LEM’ALAR – On Birinci Lem’a (101-119)

101

On Birinci Lem’a [parıltı]

 Mirkatü’s-Sünne ve Tiryaku Marazı’l-Bid’a [İslâmiyetin aslında olmayıp sonradan dine sokulan, Kur’ân’a ve Sünnete muhalif manevî hastalıkların ilâcı, panzehiri]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

لَقَدْ جَۤاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ * 1

Şu âyetin birinci makamı Minhâcü’s-Sünnet, [Peygamberimizin sünnetine uyma metodu, sünnetin yolu] ikinci makamı Mirkatü’s-Sünnettir. [sünnetin merdiveni; sünnetin dereceleri]

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 2

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ * 3

Bu iki âyet-i azîmenin [büyük ve yüce âyet] yüzer nüktesinden [derin anlamlı söz] on bir nüktesi [derin anlamlı söz] icmâlen [özet] beyan edilecek.

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:

مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتِى فَلَهُ اَجْرُ مِائَةِ شَهِيدٍ * 4

Yani, “Fesâd-ı ümmetim [İslâm ümmetinin bozulup iyi özelliklerini kaybetmesi] zamanında kim benim sünnetime temessük [sarılma] etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir.”

102

Evet, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ, [tâbi olma, bağlanma] mutlaka gayet kıymettardır. Hususan bid’aların [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] istilâsı zamanında Sünnet-i Seniyyeye ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmek daha ziyade kıymettardır. Hususan fesâd-ı ümmet [İslâm ümmetinin bozulup iyi özelliklerini kaybetmesi] zamanında Sünnet-i Seniyyenin küçük bir âdâbına mürâât [gözetme, dikkate alma] etmek, ehemmiyetli bir takvâyı ve kuvvetli bir imanı ihsas [hissettirme] ediyor. Doğrudan doğruya Sünnete ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı hatıra getiriyor. O ihtardan, o hâtıra, bir huzur-u İlâhi [Cenab-ı Allah’ın huzuru] hâtırasına inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Hattâ en küçük bir muamelede, hattâ yemek,1 içmek2 ve yatmak3 âdâbında Sünnet-i Seniyyeyi mürâât [gözetme, dikkate alma] ettiği dakikada, o âdi muamele ve o fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] amel, sevaplı bir ibadet ve şer’î bir hareket oluyor. Çünkü o âdi hareketiyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ittibâını [tâbi olma, bağlanma] düşünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder. Ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir. Ve ondan, Şâri-i Hakikî [şeriatın kurucusu ve gerçek sahibi olan Allah (c.c.)] olan Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kalbi müteveccih [yönelen] olur. Bir nevi huzur ve ibadet kazanır.

İşte, bu sırra binaen, Sünnet-i Seniyyeye ittibâı [tâbi olma, bağlanma] kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar [meyve] ve sevabdar [sevaplı] yapabilir.

İKİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

İmam-ı Rabbânî Ahmed-i [çokça medhedilen, övülen] Fârûkî (r.a.) demiş ki: “Ben seyr-i ruhanîde [manevî ve rûhânî makamlarda seyahat] kat-ı merâtip [manevî derece ve mertebelere yükselme] ederken, tabakat-ı evliyâ [velilerin sınıfları, derceleri] içinde en parlak, en haşmetli, en letâfetli, [güzel, hoş] en emniyetli, Sünnet-i Seniyyeye ittibâı [tâbi olma, bağlanma] esas-ı tarikat [tarikatın temeli, kökü] ittihaz [edinme, kabullenme] edenleri gördüm. Hattâ o tabakanın âmi [basit, sıradan] evliyaları, sair tabakâtın has velîlerinden daha muhteşem görünüyordu.”4

103

Evet, Müceddid-i Elf-i Sâni [aslına uygun şekilde zamanın şartlarına göre dini yeniden yorumlayan hicrî ikinci bin yılının âlimi] İmam-ı Rabbânî hak söylüyor. Sünnet-i Seniyyeyi esas tutan, Habibullahın [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] zılli [gölge] altında makam-ı mahbubiyete [Allah’ın sevgisini kazanma makamı] mazhardır.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Bu fakir Said, Eski Said’den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik [doğru gerçekler] içerisinde yuvarlandılar. Kâh [bazan] Süreyya‘dan [gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan ve yedi yıldızdan meydana gelen bir yıldız takımı] serâya, [yer, dünya] kâh [bazan] serâdan Süreyya’ya kadar [yerden Ülker yıldızına kadar (Birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenir)] bir sukut [alçalış, düşüş] ve suud [yükselme] içerisinde çalkanıyorlardı.

İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi [rota; hareket yönü, istikamet] [doğru] gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. Hem o seyahat-i ruhiyede, [ruhla yapılan manevî yolculuk] çok tazyikat [baskılar] altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet [hafiflik] buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, “Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat [amaç, yarar] mıdır?” diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat [baskılar] çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat [baskılar] kalkıyor gibi bir hâlet [durum] hissediyordum. İşte o zamanlarımda İmam-ı Rabbânînin hükmünü bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] tasdik ettim.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Bir zaman rabıta-i mevtten [her an ölümü düşünüp ahiret için çalışmak] ve اَلْمَوْتُ حَقٌّ 1 kaziyesindeki [hüküm, önerme] tasdikten ve âlemin zeval [geçip gitme] ve fenâsından gelen bir hâlet-i ruhiyeden, [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] kendimi acip bir âlemde

104

gördüm. Baktım ki, ben bir cenazeyim, üç mühim büyük cenazenin başında duruyorum.

Birisi: Benim hayatımla alâkadar ve mazi [geçmiş] kabrine giren zîhayat [canlı] mahlûkatın heyet-i mecmuasının [birşeyin geneli, bütün] cenaze-i mâneviyesi [manevi cenaze] başında bir mezar taşı hükmündeyim.

