LEM’ALAR – On İkinci Lem’a (120-131)

120

On İkinci Lem’a [parıltı]

 Re’fet Beyin iki cüz’î [ferdî, küçük] suali münasebetiyle, iki nükte-i Kur’âniyenin [Kur’ân’daki çok ince ve zarif mânâ] beyanına dairdir.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَعَلٰى اِخْوَانِكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık kardeşim Re’fet Bey,

Senin, bu müsaadesiz [uygunsuz, izin vermeyen] zamanımda suallerin, beni müşkül [zorluk] bir mevkide bulunduruyor. Bu defaki iki sualin çendan [gerçi] cüz’îdir, [ferdî, küçük] fakat iki nükte-i Kur’âniyeye [Kur’ân’daki çok ince ve zarif mânâ] münasebettar [alâkalı, ilgili] olduklarından ve küre-i arza [yer küre, dünya] dair sualiniz coğrafya ve kozmoğrafyanın [astronomi, gök bilimi] yedi kat zemin ve yedi tabaka semâvâta tenkitlerine temas ettiğinden, bana ehemmiyetli geldi. Onun için, sualin cüz’iyetine bakmayarak, ilmî ve küllî bir surette, iki âyet-i kerimeye dair İki Nükte [derin anlamlı söz] icmâlen [özet] beyan edilecek. Sen de cüz’î [ferdî, küçük] sualine karşı ondan hisse alırsın.

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

İki Noktadır.

BİRİNCİ NOKTA:

وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لاَ تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ * 4

اِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ * 5

121

âyetlerinin sırrınca, rızık doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] elindedir ve hazine-i rahmetinden [Allah’ın rahmet hazinesi] çıkar. Herbir zîhayatın [canlı] rızkı taahhüd-ü Rabbânîsi [bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah’ın taahhüdü, garantisi] altında olduğundan, açlıktan ölmek olmamak lâzım gelir. Halbuki, zâhiren açlıktan ve rızıksızlıktan ölenler çok görünüyor. Şu hakikatin ve şu sırrın halli şudur ki:

Taahhüd-ü Rabbânî [bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah’ın taahhüdü, garantisi] hakikattir; rızıksızlık yüzünden ölenler yoktur. Çünkü o Hakîm-i Zülcelâl, [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] zîhayatın [canlı] bedenine gönderdiği rızkın bir kısmını ihtiyat [dikkat, tedbir] için şahm [etler arasında bulunan yağ, iç yağı] ve içyağı suretinde iddihar [biriktirme, depolama] eder. Hattâ bedenin her hücresine gönderdiği rızkın bir kısmını, yine o hücrenin bir köşesinde iddihar [biriktirme, depolama] eder; istikbalde, hariçten rızık gelmediği zaman sarf edilmek üzere bir ihtiyat [dikkat, tedbir] zahîresi [azık] hükmünde bulundurur. İşte, bu iddihar [biriktirme, depolama] edilmiş ihtiyat [dikkat, tedbir] rızık bitmeden evvel ölüyorlar. Demek o ölmek rızıksızlıktan değildir. Belki sû-i ihtiyardan [irâdenin kötüye kullanılması] tevellüt [doğma] eden bir âdet ve o sû-i ihtiyardan [irâdenin kötüye kullanılması] ve âdetin terkinden neş’et [doğma] eden bir marazla ölüyorlar.

Evet, zîhayatın [canlı] bedeninde şahm [etler arasında bulunan yağ, iç yağı] suretinde iddihar [biriktirme, depolama] edilen rızk-ı fıtrî, [yaratılışla birlikte verilen rızık] hadd-i vasat [orta çizgi, orta yol] olarak kırk gün mükemmelen devam eder. Hattâ bir marazın veya bir istiğrak-ı ruhanî [tasavvufta Allah aşkından dolayı ruhen kendinden geçme hali] neticesinde iki kırkı geçer. Hattâ bir adam, şedit [çok şiddetli] bir inat yüzünden, Londra mahpushanesinde yetmiş gün, sıhhat ve selâmetle, hiçbir şey yemeden hayatı devam ettiğini on üç (şimdi otuz dokuz)1 sene evvel gazeteler yazmışlar.

