduğu kin ve düşmanlık] içine girdiği için, garazdan, tecavüzden kurtulamıyorlar, itizar [bir sebep göstererek affını dileme] hakkını kaybediyorlar. Hattâ, لاَ لِحُبِّ عَلِىٍّ بَلْ لِبُغْضِ عُمَرَ 3 cümlesine mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olarak, Hazret-i Ömer’in (r.a.) eliyle İran milliyeti ceriha [yara, hastalıklı uzuvlar] aldığı için,4 intikamlarını hubb-u Ali [Hz. Ali sevgisi] suretinde gösterdikleri gibi, Amr ibnü’l-Âs’ın Hazret-i Ali’ye (r.a.) karşı hurucu ve Ömer ibni Sa’d’ın Hazret-i Hüseyin’e (r.a.)

55

karşı feci muharebesi,1 Ömer ismine karşı şiddetli bir gayz [kin, öfke] ve adâveti [düşmanlık] Şîalara vermiş.

Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı Şîa-i Velâyetin hakkı yoktur ki, Ehl-i Sünneti tenkit etsin. Çünkü Ehl-i Sünnet, Hazret-i Ali’yi (r.a.) tenkis [eksiltme, değerini indirme] etmedikleri gibi, ciddî severler. Fakat hadisçe tehlikeli sayılan ifrat-ı muhabbetten2 [aşırı derecede sevgi besleme] çekiniyorlar. Hadisçe Hazret-i Ali’nin (r.a.) şîası hakkındaki senâ-yı Nebevî,3 Ehl-i Sünnete aittir. Çünkü istikametli [doğru] muhabbetle Hazret-i Ali’nin (r.a.) şîaları, ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] olan Ehl-i Sünnet ve Cemaattir. Hazret-i İsâ aleyhisselâm hakkındaki ifrat-ı muhabbet [aşırı derecede sevgi besleme] Nesârâ [Hıristiyanlar] için tehlikeli olduğu gibi, Hazret-i Ali (r.a.) hakkında da o tarzda ifrat-ı muhabbet, [aşırı derecede sevgi besleme] hadis-i sahihte, [hakkında şüphe edilmeyen ve doğruluğu kesin olarak bilinen Peygamberimizin sözleri] tehlikeli olduğu tasrih [açık şekilde bildirme] edilmiş.4

Şîa-i Velâyet eğer dese ki: “Hazret-i Ali’nin (r.a.) kemâlât-ı fevkalâdesi [olağanüstü, mükemmel özellikler] kabul olunduktan sonra Hazret-i Sıddık’ı (r.a.) ona tercih etmek kabil [mümkün] olmuyor.”

Elcevap: Hazret-i Sıddık-ı Ekberin ve Fâruk-u Âzamın (r.a.) şahsî kemâlâtıyla [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve veraset-i nübüvvet [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] vazifesiyle zaman-ı hilâfetteki [halifelik dönemi] kemâlâtıyla [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] beraber bir mizanın [ölçü] kefesine; Hazret-i Ali’nin (r.a.) şahsî kemâlât-ı harikasıyla, hilâfet zamanındaki dahilî, bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] girdiği elîm vakıalardan gelen ve sû-i zanlara mâruz olan hilâfet mücahedeleri [Allah yolunda cihad etme] beraber mizanın [ölçü] diğer kefesine bırakılsa, elbette Hazret-i Sıddık’ın (r.a.) veyahut Fâruk’un (r.a.) veyahut Zinnureyn’in (r.a.) kefesi ağır geldiğini Ehl-i Sünnet görmüş, tercih etmiş.

Hem, On İkinci ve Yirmi Dördüncü Sözlerde ispat edildiği gibi, nübüvvet, [peygamberlik] velâyete [velilik] nisbeten derecesi o kadar yüksektir ki, nübüvvetin [peygamberlik] bir dirhem kadar cilvesi, bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] kadar velâyetin [velilik] cilvesine müreccahtır. [tercih edilen] Bu nokta-i nazardan, [bakış açısı]