İkincisi: Küre-i arz [yer küre, dünya] mezaristanında, nev-i beşerin hayatıyla alâkadar envâ-ı zîhayatın [canlı türleri] heyet-i mecmuasının [birşeyin geneli, bütün] mazi [geçmiş] mezarına defnedilen azîm cenazenin başında bulunan, mezar taşı olan bu asrın yüzünde çabuk silinecek bir nokta ve çabuk ölecek bir karıncayım.

Üçüncüsü: Şu kâinatın kıyamet vaktinde ölmesi, muhakkaku’l-vuku olduğu için, nazarımda vâki hükmüne geçti. O azîm cenazenin sekeratından [can çekişme/ölüm anı] dehşet ve vefatından beht [şaşkınlık] ve hayret içinde kendimi görmekle beraber, istikbalde de muhakkaku’l- vuku olan vefatım o zaman vuku buluyor gibi göründü ve فَاِنْ تَوَلَّوْا 1 ilh. [(ilâ âhir) sonuna kadar] sırrıyla, bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] bütün mahbubat, benim vefatımla bana arkalarını çevirip beni terk ettiler, yalnız bıraktılar. Hadsiz bir deniz suretini alan ebed tarafındaki istikbale ruhum sevk ediliyordu. O denize ister istemez atılmak lâzım geliyordu.

İşte, o pek acip ve çok hazin hâlette [durum] iken, iman ve Kur’ân’dan gelen bir medetle,

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 2

âyeti imdadıma yetişti ve gayet emniyetli ve selâmetli bir gemi hükmüne geçti. Ruh, kemâl-i emniyetle [güvenilirliğin mükemmelliği] ve sürurla [mutluluk] o âyetin içine girdi.

Evet, anladım ki, âyetin mânâ-yı sarihinden [açık mânâ] başka bir mânâ-yı işarîsi [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] beni teselli etti ki, sükûnet buldum ve sekînet verdi.

Evet, nasıl ki mânâ-yı sarihi [açık mânâ] Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma der: “Eğer ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] arka verip senin şeriat ve sünnetinden i’raz [yüz çevirme] edip Kur’ân’ı

105

dinlemeseler, merak etme. Ve de ki: Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bana kâfidir. Ona tevekkül ediyorum. Sizin yerlerinize, ittibâ [tâbi olma, bağlanma] edecekleri yetiştirir. Taht-ı saltanatı [egemenlik tahtı] herşeyi muhittir; ne âsiler hududundan kaçabilirler ve ne de istimdat [medet isteme] edenler medetsiz kalırlar.”

Öyle de, mânâ-yı işarîsiyle [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] der ki: “Ey insan ve ey insanın reisi ve mürşidi! Eğer bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] seni bırakıp fenâ yolunda ademe giderse, eğer zîhayatlar [canlı] senden mufarakat [ayrılık] edip ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terk edip mezaristana girerse, eğer ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] seni dinlemeyip zulümata düşerse, merak etme. De ki: Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bana kâfidir. Madem O var, herşey var. Ve o halde, o gidenler ademe gitmediler. Onun başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline o Arş-ı Azîm Sahibi, nihayetsiz cünud [askerler] ve askerinden, başkalarını gönderir. Ve mezaristana girenler mahvolmadılar; başka âleme gidiyorlar. Onların bedeline başka vazifedarları gönderir. Ve dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşenlere bedel, tarik-i hak[hak ve hakikat yolu] takip edecek muti [itaat eden, emre uyan] kullarını gönderebilir. Madem öyledir; O herşeye bedeldir, bütün eşya birtek teveccühüne [ilgi] bedel olamaz” der.

İşte, şu mânâ-yı işarî [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] vasıtasıyla, bana dehşet veren üç müthiş cenaze, başka şekil aldılar. Yani, hem Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] hem Rahîm, hem Âdil, hem Kadîr bir Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] taht-ı tedbir [yönetimi altında] ve rububiyetinde [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve hikmet ve rahmeti içinde hikmetnümâ [hikmetli, anlamlı] bir seyeran, [gezi, seyretme] ibretnümâ [ibret verici] bir cevelân, [akma, dolaşma] vazifedârâne bir seyahat suretinde bir seyrüseferdir, [gidiş geliş, yolculuk] bir terhis ve tavziftir [görevlendirme] ki, böylece kâinat çalkalanıyor, gidiyor, geliyor.

BEŞİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ 1 âyet-i azîmesi, [büyük ve yüce âyet] ittibâ-ı sünnetne [Peygamberimizin sünnetine tabi olmak]

106

kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat’î bir surette ilân ediyor. Evet, şu âyet-i kerime, kıyâsât-ı mantıkıye [mantık ilminde kullanılan kıyas yöntemleri] içinde, kıyas-ı istisnâî [neticesi veya tersi bizzat kendi içerisinde zikredilen kıyas şekli] kısmının en kuvvetli ve kat’î bir kıyasıdır. Şöyle ki:

Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnâî [neticesi veya tersi bizzat kendi içerisinde zikredilen kıyas şekli] misali olarak deniliyor: “Eğer güneş çıksa gündüz olacak.” Müsbet [isbat edilmiş, sabit] netice için denilir: “Güneş çıktı. Öyleyse netice veriyor ki, şimdi gündüzdür.” Menfi netice için deniliyor: “Gündüz yok. Öyleyse netice veriyor ki, güneş çıkmamış.” Mantıkça, bu müsbet [isbat edilmiş, sabit] ve menfi iki netice kat’îdirler.

Aynen böyle de, şu âyet-i kerime der ki: Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullaha [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] ittibâ [tâbi olma, bağlanma] edilecek. İttibâ edilmezse, netice veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah [Allah sevgisi] varsa, netice verir ki, Habibullahın [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] Sünnet-i Seniyyesine ittibâı [tâbi olma, bağlanma] intaç [netice verme] eder.

Evet, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] iman eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi [doğru ve düzgün] ve en kısası, [ödeşmek, hakkını almak] bilâşüphe, [hiç şüphesiz, kuşkusuz] Habibullahın [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] gösterdiği ve takip ettiği yoldur.