Madem kırk günden yetmiş seksen güne kadar rızk-ı fıtrî [yaratılışla birlikte verilen rızık] devam ediyor. Ve madem Rezzak [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] ismi, gayet geniş bir surette rû-yi zeminde [yeryüzü] cilvesi görünüyor. Ve madem hiç ümit edilmediği bir tarzda, memeden ve odundan rızıklar akıyor, başgösteriyor. Eğer pür-şer beşer [çok günahkâr insanlık] sû-i ihtiyarıyla [irâdenin kötüye kullanılması] müdahale edip karışmazsa, herhalde rızk-ı fıtrî [yaratılışla birlikte verilen rızık] bitmeden evvel o zîhayatın [canlı] imdadına o isim yetişiyor, açlıkla ölüme yol vermiyor. Öyleyse, açlıktan ölenler, eğer kırk günden evvel ölseler, kat’iyen [kesinlikle] rızıksızlıktan değildir. Belki terkü’l-âdât mine’l-mühlikât2 sırrıyla, sû-i ihtiyardan [irâdenin kötüye kullanılması] gelen bir âdet ve terk-i âdetten [alışkanlıkların terki] neş’et [doğma] eden bir illetten, [asıl sebep] bir marazdan ileri gelmiştir. Öyleyse, açlıktan ölmek olmaz, denilebilir.

122

Evet, bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görünüyor ki, rızık, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenasip [birbirine uygun] tir. [ters orantılı] Meselâ, daha dünyaya gelmeden evvel bir yavru, rahm-ı mâderde [ana rahmi] ihtiyar ve iktidardan bütün bütün mahrum olduğu bir zamanda, ağzını kımıldatacak kadar muhtaç olmayacak bir surette rızkı veriliyor.

Sonra, dünyaya geldiği vakit, iktidar ve ihtiyar yok, fakat bir derece istidadı [kabiliyet] ve bilkuvve [potansiyel olarak] bir hissi olduğundan, yalnız ağzını yapıştırmak kadar bir harekete ihtiyaç ile en mükemmel ve en mugaddî [gıdalı, besleyici] ve hazmı en kolay ve en lâtif [berrak, şirin, hoş] bir surette ve en acip bir fıtratta, memeler musluğundan ağzına veriliyor.

Sonra, iktidar ve ihtiyara bir derece alâka peydâ ettikçe, o kolay ve güzel rızık, bir derece çocuğa karşı nazlanmaya başlar. O memeler çeşmeleri kesilir, başka yerlerden rızkı gönderilir. Fakat iktidar ve ihtiyarı rızkı takip etmeye müsait olmadığı için, Rezzâk-ı Kerîm, [bütün varlıkların ihtiyaçları olan rızıklarını veren, sınırsız ikram ve cömertlik sahibi Allah] peder ve validesinin şefkat ve merhametlerini, iktidar ve ihtiyarına yardımcı gönderiyor.

Her ne vakit iktidar ve ihtiyar tekemmül [mükemmelleşme] eder; o vakit rızkı ona koşmaz ve koşturulmaz. Rızık yerinde durur, der: “Gel, beni ara ve bul ve al.”

Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenasip [birbirine uygun] tir. [ters orantılı] Hattâ çok risalelerde beyan etmişiz ki, en ihtiyarsız [irade dışı] ve iktidarsız hayvanlar daha iyi yaşıyorlar, daha iyi besleniyorlar.

İKİNCİ NOKTA: İmkânın envâı [tür] var. İmkân-ı aklî, imkân-ı örfî, imkân-ı âdî gibi kısımları vardır. Bir hadise, eğer imkân-ı aklî [aklen mümkün bilinen, aklen mümkün olma] dairesinde olmazsa reddedilir; imkân-ı örfî dairesinde olmazsa dahi mu’cize olur, fakat kolayca keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olamaz. Eğer örfen ve kaideten [kural gereği] nazîri [benzer] bulunmazsa, şuhud [görme] derecesinde bir burhan-ı kat’î [kesin delil] ile ancak kabul edilir.

