LEM’ALAR – Fihrist (664-733)

664

Fihrist

BİRİNCİ LEM’A:…. [parıltı] 27

Hazret-i Yûnus aleyhisselâmın münâcât-ı meşhûresi olan

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

فَنَادٰى فِى الظُّلُمَاتِ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ * 1

âyetinin bir sırr-ı mühimmini [önemli sır, hakikat] ve bir hakikat-ı azimesini beyan ederek; herbir insan bu dünyada, Hazret-i Yûnus aleyhisselâmın bulunduğu vaziyette–fakat büyük mikyasta–olduğunu [ölçü] beyan eder. Hazret-i Yûnus aleyhisselâma “Hût, [balık] deniz, gece” ne ise; her insan için nefsi, dünyası, istikbâli de odur.

İKİNCİ LEM’A:…. [parıltı] 31

Hazret-i Eyyûb aleyhisselâmın münâcât-ı meşhûresini beyan eder.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِذْ نَادٰى رَبَّهُۤ اَنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ * 2

âyetinin mühim bir sırrını ve azim bir hakikatını “Beş Nükte[derin anlamlı söz] ile tefsir edip, bütün musibetzedelere mânevî bir tiryak [derman, ilaç] ve gayet nâfi [faydalı] bir ilâç hükmünde bir risaledir. Bu Risale, maddi musibetleri, ehl-i iman [Allah’a inanan] için musibetlikten çıkarıyor. Asıl ehemmiyetli musibet, kalbe ve ruha gelen dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] musibetleri olduğunu beyan ettiği gibi; musibetzedelerin ömür dakikaları ehl-i sabır ve şükür hakkında ibadet saatleri hükmüne geçip şekvâ [şikayet] kapısını kapar, daima şükür kapısını açar bir risaledir.

ÜÇÜNCÜ LEM’A:…. [parıltı] 40

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ * 3

665

âyetinin mühim iki hakikatını,

يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى * يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى * 1

olan meşhur iki cümlenin ifade ettikleri iki hakikat-ı mühimme ile tefsir ediyor. Beka için halkedilen ve Bakàya âşık olan rûh-u insânî, Baki-i Zülcelâl’e karşı münasebet-i hakikiyesini bilse, fâni ömrünü bâki bir ömre tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eder. Saniyeleri seneler hükmüne geçtiğini ve Bâki-i Zülcelâl‘i [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve varlığı kalıcı ve devamlı olan Allah] tanımayan rûh-u insanın [insan ruhu] seneleri, saniyeler hükmünde olduğunu beyan edip ispat eden kıymetdar bir risaledir. Fenâyı fena gören ve bekàyı merak edenler, bu risaleyi merakla okumalı.

DÖRDÜNCÜ LEM’A:…. [parıltı] 47

Minhâcü’s-Sünne namında gayet mühim bir risaledir. Ehl-i Şia ve Ehl-i Sünnet mabeyninde [ara] en mühim bir mesele-i ihtilâfiyye olan mesele-i imameti [ümmete imamlık meselesi, halifelik meselesi] gayet vâzıh [açık] ve kat’i bir surette hal ve fasleder.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

لَقَدْ جَۤاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ * فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 2

قُلْ لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى * 3

Âyât-ı azîmenin çok hakaik-i azimesinden iki büyük hakikatını “Dört Nükte[derin anlamlı söz] ile tefsir ediyor. Bu risale, Ehl-i Sünnet ve Cemaata, hem alevilere gayet kıymettar ve menfaattardır; hakikaten Minhacü’s-Sünne’dir. [meslek, yol] Sünnet-i Seniyenin yolunu, o meselede tam beyan eder.

BEŞİNCİ LEM’A:…. [parıltı] 59

666

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 âyetinin gayet mühim bir hakikatını on beş mertebe ile beyan edecek bir risale olacaktı. Fakat hakikat ve ilimden ziyade zikir ve tefekkür ile münasebettar [alâkalı, ilgili] olduğundan şimdilik te’hir edildi. Çendan [gerçi] On Birinci Lem’a [parıltı] olan Mirkatü’s-Sünne [sünnetin merdiveni; sünnetin dereceleri] ve Tiryak-ı Marazü’l-Bid’a namındaki gayet mühim bir risale, Beşinci Lem’a [parıltı] namıyla bidayeten [ilk önce] yazılmıştı. Fakat, o risale on bir nükte-i mühimmeye [önemli ince nokta, derin mânâ] inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] ettiğinden On Birinci Lem’a‘ya [parıltı] girdi. Beşinci Lem’a [parıltı] açıkta kaldı.

ALTINCI LEM’A:…. [parıltı] 59

  لاَحَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيمِ 2 cümlesinin ifade ettiği çok âyâtın mühim hakikatını, yine on beş-yirmi mertebe-i fikriye [fikir ve düşünce derecesi] ile beyan edecek bir risale olacaktı. Bu lem’a [parıltı] da Beşinci Lem’a [parıltı] gibi nefsimde hissettiğim ve harekat-ı ruhiyyemde zikr ve tefekkürle müşahede ettiğim mertebeler olduğundan ilim ve hakikattan ziyade zevk ve hâle medar [kaynak, dayanak] olmak cihetiyle hakikat-ı lem’a içinde değil, belki âhirlerinde yazılması münasip görüldü.

YEDİNCİ LEM’A:…. [parıltı] 60

Sûre-i Feth’in âhirinde

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

لَقَدْ صَدَقَ اللهُ رَسُولَهُ الرُّؤْيَا بِالْحَقِّ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ اِنْ شَۤاءَ اللهُ اٰمِنِينَ مُحَلِّقِينَ رُؤُسَكُمْ وَمُقَصِّرِينَ لاَتَخَافُونَ فَعَلِمَ مَالَمْ تَعْلَمُوا فَجَعَلَ مِنْ دُونِ ذٰلِكَ فَتْحًا قَرِيبًا * هُوَ الَّذِۤى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَكَفٰى بِاللهِ شَهِيدًا * مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ وَالَّذِينَ مَعَهُۤ اَشِدَّۤاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَۤاءُ بَيْنَهُمْ تَرٰيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَاللهِ وَرِضْوَانًا سِيمَاهُمْ فِى وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِ وَمَثلُهُمْ فِى اْلاِنْجِيلِ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْئَهُ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰى عَلٰى سُوقِهِ

667

يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللهُ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرةً وَاَجْرًا عَظِيمًا * 1

olan üç âyet-i azimeden on vücûh-u i’câziyeden yalnız ihbar-ı bilgayb [bilinmeyen ve görünmeyen alemden gelen haberler] veçhinden [yön] sekiz ihbarat-ı gaybiyeyi beyan ediyor, şu üç âyet, tek başıyla bir mucize-i bâhire olduğunu ispat ediyor. Tetimmesinde, [ek]

فَاُولٰۤئِكَ مَعَ الَّذِينَ اَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَۤاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ اُولٰۤئِكَ رَفِيقًا * 2

âyetinin mühim bir nükte-i i’câziyesini, [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair ince bir mânâ] Sûre-i Feth’in âhirindeki âyetin aynı ihbar-ı gaybîsi [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] nev’inden, gaybî ihbarlarına işaret eder.

Hatimesinde, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] cihetinde i’cazî [mu’cize oluş] nüktelerinden [derin anlamlı söz] gayet parlak bir nükte-i i’câziyesini [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair ince bir mânâ] beyan edip; Kur’ân Fâtiha‘da [başlangıç] Fâtiha [başlangıç] Besmele’de Besmele, Elif, Lâm, Mim’de bir cihette dercedildiğini [yerleştirme] beyan ediyor. Hem, en münteşir [yaygın olan] ve mütedavil [elden ele aktarılan] derkenar [anlama, algılama] Mushaflarda [Kur’ân] lâfzullahın [ifade, kelime] tevafukat-ı lâtife-i [güzel münasebet, denklik ve uygunluklar] i’câziyesinden birisi şudur ki; sahifenin âhirki satırının yukarı kısmında bütün Kur’ân’da seksen ve aşağı kısmında yine Lâfza-i Celâl [“Allah” kelimesi] birbiri üstünde seksen olup tevafuk ederek gelmesi ve sayfalar arkasında tam muvafakatla birbirini göstermesi, âdeta seksen adetten bir tek Lafza-i Celâl tezahür etmesi; hem âhirki satırın tam ortasında elli beş ve başında yirmi beş, beraber yine seksen ederek; bu seksen, o iki seksene seksenlikte tevafuk ettikleri gibi, iki yüz kırk tevafukat-ı lâtife [güzel münasebet, denklik ve uygunluklar] yalnız sayfanın âhirki satırlarında bulunması gösteriyor ki; Kur’ân’ı Azimüşşan’ın hem âyâtı, hem kelimatı, [ifadeler, sözler] hem hurufatı herbiri, ayrı ayrı medâr-ı i’câz oldukları gibi, kelimatın [ifadeler, sözler] nakışları [işleme] ve hatları dahi ayrı bir şu’le-i i’câza mazhar [erişme, nail olma] olduğunu beyan eder.

SEKİZİNCİ LEM’A:…. [parıltı] 75

668

Keramet-i Gavsiye Risalesidir. Matbu Sikke-i Tasdik-i Gaybî ve Teksir [çoğalma] Lem’alar [parıltılar] mecmuasında neşredilmiştir. (Fihriste ait Sekizinci Lem’a’nın izahı bu kitabın arkasındadır.)

DOKUZUNCU LEM’A:…. [parıltı] 76

اِنَّ مَثَلَ عِيسٰى عِنْدَ اللهِ كَمَثَلِ اٰدَمَ * 1

قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى * 2

âyetlerinin birkaç sırlarına dair, hizmet-i Kur’âniyye içinde gayet mühim bir kardeşimiz olan Hulûsi Beyin suallerine cevaptır.

Birinci sual: Muhyiddin-i Arabî, “ruhun mahlûkiyyeti inkişafından [açığa çıkma] ibarettir” demesine karşı gayet mühim bir tahkik [araştırma, inceleme] ile ruha ait bir meseleyi hallediyor.

Diğer bir suali: İlm-i cifre ait olarak gaybdan haber veren evliyaların yalnız işaretle iktifa [yetinme] ettiklerinin hikmetini beyan ediyor.

Diğer bir sualinde: Hz. İsa aleyhisselâma bir peder tahayyül [hayal etme] eden ve hınzırın [domuz] etini bir cihette cevazına hükmeden bedbaht bir doktorun dalâletlerini [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] başına vurup susturuyor.

Bu risalenin zeyli, [ek] ikinci sualin cevabına gayet mühim bir zeyldir [ek] ki; vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] meşrebinin [hareket tarzı, metod] mahiyetini gösterdiği gibi bu meşrebin [hareket tarzı, metod] en mühim ve en yüksek meşreb [hareket tarzı, metod] olmadığını ve Muhyiddin-i Arabî gibi zâtların o meşrebe gitmelerinin sebeplerini gayet metin [sağlam] ve kat’i bir sûrette beyan ediyor.

Bu risale vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] ile ve Muhyiddin-i Arabî’nin asârıyla ülfet edenlere bir iksir-i âzam [tesiri en büyük olan ilâç] hükmündedir.

ONUNCU LEM’A…. [parıltı] 90

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَرًا وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُۤوءٍ تَوَدُّ لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُ اَمَدًا بَعِيدًا وَيُحَذِّرُكُمُ اللهُ نَفْسَهُ وَاللهُ رَؤُوفٌ بِالْعِبَادِ 3

âyetinin bir sırrını, hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] arkadaşlarımın beşeriyet mukteza[bir şeyin gereği] olarak sehiv [hata, yanılgı] ve hatâlarının neticesinde yedikleri şefkat tokatlarını beyan etmekle tefsir ediyor.

669

Evet; bu risale, iki kısım olarak yazılmış. Birinci kısımda; has ve sâdık Kur’ân Hizmetkârlarının sehiv [hata, yanılgı] ve hataları neticesinde yedikleri tenbihkârane şefkat tokatları. İkinci kısımda; zâhiri dost ve kalbi muarız [itiraz eden, karşı gelen] olanların bilerek verdikleri zarara mukabil, zecirkârane [azarlama, sakındırma] yedikleri tokatlarından bahsedilecekti. Fakat lüzumsuz bazıların hatırlarını rencide etmemek için, yüzer hâdisattan birinci kısmın yalnız on beş adedinden bahsedildi. İkinci kısım şimdilik yazılmadı. Tokat yiyen, kendi imza ve tasdiki tahtında, kabul ederek yazmıştır. Ben beş tokat yedim yazdım. Nefsim gibi telâkki [anlama, kabul etme] ettiğim Abdülmecid ile Hulûsi’ye vekâleten yazdım. Ötekilerin bir kısmı kendileri yazdılar; bir kısmı, hakkında yazılanı gördüler, kabul ettiler. Nümûne nev’inden olarak onlarla iktifa [yetinme] ettik. Yoksa hâdisat çoktur. Bununla kat’iyen [kesinlikle] kanaatımız gelmiştir ki, bu hizmetimizde başıboş değiliz. Mühim bir nazar altındayız ve dikkatli bir inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] nazarındayız ve kuvvetli hıfz ve himayet tahtındayız. O risalenin âhirinde, اَلظُّلْمُ لاَيَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ 1 sırrına dair mühim bir hakikat beyan edilerek, hizmetimize zulüm nev’inden ilişen mülhidler, [dinsiz] bu dünyada tokadını yiyecekler. Ve kısmen yediklerini; ve zındıka ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hesabına ilişenler çabuk tokat yemeyip te’hir edildiğinin sebep ve hikmetini beyan ediyor.

ON BİRİNCİ LEM’A:…. [parıltı] 101

Mirkatü’s-Sünne [sünnetin merdiveni; sünnetin dereceleri] ve Tiryâkü Marazı’l Bid’a[aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] namıyla gayet mühim bir risaledir.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

لَقَدْ جَۤاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ * 2

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 3

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ * 4

âyetlerinin gayet mühim iki hakikatını “On bir Nükte[derin anlamlı söz] ile tefsir ediyor.

Birinci Nükte: [derin anlamlı söz]

670

مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتِى فَلَهُ اَجْرُ مِائَةِ شَهِيدٍ * 1

Hadis-i şerifinin sırrını beyan ediyor.

İkinci Nükte: [derin anlamlı söz] İmam-ı Rabbanî (r.a.), “sünnet-i seniyenin ittibaı; [tabi olma, uyma] en haşmetli, en letâfetli, [güzel, hoş] en emniyetli tarikattır” demesine dairdir.

Üçüncü Nükte: [derin anlamlı söz] Sünnet-i seniyenin ehemmiyeti hakkında İmam-ı Rabbânî’nin hükmünü tasdik ettiğini beyan ediyor.

Dördüncü Nükte: [derin anlamlı söz]

اَلْمَوْتُ حَقٌّ 2 hakikatının kapısıyla, gayet acip bir âlem-i mâneviye ait bir seyahat-ı rûhiyeyi beyan ediyor.

Beşinci Nükte: [derin anlamlı söz]

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ * 3

âyetinin sarahatiyle, [açıklık] muhabbetullah, [Allah sevgisi] kat’i bir kıyas-ı mantıki ile, sünnet-i seniyenin ittibaını [tabi olma, uyma] intaç [netice verme] ettiğine dairdir.

Altıncı Nükte: [derin anlamlı söz]

كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ * 4

hadisinin mühim bir sırrını ve 5 اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ âyetinin bir hakikatını tefsir ediyor.

Yedinci Nükte: [derin anlamlı söz] Sünnet-i seniyenin herbir meselesi altında bir edep bulunduğunu beyan eder. “Allâmü’l-Guyûb‘a [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] karşı edep ve hicap nasıl olabilir ve ne demektir?” sualine karşı, güzel bir cevaptır.

Sekizinci Nükte: [derin anlamlı söz] Sünnet-i seniyenin bir kısmı şefkat-i Ahmediyenin (a.s.m.) tereşşuhatı [belirti] olduğu gibi, Zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] Aleyhissalâtü Vesselâmın nasıl bir mâden-i şefkat olduğunu gösteriyor.

Dokuzuncu Nükte: [derin anlamlı söz] Sünnet-i seniyenin herbir nev’ine tamamen bilfiil ittiba [tabi olma, uyma] etmek, ehass-ı havâssa mahsus olduğu halde; herkes niyeti ile ve kasd ile ve tarafdarane ve iltizamkârane [kabul etme, taraftarlık] ve takdirkârane [takdir eden, beğeniyi ifade eden] talip olmakla, o ittibâ-ı tâmmeden tam hissedar olabilir. Ehl-i tarikatın [tarikata mensup olanlar] ezkâr [zikirler] ve evrad [okunması âdet olan dualar] ve meşrepleri, [hareket tarzı, metod] esasat-ı sünnete

671

muhalefet etmemek şartıyla bid’ata [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] dahil olmadığını, olsa olsa bid’a-i hasene [Hz. Muhammed’den (a.s.m.) sonra ortaya çıkan, fakat Kur’ân ve Sünnete aykırı olmayan şey] olduğunu beyan eder.

Onuncu Nükte: [derin anlamlı söz]

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ * 1

Muhabbet-i İlâhiyeye [Allah sevgisi] ve o muhabbetin neticesinde sünnet-i seniyenin ittibâına [tâbi olma, bağlanma] dair, üç nokta ile, gayet merak-âver [merak verici] ve mühim ve güzel beyanat var. Hattâ kitabın nakşında şu Onuncu Nükte‘nin [derin anlamlı söz] bir şua-ı kerametini, tevafukla nazara gösteriyor.

On Birinci Nükte: [derin anlamlı söz] Zât-ı Ahmediyenin [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) sünnet-i seniyesinin menbaı; [kaynak] hem akvâli, [sözler] hem ahvâli, [haller] hem ef’ali [fiiller, davranışlar] olduğunu ve herbirisi hem farz, hem nevâfil, [farz ve vâcip ibadetlerin dışında kalan ve sevap kazandıran ibadetler] hem âdât aksamına inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] ettiğini ve Kur’ân’da وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظِيمٍ 2 sırrıyla, nev’i beşer [insan türü, insanlık] içinde mânen ve ruhen olduğu gibi, mizac-ı cismânisinin cihetiyle dahi en mutedil [ölçülü, aşırıya kaçmayan] noktasında ve kuva-yı cismâniye ve nefsiyede nokta-i itidalin vasatında ve kemâlinde bulunan ferd-i ferid, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm olduğunu ispat ediyor. Bu risale dahi, başta denildiği gibi, bir tiryak-ı enfa’ ve bir iksir-i âzamdır. [tesiri en büyük olan ilâç]

ON İKİNCİ LEM’A:…. [parıltı] 120

اِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُوالْقُوَّةِ الْمَتِينُ * 3

اَللهُ الَّذِى خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ اْلاَرْضِ مِثْلَهُنَّ يَتَنَزَّلُ اْلاَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُۤوا اَنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَاَنَّ اللهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَىْءٍ عِلْمًا * 4

âyetlerinin ehl-i fennin [bilim adamları] ve şimdiki coğrafyacı ve kozmoğrafyacıların [astronomi, gök bilimi] medar-ı tenkitleri [tenkide sebep] olmuş, iki hakikatını, “İki Nükte[derin anlamlı söz] ile tefsir ediyor.

Birinci Nükte: [derin anlamlı söz] Umum rızık doğrudan doğruya Kadir-i Zülcelâl’in elinde olduğunu ve hazine-i rahmetinden [Allah’ın rahmet hazinesi] çıktığını beyan ederek, rızıksızlıktan ölmek olmadığını ispat eder.

İkinci Nükte: [derin anlamlı söz] Küre-i Arzın, [yer küre, dünya] münkir [Allah’a inanmayan] coğrafyacı feylesofların rağmına [zıddına, aksine] olarak, yedi vecihle [yön] yedi tabaka olduğunu ve semavat dahi, kozmoğrafya[astronomi, gök bilimi] feylesofların rağmına [zıddına, aksine] olarak, yedi vecihle [yön] yedi tabaka olduğunu ispat eder. Bu risale, öyle geveze mülhidlere [dinsiz] bir licamdır, yani gemdir.

ON ÜÇÜNCÜ LEM’A:…. [parıltı] 132

672

“Hikmetü’l-İstiaze” namıyla maruf, [bilinen] gayet kıymettar ve kuvvetli ve hakikatlı bir risaledir.

قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ * مَلِكِ النَّاسِ * اِلٰهِ النَّاسِ * مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ * اَلَّذِى يُوَسْوِسُ فِى صُدُورِ النَّاسِ * مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ * 1

sûresinin en mühim bir hakikatını,

وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ * وَ اَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ * 2

âyetinin mühim bir hikmetini ve اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ ‘in en mühim bir sırrını “On Üç İşaret” ile tefsir ederek, on üç anahtarla قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ 3’ın kal’a-i hasînine girmek için kapı açar, tahassüngâhı [sığınma yeri] gösterir.

Birinci İşaret: “Şeytanların kâinatta icad cihetinde hiç medhalleri olmadığı ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] müstekreh [çirkin] çirkinlikleri ehl-i dalâleti [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] tenfir [nefret ettirme] ettikleri halde ve Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmet ve inâyetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ehl-i hakka taraftar olduğu ve hak ve hakikatın câzibedar güzellikleri, ehl-i hakkı müeyyid [destekleyici] ve müşevvik [teşvik eden] bulunduğu halde, hizbü’ş-şeytanın çok defa hizbullaha [Allah’a bağlı olanlar, din uğrunda ciddi gayret gösterenler] galebe [üstün gelme] etmesinin hikmeti nedir?” diye suale karşı gayet kat’i ve vâzıh [açık] bir cevaptır.

İkinci İşaret: “Şerr-i mahz [kötülüğün ta kendisi] olan şeytanların icadı ve ehl-i imana [Allah’a inanan] taslitleri [musallat olma, sataşma] ve onların yüzünden çok insanların küfre [inançsızlık, inkâr] girip Cehenneme girmelerine, Cemil-i [güzel] Alelıtlak ve Rahim-i Mutlak ve Rahman-ı Bilhakkın rahmet ve cemâli, bu hadsiz çirkinliğin ve bu dehşetli musibetin husulüne [meydana gelme] nasıl müsaade ediyor? Ve niçin cevaz gösteriyor?” diye sualine karşı gayet kuvvetli ve mukni [ikna edici] bir cevaptır.

Üçüncü İşaret: “Kur’ân-ı Hakîmde, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] karşı azim şekvâlar [şikayet] ve kesretli [çokluk] tahşidat [öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma] ve çok şiddetli tehdidat; [tehditler] aklın zahirine göre, adaletli ve münasebetli belâğatına [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] ve üslûbundaki itidaline [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] ve istikametine [doğru] münasip düşmüyor? Âdeta, âciz bir adama karşı orduları tahşid [kuvvetlendirme, destekleme] ediyor; ve müflis [iflas etmiş] ve mülkte hissesiz âciz bir adama, kuvvetli bir şerik mevkii verir gibi ondan şekvâlar [şikayet] etmenin sırrı ve hikmeti nedir?” diye sualine karşı, gayet kat’i ve ehemmiyetli bir cevaptır.

Dördüncü İşaret: Âdem, şerr-i mahz [kötülüğün ta kendisi] ve vücud, hayr-ı mahz [iyiliğin ta kendisi] olduğundan, mehasin [güzellikler] ve kemâlat [mükemmellikler, kusur-suzluklar] vücuda ve şerler ve musibetler ademe istinad ettiğini ve ondan neş’et [doğma] ettiğini beyan ediyor.

Beşinci İşaret: Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kütüb-ü semaviyede beşere karşı Cennet gibi azim bir mükâfatı ve Cehennem gibi dehşetli bir mücazatı [ceza] göstermekle beraber,

673

çok irşad [doğru yol gösterme] ve mükerrer ikaz ve defaatla ihtar ve müteaddit [bir çok] tehdit ve teşvik ettiği halde, hizbü’ş-şeytanın çirkin ve mükâfatsız ve zayıf desiselerine [hile, aldatma] karşı, ehl-i imanın [Allah’a inanan] mağlup olmalarının sırrı nedir?” diye müthiş suale karşı mukni [ikna edici] bir cevaptır.

Altıncı İşaret: Şeytanların en tehlikeli ve kesretli [çokluk] bir desisesi [hile, aldatma] olan tasavvur-u küfriyi tasdik-i küfür [küfür ve inkârı kabul etme] suretinde; tasavvur-u dalâleti [inançsızlığı zihinde şekillendirme] tasdik-i dalâlet tarzında göstermesiyle, hassas ve sâfi kalb insanları tehlikelere atmasına mukabil, ilmî ve mantıkî ve hakikatlı bir cevaptır.

Yedinci İşaret: Mu’tezile imamları, şerrin icadını şer telâkki [anlama, kabul etme] ettikleri için, küfür ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] icadını Allah’a vermeyip güya onunla Allah’ı takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ediyorlar. Mu’tezile’nin bu mühim meselelerine ve Mecusilerin halık[her şeyi yaratan Allah] şerri ayrı telâkki [anlama, kabul etme] etmelerine karşı gayet kuvvetli ve mantıki bir cevab-ı müskit; [susturucu cevap] hem, “Günah-ı kebîreyi işleyen, mü’min kalamaz!” diyen mu’tezile ve bir kısım Hâricilere karşı gayet makbul ve mukni [ikna edici] bir cevaptır.

Sekizinci İşaret: “Bazı risalelerde kat’i delillerle ispat edilmiş ki, küfür ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yolu o kadar müşkilatlı [zor] ve sûubetlidir ki, hiç kimse ona girmemek gerektir ve kabil-i sülûk [yürünebilir] değildir. İman ve hidayet yolu o kadar zahir ve kolaydır ki, herkes ona girmeli idi, dediğiniz halde; bu Hikmetü’l-İstiaze’de, dalaletli [hak yoldan sapkınlık, inançsızlık] yolun kolay ve tahrip ve tecavüz olduğu için çoklar o yola sülûk [mânevî yol alma] ettiğini beyanın, birbirine muhalif oluyor, vech-i tevfiki [uygunluk yönü] nedir?” sualine karşı gayet merakâver [merak uyandıran] ve mantıkî ve kat’i bir cevap olmakla beraber, “Dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] o kadar dehşetli bir elem ve korku var ki, kâfir değil hayatından lezzet alması, belki hiç yaşamaması lâzım gelirken, ehl-i imandan [Allah’a inanan] ziyade kendini hayatta mes’ud görmesinin sırrı nedir?” diye sualine karşı gayet güzel bir temsil ile tam kanaat getirir bir cevaptır.

Dokuzuncu İşaret: “Hizbullah [Allah’a bağlı olanlar, din uğrunda ciddi gayret gösterenler] olan ehl-i hidayet, [doğru ve hak yolda olanlar] başta enbiya [nebiler, peygamberler] ve onların başında Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] Sallallâhü Teâlâ Aleyhi Vesellem, o kadar inâyat-ı İlâhiye ve imdâdat-ı sübhaniyeye mazhar [erişme, nail olma] oldukları halde, neden hizbü’ş-şeytana karşı bazan mağlûp olmuşlar? Hem Hâtemü’l-Enbiyanın güneş gibi parlak nübüvveti ve risaletinin [elçilik, peygamberlik] komşuluğunda bulunan Medine münafıklarının dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ısrarları ve hidayete girmemeleri niçindir? Ve hikmeti nedir?” diye suale karşı herkesi alâkadar edecek güzel ve kuvvetli bir cevaptır.

Onuncu İşaret: İblisin; kendini, kendine tabi olanlara inkâr ettirmek suretindeki desise [hile, aldatma] maskesini yırtarak, İblisin pis ve mülevves [kirli, pis] yüzünü gösterip vücudunu ispat eder.

On Birinci İşaret: Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] şerrinden kâinat kızdıklarını ve anâsır-ı külliye [büyük unsurlar; toprak, hava, su, ateş] hiddet ettiklerini ve umum mevcudat [var edilenler, varlıklar] mânen galeyana geldiklerini, Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mu’cizane ifade ettiğine dair merak-âver [merak verici] bir beyandır.

On İkinci İşaret: Dört sual ve cevaptır. “Mahdut [sınırlanmış] bir hayatta mahdut [sınırlanmış] günahlara mukabil hadsiz bir azap ve nihayetsiz bir Cehennem nasıl adalet olur?” Hem, “Şeriatta denilmiştir ki: Cehennem ceza-yı ameldir, [amelin cezası] fakat Cennet fazl-ı İlâhi iledir. Bunun hikmeti nedir?” Hem, “Seyyiat, [günahlar] intişar [açığa çıkma, yayılma] ve tecavüz ettiğinden, bir seyyie [günah] bin yazılmak, hasene bir yazılmak lâzım gelirken; seyyienin [günah] bir, hasenenin on yazılmasının sırrı nedir?” Hem, “Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] kazandıkları muvaf

674

fakiyet ve gösterdikleri kuvvet, ehl-i hidayette [doğru ve hak yolda olanlar] bir zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve hakikatsızlık olduğundan mıdır?” diye dört suale gayet kısa ve kuvvetli dört cevaptır.

On Üçüncü İşaret: “Üç Nokta”dır.

Birincisi: Şeytanın en büyük bir desisesi, [hile, aldatma] hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] azameti cihetinde, dar kalbli ve kısa akıllı ve kàsır [eksik, noksan] fikirli insanları aldatmasına mukabil, tamamiyle şeytan-ı cinni ve insiyi de susturacak bir cevaptır.

İkinci Nokta: Şeytan, kusurlu insana kusurunu itiraf etmemek ile istiğfar [af dileme] ve istiaze yolunu kapayıp, enaniyeti tahrik ederek, avukat gibi, nefsini müdafaa ettirir. Âdeta nefsini taksirattan [kusurlar, günahlar] takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ettirmesine mukabil, herkesi ikna edecek bir cevaptır. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusur bulunduğunu ve kusurunu görmek, kusuru kusurluktan çıkarmak olduğunu beyan eder.

Üçüncü Nokta: İnsanın hayat-ı içtimaiyesini [sosyal hayat] ifsat [bozgunculuk, kargaşa] eden en mühim bir desise-i şeytaniye; [şeytandan gelen hileler] “mü’minin bir tek seyyiesiyle [günah] hasenatını örtmek” ile o mü’mine karşı adavet [düşmanlık] ettirmeye mukabil, Mizan-ı Ekberde [mahşer günü amellerin ölçüleceği büyük terazi] adalet-i mutlaka-i [sınırsız ve her alanda uygulamaları olan adalet] İlâhiyyenin tecellisindeki düstur [kâide, kural] ile; herkese lüzumlu, hususan hadidü’l-mizac [demir] ve müşkil-pesend [zor] insanlara, kıymettar ve haklı ve kuvvetli bir cevaptır.

İşte, şu risale on üç işaret ile şeytan-ı insî [insan ve cinlerden olan şeytanlar] ve cinninin on üç hücum yollarını kapadığı gibi; قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ 1 sûresinin kal’a-i metininde tahassun [sığınma, korunma] etmek için on üç anahtar olup, on üç kapıyı ehl-i imana [Allah’a inanan] açar.

Şu Hikmetü’l-İstiâze Risalesinin iki mühim kardeşi ver. Birisi Yirmi Dokuzuncu Mektubun altıncı risalesi olan “Hücumat-ı Sitte“, [altı hücum; şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risalesi olan Altıncı Kısım] mühim bir kal’a [kale] olduğu gibi; ikinci bir kardeşi olan Yirmi Altıncı Mektup’un Hüccetü’l-Kur’ân Ale’ş-Şeytan ve Hizbihi namındaki risalesi dahi bir hısn-ı hasindir. [çok sağlam kale] Bu üç risale birbiriyle münasebettardır [alâkalı, ilgili] ve ehl-i imana [Allah’a inanan] bu zamanda çok lüzumlu olduğunu ihtar ediyorum. Fakat şu risaleler tamamiyle Kur’ân’a sâdık olanların ellerine verilebilir. Bid’a [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] ve dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] taraftar veya siyasetçiliğe müptelâ [bağımlı] olanların ellerine vermemek gerekir. Bilhassa “Hücumat-ı Sitte“, [altı hücum; şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risalesi olan Altıncı Kısım] içerisinde Eski Said’in şiddetli lisanı karıştığı için, en has ve en sadık kardeşlerime mahsustur. Şimdilik, hakkı dinlemek ve kabul etmek istidadında [kabiliyet] olmayanlara gösterilmemesini tavsiye ediyorum. Hem de “İşarat-ı Seb’a”, “Hücumat-ı Sitte[altı hücum; şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risalesi olan Altıncı Kısım] gibi şimdilik havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] mahsustur.

ON DÖRDÜNCÜ LEM’A:…. [parıltı] 163

“İki Makam”dır.

Birinci Makamı: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan sorulmuş ki: “Arz ne üstünde duruyor?” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:

عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ * 2

675

yani, “Öküz ve balık üstünde duruyor.” Şu hadise dair çok münakaşat [münakaşalar, tartışmalar] vardır. Coğrafyacılar, hâşâ, bu hadisi inkâr ediyorlar.

