LEM’ALAR – İkinci Lem’a (31-39)

31

İkinci Lem’a [parıltı]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِذْ نَادٰى رَبَّهُۤ اَنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ * 1

SABIR KAHRAMANI Hazret-i Eyyûb aleyhisselâmın şu münâcâtı, [Allah’a yalvarış, dua] hem mücerreb, [denenmiş] hem tesirlidir.2 Fakat, âyetten iktibas [alıntı] suretinde, bizler münâcâtımızda [Allah’a yalvarış, dua] رَبِّۤى اَنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ 3 demeliyiz.

Hazret-i Eyyûb aleyhisselâmın meşhur kıssasının hülâsa[esas, öz] şudur ki:4

Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mükâfâtını düşünerek, kemâl-i sabırla [tam bir sabır] tahammül edip kalmış. Sonra, yaralarından tevellüt [doğma] eden kurtlar kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlâhiyenin [Allah’ı bilme ve tanıma] mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için,5 o vazife-i ubudiyete [kulluk görevi] halel [eksik, kusur] gelir düşüncesiyle, kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i İlâhiye [Allah’a kulluk] için demiş: “Yâ Rab, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel [eksik, kusur] veriyor” diye münâcât [Allah’a yalvarış, dua] edip, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o hâlis ve sâfi, garazsız, [başka bir niyet taşımaksızın] lillâh için o münâcâtı [Allah’a yalvarış, dua] gayet harika bir surette kabul etmiş, kemâl-i âfiyetini [tam anlamıyla sağlıklı olma] ihsan [bağış] edip envâ-ı merhametine [merhamet türleri] mazhar [erişme, nail olma] eylemiş.6

İşte bu Lem’ada [parıltı] Beş Nükte [derin anlamlı söz] var.

32

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Hazret-i Eyyûb aleyhisselâmın zâhirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyûb’dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar.

Hazret-i Eyyûb aleyhisselâmın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini [dünya hayatı] tehdit ediyordu. Bizim mânevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi [sonsuz âhiret hayatı] tehdit ediyor. O münâcât-ı Eyyûbiyeye, o hazretten bin defa daha ziyade muhtacız.

Bahusus, [hususan, özellikle] nasıl ki o hazretin yaralarından neş’et [doğma] eden kurtlar kalb ve lisanına ilişmişler. Öyle de, bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler—neûzu billâh—mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe [kalbin içi] ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine [ruhun aldığı zevk] ilişip zikirden nefretkârâne [nefret edercesine] uzaklaştırarak susturuyorlar.1

Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı [iman aydınlığı] çıkarıncaya kadar katılaştırıyor.2 Herbir günah içinde küfre [inançsızlık, inkâr] gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla [af dileme] çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.

Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından [anlamak, bilgi sahibi olmak] çok hicap ettiği zaman, melâike [melek] ve ruhaniyâtın [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor.

Hem meselâ, Cehennem azabını intaç [netice verme] eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennemin tehdidâtını [tehditler] işittikçe istiğfarla [af dileme] ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe, Cehennemin inkârına cesaret veriyor.

Hem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti [kulluk görevi] yerine getirmeyen bir adamın, küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden [azarlama] müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olan o adam, Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki, keşke o vazife-i ubudiyeti [kulluk görevi] bulunmasaydı! Ve bu arzudan,

33

bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi [Allah’a düşmanlık] işmam [hissetirme] eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u İlâhiyeye [Allah’ın varlığı] dair kalbe gelse, kat’î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder; büyük bir helâket [mahvolma] kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki, inkâr vasıtasıyla, gayet cüz’î [ferdî, küçük] bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten [kulluk görevi] gelmeye mukabil, inkârda milyonlarla o sıkıntıdan daha müthiş mânevî sıkıntılara kendini hedef eder.1 Sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ısırmasını kabul eder.

Ve hâkezâ, bu üç misale kıyas edilsin ki, بَلْ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ 2 sırrı anlaşılsın.

İKİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Yirmi Altıncı Sözde sırr-ı kadere [kader sırrı] dair beyan edildiği gibi, musibet ve hastalıklarda insanların şekvâya [şikayet] üç vecihle [yön] hakları yoktur.

BİRİNCİ VECİH: Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insana giydirdiği vücut libasını [elbise] san’atına mazhar [erişme, nail olma] ediyor. İnsanı bir model yapmış; o vücut libasını [elbise] o model üstünde keser, biçer, tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eder, tağyir [değiştirme] eder, muhtelif esmâsının cilvesini gösterir. Şâfî [şifa veren Allah] ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] ismi de açlığı iktiza [bir şeyin gereği] ediyor, ve hâkezâ…

مَالِكُ الْمُلْكِ يَتَصَرَّفُ فِى مُلْكِهِ كَيْفَ يَشَۤاءُ * 3

İKİNCİ VECİH: Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi [saflaşma, arınma] eder,4 kemal [fazilet, olgunluk] bulur, kuvvet bulur, terakki [ilerleme] eder, netice verir, tekemmül [mükemmelleşme] eder, vazife-i hayatiyeyi [hayat görevi] yapar.5 Yeknesak [değişmeyen, tekdüze, monoton] istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz [iyiliğin ta kendisi] olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz [kötülüğün ta kendisi] olan ademe yakındır ve ona gider.