İşte, bu sırra binaen, kırk gün ekmek yemeyen Seyyid Ahmed-i [çokça medhedilen, övülen] Bedevî’nin harikulâde halleri imkân-ı örfî dairesindedir. Hem keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olur, hem harikulâde bir âdeti de olabilir. Evet, Seyyid Ahmed-i [çokça medhedilen, övülen] Bedevî’nin (k.s.) acip ve istiğrakkârâne [Allah aşkıyla kendinden geçercesine] hallerde bulunduğu, tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde naklediliyor. Kırk günde bir defa yemek yemesi vâki olmuştur. Fakat her vakit öyle değil; keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] nev’inden bazı

123

defa olmuştur. Bir ihtimal var ki, hâlet-i istiğrakiyesi [kendinden geçip dünyayı unutma hâli] yemeye ihtiyaç görmediği için, ona nisbeten âdet hükmüne girmiştir. Seyyid Ahmed-i [çokça medhedilen, övülen] Bedevî nev’inden çok evliyalardan bu tarz harikalar mevsukan [güvenilir ve sağlam şekilde, yazılı olarak kaydedilmiş] rivayet edilmiş. Madem Birinci Noktada ispat ettiğimiz gibi, müddehar [depolanmış, saklanmış] rızık kırk günden fazla devam eder ve o miktar yememek âdeten mümkündür ve mevsukan [güvenilir ve sağlam şekilde, yazılı olarak kaydedilmiş] harika adamlardan o hâl [çözüm] rivayet edilmiştir; elbette inkâr edilmeyecektir.

ba

İkinci sual münasebetiyle iki mesele-i mühimme [önemli mesele] beyan edilecek.

Çünkü coğrafya ve kozmoğrafya [astronomi, gök bilimi] fenlerinin kısacık kanunlarıyla ve daracık düsturlarıyla [kâide, kural] ve küçücük mizanlarıyla [ölçü] Kur’ân’ın semâvâtına çıkamadıklarından ve âyâtın yıldızlarındaki yedi kat mânâları keşfedemediklerinden, âyeti tenkit, belki inkârına divanecesine çalışmışlar.

BİRİNCİ MESELE-İ MÜHİMME: Semâvât gibi arzın da yedi tabaka olmasına dairdir. Şu mesele, yeni zamanın feylesoflarına hakikatsiz görünüyor; onların arza ve semâvâta dair olan fenleri kabul etmiyor. Bunu vasıta ederek bazı hakaik-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] itiraz ediyorlar. Buna dair muhtasaran [kısa] birkaç işaret yazacağız.

Birincisi: Evvelâ, âyetin mânâsı ayrıdır ve o mânâların efradı [bireyler] ve mâsadakları [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] ayrıdır. İşte o küllî mânânın müteaddit [bir çok] efradından [bireyler] bir ferdi bulunmazsa, o mânâ inkâr edilmez. Semâvâtın yedi tabakasına ve arzın yedi katına dair mânâ-yı küllîsinin [geniş kapsamlı mânâ] çok efradından [bireyler] yedi mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] zâhiren görünüyor.

Saniyen, [ikinci olarak] âyetin sarahatinde [açıklık] “yedi kat arz” dememiş.

اَلله ُ الَّذِى خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ اْلاَرْضِ مِثْلَهُنَّ * 1

ilâ âhir. [sonuna kadar] Âyetin zâhiri diyor ki: “Arzı da, o seb’a [yedi] semâvât gibi halk etmiş ve mahlûkatına mesken ittihaz [edinme, kabullenme] etmiş.” Yedi tabaka olarak halk ettim, demiyor. Misliyet [benzer] ise, mahlûkiyet [yaratılmış olma] ve mahlûkata meskeniyet cihetiyle bir teşbihtir.