İşte, bu hadisin hakiki mânâsını, üç vecihle, [yön] bu risalenin Birinci Makamı öyle bir tarzda beyan ediyor ki, münkirlerin [Allah’a inanmayan] zerre miktar insafı varsa ve coğrafyacıların hakka karşı zerre miktar iz’anları [kesin şekilde inanma] bulunsa, bu hadisi, bâhir [açık] bir mu’cize-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] (a.s.m.) sayacaklardır. Çünkü o üç cevap; hem hakiki ve kat’i, hem mânidardırlar.

İkinci Makam: بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ in en mühim beş altı sırlarını tefsir ediyor. Ve بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ Kur’ân’ın bir hülâsa[esas, öz] ve bir fihristesi ve miftahı [anahtar] olduğunu gösterdiği gibi, Arştan ferşe [yer] kadar uzanmış bir hatt-ı kudsî-i nûranî olmakla beraber, Saadet-i Ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kapısını açan bir anahtar ve her mübarek şeye feyiz ve bereket veren bir menba-ı envar [nurlar kaynağı] olduğunu beyan eder. Bu İkinci Makam, en birinci risale olan, “Birinci Söz”e bakar. Âdeta, Risale-i Nur eczaları bir daire hükmünde olup; münteha[en son nokta] iptidasına [başlangıç] بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ hatt-ı mübarekiyle ittihad [birleşme] ediyor. Ve bu makamda “Altı Sır” yerine otuz yazılacaktı. Şimdilik altı kaldı. Kısadır, fakat gayet büyük hakaiki [doğru gerçekler] tazammun [içerme, içine alma] ediyor. Bunu dikkatle okuyan, بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ne kadar kıymettar bir hazine-i kudsiye olduğunu anlar.

ON BEŞİNCİ LEM’A:…. [parıltı] 182

Risale-i Nur Külliyatının Sözler, Mektubat ve On Dördüncü Lem’aya [parıltı] kadar olan kısmının fihristesidir. (Her kitabın sonuna o kitabın fihristesi konulmuştur.)

ON ALTINCI LEM’A:…. [parıltı] 183

Mesail-i mühimmeden bazı mesail hakkında sorulan suallerin cevaplarını muhtevidir. Şöyle ki; en başta, merakâver [merak uyandıran] “Dört Sual”e cevaptır.

Birincisi: “Ehl-i Sünnet ve Cemaat hakkında bir ferec [tasa ve sıkıntıdan kurtulma] ve bir fütûhat olacağı hakkında ehl-i keşfin [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] verdiği haberlerin zuhur etmemesi nedendir?” diye sorulmasına mukabil, gayet güzel bir cevaptır.

İkincisi: “Risale-i Nur’un müellifi, kendisini şiddetli tazyikat [baskılar] altında tutan ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] aleyhinde bulunması lâzım gelirken, onlara maddeten ilişmemesinin sebebi nedir?” sualine gayet latif bir cevaptır.

Üçüncüsü: “İngiliz ve İtalyan gibi hükûmetlerin bu hükûmetle muharebe etmek istemelerine karşı, neden şiddetli bir surette harp aleyhinde bulunuyorsunuz? Halbuki, bu gibi hadiseler, milletin kuvve-i maneviyesinin menbaı [kaynak] olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyic [heyecanlandırma] etmekle, şeâir-i İslâmiyenin [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] ihyasına [diriltme] ve bid’aların [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] ref’ine [kaldırma] bir derece medar [kaynak, dayanak] olur” diye vaki sualine verilen pek letafetli [hoş, güzel] bir cevaptır.

676

Dördüncüsü: “Neden elinizdeki nurlu risaleleri herkese göstermemek için, arkadaşlarınıza ihtiyatı [dikkat, tedbir] tavsiye ediyorsunuz? Ve neden halkları bu nurların feyizlerinden mahrum ediyorsunuz?” sualine verilen pek hoş, pek güzel bir cevaptır.

Hatimesinde, Lihye-i Saadet [Peygamber Efendimize ait saç ve sakal] hakkında sorulan bir suale karşı şüpheleri izale [giderme] eden gayet mukni [ikna edici] bir cevaptır.

Daha sonra, eskiden beri mülhidlerin [dinsiz] iliştikleri üç meseleye dair sorulan suallere verilen üç cevaptır:

Birinci sual:

حَتّٰۤى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ * 1

âyet-i kerimesinin meali olan: “Zülkarneyn, Güneşi, hararetli ve çamurlu bir çeşme suyunda gurub [batış] ettiğini görmüş?”

İkinci sual: Sedd-i Zülkarneyn [Hz. Zülkarneyn (a.s.) tarafından yaptırılan set] nerededir? Ve Ye’cüc ve Me’cüc kimlerdir?

Üçüncü sual: Hazret-i İsa aleyhisselâm, âhirzamanda gelip Deccalı öldüreceğine dair suallere o kadar ulvi cevaplar verilmiş ki; hem ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanlarını takviye eder, hem belâğatiyle [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] edipleri susturur, hem de mülhidleri [dinsiz] ilzam [susturma] ederek tokatlar.

Nihayetinde, mugayyebat-ı hamse‘den [beş bilinmeyen şey] yalnız ikisi hakkında sorulan mühim bir suale ehemmiyetli bir cevaptır.

Rüştü

ON YEDİNCİ LEM’A:…. [parıltı] 200

Zühre‘den [çiçek] gelmiş “On Beş Nota“dan [bildiri] ibarettir.

BİRİNCİ NOTA:…. [bildiri] 201

Nefs-i insaniyetin [insanda bulunan ve onu kötülüğe yönelten duygu] müptelâ [bağımlı] olduğu âfil ve nâfil [faydalı] şeylerin, etvar-ı âlem üzerinde hakikatlarını gösterip, kalbin rabıtasını [bağ] kesip, yüzünü bekà ve âhirete çevirir.

İKİNCİ NOTA:…. [bildiri] 201

Bir düstur-u Kur’âni olan tevazuu [alçakgönüllülük] emir ve tekebbürden [büyüklenme] meneder.

ÜÇÜNCÜ NOTA:…. [bildiri] 202

كُلُّ اٰتٍ قَرِيبٌ 2 sırrıyla; mevtin [ölüm] hakikatını, güzel ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] bir temsil ile açıp, uzun emelleri ve elemleri keser. Hayy [diri, canlı] ü Kayyûm, [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] Bâki-i Dâim ve Biyedihi’l-Hayr’a her umuru [emirler] teslim eder.

DÖRDÜNCÜ NOTA:…. [bildiri] 202

Muttarid [düzenli olarak devam eden] bir kanun-u Âdetullah olan mevsimlerin, asırların değişmesinde, ekser eşyanın aynen iade ve tazelenmesiyle, şecere-i kâinatın [kainat ağacı] en mükemmel meyvesi olan insanın, mevsim-i haşr-i ekberde aynen iade edileceğini, kat’iyen [kesinlikle] ispat eder.

677

BEŞİNCİ NOTA:…. [bildiri] 203

Şu asr-ı felâket ve helâketin [mahvolma] en büyük musibeti olan ve dinsizliğe giden medeniyet-i sakimenin içyüzünü ve yüzündeki peçeyi ve Cehennem-nümun [cehennem gibi] mahiyetini, hüdâ-yı Kur’ânî [Kur’ân’ın gösterdiği hak ve hidayet yolu] ile müvazene [karşılıklı dengeye getirme] suretiyle açar, gösterir. Ehl-i imanı [Allah’a inanan] ona temayülden [eğilim gösterme] şiddetli tenfir [nefret ettirme] ettirip, sâri [bulaşıcı] bir vebayı teşhis ile, eczahane-i Kur’âniyeden zemzem-i tiryakı içirir.

ALTINCI NOTA:…. [bildiri] 211

Nefis ve şeytanın en büyük hile ve desiselerinden [hile, aldatma] olan; kâfirlerin çokluklarını ve onların bazı hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] inkârındaki ittifaklarını vesvese suretiyle göstererek, şüpheleri ve dine karşı lâkaydlığı, ayn-i hak ve hakikat bir temsil ile kökünden kesen ve Tûba-i Cennet olan iman ağacını yetiştiren mücerreb [denenmiş] bir iksir-i nuranîdir.

YEDİNCİ NOTA:…. [bildiri] 213

Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin [İslâmın sosyal hayatı] muzır [zararlı] bir mikrobu olan ve terakkiyat-ı ecnebiyede saadet zannedilen, zulümlü ve zulmetli ihtirasat-ı dünyeviye ehl-i imanı [Allah’a inanan] sevkeden sahtekâr hamiyetfuruşları, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] Kur’ân’ın elmas kılıcıyla öldürerek, irtidada [dinden dönme, dinden çıkma] yüz tutan veyahud mertebe-i fıska inen ehl-i imanı [Allah’a inanan] Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hastahanesine alır, tedavi eder.

SEKİZİNCİ NOTA:…. [bildiri] 215

وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَىْءٍ 1 in bir sırrını, وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 2 nin bir hakikatını, اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ 3 nun bir düsturunu, [kâide, kural] فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 4nin bir nüktesini [derin anlamlı söz] tefsir edip, kâinatta zerreden şemse kadar herşey bir vazife ile mükellef olup, bütün sa’y [çalışma] ve hareketleri kanun-u kader ile cereyan ettiğini ve Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâl-i kereminden, [lütuf ve cömertliğin mükemmelliği, kusursuz ikram edicilik] hizmet içinde mükâfat olarak bir lezzet dercettiğini [yerleştirme] ispat ve izah ile; mevcudatın [var edilenler, varlıklar] en mükemmeli ve zihayatın [canlı] reisi ve arzın halifesi [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] olan insan, tembellik edip gaflete düşerse; cemadattan [cansız varlıklar] daha câmid, [cansız] sinekten çekirgeden daha kansız olacağını ikaz ve inzar [sakındırma, uyarma] ile, insanları vazife-i fıtriyelerine [yaratılıştan gelen görev] sevkedip, ulûhiyet-i mutlaka[hiç bir kayda ve şarta bağlı olmaksızın ilâh olma, mutlak ilâhlık] ispat eder.

DOKUZUNCU NOTA:…. [bildiri] 220

678

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâl-i keremiyle, [lütuf ve cömertliğin mükemmelliği, kusursuz ikram edicilik] en büyük şeyi en küçük şeyde dercettiği [yerleştirme] cihetle; kâinattaki hayır ve kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] şecere-i kâinatın [kainat ağacı] meyvesi ve çekirdeği olan, nev-i insanın [insan türü, insanlık] hakikatını taşıyan nebilerde gösterdiğini; ve nebilere intisap [bağlanma] eden hayır ve kemâlâta, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] nura ve sürura [mutluluk] çıkacağı gibi, ubudiyet [Allah’a kulluk] cihetiyle de, bir zerre gibi küçük bir mahluk olan insanın, fihristiyet [fihriste olma özelliği] ve o intisap [bağlanma] cihetiyle, ağzından çıkan “Allahu Ekber” sadâsı, Küre-i Arzın [yer küre, dünya] büyük bir “Allahu Ekber”i hükmüne geçtiğini, hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] bir beyan ile, hakkın saadetini, imanın hüsn-ü kemâlini bilbedahe [açıkça] izhar [açığa çıkarma, gösterme] edip; dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] şer, hasâret; [zarar] dinin muhalifinde olduğunu kat’i ispat eder.

ONUNCU NOTA:…. [bildiri] 222

Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nur-u marifetine [Allah’ı bilme ve tanıma nuru] yetişmek ve bakmak ve âyat ve şahitlerin âyinelerinde berahin [bürhanlar, deliller] ve delillerin emarelerini görmek üç çeşit olup bir kısmı, su gibi; ikinci kısmı, hava gibi; üçüncü kısmı, nur gibi olup; takarrübün tarifini ve bu’diyetin [uzaklık] vartalarını [tehlike] beyan eder.

ON BİRİNCİ NOTA:…. [bildiri] 223

Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan‘ın [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] ifadesindeki şefkat ve merhametin hikmetini, hem üslub-u Kur’âniyedeki [Kur’ân’ın ifade tarzı] cezâlet [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] ve selâsetteki [akıcılık, sözün akıcı olması] fıtrîliği [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] gösterir.

ON İKİNCİ NOTA:…. [bildiri] 224

مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا 1 kavl-i şerifine imtisâlen, [emre uyma, bağlanma]

كُلُّ اٰتٍ قَرِيبٌ 2 sırrıyla mevtin [ölüm] ve kabrin mahiyetini gösterip, serkeş [başkaldıran] nefs-i emmarenin [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] dizginini çeker. Hem kısa bir ömür ve muvakkat [geçici] bir hayatta, bu acip asırda, saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] en yarayışlı amel ve en makbul hizmet ve en devamlı sevap, “imanın takviyesine medar [kaynak, dayanak] Risale-i Nur Talebelerinin tarzında ulûm-u imaniyeye [iman ilimleri] çalışmak” olduğunu beyan eden ve ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve ehl-i kalemi ikaz eden bir düstur-u hakikattır. [gerçeğe ulaştıran prensip]

ON ÜÇÜNCÜ NOTA:…. [bildiri] 227

Medar-ı iltibas olmuş “Beş Mesele”dir.

Birincisi:

اِنَّكَ لاَ تَهْدِى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ يَهْدِى مَنْ يَشَۤاءُ * 3

sırrıyla, tarîk-i hakta çalışan ve mücahede [Allah yolunda cihad etme] edenler yalnız kendi vazifesini düşünüp, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vazifesine karışmamaları lâzım geldiğini ve şiddet-i hırs yüzünden, vazife-i ubudiyet [kulluk görevi] ve memuriyeti, âmiriyet [âmirlik, yöneticilik] ve mâbudiyetle [ibadet edilen] iltibas [karıştırma]

679

edenlere karşı tefrik edip, haddini tecavüz eden insana makamını gösteren, herkese lüzumlu bir meseledir.

İkinci Mesele: Ubudiyetin [Allah’a kulluk] menşei, [kaynak] emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ve neticesi, rıza-yı İlâhî [Allah rızası] ve semeratı [meyve] ve fevâidi [faydalar] uhreviye olduğunu ve dünyaya ait faydalar ve semereler [meyve] ve menfaatler, ubudiyete, [Allah’a kulluk] vird [devamlı yapılan zikir] ve zikre illet [asıl sebep] veya illetin [asıl sebep] bir cüz’ü olsa, ubudiyeti [Allah’a kulluk] kısmen iptal ettiğini beyan ile sırr-ı ubudiyetin hikmetini ders veren çok mühim ve lüzumlu bir meseledir.

Üçüncüsü: طُوبٰى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ 1 hadis-i kudsînin mukaddes düsturunu [kâide, kural] güzel bir temsil ile izah edip, ubudiyetin [Allah’a kulluk] esası olan acz, fakr ve kusur ve naksını [eksiklik, noksanlık] bilmek ve niyaz ile dergâh-ı İlâhinin rahmet kapısını çalmak lâzım geldiğini; hem her amelde bir ihlâs ciheti olduğundan, insan, hareketinde rıza-yı İlâhiyi düşünüp, vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmamasıyla âla-yı iliyyine çıkacağını yol gösteren mühim bir meseledir.

Dördüncü Mesele: وَلاَ تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللهِ عَلَيْهِ 2 âyetinin mânâ-yı işarisiyle, Mün’im-i Hakîkiyi hatıra getirmeyen ve Onun nâmıyla verilmeyen nimeti yemek ve almak caiz olmadığını; eğer muhtaç ise, esbab-ı zâhiriyenin [görünen sebepler] başı üzerinde Mün’im-i Hakîkinin rahmet elini görüp, بِسْمِ اللهِ deyip alınacağını; hem esbab-ı zâhiriyeyi [görünen sebepler] perestiş [aşırı derece sevme] edenleri aldatan iki şeyin beraber gelmesi veya bulunması olan iktiranı, illet [asıl sebep] zannetmelerini güzel ve mukavemetsûz [dirençsiz] izahla, yüzleri Mün’im-i Hakîkiye çevirir.

Beşinci Mesele: Bir cemaatin sa’yleriyle [çalışma] hâsıl olan bir netice veya şerefi o cemaatin reisine veya üstadına vermek; hem cemaate, hem de o üstad ve reise zulüm olduğu gibi, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nur ve feyzine ma’kes [akseden yer, bir şeyin yansıdığı yer, ayna] ve vesile ve vasıta olan üstadın, masdar [fiillerin asıl kökü] ve muktedir ve menba telâkki [anlama, kabul etme] edilmemek lâzım geldiğini, güzel bir temsil ile ispat edip, hakikat-ı hâle pencere açıp gösterir.

ON DÖRDÜNCÜ NOTA:…. [bildiri] 233

Tevhide dair dört küçük remizdir. [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme]

Birinci Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] Dar nazarlı, [görüşlü, bakışlı] kàsır [eksik, noksan] fikirli ve muhakemesiz [akıl yürütemeyen, düşüncesiz] akıllı, esbabperest [sebeplere tapan] insanın nazarını vahdaniyet-i [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] İlâhiyyenin delillerine çevirip, güzel bir temsil üzerinde لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ 3 der, tevhidi ispat eder.

680

İkinci Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى 1 nin bir sırrını tefsir edip, aşk-ı mecâziye müptela olan insana, aşk-ı hakikiyi [hakikat aşkı; doğruluğa karşı hissedilen aşk] ve Mâbud-u Bilhakkı gösterir.

Üçüncü Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] Hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ve sermedi manzaralara namzed, [aday] yüksek makamda halkolunan istidadat ve letaif-i [güzellikler, incelikler] insaniye, bazen hiç ender hiç [hiç içinde hiç] olan hevâ-yı nefse [nefsin yasak arzu ve istekleri] esir bulunduğundan, ikaz ve inzar [sakındırma, uyarma] ile insanı teyakkuza [uyanıklık] sevkeden büyük bir hakikatın küçük bir ucudur.

Dördüncü Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] Uzun emellerden ve geçmiş ve gelecek elemlerden ruh ve kalbi güzel bir temsil ile kurtarıp, “Lailâhe İllallah” kelime-i kudsiyesini [kutsal cümle] şifâyab ve rahmetbahş hazinesine teslim eder.

ON BEŞİNCİ NOTA:…. [bildiri] 236

“Üç Mesele”dir.

Birincisi: İsm-i Hafîz’in tecelli-i etemmine işaret eden

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ * وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ * 2

âyetiyle, Hafîz-i Zülcelâlin [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, büyük küçük herşeyi kaydedip koruyan Allah] Küre-i Arz [yer küre, dünya] tarlasında ezel ilmiyle halkedip zer’ ettiği tohumları, kesif [katı] toprak içinde ve şiddet-i bürûdet karşısında mukavemetsiz, [karşı konulmaz, direnilmez] nihayetsiz zayıf ve küçük oldukları halde, muhafaza edip haşr-ı baharîde başka bir âlemden gelmişler gibi, evâmir-i tekviniyeye [yaratılışa ait emirler ve kanunlar] imtisal [bağlanma, boyun eğme] ile gelmeleriyle, emanet-i kübra [Allah’ın insana ematen verdiği akıl, bilinç ve dünya egemenliği] hamelesi [taşıyan] ve arzın halifesi [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] ve kâinatın meyvesi olan insanların ef’al [fiiller, davranışlar] ve âsar [eserler/asırlar] ve akvalleri ve hasenat ve seyyiatları [günahlar] muhafaza edilip haşrin sabahında meydan-ı muhasebeye getirileceğini kat’i ispat edip, haşri bazı sebepler neticesi bait gören insanlara, bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] nümûnesini gösterir.

Hafız Ali

ON SEKİZİNCİ LEM’A:…. [parıltı] 238

İleride Sikke-i Tasdik-i Gaybî ve Teksir [çoğalma] Lem’alar [parıltılar] mecmuasında neşredilmiştir.

ON DOKUZUNCU LEM’A:…. [parıltı] 239

كُلُوا وَاشْرَبُوا وَلاَ تُسْرِفُوا * بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * 3

âyet-i kerimesini “Yedi Nükte[derin anlamlı söz] ile tefsir eden iktisadı [tutumluluk] emredip, israf ve tebzirden [elde olanı saçıp savurmak] nehyeden [yasak] ve bilhassa bu asırdaki beşere gayet mühim bir ders-i hikmet [hikmet dersi] veren, kıymettar ve çok mübarek bir risaledir.

Birinci Nükte: [derin anlamlı söz] Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] beşere ihsan [bağış] ettiği bilcümle nimetlerin mukabilinde beşerden ancak bir “şükür” istediğini; iktisat hem nimetlere karşı bir ihtiram, [hürmet etme, saygı gösterme] hem Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] karşı bir şükr-i mânevî, hem nimetin bereketlenmesine

681

bir vesile olduğunu, israf ise; Mün’im-i Hakikinin [gerçek nimet verici olan Allah] nimetlerine bir hürmetsizlik ve bir tahkir [aşağılama] olmakla, vahim neticeleri bulunduğunu beyan eder.

İkinci Nükte: [derin anlamlı söz] Vücud-u beşer bir saray, mide bir efendi, ağızdaki kuvve-i zâika [tad alma duyusu] bir kapıcı, et’imenin [yiyecekler] verdiği lezzetler birer bahşiş olduğunu göstererek; vücudun idaresi iktisad [tutumluluk] ile te’min edildiğini, israf ise müvazenesizliği [karşılıklı dengeye getirme] ve hastalıkları tevlid [doğurma] ettiğini beyan eder.

Üçüncü Nükte: [derin anlamlı söz] Kuvve-i zâika, [tad alma duyusu] maddi cesede inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] etmekten ziyade; akla, ruha ve kalbe baktığından; israf etmemek, zillet [alçaklık] ve sefalete düşmemek ve o kuvve-i zâika[tad alma duyusu] taşıyan lisanı şükürde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmek şartıyla leziz taamların tercih ve takip edilebileceğini ve bu hakikat, harika kuvve-i kudsiye [kutsal duygu] sahibi Şah-ı Geylânî (k.s.) Hazretlerinin ihya-yı [diriltme] emvat keramet-i azimesiyle izah edilerek; ruh cesede, kalb nefse, akıl mideye hakim olduktan sonra, şükrün münteha [en son nokta] derecelerine vâsıl olmakla mümkün olduğunu beyan eder.

Dördüncü Nükte: [derin anlamlı söz] İktisad sebeb-i bereket [bereketin sebebi] olduğundan muktesitlerin [iktisatlı, tutumlu] hayatları izzetle [büyüklük, yücelik] geçtiğini; israf edenlerin her vakit sefalete, hatta dilenciliğe kadar düştüklerini, hatta haysiyet ve namuslarını ve hatta mukaddesat-ı diniyelerini bile feda ettiklerini ve iktisadın [tutumluluk] menafi-i azimesini ve israfın dehşetli zararlarını ve sehavetin [cömertlik] güzelliği içinde bir oduncu ihtiyarın istiğnâsını [bir başkasına ihtiyaç duymama] zikrederek, iktisadın [tutumluluk] kıymet ve izzetini, [büyüklük, yücelik] sehavetin [cömertlik] fevkine [üstüne] çıkarır.

Beşinci Nükte: [derin anlamlı söz] Gayet merak-âver [merak verici] bir bal vâkıasıyla, iktisattaki izzet [büyüklük, yücelik] ve bereketin ve israftaki sefalet ve mahrûmiyetin bir sırrını, pek hakikatlı bir sûrette izah eder.

Altıncı Nükte: [derin anlamlı söz] Hısset [cimrilik] ile, hıssetten [cimrilik] ayrı olan iktisad [tutumluluk] haslet-i memduhasını, Hazret-i Ömer’in oğlu Hazret-i Abdullah’ın (r.a.) bir vâkiasıyla öyle izah eder ki, iktisadın [tutumluluk] hısset [cimrilik] olmadığını ve israftan ayrı olan sehavetin [cömertlik] derece-i kemâlini [mükemmellik derecesi] gösterir.

Yedinci Nükte: [derin anlamlı söz] İsraf hırsı, hırs kanaatsizliği, kanaatsizlik haybet [elindekilerden mahrum kalmak, kaybetmek] ve hasâreti [zarar] ve hem ihlâsı kaçırmakla âmâl-i uhreviyeyi zedelemek gibi üç mühim neticeyi tevlid [doğurma] ettiğini ve zekâvetleri [zeki oluş] yüzünden maruf [bilinen] ediplerin dilenciliğe kadar tenezzül ettiklerini ve bir kısım âlimlerin hırs yüzünden dîk-ı maişete giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olduklarını temsillerle o kadar güzel izah eder ki, fevkinde [üstünde] beyan ve izah tasavvur edilemez.

Hüsrev

YİRMİNCİ LEM’A:…. [parıltı] 252

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * اِنَّۤا اَنْزَلْنَۤا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ…الخ * 1

âyet-i kerimesiyle,

682

هَلَكَ النَّاسُ اِلاَّ الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلاَّ الْعَامِلُونَ وَهَلَكَ الْعَامِلُونَ اِلاَّ الْمُخْلِصُونَ وَالْمُخْلِصُونَ عَلٰى خَطَرٍ عَظِيمٍ * 1

 Hadis-i şerifi mucibince, İslâmiyette ihlas en mühim bir esas olduğunun sırrını, hadsiz nüktelerinden [derin anlamlı söz] “Beş Nokta” ile tefsir ve izah eder.

Birinci Nokta: “Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] ve ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i nifak [iki yüzlü kimseler, münafıklar] rekabetsiz bir surette ittifak ettikleri halde, neden ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve ehl-i hidayet [doğru ve hak yolda olanlar] rekabetli ihtilâf ediyorlar?” diye vaki pek mühim ve pek müthiş ve ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve ehl-i hamiyeti [hamiyet sahipleri, fedâkâr, kutsal şeyleri koruma gayreti taşıyan insanlar] hakikaten kan ağlattıran bu suale, çok esbaptan [sebepler] yedi sebep ile cevap verilmiştir. Şöyledir:

Ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve ehl-i hidayetin [doğru ve hak yolda olanlar] ihtilâfatı [ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar] hakikatsız, zelil [aşağılanan] olduklarından ve himmetsiz, [ciddi gayret] aşağı ve akibeti düşünmeyerek kasirünnazar olduklarından ve kıskanç ve dünyaya haris [aç gözlü, çok hırslı] olduklarından olmadığı gibi, ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] de kuvvetli ittifakları, hakikatlı ve âkıbeti düşündüklerinden ve yüksek nazarlı [görüşlü, bakışlı] olduklarından olmadığını o kadar âli [yüce] bir üslûpla ve hakikatlı bir ifade ile beyan ve izah eder ki; “Fesübhânallah, [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] sebepleri bilinmediğinden, her an için üç yüz elli milyon fedakâr tebaası bulunan bu âli [yüce] İslâmiyet, nasıl olmuş da hepsi yüz elli milyonu tecavüz etmeyen ve ölümden dehşetli korkan üç dört firenk hükûmetin elinde esir olmuşlar? Hem öyle bir esaretle mahkûm edilmişler ki, Allah! Allah! Her fırsatta öyle dehşetli şenaetler yapılmış ki, Engizisyon mezalimine rahmet okutacak işkenceler, biçâre ehl-i İslâma [Müslümanlar] tatbik edilmiş gözyaşlarına bedel, damarlarından mütemadiyen kanlar akıttırılmış; bir değnek cezaya mukabil, ehl-i hamiyetin [hamiyet sahipleri, fedâkâr, kutsal şeyleri koruma gayreti taşıyan insanlar] boyunları, gaddar zâlimlerin elleriyle koparılmış, atılmış; o biçare Müslüman hamiyet-perverlerinin [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] bir kısmı, darağaçlarına asılmış, hayatlarına hâtime [son] verilmiş, dünyanın ufuklarında merhametsizce teşhir edilmiş, hem hayat-ı dünyevileri parça parça edilmiş, hem hayat-ı uhreviyeleri [âhiret hayatı] zedelenmiş, bir kısmının ise her iki hayatları ve saadetleri birden imha edilmiş, nedendir?” diye vâki olacak sualin cevapları, elmas hazinesine değer kıymetindeki bu risalenin Birinci Noktasının verdiği izahatın neticesinden anlaşılmaktadır.

İşte bu zavallı Müslümanlar hak ve hakikat mesleğinde giderlerken, hataya ve yanlışa düşmeleri yüzünden ihlâsları zedelenmiş, aralarına rekabet girmiş, beynlerindeki ittifak ve ittihad [birleşme] yerine tefrika [ayrılık, bölünme] ve ihtilâf girmiş; binnetice, bu haller tedavi edilmemiş, bu marazlar tevessü [genişleme, yayılma] etmiş; bu halleri gören ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ehl-i İslâmın [Müslümanlar] bu ihtilâfat [ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar] ve tefrikasını [ayrılık, bölünme] ganimet bilmiş, desiselerle [hile, aldatma] âlem-i İslâma [İslâm âlemi] hücum etmişler, zavallı ehl-i İslâmı [Müslümanlar] pek müthiş bir esaret altına almışlar, mahvetmek için çalışmışlar. İşte, asırlardanberi üç yüz elli milyon ehl-i İslâmı [Müslümanlar] zincirler altında, her gün, her saat, her an inim inim inleten hâletlerin [durum] sebepleri, bu risalenin Birinci Noktasıyla pek hakikatlı bir surette izah edilmiş. Fakat, heyhât!

683

Zaman ve zemin müsait değilmiş ki, Beş noktadan, yalnız bir Noktası yazılmış; diğerleri te’hir edilerek, yazılmamış.

Hüsrev

YİRMİ BİRİNCİ LEM’A: [parıltı] Haşiye [dipnot] ….267

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَلاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ 1 وَقُومُوا لِلّٰهِ قَانِتِينَ * 2

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا * وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا 3 * وَلاَ تَشْتَرُوا بِاٰيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاً * 4

âyetlerini tefsir eder. Her amel-i hayırda, hususan uhrevi hizmetlerde ihlâsın en mühim bir esas olduğunu bildiren çok kıymettar bir risaledir. Bu risale, evvelâ, bu müthiş zamandaki Kur’ân hâdimleriyle konuşarak, der ki: “Dehşetli düşmanlar karşısında, şiddetli tazyikat [baskılar] altında, müthiş dalâletler [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve savletli [saldırı] bid’alar [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] içinde, sizler gayet az ve gayet zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğunuz halde, gayet ağır ve gayet büyük ve umumi ve kudsi bir vazife-i imaniye [iman hakikatlerini yayma görevi] ve hizmet-i Kur’âniye, [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] sırf bir ihsan-ı İlâhi olarak, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafından omuzlarınıza konulmuştur. Öyleyse, herkesten ziyade ihlâsı kazanmaya ve onun sırlarını kendinizde yerleştirmeye mecbur ve mükellef olduğunuzu bilmelisiniz. Ve ihlâsı zâyi eden esbaptan [sebepler] şiddetle kaçmalısınız” der ve ihlâsı kazanmak için”Dört Düstur“u [kâide, kural] beyan eder.

Birinci düstur: [kâide, kural] “Doğrudan doğruya rıza-yı İlâhiyi maksad yapmalısınız” der.

İkinci düstur: [kâide, kural] “Rekabetsiz, tahakkümsüz, [baskı] gıptasız, atâletsiz [hareketsizlik] hakiki bir tesanütle, [dayanışma] faaliyetlerini umumi maksada tevcih [yöneltme] ederek çalışan bir fabrikanın çarkları gibi olmalısınız” der. Ve Saadet-i Ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] netice veren ve ümmet-i Muhammediyeyi [Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar] (a.s.m.) dünya ve âhirette sahil-i selâmete [güvenli yer] çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede hizmet ettirildiğiniz için ihlâsa, ittifaka, tesanüde [dayanışma] samimiyetle sarılmalısınız” diye emreder.

Üçüncü düstur: [kâide, kural] Hem birkaç misâl ile ihlâsın bir sırr-ı mühimmini [önemli sır, hakikat] izah eder, hem İmam-ı Ali (r.a.) ve Şah-ı Geylânî (r.a.) gibi kudsi, harika kahramanların, Nur Talebelerinin başlarında Üstad ve arkalarında yardımcı olarak, her vakit hazır olduklarının veçhini [yön] beyan eder.

Dördüncü düstur: [kâide, kural] Kardeşler arasında “tefâni” sırrını, yani, “kardeş kardeşte fâni olmak” esasını ikame eder.

684

Ve ihlâsı kuvvetlendiren bir vasıtanın “rabıta-i mevt[her an ölümü düşünüp ahiret için çalışmak] olduğunu ve zedeleyen sebeplerin “riya ve tûl-i emel[hiç ölmeyecekmiş gibi uzun emel sahibi olma] gibi merdut hasletler [huy, karakter] olduğunu bildirir.

İhlâsı kazanmanın ikinci sebebi, daima huzur-u İlâhide [Cenab-ı Allah’ın huzuru] olduğunu düşünmektir. Bu suretle, hem riyadan kurtulma çaresini, hem kazanılan ihlâsta çok meratib [mertebeler] olduğunu beyan eder.