ÜÇÜNCÜ VECİH: Şu dâr-ı dünya, [dünya yurdu] meydan-ı imtihandır6 [imtihan meydanı] ve dâr-ı hizmettir.7 [hizmet yeri] Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir [hizmet yeri] ve mahall-i ubudiyettir. [kulluğun yapılacağı yer]

34

1 Hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla,2 o hizmete ve o ubudiyete [Allah’a kulluk] çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. Ve herbir saati bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden,3 şekvâ [şikayet] değil, şükretmek gerektir.

Evet, ibadet iki kısımdır: bir kısmı müsbet, [isbat edilmiş, sabit] diğeri menfi. Müsbet [isbat edilmiş, sabit] kısmı malûmdur. Menfi kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle, musibetzede zaafını [zayıflık, güçsüzlük] ve aczini hissedip, Rabb-i Rahîmine [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] ilticâkârâne [sığınarak] teveccüh [ilgi] edip, Onu düşünüp, Ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet [Allah’a kulluk] yapar. Bu ubudiyete [Allah’a kulluk] riyâ [gösteriş] giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfâtını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki, bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer. Hattâ bir âhiret kardeşim, Muhacir Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] isminde bir zâtın müthiş bir hastalığına ziyade merak ettim. Kalbime ihtar edildi: “Onu tebrik et. Herbir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçiyor.” Zaten o zat sabır içinde şükrediyordu.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Bir iki Sözde beyan ettiğimiz gibi, her insan geçmiş hayatını düşünse, kalbine ve lisanına ya “ah” veya “oh” gelir. Yani, ya teessüf [eseflenme, üzülme] eder, ya “Elhamdü lillâh” der.

Teessüfü [eseflenme, üzülme] dedirten, eski zamanın lezâizinin [lezzetler] zeval [geçip gitme] ve firakından [ayrılık] neş’et [doğma] eden mânevî elemlerdir. Çünkü zevâl-i lezzet [lezzetin bitmesi] elemdir. Bazan muvakkat [geçici] bir lezzet daimî elem verir. Düşünmek ise o elemi deşiyor, teessüf [eseflenme, üzülme] akıtıyor.

Eski hayatında geçirdiği muvakkat [geçici] âlâmın [elemler, acılar] zevâlinden [batış, kayboluş] neş’et [doğma] eden mânevî ve daimî lezzet, “Elhamdü lillâh” dedirtir. Bu fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] hâletle [durum] beraber, musibetlerin neticesi olan sevap ve mükâfât-ı uhreviye [âhirete ait ödüller] ve kısa ömrü musibet vasıtasıyla uzun bir ömür hükmüne geçmesini düşünse, sabırdan ziyade, şükreder,

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ * 4

demesi iktiza [bir şeyin gereği] eder. Meşhur bir söz var ki, “Musibet zamanı uzundur.” Evet, musibet zamanı uzundur. Fakat örf-ü nâsta [insanlar arasında kabul görmüş, gelenek haline gelmiş hususlar] zannedildiği gibi sıkıntılı olduğundan uzun değil, belki uzun bir ömür gibi hayatî neticeler verdiği için uzundur.

35

DÖRDÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Yirmi Birinci Sözün Birinci Makamında beyan edildiği gibi, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi [yeterli] gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle [baskı] ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm [kuruntu] etmesiyle, sabır kuvvetini mazi [geçmiş] ve müstakbele dağıtıp, halihazırdaki musibete karşı sabrı kâfi [yeterli] gelmez, şekvâya [şikayet] başlar. Adeta—hâşâ—Cenâb-ı Hakkı insanlara şekvâ [şikayet] eder. Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekvâ [şikayet] edip sabırsızlık gösterir.

Çünkü, geçmiş herbir gün, musibet ise zahmeti gitmiş, rahatı kalmış; elemi gitmiş, zevâlindeki [batış, kayboluş] lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bundan şekvâ [şikayet] değil, belki mütelezzizâne [lezzet alarak] şükretmek lâzım gelir. Onlara küsmek değil, bilâkis muhabbet etmek gerektir. Onun o geçmiş fâni ömrü, musibet vasıtasıyla bâki ve mes’ut bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki âlâmı [elemler, acılar] vehimle düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak divaneliktir.