124

İkincisi: Küre-i arz [yer küre, dünya] her ne kadar semâvâta nisbeten çok küçüktür; fakat hadsiz masnuat-ı İlâhiyenin [Allah’ın san’atla yarattığı varlıklar] meşheri, [sergi] mazharı, mahşeri, merkezi hükmünde olduğundan, kalb cesede mukabil geldiği gibi, küre-i arz [yer küre, dünya] dahi koca, hadsiz semâvâta karşı bir kalb ve mânevî bir merkez hükmünde olarak mukabil gelir. Onun için,

· zeminin küçük mikyasta [ölçü] eskiden beri yediHaşiye iklimi,

· hem Avrupa, Afrika, Okyanusya, iki Asya, iki Amerika namlarıyla mâruf [bilinen] yedi kıt’ası, [dünyanın kara paçalarından her biri]

· hem denizle beraber Şark, Garp, [batı] Şimal, [kuzey] Cenup, [güney] bu yüzdeki ve Yeni Dünya yüzündeki malûm yedi kıt’ası, [dünyanın kara paçalarından her biri]

· hem merkezinden tâ kışr-ı zâhirîye [dış kabuk] kadar hikmeten, fennen sabit olan muttasıl [bitişik] ve mütenevvi [çeşit çeşit] yedi tabakası,

· hem zîhayat [canlı] için medar-ı hayat [hayatın kaynağı] olmuş yetmiş basit ve cüz’î [ferdî, küçük] unsurları tazammun [içerme, içine alma] edip ve “yedi kat” tabir edilen meşhur yedi nevi küllî unsuru,

· hem “dört unsur” denilen su, hava, nar, toprak (türab) ile beraber, “mevâlid-i selâse[üç çocuk; dört unsurun (su, hava, toprak, güneş) birleşiminden meydana gelen madenler, bitkiler ve hayvanlar] denilen maâdin, [madenler] nebâtat [bitkiler] ve hayvânâtın yedi tabakaları ve yedi kat âlemleri,

· hem cin ve ifrit [cinlerden bir tür] ve sair muhtelif zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ve zîhayat [canlı] mahlûkların [varlıklar] âlemleri ve meskenleri olduğu, çok kesretli [çokluk] ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve ashâb-ı şuhudun şehadetiyle sabit yedi kat arzın âlemleri,

· hem küre-i arzımıza [yer küre, dünya] benzeyen yedi küre-i uhrâ [diğer küre] dahi bulunmasına, zîhayata [canlı] makarr [kalınacak yer, merkez] ve mesken olmasına işareten yedi tabaka, yani, yedi küre-i arziye [yer küre, dünya] bulunmasına işareten küre-i arz [yer küre, dünya] dahi, yedi tabaka, âyât-ı Kur’âniyeden [Kur’ân ayetleri] fehmedilmiştir.

125

İşte, yedi nevi ile yedi tarzda arzın yedi tabakası mevcut olduğu tahakkuk [gerçekleşme] ediyor. Sekizincisi olan âhirki mânâ başka nokta-i nazarda [bakış açısı] ehemmiyetlidir; o yedide dahil değildir.

Üçüncüsü: Madem Hakîm-i Mutlak [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] israf etmiyor, abes şeyleri yaratmıyor. Ve madem mahlûkatın vücutları zîşuur [akıl ve şuur sahibi] içindir ve zîşuurla [akıl ve şuur sahibi] kemâlini bulur ve zîşuurla [akıl ve şuur sahibi] şenlenir ve zîşuurla [akıl ve şuur sahibi] abesiyetten [anlamsızlık] kurtulur. Ve madem bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] o Hakîm-i Mutlak, [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] o Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] hava unsurunu, su âlemini, toprak tabakasını hadsiz zîhayatlarla [canlı] şenlendiriyor. Ve madem hava ve su hayvânâtın cevelânına [akma, dolaşma] mâni olmadığı gibi, toprak, taş gibi kesif [katı] maddeler elektrik ve röntgen gibi maddelerin seyrine mâni olmuyorlar. Elbette o Hakîm-i Zülkemal, o Sâni-i Bîzevâl, küre-i arzımızın [yer küre, dünya] merkezinden tut, tâ meskenimiz ve merkezimiz olan bu kışr-ı zâhirîye [dış kabuk] kadar birbirine muttasıl [bitişik] yedi küllî tabakayı ve geniş meydanlarını ve âlemlerini ve mağaralarını boş ve hâli [boş] bırakmaz. Elbette onları şenlendirmiş, o âlemlerin şenlenmesine münasip ve muvafık zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mahlûkları [varlıklar] halk edip orada iskân [yerleştirme, oturtma] etmiştir. O zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mahlûklar, [varlıklar] madem ki melâike [melek] ecnâsından [cinsler, türler] ve ruhanî envâlarından olmak lâzım gelir. Elbette en kesif [katı] ve en sert tabaka, onlara nisbeten, balığa nisbeten deniz ve kuşa nisbeten hava gibidir. Hattâ zeminin merkezindeki müthiş ateş dahi o zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mahlûklara [varlıklar] nisbeti, bizlere nisbeten güneşin harareti gibi olmak iktiza [bir şeyin gereği] eder. O zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ruhanîler nurdan oldukları için, nâr onlara nur gibi olur.