Daha sonra, ihlâsı kıran sebeplerden üç mâniden birincisinin “maddi menfaatler” olduğunu ve âmâl-i uhreviyedeki teşrik-i mesaide [birlikte çalışma] muazzam menfaat olduğunu, hem bu uhrevî kazanç, dünyevi şeriklerin kazançları gibi olmayıp, tecezzi ve inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] etmeden, noksansız olarak, fazl-ı İlâhi ile, terâküm eden sevap yekûnlerinin [bütün, toplam] bir misli, [benzer] iştirak eden fertlerin herbirinin defter-i âmâline aynen gireceğini beyan ederek, rekabet ve ihlassızlıkla bu ticaretin kaçırılmamasını tavsiye eder. Mâniin ikincisi, ihlâsı kıran ve en mühim bir maraz-ı ruhi olup şirk-i hafiye yol açan “teveccüh-ü âmme“den [halkın ilgisi, sevgisi] şiddetle kaçmayı ve bu gibi marazlara ehemmiyet verilmemesini ehemmiyetle emreder. Üçüncü Mânide de “korku ve tama” yüzünden gelecek zararlar ile ihlâsın kırılacağını bahsederek, bu hususta Hücumat-ı Sitte‘de [altı hücum; şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risalesi olan Altıncı Kısım] izahat-ı kâfiye verildiğinden, o kıymetdar risaleye havale edilmekle hâtime [son] verilen, şirin ve lâtif [berrak, şirin, hoş] ve çok âli [yüce] ve misilsiz [benzer] ve herkesin muhtaç olduğu bir risale-i mübarekedir.

Hüsrev

Bir kısım kardeşlerime hususî bir mektuptur.

Bid’aların [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] istilâsı zamanında, sünnet-i seniyeye ittibâın [tâbi olma, bağlanma] ehemmiyetini ve Risale-i Nur’u yazmanın beş nevi ibâdet olduğunu bildiren kıymettar bir mektuptur.

YİRMİ İKİNCİ LEM’A:…. [parıltı] 280

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ فَهُوَ حَسْبُهُ اِنَّ اللهَ بَالِغُ اَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا * 1

gibi âyetlerle, üç işaretle, Risale-i Nur müellifine [telif eden, kitap yazan] ve Risale-i Nur’a ait çoklar tarafından deniliyor ki: “Sen ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] dünyasına karışmadığın halde, nedendir ki, herbir fırsatta senin âhiretine karışıyorlar? Hattâ, hiçbir hükûmet târiki’d-dünya ve münzevilere karışmıyor?” mealinde bir suale karşı, gayet güzel cevap veriyor.

Birinci işaret: Risale-i Nur müellifi [Risale-i Nur Külliyatının yazarı; Bediüzzaman Said Nursi] ve Risale-i Nur, bütün ehl-i imanın [Allah’a inanan] hususan Isparta vilâyetinin mânevî terakkiyatlarına [ilerleme] ve imanlarının inbisatına [genişleme, yayılma] mühim bir medar [kaynak, dayanak] olduğundan; bu sualin cevabını, din ve şeriat namına, haklarını müdafaaya mecbur olduklarından, dinsizlere karşı müdafaa vazifesi, insanların, hususan Isparta vilâyetinin insanlarının hakları olduğunu kat’i gösterir.

685

İkinci işaret: Tenkit ve istihzakârane, [alay etme] mimsiz medeniyet [“deniyet”, aşağılık] tarafından deniliyor ki “Sen neden bizden küstün ve bize müracaat etmiyorsun? Halbuki bizim prensibimiz var. Bu asrın mukteza[bir şeyin gereği] olarak hususi düsturlarımız [kâide, kural] var. Bunların tatbikini, sen kendine ve ehl-i imana [Allah’a inanan] kabul etmiyorsun. Halbuki bu Cumhuriyetler devrinde tahakküm [baskı] ve tegallübü kaldırmak düsturu [kâide, kural] var. Halbuki sen, hocalık ve inziva [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] perdesi altında nazar-ı dikkati celbetmekliğin [çekmek] ve hükûmetin rejimi hilâfına çalıştığını macera-yı hayatın [hayat çizgisi] gösteriyor. Bu senin halin burjuvalara mahsustur. Bizim, avam [halk] tabakasının intibahı [uyanış] ile sosyalizim ve bolşevizm düsturlarını [kâide, kural] tatbik etmek, işimize yarıyor. Prensiplerimize muhalif ve burjuva denilen tabaka-i havassın [zenginler, seçkinler tabakası] istibdat [baskı, zulüm] ve tahakkümleri [baskı] altında adalet-i mahzayı kabul etmek ağır geliyor?” gibi suallerine karşı:

Ne mümkün zulm ile; bîdâd [adaletsizlik] ile imha-yı hakikat

Çalış kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten. [insanlık]

düsturuyla [kâide, kural] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] fazl-ı keremiyle ulûm-u imaniye [iman ilimleri] ve Kur’âniyeyi fehmetmek [anlamak] faziletini ihsan [bağış] ettiğini ve bu ihsanı [bağış] kaldırmaya uğraşan, insan suretinde şeytanlar olduğunu, birkaç mühim misal ile, ehl-i ilhad [dinsizler] ve kısmen münafıklar bu fevkalkanun [kanun üstü, kanun dışı] muameleyi hiçbir hükûmet ve hiçbir ferdin tasvibine mazhar [erişme, nail olma] olmayan bu muameleye cumhuriyet hükûmeti müsaade etmediğini; değil yalnız Risale-i Nur müellifi, [Risale-i Nur Külliyatının yazarı; Bediüzzaman Said Nursi] eğer fehmetse nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] küseceğini ve anâsırın [kâinattaki unsurlar, elementler] hiddetlendiğini göstermekle, gayet güzel bir cevap veriyor

Üçüncü işaret: “İki sual”in cevabıdır.

Birincisi: Ehl-i Felsefe, [felsefe ile uğraşanlar] zındıka, hesabına diyorlar ki: “Bizim memleketimizde bulunan bir adam, mecburi cumhuriyetin kanunlarına inkıyat edecektir. Halbuki sen, vazifesiz olduğun halde, halkların teveccühünü [ilgi] kazanmak istiyorsun?” demelerine karşı bir müskit [susturucu] cevap veriyor ki, onların foyalarını ortaya çıkarıp ne olduklarını gösteriyor.

İkinci sual: “Teveccüh-ü nâsı [insanların alâkası, ilgisi] ve mevki-i âmmeyi kazanmak, bizim vazifedarlarımıza mahsus olup, sen vazifesiz bir adam olduğundan, teveccüh-ü nâsı [insanların alâkası, ilgisi] ve mevki-i âmmeyi size hoş görmüyoruz?” demelerine karşı, eğer insan, bir cesetten ibaret olsaydı, lâyemûtâne [ölmeyecekmişçesine, ölümsüz olarak] dünyada kalsa ve kabir kapısı kapansa ve ölüm öldürülse; o vakit vazifeler, yalnız maddi askerlik ve idare memurlarına mahsus kalırdı. Halbuki, böyle mânevî ve gayet mühim ve bütün beşeri alâkadar eden bir vazifenin inkârı; “Elmevtü Hakkun” dâvâsını, hergün cenazelerin mührüyle imza edip tasdik eden otuz bin şahidin şehadetini tekzip ve inkâr etmek ile olur. Madem inkâr ve tekzip etmek muhaldir; öyleyse, mânevî hâcât-ı zaruriyeye [zarurî ihtiyaçlar] istinat eden mânevî çok vazifeler var olduğunu, güzel ve mühim bir iki temsil ile izah ve ispat eder.

Şu risalenin hatimesinde, “Enaniyetli ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] her işinde o kadar hassasiyet var ki; eğer şuurları olsaydı, dehâ derecesinde bir muamele olurdu” diye ehl-i imana [Allah’a inanan] onların o hassasiyet ve desiselerine [hile, aldatma] aldanmamlarını tavsiye ile, onların bu hâli [boş] bir istidrac [inkârcı veya günahkâr kimselere Cenâb-ı Hakkın verdiği olağanüstü özellikler] olduğunu haber verir.

Küçük Ali

686

YİRMİ ÜÇÜNCÜ LEM’A:…. [parıltı] 291

Otuz Birinci Mektup’un Yirmi Üçüncü Lem’a‘sı [parıltı] olan “Tabiat Risalesi“dir. [Yirmi Üçüncü Lem’a] Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi, [Allah’ı inkâr etme düşüncesi] dirilmeyecek bir surette öldüren ve küfrün [inançsızlık, inkâr] temel taşını zîr ü zeber [alt üst] eden; ve çok çirkin ve müstekreh [çirkin] ve gayr-ı mâkul, [akla aykırı] mudıll efkârı, [fikirler] insaflı kafilelerden tardedip, [kovma] çıkaran ve saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] o hakikatlı yollarını pek ehemmiyetli, çok şirin ve gayet zevkli bir surette açarak, delilleriyle, burhanlarıyla [delil] ispat eden ve müellifine [telif eden, kitap yazan] ebedi rahmet okunmasına vesile olan, âlî, [yüce] gayet kıymettar bir risaledir. Bu risale,

قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ * 1

âyet-i kerimesinin bir tefsir-i vâzıhı [açık tefsir] olup, “Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hakkında şek [şüphe] olamaz ve olmamalı” demekle, vücud ve vahdaniyet-i [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] İlâhiyeyi bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesinde gösterir. Şu sırrı izahtan evvel, bir ihtar ile, bin üç yüz otuz sekiz senesinde ordu-yu İslâmın [İslâm ordusu] Yunan’a galebesinden [üstün gelme] neş’e alan ehl-i imanın [Allah’a inanan] kuvvetli efkârı [fikirler] içine gayet müthiş bir zındıka fikri girmek üzere iken, o zındıka mefkûresinin [düşünce] başını dağıtmak gayesiyle Ankara’da Arapça olarak tabedilmiş olan bu risalenin, sonra aynen Türkçeye tercüme edildiğini hatırlatır.

Mukaddime:…. [başlangıç] 292

İnsanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam [hissetirme] eden ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] bilmeyerek istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettikleri kelimelerin en mühimlerinden üç tanesini beyan eder.

Birinci kelime: “Evcedethü’l-esbab” yani; esbab-ı âlem [bu âlemdeki sebepler] icad ediyor.

İkinci kelime: “Teşekkele binefsihi” yani; kendi kendine oluyor.

Üçüncü kelime: “İktezathü’t-tabiat” yani; tabiat iktiza [bir şeyin gereği] edip, yapıyor.

Bu üç dehşetli kelimelerin, lâakal [en az] doksan muhalâtı [imkânsız, olmayacak şeyler] tazammun [içerme, içine alma] eden üçer muhalden dokuz muhal ile, açtıkları üç yolu tamamen kapayarak, dördüncü yol olan “Tarik-i Vahdaniyet” ile, bilcümle mevcudat, [var edilenler, varlıklar] bir Kadîr-i Zülcelâl‘in [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] kudretiyle vücud bulduğunu, hakiki ve letâfetli [güzel, hoş] temsilleriyle ispat eder.

Birinci Kelime:…. 293

“Evcedethü’l-esbab” Teşkil-i eşya, [varlıkların oluşması, meydana gelmesi] esbab-ı âlemin [bu âlemdeki sebepler] içtimaiyle [bir araya gelme, toplanma] vücud bulmasının pek çok muhalâtından [imkânsız, olmayacak şeyler] üç tanesini zikreder.

Birincisi: “Herhangi bir zihayatın [canlı] icadı Vâhid-i Ehad‘e [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] verilmeyip, esbaptan [sebepler] talep edilse, bir eczahane-i kübrada [büyük eczane] mevcut kavanozların içindeki maddelerin garip bir tesadüf eseri veya esen rüzgârların kavanozları çarpıp devirerek içindeki maddelerin akması ve bir yere toplanması” temsiliyle gösterilen vücud-u eşya[eşyanın varlığı, varlıkların kendisi] esbaba vermek itikadının [inanç] hadsiz muhaliyetini [imkansızlık] beyan eder.

İkinci muhal: [bâtıl, boş söz] Mevcudattan [var edilenler, varlıklar] bir sineğin inşası Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] verilmeyip esbab-ı âlem [bu âlemdeki sebepler] yapıyor denilse; kâinatın ekserisiyle alâkadar olan bu sineğin herbir zerresini; gözüne, kulağına, kalbine ve cesedine yerleştirmek için, erkân-ı âlemi [maddî âlemin temel unsurları] ve anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] ve tabayii, usta gibi, o sineğin hem zâhirinde hem bâtınında çalıştır

687

mak lâzım geliyor. Bu muhal, [bâtıl, boş söz] sofestaileri dahi, eblehane [ahmak] meslekleri içinde utandırıyor.

Üçüncü muhal: [bâtıl, boş söz] “Bir vâhidin vahdeti [Allah’ın birliği] varsa, herhalde bir elden sudur [bir şeyden çıkma, olma] ettiği” kaidesiyle, şu mükemmel intizam ve şu hassas mizan [ölçü] ve şu câmi, hayata mazhar [erişme, nail olma] olan bir mevcut, eğer Vâhid-i Ehad‘ın [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] bir masnuu [san’at eseri] kabul edilmezse; câmid, [cansız] câhil, kör, sağır, şuursuz, karmakarışık hadsiz esbabın karıştırıcı elleri arasında inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] edildiği ve nihayetsiz imkânat yolları içinde gayet mükemmel ve nihayet hassas ve câmi bir hayata malik olarak vücudu kabul edilse, yüzler muhali birden kabul etmek imkânsızlığını ve eşekleri dahi eşeklikleri içinde güldürecek derecede akıldan uzaklığını gösterir.

İkinci Kelime:…. 296

“Teşekkele Binefsihi” yani, kendi kendine teşekkül [kendi kendine oluşma] ediyor. Şu muhalin bâtıl olduğunu gösteren çok muhalâtlardan [imkânsız, olmayacak şeyler] üç muhali, nümûne olarak zikrediyor.

Birincisi: Her mevcut, basit bir madde olmadığı gibi câmit ve tegayyürsüz [başkalaşım] dahi olmadığından ve hem de zerrelerden teşekkül [kendi kendine oluşma] ettirilmiş gayet acip bir makine ve gayet harika bir saray olmakla beraber, zâhiri ve batınî duygularla mücehhez [cihazlanmış, donanmış] bulunduğundan, kâinatla alâkası vardır. İşte, herbir mevcud [gerçek varlık sahibi olan Allah] Hâlık-ı Külli Şey‘e [herşeyin yaratıcısı olan Allah] isnat edilmeyip, “kendi kendine teşekkül [kendi kendine oluşma] ediyor” denilse, o vakit herbir mevcudun herbir zerresine, bir Eflâtun’a bedel binler Eflâtun kadar ilim ve şuur vermek gibi hurafecilik ve divaneliğin en büyüklerinin ortasına düştüğünü beyan edip ispat eder.

İkincisi: Herbir mevcut, bilhassa ferd-i insan, [kişi, birey] birbiri içinde yerleştirilmiş binler kubbeli [yarım küre şeklinde olan çatı] bir saray ve herbir kubbesi [yarım küre şeklinde olan çatı] binler zerratın [atomlar] başbaşa vermesiyle teşekkül [kendi kendine oluşma] etmiş acip nakış[işleme] garip bir san’at-ı hârika olduğu halde, “Bu masnuat [sanat eseri] bir Sâni-i Vahidin eser-i san’atı [san’at eseri] değildir. Kendi kendine teşekkül [kendi kendine oluşma] ediyor” denilse, hadsiz ve hudut altına alınmayan zerrat-ı vücudiye adedince muhaller ortaya çıkar ki, bu mefkûre [düşünce] sahiplerini cehlin en müntehasında [en son nokta] oturtarak, echeliyetle [çok cahil] techil eder.

Üçüncü muhal: [bâtıl, boş söz] Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] icadı olan herbir masnu, [san’at eseri] kalem-i kader-i Ezeli’nin bir mektubu olmazsa, “esbab-ı âlem [bu âlemdeki sebepler] icad ediyor” denilse, o vakit o esbab, evvela o masnûun bedenindeki hüceyrelerinden [hücre] tut, binler mürekkebat [bir bütünü oluşturan parçalar] adedince tabiat kalıpları, demir kalemleri ve harfleri ve hatta bu demir harfleri ve kalemleri ve kalıpları dökmek için birçok fabrikalar ve bu fabrikaların inşası için, keza fabrikaların vücudu lâzım gelir. Ve hâkeza bu teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] gittikçe gidecek. Bu nâmütenâhi [sonsuz] muhalatı intaç [netice verme] eden bu fikri kabul edenler, bu hakikattan yedikleri silleden [tokat] ayılıp, bu fikirlerinden vazgeçmelidirler, der.

Üçüncü Kelime:…. 298

“İktezathü’t-tabiat” yani; tabiat iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Bu idlâl [hak yoldan çıkarma, saptırma] edici mudill fikrin pek çok muhalâtından [imkânsız, olmayacak şeyler] üç muhalinin;

Birincisi: Şudur ki: Şems-i Ezeli’nin kalem-i kader [kader kalemi] ve kudreti olan âlimâne, basîrâne, [görerek] hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] san’at-ı icad, o Zât-ı Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] verilmezse hem kör, hem sağır, hem akılsız, hem düşüncesiz bir tabiata verilse; o tabiat, bu masnua[san’at eseri] yapmak için, ya herşeyden hadsiz mânevî makine ve matbaaları bulunduracak ve

688

yahut herşeyde kâinatı halkedip idare edecek bir kudret ve hikmeti dercedecektir. [yerleştirme] Bu ise, herbir mevcutta hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı veya kuvveti ve âdeta bir İlâhı içinde kabul etmek lâzım gelir ki, bu ise, kâinattaki muhalâtın [imkânsız, olmayacak şeyler] en bâtılı ve hurafenin en yalan bir şekli olduğunu ve Hâlık-ı kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] sıfât-ı kudsiyesinin [her türlü eksik ve çirkinlikten uzak özellikler] tecelliyatına “tabiat” namı verenler, hayvanlardan yüz derece aşağı olduğunu gösterir.

İkincisi: Gayet intizamlı ve mizan[ölçü] ve hikmetli olan şu mevcudat, [var edilenler, varlıklar] nihayetsiz Kadîr ve Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] bir zâtın icadıdır denilmezse, tabiata verilse, o vakit tabiat, nebatatın [bitki] menşei [kaynak] ve meskeni olan ve nebatata [bitki] saksılık vazifesini gören bir parça toprakta, milyarlar adedince ayrı ayrı makinaları ve matbaaları yerleştirmeli ki; o toprak, her türlü nebatatın [bitki] menşei [kaynak] ve meskeni olabilsin ve hayatlarına lâzım her türlü ihtiyaçlarını muayyen miktarları dahilinde verebilsin. İşte bu hurafeyi ve hadsiz muhalâtı [imkânsız, olmayacak şeyler] netice veren bu mefkûreyi [düşünce] taşıyanların eşekliklerine bakarak, yüzlerine tükürerek, der: Bu suûbetli [zorluk] ve müşkilâtlı [zor] acip muhalât; [imkânsız, olmayacak şeyler] nasıl sühûletli vücuda inkılap [değişim, dönüşüm] ettiği hakkındaki suale hakikatlı ve gayet mâkul bir cevap verilmiştir.

Üçüncüsü: İki misâli var.

Birincisi: Hâli [boş] bir sahrada kurulmuş gayet mükemmel ve müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir saraya giren vahşi bir adamın misaliyle izah edilen bir hakikattır. Şöyle ki: O saraydan daha muntazam, daha mükemmel ve her tarafı mu’cizat-ı hikmetle doldurulmuş olan şu âlem sarayının içine, ulûhiyeti [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] inkâr eden vahşi tabiiyyunlar [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] girer. Gördükleri mevcudatın, [var edilenler, varlıklar] daire-i mümkinat [imkân alemi; varlığı ve yokluğu imkân dahilinde olan ve Allah tarafından yaratılan varlıklar âlemi] haricinde olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] eser-i san’atı [san’at eseri] olduğunu düşünmeyerek; daire-i mümkinat [imkân alemi; varlığı ve yokluğu imkân dahilinde olan ve Allah tarafından yaratılan varlıklar âlemi] içinde bulunan ve kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] tebeddül [başkalaşma, değişme] ve tegayyür [başkalaşım] eden icraat kanunlarının bir defteri hükmündeki mecmua-i kavanin-i Âdetullaha ve bir fihriste-i san’at-ı Rabbaniye olan İlâhi kanunlara yanlışlıkla “tabiat” namını verip, eşyanın icadını ona tahmil [yükleme] ederek, öylece ahmakane bir bâtıl yola girerler ki, ahmaklığın müntehasında [en son nokta] en büyük ahmaklık nişanını göğüslerine kendi elleriyle takarlar.

Üçüncü muhalin ikinci misali: Gayet muhteşem bir kışlaya ve gayet muazzam bir camie giren vahşi bir adamın misaliyle temsil edilen ikinci bir hakikattır. Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebed’in hadsiz cünûdunun [askerler] muhteşem bir kışlası ve muazzam bir mescidi olan şu kâinata tabiat fikirli münkirler [Allah’a inanmayan] girerler.

ba

İşte taksim-i akli ile; mevcudun vücud bulması için dört yoldan başka yol olmadığından, bu yollar hadsiz ve hesapsız muhalleri icap [gerekli kılma] eden dokuz muhal [bâtıl, boş söz] ile kapatılarak, bilbedahe [açıkça] ve bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] dördüncü yol olan vahdet [Allah’ın birliği] yolu kat’i bir surette sabit olur. Ve herbir mevcudun vücudu, doğrudan doğruya Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] dest-i kudretinden [Allah’ın kudret eli] çıktığını ve semavat ve arz, kabza-i kudretinde [kudret eli]

689

olduğunu gösterir. Esbab-perest [sebeplere tapan] ve tabiata sapanların gittikleri ve göremedikleri yollarının içyüzünü gösterdikten sonra onları insafa davet eden ve mesleklerini terkettiren gayet izahlı ve çok şirin ve gayet lâtif [berrak, şirin, hoş] bir beyandan sonra, sorulan iki şüpheli sualin birincisine, “redd-i mudahale ve men-i iştirak [ortaklığı kabul etmemek] kanunları”nın muktezasiyle; [bir şeyin gereği] ikincisine de Hâlık-ı Zülcelâl [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] bütün bütün hikmetine zıt olan netice-i hilkati [yaratılış neticesi] ve semere-i kâinatı [kâinatın meyvesi] abesiyete [anlamsızlık] çeviren ve hikmet-i Rubûbiyetini inkâr ettirecek bir tarz olan mahlûkatın ibadetlerini ve bilhassa insanın şükür ve ubudiyetini [Allah’a kulluk] başkalara vermeye rıza göstermediği gibi, müsaade dahi etmediğini izah eden gayet güzel cevaplarla mukabele [karşılama; karşılık verme] edilmiştir.

Hâtimesinde, [son] tabiat fikr-i küfrisini terkeden ve imana gelen zâtın, merak-âver [merak verici] üç sualinden:

Birincisi: “Tembelliklerinden dolayı namazı terkedenlerin Cehennem gibi bir azap ile tehdit edilmelerinin sebebi nedir?”

İkincisi: “Gözle görülen bu nihayet derecede mebzuliyet [bolluk] ve icad-ı eşyadaki [eşyaya vücut vermek] intizamlı sûret, hem vahdet [Allah’ın birliği] yolundaki nihayet derecede kolaylık ve sühûlet, hem nass-ı Kur’ân‘la [Kur’ân’ın açık ve kesin hükmü]

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ * 1

وَمَۤا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ * 2

gibi âyetlerin nihayet derecede gösterdikleri kolaylığın sırrı ve hikmeti nedir?”

Üçüncüsü: “Kâinat fabrikasının işlettirilmesi bir terkip [birleşim, sentez] ve tahlil neticesi olduğunu ve hiçten birşey idam [hiçlik, yokluk] edilmediği gibi hiçten birşey de icad edilmez diyen feylesofların bu sözleri nasıldır?” demesine karşı, pek dakik [derin ve ince] ve çok derin ve gayet yüksek ve çok geniş ve nihayet derecede mukni [ikna edici] ve müskit [susturucu] olarak serdettiği delâil-i akliye [aklî deliller] ile, esbaba tapan ve tabiat bataklığında boğulanları kurtaran ve hâlen [davranışla] o mesleklerinde bulunanları utandıran gayet hakikatlı ve musib cevaplar vardır.

Hüseyin

YİRMİ DÖRDÜNCÜ LEM’A:…. [parıltı] 317

“Dört Hikmet”i hâvidir. [içeren, içine alan]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يَۤا اَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ ِلاَزْوَاجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِسَۤاءِ الْمُؤْمِنِينَ يُدْنِينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلاَبِيبِهِنَّ * 3

690

ilh. [(ilâ âhir) sonuna kadar] gibi âyetlerle, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tesettürü emrediyor. Sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ve mimsiz medeniyet [“deniyet”, aşağılık] ise, Kur’ân’ın bu hükmüne karşı muhalif gittiğini ve tesettürü fıtri görmediğinden, “bir esarettir” deyip dinsizcesine bir sualine karşı Kur’ân-ı Hakîm‘in [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu hükmü tam yerinde olup, belki esaret olmayıp tesettürün fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] olduğunu çok tecrübe ve misallerle izah ve ispat edip onları iskat [düşürme] ve tesettüre kat’î emrediyor.

Birincisi:…. 317

Kadınların fıtratı tesettürü iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Çünkü, hilkaten zaife ve nazik olduğundan, kendi hayatından ziyade çocuklarını himayeye fıtraten bir meyli bulunduğundan onu himaye edene karşı kendini güzel göstermek ve nefret ettirmemeye ve ithama [suçlama] maruz kalmamak için fıtri bir meyli bulunduğunu, hem kadınların ondan altısı; ya ihtiyar, ya çirkin olmak cihetiyle, çirkinliğini herkese göstermek istemediğini, hem güzellerden kendini göstermekten sıkılmayanlar ancak ondan bir iki olup, diğerleri ise, pis ve şehevani ve sakil [ağır] insanların nazarlarından istiskal ettiğinden, kendini göstermek istemediğini ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tesettüre emri fıtri olmakla beraber, o nazik ve zaifeyi, bir refika-i ebediye [sonsuz hayatta hayat arkadaşı olacak kadın] olabilmesi için, tesettürle zahiri ve batınî zilletten [alçaklık] ve mânevî bir esaretten kurtarıyor diye gayet güzel bir cevapla gaddar medeniyeti iskât [susturma] ediyor.

İkinci hikmet:…. 319

Erkek ve kadın arasında şiddetli bir muhabbet, yalnız bu hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] ihtiyacından ileri gelmediğini, belki ebedi bir hayatta ciddi bir arkadaş olmak için, o muhabbeti âhir ömre kadar devam ettiği ve etmesi lâzım geldiği cihetle o kadının, ebedi arkadaşı olan kocasının ebedi arkadaşlığından mahrum kalmamak için tesettürü kat’iyyen ve fıtraten iktiza [bir şeyin gereği] ettiğini; ve sefih, [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] gaddar medeniyetin “gayr-ı fıtri ve esarettir” demelerini iskât [susturma] etmekle beraber, tesettüre kat’i emrediyor.

Üçüncü hikmet:…. 320

Aile saadeti, kadın ve koca mabeyninde [ara] bir emniyet-i mütekabile [karşılıklı güven] ve samimi bir muhabbetle devam ettiğini ve tesettürsüzlük o emniyet ve muhabbeti bozduğunu ve kırdığını ve açık saçık kadının on’dan bir tanesi, kocasından daha iyisini görmediğinden, kendini başkalara göstermek istemediğinden ve yirmi adamdan ancak bir tanesi karısından daha güzelini görmediğinden açık saçıklık ve hayvani nazarlar o emniyet ve muhabbeti kırdığını; hatta o hayvani, süfli ve pis görünmek, akrabalık misilli [benzer] olanda dahi o emniyeti kırdığını ve o çıplak bacakla görünüş akraba misilli [benzer] olanda dahi o emniyeti kırdığını ve o çıplak bacakla görünmesi, akrabanın mahremiyeti dahi gayr-ı mahrem [gizli olmayan] olduğunu gayet kat’i bir surette ispat eder.

Dördüncü hikmet:…. 320

Kesret-i nesil [neslin çokluğu] her cihetle matlûb [talep edilen, istenilen, arzulanılan] olup, her millet ve hükûmet buna taraftar olduğu, hatta Resul-i Ekrem Aleyhissalât Vesselâm

691

تَنَاكَحُوا تَكَاثَرُوا فَاِنِّى اُبَاهِى بِكُمُ اْلاُمَمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ * 1

yani: “İzdivac ediniz. Ben, sizin çokluğunuzla iftihar ederim” buyurmasını, tesettürsüzlük izdivacı [evlenme] çoğaltmayıp, pek azalttığını, çünkü, serseri asri bir genç dahi refikasını [arkadaş, yoldaş, yardımcı] gayet namuslu olmasını istediğini ve kadın ise, erkeğin çoluk ve çocuk ve malına ve herşeyine dahilî muhafız olduğundan, kadında sadakat ve emniyet lâzım olduğunu, tesettürsüzlük ve açık saçıklık ve hayâsızlık ise, o sadakatı ve emniyeti kırdığından, erkeğe vicdan azabı çektirdiğini ve kadınlarda şecaat [yiğitlik, cesaret] ve sehavet [cömertlik] o sadakat ve emniyeti ihlal ettiğini ve memleketimizin Avrupaya kıyas edilemeyeceğini, eğer kıyas edilse, neslin zâfına ve kuvvetin sukutuna [alçalış, düşüş] sebep olacağını ve şehirliler köylülere kıyas edilemeyeceğini, çünkü köylüler maişet [geçim] meşgalesiyle uğraştığın dan, san’at ile iştigal [meşgul olma, uğraşma] eden şehirliler onlara kıyas edilemeyeceğini ve daha çok hikmetlerini gayet kat’i ispat eder.

Rüşdü

• • •

Ehl-i iman [Allah’a inanan] âhiret hemşirelerim olan kadınlar taifesi ile bir muhaveredir. [karşılıklı konuşma]

Risale-i Nur’un mühim bir esası şefkat olması ve kadınlar tâifesinin şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle fıtraten Risale-i Nur’la alâkaları bulunduğunu, fakat bazı fena cereyanlarla o kıymetli seciyenin [huy, karakter] sû-i istimâl [kötüye kullanma] edildiğini ve kadınların saâdet-i uhreviyesi gibi saâdet-i dünyeviyelerinin de çâre-i yegânesi, [tek çâre] dâire-i İslâmiyedeki terbiye-i dîniye olduğunu izah eden kıymetli bir mektuptur.

YİRMİ BEŞİNCİ LEM’A:…. [parıltı] 330

“Yirmi Beş Devâ”yı hâvidir. [içeren, içine alan] Bu risale,

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلَّذِينَ اِذَۤا اَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُۤوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ * 2

gibi âyetler, ehl-i imanın [Allah’a inanan] musibetleri musibet olmadığını, belki bir ihtar-ı Sübhani ve iltifat-ı Rahmanî olduğunu gösterir. Gayet mukni [ikna edici] bir tefsir ve o ehl-i imanın [Allah’a inanan] on kısmından bir kısmını teşkil eden musibetzedelere karşı mânevî bir tiryak [derman, ilaç] ve gayet nâfi [faydalı] bir eczahane gibi olduğunu, hattâ herbir devâ, ayrı ayrı binler çeşit ilâçlar gibi hâsiyetlerini [özellik] gösteren bir eczahane hükmünde ve Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyanın [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] eczahane-i kübra[büyük eczane] olan

وَالَّذِى هُوَ يُطْعِمُنِىِ وَيَسْقِينِ * وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ * 3

692

gibi şifa hakkındaki yüzer âyâtın sırr-ı tesirine şifalı, devâlı bir mübarek mâkes [yansıma yeri] ve bir mâ-i zemzeme-i [zemzem suyu] Kur’ân hükmünde olduğunu gösterir.

Birinci Devâ:…. 331

İnsanın hastalığı zâhiren bir nevi dert gibi ise de, dert değil, belki bir nevi derman olduğunu ve ömür sermayesi sıhhat ve afiyet ve istiğnadan [ihtiyaç duymama] gelen bir gafletle zâyi olduğundan, hastalık o zâyiatı meyvedar bir ömre çevirdiğini haber verir gayet güzel bir devâdır.

İkinci Devâ:…. 331

İbadet iki kısım olup, bir kısmı müsbet [isbat edilmiş, sabit] ibadettir ki, namaz ve niyaz gibi malûm ibadetler olup, diğeri menfî ibadettir ki, hastalıklar insana aczini, zâfını hissettirdiğinden, halis, riyasız mânevî bir ibadet olduğunu ve bu hastalıkların, Allah’tan şekvâ [şikayet] etmemek şartıyla, mü’min için, bir dakikası bir saat hükmüne geçtiğini ve bazı kâmillerin hastalıklarının bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiğini rivayet-i sahiha [Peygamberimizden doğru olarak nakledilmiş hadis] ve keşfiyat-ı sadıka [doğru keşifler; manevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme] ile sabit olduğunu bildirir gayet mühim bir devâdır.