Evet, bu kâinatı bu derece in’âmât [nimetler] ile dolduran Zât-ı Kerîm-i Zülcemâl, [sonsuz güzellik ve cömertlik sahibi Allah] zîşuurlardan [akıl ve şuur sahibi] o nimetlere karşı şükür istemesi, zarurî ve bedihîdir. [açık, aşikâr] Hem bu kâinatı bu kadar mucizât-ı san’atla [sanat mucizeleri] tezyin [süsleme] eden o Zât-ı Hakîm-i Zülcelâl, [sonsuz haşmet ve büyüklük sahibi olan ve her şeyi hikmetle yaratan Allah] elbette, bilbedâhe, [açık bir şekilde] zîşuurlar [akıl ve şuur sahibi] içinde en mümtaz [seçkin] birisini Kendine muhatap ve tercüman ve ibâdına mübelliğ [tebliğ eden, bildiren] ve imam yapacaktır. Hem bu kâinatı had ve hesaba gelmez tecelliyât-ı cemal ve kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] mazhar [erişme, nail olma] eden o Zât-ı Cemîl-i Zülkemal, [sonsuz mükemmellik ve güzellik sahibi Allah] elbette, bilbedâhe, [açık bir şekilde] sevdiği ve izharını [açığa çıkarma, gösterme] istediği cemal ve kemal [fazilet, olgunluk] ve esmâ [Allah’ın isimleri] ve san’atının en câmi ve en mükemmel mikyas [ölçü] ve medarı [kaynak, dayanak] olan bir zâta, herhalde en ekmel [daha mükemmel] bir vaziyet-i ubudiyeti [kulluk vaziyeti] verecek ve onun vaziyetini sairlerine nümune-i imtisal [örnek alınacak model] edip herkesi onun ittibâına [tâbi olma, bağlanma] sevk edecek. Tâ ki o güzel vaziyeti başkalarında da görünsün.

107

Elhasıl: [kısaca, özetle] Muhabbetullah, [Allah sevgisi] Sünnet-i Seniyyenin ittibâını [tâbi olma, bağlanma] istilzam [gerektirme] edip intaç [netice verme] ediyor. Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeye ittibâından [tâbi olma, bağlanma] hissesi ziyade ola. Veyl [yazık] o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeyi takdir etmeyip bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] giriyor.

ALTINCI NÜKTE [derin anlamlı söz]

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:

كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ * 1

Yani, اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ 2 sırrıyla, kavaid-i Şeriat-ı Garrâ [parlak ve nurlu olan İslam şeriatının kuralları] ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sünnetiyle ilgili prensipler] tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları [kâide, kural] beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs [asla] görmek hissini veren bid’aları [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] icad etmek dalâlettir, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ateştir.

Sünnet-i Seniyyenin merâtibi [mertebeler] var.3 Bir kısmı vâciptir, terk edilmez. O kısım, Şeriat-ı Garrâda [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] tafsilâtıyla [ayrıntılar] beyan edilmiş. Onlar muhkemattır, [değiştirilemez] hiçbir cihette tebeddül [başkalaşma, değişme] etmez. Bir kısmı da nevâfil [farz ve vâcip ibadetlerin dışında kalan ve sevap kazandıran ibadetler] nev’indendir. Nevâfil [farz ve vâcip ibadetlerin dışında kalan ve sevap kazandıran ibadetler] kısmı da iki kısımdır:

Bir kısmı, ibadete tâbi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi şeriat kitaplarında beyan edilmiş; onların tağyiri [değiştirme] bid’attır. [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] Diğer kısmı, “âdâb” tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye [Hz. Peygamber’in (a.s.m.) yüksek ahlâk ve vasıflarına dair yazılan kitap] kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete bid’a [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] denilmez; fakat âdâb-ı Nebevîye [Hz. Peygamberin (a.s.m.) göstermiş olduğu hal, davranış ve ahlâk kâideleri] bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakikî edepten istifade etmemektir. Bu kısım ise, örf ve âdât, muamelât-ı fıtriyede [doğuştan gelen, fıtrî olan davranışlar, işler]

108

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tevatürle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] malûm olan harekâtına ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmektir. Meselâ, söylemek âdâbını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlâtın [durumlar, haller] âdâbının düsturlarını [kâide, kural] beyan eden ve muaşerete [birlikte yaşayıp iyi geçinmek] taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden çok sünnet-i seniyyeler var. Bu nevi sünnetlere “âdâb” tabir edilir. Fakat o âdâba ittibâ [tâbi olma, bağlanma] eden, âdâtını ibadete çevirir. O âdâbdan mühim bir feyiz alır. En küçük bir âdâbın mürââtı, [gözetme, dikkate alma] Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı tahattur [hatıra gelme] ettiriyor, kalbe bir nur veriyor.

Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] de taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden sünnetlerdir. Şeâir, [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] adeta hukuk-u umumiye [kamu hukuku] nev’inden, cemiyete ait bir ubudiyettir. [Allah’a kulluk] Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeâire [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] riyâ [gösteriş] giremez ve ilân edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.

YEDİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:

اَدَّبَنِى رَبِّى فَاَحْسَنَ تَاْدِيبِى 1 Yani, “Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan [bağış] etmiş, edeplendirmiş.”

Evet, siyer-i Nebeviyeye [Hz. Peygamberin (a.s.m.) yüksek ahlâk ve vasıflarına dair yazılan kitap] dikkat eden ve Sünnet-i Seniyyeyi bilen, kat’iyen [kesinlikle] anlar ki, edebin envâını, [tür] Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Habibinde [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] cem [toplama, bir araya gelme] etmiştir.2 Onun Sünnet-i Seniyyesini terk eden, edebi terk eder. بِى اَدَبْ مَحْرُومْ بَاشَدْ اَزْ لُطْفِ رَبْ 3 kaidesine mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olur, hasâretli [zarar] bir edepsizliğe düşer.