Dördüncüsü: On Sekizinci Mektupta tabakat-ı arzın [yeryüzünü oluşturan tabakalar] acaibine dair ehl-i keşfin [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] tavr-ı akıl [akıl ölçüsü, akıl çizgisi] haricinde beyan ettikleri tasvirata [tasvirler, anlatımlar] dair bir temsil zikredilmiştir. Hülâsa[esas, öz] şudur ki:

Küre-i arz, [yer küre, dünya] âlem-i şehadette [görünen alem] bir çekirdektir; âlem-i misaliye [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] ve berzahiyede [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] bir

126

büyük ağaç gibi, semâvâta omuz omuza vuracak bir azamettedir. Ehl-i keşfin [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] küre-i arzda [yer küre, dünya] ifritlere [cinlerden bir tür] mahsus tabakasını bin senelik bir mesafe görmeleri, âlem-i şehadete [görünen alem] ait küre-i arzın [yer küre, dünya] çekirdeğinde değil, belki âlem-i misalîdeki [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] dallarının ve tabakalarının tezahürüdür. Madem küre-i arzın [yer küre, dünya] zâhiren ehemmiyetsiz bir tabakasının böyle başka âlemde azametli tezahürâtı var; elbette yedi kat semâvâta mukabil yedi kat denilebilir. Ve mezkûr [adı geçen] noktaları ihtar için, îcâz [az sözle çok mânâ ifade etme] ile i’câzkârâne [benzerini yapmaktan insanları aciz bırakacak şekilde] bir tarzda âyât-ı Kur’âniye, [Kur’ân ayetleri] semâvâtın yedi tabakasına karşı bu küçücük arzı mukabil göstermekle işaret ediyor.

İKİNCİ MESELE-İ MÜHİMMEDİR:

.تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ 1 ilâ âhir. [sonuna kadar]

ثُمَّ اسْتَوٰۤى اِلَى السَّمَۤاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ * 2

Şu âyet-i kerime gibi müteaddit [bir çok] âyetler, semâvâtı yedi semâ olarak beyan ediyor. İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsirinde, eski Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] birinci senesinde cephe-i harpte [muharebe bölgesi] ihtisar [kısaltma] mecburiyetiyle gayet mücmel [kısa, kısaca] beyan ettiğimiz o meselenin yalnız bir hülâsasını [esas, öz] yazmak münasiptir. Şöyle ki:

Eski hikmet, [eski felsefe; Yunan felsefesi] semâvâtı dokuz tasavvur edip, lisan-ı şer’îde [dinî literatür] Arş ve Kürs‘ü [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği iki yer] yedi semâvât ile beraber kabul edip acip bir suretle semâvâtı tasvir etmiştiler. O eski hikmetin [eski felsefe; Yunan felsefesi] dâhi hükemasının [âlimler, filozoflar] şâşaalı ifadeleri, nev-i beşeri çok asırlar müddetince tahakkümleri [baskı] altında tutmuşlar. Hattâ, çok ehl-i tefsir, [Kur’ân’ı mânâ bakımından yorumlayanlar] âyâtın zâhirlerini onların mezhebine göre tevfik [başarı] etmeye mecbur kalmışlar. O suretle Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] i’câzına [mu’cize oluş] bir derece perde çekilmişti.

127

Ve hikmet-i cedide [yeni bilim ve felsefe; çağdaş gök bilimi] namı verilen yeni felsefe ise, eski felsefenin mürur ve ubûr [öte tarafa geçme, bir taraftan diğer tarafa geçme] a [geçiş ve gelip geçme] ve hark [herhangi bir kanunun delinmesi, yırtılması, kanunu devre dışı bırakarak yaratma] ve iltiyâma kabil [mümkün] olmayan, semâvât hakkındaki ifratına mukabil tefrit [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] edip, semâvâtın vücudunu adeta inkâr ediyorlar. Evvelkiler ifrat, sonrakiler tefrit [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] edip, hakikati tamamıyla gösterememişler.