Üçüncü Devâ:…. 331

İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlanması ve mütemadiyen zeval [geçip gitme] ve firakta [ayrılık] yuvarlanması şahid olduğunu; hem, insan zîhayatın [canlı] en mükemmeli ve cihazatça en zengini olduğundan, geçen lezzetleri ve gelecek belâları düşündüğünden, kederli ve sıkıntılı bir hayat geçirdiğini, hastalık ise, sağlık ve afiyet gibi gaflet vermediğinden, dünyayı hoş göstermeyip o tahatturların [hatıra gelme] elemlerinden vazgeçirdiğinden, hiç aldatmaz bir vaiz ve bir mürşid hükmünde olduğunu gösterir bir mübarek devâdır.

Dördüncü Devâ:…. 332

İnsan, hastalıktan şekvâ [şikayet] değil, hastalığa sabretmesi lâzım olduğunu gösterir. Çünkü o, cihazatını kendi yapmayıp ve başka bir yerden de satın almadığından ve mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] sahibi, bahçesini çapalamak, bellemek ve budamak gibi ezalarla o sayede güzel bir mahsûl aldığından, o eza, o bağın hakkında eza değil, belki mahsûlünün yetişmesine medar [kaynak, dayanak] olduğundan, şikâyete hiç hakkı olmadığını gösterdiği gibi; insanın da, hastalıkla yapılan tasarruftan şikâyet değil, tahammüle mecbur olduğunu, şiddetli olduğu zaman “Ya Sabûr[kullarına sabır gücü ihsan eden Allah] deyip, sabır ile mukavemet edileceğini haber veriyor.

Beşinci Devâ:…. 333

Bu zamanda, hususan gençler hakkında, hastalık o gençleri gençlik sarhoşluğundan menettiği için, onların hakkında o hastalık mânevî bir sıhhat ve afiyet olduğunu haber verir gayet şirin bir devâdır.

Altıncı Devâ:…. 333

Musibetin gitmesiyle mânevî bir lezzet geleceğini gösterir. Çünkü, “Elemin zevali [geçip gitme] lezzettir” diye, o elemli musibetler, zeval [geçip gitme] ile ruhda bir lezzet-i irsiyet bıraktığını gayet güzel haber verir mühim bir devâdır. Hatta bu devânın ehemmi

693

yetindendir ki, te’lifatında iki kere aynı numara tekerrür etmesi ve öylece kaydedilmesi, ehemmiyetini ispat eder.

Yedinci Devâ:…. 335

Hastalık, insanın sıhhatindeki nimet-i İlâhiyenin [Allah’ın kullarına verdiği nimet] lezzetini kaçırmıyor, bilakis tattırıyor. Çünkü, birşey devam etse; tesirini kaybeder, usanç verir. Hatta ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] demişler: اِنَّمَا اْلاَشْيَۤاءُ تُعْرَفُ بِاَضْدَادِهَا yani: “Herşey zıddiyle bilinir” “Soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz” diye mâkul ve şirin bir devâdır.

Sekizinci Devâ:…. 335

Hastalık, imanlı bir insanın âhiretini geri bırakmıyor, belki daha ziyade terakki [ilerleme] ettiriyor. Çünkü; hastalık, sabun gibi, günahları siler, temizler; güzel bir keffaretü’z-zünub olduğu hadis-i şerifle sabit olduğunu; hem imanlı olan bir insanın maddi hastalığı, mânevî hastalıklardan kurtardığını; şahs-ı zahirisinin hatasıyla şahs-ı mânevisi [mânevî kişilik] hasta olduğundan, zâhir hastalığı o hatalardan geri koyup, mânevî istiğfara [af dileme] sebep olduğundan, o maddî hastalık çok büyük bir hazine olduğunu bildirir.

Dokuzuncu Devâ:…. 336

Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tanıyan bir insan için, ölüme sebep olan hastalıktan korkmak olmadığını ve ölüm, insanın tanıdığı ve bildiği bütün ehl-i iman [Allah’a inanan] olan ahbaplarına kavuşmak olduğunu; hem ölüm mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] olup, bazen hastalıkların yanındaki sağ insanların ölmesi ve hastaların sağ kalması; hem ölüm, vazife-i hayattan [hayat görevi] bir paydos ve bir rahat olduğunu ve ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] için gayet korkunç bir zulümat-ı ebediye [sonsuz karanlıklar] olduğunu bildiren gayet mülâyimane güzel bir devâdır.

Onuncu Devâ:…. 337

İnsanın hastalığı, merak ettikçe gayet ağırlaşacağı, hususan evhamlı bir hastanın bir dirhem zâhir hastalığı, merak vasıtasıyla on dirhem olacağını, hem merak da ayrıca bir hastalık olduğunu haber veren mühim bir devâdır.

On Birinci Devâ:…. 338

Hastalık insana hazır bir elem verdiğinden, evvelce geçirmiş olduğu hastalıktan sonra hiçbir elem kalmayıp, hemen lezzeti bu âna kadar devam ettiğini hatırlayıp, o andaki hastalığın hazır eleminden kurtulmak ile, bulunduğu dakikadan sonra zamanın nasıl geleceğini bilmediğinden, ondan korkmamak lâzım olduğunu; hem yok bir zamanda, yok bir eleme, yok bir hastalığa vücud rengi vermek mânâsız olduğunu ve sabır kuvvetini sağa ve sola dağıtmak fayda vermediğinden, bütün kuvvetiyle hazır zamna dayanmak lâzım olduğunu haber veren en âlâ bir devâdır.

On İkinci Devâ:…. 338

Hem, insan hastalık sebebiyle ibadet ve evradından [okunması âdet olan dualar] mahrum kaldığına teessüf [eseflenme, üzülme] etmemesine; sabır ve tevekkül ve namazını kılmak şartıyla, o hastalıkta, ibadet ve evradının [okunması âdet olan dualar] sevabı aynen ve daha halis bir surette verileceği hadisçe sabit olduğu ve insan o sayede aczini ve za’fını bildiğinden, bütün cihazatının lisan-ı hal [beden dili] ve lisan-ı kaliyle [söz ile anlatım] dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] iltica etmesine sebep olduğundan,

694

قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَۤاؤُكُمْ 1 sırrını anlattığından, şikâyet değil, şükretmek lâzım olduğunu gösterir.

On Üçüncü Devâ:…. 339

Hastalıktan şikâyet edilmeyeceğini; ve hastalık bazılarına bir define olduğunu; ve ecel muayyen olmadığından, her vakit havf [korku] ve reca [ümit] ortasında bulunmak lâzım olduğunu; ve ölüm insanı gaflet içinde yakalamak ihtimali bulunduğundan, hastalık onun âhiretini düşündürmek cihetiyle gayet güzel bir nâsih olduğunu gösterir mühim bir devâdır.

On Dördüncü Devâ:…. 340

Hem, ehl-i imanın [Allah’a inanan] göz hastalığı perdesi altında-yani kör olmasında-pek mühim bir nur ve mânevî büyük bir göz olup, birkaç sene dünyanın hazinane fâni bir güzelliğini fâni bir sûrette seyredecek fâni bir göze bedel, kırk göz kuvvetinde ebedi gözler ile ebedi bir surette Cennette Cennet levhalarını seyretmesi daha evlâ olacağını beyan eder.Haşiye [dipnot]

On Beşinci Devâ:…. 341

Hastalığın sûretine bakıp “ah!” eylemek câiz olmadığını, belki mânâsına bakılsa “oh!” diye mânevî lezzetler akıtacağını; çünkü “Mânevî sevap lezzeti olmasaydı, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] en sevdiği kullarına hastalığı vermezdi” diye hadis-i şerifte اَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلْاَنْبِيَۤاءُ ثُمَّ اْلاَوْلِيَۤاءُ، ثُمَّ اْلاَمْثَلُ فَاْلاَمْثَلُ 2—ev kema kàl—hadis-i şerifinin sırrını ve bazı hastalıklar şehid makamını kazandıracağını bâhusus [bilhassa, özellikle] kadınların lohusa [yeni doğum yapmış kadın] zamanında kırk gün zarfında vefat ederlerse şehid olacaklarını en güzel bir sûrette haber verir.

On Altıncı Devâ:…. 342

Hastalık, hayat-ı içtimaiye-i insaniyede [insanların sosyal hayatı] en mühim olan hürmet ve merhameti telkin ettiğini, çünkü, sıhhat ve afiyet, nefs-i emmareye, [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] her cihetçe istiğna [ihtiyaç duymama] gösterdiğinden; hastalık, o istiğna [ihtiyaç duymama] yerine hürmet ve merhameti hissettirdiğinden, rikkat-i cinsiyesine [insanın kendi cinsinden olana acıması] karşı bir şefkat celbetmeye vesile olacağını gösteren gayet güzel ve en şirin ve lezzetli bir devâdır.

On Yedinci Devâ:…. 343

İnsan, hastalık vasıtasıyla, hayrat yapamadığından müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmak caiz olmadığını, çünkü, en mühim hayrat hastalıkta dahi bulunduğunu, hattâ hastalara

695

On Sekizinci Devâ:…. 344

İnsan şükrü bırakıp şekvâya [şikayet] gitmeye ve bir hakkının zayi olmasından şikâyete hiç hakkı olmadığını; çünkü senin üstünde Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] çok nimetleri olmak cihetiyle, onların şükür hakkını ifa etmediğinden dolayı Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] karşı bir haksızlık ettiğini; hem, sen sıhhat noktasında kendinden aşağıdaki biçarelere bakmak lâzım olduğunu, yani, bir parmağın, bir elin, bir gözün yoksa, iki parmağı, iki eli, iki gözü olmayanlara bakmak lâzım olduğunu; çünkü, sen hiçlikten vücuda gelip, taş, ağaç ve hayvan olmayıp insan olup İslâm nimetini ve sıhhat ve afiyet görüp yüksek bir dereceye nail olduğun halde, bazı ârızalarla ve kendi sû-i ihtiyarınla [irâdenin kötüye kullanılması] ve sû-i istimalinle [bir şeyi kötüye kullanma] elinden kaçırdığın ve elin yetişmediği nimetlerden şekvâ [şikayet] etmek, sabırsızlık göstermek bir küfran-ı nimet [nimete karşı nankörlük] olduğunu gösterir bir devâdır.

On Dokuzuncu Devâ:…. 345

Cemil-i [güzel] Zülcelâl‘in [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] bütün isimleri, “Esma-i [Allah’ın isimleri] Hüsna” [güzellik] tabir-i Samedanisiyle güzel olduklarını ve mevcudat [var edilenler, varlıklar] içinde en lâtif, [berrak, şirin, hoş] en câmi’ [kapsamlı] âyine-i Samediyet [herşey Kendisine muhtaç olduğu hâlde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının yansıdığı ayna] de hayat olduğunu ve güzelin aynası güzel olduğunu ve güzelliklerini gösteren güzelleşeceğini ve o aynaya da o güzelden ne gelse, güzel olduğunu ve hayat daima sıhhat ve afiyet ve yeknesak [değişmeyen, tekdüze, monoton] gitse, nâkıs [eksik] bir ayna olacağını ve hastalıklı bir uzvun etrafında, Sâni-i Hakim sair azaları o uzva muavenetdarane [yardım] teveccüh [ilgi] ettirip, nakışlarını [işleme] ve vazifelerini göstermek için o hastalığı misafireten gönderip, vazifesi bittikten sonra yerini yine afiyete bırakıp gittiğini ispat eder.

Yirminci Devâ:…. 347

Hastalık iki kısım olup; bir kısmı hakiki, bir kısmı vehmi olduğunu; hakiki kısmına Şâfi-i [şifa verici] Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] Küre-i Arz [yer küre, dünya] eczahane-i kübrasında [büyük eczane] her derde devâ istif [yığma, biriktirme] ettiğini; ve o devâlar ise, dertleri istediğinden, onları istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmek meşru olduğunu, fakat devânın tesirinin Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bilmek lâzım olduğunu; vehmi hastalığa ehemmiyet verilmeyeceği, ehemmiyet verildikçe fazlalaşacağını, ehemmiyet verilmezse hafif geçeceğini güzel bir temsil ile ispat eder.

Yirmi Birinci Devâ:…. 348

Hastalıkta maddi bir elem olup, o elemi izale [giderme] edecek mânevî bir lezzet ihata [herşeyi kuşatma] ettiğini ve zâhiren peder ve valide ve akrabaların şefkatları, onun etrafında hastalık cazibesiyle, ona karşı muhabbetdarane baktığından o elem çok ucuz düştüğünü; maddi ve mânevî çok yardımcıları bulunduğundan, şikâyet değil, şükretmek lâzım olduğunu ispat eder.

Yirmi İkinci Devâ:…. 348

Nüzul gibi ağır hastalıklar mü’min için pek mübarek sayıldığını ve ehl-i velâyetce [velâyet makamında olanlar, velî kullar] mübarekiyeti [bereketlilik, hayırlı olma] meşhud [görünen] olduğunu ve Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vasıl olmak için iki

696

esasla gidildiğini; nüzul gibi hastalıklar ise, o iki esasın hassasını verdiğini; o iki esasın birisi; râbıta-i mevt, [ölümü her an hatırlama ve hayatını buna göre şekillendirme] yani, dünyanın fâni olduğunu bildiği gibi kendinin de fani ve vazifedar bir misafir olduğunu gösterir. İkincisi: Nefs-i emmarenin [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] ve kör hissiyatın tehlikelerinden kurtulmak için, bir kısım ehl-i iman [Allah’a inanan] çilelerle nefs-i emmareyi [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] öldürdüklerinden, hayat-ı ebediyelerini [sonsuz âhiret hayatı] bu suretle kazandıklarını ve nüzul gibi hastalıklarda aynı o hassa [duyular] bulunduğundan, o hastalık onun için gayet ucuz düştüğünü ispat edip gösterir.

Yirmi Üçüncü Devâ:…. 349

Hastalık, gurbette ve kimsesizlikte bulunduğu zaman, o kimsesizliği cihetiyle, kendine en câni kalblerin dahi rikkatini [acıma] celbettiğini ve Kur’ân’ın bütün sûrelerinin başlarında “Errahmanirrahim” sıfatıyla kendini bize takdim eden Allah, bir lem’a-i şefkatiyle, [şefkat parıltısı] umum yavruların yardımına validelerini koşturduğunu ve her baharda, bir cilve-i rahmeti [İlâhî rahmetin yansıması] ile nimetlerini bize gönderdiğini ve o nimetlere nail olmak, iman ve intisabla [bağlanma, mensup olma] ve onu tanımakla olduğunu ve o gurbet ve kimsesizlikteki hastalık ise, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nazar-ı merhametini [merhamet bakışı] celbettireceğini, ehemmiyetli haber verir.

Yirmi Dördüncü Devâ:…. 350

Mâsum çocuklara ve mâsum gibi ihtiyar hastalara bakan ve hizmet edenlerin hakkında uhrevi büyük bir ticaret olduğunu ve o nazik çocukların hastalıkları, ileride hayat-ı dünyanın dağdağalarına [gürültü, dehşet verici] tahammül için birer şırınga-i Rabbaniye olduğunu ve o şırıngalardan gelen sevap ve ücret, onlara bakanların ve bilhassa validelerinin defter-i âmâline yazıldığını ve bu hakikatın ehl-i hakikatca [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] meşhud [görünen] olduğunu ve bilhassa ihtiyar peder ve valide ve akraba gibi ihtiyarların dualarını almak, âhiretin saadetine medar [kaynak, dayanak] olduğunu ve onlara bakanların da, ileride kendi evlâdlarından aynı vaziyeti göreceğini ve bakmadıkları cihetle, neticede azab-ı uhrevi olduğu gibi, dünyaca da çok felâketlere maruz kaldıkları ve kalacakları vukuat ile sabit olduğunu ve akrabası olmazsa bile, yine onlara bakmak İslâmiyetin iktizasından [bir şeyin gereği] olduğunu gayet kat’i ispat eder.

Yirmi Beşinci Devâ:…. 351

Bütün hastalıkların gayet nâfi [faydalı] ve mânevî bir devâsı ve hakiki ve kudsi bir tiryakı ise, imanın inkişafı [açığa çıkma] olduğunu; tevbe ve istiğfar [af dileme] ve namaz ve ubudiyet [Allah’a kulluk] ile, o tiryak-ı kudsi olan iman ve imandan gelen ilâcın istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilmesi lâzım olduğunu; ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] zeval [geçip gitme] ve firak [ayrılık] darbeleriyle yaralanan mânevî büyük dünyalarının tedavisi, kudsi bir tiryak [derman, ilaç] olan imanın şifa vermesiyle yaralardan kurtulacaklarını ve o iman ilâcının tesiri ise ferâizi [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] yapmak ile olduğunu ve sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve hevesat-ı nefsaniye ve lehviyat[eğlenceler, oyunlar] gayr-ı meşrûa, o tiryakın tesirini menettiğini göze gösterip, gayet kat’i bir surette izah ve ispat eder.

Hafız Mustafa (r.h.)

YİRMİ ALTINCI LEM’A:…. [parıltı] 354

697

كۤهٰيٰعۤصۤ * ذِكْرُ رَحْمَتِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّا * اِذْ نَادٰي رَبَّهُ نِدَۤاءً خَفِيًّا * قَالَ رَبِّ اِنِّى وَهَنَ الْعَظْمُ مِنِّى وَاشْتَعَلَ الَّرأْسُ شَيْبًا وَلَمْ اَكُنْ بِدُعَۤائِكَ رَبِّ شَقِيًّا * 1

Yirmi Altıncı Lem’a, [parıltı] “Yirmi Altı Rica“dır. [ümit]

Birinci Rica:…. [ümit] 355

Herşeyin aslı, nûru, ziyası, menbaı, [kaynak] mâdeni, çeşmesi iman olduğunu; her şeyden evvel, o kudsi, münezzeh, [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] mualla nûru kazanmaya çalışmak lâzım geldiğini beyan eden kıymetli, icazlı bir ricadır. [ümit]

İkinci Rica:…. [ümit] 355

Hakikatta sabi hükmünde olan ihtiyarlar, ihtiyarlıkta Hâlık-ı Rahim’e iman ve intisap [bağlanma] ve itaatla, sabiler gibi Rahmanirrahim isimlerinin mazharı olacağını tebşir [müjdeleme] eden nur-efşan bir hakikattır.

Üçüncü Rica:…. [ümit] 356

Nev-i beşerin ister istemez müptelâ [bağımlı] olduğu sevkiyat-ı berzâhiye ve inkılâbat-ı uhreviyede, iki cihanın serveri [reis, baş] ve enbiyanın [nebiler, peygamberler] seyyidi ve rahmet ve merhamet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün varlıklara yönelik şefkati] timsâli olan Peygamber-i Zişanımız Habibullah [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnet-i seniyesine ittiba [tabi olma, uyma] ile selâmet [huzur] ve necat [kurtuluş] bulunacağını beyan eder.

Dördüncü Rica:…. [ümit] 357

Dünyadan alâkaları kesilmeye başlayan ihtiyar ve ihtiyarelerin, [yaşlı kadın] yakınlaştıkları kabir kapısını düşündükleri ve o zâhiren karanlıklı görünen âlemleri, nuruyla tenvir [aydınlatma] eden ve aydınlaştıran ve insana bir harfi on sevap ve hayır ve bazan yüz ve bazan bin sevap ve hayır kazandıran ve hazine-i rahmetin [Allah’ın rahmet hazinesi] miftahı [anahtar] olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyanı [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] nur-u iman [iman aydınlığı] ile dinleyip, evâmirine [emirler] itaat ve nevâhisinden içtinap [çekinme, kaçınma] edenlerin âlem-i ebedide müferrah [ferah duyan, huzurlu] olacaklarını müjdelemekle, çok kuvvetli bir rica [ümit] kapısını gösterir.

Beşinci Rica:…. [ümit] 359

Her ferdde ve her şahısta cüz’i külli tesirini gösteren teselli-i iman-ı bil-âhiret, ihtiyarlara daha azim ve kuvvetli bir rica [ümit] ve teselli verdiği için, ihtiyarlığı emniyetli bir sefine-i Rabbaniye bilip sevmek ve hoşnut olmak ve Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür ve hamd edilmesini tavsiye eder.

Altıncı Rica:…. [ümit] 361

Nur-u iman [iman aydınlığı] ile kâinatın tabakaları ve arzın mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ve mahlukatı, munis birer arkadaş gibi Hâlık-ı Rahim’e şehadet edip, gurbet ve vahşeti ve zulmeti izale [giderme] ettiği gibi, ihtiyarlıkla, hayatıyla refakat eden şeylerin müfarakat [ayrılık] zamanında kitab-ı âlemin [âlem kitabı, kâinat] harfleri sayısınca şahidleri ve zîruhların [ruh sahibi] medar-ı şefkat [şefkat sebebi] ve rahmet ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] olan cihazatı ve mat’umatı [yiyecekler] ve nimetleri adedince rahmetin delilleri

698

bulunan ve en makbul bir şefaatçı olan acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ın [acizlik ve zayıflık] dürbünüyle ve ihtiyarlık gözüyle görüleceğinden, ihtiyarlıktan küsmek değil, ihtiyarlığı sevmekle, rica [ümit] yolunu gösterir.

Yedinci Rica:…. [ümit] 362

Fani dünyaya eblehâne [ahmak] bâki süsü veren ve payitaht-ı hükûmette [başkent] görülen bina-yı evhamı altı cihetten [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] çürütüp, dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gelen müthiş zulmeti, nur-u Kur’ân [Kur’ân nuru] ve sırr-ı iman [iman sırrı] ile dağıtıp, biçare musibetzede ihtiyarları evham ve şübehat [şüpheler, tereddütler] vadilerinden çıkarıp sahil-i selâmete [güvenli yer] ve rahmet-i Rahmân‘a [rahmeti sınırsız olan Allah’ın şefkat ve merhameti] yetiştiren mücahid bir ricadır. [ümit]

Sekizinci Rica:…. [ümit] 368

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâl-i keremiyle [lütuf ve cömertliğin mükemmelliği, kusursuz ikram edicilik] ve nihayetsiz re’fet ve şefkatiyle, ebed ve ebedi bir hayat için halkettiği nev-i insanı [insan türü, insanlık] nisyan[unutkanlık] mutlaktan kurtarmak için, Kur’ân-ı Azimüşşanda [şanı yüce Kur’ân] كُلُّ نَفْسٍ ذَۤائِقَةُ الْمَوْتِ 1 ferman-ı kudsiyesiyle [kutsal bir makamdan gelen buyruk] her nefsin ölümünü haber verdiği gibi, o ölümün bir emaresi ve bir müjdecisi ve insanın daimi arkadaşı ve hocası olan saçlarının ağarmasıyla, başaşağı olmaya hazırlanmış olan ve gaflete daimi meyyâl ve fâniye müptelâ [bağımlı] olan insanı, sırr-ı iman [iman sırrı] ve nur-u Kur’ân [Kur’ân nuru] ile gaflet uykusundan ikaz edip, kuvvetli bir rica [ümit] düsturunu [kâide, kural] eline verir.

Dokuzuncu Rica:…. [ümit] 370

Acz ve za’fı bilfiil tadan ve hissiyat cihetinde çocuklar ve yavrular hükmüne geçen ihtiyarlık, rahmet ve inâyet-i İlâhiyenin [Allah’ın inayeti, yardımı] celbine vesile olduğu gibi, emr-i Kur’ân ve işaret-i nebeviye ile (a.s.m.), küçükleri, hürmet ve merhamet ve şefkatle emirber [emre hazır] neferler [asker] gibi etrafında toplayan ve bu suretle hem Hâlık-ı Kerimin teveccühüne [ilgi] mazhar, [erişme, nail olma] hem insanların hizmet ve yardımına medar [kaynak, dayanak] olan ihtiyarlıktan razı olmakla, rica [ümit] kapısını açar.

Onuncu Rica:…. [ümit] 374

Kur’ân-ı Hakîm‘in [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nûruyla, hakikat ve vâkiü’l-hal olan mevt, [ölüm] hayata tercih edilip sevildiği gibi; âlem-i berzahta [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] olan emvâtın, [ölüler] elbette dünyada muvakkat [geçici] misafirler olup, onlar da oraya gidecek olan insanlardan ziyade ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve ülfete lâyık olduğu, imanlı ihtiyarlık gözüyle yakînen müşahede edildiğinden, imanlı ihtiyarlığın büyük bir nimet-i İlâhiye [Allah’ın kullarına verdiği nimet] olduğunu ve bazan seyrü sülûk [mânevî yol alma] ile derecat[dereceler] evliya gibi yüksek makam ile tebşir [müjdeleme] ve müjde ve sürur [mutluluk] veren kuvvetli bir ricadır. [ümit]

On Birinci Rica:…. [ümit] 376

İhtiyarlığın susmaz bir dellâlı [davetçi, ilan edici] olan beyaz kılların ikazıyla, ebedî tevehhüm [kuruntu] edilen vücudun, başka bir âleme namzet [aday] olup fâniliği ve bazı vefadar zannedilen vefasızların darbesiyle, bütün alâkadarların alâka-i kalbe [kalben bağlanma] değmediği görülerek, bir melce, [sığınak] bir istinatgâh, taharriler [araştırma] neticesinde, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] lisanından çı

699

kan لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ 1 ferman-ı kudsiyesi [kutsal bir makamdan gelen buyruk] imdada yetişip, kâinatta esbap [sebepler] ve bu asrın yolunu şaşırtan tabiat bataklığının hiçliğini ve asılsız bir evham-ı küfri olduğunu gösteren ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] bir iki temsil ile zerreden şemse kadar, felekten meleğe kadar, sinekten semeğe, hayalden hayata kadar kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] ve ihata-i ilminde olan bir Kadir-i Ezelînin vücub-u vücudunu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ispat edip, nur-u imana [iman aydınlığı] vesile olan kuvvetli bir rica [ümit] kapısını ihsan [bağış] eder.

On İkinci Rica:…. [ümit] 383

Rahmetullahi aleyh [karşıt, zıt] Abdurrahman’ın vefatı üzerine,

كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُون * 2

âyet-i kudsiyesinin [kutsal âyet] sırrıyla, يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى * يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى * 3 hakikatıyla,

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 4

âyetinin tesellisiyle birtek cilve-i inâyeti bütün dünya yerini tutan ve birtek cilve-i nûru bütün zulmeti izale [giderme] eden Bâki-i Zülcelâl [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve varlığı kalıcı ve devamlı olan Allah] ve Sermedi-i Zülkemâl ve Rahim-i Zülcemâl’in teveccühü [ilgi] bâki ise, yeter. Gidenler Onun bâki mülküne gittiğini ve yerlerine aynını gönderdiğini ve göndereceğini vaki bir hakikatla gösterip, ekseriyetle iftirak [ayrılık] ve hasrete müptelâ [bağımlı] olan ihtiyarların yüzlerini bir Bâki-i Zülcelâle [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve varlığı kalıcı ve devamlı olan Allah] çeviren, zulmeti nura tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eden, kalblere iman nuru bahşeden elektrik-misâl bir ricadır. [ümit]

On Üçüncü Rica:…. [ümit] 389

Harb-i Umumide Van şehrinin, Rus’un istila etmesi ve ihrak [yakma] etmesiyle harâbezâr olması ve ekser ahâlisinin şehadet ve muhaceretle kaybolması ve Medrese-i Horhor’un harap olup vefatı içinde, bu memlekette kapanan ve vefat eden bütün medreselerin, “Horhor’un başında duran ve yekpâre bir taş olan Van Kal’ası” [kale] kabir taşı olarak görünmesi üzerine, Van Kal’asının [kale] başında, şiddet-i me’yusiyet ve matem içinde iken, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan‘ın [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim]

سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ * لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ *

700

وَاْلاَرْضِ يُحْيِى وَيُمِيتُ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 1

âyetinin hakikatı tecelli edip; o rikkatlı, [acıma] hırkatli, [ayrılık ateşi] dehşetli hâlattan kurtarıp; nazarı, âfâka, Âyât-ı kâinata baktırıp, misafir insanların eliyle yazılan sun’i [el yapımı] bir mektubun silinmesi yerine, Nakkaş-ı Ezelinin herbir harfinde bir kitap yazılı, silinmez ve solmaz koca kâinat kitabını hediye etmesi ve okutturmasıyla izale [giderme] edip, bilâhare de Medrese-i Horhor yerine Isparta’yı medrese ve müfarakat [ayrılık] eden talebe ve dostlara bedel daha çok talebe ve dostlar vermesiyle, sırr-ı hikmetini [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] ve rahmetini ve şefkatini gösteren bir Rabb-i Rahim’in dergâhına [Allah’ın yüce katı] yakınlaşan ve o dergâhta [Allah’ın yüce katı] makbul birer abd [köle] olan imanlı ihtiyarların dünyanın ehval-i muhavvifânesinden mükedder ve me’yus [ümitsiz] olmamalarını; o kudsi imanı ve müsellem [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] İslâmiyeti ihsan [bağış] eden bir Muhsin-i Kerim’e nihayetsiz hamd ve şükürle lisanımızın zevkini ve ubudiyet [Allah’a kulluk] ve itaatle ruhumuzun şevkini tavsiye eden kıymettar bir ricadır. [ümit]

Rahmetullahi aleyhi [Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun] rahmeten vâsia

Hafız Mustafa

On Dördüncü Rica:…. [ümit] 397

Ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] Üstadımızı her şeyden tecrid edip, beş çeşit gurbet içinde bulunduğu bir vakitte, gayet kuvvetli bir aşk-ı beka [sonsuzluk aşkı, arzusu] ve şiddetli bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat [hayatı aşk derecesinde istemek] ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakrın kendisinde hükmettiğini görüp, me’yusane [ümitsiz] olarak başını eğdiği zaman,

2 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyet-i hasbiyesi [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] imdadına yetişerek, “Beni dikkatle oku” demesi üzerine günde beş yüz defa okuduğunu ve okudukça bu âyetin çok kıymetli nurlarından dokuz Mertebe-i Hasbiye’nin yalnız ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile değil, aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] inkişaf [açığa çıkma] ettiğini…

Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: [“Hasbünâ”nın nurlu mertebesi] Ondaki aşk-ı beka, [sonsuzluk aşkı, arzusu] mutlak kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] sahibi Zât-ı Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] ve Zülcemâlin [sonsuz güzellik sahibi olan Allah] bir isminin, bir cilvesinin mahiyetindeki bir gölgesine yapıştığı anda, حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyeti gelerek perdeyi kaldırdığını ve kendisindeki beka lezzetinin ve saadetinin daha mükemmel bir tarzda Bâkî-i Zülkemâlin bekasında ve Ona olan tasdik ve imanda bulunduğunu hissetmiş ve hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] zevk aldığını ifade etmiştir.

İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: [“Hasbünâ”nın nurlu mertebesi] Üstadımız, ihtiyarlık, gurbet ve kimsesizlik ve tecrid içinde bulunduğu ve ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] desiseleriyle [hile, aldatma] ve casuslarıyla ona hücum ettikleri zaman, “Eli bağlı, zayıf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinad [dayanak noktası] yok mu?” diye kalbine hitap edip

701

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 âyetine müracaat ettiği zaman, bu âyet ona, “İntisab-ı imanî vesikasıyla [belge] Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] olan öyle bir Sultana intisap [bağlanma] edersin ki, dört yüz bin milletten mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] nebatat [bitkiler] ve hayvanat orduları onun emri altında ve kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] bulunan hadsiz bir kudret ve kuvvet sahibine dayanabilirsin” diye mânevî bir ders verdiğini ve o dersle değil şimdiki düşmanlara, belki bütün dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı imanî [imandan kaynaklanan güç] hissettiğini ve bütün ruhuyla beraber حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dediğini ifade etmiştir.

Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: [“Hasbünâ”nın nurlu mertebesi] Ebedi bir dünyada ve bâki bir memlekette, daimi bir saadete namzet [aday] olduğunu, fakat bu gaye-i hayal [hayal edilen gaye] ve hedef-i ruh [ruhun hedefi] ve netice-i fıtratın [yaratılış neticesi] tahakkuku, [gerçekleşme] ancak mahlûkatın bütün harekâtlarını ve herşeylerini bilen ve kaydeden bir Kâdir-i Mutlakın [herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] hadsiz kudretiyle olabildiğini düşünürken, kalbine itmi’nan [huzur bulma] veren bir izah istediğini ve yine o âyete müracaat ettiğinde, o âyet ona, حَسْبُنَا 2 daki نَا ya dikkat edip, senin ile beraber lisan-ı hal [beden dili] ve lisan-ı kal [söz ile anlatım] ile حَسْبُنَا yı kimler söylüyorlar diye emredince; bütün nebatat [bitkiler] ve hayvanatın lisan-ı hal [beden dili] ile حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ in mânâsını yad ettiklerini gördüğünü; ve kudretin azamet ve haşmetini, mevcudatta [var edilenler, varlıklar] nasıl temaşa ettiğini ifade etmiştir.

Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: [“Hasbünâ”nın nurlu mertebesi] Kendi vücudu, belki bütün mahlûkatın vücutları ademe gidiyor diye elim bir endişede iken, yine bu âyet-i hasbiyeye [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] müracaat ettiğini ve iman dürbünü ile baktığında; ölümün, firak [ayrılık] değil visal [kavuşma] olduğunu; bir tebdil-i mekân [mekân değişikliği] ve bâki bir meyvenin sümbüllenmesi [başak verme, netice verme] olduğunu beyan etmiştir.

Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: [“Hasbünâ”nın nurlu mertebesi] Hayatın çabuk sönmesi teellümüne [elem çekme] karşı, âyet-i hasbiyeden [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] aldığı imdat ile der: “Hayat, Zât-ı Hayy-ı Kayyuma baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça beka bulur.” Hem bâki meyveler verdiği için, ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmayacağını izah etmiştir.

Ölü olmayanlar veya diri olmak isteyenler, hayatın mâhiyetini ve hakikatini anlamayı arzu edenler, Dördüncü Şuâdaki bu mertebelerin dört meselesine baksınlar, dirilsinler.

Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: [“Hasbünâ”nın nurlu mertebesi] Daimi tahribatçı olan zeval [geçip gitme] ve fena ve mütemadiyen ayırıcı olan ölüm ve adem, [hiçlik, yokluk] dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlûkatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu görmesi üzerine, fıtratındaki aşk-ı mecazi, bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda, bir medar-ı teselli [teselli kaynağı] bulmak için, bu âyet-i hasbiyeye [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] müracaat ettiğinde “Beni oku ve dikkatle mânâma bak!” demesi üzerine, Sûre-i

702

Nur’daki اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ 1 âyetinin rasathanesine [büyük dürbün] girip, imanın dürbünüyle bu âyet-i hasbiyenin [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] en uzak tabakalarına baktığını beyan etmekte ve dürbünle gördüğü esrarı zikretmektedir.

Bu güzel masnûlar, bu tatlı mahlûklar, [varlıklar] bu cemâlli mevcudat, [var edilenler, varlıklar] Cemil-i [güzel] Zülcelâlin [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] Cemâl-i Kudsîsine [Cenâb-ı Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] güzelliği] ve nihayetsiz güzel Esma-i [Allah’ın isimleri] Hüsnasının [güzellik] sermedî [daimi, sürekli] güzelliklerine âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ettiklerini ve Risale-i Nur’un eczalarında çok kuvvetli delillerle bunların izah edildiğini beyan etmektedir.

On Beşinci Rica:…. [ümit] 404

Bu Rica [ümit] Denizli Hapsinden sonra, Nurların teksirle [çoğalma] basılarak intişarı [açığa çıkma, yayılma] üzerine, fütûhat-ı Nuriyeyi çekemeyen gizli düşman münafıkları, türlü desise [hile, aldatma] ve iftiralarla, hükûmeti aleyhe çevirerek, Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] müsadere ettirip, tetkik edilmesi neticesinde, değil tenkit edip düşmanlık göstermek, belki tetkik eden memurların kalblerini de fethederek, tenkit yerine takdir ettirdiğini ve bu hâdise Nur dershanelerinin genişlemesine sebep olduğunu ve bir müddet sonra gizli din düşmanları, pek âdi bahanelerle, zemherinin en şiddetli günlerinde Üstadımızı tevkif ettirerek; büyük, gayet soğuk, sobasız bir koğuşta hapsettiklerini ve bu hapiste inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ile bir hakikat inkişaf [açığa çıkma] ederek, nurların hapishane dahilinde ve haricinde intişar [açığa çıkma, yayılma] ve fütûhatından dolayı binlerce şükrettiğini ve ruhuna, “Sen onların zulmü yüzünden hem sevap, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem mânevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi [ilim ve din görevi] ihlâs ile yapmasını kazanıyorsun” diye ihtar edilmesi üzerine, bütün kuvvetiyle “Elhamdülillâh” diye dua ettiğini gayet güzel beyan etmektedir.

Bu Rica‘nın [ümit] sonunda, Risale-i Nur Talebeleri, iman-ı tahkiki kuvvetiyle bu vatanın her tarafında anarşistliği durdurduğunu, umumi emniyeti ve asayişi muhafaza ettiklerini ve yirmi senedir memleketin her tarafındaki Nur Talebelerinin hiçbirisinin emniyeti ihlâle dâir bir vukuatlarının bulunmadığını ve hattâ insaflı bir kısım zâbıta memurlarının, “Nur Talebeleri mânevî bir zâbıtadır, asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar, iman-ı tahkiki ile Nuru okuyan her adamın kafasında bir yasakçı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar” diye olan itiraflarını ve türlü isnat ve iftiralarla, Kur’ân ve iman nuruna sed çekmek isteyenlere karşı, Üstadımızın, “Yüz milyon başların feda oldukları bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hakikata, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’ın gerçeği] feda olan başlar zındıkaya teslim-i silâh [silâhın teslim edilmesi, mücadeleden vazgeçme] etmeyecek ve vazife-i kudsiyeden [kutsal vazife] vazgeçmeyecekler inşaallah!” [Allah dilerse] dediğini beyan etmektedir.

On Altıncı Rica:…. [ümit] 411

Mahrem ve mühim mecmualar, hususan Süfyan‘a [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] ve Nurun kerâmetlerine dair olan risaleler, zamanı gelince neşredilsin diye saklandığı halde, bir aramada, o risaleler bulunduğu yerden çıkarılmış ve Üstadımız hasta bir halde tevkif

703

edilerek hapishaneye götürüldüğünü ve Üstadımız müteellim [acı çeken] ve Nurlara gelen zarardan müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] iken, birden inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] imdada yetişerek, mahrem risaleleri okuyan resmi dairelerin, bir dershane-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] hükmüne geçip risaleleri takdirle karşıladıklarını ve yine Denizli Hapsinde, ihtiyarlık, hastalık ve mâsum arkadaşlara gelen zahmetlerden elem ve teessür [üzülme, etkilenme] içinde iken, birden inâyet-i Rabbaniye yetişerek, hapishaneyi bir dershane-i Nuriyeye [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] çevirip, bir Medrese-i Yûsufiye (a.s.) olduğunu ispat ederek, Medresetü’z-Zehra kahramanlarının elmas kalemleri ile Nurların intişara [açığa çıkma, yayılma] başlamasını ve gizli düşmanların Üstadımızı nasıl zehirlediklerini ve onun yerine merhum Hafız Ali’nin şehid olarak berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] âlemine seyahat eylemesi üzerine, hepsi müteellim [acı çeken] ve müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] bir halde iken, yine birden inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] imdâda yetişerek, Üstadımızdan zehir tehlikesinin geçmesi ve merhum şehidin, kabirde, Nurlarla meşgul olarak, sual meleklerine, Nurlarla cevap vermesi ve onun bedeline Denizli kahramanı Hasan Feyzi Rahmetullahi aleyh [karşıt, zıt] ve arkadaşlarının hizmete girmesi ve mahpusların nurlarla ıslâh olmaları gibi çok emarelerle, inâyet-i Rabbaniyenin yetiştiğini ifade ettikten sonra, gençliğinde âhir ömrünü mağarada geçirmek arzusuna mukabil, bu mağaraların hapishanelere, inzivalara, [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] çilehanelere, mutlak tecrid hücrelerine çevrilip, Yûsufiye medreseleri olarak Kur’ân ve imanın hakikatlerına mücahidane bir surette hizmet ettirdiğini ve o çileli hapislerde üç hikmet ve hizmet-i nuriyeye [Risale-i Nur Hizmeti] üç ehemmiyetli fayda bulunduğunu beyan eden ehemmiyetli bir Ricadır. [ümit]

Yirmi Altıncı Lem’anın [parıltı] Zeyli [ek] Yirmi Birinci Mektup (İhtiyar peder ve validelere hürmet hakkındadır.):….417

YİRMİ YEDİNCİ LEM’A:…. [parıltı] 417

Eskişehir mahkeme müdafaası olup kısmen Tarihçe-i Hayat‘ta [hayat hikayesi] ve teksir [çoğalma] Lem’alar [parıltılar] mecmuasında neşredilmiştir.

YİRMİ SEKİZİNCİ LEM’A:…. [parıltı] 418

Eskişehir hapishanesinin hatırası olup (yirmi sekiz) nüktedir. [derin anlamlı söz]

Birinci Nükte: [derin anlamlı söz] Bu lem’anın [parıltı] Birinci Nüktesi [derin anlamlı söz] “İkinci Keramet-i Aleviye”dir ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de yer almaktadır.

İkinci Nükte: [derin anlamlı söz] Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] mukadderat-ı İlâhiye ile tanzim edilen hapishanede toplanmaları, yakından birbiriyle tesis-i uhuvvet ve yekdiğerlerinin [bir diğer şey] yüksek ahlâk-ı şecaatkâranelerinden ders almak ve düşmanlarının fikirlerinde kuvveden fiile çıkaramadıkları en şeni’ niyetlerini yüzlerinde görüp onlara karşı ne derece ihtiyat[dikkat, tedbir] davranmak ve herşeyde bir vech-i rahmeti [rahmet yönü] ve bir cihet-i ni’meti görmekle şükür etmek ve her me’yusiyet [ümitsizlik] zamanında ye’se [ümitsizlik] düşmemek lâzım geldiğini tavsiye eden, zahiren küçük, mânen çok büyük bir fıkradır. [bölüm]

Üçüncü Nükte: [derin anlamlı söz]

704

يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُ اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ وَاِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّبَابُ شَيْئًا لاَ يَسْتَنْقِذُوهُ مِنْهُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ * 1

âyet-i kerimesiyle Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ve Hakim-i Mutlak eğer mahlûkatının yüzlerini insanın menfaatına yarayışlı bir tarzda halk buyurduğu gibi, sineğin hilkatinde [yaratılış] dahi o menfaatten mühimmini derc [yerleştirme] ettiğini beyan ile sineğe husumet değil, bilakis muhabbet edilmesi lâzım geldiğini, her sene hilkatiyle [yaratılış] nisyan [unutkanlık] ve gaflete düşen insanlara haşr-i ekberi, [en büyük diriliş, öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma] sağ ve sağlam insandan ziyade, hasta ve mikroplu insanlarla meşguliyetleriyle tabipliğiniHaşiye ve yalnızlıkta ünsiyeti [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve tembellikte teharet ve nezafetiyle [temizlik] muallimliğini ders veren sineğin insana ne kadar menfaattar olduğunu göstermekle mücerreb, [denenmiş] insana sineği sevdiren, herkese lüzumlu bir nüktedir. [derin anlamlı söz]

Dördüncü Nükte: [derin anlamlı söz]

وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَأْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ * 2

âyetinin اَنْزَلْنَا 3 kelimesine gelen bir itiraza gayet müskit [susturucu] bir cevap ve gayet lüzumlu bir ilim ve Kur’ân’ın hikmetli dersini gösteren kıymetli bir nüktedir. [derin anlamlı söz]

Beşinci Nükte: [derin anlamlı söz]

يَخْرُجُ الْخَبْءَ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرَضِ 4 âyet-i kerimesindeki evsaf-ı İlâhiyeyi, san’atının mikyasçığıyla [ölçü] tarif eden Hüdhüd-ü Süleymani hakkındadır.

Altıncı Nükte: [derin anlamlı söz]

قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا * 5

705

Beş kelime ile, iki harf ile şu âyet-i kerimedeki nihayetsiz kelimat-ı İlahiyeye işaret edip kelamdan, kelimeden Mütekellim-i Ezeliye yüzleri çeviren bahr-i hakaikın [gerçekler denizi] bir fihristesi ve âb-ı hayatın [hayat suyu] menba’ ve me’hazı [kaynak] ve ilm-i hakikata [hakikat ilmi] mürşid bir nüktedir. [derin anlamlı söz]

Yedinci Nükte: [derin anlamlı söz] Vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] meşrebinin, [hareket tarzı, metod] bu zamanın esbab-ı maddiye [maddî sebepler] içinde boğulan insanlarına üç mühim büyük zarar vereceğini izah ile ahirinde bir sual ve cevapla Hz. Muhyiddin’in hâdi ve makbûlînden [kabul görmüş olanlar] olduğunu ve her kitabında mühdi ve mürşid olmadığını ve kavaid-i ehl-i sünnete muhalif sözleriyle muaheze edilmemesini iş’ar [işaret etme, belirtme] edip, Muhyiddin ve Muhyiddin makamında bazı evliyâ-i azimeye taş atanları iskat [düşürme] eden, adaletperver bir mikyas-ı hakikattır.

Sekizinci Nükte: [derin anlamlı söz]

اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللهِ * 1

cümlesinin namaz tesbihatında inkişaf [açığa çıkma] eden bir hakikata dairdir. Şöyle ki: Herşeyin ve kâinatın çekirdek-i aslisi zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) olduğu gibi, herşeyin ruhu ve her menzilin nuru ve her makamın süruru [mutluluk] yine bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] o Zât (a.s.m.) olduğundan her ruh ona (a.s.m.) intisabla [bağlanma, mensup olma] canlanacağına ve onunla (a.s.m.) biat yerinde de salatü selam etmekle, rahmet ve selamet bulacağına işaret edip der: “Madem bütün cin ve ins ve melek ve nücumun [yıldızlar] parlaması onun nuruyla ve onun getirdiği hediye iledir. Onların lisan-ı kal [söz ile anlatım] ve lisan-ı hallerinden [beden dili] çıkan intisabın [bağlanma, mensup olma] bir mânâsını niyet edip onların namına ve onların adetlerini zikretmekle nihayetsiz rahmete lâyık olan Zât-ı Ahmediyeye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.)

اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللهِ

demeye teşvik ve terğib [istek ve rağbet uyandırma] etmekle, salatü selamın kıymet ve ehemmiyetini ve Zât-ı Risaletin [Allah’ın elçisi olan zât, Hz. Muhammed (a.s.m.)] (a.s.m.) mahiyet ve kudsiyetini [kutsal, kusursuz ve yüce] beyan eden, çok mühim ve herkesin muhtaç olduğu bir nüktedir. [derin anlamlı söz]

Dokuzuncu Nükte: [derin anlamlı söz]

اَوْ هُمْ قَۤائِلُونَ 2 âyet-i celilesinin [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet] قَۤائِلُونَ kelimesinin mânâsı olarak uykunun üç nev’ini ve menfaatli ve zararlı vakitlerini ve sünnet-i seniye dairesindekini gösterdiği gibi, insanın en mühim bir sermayesi olan ömrünün tezyidine [artırma, çoğaltma] ve mühim bir gayesi olan rızkının bereketine yardım eden vakitlerini ders vermekle ahsen-i takvimde [en güzel biçim, tam kıvam] yaratılan insanı yüksek ahlâk-ı haseneye [güzel ahlâk] çıkarıp ataletten, betaletten [tembellik, işsizlik] kurtarır.

Onuncu Nükte: [derin anlamlı söz] Nev’i beşerin [insan türü, insanlık] ağlanacak gülmelerine ait endişe-i istikbal [gelecek endişesi] ve akıbetbinlik adesesiyle ve Küllü âtin karîbsırrıyla, [yakın] hak ve hakikat muvazenesiyle [karşılaştırma/denge] görülen bir vaziyet-i me’yusane ile şa’şaalı bir bayram gecesinde hapishane

706

penceresinden bakarken o gülenlerin hali, ağlanacak bir hal olduğunu ve edebperest ve bekaya aşık insanların kalb ve ruhunu güldürecek ve sevindirecek meşru dairesinde müteşekkirâne, [teşekkür ederek] huzurkârane gafletsiz eğlenceler ve sevap cihetiyle bâki kalan sevinçler olduğunu ihtar eden ibretnüma bir fıkradır. [bölüm]

On Birinci Nükte: [derin anlamlı söz] Risale-i Nur Talebelerine mühim bir düsturdur [kâide, kural] ki, işarat[işaretler] Kur’âniye ve sena-i Nebeviye ile beklenilenHaşiye ve bu asrın karanlıklı peçesini kaldırıp dünyayı tenvir [aydınlatma] eden ve sahabenin sırr-ı veraset-i Nübüvvet [peygamber varisliğinin sırrı, hikmeti, hakikati] meşrebini [hareket tarzı, metod] meslek tutan ve bütün âlem-i İslâm [İslâm âlemi] namına dinsizlikle mücahede [Allah yolunda cihad etme] eden Risale-i Nur’un haricinde onun talebeleri, onu bırakıp başka yerde nur aramamalı, eğer arasa, nur yerine zulmet [karanlık] ve ticaret yerine hasarete uğrayacağını ihtar eden mücerreb [denenmiş] ve muhakkaku’l-vuku hâdisatı görülen bir fıkradır. [bölüm]

On İkinci Nükte: [derin anlamlı söz] Bir tenkid olmasından yazılmadı.

On Üçüncü Nükte: [derin anlamlı söz] Risale-i Nur talebelerinden beş kardeşimizden üçünün ihtiyatsızlığı [dikkat, tedbir] ve ikisinin şahıslarına başkaların garaz etmeleriyle Risale-i Nur’a düşmanlarının hücum ettiklerinden, herkes müdafaadan çekilseler, bu beş kardeşin çekilmemeleri lâzım geldiğini beyan eden küçük bir fıkradır. [bölüm]

On Dördüncü Nükte: [derin anlamlı söz] Nasılki Mesnevi-i Şerif, şems-i Kur’ân‘dan [Kur’ân güneşi] tezahür eden yedi hakikattan bir hakikatının aynası olmuş, kudsi bir şeref almış, Mevlevilerden başka daha çok ehl-i kalbin [kalb ehli] lâyemut [ölümsüz] bir mürşidi olmuş, öyle de Risale-i Nur şems-i Kur’ân‘ın [Kur’ân güneşi] ziyasındaki elvan-ı seb’a [yedi renk] ve o güneşteki renk renk ve çeşit çeşit yedi nuru birden âyinesinde temessül [belirme, görünme] ettirdiğinden; inşaallah [Allah dilerse] yedi cihetle şerif ve kudsi, yedi Mesnevi kadar ehl-i hakikata [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] bâki bir rehber ve mürşid olacağını müjde eder. İnşaallah, Nur’un Arabi mesnevisi bu dâvâyı tam tasdik edecek.

On Beşinci Nükte: [derin anlamlı söz] Hafîz-i Zülcelâl‘in [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, büyük küçük herşeyi kaydedip koruyan Allah] hıfz ve himayetiyle Risale-i Nur’un risalelerine muvafık olarak mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu] bulunan yüz yirmi küsur nur talebelerinin mahrem evraklarında, dahili ve ecnebi muhalif komitelere intisab [bağlanma, mensup olma] ile medar-ı itham olacak mevcut bir evrak bulunmaması, gayet zahir bir himaye-i Rabbaniye ve bir muhafaza-i İlahiyye ve imam-ı Ali ve Gavs-ı Âzam radıyallahü anhüma gibi zâtların, Risale-i Nur’a ait keramet-i gaybiyelerini [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] cidden te’yid eden bir sıyanet-i Rahmaniye olduğunu ve bu büyük ni’mete karşı tahdis-i ni’met yerinde hakikat yoluna hayatımızı feda ve vakfetmemiz lâzım geldiğini beyan eden ve herşeyde rahmetin izini, yüzünü, özünü görmeye çalışmaya teşvik eden beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] bir nüktedir. [derin anlamlı söz]

On Altıncı Nükte: [derin anlamlı söz] Risale-i Nur talebelerinin hapishane sıkıntısından dolayı birbirlerinin galiz sözlerine tahammülü tavsiye eder.

On Yedinci Nükte: [derin anlamlı söz] 1 فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهِ…اَخَذْنَاهُمْ âyeti, ehl-i isyan [Allah’a isyan eden kimseler] hakkında nazil olduğu halde, bir işaretle Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] müteaddit [bir çok] ve müessir

707

ve mukavemetli verilen ders-i ihlasta nisyan [unutkanlık] edip ayrı ayrı hatalarda bulunmalarından اَخَذْنَاهُمْ ‘ün cifri tarihiyle gösterdiği bin üç yüz elli ikide tutturulmaları velillahilhamd umumun elemine iştirak edip maddi ve mânevî müdafaa ve yardım eden Risale-i Nur’un kudsi şahs-ı mânevîsiyle [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ve sarsılmaz dehası ile bu kaza-yı İlâhîden harika bir surette kurtulmalarına işaret eder.

On Sekizinci Nükte: [derin anlamlı söz] Her başa gelen şeyin iki yüzü olup biri kader-i İlâhiye, [Allah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce takdir etmesi, planlaması] diğeri insanın kisbine [çalışma] zahir baktığını ve insanın kisbi [çalışma] bir perde olup kader-i İlâhi, hikmet ve adalet ile, mazi [geçmiş] ve müstakbel [gelecek] vukuatıyla perde arkasında hükmettiğinden herşeyde dahi, kader-i İlâhiye [Allah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce takdir etmesi, planlaması] rıza lâzım olduğunu tavsiye eden hikmetnüma bir nüktedir. [derin anlamlı söz]

On Dokuzuncu Nükte: [derin anlamlı söz] “Kısa bir zamandaki küfre [inançsızlık, inkâr] mukabil, hadsiz bir Cehennem nasıl adalet olur?” sualine kanun-u beşerin [insanlar tarafından konulan kanun] muvazenesiyle [karşılaştırma/denge] adalet-i İlahiye ispat edilip kâfiri esfel-i safiline atan ve “hâlidîne”de hapseden bir tahkiktir. [araştırma, inceleme] Biaynilhakikat tam bir muvazene-i adalet ve müskit [susturucu] bir cevaptır.

Yirminci Nükte: [derin anlamlı söz]

اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ * 1

âyet-i kerimesindeki yalnız emr ile icadının ve sûrelerin başlarındaki mukattaat [bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler] hurufların [harfler] hasiyetlerine ve fezaillerine [uzay] ve te’sirat-ı maddiyelerine dair vürud eden hadislerin fehme takribi [yaklaştırma] için dört unsurdan hava unsurunun insanda emir ve irade ile mübaşeretsiz, [temas etmeden] fiil ve icad cihetiyle insanın ağzından çıkan bir tek kelime zamansız ve mekânsız bir fırka asker kadar sümbül verip o fırkayı hareket ettirdiği gibi aynı havanın herbir zerresi emr-i

كُنْ فَيَكُونُ ‘e karşı muntazam bir ordunun neferleri [asker] gibi kâinatta cereyan eden kudret-i İlâhiyye ve hikmet-i Sübhaniye ile o emir aynı kudret gibi cilveler olduğunu müşahede ile tarif ve ispat edip asrın akılsız, yularsız, gemsiz mahluklarını gemleyip kendi fenleriyle kendilerini iskat [düşürme] eden ve insaf ve imana dâvet eden kıymettar bir nüktedir. [derin anlamlı söz]

Yirmi Birinci Nükte: [derin anlamlı söz] Risale-i Nur müellifinin [telif eden, kitap yazan] ve şakirtlerinin [öğrenci] başına gelen musibet bir dest-i inâyetle [koruyucu el] tanzim edildiğini (beş mânidar tevafukat-ı latife ile) ispat eder, gösterir.

Yirmi İkinci Nükte: [derin anlamlı söz] İki mühim ve herkese lüzumlu ve fıtratı bozulmamış her bir kalb-i selim ve vicdan sahibi, daima kendi âyine-i hayatında [hayat aynası] hissedip görebileceği nüktedir. [derin anlamlı söz]

Birincisi: Ahlâka dair olup insanı Tehalleku bi ahlâkillâh2 mealindeki hadis-i şerife mazhar [erişme, nail olma] eder.

708

İkincisi:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَ اْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ * مَۤا اُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَۤا اُرِيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ * اِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ * 1

âyet-i kerimesinin i’câzından [mu’cize oluş] süzülen bir mânâ ile beşerin en büyük ve hemen hemen umumi şeklini alan tahsil-i rızıkta şiddet-i hırs yüzünden şirk-i hafiye düşmekle beraber ibadeti terk ettiklerinden rahmet-i İlahiye ve hikmet-i Sübhaniye ve ilhâm[Allah tarafından kalbe gelen mânâ] Rahmani ile beşeri tevekkül ve rızaya, teslim ve ricaya [ümit] sevk eden ve darü’s-selama dâvet eden ve çoklar üzerinde hayırhahlığını ve tesirini gösteren bir iksir-i nuranîdir.

Yirmi Üçüncü Nükte: [derin anlamlı söz] Risale-i Nur’un mühim erkânından [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] bir şakirdinin [talebe, öğrenci] tarafgirâne ve Risale-i Nur’a rakibâne [rakip olarak] söylenen sözlere karşı tatlı ve şirin bir mukabele [karşılama; karşılık verme] ve hakikatbin bir tahkiki [araştırma, inceleme] fıkradır. [bölüm]

Yirmi Dördüncü Nükte: [derin anlamlı söz] Risale-i Nur’un müellifine [telif eden, kitap yazan] şümul [kapsam] ve rümuzlu [ince işaretler] bulunan bir kardeşin rüyasıdır.

Yirmi Beşinci Nükte: [derin anlamlı söz] Risale-i Nur’dan iman-ı tahkiki dersini alan ve ebede namzed [aday] ruhunun neş’e ve sevinmesinden gelen zevk ile ona söylettirilen elmas ve cevahir [cevherler] ile müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir kardeşin fıkrasıdır. [bölüm]

Yirmi Altıncı Nükte: [derin anlamlı söz]

وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ اْلاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ يَخْلُقُكُمْ فِى بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِى ظُلُمَاتٍ ثَلٰثٍ * 2

âyet-i kerimesiyle koyun, keçi, manda ve deve gibi hayvanların maddi hilkatlerinden ziyade mânevî her cihetle ni’met olup semadan rahmet hazinesinden inzal [indirme] edildiğini göstermekle; her cihet-i istifadede, ni’meti ni’met bilip şükür kapısını açan, herkese lüzumlu bir i’câz-ı Kur’ânîdir. [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği]

Yirmi Yedinci Nükte: [derin anlamlı söz] اِنَّ النَّفْسَ لاَمَّارَةٌ بِالسُّۤوءِ 3 âyet-i kerimesinin ve

اَعْدٰى عَدُوِّكَ نَفْسُكَ الَّتِى بَيْنَ جَنْبَيْكَ hadis-i şerifinin meâl-i kudsileri ile insanın en zararlı düşmanı nefsi olduğunu ve düşmanı sevmek ve okşamak ve malına ve bahçesine koymak ne kadar zararlı olduğunu, ve bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesinde bir divanelik olduğu gibi nefsini sevmek ve mal ve bahçesi olan âmal-i uhreviyede tembellik etmek ve neticesi soğuk hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] ve tasannu [yapmacık] ve tezellüle [alçalma] kapı açan

709

riya gibi silâhlarıyla nefsini korumak ve karıştırmak kendi hanesini ihrak [yakma] eden bir divane yerinde olduğunu ihtar ve inzar [sakındırma, uyarma] ile ihlas ve rıza-yı İlahi’yi tavsiye eden ve esfel-i safiline giden insanın yüzünü âlâ-yı illiyyine çeviren çok mühim bir ders-i hakikattır. [hakikat dersi]

Yirmi Sekizinci Nükte: [derin anlamlı söz]

لاَ يَسَّمَّعُونَ اِلَى الْمَلاَِ اْلاَعْلٰى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ * دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ اِلاَّ مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاِقبٌ * 1

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَۤاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ * 2

gibi âyetlere gelen şübehat [şüpheler, tereddütler] ve itirazatı; [itirazlar] bir sual ve cevap ve mühim bir temsil ile tefsir ve izah ile beraber mukadderat-ı kâinattan olan Cennet; bir ağacın mukadderat-ı hayatını taşıyan çekirdeğinde dürbün gözlerin ağacı görmesi ve az bir fikirle meyveye vüsulu [kavuşma, erişme] nisbetinde mukadderat-ı kâinatın fihristesi ve menbaının [kaynak] mahzeni [depo] ve me’hazi [kaynak] olan küre-i arzda [yer küre, dünya] şecere-i kâinatın [kainat ağacı] bir dalı olan cennetin her yerde bulunması ve meyvesinin yemesinin istibadını izale [giderme] edip hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] gösterir.

Hem en büyük bir hâdise olan hâdise-i Kur’âniyye ve Risalet-i Muhammediyye aleyhissalatü vesselâmla meşgul ve kâinatın ecram [büyük cisimler] ve alemlerinde kulak hırsızlığı yapan şeytanların hiçbir cihetle müdahale edemediklerini ve Nübüvvet-i Ahmediyye aleyhissalatü vesselâmın bütün cin ve inse şümulunü, [kapsam] şeytanların melâikelerle [melekler] o yüzden mübarezelerini [karşı koyma] mu’cizane ilan etmekle bütün kâinata meb’us olduğunu gösterir, ispat eder.

Hafız Ali

Rahmetullahi aleyhi [Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun] biadedi hurûfi [harfler] mâ ketebehu. Âmîn.

YİRMİ DOKUZUNCU LEM’A:…. [parıltı] 476

Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] içinde lisan-ı Cennet ve uslûb-u Hz. Muhammed (a.s.m.) ve tarz-ı Kur’ân bahşayiş-i rahmet ile meydan-ı zuhura gelerek Tefekkürname [Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde varlıklar üzerinde düşünmeye sevk edici eser, yazı] ismiyle müsemma olan Yirmi Dokuzuncu lem’a-i mübareke Altı Bab [bir kitabın bölümlerinden her biri] olup Birinci Bab [bir kitabın bölümlerinden her biri] dahi Üç Fasıl’dır.

BİRİNCİ BAB:…. 479

Üç fasıldır.

Birinci fasıl: On iki perde, perde üstünde; ve on beş delil, delil içinde bir burhan-ı bahirdir. Bir çiçekten tâ şecere-i Tuba’ya kadar muhtelif nağamat [nağmeler, ahenkli ezgiler.] ve mü

710

nevvî lemaat ile Nakkaş-ı Ezeli ve Ebedi’yi akıl ve kalbe gösterir. Aklın gözünü açtırır. Kemal-i intibahla Sani-i Zülcelâl [herşeyi san’atla yapan büyüklük ve haşmet sahibi Allah] ve Fatır-ı Zülkemâl’e baktırır.

İkinci fasıl: Bütün masnuatın [san’at eseri] ve cemi-i mahlûkatın ve umum mevcudatın [var edilenler, varlıklar] tarifat ve tavsifat [vasıflandırma, özelliklerini anlatma] ve tesbih ve senasıyla, cemi-i zihayatın tahiyyat [selamlar ve dualar] ve cemi-i evrak-ı mühtezze-i zâkirenin tahmidatıyla, [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] Cenâb-ı Rab, izzet-i zikir ve bu delalet vechile [yönüyle] ibadete, zikir ve şükre, abdin ne kadar muhtaç, ne kadar müstehak olduğunu, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] ve tarz-ı uslûb-u Nebiyy-i Zişan (a.s.m.) ile telkin ve tavsiye eden bir define-i hikmet ve hazine-i Rahmettir. [Allah’ın rahmet hazinesi]

Üçüncü fasıl: Şeriksiz, vezirsiz, şebihsiz [benzer] ve nazirsiz [benzersiz] Sultan-ı Ezeli [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebedi olan Bari-i Teâla ve Tekaddes Hazretlerinin, herbiri ayrı birer burhan-ı Vahdaniyyet olan Esma [Allah’ın isimleri] ve sıfat-ı İlâhiyyesinin tecelliyat-ı mesrudesiyle ve berahin-i mahkeme ve mersunesiyle, ehl-i dalalet ve kervan-ı tabiat ve hammal-ı belahet ve kafile-i hamâkatla, Firavunane ihtiyar ve Nemrudane iltizam, [kabul etme, taraftarlık] Haccacane ictisar etmekte oldukları enva-ı şirki def’ [ortadan kaldırma, savma] [oruç] ve red ederek Allah-ı Zülcelâl’in takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve tenzih [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] ve müstehak olduğu tesbih ve tâzim [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] ve temcidin [yüceltme] vücubunu [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] talim ve tarif eder.

İKİNCİ BAB:…. 487

Dokuz Noktadır.