56

Hazret-i Sıddık-ı Ekberin (r.a.) ve Fâruk-u Âzamın (r.a.) veraset-i nübüvvet [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] ve tesis-i ahkâm-ı risalet [Peygamberlik makâmının hükümlerinin tesisi, uygulamaya konulması] noktasında1 hisseleri taraf-ı İlâhîden [Allah tarafından] ziyade verildiğine, hilâfetleri zamanlarındaki muvaffakiyetleri [başarı] Ehl-i Sünnet ve Cemaate delil olmuş. Hazret-i Ali’nin (r.a.) kemâlât-ı şahsiyesi, [kişisel üstünlüğü sağlayan özellikler] o veraset-i nübüvvetten [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] gelen o ziyade hisseyi hükümden iskat [düşürme] edemediği için, Hazret-i Ali (r.a.), Şeyheyn-i Mükerremeynin zaman-ı hilâfetlerinde [halifelik dönemi] onlara şeyhülislâm olmuş ve onlara hürmet etmiş. Acaba Hazret-i Ali’yi (r.a.) seven ve hürmet eden ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve sünnet, Hazret-i Ali’nin (r.a.) sevdiği ve ciddî hürmet ettiği Şeyheyni [Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer (r.a.)] nasıl sevmesin ve hürmet etmesin?

Bu hakikati bir misalle izah edelim: Meselâ, gayet zengin bir zâtın irsiyetinden, [miras] evlâtlarının birine yirmi batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] gümüş ile dört batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] altın veriliyor. Diğerine beş batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] gümüş ile beş batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] altın veriliyor. Öbürüne de üç batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] gümüş ile beş batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] altın verilse, elbette âhirdeki ikisi çendan [gerçi] kemiyeten [sayıca, nicelik itibariyle] az alıyorlar, fakat keyfiyeten ziyade alıyorlar. İşte, bu misal gibi, Şeyheynin [Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer (r.a.)] veraset-i nübüvvet [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] ve tesis-i ahkâm-ı risaletinde [Peygamberlik makâmının hükümlerinin tesisi, uygulamaya konulması] tecellî eden hakikat-i akrebiyet-i İlâhiye [Cenâb-ı Hakkın insana yakın oluşunun hakikati] altınından hisselerinin az bir fazlalığı, kemâlât-ı şahsiye [kişisel üstünlüğü sağlayan özellikler] ve velâyet [velilik] cevherinden neş’et [doğma] eden kurbiyet-i İlâhiyenin [Allah’a yakınlık] ve kemâlât-ı velâyetin [velilik vasıfları] ve kurbiyetin [yakın] çoğuna galip gelir. Muvazenede [karşılaştırma/denge] bu noktaları nazara almak gerektir.2 Yoksa, şahsî şecaati [yiğitlik, cesaret] ve ilmi ve velâyeti [velilik] noktasında birbiriyle muvazene [karşılaştırma/denge] edilse, hakikatin sureti değişir.

Hem Hazret-i Ali’nin (r.a.) zâtında temessül [belirme, görünme] eden şahs-ı mânevî-i Âl-i Beyt [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ev halkından meydana gelen manevî kişilik] ve o şahsiyet-i mâneviyede [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] veraset-i mutlaka [her yönüyle varislik] cihetiyle tecellî eden hakikat-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] (a.s.m.) noktasında muvazene [karşılaştırma/denge] edilmez. Çünkü orada Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın sırr-ı azîmi [büyük sır] var.

57

Amma Şîa-i Hilâfet ise, Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı mahcubiyetinden başka hiçbir hakları yoktur. Çünkü bunlar Hazret-i Ali’yi (r.a.) fevkalâde sevmek dâvâsında oldukları halde tenkis [eksiltme, değerini indirme] ediyorlar ve sû-i ahlâkta [kötü ahlâk] bulunduğunu onların mezhepleri iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Çünkü diyorlar ki, “Hazret-i Sıddık ile Hazret-i Ömer (r.a.) haksız oldukları halde, Hazret-i Ali (r.a.) onlara mümâşât [maslahat yolunu, anlaşma tarzını seçme] etmiş, Şîa ıstılahınca takiyye etmiş, yani onlardan korkmuş, riyâkârlık etmiş.”1 Acaba böyle kahraman-ı İslâm [İslâm kahramanı] ve “Esedullah[Allah’ın arslanı; Hz. Ali’nin (r.a.) bir lâkabı] ünvanını kazanan2 ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir zâtı riyâkâr ve korkaklıkla ve sevmediği zatlara tasannukârâne [yapmacık bir şekilde davranma] muhabbet göstermekle ve yirmi seneden ziyade havf [korku] altında mümâşât [maslahat yolunu, anlaşma tarzını seçme] etmekle, haksızlara tebaiyeti [tabi olma, uyma] kabul etmekle muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] görmek, ona muhabbet değildir. O çeşit muhabbetten Hazret-i Ali (r.a.) teberrî [temize çıkarmak, aklamak] eder.