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hikmet-i kudsiyesi [mukaddes, kusursuz ve eksiksiz hikmet] ise, o ifrat [aşırılık] ve tefriti [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] bırakıp, hadd-i vasatı [orta çizgi, orta yol] ihtiyar edip der ki: Sâni-i Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] yedi kat semâvâtı halk etmiştir. Hareket eden yıldızlar ise, balıklar gibi semâ içinde gezerler ve tesbih ederler. Hadiste اَلسَّمَۤاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ 1 denilmiş. Yani, “Semâ, emvâcı [dalgalar] karardâde olmuş bir denizdir.” İşte bu hakikat-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hakikati] yedi kaide ve yedi vecih [yön] mânâ ile gayet muhtasar [kısa] bir surette ispat edeceğiz.

Birinci kaide: Fennen ve hikmeten sabittir ki, bu haddi yok feza-yı âlem, [gökyüzü, uzay] nihayetsiz bir boşluk değil, belki “esir” dedikleri madde ile doludur.

İkincisi: Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki, ecrâm-ı ulviyenin [gök cisimleri] câzibe ve dâfia [def eden, uzaklaştıran] gibi kanunlarının rabıta[bağ] ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin nâşiri [neşreden, yayan, yayınlayan] ve nâkili, o feza[uzay] dolduran bir madde mevcuttur.

Üçüncüsü: Madde-i esiriye, [kâinatı kapladığına inanılan ince madde] esir kalmakla beraber, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâta [kendi kendine oluşma] ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet, nasıl ki buhar, su, buz gibi havâî, [gaz halinde] mâyi, [sıvı] câmid [cansız] üç nevi eşya aynı maddeden oluyor. Öyle de, madde-i esiriyeden [kâinatı kapladığına inanılan ince madde] dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mâni-i aklî [aklen oluşan engel] olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar [kaynak, dayanak] olmaz.

Dördüncüsü: Ecrâm-ı ulviyeye [gök cisimleri] dikkat edilse görünüyor ki, o ulvî âlemlerin

128

tabakatında muhalefet var. Meselâ, Nehrüssemâ ve Kehkeşan [samanyolu] namıyla maruf, [bilinen] Türkçe Samanyolu tabir olunan, bulut şeklindeki daire-i azîmenin [geniş ve büyük daire] bulunduğu tabaka, elbette sevâbit yıldızların tabakasına benzemiyor. Güya tabaka-i sevâbit yıldızları, yaz meyveleri gibi yetişmiş, ermişler. Ve o Kehkeşandaki [samanyolu galaksisi] bulut şeklinde görülen hadsiz yıldızlar ise, yeniden yeniye çıkıp ermeye başlıyorlar. Tabaka-i sevâbit dahi, sadık bir hads ile, manzume-i şemsiyenin [güneş sistemi] tabakasına muhalefeti görünüyor. Ve hâkezâ, yedi manzumat ve yedi tabaka birbirine muhalif bulunması, his ve hads [çabuk kavrayış, güçlü sezgi] ile derk [anlama, algılama] olunur.

Beşincisi: Hadsen ve hissen ve istikrâen [ayrı ayrı hadiselerdeki ortak vasıfları tesbit edip genel bir sonuç çıkarmak; tümevarım, endüksiyon] ve tecrübeten sabit olmuştur ki, bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnuat [sanat eseri] yapılsa, elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur. Meselâ, elmas madeninde teşkilât başladığı vakit, o maddeden hem ramad, [kül] yani hem kül, hem kömür, hem elmas nevileri tevellüt [doğma] ediyor. Hem meselâ ateş teşekküle [kendi kendine oluşma] başladığı vakit, hem alev, hem duman, hem kor tabakalarına ayrılıyor. Hem meselâ müvellidülmâ, [hidrojen] müvellidülhumuza [oksijen] ile mezc [karışma, bütünleşme] edildiği vakit, o mezcden [karışma, bütünleşme] hem su, hem buz, hem buhar gibi tabakalar teşekkül [kendi kendine oluşma] ediyor. Demek anlaşılıyor ki, bir madde-i vâhidde teşkilât düşse, tabakata ayrılıyor. Öyleyse, madde-i esiriyede [kâinatı kapladığına inanılan ince madde] kudret-i fâtıra [yaratıcı kudret] teşkilâta başladığı için, elbette ayrı ayrı tabaka olarak فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ 1 sırrıyla yedi nevi semâvâtı ondan halk etmiştir.