Sual: Herşeyi bilen ve gören ve hiçbir şey Ondan gizlenemeyen

109

Allâmü’l-Guyûba1 [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] karşı edep nasıl olur? Sebeb-i hacâlet [utanmaya sebep olan şey] olan hâletler [durum] Ondan gizlenemez. Edebin bir nev’i tesettürdür, mucib-i istikrah [tiksintiyi gerektiren] hâlâtı [durumlar, haller] setretmektir. [örtme] Allâmü’l-Guyûba [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] karşı tesettür olamaz.

Elcevap: Evvelâ, Sâni-i Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] nasıl ki kemâl-i ehemmiyetle [tam ve mükemmel bir özen] san’atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh [çirkin] şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celb [çekme] ediyor. Öyle de, mahlûkatını ve ibâdını sair zîşuurlara [akıl ve şuur sahibi] güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemîl [bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olan Allah] ve Müzeyyin [herşeyi eşsiz sanatıyla süsleyen, güzelleştiren Allah] ve Lâtîf [çok lütuf ve ihsanda bulunan Allah] ve Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilâf-ı edep [edebe aykırı] oluyor. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki edep, o Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] esmâlarının hudutları içinde bir mahz-ı edep [saf edep ve ahlâk] vaziyetini takınmaktır.

Saniyen: [ikinci olarak] Nasıl ki bir tabip, doktorluk noktasında, bir nâmahremin [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] en nâmahrem [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir, hilâf-ı edep [edebe aykırı] denilmez. Belki, edeb-i tıp [tıp ahlâkı] öyle iktiza [bir şeyin gereği] eder denilir. Fakat o tabip, recüliyet [erkek olma] ünvanıyla yahut vâiz [nasihat veren] ismiyle yahut hoca sıfatıyla o nâmahremlere [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] bakamaz, ona gösterilmesini edep fetvâ veremez. Ve o cihette ona göstermek hayâsızlıktır. Öyle de, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] çok esmâsı var; herbir ismin ayrı bir cilvesi var. Meselâ, Gaffâr [kulların günahlarını çok affeden, bağışlayan, bağışlaması bol olan Allah] ismi günahların vücudunu ve Settâr [kullarının bütün kusurlarını örten, ayıplarını en çok gizleyen Allah] ismi kusûrâtın [kusurlar] bulunmasını iktiza [bir şeyin gereği] ettikleri gibi, Cemîl [bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olan Allah] ismi de çirkinliği görmek istemez. Lâtîf, [çok lütuf ve ihsanda bulunan Allah] Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Rahîm gibi esmâ-i cemâliye ve kemâliye, [güzellik ve mükemmelliği ifade eden isimler] mevcudatın [var edilenler, varlıklar] güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarını iktiza [bir şeyin gereği] ederler. Ve o esmâ-i cemâliye ve kemâliye [güzellik ve mükemmelliği ifade eden isimler] ise, melâike [melek] ve ruhanî ve cin ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] güzel vaziyetleriyle ve hüsn-ü edepleriyle [güzel ahlâk] göstermek isterler. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki âdâb, bu ulvî âdâbın işaretidir ve düsturlarıdır [kâide, kural] ve nümuneleridir.

110

SEKİZİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ 1 dan evvelki olan لَقَدْ جَۤاءَكُمْ رَسُولٌ 2 ilh. [(ilâ âhir) sonuna kadar] âyeti, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine karşı kemâl-i şefkat [tam bir şefkat] ve nihayet re’fetini gösterdikten sonra, şu فَاِنْ تَوَلَّوْا 3 âyetiyle der ki:

“Ey insanlar, ey Müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad [doğru yol gösterme] eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarf eden ve mânevî yaralarınız için, kemâl-i şefkatle, [tam bir şefkat] getirdiği ahkâm [hükümler] ve Sünnet-i Seniyyesiyle tedavi edip merhem vuran şefkatperver bir zâtın bedihî [açık, aşikâr] şefkatini inkâr etmek ve gözle görünen re’fetini ittiham [suçlama] etmek derecesinde onun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan [hükümler] yüzlerinizi çevirmek ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz.

“Ve ey şefkatli Resul [Allah’ın elçisi] ve ey re’fetli Nebî! [peygamber] Eğer senin bu azîm şefkatini ve büyük re’fetini tanımayıp akılsızlıklarından sana arka verip dinlemeseler, merak etme. Semâvat ve arzın cünudu taht-ı emrinde [emri altında] olan,4 Arş-ı Azîm-i Muhitin [Cenab-ı Allah’ın her şeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] tahtında saltanat-ı rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] hükmeden Zât-ı Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] sana kâfidir. Hakikî muti [itaat eden, emre uyan] taifeleri senin etrafına toplattırır, seni onlara dinlettirir, senin ahkâmını [hükümler] onlara kabul ettirir.”

Evet, Şeriat-ı Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’tan getirdiği İslâm dini] ve Sünnet-i Ahmediyede [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sünneti, hal, söz, tavır ve tasdikleri] hiçbir mesele yoktur ki, müteaddit [bir çok] hikmetleri bulunmasın. Bu fakir, bütün kusur ve aczimle beraber bunu iddia ediyorum ve bu dâvânın ispatına da hazırım. Hem şimdiye kadar yazılan yetmiş seksen Risale-i Nuriye, Sünnet-i Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sünneti, hal, söz, tavır ve tasdikleri] ve Şeriat-ı Muhammediyenin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’tan getirdiği İslâm dini] (a.s.m.) meseleleri ne kadar hikmetli ve hakikatli olduğuna yetmiş

111

seksen şahid-i sadık [doğru sözlü şahit] hükmüne geçmiştir. Eğer bu mevzua dair iktidar olsa, yazılsa, yetmiş değil, belki yedi bin risale, o hikmetleri bitiremeyecek.