Birinci Nokta: Cihat-ı sitteye ârız [ortaya çıkma] olan zulmet, [karanlık] ye’s [ümitsizlik] ve füturu izale [giderme] eder. Şöyle ki: Sağ cihet mazidir. Dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gözüyle bakılsa mezar-ı ekber [çok büyük mezar] görünür. Halbuki sırr-ı iman [iman sırrı] ile zulmet [karanlık] zayi olur. Münevver [aydın] bir meclise inkılap [değişim, dönüşüm] eder. Sol taraf ki, müstakbeldir. [gelecek] Sureten [görünüş itibarıyla] muzlim [karanlık] ve muvahhiştir. [korkutucu, ürkütücü] Kabre nazırdır. Nur-u iman [iman aydınlığı] ile ziyafet-i Rahmaniyye’nin güzergâhı olan cinan-ı müzeyyeneye intikal eder. Üst taraf ki; Âlem-i semavattır. Felsefe nazarında tevahhuş [korkma, çekinme] ve tedehhüşü [dehşete düşme] mucib iken; nur-u iman [iman aydınlığı] ile insana karşı güleryüzlü, teravetli, halavetli nevvar lem’alarla [parıltı] şefaatbahş ruhaniler ve nuranîler makamı, dest-i teavünü uzatan feriştehler makarrıdır. [kalınacak yer, merkez] Alt taraf ki; zemindir? Bu dahi felsefe-i dalle indinde vahşet verir. Zira bütün mahlûkat ve bilhassa insan hemcinslerinin zahiren zeminde çürümekte olduğunu hisseder. Nur-u iman [iman aydınlığı] ile bakılırsa enva-ı lezaiz ve mat’umatla [yiyecekler] memlu ve mücehhez [cihazlanmış, donanmış] zîruha [ruh sahibi] musahhar [boyun eğdirilmiş] çok mühim bir sefine-i İlahiyye olduğunu; hem beray-ı seyahat o gemiye gelen nev-i beşeri ve cins-i hayvanı [canlı türleri] alıp gezdirip baki bir menzile garimet için teshir [boyun eğdirme] edilmiş bir konak mahalli olduğu fehm [akıl, zekâ, anlama kabiliyeti] edilir. Karşı tarafına cephedir. Ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] nazarında umum zihayatın [canlı] süratle gidip kaybolduğu idam-ı ebedi kuyusudur. Fakat nimet-i iman [iman nimeti] yâr olursa o makam idam-ı ebedi değil, dâr-ı fenadan dâr-ı bekaya [sonsuzluk âlemi, âhiret] intikal ve mahall-i zahmet ve meşakkatten mahall-i rahmet ve rahata terfi ve mekân-ı hizmetten makam-ı ahz-ı ücrete terakki [ilerleme] mahalli olduğu zahir olur. Arka taraf ki, ehl-i gafleti [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] şaşırtır. Nereden gelip nereye gideceğini düşündükçe tahayyürde kalır. Lakin nur-u iman [iman aydınlığı] inkişaf [açığa çıkma] ettikçe Sultan-ı Ezeli’nin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] me’mur muvazzafları, alamet-i farika ile, dâr-ı imtihandan [imtihan yeri] ahz-ı ücret [ücret alma] dârına gitmek içinhazır olma mahalli, içtima [bir araya gelme, toplanma] yeri, bekleme salonu olduğunu derk [anlama, algılama] ederek ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve dalaletin [hak yoldan sapkınlık, inançsızlık] efkar-ı batılasını altı cihetle [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] red ve nur-u imanı [iman aydınlığı] tecellî ve inkişaf [açığa çıkma] ettirir.

711

İkinci Nokta: Nur-u iman, [iman aydınlığı] Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] âramsız hamd ve senayı iktiza [bir şeyin gereği] eder. Beşer, nur-u iman [iman aydınlığı] sırrıyla zaman ve mekân-ı hazıranın tazyikatından [baskılar] tahlis-i giriban edip vasi bir aleme malik olur. Bütün alem mü’min için, o mü’minin müstakil [bağımsız] bir hanesi ve bir me’vasıdır. Hem mazi, [geçmiş] hal, müstakbel, [gelecek] mü’minin kalb ve ruhu için bir makarr-ı ebedi bulunduğunu, en selis [düzgün ve akıcı] beyanatla izah eder.

Üçüncü Nokta: Beşer acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ıyla [acizlik ve zayıflık] kesretli [çokluk] a’dasına galebe [üstün gelme] ve gyet fakrıyla hadsiz hacatını te’min gayesiyle, nokta-i istinad [dayanak noktası] ve istimdad [yardım dileme] arar. Buna yegane çare; imanla münevver [aydın] ve mücehhez [cihazlanmış, donanmış] olmasının fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ve insanî olduğunu ve illa. Kalb ve ruh ve vicdanın ebedi muazzeb olacaklarını kanaatbahş bir surette tefhim [anlatma] eder.

Dördüncü Nokta: Zîşuurda [akıl ve şuur sahibi] imanın meyvedar bir ağaç gibi olduğunu; Nasil ki; semeredar [meyve] bir ağacın baki maliki olan Zât, ağacın meyvesinin zevaliyle [geçip gitme] müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmayıp daimi meyvedar ağacına istinad ve itimad ile müteselli [teselli bulan] olduğu gibi iman-ı kâmil [mükemmel iman] dahi, fani vücudu, iman ile baki ve her türlü mehuf şeylerden siperi ve umum arzu ve ümitlerine muvaffak eder olduğunu telkin eder.

Beşinci Nokta: Nimet-i imanın [iman nimeti] ebeden hamd ve senayı iltizam [kabul etme, taraftarlık] ettiğini ve ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ise, bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] her an menfaat-i maddiyesini [maddi fayda, çıkar] göremediği takdirde düşman ve muzır [zararlı] tanıdığı kat’i ve hakikattır. Çünkü, ehl-i gaflette [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve ehl-i dalâlette [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] cemi-i evkatta rabıta-i iman olmadığından alaka-i [zigot; döllenmiş hücre] uhuvvet [kardeşlik] yoktur. Onların münasebetleri muvakkat [geçici] olup hazır zamana [şimdiki zaman] münhasırdır. Tûl-u müddet alakaları [zigot; döllenmiş hücre] hiç hükmünde olup cüz’i bir infial ve hafif bir iğbirar, [gücenme, kırgınlık] o imansız alaka [zigot; döllenmiş hücre] ve münasebeti silip zir-ü zeber eder. Ehl-i imanın [Allah’a inanan] ise اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَة 1 sırrıyla, uhuvvet [kardeşlik] ve vefaları daimidir. Mebde-i maziden münteha-yı [en son nokta] istikbale kadar imtidad ettiğinden nur-u imanın [iman aydınlığı] saadet-i dareyne [dünya ve âhiret mutluluğu] vesile olması hasebiyle, mucib-i hamd ve sena olduğunu muvazzahan ispat eder.

Altıncı Nokta: Nimet-i iman [iman nimeti] ile, dünya ve ahiret, mütenevvî [çeşit çeşit] nimetlerle donanmış bir sofra gibi olduğunu; ve mü’min, imanla, zahiri ve batınî hasseleriyle [duyu] o sofralardan istifade eder. Çünkü iman, sahibine nisbeten güneş, bu dünya hanesinde bir elektrik vazifesini gören ciddi ve sebatkâr [sebat eden] bir arkadaş ve yolculuğundan munis bir yoldaş hükmünde olduğundan daire-i istifadesi [yararlanma alanı] semavattan geniş olduğunu

712

اَللهُ الَّذِى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ وَسَخَّرَ لَكُمُ الْفُلْكَ لِتَجْرِي فِى الْبَحْرِ بِاَمْرِهِ وَسَخَّرَ لَكُمُ اْلاَنْهَارَ وَسَخَّرَ لَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ دَۤائِبَيْنِ وَسَخَّرَ لَكُمُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ * وَاٰتيٰكُمْ مِنْ كُلِّ مَاسَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللهِ لاَ تُحْصُوهَا * 1

ilh. [(ilâ âhir) sonuna kadar] âyet-i celilesiyle [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet] istidlal ederek kâmil-i imana malikiyyete teşvik ve tergib [istek uyandırma, şevklendirme] eder.

Yedinci ve Sekizinci Nokta: Zât-ı Ecell-i Akdes’e, değil nev-i beşer, [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] belki kitab-ı kebir [büyük kitap, kâinat] tesmiye [isimlendirme] edilen kâinat, bütün ebvab ve fusul, sahaif ve sutur ve umu kelime ve harfleriyle, herbiri takdir-i nısbisiyle Nakkaş-ı Ezeli’nin kendi üzerlerinde lemean eden [parıldayan, ışık saçan] Esma-i [Allah’ın isimleri] Hüsna’sının [güzellik] mazhariyyetleri mukabilinde nihayetsiz hamd ve sena ve tesbihatını talim ve tarif eder.

Dokuzuncu Nokta: Binbir Esma-i [Allah’ın isimleri] İlahiyye-i Celile’nin tecelliyat-ı külliyesiyle âlemleri müstağrak[dalmış, kendinden geçmiş] ni’met ve feyz-i bereket eden Cenâb-ı Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerine ebedi ve daimi tesbih ve tahmide, [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] tâzim [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] ve şükrana zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] medyun [borçlu] bulunduğum (ezelden ebede kadar umum zamanların dakikalarının aşiratıyla, dünyanın mebdeinden [başlangıç] müntehasına [en son nokta] kadar zerrat-ı kâinatın hasıl, darbı adedince tesbih ve tahmid [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] ve senayı irae eden) bir tarik-i âliye-i vasiayı açarak; mahlûku Hâlık‘ına [her şeyi yaratan Allah] rabt [bağlama] eden bir mevzie-i belagatkârane ile nev-i beşeri, fikren ve ruhen terakki [ilerleme] ve tealiye müşevvik [teşvik eden] ve çok vasî bir mülahazat safhası açarak matlub [istek] ve maksudun Kadiü’l-Hacat tarafından kabule mazhariyyeti için Şümul[kapsam] ve makbul şerait içinde mühim bir dua ile nihayet bulur.

ÜÇÜNCÜ BAB:…. 499

Allahü Ekber cümlesinin meratibinden [mertebeler] bahseder. Ki; ezan, kamet, [biçim ve boy] namazların tekbiratı olan kelime-i tekbirin otuz üç mertebesinden alelihtisar yedi ertebesini hâvidir. [içeren, içine alan]

Birinci mertebe:

وَقُلِ الْحَمْدُ للهِ الَّذِي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَرِيكٌ فِىالْمُلْكِ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِيٌّ مِنَ الذُّلِّ وَكَبِّرْهُ تَكْبِيرًا * 2

âyet-i celilesiyle [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet] ibtidar edip zerrattan [atomlar] seyyarata, [gezegenler] ferşten [yer] arşa, semavattan teşahhusata [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] kadar bu mertebede icmalen, [kısaca, özet olarak] meratib-i sairede tafsilen bilumum mevcudat [var edilenler, varlıklar] ile vücub-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdet-i Bari’yi güneş gibi celi bir surette ispat; ve şirkin bin derece mümteni [imkansız] ve muhalliyetini, delail-i akliyye ve nakliyye, be

713

rahin-i şuhudiyye ve sübutiyye [bir şeyin var olması] ile gösterip muannidleri [inatçı] bile iskat [düşürme] ile insaf ve imana getirecek bir mahiyettedir.

İkinci mertebe: Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] cella ve âla Hazretlerinin azamet ve kibriyasını [büyüklük] اَللهُ اَكْبَرُ lafza-i Celal’inin cami’ [kapsamlı] bulunduğu kudret-i kamilenin tezahüratı el-Hallâk, el-Alîm, el-Sâni, el-Hakîm, el-Rahmân, el-Rahîm gibi Esma-i [Allah’ın isimleri] Celile-i muhitanın tecelliyat-ı şamilesiyle, hayvanat ve nebatat [bitkiler] üzerindeki ihsanat-ı mârufe-i Rabbaniye ve Rezzakiyye [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] ve onlardaki hayretbahş hilkat-ı acibe ve san’at-ı garibe ve gözleri kamaştıran ve akılları hayran eden müzeyyenat [süslemeler] ve münakkaşat [nakışlanmış] ve daha lâ-yuad ve la-yuhsa sanayi-i Rabbaniyye, delail-i kat’iyye ile serdedilip Cenâb-ı Hallâk-ı Âzam Hazretlerinin vücub-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetini [Allah’ın birliği] ilân ve ispat eder.

Üçüncü mertebe: اَللهُ اَكْبَرُ lafza-i Celal’inin mukteziyyat-ı sairesinden el-Mukaddir, el-Alîm, el-Hakîm, el-Musavvir, el-Kerîm, el-Lâtif, el-Müzeyyin, el-Mün’im, el-Vedûd gibi Esma-i [Allah’ın isimleri] Celile-i muhitasının âlem üzerindeki tecelliyat-ı hayret-efzasını, misilsiz [benzer] bir izah, nazirsiz [benzersiz] bir ispat ile tasvir ve tefhim [anlatma] edip cüz’i bir çiçeği hüsna bir nazara havale eder. Bu mertebenin irae etmekte [gösterme] olduğu Esma-i [Allah’ın isimleri] Celile, ve fevaid-i [faydalar] men’fiyyeyi muntazaman safahatıyla [zevk, keyif] nazargâh-ı ammeye açar. فَاعْتَبِرُوا يَۤا اُولِي اْلاَبْصَارِ 1 der.

Dördüncü mertebe: Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud [varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan, şeref ve yücelik sahibi Allah] ve Feyyazü’l-Hayr-u Ve’l-Cûd Hazretlerinin اَللهُ اَكْبَرُ ism-i Celil’inin el-Adl, [her hak sahibine hakkını veren, sonsuz adalet sahibi olan Allah] el-Âdil, el-Hakem, [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] el-Hâkim, el-Hakîm, el-Ezelî esma-i [Allah’ın isimleri] mütecelliyesiyle müştemilatını izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve şecere-i kâinatı [kainat ağacı] inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve rahmetiyle kavanin-i âdet ve Sünnet’inin tanzimini, intizamat-ı mer’iyye ve meşhudenin [görünen] şehadetiyle ve cilve-i esma [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] ve sıfatının iaşe ve terzıkdaki taltifatını, [güzellikle muamele etmek] inayat-ı tâmme ve rahmet-i vasianın şehadetiyle aşk-ı sâdık, incizab[çekim, çekicilik] zâhir, terbiye-i kerim, intizam-ı mükemmel ve münasip vakitlerde, muhtac-ı erzak olanlara envaının tekessürü [çoğalma] ile umum hacetlerinin kazası, ve hayt [bağ, ip] u salat olan ibadetlerindeki münacat [dua, Allah’a yakarış] ve füyuzatın [feyizler, mânevî bolluk ve bereketler] ve vahdetle [Allah’ın birliği] kalbin itmi’nanı [huzur bulma] gibi pek çok lem’alar [parıltılar] ile bir Hakim’in vücub-u vücud, [Allah’ın varlığının zorunlu olması] Vahidiyet ve kudret-i kamilesine şehadet ve delalet ettiğini ifham [(he ile) anlatma] ve ispat; ve nakş-ı haceri gibi silinmez bir kanaat ve emniyet bahşeder.

Beşinci mertebe: Cenâb-ı Fatır-ı Akdes Hazretlerinin اَللهُ اَكْبَرُ ism-i Celal’inden el-Hallâk, el-Kadîr, el-Musavvir, el-Basîr Esma-i [Allah’ın isimleri] Hüsnasının [güzellik] tecellisi; hem اَفَلَمْ يَنْظُرُۤوا اِلَى السَّمَۤاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا 2 âyet-i celilesinin [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet] delalet ettiği ecram-ı ulviyye ve kevakib-i dürriyye, Uluhiyyet ve Azametinin yekta [tek, eşsiz] bir burhanı; [delil] ve

714

Rububiyyet ve izzetinin [büyüklük, yücelik] muhkem [değiştirilemez] şahidleri bulunan semada, sükûnet içinde sükût, hikmet içinde asla inhiraf [doğru yoldan sapma] etmez bir hareket, hem şemsin müstekarrından [karar kılınan yer] müstekarrane [karar kılınan yer] cereyanı ve kemâl-i musahhariyet [emirlere eksiksiz olarak boyun eğme] ve mutâvaatla alemlere serptiği nur ve ziya ve füyuzatı; [feyizler, mânevî bolluk ve bereketler] hem kamerin [ay] tebdil-i mevasim için burçtan burca [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] şuurdarane hareket-i intikaliyyesi; elhasıl, [kısaca, özetle] cemi’-i [bir şeyin tamamı] mevcudattaki [var edilenler, varlıklar] mevzun [ölçülü] intizamlar, muntazam mizanlar, [ölçü] hikmet-i hassa-i zahire, inâyet-i tâmme-i bahire, takdirat-ı muntazama, mekadir-i müsmire; âcâl-i muayyene, erzak-ı mukannene; nutfeden [memelilerin yaratıldığı su] vücud bulan insan cihazatıyla; yumurtadan husule [meydana gelme] gelen kuşlar cevarihiyle; [organlar] tohumdan neşvünema [büyüyüp gelişme] bulan ağaçlar mütenevvi [çeşit çeşit] âzalarıyla ve hakeza; umum eşyanın icadının gayet suhuletli [kolay] tezahüratı; Vücub-u Vücud, [Allah’ın varlığının zorunlu olması] Vahid-i Ehad ve Samed‘e [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] şehadet ettiğini, ukul-u beşerin [insanoğlunun akılları] derecatına [dereceler] münasip, çok zarafet ve nezaketle ve kanaat-ı tamme verir bir surette beyan eder.

Altıncı mertebe: Cenâb-ı Halık-ı Âzam Hazretlerinin ism-i Celili olan اَللهُ اَكْبَرُ lafza-i Celâl’inin mukteziyatından [bir şeyin gerekli neticeleri] el-Âdil, el-Hakem, [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] el-Kâdir, el-Alîm, el-Vâhid, el-Ehad, es-Sultân, el-Ezelî Esma-i [Allah’ın isimleri] şerifesinin mevsufu [bir sıfatla nitelenen] ve bütün eşya kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] olduğunu bunlardaki nizam ve mizanın [ölçü] “Kitâbun Mübîn” ve “İmâmun Mübîn” ünvanıyla iki bab [bir kitabın bölümlerinden her biri] olduğunu ve ism-i Evvel [Allah’ın başlangıcı olmadığı gibi, bütün varlıkların başlangıcı da Onun ilim ve kudretine bağlı olduğunu bildiren ismi] ve Ahir’in tecellisi mebde [başlangıç] ve müntehaya [en son nokta] bakarak asıl ve nesil, mazi [geçmiş] ve müstakbel, [gelecek] emir ve ilim, imam-ı mübine; ve ism-i Zahir ve Batın’ın tecellisi ise, eşya üzerinde Fatıriyyetin ve Hallakıyetin zımnında, [iç] kitab-ı mübine [geçmiş ve gelecekten ziyade şimdiki zamana bakan, Allah’ın kudret ve iradesinin genel bir kanunlar mecmuası, kudret defteri] işaret ettiklerini ve bu mertebede gösterilecek fevaid-i [faydalar] kesirenin [çok] bir kısmı da Otuz İkinci Söz’de izah edilmiş olup burada da icmalen [kısaca, özet olarak] zikrolunduğu mukayyeddir. [kayıtlı]

Yedinci mertebe: Cenâb-ı Rabb-i Yezdan Hazretlerinin herşeyden ilmen ve kudreten ve rahmeten azamet ve uluvv-ü şanını Hallakü’l-Fettah, Fa’alü’l-Allâm, Vehhabü’l-Feyyaz, Esma [Allah’ın isimleri] ve Sıfat-ı İlahisiyle kâinat, enva-ı mevcudatıyla, Hâlık-ı Âzam’ın Nur-u Cemal’inin tecelliyatına ve ef’al [fiiller, davranışlar] ve kemâlinin inkişafatına [açığa çıkma] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve bu Esma-i [Allah’ın isimleri] Mübarekenin dürbünleriyle mevcudattaki [var edilenler, varlıklar] gûnagün [tarz, çeşit] cilveleri altında ef’al-i [fiiller, davranışlar] ilahiyyeye ve âsârına [eserler/asırlar] nazar-ı ibretle [ibret gözüyle bakış] bakılmakla, müsemma-i Zülcelâl’e intikal ve kesb-i ıttıla edilir diye gayet güzel beyan eder.

DÖRDÜNCÜ BAB:…. 517

Birinci fasıl: Hazret-i Hızır aleyhisselâm’ın mühim ve meşhur bir virdini [devamlı yapılan zikir] havidir ki; marifet-i İlâhiyye ve tevhidin meratibinden [mertebeler] altmış üç mertebeye işaret ederek o mertebelerin herbirisi vahdaniyyeti ve vahdetin [Allah’ın birliği] iktiza [bir şeyin gereği] ettiği esma-i [Allah’ın isimleri] hüsnadan [güzellik] tecelli eden âsar [eserler/asırlar] ile ef’alini [fiiller, davranışlar] ve ef’aliyle [fiiller, davranışlar] esmasını [Allah’ın isimleri] ve esmasıyla [Allah’ın isimleri] vücub-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetini [Allah’ın birliği] ispat eder.

İkinci fasıl: Ekser eazım-ı evliya ve bilhassa Gavs-ı Âzam’ın (r.a.) her sabah okudukları “Lâ İlâhe illâ hüve‘l-Bâki’d-Deyyûm, [“O”, Allah] Lâ İlâhe illâ hüve‘l-Hayyu’l-Kayyûm” [“O”, Allah] maba’diyle beraber virdlerinin [devamlı yapılan zikir] mebdei [başlangıç] olup tâzim [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] ve temcidin [yüceltme] intaç [netice verme] ettiği amik tefekküratın [tefekkürler, düşünmeler] çekirdeği hükmünde olan doksan dokuz mertebe-i tevhide [Allah’ın bir olduğunu gösteren mertebe] bir sünbül[başak] mânevî veren meratibden [mertebeler] yetmiş dokuz mertebesini münderic [yerleştirilmiş] bulunan bu fasıl, iki vecihle [yön] Zât-ı Akdes‘e [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] bakıp biri hâzır ve meşhur vaziyet

715

le şehadet eder, mânâsında “Lillâhi Şehîdun” ile neticelenir. Kalbe neş’e verir. Diğer cümlede bir diğerinin ardından gelip geçmesinden tezahür eden silsilesinin işaretine delalet eder mânâsıyla “Alellâhi Delîlun” kaziyyesiyle tamam olur. Ruhu müstağrik, sürur [mutluluk] ve hubur eder. Velhasıl bunlara mümasil birçok esma-i [Allah’ın isimleri] hüsna ve kelamların delalet ettikleri maani-yi hayret-efzanın latif haşiyelerle [dipnot] donanmış münferid ve müstakil [bağımsız] bir rehber-i hayat-i bakiyedir.

نَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلَهَ اِلاَّاللهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ * 1

CÜMLESİNİN ŞEHADETİNE DAİR:…. 529

Allah u Azimü’ş-Şan’ın vücub-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve Vahdaniyyetini ve Resul-i Zişan Efendimiz aleyhissalatü vesselâmın nübüvvet [peygamberlik] ve risaletinin [elçilik, peygamberlik] hakkaniyyetini, ism-i âzam ve esma-i [Allah’ın isimleri] hüsna; [güzellik] melaike-i ulya ve mahlûkat-ı şetta, cemi-i enbiya-i uzma ve cemi-i evliya-i kübra ve cemi-i asfiya-i ulya, hesapsız âyât-ı mükevvenat ve cemi-i masnuat-ı müzeyyenat ve cemi-i zerrat-ı kâinat gibi laakal on ehemmiyettar burhan-ı elmas misal ile ispat edildiği gibi daha birçok delail-i kat’iyyeyi cami’ [kapsamlı] bir bahr-ı umman-ı hakikattır.

Hem herbir kelam ve kelimesi Risalet-i Ahmediyye aleyhissalatü vesselâmın Risaletinin ayrı ayrı birer deliline işaret ettiği gibi Kur’ân-ı Mübin’de en büyük mu’cize-i Nübüvvet olduğuna dair sadır [en ileride, en başta, en yüksek yerde] olan burhanlara; [delil] ve Habib-i Zişan (a.s.m.), hem Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] her ikisi de Vahdaniyyet-i İlahiyye’ye gayet parlak delil olarak bu makamda gösterilmiştir.

BEŞİNCİ BAB:…. 536

Beş nüktedir. [derin anlamlı söz]

Birinci Nükte: [derin anlamlı söz] Haşiye [dipnot] حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ in ertebelerine dair olup zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] ekseriyetle meftun [aşık] ve merbut [bağlı] oldukları fani dünyanın fani, zail, [geçici, yok olucu] âfil mahbuplarını, [sevgili] hem vefasız, kararsız, rüya misal olduğunu, delail-i mukni’ ve berahin-i kat’iyye serdiyle o kararsız mahbupları [sevgili] hakiki zan ederek yanılanları ikaz ile der: Mevcudatın [var edilenler, varlıklar] zevalinde [geçip gitme] beis yoktur. Hem masnuatın [san’at eseri] zevalinde [geçip gitme] mahzun olma. Hem zeval-i [geçip gitme] mülkten müteessif [eseflenmiş, üzgün] olma. Hem mahbubun gaybubetinden mütehassir olma. Hem zahiri müşfik ve mün’imlerin [gerçek nimet verici olan Allah] zevaline [geçip gitme] ehemmiyet verme. Hem zahiren şefik ve latiflerin zevaline [geçip gitme] acıyıp yanma. Zira onların Sânii, [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] Fâtır‘ı, [benzeri bulunmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah] Mâlik’i, Bâki’si, Şâhid-i Âlim’i bâkidir. Ve onlar o Şâhid ve Nâzır-ı hakikinin daire-i ilmindedirler. O şahid ve Nazır-ı hakiki ise ebedidir, bakidir, tarzında sâdır [çıkan; ortaya çıkan, meydana gelen] olan beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] hitaba îcazkâr [az sözle çok mânâlar anlatma] senetler ve hakikatlarla parlak bir cadde-i kübra, salah ve felahı feth eden ebvab-ı cinandan nevvar ve ziyadar [ışıklı] bir babdır.

İkinci ve Üçüncü Nükte: [derin anlamlı söz] Şahs-ı insan, bütün eşyadan alakalarının [zigot; döllenmiş hücre] kat’ [aşma, yükselme] ile mukabilinde istinadgâh [dayanak, sığınak] olarak Baki-i Hakiki’yi bularak teessüf, [eseflenme, üzülme] teessürden [üzülme, etkilenme] ve teellümden [elem çekme] feragat ettikten sonra, kendi vücudunun zevalini [geçip gitme] birrıza imza etmeye

716

arzu ve temayül [eğilim gösterme] gösterip baki bir Zâta mal ve saadet-i ebediyyeye namzed [aday] olmak, hem ister istemez er-geç başa gelecek bir vakıadan ürkmek ve müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmak faydasız olduğunu ve insaniyete lâyık olmadığını ihtar, hem zihayatın [canlı] mevt [ölüm] ve zevali [geçip gitme] birçok vücudları meyve verip arkaya bırakır. Sonra menziline gider. Binaenaleyh zahiren fani iken çok cihetlerle bakî kalacağını te’min ile nev-i beşeri hem mevte [ölüm] râzı eder, hem habl-ı İlâhiye ilme’l-yakîn ile rabteder. [bağlama]

Dördüncü Nükte: [derin anlamlı söz] Zîşuura, [akıl ve şuur sahibi] Allah kâfidir. Fani şeylere lüzum yoktur. Zira insana yoktan vücud şeklini giydiren, insan suretini takan, göz, kulak gibi kıymettar hasseleri [duyu] ihsan [bağış] eden, cisimde iki mühim uzuv olan lisan ve cenanı derceden, [yerleştirme] bütün cihazat, hayat ve mâneviyat ve letâifi; [duygular] tecelliyat-ı esma-i İlâhiyesiyle cemil [güzel] rahmetiyle, kerim re’fetiyle, azim kudretiyle, latif hikmetiyle ihsan [bağış] eden o Hâlık, [her şeyi yaratan Allah] Kerim ve Rahmanürrahim’dir. Binaenaleyh herşeyden kat-ı nazarla [bakmama, dikkate almama] “ancak Rabbim bana kâfidir” demeye saik ve mefhumu [anlam] herşeye lâyık ve her an ahkâmıyla [hükümler] amel etmeye muvafık, lâhûtî bir nükte-i mühimmedir. [önemli ince nokta, derin mânâ]

Beşinci Nükte: [derin anlamlı söz] Zîşuur, [akıl ve şuur sahibi] hâlen [davranışla] ve kâlen ve müteşekkiren [şükreden] حَسْبُنَا اللهُ demek mecburiyetindedir. Çünkü, ademden vücuda getirip hayat nimetiyle mütene’im ettiği gibi, enva-ı hayvanat meydanında, efdal olarak insan yaratan ve insanlar içinde iman sıfatıyla müşerref kılan ve Resûl-i Zîşanına (a.s.m.) ümmet olmayı müyesser eden ve kendi mahluku olan bahtiyar vücudu iman ve Kur’ân yolunda çalıştıran, hem muti [itaat eden, emre uyan] ve münkad [boyun eğen] olanlara cennet gibi nazirsiz [benzersiz] bir mükâfat veren Cenâb-ı Hannan-ı Mennan’ın kabza-i ebvab-ı Rahmetine sarılmanın lüzumu vücubunu [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] hakkıyla gösterir, kıymettar bir nüktedir. [derin anlamlı söz]

ALTINCI BAB:…. 546

لاَحَوْلَ وَلاَقُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيمِ 1 Kelime-i kudsiyesinin [kutsal cümle] füyuzatına [feyizler, mânevî bolluk ve bereketler] otuz bir vecihten [yön] ilcaat[mecburiyetler, zorlamalar] zaruriyeden muhtasar [kısa] bir vechinin [cihet, yön, taraf] fehmedebildiği cümleleri, ya İlâhi! Nihayetsiz fakrım, aczim, zerreden zayıf ihtiyarım ve iktidarım, dakika gibi ömrüm, kısa şuurum, kâsır hayatım, gayet haris [aç gözlü, çok hırslı] ve âfil kalbimi, istinatsız fırtına-i seyelanım seri bir surette, acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ımla [acizlik ve zayıflık] iktidar ve ihtiyarımdan feragat ve teberri [uzak olma] ediyorum. Ve senin havl [güç] ve kuvvetine sığınıp iltica ediyorum.

Beni gaflet ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bırakma. Acz ve fakrıma rahmet eyle. Kalbim müteellim, [acı çeken] ömrüm zayi oldu. Sabrım yok, fikrim madum. [yok, ölü] Sen, Âlimü’s-sır ve’l-hafiyyatsın, Allamü’l-Guyub’sun, Gaffarü’z-Zünubsun. [ne kadar çok ve büyük olursa olsun dilediği kullarının her türlü suç ve günahını tekrar tekrar bağışlayan Allah] İhvanımla ma’an gumum ve hümumumu sürur [mutluluk] ve hubura tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eyle. Usrumu yusra tahvil [değişme, dönüşme] eyle, gibi beşerin fıtraten Hâlık-ı Kerim ve Rabb-ı Rahim’ine ne derece muhtaç olduğuna bir nümune olup, sair otuz vecihle [yön] tazarruat [dua, yakarış] ve niyazatın bilkıyas anlaşılacağı aşikâr olup şu bab-ı sâdisin ihsanı [bağış] vâsi [geniş] bir hazine-i Rahmet [Allah’ın rahmet hazinesi] olduğu muhtac-ı izah [izaha muhtaç, açıklamaya ihtiyaç duyulan] değildir.