Altıncısı: Şu mezkûr [adı geçen] emâreler, bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] semâvâtın hem vücuduna, hem taaddüdüne [birden fazla olma] delâlet ederler. Madem kat’iyen [kesinlikle] semâvat müteaddittir. [bir çok] Ve Muhbir-i Sadık, [doğru sözlü haber verici olan Peygamber Efendimiz (a.s.m.)] Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] lisanıyla yedidir der. Elbette yedidir.

Yedincisi: Yedi, yetmiş, yedi yüz gibi tabirat, [tabirler, ifadeler] üslûb-u Arabîde kesreti [çokluk] ifade ettiği için, o küllî yedi tabaka çok kesretli [çokluk] tabakaları hâvi [içeren, içine alan] olabilir.

129

Elhasıl: [kısaca, özetle] Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] esir maddesinden yedi kat semâvâtı halk edip tesviye ederek, gayet dakik [derin ve ince] ve acip bir nizamla tanzim etmiş ve yıldızları içinde zer’ edip ekmiştir. Madem Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. [Allah’ın bütün varlıklara yönelik konuşması] Elbette nev-i beşerin herbir tabakası, herbir âyât-ı Kur’âniyeden [Kur’ân ayetleri] hissesini alacak ve âyât-ı Kur’âniye, [Kur’ân ayetleri] her tabakanın fehmini tatmin edecek surette, ayrı ayrı ve müteaddit [bir çok] mânâları zımnen [gizlice] ve işareten bulunacaktır.

Evet, hitâbât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın bütün insanlara yönelik hitapları] vüs’ati [genişlik] ve maânî [mânâlar] ve işârâtındaki [işaretler] genişliği ve en âmî [cahil, sıradan] bir avamdan en has bir havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] kadar derecât-ı fehimlerini [anlayış dereceleri] mürâât [gözetme, dikkate alma] ve mümâşât [maslahat yolunu, anlaşma tarzını seçme] etmesi gösterir ki, herbir âyetin herbir tabakaya bir veçhi var, bakıyor. İşte bu sırra binaen, “yedi semâvât” mânâ-yı küllîsinde [geniş kapsamlı mânâ] yedi tabaka-i beşeriye, [insanların ayrıldığı sınıfların her biri] muhtelif yedi kat mânâyı fehmetmişler. Şöyle ki:

فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ 1 âyetinde, kısa nazarlı [görüşlü, bakışlı] ve dar fikirli bir tabaka-i insaniye, [insan tabakası] havâ-yı nesîmînin [atmosfer] tabakatını fehmeder.

Ve kozmoğrafya [astronomi, gök bilimi] ile sersemleşmiş diğer bir tabaka-i insaniye [insan tabakası] dahi, elsine-i enâmda [canlı varlıkların dilleri]seb’a-i seyyare[yedi gezegen] ile meşhur yıldızları ve medarlarını [kaynak, dayanak] fehmeder.

Daha bir kısım insanlar, küremize benzer zevilhayatın [canlılar] makarrı [kalınacak yer, merkez] olmuş semâvî yedi küre-i âharı [başka gezegen] fehmeder.2

Diğer bir taife-i beşeriye, [insanlardan oluşan topluluk] manzume-i şemsiyenin [güneş sistemi] yedi tabakaya ayrılmasını, hem manzume-i şemsiyemizle [güneş sistemi] beraber yedi manzumât-ı şümusiyeyi [güneşlerin sistemleri] fehmeder.

Daha diğer bir taife-i beşeriye, [insanlardan oluşan topluluk] madde-i esiriyenin [kâinatı kapladığına inanılan ince madde] teşekkülâtı [kendi kendine oluşma] yedi tabakaya ayrılmasını fehmeder.