Hem ben şahsımda bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] ve zevken, belki bin tecrübâtım [tecrübeler] var ki, mesâil-i şeriatla [şeriatın meseleleri, kaideleri] Sünnet-i Seniyye düsturları, [kâide, kural] emrâz-ı ruhaniyede ve akliyede ve kalbiyede, hususan emrâz-ı içtimaiyede [sosyal hastalıklar] gayet nâfi [faydalı] birer devâdır bildiğimi ve onların yerini başka felsefî ve hikmetli meseleler tutamadığını, bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] kendim hissettiğimi ve başkalarına da bir derece risalelerde ihsas [hissettirme] ettiğimi ilân ediyorum. Bu dâvâmda tereddüt edenler, Risale-i Nur eczalarına müracaat edip baksınlar.

İşte böyle bir zâtın Sünnet-i Seniyyesine elden geldiği kadar ittibâa [tâbi olma, bağlanma] çalışmak ne kadar kârlı ve hayat-ı ebediye [sonsuz âhiret hayatı] için ne kadar saadetli ve hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] için ne kadar menfaatli olduğu kıyas edilsin.

DOKUZUNCU NÜKTE [derin anlamlı söz]

Sünnet-i Seniyyenin herbir nev’ine tamamen bilfiil ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmek, ehass-ı havassa [en seçkin şahsiyetler] dahi ancak müyesser olur. Ona bilfiil olmasa da, binniyet, [niyet ederek] bilkast, [bilerek, kasıtlı olarak] taraftarâne ve iltizamkârâne [gerekli görerek] talip olmak, herkesin elinden gelir. Farz ve vâcip kısımlara zaten ittibâa [tâbi olma, bağlanma] mecburiyet var. Ve ubudiyetteki [Allah’a kulluk] müstehap [farz ve vacip dışında kalan sevaplı işler] olan Sünnet-i Seniyyenin terkinde, günah olmasa dahi, büyük sevabın zayiatı var. Tağyirinde [değiştirme] ise büyük hata vardır. Âdât ve muamelâttaki [davranışlar] Sünnet-i Seniyye ise, ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ettikçe, o âdât, ibadet olur. Etmese itab [azarlama] yok; fakat Habibullahın [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] âdâb-ı hayatiyesinin [Hz. Peygamberin (a.s.m) hayatında yaşadığı ahlâk kuralları] nurundan istifadesi azalır.

Ahkâm-ı ubudiyette [kulluk esasları, kulluğun hükümleri] yeni icadlar bid’attır. [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] Bid’atlar [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] ise, اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ 1 sırrına münafi [aykırı] olduğu için, merduttur.2 Fakat,

112

tarikatte evrad [okunması âdet olan dualar] ve ezkâr [zikirler] ve meşrepler [hareket tarzı, metod] nev’inden olsa ve asılları Kitap ve Sünnetten ahzedilmek [alınmak] şartıyla, ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette olmakla beraber, mukarrer [kesin hatlarıyla ortaya konulmuş] olan usul ve esasatı, [esaslar] Sünnet-i Seniyyeye muhalefet ve tağyir [değiştirme] etmemek şartıyla, bid’a [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] değillerdir. Lâkin bir kısım ehl-i ilim, [ilim ehli olanlar, âlimler] bunlardan bir kısmını bid’aya [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] dahil edip, fakat “bid’a-i hasene[Hz. Muhammed’den (a.s.m.) sonra ortaya çıkan, fakat Kur’ân ve Sünnete aykırı olmayan şey] namını vermiş.1 İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sâni [aslına uygun şekilde zamanın şartlarına göre dini yeniden yorumlayan hicrî ikinci bin yılının âlimi] diyor ki:

“Ben seyr-i sülûk-i [mânevî makamlarda ruh ile yapılan seyir ve seyahat] ruhanîde görüyordum ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan mervî [nakledilen, rivayet edilen] olan kelimat [ifadeler, sözler] nurludur, Sünnet-i Seniye şuâı ile parlıyor. Ondan mervî [nakledilen, rivayet edilen] olmayan parlak ve kuvvetli virdleri [devamlı yapılan zikir] ve halleri gördüğüm vakit, üstünde o nur yoktu. Bu kısmın en parlağı, evvelkinin en azına mukabil gelmiyordu. Bundan anladım ki, Sünnet-i Seniyyenin şuâı bir iksirdir. Hem o Sünnet, nur isteyenlere kâfidir; hariçte nur aramaya ihtiyaç yoktur.”

İşte, böyle hakikat ve şeriatın bir kahramanı olan bir zâtın bu hükmü gösteriyor ki, Sünnet-i Seniyye, saadet-i dâreynin [dünya ve ahiret mutluluğu] temel taşıdır ve kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] madeni ve menbaıdır. [kaynak]

اَللّٰهُمَّ ارْزُقْنَا اتِّبَاعَ السُّنَّةِ السَّنِيَّةِ * 2

رَبَّنَۤا اٰمَنَّا بِمَۤا اَنْزَلْتَ وَاتَّبَعْنَا الرَّسُولَ فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِدِينَ * 3

ONUNCU NÜKTE [derin anlamlı söz]

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ 4 âyetinde i’câz[mu’cize oluş] bir îcâz [az sözle çok mânâ ifade etme] vardır. Çünkü çok cümleler bu üç cümlenin içinde derc [yerleştirme] edilmiştir. Şöyle ki:

113

Şu âyet diyor ki: “Allah’a (celle celâluhu) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz; Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise: Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmektir. Ne vakit ona ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”

İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel [kısa, kısaca] ve kısa bir meâlidir. Demek oluyor ki, insan için en mühim, âli maksat, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] muhabbetine mazhar [erişme, nail olma] olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki, o matlab-ı âlânın [en yüksek hedef, en çok istenen şey] yolu Habibullaha [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] ittibâdır [tâbi olma, bağlanma] ve Sünnet-i Seniyyesine iktidâdır. Bu makamda üç nokta ispat edilse, mezkûr [adı geçen] hakikat tamamıyla tezahür eder.