Amma gelecek günler ise, madem daha gelmemişler, içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekvâ [şikayet] etmek, ahmaklıktır. “Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım” diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir. Öyle de, gelecek günlerdeki, şimdi adem [hiçlik, yokluk] olan musibet ve hastalıkları düşünüp, şimdiden onlardan müteellim [acı çeken] olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belâhettir [aptallık] ki, hakkında şefkat ve merhamet liyakatini selb [ortadan kaldırma] ediyor.

Elhasıl, [kısaca, özetle] nasıl şükür nimeti ziyadeleştiriyor;1 öyle de, şekvâ [şikayet] musibeti ziyadeleştirir. Hem merhamete liyakati selb [ortadan kaldırma] eder.

Birinci Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir zat müthiş bir hastalığa giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olmuştu. Yanına gittim. Bana dedi:

“Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım” diye acı bir şikâyet etti.

Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim:

“Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün, şimdi sürurlu [mutluluk] yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekvâ [şikayet] etme. Onlara bakıp şükret. Gelecek günler ise, madem daha gelmemişler; Rabbin olan Rahmânü’r-Rahîmin [dünya ve ahirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah] rahmetine itimad edip, dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe vücut rengi verme. Bu saati düşün.

36

Sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi [yeterli] gelir. Divane bir kumandan gibi yapma ki, sol cenah [kanat] düşman kuvveti onun sağ cenahına [kanat] iltihak [karışma, katılma] edip ona taze bir kuvvet olduğu halde, sol cenahındaki [kanat] düşmanın sağ cenahı [kanat] daha gelmediği vakitte, o tutar, merkez kuvvetini sağa sola dağıtıp, merkezi zayıf bırakıp, düşman ednâ [basit, aşağı] bir kuvvetle merkezi harap eder.”

Dedim: “Kardeşim, sen bunun gibi yapma. Bütün kuvvetini bu saate karşı tahşid [kuvvetlendirme, destekleme] et. Rahmet-i İlâhiyeyi [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ve mükâfât-ı uhreviyeyi [âhirete ait ödüller] ve fâni ve kısa ömrünü uzun ve bâki bir surete çevirdiğini düşün. Bu acı şekvâ [şikayet] yerinde ferahlı bir şükret.”

O da tamamıyla bir ferah alarak, “Elhamdü lillâh,” dedi, “hastalığım ondan bire indi.”

BEŞİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Üç Meseledir.

BİRİNCİ MESELE:Asıl musibet ve muzır [zararlı] musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden [dine gelen belâ] her vakit dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] iltica edip feryad etmek gerektir.1

Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir. [Allah’ın şefkât ve merhametle yaptığı uyarılar] Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne [memnun bir şekilde] dönerler.2 Öyle de, çok zâhirî musibetler var ki, İlâhî [Allah tarafından olan] birer ihtar, birer ikazdır. Ve bir kısmı keffâretü’z-zünubdur.3 [günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile] Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını [zayıflık, güçsüzlük] bildirerek bir nevi huzur vermektir. Musibetin hastalık olan nev’i, sabıkan [bundan önce] geçtiği gibi, o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbânîdir, [Allah’ın lütfu] bir tathirdir.4 [temiz tutma, temizleme]

Rivayette vardır ki, “Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor; sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.”5

37

Hazret-i Eyyûb aleyhisselâm, münâcâtında, [Allah’a yalvarış, dua] istirahat-i nefis [kişinin rahat etmesi] için dua etmemiş. Belki zikr-i lisanî [Allah’ı dille anmak] ve tefekkür-ü kalbîye [kalp ile yapılan tefekkür] mâni olduğu zaman, ubudiyet [Allah’a kulluk] için şifa talep eylemiş. Biz, o münâcâtla [Allah’a yalvarış, dua] birinci maksadımız, günahlardan gelen mânevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için, ubudiyete [Allah’a kulluk] mâni olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat muterizâne, [itiraz eder şekilde] müştekiyâne [şikâyet eder gibi] bir surette değil, belki mütezellilâne [kendi kusur ve aczini bilerek] ve istimdatkârâne [medet ve yardım istercesine] iltica edilmeli. Madem Onun rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] razıyız; o rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] noktasında verdiği şeye rıza lâzım. Kazâ [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] ve kaderine itirazı işmam [hissetirme] eder bir tarzda ah, of edip şekvâ [şikayet] etmek, bir nevi kaderi tenkittir, rahîmiyetini [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] ittihamdır. [suçlama] Kaderi tenkit eden, başını örse [üzerinde demir gibi madenlerin dövüldüğü çelik yüzeyli, kalın ve bir tarafı sivri alet] vurur, kırar. Rahmeti ittiham [suçlama] eden, rahmetten mahrum kalır. Kırılmış elle intikam almak için o eli istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmek nasıl kırılmasını tezyid [artırma, çoğaltma] ediyor; öyle de, musibete giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olan adam, itirazkârâne [itiraz eder gibi] şekvâ [şikayet] ve merakla onu karşılamak, musibeti ikileştiriyor.