717

وَالسَّلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ وَحْدَهُ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى مَنْ لاَ نَبِىَّ بَعْدَهُ. اَمَّا بَعْدُ فَقَدْ قُسِّمَ بَعْضُ رِسَالَةِ النُّورِ بِتَقْسِيمِ اْلاَعْمَالِ وَوُدِّعَ لِى كِتَابَ (تَقْدِيرْ نَامَه) لِتَحْرِيرِ فِهْرِسْتَتِهِ فَطَالَعْتُ عَلٰى قَدَرِ اْلاِسْتِطَاعَةِ فَاِذَا فَسَّرَ حَقَائِقَ مُنِيفَةٍ وَحِكَمَ وَفِيرَةٍ وَفَوَائِدَ كَثِيرَةٍ وَاَنَا عَاجِزٌ لِفَهْمِهَا حَقًّا وَاُعِيدَ لِى مُؤَلِّفُهَا اْلاِفْتِتَاحَ حَقَائِقَهَا فَاَقُولُ جَزَى اللهُ تَعَالٰى الْمُؤَلِفَ خَيْرًا كَثِيرًا وَاَسْكَنَهُ مَعَ طَلَبَةِ رَسَائِلِ النُّورِ وَرُفَقَائِهِمْ بِفَضْلِهِ جَنَّةَ النَّعِيمِ بِالدَّارِ اْلاٰخِرَةِ اَنَّهُ هُوَ اَهْلُ التَّقْوٰى وَاَهْلُ الْمَغْفِرَةِ آمِينَ آمِينَ بِحُرْمَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ

M. Sabri (Rahmetullahi Aleyh)

رَحْمَةُ اللهِ عَلَيْهِ بِعَدَدِ حُرُوفِ رَسَائِلِ النُّورِ

OTUZUNCU LEM’A:…. [parıltı] 555

Sekîne[içerisinde on dokuz harfli on dokuz âyet bulunan çok mühim, sükûnet ve emniyet veren bir dua] nâm-ı âlisiyle tabir edilen ve herbiri bir İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] olan veyahut altısı birden İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] bulunan esma-i [Allah’ın isimleri] hüsna’dan [güzellik] “Ferd, Hay, Kayyûm, [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] Hakem, [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] Adl, [adalet] Kuddûs[her türlü kusur ve çirkinlikten uzak olan ve her şeyi temiz yapan Allah] ism-i şeriflerine ait pek çok kıymettar ve Risale-i Nur’un şâheserlerinden biri olan bu lem’a, [parıltı] yüksek bir ifade ve çok ince hakikatlerle kaleme alınmış; hem çok derin mesail-i vahdaniyet, azametli genişlikleriyle tefhim [anlatma] edilmiş; hem pek bariz bir surette mevcudiyet-i İlâhiyeye [Cenâb-ı Hakkın varlığı] işaret eden şu hayretengiz faaliyet ile, Müdebbiriyet-i [idare eden, çekip çeviren] Rabbaniye o kadar güzel izah edilmiş ki, ah ne olurdu, bu risalenin hakikatlarının âmâkına ulaşmak şöyle dursun, sathını [bir şeyin üstü, dış yüzü] olsun bari görebilseydim. Heyhât! Kasir fehmime bakılmayarak, bu risale, hissesine isabet eden bir kardeşimizin seferber halinde bulunması mazeretinden dolayı bana gönderilmişti. Liyakatsızlığımla beraber perişan hâlim böyle bir şâheseri fihristeye idhal [dahil etme, içine alma] edebilecek surette hulâsa [özet] etmeye kâfi [yeterli] gelmediğinden, mahcubiyetle emre itaat ediyorum.

Bu kıymetdar Lem’a, [parıltı] “Altı Nükte-i Mühimme“ye [önemli ince nokta, derin mânâ] inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] etmiştir.

BİRİNCİ NÜKTE:…. [derin anlamlı söz] 555

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ وَاْلاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ * 1

âyetinin bir nüktesi [derin anlamlı söz] ve “Kuddûs[her türlü kusur ve çirkinlikten uzak olan ve her şeyi temiz yapan Allah] İsm-i Âzamının [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] bir cilvesi olup; hem mevcudiyet-i İlâhiyeyi [Cenâb-ı Hakkın varlığı] kemâl-i zuhur [bir şeyin eşsiz mükemmellikte ortaya çıkması, belirmesi] ile hem vahdaniyet-i [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] İlahiyeyi kemâl-i vuzuh [mükemmel bir açıklık] ile göstermektedir. Evet, şu muntazam kâinat ve şu azametli gayet büyük fabrika,

718

bütün mevcudatiyle [var edilenler, varlıklar] hummalı bir faaliyet içinde mütemadiyen çalışmasıyla beraber, kâinatın her tarafını ter temiz tutan, kirli ve bulaşık maddelerden, lüzumsuz olarak hiçbir tarafta hiçbir şey bulundurmayan, şu azametli seyyarattan [gezegenler] tut, tâ zerrata [atomlar] kadar her mevcud, [gerçek varlık sahibi olan Allah] Kuddûs[her türlü kusur ve çirkinlikten uzak olan ve her şeyi temiz yapan Allah] Âzam’dan gelen emirlere müheyya [hazırlanmış] ve münkad [boyun eğen] olarak gayet fa’al ve gayet hârika birer istihale [bir halden başka hale dönüşme] makinesi haline getirilmekle, şu azametli kâinat ve bütün unsurları baştan başa Cennet-nümun güzellikleriyle, kendilerini enzar-ı âleme [bütün âlemin gözü önünde] arzediyorlar. Ve şu kasr-ı âlemdeki [âlem sarayı] masnuatın [san’at eseri] cephelerinde müşahede edilen şu dîlrubâ [gönül] güzellik ve gayet müstahsen [güzel görülen, beğenilen] temizlik; bütün enzarı [bakışlar, dikkatler] istihsanla [beğenme, güzel bulma] kendilerine celbediyorlar ve Sâni‘lerini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] takdir ve tahsinlerle [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] medh ü sena ettiriyorlar. Bu Kuddûs[her türlü kusur ve çirkinlikten uzak olan ve her şeyi temiz yapan Allah] Âzam ism-i şerifinin tecelli-i âzamından küçük bir cilvesini şaşalı bir surette gösteren ve şu kışın bârid [soğuk] ve haşin çehresi altından çıkan bahar mevsimine bak: Nasıl çiçekler açmış, huri misali libaslar [elbise] giymiş, güzelleşmiş, ter temiz olmuş bütün ağaçlar ve zümrüt gibi yeşillenmiş zemin yüzü, bütün heyetleriyle, kendilerini bütün enzara [bakışlar, dikkatler] arzediyorlar. Câmid [cansız] ve şuursuz maddeler, az bir zaman içinde; istihale [bir halden başka hale dönüşme] görmüş, zeminden yükselmiş, nur-u hayatla [hayat ışığı] süslenmiş, sündüs-misal [dokunuşunda altın, gümüş tellerin de bulunduğu bir tür ipekli kumaş gibi] güzelliklerle kendilerini Sâni‘lerinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] nazarına takdim ediyorlar. Bu vaziyet karşısında; değil yalnız ins ve cin, ruhaniler ve melâikeler [melekler] de hayran oluyorlar. “Mâşaallah, Bârekallah; [Allah mübarek etsin] bu ne hayret verici güzellik ve temizlik!” deyip, Sâni-i Zülcelâllerini [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] takdis, [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] tahmid [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] ve temcid [yüceltme] edip, râkî ve sâcid [secde eden] oluyorlar. İşte bu fiil-i tanzif, diğer ef’al-i [fiiller, davranışlar] İlâhiye gibi vahdaniyet [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] ve mevcudiyet-i İlahiyeyi bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesinde ispat edip göstermektedir.

İKİNCİ NÜKTE:…. [derin anlamlı söz] 561

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَۤائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ * 1

âyetinin bir nüktesi [derin anlamlı söz] ve “Adl” İsm-i Âzamının [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] bir cilvesidir. Şöyle ki: Şu kâinat mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkalanmakta, her vakit harp ve hicret [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] içinde kaynamakta, her zaman mevt [ölüm] ve hayat içinde yuvarlanmaktadır. Bu hayret-engiz [hayret verici] tebeddülât [başkalaşma, değişme] ve tahavvülât [başkalaşmalar] ise, dehşetli cirmlerin [büyük cisim] intizamlı hareketlerinden ve Küre-i Zeminin [yerküre] yüzündeki dört yüz bin nebati [bitki] ve hayvanî zihayatın [canlı] muntazaman iaşe ve terbiyelerinden ve sel gibi akan karıştırıcı ve istilacı unsurların gayet muntazam vazifelerinden ziya ve zulmetin, sıcak ve soğuğun, hayat ve mematın [ölüm] dövüşmelerine varıncaya kadar bütün eşya öyle bir mizan-ı adalet içinde istikbalden gelip, hale uğrayarak, maziye akıp gidiyor ki; fesübhanallah, insaflı ve dikkatli bir nazarla bu âlem sarayına bakan her ferd-i insan, [kişi, birey] muhakkak olarak diyecek: “Bu saray-ı âlemin [âlem sarayı] sanii; bu saray-ı âlemi, [âlem sarayı] Adl [adalet] isminin azami tecellisine mazhar [erişme, nail olma] etmekle beraber, hem Vâhiddir, hem de öyle mizan-ı adaletle işler görüyor ki, en ehemmiyetsiz ve en küçük, kıymetsiz telâkki [anlama, kabul etme] edilen şeylerde dahi şirke yer bırakmıyor ve şirkin bu mizan-ı adalete sokulmasına zerre kadar müsaade etmiyor. Hem bu pek harika intizam-ı ekmel [çok mükemmel düzen] içindeki gayet

719

hassas mizan-ı adalete, elbette bu kâinatın Sâni-i Zülcelâl‘nden [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] başkası müdahale edemeyecek.” Hem bütün esbap [sebepler] o Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] dest-i kudretinin [Allah’ın kudret eli] bir perdesi olduğunu anlayacak… Ve o Sâni-i Zülcemâlin [sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] hem Vâhid [bir] olduğuna, hem mevcudiyetine hayranlık içinde, güneşin vücuduna inandığı gibi iman edecek.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE:…. [derin anlamlı söz] 566

اُدْعُ اِلٰى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ * 1

âyetinin bir nüktesi [derin anlamlı söz] ve “Hakem[haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] İsm-i Âzamının [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] bir cilvesi olup, “Beş Nokta” ile izah edilmiştir.

Birinci Nokta: İsm-i Hakem’in tecelli-i âzamı şu kâinatı öyle bir kitab-ı kebir [büyük kitap, kâinat] hükmüne getirmiştir ki; o kitab-ı kebirin zemin yüzü, bir sayfası ve her müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bahçe, bir satırı ve her süslü çiçeği ve yapraklı ağacı, bir kelimesi suretinde halketmiştir. O halde, şu kâinat baştan başa Hakîm-i Zülcelâl‘in [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] eserleriyle süslenmiş. Hem kendi san’atını kendisi müşahede edip, hem de nâmütenahi gözlerle birbirine baktıran ve birbiri içinde çok deliller ve vecihlerle [yön] nakkaşının [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] vücuduna şehadet eden ve daima mizan [ölçü] ve intizam içinde tazelenen ve her küçük bir çekirdekte koca bir ağacı derceden [yerleştirme] ve herbir ağaçta koca kâinatın fihristesini yerleştiren ve her bahar sayfasını murassa [süslenmiş] nişan ve münakkaş [nakışlanmış] hediyelerle süsleyip, huzurunda resmi geçit ettiren ve her an bu masnuatının [san’at eseri] lisanıyla medh ü senâsını teganni ettiren bu azametli ve hikmetli kudrete, hangi tesadüfün haddi var ki, parmak uzatabilsin?

İkinci Nokta: “İki Mesele”dir.

Birinci mesele: Nihayet kemâlde bir cemâl ve nihayet cemâlde bir kemâl, kendini görmek ve göstermek istemesine ve tanıttırıp sevdirmesine mukabil, iman ile Onu tanımayı ve ubudiyetle [Allah’a kulluk] kendini Ona sevdirmeyi ders veriyor.

İkinci meselesi: Bütün kuvvetiyle şirki reddedip kabul etmeyen bu hikmetli intizam-ı mükemmel, hem vahdeti, [Allah’ın birliği] hem istiklâl ve infirada [tek başına olma] iktiza [bir şeyin gereği] ettiğini izah etmekle beraber, koca kâinatı umum ahval [durumlar] ve keyfiyatiyle mizan-ı adl [adalet terazisi] ve nizam-ı hikmetinde [Canab-ı Hakkın koyduğu tanzim ettiği, her şeyin bir sebebe gaye ve faydaya dayandığı hikmetli düzen] tutan bir Kadîr-i Mutlak‘a [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] şirk ve küfür ile acz isnad etmek ne kadar büyük bir hatâ ve tevhid ile iman etmek, ne kadar doğru hak ve hakikatlı bir mukabele [karşılama; karşılık verme] olduğunu bildiriyor.

Üçüncü Nokta: Sâni-i Kadir, ism-i Hakem [Allah’ın haklıyı haksızdan ayırdığını, her hakkı yerine getirdiğini ve hüküm sahibi olduğunu ifade eden ismi] ve Hakim’iyle, kâinatta en ziyade hikmetlere medar [kaynak, dayanak] ve mazhar [erişme, nail olma] kıldığı insanı bir merkez, bir medar [kaynak, dayanak] hükmünde yaratmış. Ve insan dairesi içinde de, rızkı bir merkez hükmüne getirmiş. İnsanda şuur ve rızıkta zevk vasıtasıyla ism-i Hakem‘in [Allah’ın haklıyı haksızdan ayırdığını, her hakkı yerine getirdiğini ve hüküm sahibi olduğunu ifade eden ismi] parlak bir surette cilvesinin göründüğünü ve yüzer fenlerde herbir fennin bir cihete ism-i Hakem‘in [Allah’ın haklıyı haksızdan ayırdığını, her hakkı yerine getirdiğini ve hüküm sahibi olduğunu ifade eden ismi] cilvesini tarif ettiğini; (meselâ fenn-i tıb, [tıp bilimi] fenn-i kimya, [kimya bilimi] fenn-i ziraat, [tarım bilimi] fenn-i ticaret [ticaret bilimi] ve hâkeza) bu fenlerin herbirisinin kat’i şehadetleriyle, ihtiyar ve irade, kasd ve meşieti [dilek, arzu] gösteren bu hadsiz intizamat [düzenler, dengeler] ve hikmetleri o Sâni-i Hakim umum kâinata verdiği gibi, en küçük bir zihayatta [canlı] ve en küçük bir çekirdekte dahi dercetme [yerleştirme]

720

siyle, Zât-ı Akdesi’nin [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] Fail-i Muhtar [dilediğini yapmakta serbest olan fâil] olduğunu ve herşey Onun emriyle vücud bulduğunu ve Onu bilmemek ve tanımamak ne kadar acip bir cehalet ve divanelik olduğunu izah ediyor.

Dördüncü Nokta: Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] herbir mevcuduna taktığı yüzler hikmeti, o mevcutların nihayet hassasiyetiyle tavzif [görevlendirme] ettiği yüzler vazifelerinden pek çok fayda ve gayeleri nihayet dikkat ile takip ettiği halde, Onun cemâl-i rahmet [Allah’ın rahmetinin güzelliği] ve kemâl-i adaletine [adaletin mükemmelliği, kusursuzluğu] ve nihayet derecede hikmetine zıd olan ve rahmet ve adaletini inkâr ettiren haşirsizliğe hiçbir cihetle müsaade etmediğini beyan ediyor.

Beşinci Nokta: “İki Mesele”dir,

Birinci mesele: Fıtratta israf ve abesiyet [anlamsızlık] ve faydasızlık bulunmadığından, كُلُوا وَاشْرَبُوا وَلاَ تُسْرِفُوا 1 âyet-i kerimesiyle, iktisadsız [tutumluluk] hareket edenleri tehdit eder.

İkinci mesele: Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah]Hakem [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] ve Hakim” isimleri, bir cihette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletine [elçilik, peygamberlik] delâlet ve istilzam [gerektirme] ettiklerini ve esma-i [Allah’ın isimleri] hüsnâdan [güzellik] çok isimlerin dahi, herbiri bir cihette, cilve-i âzamiyle, [büyük yansıma, görüntü] âzami derecede ve mertebe-i kat’iyette [kesinlik derecesi] risalet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) istilzam [gerektirme] ettiklerini, pek parlak bir surette izah ediyor.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE:…. [derin anlamlı söz] 577

  قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ âyetinin bir nüktesi, [derin anlamlı söz] Vahid ve Ehad [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] isimlerini tazammun [içerme, içine alma] eden “Ferd” İsm-i Âzamının [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] tecelli-i âzamına dair tevhid-i hakikiyi gösteren “Yedi İşaret”tir.

Birinci İşaret:İsm-i Ferd’in kâinat heyet-i mecmuasında [birşeyin geneli, bütün] koyduğu hadsiz hâtemlerden üç sikkeyi [mühür] işaret eder.

Birinci sikke: [mühür] Kâinatın mevcudatında [var edilenler, varlıklar] ve enva’larında görünen; ve bir sikke-i kübra-yı ehadiyet olan “teâvün, [yardımlaşma] tesânüd, [dayanışma] tecâvüb, [birbirinin ihtiyacına cevap verme] teanuk” sikkesidir.

İkinci sikke: [mühür] Zeminin yüzünde her bahar mevsiminde müşahede edilen dört yüz bin nebati [bitki] ve hayvani envaın atkı ipleriyle dokunan hâtem-i vahdaniyettir.

Üçüncü sikke: [mühür] Hazret-i Âdem’den tâ kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün insanların âza-yı esaside bir olan simalarındaki sikke-i vahdaniyettir.

İkinci İşaret: İsm-i Ferd’in cilve-i vahdeti, [Allah’ın birliğinin yansıması, görünmesi] kâinatın bütün envalarını ve unsurlarını öyle bir surette birbirine girift [karmaşık, iç içe] etmekle birbirinin içine almıştır ki, mecmu-u kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll [bütün] hükmüne getirdiği ve çok birliklerle vahdaniyeti [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] ilân ettiğini gösteriyor.

Üçüncü İşaret: Yine İsm-i Ferd’in cilve-i âzamı, [büyük yansıma, görüntü] kâinatı öyle birbiri içine girmiş hadsiz mektubat-ı Samedaniye hükmüne getirmiştir ki; herbir mektupta hadsiz hâtem-i Vahdaniyet basılmış ve herbir mektup, kelimatı [ifadeler, sözler] adedince kâtibini bildiren ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] mühürlerini taşıdığını gösteriyor.

721

Dördüncü İşaret: İsm-i Ferd’in güneş gibi zâhir cilve-i âzamını [büyük yansıma, görüntü] gayet mâkul ve hadsiz kolaylıkla kabul ettiren ve şirkin muhaliyetini [imkansızlık] ve nihayet derecede akıldan uzak olduğunu gösteren burhanlardan [delil] üç tanesini beyan ediyor.

Birincisi: Zât-ı Ferd‘in [her yönüyle tek ve benzersiz olan Zât, Allah] hadsiz kudretine nispeten en büyük şeyin icadı, en küçük bir şeyin icadı gibi kolay ve suhûletli [kolaylık] olduğunu, bir baharı, bir çiçek kadar bir ağacı, bir meyve kadar rahatça icad edip idare ettiğini ve bu keyfiyet-i icad eğer müteaddit [bir çok] esbaba verilse, vahdetten [Allah’ın birliği] kesrete [çokluk] girildiği için, en küçük birşeyin icadı, en büyük birşeyin icadı gibi pek çok masraflı, pek çok müşkilâtlı, [zor] pek çok zahmetli olduğunu temsilleriyle ispat eder.

İkincisi: Mevcudatın [var edilenler, varlıklar] icadı ya ibdâ [Allah’ın bir şeyi hiçten, yoktan ve benzersiz yaratması] ve ihtira suretiyle hiçten ve yoktan olacak veyahut inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ve terkip [birleşim, sentez] suretiyle anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] ve eşyadan toplamakla olacak. Bu iki sûrette icad-ı eşya [eşyaya vücut vermek] Zât-ı Ferd-i Vâhid’e verilmez de esbaptan [sebepler] istenilse, hadsiz derece müşkilâtlı [zor] ve suubetli [zorluk] ve gayr-ı mâkul, [akla aykırı] belki de pek çok muhalâtı [imkânsız, olmayacak şeyler] intaç [netice verme] edecek. Eğer cilve-i Ferdiyete ve sırr-ı Ehadiyete [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] verilse, bir kibrit çakar gibi, eserleriyle azameti anlaşılan nihayetsiz kudretiyle, hiçten ve ademden veyahut anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] ve eşyadan toplamak sûretiyle âyine-i ilmindeki muayyen ilmi kalıplarla, hadsiz derece kolaylıkla ve suhûletle [kolaylık] eşyanın icad edildiği görülecek.”

Üçüncüsü: Eğer bütün eşyanın icadı bir Zât-ı Ferd-i Vâhid’e verilse, bir tek şey gibi kolay olduğunu; ve eğer esbaba ve tabiata havale edilse bir tek şeyin vücudu umum eşya kadar müşkilatlı [zor] olduğunu, üç şirin temsil ile izah eder.

Birinci temsil: Bin nefere [asker] ait bir vaziyet ve idare, o bin neferi idare eden bir zâbite [subay] havale edilse ve bir nefer de on zâbitin [subay] idaresine verilse, bin neferin idaresinin ne kadar kolay olduğunu ve bir neferin [asker] idaresinin ne kadar müşkilâtlı [zor] olduğunu…

İkinci temsil: Ayasofya gibi kubbeli [yarım küre şeklinde olan çatı] bir câmiin kubbesindeki [yarım küre şeklinde olan çatı] taşların muallâkta [yüce] durmaları ve o vaziyeti teşkil etmeleri taşlardan istenilse, nihayet derecede suûbetli [zorluk] olduğunu ve bir ustadan o vaziyet istenilse, nihayet derecede kolay olduğunu…

Üçüncü temsil: Küre-i Arz, [yer küre, dünya] Zât-ı Ferd-i Vâhid’in bir memuru olarak hareket etse, o hareketten hâsıl olan haşmetli ve azametli neticelerin gayet suhûletle [kolaylık] husûlü, [meydana gelme] vahdetteki [Allah’ın birliği] kolaylığı gösterdiği gibi; şirk ve küfür yolunda aynı neticeleri istihsal [elde etme, ele geçirme] etmek için, Küre-i Arzdan [yer küre, dünya] milyonlar defa büyük, hadsiz hesapsız cirmleri [büyük cisim] hudutsuz bir mesafede Küre-i Arzın [yer küre, dünya] etrafında, hem Küre-i Arzın [yer küre, dünya] mihver-i yevmisi üzerindeki devri gibi yirmi dört saatte bir def’a; hem mihver-i senevisi üzerindeki devri gibi her senede bir defa dolaştırmak gibi suûbet [zorluk] ve müşkilâtın [zor] en dehşetlisi olan bir vaziyetini kabul etmek lâzım geldiğini; ve esbap [sebepler] ve tabiata icad verenler “kitap, saat, fabrika ve saray misalleriyle” echeliyetlerin [çok cahil] en antikasını irtikâb [yapma, işleme] ettiklerini izah eder.

Beşinci İşaret: Müdahale-i gayrı [başkasının müdahalesi] şiddetle reddeden hâkimiyet-i İlâhiyedir لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا 1 âyetinin sırrıyla ve

722

فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ 1 âyetinin işaretiyle, zerrattan [atomlar] seyyarata [gezegenler] kadar, ferşten [yer] Arşa kadar hiçbir cihette kusur ve fütur, [usanç] noksaniyet ve müşevveşiyet [düzensizlik, karışıklık] eseri görülmemesi, ferdiyetin cilve-i âzamını [büyük yansıma, görüntü] gösterip, vahdete [Allah’ın birliği] şehadet eder.

Altıncı İşaret: Bütün kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] medarı [kaynak, dayanak] ve esası; ve kâinatın hilkatındaki hikmetlerin ve maksatların menşei [kaynak] ve mâdeni ve zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ve zîaklın, hususan insanın metâlib ve arzularının husûl [meydana gelme] bulmasının menbaı [kaynak] ve çare-i yegânesi, [tek çare] ferdiyet-i rabbaniye ve vahdet-i İlahiyye olmasıdır.

Yedinci İşaret: Tevhid-i hakikiyi bütün meratibiyle [mertebeler] en ekmel [daha mükemmel] bir surette ders verip ispat eden ve ilân eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın risaleti, [elçilik, peygamberlik] o tevhidin kat’iyeti derecesinde sabit olduğunu izahla beraber; şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) mânevî şahsiyeti, varlığı] Aleyhissalâtü Vesselâmın derece-i ehemmiyet [önem derecesi] ve ulviyetine [yüce] şehadet eden pek çok delillerden üç tanesini zikreder.

Birincisi:

Es-sebebü ke’l-fâil[“sebeb olan yapan gibidir”] sırrıyla, umum ümmetinin bütün zamanlarda işledikleri hasenatın bir misli [benzer] defter-i hasenatına [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] geçmekle ve hususan her günde umum ümmetinin ettikleri salavat duasının kat’i makbuliyeti [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] cihetiyle; o hadsiz duaların iktiza [bir şeyin gereği] ettikleri makam ve mertebeyi düşündürmekle şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediye‘nin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) mânevî şahsiyeti, varlığı] (a.s.m.) kâinat içinde nasıl bir güneş olduğu anlaşıldığını…

İkincisi:

Mâhiyet-i Muhammediye (a.s.m.) âlem-i İslâmiyetin [İslâm âlemi] şecere-i kübrasının menşei, [kaynak] çekirdeği, hayatı, medarı [kaynak, dayanak] olduğundan, fevkalhad istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve cihazatiyle âlem-i İslâmiyetin [İslâm âlemi] mâneviyatını teşkil eden kudsi kelimatı, [ifadeler, sözler] tesbihatı, ibâdâtı [ibadetler] en evvel bütün mânâlarıyla hissedip yapmasından gelen terakkiyat-ı rûhiyesini düşündürüp, habibiyet [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] derecesine çıkan ubudiyet-i Muhammediye‘nin [Peygamber Efendimizin (a.s.m) Allah’a olan mükemmel kulluğu ve ibadeti] (a.s.m.) velâyeti, [velilik] sair velâyetlerden [velilik] ne kadar yüksek olduğunu anlatır. O Zâtın (a.s.m.) had ve nihayeti olmayan meratib-i kemâlâtta ne derece terakki [ilerleme] ettiğini bildirir.

Üçüncüsü:

Zât-ı Ferd-i Zülcemâl bütün nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] namına, belki umum kâinat hesabına Zât-ı Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamber olan şahsiyeti] Aleyhissalâtü Vesselâmı kendine muhatap ittihaz [edinme, kabullenme] etmekle; elbette onu hadsiz kemâlâtta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] hadsiz feyzine mazhar [erişme, nail olma] ettiğini ve şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) mânevî şahsiyeti, varlığı] Aleyhissalâtü Vesselâm, kâinatın mânevî bir güneşi ve bu kâinat denilen Kur’ân-ı Kebir‘in [büyük Kur’an] âyet-i kübrası ve o Furkan-ı Âzam‘ın [hakkı batıldan ayıran en büyük ve muazzam kitap, kâinat] ve ism-i Âzam’ın ve ism-i Ferd‘in [Allah’ın eşi benzerinin olmadığını, tek olduğunu ifade eden ismi] cilve-i âzamının [büyük yansıma, görüntü] bir aynası olduğunu ders verir.

BEŞİNCİ NÜKTE:…. [derin anlamlı söz] 593

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

723

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 1

âyet-i azîmenin [büyük ve yüce âyet] ve

اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ لاَ تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ * 2

âyet-i aziminin bir nüktesi [derin anlamlı söz] ve “Hay” İsm-i Âzamının [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] bir cilvesi olup, muhtasaran [kısa] “Beş Remiz[gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] içinde gösterilmiştir.

Birinci Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] İsm-i Hay ve ism-i Muhyî‘nin [Allah’ın bütün canlılara hayat verdiğini bildiren ismi] cilve-i âzamından [büyük yansıma, görüntü] olan “Hayat nedir? Mahiyeti ve vazifesi nedir?” sualine karşı fihristevâri, yirmi dokuz mertebede, iki sayfa içerisinde, öyle güzel bir sûrette cevap verilerek tarif edilmiştir ki, bu nasıl acip bir izah, bu nasıl fesahetli bir tarz-ı beyan, [açıklama biçimi] bu nasıl garip bir tâbirattır ki, misli [benzer] görülmemiş. İnsan, bu hakikatların güzelliklerine meftun [aşık] oluyor; hayretinden parmaklarını ısırıyor; daha fevkinde [üstünde] tarif tasavvur edilemiyor; takdir ve tahsinler [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] içinde tefekküre dalıyor.

İkinci Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] Hayatın yirmi dokuz hassasından yirmi üçüncü hassasında, hayatın iki yüzünün de şeffaf ve parlak olduğunun ve ondaki tasarrufat-ı kudret-i rabbaniyeye esbab-ı zâhiriye [görünen sebepler] perde edilmemesinin sırrını izah ediyor.

Üçüncü Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür ve ibadet de, kâinatın sebeb-i hilkatı [yaratılış sebebi] ve maksud neticesi olduğundan, kâinatın Sâni-i Hayy-ı Kayyûmu, [her an diri olan ve herşeyi san’atlı bir şekilde yaratıp ayakta tutan Allah] hadsiz nimetleriyle kendini zihayatlara [canlı] bildirip sevdirmesine mukabil, zihayatlardan [canlı] teşekkür istemesi ve sevmesine mukabil sevmelerini ve kıymettar san’atlarına karşı medh ü sena etmelerini istediğini ve herbir zîhayatın [canlı] hayatı doğrudan doğruya, vasıtasız olarak Zât-ı Hayy-ı Kayyûm‘un [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] dest-i kudretinde [Allah’ın kudret eli] olduğunu bildiriyor.

Dördüncü Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] Hayat, imanın altı erkânı [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] olan

اٰمَنْتُ بِاللهِ وَمَلٰۤئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ اْلاَخِرِ وَبِالْقَدَرِ

rükünlerine [esas, şart] bakıp ispat ettiğini o kadar lâtif [berrak, şirin, hoş] bir tarzda ders veriyor, izah ediyor ki; o belâğat-ı ifade, insanı hayran ediyor.

Beşinci Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] Birinci Remzin [ince işaret] on altıncı hassasında zikredilen; hayat birşeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirdiğini; cüz ise, küll [bütün] gibi; cüz’i ise, külli gibi bir câmiiyet [kapsayıcılık] verdiğini çok güzelliklerle gayet şirin bir tarzda izah ediyor. Hem hâtimesinde; [son] İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] bazı evliya için ayrı ayrı olduğunu beyan ediyor.

724

ALTINCI NÜKTE:…. [derin anlamlı söz] 612

Kayyûmiyet-i İlâhiyeye [Allah’ın her zaman ve her yerde var olması ve bütün varlıkların ancak Onunla var olabilmeleri] bakan âyetlerin bir nüktesini [derin anlamlı söz] ve “Kayyûm” ism-i âzamının bir cilve-i âzamına, [büyük yansıma, görüntü] muhtasar [kısa] olarak “Beş Şua” ile işaret eder.

Birinci şua: [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâli bizâtihi Kayyûmdur, [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] Dâimdir, Bâkidir. Bütün eşya onun Kayyûmiyetiyle [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] kaimdir, [ayakta duran] devam eder, vücutta kalır, beka bulur. O nisbet-i Kayyûmiyet [varlıkların her zaman var olan Allah ile bağlantısı] bir an kesilse, bütün eşya birden mahvolur. Şeriki ve naziri [benzer] yoktur. Maddeden mücerred, [bekar] mekândan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] , [bir yerle sınırlı olmayan] tecezzi ve inkısamı [bölünme, kısımlara ayrılma] muhal, [bâtıl, boş söz] tegayyür [başkalaşım] ve tebeddülü mümteni; [imkansız] ihtiyaç ve aczi imkân haricinde bir Zât-ı Akdes‘in [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] bir kısım cilvelerini, bir kısım ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] kimseler, zerrattaki [atomlar] tahavvülât-ı muntazama [düzgün ve muntazam değişiklikler, değişmeler, gelişmeler] içinde hissettikleri hayret-engiz [hayret verici] hallakıyet-i İlâhiyenin ve kudret-i rabbâniyenin [her bir varlığı terbiye ve idare eden Allah’ın kudreti] cilve-i âzamının [büyük yansıma, görüntü] nereden geldiğini bilemediklerinden ve kudret-i samedaniyenin cilvesinden gelen umumî kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezeli tevehhüm [kuruntu] etmeleriyle açtıkları inkâr-ı Ulûhiyet [Cenâb-ı Allah’ı inkâr fikri] mesleklerindeki yollarının içyüzünü gösteren ve hak ve hakikat mesleğinin letafetli [hoş, güzel] yüzünü sırr-ı Kayyûmiyetin [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] tecelli-i âzamiyle izah edip, bütün güzelliğiyle meydana çıkaran gayet dakik [derin ve ince] ve çok amik ve pek geniş bir ifade ile, tabiiyyun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] ve maddiyyun mesleklerini iptal edip, onları techil eden ve utandıran âli [yüce] bir beyandır.

İkinci Şua: [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] “İki Mesele”dir.

Birincisi: Had ve hesapsız ecram-ı semaviyenin, nihayetsiz derecede intizam ve mizan [ölçü] içinde, sırr-ı Kayyûmiyetle [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] kıyam ve beka ve devamları; ve emr-i kün feyekûn‘dan [Allah’ın birşeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emri] gelen emirlere kemâl-i inkıyadları, [tam itaat] İsm-i Kayyûmun âzami cilvesine bir ölçü olduğu gibi; herbir zihayatın [canlı] cesedini teşkil eden zerrelerin, o cesedin her azasında o azaya göre toplanmaları ve sel gibi akan ve fırtınalar içinde çalkalanan unsurların, dağılmayarak o cesette muntazaman durmaları ve o emr-i İlâhiyeye [Allah’ın emri] inkıyadları, [boyun eğme] sırr-ı Kayyûmiyeti [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] ilân eden hadsiz dille olduğunu beyan eder.

İkinci meselesi: Eşyanın sırr-ı Kayyûmiyetle [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] münasebettar [alâkalı, ilgili] fayda ve hikmetlerine işaret eden pek çok envâından [tür] üç nev’ine işaret eder.