BİRİNCİ NOKTA: Beşer, fıtraten, şu kâinatın Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü fıtrat-ı beşeriyede [insanın yaratılışı, tabiatı] cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş [aşırı derece sevme] etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal [fazilet, olgunluk] ve ihsan derecâtına [dereceler] göre o muhabbet tezayüd [artma] eder, aşkın en müntehâ [bir şeyin en uç noktası] derecesine kadar gider.

Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet, kalbin mercimek kadar bir sandukça[küçük sandık] olan kuvve-i hafıza, [bellek, hafıza duyusu] bir kütüphane hükmünde binler kitap kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki, kalb-i insan, [insan kalbi] kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.

Madem fıtrat-ı beşeriyede [insanın yaratılışı, tabiatı] ihsan [bağış] ve cemal ve kemâle karşı böyle hadsiz bir istidad-ı muhabbet [insandaki sevgi yeteneği] vardır. Ve madem bu kâinatın Hâlıkı, kâinatta tezahür eden âsârıyla [eserler/asırlar] bilbedâhe [açık bir şekilde] tahakkuku [gerçekleşme] sabit olan hadsiz cemâl-i mukaddesi, [kutsal ve kusursuz güzellik] bu mevcudatta [var edilenler, varlıklar] tezahür eden nukuş-u san’atıyla [sanat nakışları, işlemeleri] bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] sübutu [bir şeyin var olması] tahakkuk [gerçekleşme] eden hadsiz kemâl-i kudsîsi [kusursuz mükemmellik] ve bütün zîhayatlarda [canlı] tezahür eden hadsiz envâ-ı ihsan [bağışların türleri] ve in’âmâtıyla [nimetlendirme] bilyakin [kesin kanaat ile] ve belki bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] vücudu tahakkuk [gerçekleşme] eden hadsiz ihsânâtı vardır.

114

Elbette, zîşuurların [akıl ve şuur sahibi] en câmii ve en muhtacı ve en mütefekkiri [düşünen] ve en müştâkı [arzulu, aşırı istekli] olan beşerden, hadsiz bir muhabbeti iktiza [bir şeyin gereği] ediyor.

Evet, herbir insan o Hâlık-ı Zülcelâle [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] karşı hadsiz bir muhabbete müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] olduğu gibi, o Hâlık dahi herkesten ziyade cemal ve kemal [fazilet, olgunluk] ve ihsanına [bağış] karşı hadsiz bir mahbubiyete müstehaktır. Hattâ insan-ı mü’minde, [Allah’a inanan insan] hayatına ve bekàsına ve vücuduna ve dünyasına1 ve nefsine ve mevcudata [var edilenler, varlıklar] karşı türlü türlü muhabbetleri ve şedit [çok şiddetli] alâkaları, o istidad-ı muhabbet-i İlâhiyenin [Allah’ı sevme kabiliyeti] tereşşuhâtıdır. [belirti] Hattâ insanın mütenevvi [çeşit çeşit] hissiyât-ı şedidesi, [kuvvetli duygular] o istidad-ı muhabbetin [insandaki sevgi yeteneği] istihaleleridir [bir halden başka hale dönüşme] ve başka şekillere girmiş reşhalarıdır. [sızıntı]

Malûmdur ki, insan kendi saadetiyle mütelezziz [lezzet alan] olduğu gibi, alâkadar olduğu zatların saadetleriyle dahi mütelezziz [lezzet alan] oluyor. Ve kendini belâdan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini de kurtaranı öyle sever. İşte, bu hâlet-i ruhiyeye [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] binaen, insan, eğer her insana ait envâ-ı ihsânât-ı İlâhiyeden [İlâhî ihsan [bağış] çeşitleri] yalnız bunu düşünse ki: “Benim Hâlıkım [her şeyi yaratan Allah] beni zulümat-ı ebediye [sonsuz karanlıklar] olan ademden kurtarıp bu dünyada bir güzel bir dünyayı bana verdiği gibi, ecelim geldiği zaman beni idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] olan ademden ve mahvdan yine kurtarıp bâki bir âlemde ebedî ve çok şâşaalı bir âlemi bana ihsan [bağış] ve o âlemin umum envâ-ı lezâiz [lezzet çeşitleri] ve mehâsininden [güzellikler] istifade edecek ve cevelân [akma, dolaşma] edip tenezzüh [ferahlama, rahatlama] edecek zâhirî ve bâtınî hasseleri, [duyu] duyguları bana in’âm [nimet verme] ettiği gibi, çok sevdiğim ve çok alâkadar olduğum bütün akarib [akrabalar, yakınlar] ve ahbap ve ebnâ-yı cinsimi [aynı cins ve türden gelenler] dahi öyle hadsiz ihsanlara [bağış] mazhar [erişme, nail olma] ediyor ve o ihsanlar [bağış] bir cihette bana ait oluyor. Zira onların saadetleriyle mes’ut ve mütelezziz [lezzet alan] oluyorum.

115

Madem اَ ْلاِنْسَانُ عَبِيدُ اْلاِحْسَانِ 1 sırrıyla, herkeste ihsana karşı perestiş [aşırı derece sevme] var. Elbette, böyle hadsiz ebedî ihsânâta karşı, kâinat kadar bir kalbim olsa, o ihsana karşı muhabbetle dolmak iktiza [bir şeyin gereği] eder ve doldurmak isterim. Ben bilfiil o muhabbeti etmezsem de, bil’istidat, [kabiliyet ile] bil’iman, [iman ile, inanarak] binniyet, [niyet ederek] bilkabul, [kabul ederek] bittakdir, [takdir ederek] bil’iştiyak, [aşk derecesinde severek] bil’iltizam, [sıkıca sarılarak] bil’irade [irade ile, isteyerek] suretinde ediyorum” diyecek. Ve hâkezâ, cemal ve kemâle karşı insanın göstereceği muhabbet ise, icmâlen [özet] işaret ettiğimiz ihsana karşı muhabbete kıyas edilsin.