İşte, ehl-i hakkın mezhebi hiçbir cihetle Hazret-i Ali’yi (r.a.) tenkis [eksiltme, değerini indirme] etmez, sû-i ahlâk [kötü ahlâk] ile itham [suçlama] etmez, öyle bir harika-i şecaate [yiğitlik ve yüreklilikte benzersiz olma] korkaklık isnad etmez ve derler ki: “Hazret-i Ali (r.a.) Hulefâ-i Râşidîni [dört büyük halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali] hak görmeseydi, bir dakika tanımaz ve itaat etmezdi. Demek ki, onları haklı ve râcih gördüğü için, gayret ve şecaatini [yiğitlik, cesaret] hakperestlik [hakka taraftarlık] yoluna teslim etmiş.”3

Elhasıl: [kısaca, özetle] Herşeyin ifrat [aşırılık] ve tefriti [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır [orta çizgi, orta yol] ki,4 Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş. Fakat, maatteessüf, [ne yazık ki] Ehl-i Sünnet ve Cemaat perdesi altına Vahhâbîlik ve Haricîlik fikri kısmen girdiği gibi, siyaset meftunları [aşık] ve bir kısım mülhidler, [dinsiz] Hazret-i Ali’yi (r.a.) tenkit ediyorlar. Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilâfete tam liyakat göstermemiş, idare edememiş diyorlar. İşte bunların bu haksız ithamlarından, [suçlama] Alevîler Ehl-i Sünnete karşı küsmek vaziyetini alıyorlar. Halbuki, Ehl-i Sünnetin düsturları [kâide, kural] ve esas-ı mezhepleri, [mezhebin temeli] bu fikirleri iktiza [bir şeyin gereği] etmiyor, belki aksini ispat ediyorlar. Haricîlerin ve mülhidlerin [dinsiz]

58

tarafından gelen böyle fikirlerle Ehl-i Sünnet mahkûm olamaz. Belki Ehl-i Sünnet, Alevîlerden ziyade Hazret-i Ali’nin (r.a.) taraftarıdırlar. Bütün hutbelerinde, [balık] dualarında Hazret-i Ali’yi (r.a.) lâyık olduğu senâ ile zikrediyorlar. Hususan, ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] ile Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] onu mürşid ve Şah-ı Velâyet [velilerin şahı; Hz. Ali] biliyorlar.1 Alevîler, hem Alevîlerin, hem Ehl-i Sünnetin adâvetine [düşmanlık] istihkak [hak edilen pay] kesb [elde etme, kazanma] eden Haricîleri ve mülhidleri [dinsiz] bırakıp ehl-i hakka karşı cephe almamalıdırlar. Hattâ bir kısım Alevîler, Ehl-i Sünnetin inadına sünneti terk ediyorlar. Her ne ise, bu meselede fazla söyledik; çünkü ulemanın beyninde [arasında] ziyade medar-ı bahs [bahis sebebi, söz konusu] olmuştur.

Ey ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz [edinme, kabullenme] eden Alevîler! Çabuk bu mânâsız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizâı [anlaşmazlık, çekişme] aranızdan kaldırınız. Yoksa, şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip, ezmesinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edecek. Bunu mağlûp ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid [Allah’ın birliğine inanan kimseler] olduğunuzdan, uhuvveti [kardeşlik] ve ittihadı [birleşme] emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye [mukaddes bağ] mâbeyninizde [ara] varken, iftirakı [ayrılık] iktiza [bir şeyin gereği] eden cüz’î [ferdî, küçük] meseleleri bırakmak elzemdir.

ba

İkinci Makam

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 2

Âyetinin ikinci hakikatine dair olacak.Haşiye [dipnot]