Birinci nevi: Eşyanın kendisine ve insana ve insanın maslahatlarına [amaç, yarar] bakar.

İkinci nevi: Hem umum zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] mütalâsına bakar, hem Fâtır‘ının [benzeri bulunmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah] esmâsını bildiren birer âyet ve birer kaside [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] olduğunu hadsiz okuyucularına ifade etmesine bakar.

Üçüncü nevi: Doğrudan doğruya Sâni-i Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bakar. İşte bu üçüncü nevide bir saniye kadar yaşamak kâfi [yeterli] olmakla beraber, 1 رَفَعَ السَّمَۤاءَ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا âyetinin işaretiyle; Kayyûmiyet-i İlâhiye, [Allah’ın her zaman ve her yerde var olması ve bütün varlıkların ancak Onunla var olabilmeleri] hadsiz ecrâma [büyük varlıklar, gök cisimleri] ve nihayetsiz zerrata [atomlar] nokta-i istinad [dayanak noktası] olduğunu ve bilcümle mevcudatın [var edilenler, varlıklar]

725

keyfiyat ve ahvalinde [durumlar] binler silsilelerin uçları وَاِلَيْهِ يُرْجَعُ اْلاَمْرُ كُلُّهُ 1 işaretiyle sırr-ı Kayyûmiyete [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] bağlı bulunduğunu iş’âr eder.

Üçüncü Şua: [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] Hallâkiyet-i İlâhiye [Allah’ın yaratıcılığı] ve Faaliyet-i Rabbaniye [herşeyin rabbi olan Allah’ın kâinattaki faaliyetleri] içindeki sırr-ı Kayyûmiyetin [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] bir derece inkişafına [açığa çıkma] işaret eden mukaddemelerin [evvel, önce] birincisi; zaman seylinde [sel, akıntı] mütemadiyen çalkanan ve göz açtırmadan, nefes aldırmadan âlem-i şehadetten [görünen alem] âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] gönderilen bu mahlûkatın bu hayret verici seyahat ve seyranı, üç mühim şubeye ayrılan hadsiz ve nihayetsiz bir hikmetten ileri geliyor.

Birinci şubesi: Fâaliyetin herbir nev’i, cüz’i olsun küllî olsun, bir lezzeti netice vermesi sırrıyla-tabirde hata olmasın-Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’da bulunan bir aşk-ı lâhûtinin ve bir muhabbet-i kudsiyenin [kusur ve noksandan uzak olan sevgi] ve bir lezzet-i mukaddesenin [her türlü kusur ve noksandan yüce bir lezzet] şuunatı, hadsiz fâaliyetle ve nihayetsiz Hallâkiyetle [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] kâinatı mütemadiyen tazelendirip çalkalandırdığını…

İkinci Şubesi: Herbir cemâl ve hüner sahibi, kendi cemâlini ve hünerini sevmesi ve teşhir edip ilân etmesi kaidesiyle Cemil-i [güzel] Zülkemâlin binbir

Esmâ-i Hüsna‘sından [Cenâb-ı Hakkın en güzel isimleri] herbir isminin herbir mertebesinde hadsiz enva-ı hüsün ile hadsiz hakaik-i cemile bulunmasındandır ki, o aşk-ı mukaddese-i [kutsal aşk] İlâhiye, o sırr-ı Kayyûmiyete [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] binaen kâinatı mütemadiyen değiştirip tazelendirdiğini…

Üçüncü Şubesi; hem Dördüncü Şua: [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] Her merhamet ve şefkat sahibi ve her âlicenap [yüksek ahlâk sahibi] olan zât, başkalarını memnun ve mesrur [mutlu] etmekten, sevindirip mes’ud etmekten lezzet alması ve her âdil zât, ihkak-ı hak [hak sahibine hakkını verme] etmekten keyiflenmesi ve her hüner sahibi san’atkâr, [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] yaptığı san’atını teşhir etmekten ve san’atının istediği tarzda işleyerek arzu ettiği neticeleri vermesiyle iftihar etmesi kaidelerine binaen, bu kâinatın Sâni-i Hakîm‘i, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] binbir Esmâ-i Hüsna‘sının [Cenâb-ı Hakkın en güzel isimleri] had ve nihayeti olmayan güzelliklerine bu mevcudatı [var edilenler, varlıklar] mazhar [erişme, nail olma] etmek için bu kâinatı böyle acip bir hallâkiyet-i daime ve hayret-engiz [hayret verici] bir fâaliyet-i sermediye içinde sırr-ı Kayyûmiyet [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] ile mütemadiyen tazelendirip tecdit [yenileme] ettiğini pek garip, pek şirin, pek latif, gayet hoş bir ifade ile izah ediyor. Ve bir kısım ehl-i dalâletin, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] “Kâinatı böyle tağyir [değiştirme] ve tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eden Zât’ın, kendisinin de mütegayyir [değişen] ve mütehavvil [değişken] olması lâzım gelmez mi?” diye sordukları suale; bilâkis Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] mütegayyir [değişen] ve mütehavvil [değişken] olmaması lâzım geldiğini gayet kat’i bir surette beyan eden bir cevapla mukabele [karşılama; karşılık verme] edilmiştir.

Beşinci Şua: [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] “İki Mesele”dir.

Birinci mesele: İsm-i Kayyûm’un cilve-i âzamına [büyük yansıma, görüntü] baktırmak için, hayâli iki dürbünden biriyle, en uzaklarda esir maddesi içinde sırr-ı Kayyûmiyetle [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] durdurulmuş; kısmen tahrik, kısmen tespit edilmiş milyonlar azametli cirmleri [büyük cisim] ve diğer dürbünle zihayat [canlı] mahlûkat-ı arzıyenin zerrat-ı vücudiyelerinin vaziyet ve hareketlerini temaşa ettirir.

726

Hülâsası: [esas, öz] Bu altı ism-i Âzam birbiriyle imtizac [bileşim, karışım] ettiklerinden, bütün kâinatın bütün mevcudatını [var edilenler, varlıklar] böyle durduran, beka ve kıyam veren ism-i Kayyûm [Allah’ın herşeyi kendi varlığıyla ayakta tutan ve varlıklarını devam ettiren ismi] cilve-i âzamı [büyük yansıma, görüntü] arkasında tecelli eden ism-i Hayy’ın; bütün o mevcudatı [var edilenler, varlıklar] hayat ile ışıklandırdığını; ve İsm-i Hayy‘ın [Allah’ın gerçek hayat sahibi olduğunu bildiren ismi] arkasında tecelli eden ism-i Ferd‘in, [Allah’ın eşi benzerinin olmadığını, tek olduğunu ifade eden ismi] o mevcudatı [var edilenler, varlıklar] bir vahdet [Allah’ın birliği] içine alıp yüzlerine birer hatem-i [mühür, damga] Ehadiyet bastığını; ve ism-i Ferd‘in [Allah’ın eşi benzerinin olmadığını, tek olduğunu ifade eden ismi] arkasında tecelli eden İsm-i Hakem’in o mevcudatı [var edilenler, varlıklar] meyvedar bir nizam ve hikmetli bir intizam ve semeredar [meyve] bir insicam [uyum] içine alıp süslendirdiğini ve ism-i Hakem‘in [Allah’ın haklıyı haksızdan ayırdığını, her hakkı yerine getirdiğini ve hüküm sahibi olduğunu ifade eden ismi] cilvesi arkasında tecelli eden ism-i Adl‘in, [Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi] o mevcudatı [var edilenler, varlıklar] yıldızlar ordusundan ta zerreler ordusuna kadar gayet hassas bir mizan-ı adl [adalet terazisi] içinde tutarak emr-i kün feyekûn‘dan [Allah’ın birşeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emri] gelen emirlere kemâl-i inkıyad [tam itaat] ile itaat ettirdiğini ve İsm-i Adl’in cilvesi arkasında tecelli eden ism-i Kuddûs‘ün [Allah’ın her türlü kusur ve çirkinlikten yüce olduğunu ve her işinde sınırsız bir temizlik görüldüğünü ifade eden ismi] o mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] Cemil-i [güzel] Mutlak’ın cemâl-i Zâtına [Allah’ın Zâtının güzelliği] ve nihayetsiz güzel olan Esmâ-i Hüsna‘sına [Cenâb-ı Hakkın en güzel isimleri] lâyık ve münasip olacak gayet güzel âyineler şekline getirdiğini gösteriyor.

İkinci mesele: Kayyûmiyetin, [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] Vâhidiyet [Allah’ın birliği] ve Celâl noktasında kâinatta tecellisi olduğu gibi, ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] ve cemâl noktasında insanda dahi cilvesinin tezahüratı olduğunu ve bu tecelli ile Zât-ı Zülcemâl’in, beşere, melâikelerin [melekler] fevkinde [üstünde] ettiği ihsanatını [bağış] ve o ihsanatın [bağış] câmiiyetini [kapsayıcılık] ve yüksekliğini ve genişliğini izah eder. Ve kâinatı bir sofra-i nimet [nimet sofrası] edip, insana teshir [boyun eğdirme] etmesinin ve kâinatın, insanla mazhar [erişme, nail olma] olduğu sırr-ı Kayyûmiyetle [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] bir cihette kaim [ayakta duran] olduğunun hikmeti, insanın üç mühim vazifesinden ileri geldiğini tâdat eder. Ve insanın o üç mühim vazifesinden üçüncü vazifesinde, üç vecihle [yön] Zât-ı Hayy-ı Kayyûm‘a [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ettiğini anlatır. Ve bu âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ettiği vecihlerden [yön] üçüncü vecihdeki [yön] âyinedarlığının da iki yüzü olduğunu, birinci yüzüyle Esmâ-i İlâhiyeye, ikinci yüzüyle de şuunat-ı İlâhiyeye âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ettiğini emsâli nâmesbuk bir talâkat-i lisan ile ifade ediyor ki, beşerin dâhilerini dahi bu hakikatlara meftun [aşık] edip hayran eder.

Hüsrev

OTUZ BİRİNCİ LEM’A:…. [parıltı] 639

Şualara inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] etmiş olup, On Dördüncü Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] Afyon Mahkemesi müdafaası ve mektupları ve On Beşinci Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] ise el-Hüccetü’z-Zehrâ [Bediüzzaman Said Nursi’nin Afyon hapishanesinde iken kaleme aldığı ve iman hakikatlerinin anlatıldığı Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser] olarak tesmiye [isimlendirme] edilmiş ve neşredilmiştir.

OTUZ İKİNCİ LEM’A:…. [parıltı] 639

Eski Said’in en son telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] ve yirmi gün Ramazan’da telif edilen, kendi kendine manzum [düzenli] gelen Lemeât [Lem’alar isimli eser] risalesidir. Sözler mecmuasında neşredilmiştir.

OTUZ ÜÇÜNCÜ LEM’A:…. [parıltı] 639

Yeni Said’in en evvel hakikatten şuhud [görme] derecesinde kalbine zâhir olan ve Arabî ibaresinde Katre, [damla] Habbe, [dane, tohum] Şemme, [Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer alan bir bölüm] Zerre, Hubâb, Zühre, [çiçek] Şule [gür ışık/alev] ve onların zeyillerinden [ilave, ek] ibarettir. Türkçe tercümesi Risale-i Nur Külliyatından Mesnevî-i [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] Nuriye ismi altında intişar [açığa çıkma, yayılma] etmiştir.

MÜNÂCÂT:…… [Allah’a yalvarış, dua] 640

727

Cenâb-ı Hakka, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ve hattâ aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesinde iktisâb-ı mârifet ederek ubûdiyetin [Allah’a kulluk] (Kemâhiye hakkıhâ) iktizâ ettiği acz ve fakr-i tâmı izhar [açığa çıkarma, gösterme] ederek dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] ilticâ ve huzur-u Rahmâna [Allah’ın huzuru] takarrüb gibi mezâyâ-yı insâniyeyi bihakkın [gerçek anlamıyla] tâlim; ve dünya ve mâfihâya mâlik ve kenz-i mahfiye mutasarrıf [dilediği gibi idare eden] olan Ekrem-i Enbiya (Aleyhi Ekmelittahiyyat) [daha mükemmel] efendimizin münâcâtından [Allah’a yalvarış, dua] ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] tesbih ve tahmid [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] ve senâ ve duaya münhasır yedi yüz adet âyâtından me’huz, nazirsiz [benzersiz] şu münâcâtın [Allah’a yalvarış, dua] menba-ı mânevîsi, evvelâ, başta hilkat-i âlem [âlemin yaratılışı] hakkında âyât-ı adîdeden ve âyet-i celileden; [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet] saniyen, [ikinci olarak] Cevşen-ül Kebir’in bin bir esmâsından hilkat-i mevcudatla [varlıkların yaratılması] münasebettar [alâkalı, ilgili] birkaç ukdelerinden; [düğüm] salisen, [üçüncü olarak] “İlim şehrinin kapısı” tabir-i senâiyye-i Nebeviyyesine bihakkın [gerçek anlamıyla] mahzar İmam-ı Ali kerremallahu vechehu [“Allah şerefini yüksek kılsın” anlamında Hz. Ali için söylenen bir ifade] radıyallahu anhın ecram-ı semaviye ve mevcudat-ı arziyye ile vücub-u vücud, [Allah’ın varlığının zorunlu olması] Vahid-i Ehadi isbat ettiği muhteşem bir hitabeyi muktedâ-bih [kendisine uyulan, imam] ittihaz [edinme, kabullenme] ederek mevzu ve gaye-i maksadı o kadar ta’mik [derinleştirmek, inceden inceye araştırmak] ve tevzi [(sahiplerine) dağıtma] eder ki, bu hakaika [doğru gerçekler] ait takdirat ancak müellifinin [telif eden, kitap yazan] lisan ve kalemine menut ve mütevakkıf [bağlı] olup yalnız mükerreren [defalarca] sadır [en ileride, en başta, en yüksek yerde] olan emre mutavaat niyet ve kasdıyla şuru’ edilen şu fihristte deriz:

Birinci Fıkrada: [bölüm] Semâvâttaki deveran ve bu kesret [çokluk] içindeki acib sükûnetle kemâl-i faaliyet, Ma’bud-u Bilhak olan Vacib-ül-Vücud, Vahid-i Ehade delâlet ettiğini;

İkinci Fıkrada: [bölüm] Fezanın; [uzay] bulut, şimşek, yıldırım, rüzgâr, yağmurlarla faaliyet ve icraat-ı hayret-efzâsı yine mezkûr [adı geçen] biküll-i lisan olan Vacib-ül-Vücud, Vahid-i Ehade dâll bulunduğunu;

Üçüncü Fıkrada: [bölüm] Unsurlar sâir müştemilâtıyla [içindekiler] ve küre-i arz [yer küre, dünya] umum mahlûkatıyla ve teferruâtıyla,

Dördüncü Fıkrada: [bölüm] Edile-i sâbıka gibi, denizler, nehirler, pınarlar, mâruf [bilinen] biküll-i ihsân olan Vâcib-ül-Vücud, Vâhid-i Ehade [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] delâlet ettiğini;

Beşinci Fıkrada: [bölüm] Geçen şehâdet gibi, dağlar, zelzele tesirâtından zemînin muhâfaza ve sükûnetine ve içindeki inkılâbat [büyük değişimler] fırtınalarından selâmetine ve denizlerin istilasından halâsına, [kurtulma] hem havanın muzır [zararlı] gazlardan tasfiyesine ve suların iddihârına ve zîhayatlara [canlı] lâzım maddelerin hazinedarlığına ettiği hizmetler ve hikmetler ile Vâcib-ül-Vücudun vücuduna ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehâdet ettiğini;

Altıncı Fıkrada: [bölüm] Geçen deliller gibi, zemindeki ağaçların ve nebâtâtın, [bitkiler] yapraklar, çiçekler ve meyvelerin cezbedârâne [kendinden geçerek] hareket-i zikriyeleri [zikir hareketi] ve kemâl-i suhûletle giydirilen cihâzât ve ziynetleri bilbedâhe [açık bir şekilde] vücûb-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdet-i Bâriye delâlet ettiğini;

Yedinci Fıkrada: [bölüm] Kezâ zîrûhun ve hususen nev-i beşerin cisimlerinden mevcut ve muntazam saatler ve makineler gibi işleyen ve işlettirilen dâhilî ve hâricî âzâ ve cevârih [organlar] ve bilhassa havas-ı hamse-i zâhire gibi kemâl-i faâliyetle iş gören duygularıyla Vahdâniyeti [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] isbat ettiğini;

Sekizinci Fıkrada: [bölüm] Kâinatın hülâsa[esas, öz] olan insan ve insanın zübdesi [en seçkin kısım, öz, tereyağı] olan enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliya ve asfiyanın [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] hülâsaları [esas, öz] olan kalberinin ve akıllarının müşâhedât [gözlemler] ve

728

keşfiyât [keşifler] ve ilhâmât ve istihrâcâtıyla, yüzler icmâ’ ve tevâtür kuvvetinde ve kat’iyetinde vücûb-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdet-i İlâhiyeye [Allah’ın birliği] şehâdet ettiklerini kemâl-i vuzuh [mükemmel bir açıklık] ile beyan ve tahaccür [taşlaşma] etmiş kalbleri ıslah, hem Cenâb-ı Kibriyâya münâcât [Allah’a yalvarış, dua] olan şu yektâ [eşsiz] ravza-i hakikat, hâtime-i [son] tazarru [dua, yakarış] ve niyâzını şöyle bağlar ki:

Yâ Rabbî [ey bütün varlıkları terbiye ve idare eden Allah’ım] ve yâ Rabbe’s-Semâvâti ve’l-Arâdîn! Yâ Hâlikî [helâk olan, yokluğa giden] ve yâ Hâlik-ı Külli Şey!”

“Gökleri yıldızlarıyla, zemîni müştemilâtıyla [içindekiler] ve bütün mahlûkatı bütün keyfiyâtıyla teshir [boyun eğdirme] eden kudretinin ve irâdetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar [boyun eğdirilmiş] eyle! Ve matlubumu [istek] bana musahhar [boyun eğdirilmiş] kıl! Kur’ân’a ve imana hizmet için, insanların kalblerini Risale-i Nur’a musahhar [boyun eğdirilmiş] yap. Ve bana ve ihvanıma [kardeş] iman-ı kâmil [mükemmel iman] ve hüsn-ü hâtime [güzel son] ver. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrahim aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Davud aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma şems ve kameri [ay] teshir [boyun eğdirme] ettiğin gibi, Risale-i Nur’a kalbleri ve akılları musahhar [boyun eğdirilmiş] kıl. Ve beni ve Risale-i Nur Talebelerini nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennetü’l-Firdevste [Firdevs Cenneti; Cennetin en yüksek derecesi] mes’ut kıl. Âmin, âmin, âmin.”

Kelimât-ı niyaziyeleriyle ihtitam eden şu münâcât, [Allah’a yalvarış, dua] ehl-i imanın [Allah’a inanan] lâzıme-i gayr-i müfarıkı olmaya çok lâyık olduğu âşikâr olmasından, ziyade izaha lüzum görülmedi…

M. Sabri (Rahmetullahi Aleyh)

ba

729

Sekizinci Lem’anın [parıltı] 
Fihristesinden Bir Parça

İşârât-ı gaybiye hakkında bir yazı ve takriz

فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَسَعِيدٌ 1 * فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ * 2

âyetlerinin bir nükte-i gaybiyesini, Gavs-ı Âzam Seyyid Abdülkadir-i Geylânî’nin (r.a.) bir keramet-i gaybiyesiyle [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] tefsir ediyor. Mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] kerâmat-ı harikaya mazhar [erişme, nail olma] olan o Sultanü’l-Evliya; mematında, [ölüm] aynı hayatında olduğu gibi, müridleriyle alâkadar olduğu, ehl-i keşf [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] ve ehl-i velâyetçe [velâyet makamında olanlar, velî kullar] kabul edilmiş. İşte o zât, sekiz yüz sene mukaddem, [evvel, önce] izn-i İlâhi [Allah’ın izni] ile kerametkârane [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bu zamanımızı görmüş; yani ona gösterilmiş. Bu dağdağalı [karışık, gürültülü] ve fitneli zamanda, ona mensup bir kısım Kur’ân hizmetkârlarına teselli verip, teşci [cesaretlendirme] ve teşvik etmek suretinde bir meşhur kasidesinin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] âhirinde beş satır içinde on beş cihetle aynı haberi veriyor. Hem ilm-i cifrin [harflerin sayı değerlerinden anlam çıkarmak üzerine kurulu ilim] üç dört vechiyle [yönüyle] o beş satırın mânâsı, hem kelimatı, [ifadeler, sözler] hem hurufun [harfler] adedi birbirini te’yid ederek aynı hâdiseyi haber verdiğinden, kat’iyet derecesinde, dikkat edenlere kanaat vermiş.

Malûmdur ki, istikbalden haber veren enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliya 3 لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ yasağına karşı hürmet ve teeddüb için, işaretler ve rumuzlarla [ince işaretler] iktifa [yetinme] etmişler. Bazı bir işaret, bazı iki işaret, en kuvvetlisi beş altı işaretle aynı hadiseyi göstermişler. Halbuki Gavs-ı Âzam, bu zamandaki hizmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] heyetini işaret edip, içinde bir hâdimini sarahat [açıklık] derecesinde gösteriyor. Şu risale içindeki imzalar ile gösterildiği gibi hizmet-i Kur’âniyedeki [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] arkadaşlarıma iştirakim var. Bir kısmı benim imzam iledir. Bir kısmı onların tasvip ve istihraclariyle [çıkarma] ve tasdikleriyle olduğundan; bana ait haddimden fazla hisseyi, onların hatırları için kabul ettim. Yoksa; o risalenin başında söylediğim gibi, bunda, öyle bir hisse-i şerefe hakkım yoktur.

On sene mukaddem [evvel, önce] o kaside-i gaybiyeyi görmüştüm; ve bana mânevî bir ihtar gibi, “Dikkat et!” diye kalbime geliyordu. O hâtırayı iki cihetle dinlemiyordum.

Birincisi: Benim ehemmiyetli bir kısım ömrüm, şan ü şeref perdesi altında hubb-u cah [makam sevgisi] zehiriyle zehirlenip öldüğü için, yeniden bu suretle nefs-i emmareye [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] diğer bir şeref kapısı açmak istememekti…

İkinci cihet: Bu muannid [inatçı] zamanda bedihi dâvâları ve zahir hüccetleri [delil] kabul etmeyenlere karşı böyle işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] nev’inden hodfuruşane bir tarzda izhar [açığa çıkarma, gösterme]

730

etmek hoşuma gitmiyordu. En nihayet esaretimin sekizinci senesinde ve en işkenceli ve en sıkıntılı bir zamanda gayet kuvvetli bir teşvike muhtaç olduğumuzdan bana ihtar edildi ki: “Bunu, tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] ve bir şükr-ü mânevî [mânevî şükür] nev’inden izhar [açığa çıkarma, gösterme] et. Hem korkma, kanaat verecek derecede kuvvetlidir…”

O risalenin başında dediğim gibi, bunu izharda [açığa çıkarma, gösterme] en mühim maksadım; Esrar-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’daki sırlar] ait olan risalelerin makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] Gavs-ı Âzam imza basması nev’inden olduğudur.

İkinci maksadım: O kudsi Üstadımın kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmekle, kerâmât[Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] evliyayı inkâr eden mülhidleri [dinsiz] iskât [susturma] edip; hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] füturlar verecek çok esbaba maruz ve çok avâika [engeller] hedef olan arkadaşlarımın kuvve-i mânevîyesini [mânevî kuvvet] takviye ve şevklerini tezyid [artırma, çoğaltma] ve füturlarını izale [giderme] etmek idi.

Benim için bir nevi hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] nev’inden olduğu için ehemmiyetli zarardır. Fakat o zararımı, üstadımın ve arkadaşlarımın hatırı için kabul ettim.

Bu Keramet-i Gavsiye risalesi tedricen [aşamalı olarak] istihrac [çıkarma] edildiği için birkaç parça oldu ve tetimmelere [ek] inkisam etti. Gittikçe birbirini tenvir [aydınlatma] ve te’yid ettikçe vuzuh [açıklık] peyda ediyor. İşaratın bazısında za’fiyet varsa da sair arkadaşlarının ittifakından aldığı kuvvet o za’fı izale [giderme] eder. Hatta cây-ı hayrettir ki; o beş satırın âhirinde, herbirinin mertebesini ve has bir sıfatını ima etmek suretinde on beşten fazla hizmet-i Kur’âniyedeki [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] mühim kardeşlerimi gösteriyor. Bu risalede, Keramet-i Gavsiye münasebetiyle birkaç ehemmiyetli meseleler ve birkaç mühim hakikatlar beyan edilmiştir.

Bu risaleyi herkese tavsiye etmiyorum ve izin vermiyorum. Belki safvet [arılık, berraklık] ve insaf ve ihlâs ve hususiyeti bulunan kardeşlerime müsaade ediyorum. Hem, başında olan maksatlarımı düşünerek öyle baksın, beni bir keramet-furuşluk [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] vaziyetinde tasavvur etmesin.

ba

731

Yirmi Sekizinci Lem’anın [parıltı] 
Fihristesinden Bir Parça

Birinci Nükte: [derin anlamlı söz] Hazret-i İmam-ı Ali radiyallahu anhu, Kaside-i Ercûzesinde [Hz. Ali tarafından yazılan ve istikbalden haber veren kaside] اَحْرُفُ عُجْمٍ سُطِّرَتْ تَسْطِيرًا deyip, bu zamanda tamim edilen ecnebi harflerine bakıp, bu cümledeki harflerin cifri ve ebcedi rakamlarının bu zamana parmak basmalarıyla vaki cereyan-ı küfriyâneye işaret ettiği gibi, hem Ercûzesinde, hem Ercûzeyi te’yid ve takviye eden Kaside-i Celcelûtiyesinde sarahate [açıklık] yakın

تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً * تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ

fıkrasıyla, [bölüm] o cereyanın karşısında vücudu ziyasıyla anlaşılan ve zulmetin pek şiddetli ve sisli, yakıcı dehşetine karşı sönmeyen ve gittikçe zulmeti yararak dünyayı ziyalandırmaya çalışan Risale-i Nur’a ve müellifine [telif eden, kitap yazan] hususi iltifatını

اَقِدْ كَوْكَبِى بِاْلاِسْمِ نُورًا وَبَهْجَةً * مَدَى الدَّهْرِ وَاْلاَيَّامِ يَا نُورُ جَلْجَلَتْ

deyip, âhirzamana kadar Risale-i Nur’un bedi’ [güzel, eşsiz] bir surette ışık vermesini ve yanmasını dua ve niyaz eden ve Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyanın [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] en mühim bir şâkirdi [Allah’a şükreden] ve ulûmunun [ilimler] birinci nâşiri [neşreden, yayan, yayınlayan] olan Hazret-i İmam-ı Ali radiyallahu anhu, bidâyet-i İslâmda, Kur’ân’ın aleyhine açılan çok kapılara karşı mübarek İsm-i Azamı şefi’ tutup kahramanane ve merdane hakâik-i şeriatı ve esas-ı İslâmiyeti muhafazaya çalıştığı gibi, âhirzamanda bütün bütün Kur’ân’a muhalefet eden zındıka cereyanına karşı,aynı İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] şefi’ ve melce [sığınak] ve tahassüngâh [sığınma yeri] ittihaz [edinme, kabullenme] edip cerhedilmez [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] Kur’ân’ın i’câzından [mu’cize oluş] gelen ve hâtem-i mu’cizeyi gösteren Risale-i Nur’un sönmez nuruyla ve susmaz lisanıyla şecaatkârane [yiğitlik, cesaret] mukabele [karşılama; karşılık verme] ve mukavemet edip, yerin yüzünü yakıp çok çiçekleri kurutan zındıka nârını, İsm-i Âzamın; [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] kibriyalı, [büyüklük] azametli nuruyla ve ism-i Rahman ve Rahim’in şefkatli ve re’fetli tecellisinden nebeân [haber] eden âb-ı hayat [hayat suyu] ile söndüren ve yanan yerlerde kuruyan nehir ve bağ çiçeklerine mukabil, dağlarda ve kırlarda sema yağmuru ve rahmetiyle hararete mütehammil [tahammül eden, dayanan] ve şiddet-i burudete dayanıklı çiçekleri yetiştiren Risale-i Nur’u görmesi ve şefkatkârane ve tesellidarane ve kerametkârane [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bakması, Hazret-i İmam-ı Ali radiyallahu anhın makam-ı velâyetinin iktiza [bir şeyin gereği] ettiğini hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] gösterir.

Hem Kaside-i Celcelûtiye’nin bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olan

فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ الَّذِي جَلَّ قَدْرُهُ dan başlayan üç dört satırda kuvvetli emâre ve delilden,

732

Birinci emâre: فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ الَّذِي جَلَّ قَدْرُهُ cifir ve ebcedi hesabıyla bin üç yüz elli üç senesi ki, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] en sıkıntılı bir zamanına ve o zamanda “Sekine” tâbir edilen İsm-i Âzamı, [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] yetmiş bir âyet ile yüz yetmiş bir defa dâimi vird [devamlı yapılan zikir] eden Risale-i Nur müellifinin [telif eden, kitap yazan] isimlerine tevafuk sırrıyla parmak basması, o zamanda İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] hâmil [taşıyan] Risale-i Nur Müellifinin [telif eden, kitap yazan] hususiyetini ve selâmetle kurtulacaklarını tebşir [müjdeleme] etmekle işaret ettiğini Lillahilhamd, selâmet ile kurtulmaları, keramet-i Aleviyyeyi tasdik ettiğini…

İkinci emâre:

فَقَاتِلْ وَلاَ تَخْشَ وَحَارِبْ وَلاَ تَخَفْ fıkrasıyla, [bölüm] eski Harb-i Umumiye iştirak ile; yara, bereye ve nihayetsiz korkulara mâruz kalıp, nihayet Rusya’ya esir giden, hem dehşetli bir harb-i âhirzamanda mühim bir vazife ile mükellef edilip, yılandan daha zehirli akreplerin bulunduğu bir memlekete düşen ve gece gündüz yılanlarla harbeden Risale-i Nur müellifine [telif eden, kitap yazan]

فَقَاتِلْ وَلاَ تَخْشَ وَحَارِبْ وَلاَ تَخَفْ ile iltifatını ve mânevî siyanet ve muhafaza ve imdadını haber veriyor.

Üçüncü emare: Üç güz mevsiminde medâr-ı teselli üç keramettir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik]

Birincisi: Gavs-ı Âzam Radiyallahu Anh.

يَا مُرِيدِى كُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ لِلّٰهِ مُخْلِصًا تَعِيشُ سَعِيدًا tabiriyle on beş emâre-i kaviye ile;

İkinci güzde, aynı mevsimde, Hazret-i Ali Radiyallahu Anh,

  وَيَا مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ tabiriyle kuvvetli delillerle…

Üçüncü güzde, فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ الَّذِى ilââhir diye yine Hazret-i Ali radıyallahu anh kerametkârane [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Risale-i Nur müellifine [telif eden, kitap yazan] bakıp; Sekiz, On Sekiz, Yirmi Sekizinci (Lem’alar olan) risalelerin kuvvetli ve i’câz[mu’cize oluş] telifleriyle [kaleme alma] havfe [korku] düşen ve teselliye muhtaç olan Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] altı yedi defa لاَ تَخْشَ kelimeleriyle korkularını izale [giderme] edip teşçi etmeleri, Kur’ân hizmetkârlarına bir ikram-ı İlahi olduğunu gösterir.

Hem وَ اَقْبِلْ وَلاَ تَهْرَبْ fıkrasının [bölüm] yine evvelki fıkralar [bölüm] gibi muhatabı Saidü’n-Nursî olduğundan, “Yâ Saidü’n-Nursî! Karşıla, kaçma!” deyip teşci [cesaretlendirme] ediyor.

Netice: Dokuz “hem hem”lerin gösterdiği dokuz hakikatın, Risale-i Nurda ve müellifinde [telif eden, kitap yazan] bilfiil icrası ve bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görünmesi hattâ düşmanlarının tasdikiyle de sabittir ki, Hazret-i Ali radiyallahu anhın Kaside-i Ercûze [Hz. Ali tarafından yazılan ve istikbalden haber veren kaside] ve Celcelûtiyesindeki şiddetli alâkadarlığını murad ettiği bir Varis-i Nebi ve Mukavvi-i Din

733

ve Hâmil-i İsm-i Âzam olan Risale-i Nur ve müellifi olduğu. Çünkü, bütün dünya meydandadır ve bütün nidaları işitiyoruz; ekseriya hareketleri görüyoruz ki hak ve hakikatte yanılmayan ve Kur’ân’ın hukukunu emrolunduğu gibi te’vilsiz muhafazaya çalışan “Risale-i Nur’dur” diye şek [şüphe] ve şüphesiz olarak Hazret-i Ali radıyallahu anhın muhatabı o olduğunu kat’i ispat eder.

Hafız Ali (Rahmetullahi Aleyh)