Kâfir ise, küfür cihetiyle, hadsiz bir adâvet [düşmanlık] eder. Hattâ kâinata ve mevcudata [var edilenler, varlıklar] karşı zâlimâne ve tahkirkârâne [hakaret eder şekilde] bir adâvet [düşmanlık] taşıyor.

İKİNCİ NOKTA: Muhabbetullah, [Allah sevgisi] ittibâ-ı Sünnet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sünnetine bağlanma] Aleyhissalâtü Vesselâmı istilzam [gerektirme] eder. Çünkü Allah’ı sevmek, Onun marziyâtını [Allah’ın razı olduğu davranışlar] yapmaktır. Marziyâtı [Allah’ın razı olduğu davranışlar] ise, en mükemmel bir surette zât-ı Muhammediyede [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti] (a.s.m.) tezahür ediyor. Zât-ı Ahmediyeye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) harekât ve ef’alde [fiiller, davranışlar] benzemek iki cihetledir.

Birisi: Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyâtı [Allah’ın razı olduğu davranışlar] dairesinde hareket etmek, o ittibâı [tâbi olma, bağlanma] iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Çünkü bu işte en mükemmel imam, zât-ı Muhammediyedir [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti] (a.s.m.)2.

İkincisi: Madem zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) insanlara olan hadsiz ihsânât-ı İlâhiyenin [Allah’ın ihsanları, bağışları] en mühim bir vesilesidir;3 elbette Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hesabına hadsiz bir muhabbete lâyıktır. İnsan, sevdiği zâta eğer benzemek kabilse, fıtraten benzemek ister. İşte, Habibullahı [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] sevenlerin, Sünnet-i Seniyyesine ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ile ona benzemeye çalışmaları kat’iyen [kesinlikle] iktiza [bir şeyin gereği] eder.4

116

ÜÇÜNCÜ NOKTA: Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz merhameti olduğu gibi, hadsiz bir muhabbeti de vardır. Bütün kâinattaki masnuatın [san’at eseri] mehâsiniyle [güzellikler] ve süslendirmesiyle kendini hadsiz bir surette sevdirdiği gibi; masnuatını, [san’at eseri] hususan, sevdirmesine sevmekle mukabele [karşılama; karşılık verme] eden zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mahlûkatı sever. Cennetin bütün letâif [duygular] ve mehâsini [güzellikler] ve lezâizi [lezzetler] ve niamâtı [nimetler] bir cilve-i rahmeti [İlâhî rahmetin yansıması] olan bir Zâtın nazar-ı muhabbetini [sevgi bakışı] kendine celbe çalışmak ne kadar mühim ve âli [yüce] bir maksat olduğu bilbedâhe [açık bir şekilde] anlaşılır. Madem, nass-ı kelâmıyla, [Kur’ân’da geçen kesin hükümlü âyetler] Onun muhabbetine, yalnız ittibâ-ı Sünnet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sünnetine tabi olma] (a.s.m.) ile mazhar [erişme, nail olma] olunur;1 elbette ittibâ-ı Sünnet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sünnetine tabi olma] (a.s.m.) en büyük bir maksad-ı insanî [insanî hedef] ve en mühim bir vazife-i beşeriye [insanlık görevi] olduğu tahakkuk [gerçekleşme] eder.

ON BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Üç Meseledir.

BİRİNCİ MESELE: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesinin menbaı [kaynak] üçtür: akvâli, [sözler] ef’âli, [fiiler, davranışlar] ahvâlidir.2 [haller] Bu üç kısım dahi üç kısımdır: ferâiz, [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] nevâfil, [farz ve vâcip ibadetlerin dışında kalan ve sevap kazandıran ibadetler] âdât-ı hasenesidir. [güzel âdetler]

Farz ve vâcip kısmında ittibâa [tâbi olma, bağlanma] mecburiyet var; terkinde azap ve ikab [ağır ceza] vardır. Herkes ona ittibâa [tâbi olma, bağlanma] mükelleftir.

Nevâfil [farz ve vâcip ibadetlerin dışında kalan ve sevap kazandıran ibadetler] kısmında, emr-i istihbâbî [sevimli bir şeyin yapılmasını emreden buyruk] ile, yine ehl-i iman [Allah’a inanan] mükelleftir; fakat terkinde azap ve ikab [ağır ceza] yoktur. Fiilinde ve ittibâında [tâbi olma, bağlanma] azîm sevaplar var. Ve tağyir [değiştirme] ve tebdili [başka bir şeyle değiştirme] bid’a [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] ve dalâlettir [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve büyük hatadır.

117

Âdât-ı seniyyesi [Peygamberimizin (a.s.m.) örnek hal ve hareketleri] ve harekât-ı müstahsenesi [herkesin beğendiği güzel davranış ve hareketler] ise, hikmeten, maslahaten, [fayda ve yarar gereği] hayat-ı şahsiye [kişisel hayat] ve nev’iye ve içtimaiye itibarıyla onu taklit ve ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmek gayet müstahsendir. [güzel görülen, beğenilen] Çünkü herbir hareket-i âdiyesinde [sıradan, normal hareket] çok menfaat-i hayatiye [hayata faydalı şeyler] bulunduğu gibi, mütâbaat etmekle, [tâbi olmak] o âdâb ve âdetler ibadet hükmüne geçer.