İKİNCİ MESELE: Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Meselâ, gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm [her taraftan hücum etme] göstermeleri, lâkayt [duyarsız] kaldıkça dağılmaları gibi, maddî musibetlere de büyük nazarıyla, ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalbde de kökleşir, bir mânevî musibeti dahi netice verir, ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazâya [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale [giderme] etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi, maddî musibet hafifleşe hafifleşe, kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider. Bu hakikati ifade için bir vakit böyle demiştim:

Bırak ey biçare feryadı belâdan kıl tevekkül,
Zira feryat belâ ender hatâ ender [hatâ içinde] belâdır bil.
Eğer belâ vereni buldunsa, safâ [gönül hoşnutluğu] ender atâ ender belâdır bil.
Eğer bulmazsan, bütün dünya cefâ ender fenâ ender belâdır bil.
Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan? Gel, tevekkül kıl.
Tevekkülle belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.

38

Nasıl ki mübarezede [karşı koyma] müthiş bir hasma karşı gülmekle, adâvet [düşmanlık] musalâhaya, [barış yapma] husumet şakaya döner, adâvet [düşmanlık] küçülür, mahvolur,1 tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.

ÜÇÜNCÜ MESELE: Her zamanın bir hükmü var.2 Şu gaflet zamanında musibet şeklini değiştirmiş. Bazı zamanda ve bazı eşhasta [kişiler] belâ, belâ değil, belki bir lûtf-u İlâhîdir. [Allah’ın lütuf ve ikramı] Ben şu zamandaki hastalıklı sair musibetzedeleri—fakat musibet dine dokunmamak şartıyla—bahtiyar gördüğümden, hastalık ve musibet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor. Ve bana, onlara acımak hissini iras etmiyor. Çünkü, hangi bir genç hasta yanıma gelmişse, görüyorum, emsallerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye [dini görev] ve âhirete karşı merbutiyeti [bağlı] var. Ondan anlıyorum ki, öyleler hakkında o nevi hastalıklar musibet değil, bir nevi nimet-i İlâhiyedir. [Allah’ın kullarına verdiği nimet] Çünkü, çendan [gerçi] o hastalık onun dünyevî, fâni, kısacık hayatına bir zahmet iras ediyor, fakat onun ebedî hayatına faydası dokunuyor. Bir nevi ibadet hükmüne geçiyor. Eğer sıhhat bulsa, gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle, [ahmaklık, beyinsizlik] elbette hastalık hâletini [durum] muhafaza edemeyecek, belki sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] atılacak.

ba

39

 Hâtime

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derc [yerleştirme] eylemiştir. Hem hadsiz nukuş-u esmâsını [Allah’ın güzel isimlerinin varlıklardaki nakışları] göstermek için insanı öyle bir surette halk etmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış.

Ve o makine-i insaniyede [bir makine hükmünde olan insanın beden ve cihazları] yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır. Adeta insan-ı ekber [büyük insan] olan âlemde tecellî eden bütün esmâ-i İlâhiye, bir âlem-i asgar [en küçük âlem] olan insanda dahi o esmânın umumiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezâiz [lezzetler] gibi nâfi [faydalı] emirler nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olur. Öyle de, musibetlerle, hastalıklarla, âlâm [elemler, acılar] ile, sair müheyyiç [heyecan verici] ve muharrik [harekete geçirici] ârızalarla, o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyiç [heyecanlandırma, harekete geçirme] eder. Mahiyet-i insaniyede [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] münderiç [içine konulmuş, yerleştirilmiş] olan acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] [acizlik ve zayıflık] ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisanla değil, belki herbir âzânın lisanıyla bir iltica, bir istimdat [medet isteme] vaziyeti verir. Güya insan o ârızalarla, ayrı ayrı binler kalemi tazammun [içerme, içine alma] eden müteharrik [hareket eden] bir kalem olur, sahife-i hayatında [hayat sayfası] veyahut levh-i misalîde [maddî âlemdeki olayların ve varlıkların üzerinde yansıdığı mânevî levha] mukadderât-ı hayatını [kader kalemiyle yazılmış hayat programları] yazar, esmâ-i İlâhiyeye bir ilânnâme yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhâniye [bütün noksanlıklardan uzak olan Allah’ın hassas ölçülerle düzenli bir şekilde yazdığı kaside] hükmüne geçip, vazife-i fıtratını [yaratılış görevi] ifa eder.