Evet, madem dost ve düşmanın ittifakıyla, zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) mehâsin-i ahlâkın [ahlak güzelliği] en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] içinde en meşhur ve mümtaz [seçkin] bir şahsiyettir. Ve madem, binler mucizâtın [bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeyler] delâletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin [İslâm âlemi] ve kemâlâtının [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] şehadetiyle ve mübelliğ [tebliğ eden, bildiren] ve tercüman olduğu Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakaikinin [doğru gerçekler] tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil [insanın Allah’ın fiilleri, isimleri ve sıfatlarının en parlak aynası olma seviyesine ulaşması] ve bir mürşid-i ekmeldir. [en mükemmel doğru yol gösterici] Ve madem semere-i ittibâıyla [tâbi olmanın meyvesi] milyonlar ehl-i kemal, merâtib-i kemâlâtta [fazilet ve mükemmellik mertebeleri] terakki [ilerleme] edip saadet-i dâreyne [dünya ve ahiret mutluluğu] vâsıl olmuşlardır. Elbette o zâtın sünneti, harekâtı, iktidâ [tabi olma, uyma] edilecek en güzel nümunelerdir ve takip edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur [kâide, kural] ittihaz [edinme, kabullenme] edilecek en muhkem [değiştirilemez] kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittibâ-ı Sünnette [Peygamberimizin sünnetine tabi olmak] hissesi ziyade ola. Sünnete ittibâ etmeyen, tembellik ederse hasâret-i azîme, [çok büyük zarar ve ziyan] ehemmiyetsiz görürse cinayet-i azîme, [çok büyük cinayet] tekzibini [yalanlama] işmam [hissetirme] eden tenkit ise dalâlet-i azîmedir.1 [çok büyük sapıklık, yoldan çıkma]

İKİNCİ MESELE: Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Kur’ân-ı Hakîmde [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظِيمٍ 2

118

ferman eder. Rivâyât-ı sahiha [Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olduğu kesin olarak bilinen hadisler] ile Hazret-i Âişe-i Sıddıka (r.anha) gibi Sahabe-i Güzin, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı tarif ettikleri zaman, “Hulukuhu’l-Kur’ân”1 diye tarif ediyorlardı. Yani, Kur’ân’ın beyan ettiği mehâsin-i ahlâkın [ahlak güzelliği] misali, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Ve o mehâsini en ziyade imtisal [bağlanma, boyun eğme] eden ve fıtraten o mehâsin [güzellikler] üstünde yaratılan odur.

İşte böyle bir zâtın ef’al, [fiiller, davranışlar] ahval, [durumlar] akval ve harekâtının herbirisi nev-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, ona iman eden ve ümmetinden olan gafillerin (Sünnetine ehemmiyet vermeyen veyahut tağyir [değiştirme] etmek isteyen) ne kadar bedbaht olduğunu divaneler de anlar.

ÜÇÜNCÜ MESELE: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hilkaten en mutedil [ölçülü, aşırıya kaçmayan] bir vaziyette ve en mükemmel bir surette halk edildiğinden, harekât ve sekenâtı [durgunluklar] itidal [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] ve istikamet [doğru] üzerine gitmiştir.2 Siyer-i Seniyyesi [Hz. Peygamber’in (a.s.m.) yüksek ahlâk ve vasıflarına dair yazılan kitap] kat’î bir surette gösterir ki, her hareketinde istikamet [doğru] ve itidal [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] üzere gitmiş, ifrat [aşırılık] ve tefritten [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] içtinap [çekinme, kaçınma] etmiştir.

Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm فَاسْتَقِمْ كَمَۤا اُمِرْتَ 3 emrini tamamıyla imtisal [bağlanma, boyun eğme] ettiği için, bütün ef’al [fiiller, davranışlar] ve akval ve ahvâlinde [haller] istikamet, [doğru] kat’î bir surette görünüyor. Meselâ kuvve-i akliyenin [akıl duygusu] fesat ve zulmeti hükmündeki ifrat [aşırılık] ve tefriti [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] olan gabâvet [ahmaklık, zekâ geriliği] ve cerbezeden [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] müberrâ [arınmış, temiz] olarak, hadd-i vasat [orta çizgi, orta yol] ve medar-ı istikamet olan hikmet noktasında kuvve-i akliyesi [akıl duygusu] daima hareket ettiği gibi; kuvve-i gadabiyenin [öfke duygusu] fesadı ve ifrat [aşırılık] ve tefriti [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] olan korkaklık ve tehevvürden [maddî ve mânevî korkusuzluk, saldırganlık]

119

münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] olarak, kuvve-i gadabiyenin [öfke duygusu] medar-ı istikameti ve hadd-i vasatı [orta çizgi, orta yol] olan şecaat-i kudsiye [kutsal kahramanlık] ile kuvve-i gadabiyesi [öfke duygusu] hareket etmekle beraber; kuvve-i şeheviyenin [şehvet duygusu] fesadı ve ifrat [aşırılık] ve tefriti [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] olan humud [helâle de, harama da iştiha[arzu, istek] olmamak, sönüklük] ve fücurdan musaffâ [arınmış, safileşmiş] olarak, o kuvvenin medar-ı istikameti olan iffette, kuvve-i şeheviyesi [şehvet duygusu] daima iffeti, âzamî mâsumiyet derecesinde rehber ittihaz [edinme, kabullenme] etmiştir. Ve hâkezâ, bütün Sünen-i Seniyyesinde, ahvâl-i fıtriyesinde [doğuştan gelen haller] ve ahkâm-ı şer’iyesinde [dinî hükümler] hadd-i istikameti [doğru yolu gösteren sınır] ihtiyar edip, zulüm ve zulümat olan ifrat [aşırılık] ve tefritten, [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] israf ve tebzirden [elde olanı saçıp savurmak] içtinap [çekinme, kaçınma] etmiştir. Hattâ tekellümünde [konuşma] ve ekl [yeme] ve şürbünde [içme] iktisadı [tutumluluk] rehber ve israftan kat’iyen [kesinlikle] içtinap [çekinme, kaçınma] etmiştir. Bu hakikatin tafsilâtına [ayrıntılar] dair binler cilt kitap telif [kaleme alma] edilmiştir. El-ârifü tekfîhi’l-işâre1 sırrınca, bu denizden bu katre [damla] ile iktifâ [yetinme] edip, kıssayı kısa keseriz.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى جَامِعِ مَكَارِمِ اْلاَخْلاَقِ وَمَظْهَرِ سِرِّ «وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظِيمٍ» اَلَّذِى قَالَ: «مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتِى فَلَهُ اَجْرُ مِائَةِ شَهِيدٍ». * 2

وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ اَنْ هَدٰينَا اللهُ لَقَدْ جَۤاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ * 3

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 4