130

Daha geniş fikirli bir tabaka-i beşeriye, [insanların ayrıldığı sınıfların her biri] yıldızlarla yaldızlanıp bütün görünen gökleri bir semâ sayıp, onu bu dünyanın semâsıdır diyerek, bundan başka altı tabaka-i semâvat var olduğunu fehmeder.

Ve nev-i beşerin yedinci tabakası ve en yüksek taifesi ise, semâvât-ı seb’a[yedi kat gök] âlem-i şehadete [görünen alem] münhasır görmüyor; belki avâlim-i uhreviye [âhiret âlemleri] ve gaybiye ve dünyeviye ve misaliyenin birer muhit zarfı ve ihata[herşeyi kuşatma] birer sakfı [çatı, tavan] olan yedi semâvâtın var olduğunu fehmeder.

Ve hâkezâ, bu âyetin külliyetinde, mezkûr [adı geçen] yedi kat tabakanın yedi kat mânâları gibi daha çok cüz’î [ferdî, küçük] mânâları vardır. Herkes fehmine göre hissesini alır ve o mâide-i semâviyeden [Allah tarafından kullarına sunulan mânevî sofra] herkes rızkını bulur.

Madem o âyetin böyle pek çok sadık mâsadakları [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] var. Şimdiki akılsız feylesofların ve serseri kozmoğrafyalarının, [astronomi, gök bilimi] inkâr-ı semâvât [gökyüzündeki tabakaları kabul etmeme] bahanesiyle böyle âyete taarruz etmesi, haylâz ahmak çocukların semâvâttaki yıldızlara bir yıldızı düşürmek niyetiyle taş atmasına benzer. Çünkü âyetin mânâ-yı küllîsinden [geniş kapsamlı mânâ] birtek mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] sadıksa, o küllî mânâ sadık ve hak olur. Hattâ vâkide bulunmayan, fakat umumun lisanında mütedâvil [dilden dile dolaşan] bulunan bir ferdi, umumun efkârını [fikirler] mürâât [gözetme, dikkate alma] için o küllîde dahil olabilir. Halbuki, hak ve hakikî çok efradını [bireyler] gördük. Ve şimdi bu insafsız ve haksız coğrafyaya ve sersem ve sermest [başı dönmüş, kendinden geçmiş] ve sarhoş kozmoğrafyaya [astronomi, gök bilimi] bak: Nasıl bu iki fen hata ederek, hak ve hakikat ve sadık olan küllî mânâdan gözlerini yumup ve çok sadık olan mâsadakları [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] görmeyerek hayalî bir acip ferdi, mânâ-yı âyet [Kur’ân’ın her bir cümlesinin ifade ettiği anlam] tevehhüm [kuruntu] ederek âyete taş attılar, kendi başlarını kırdılar, imanlarını uçurdular!

Elhasıl: [kısaca, özetle] Kıraat-ı seb’a,1 [Kur’ân’ın yedi türlü okunuş şekli] vücuh-u seb’a [yedi vecih; Kur’ân’ın yedi türlü okunuş şekli] ve mucizât-ı seb’a [yedi mucize] ve hakaik-i seb’a [yedi hakikat] ve erkân-ı seb’a [yedi temel] üzerine nâzil olan Kur’ân semâsının o yedişer tabakalarına cin ve

131

şeyâtîn hükmündeki itikadsız [inanç] maddî fikirler çıkamadıklarından, âyâtın nücumunda [yıldızlar] ne var, ne yok bilmeyip, yalan ve yanlış haber verirler. Ve onların başlarına o âyâtın nücumundan [yıldızlar] mezkûr [adı geçen] tahkikat [araştırma, inceleme] gibi şahaplar [göktaşı] inerler ve onları yakarlar.

Evet, cin fikirli feylesofların felsefesiyle o semâvât-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’ın yüce makam ve dereceleri] çıkılmaz. Belki, âyâtın yıldızlarına, hikmet-i hakikiyenin [felsefenin karşısında Kur’ân’ın koyduğu gerçek hikmet] miracıyla [Allah’ın huzuruna yükselme] ve iman ve İslâmiyetin kanatlarıyla çıkılabilir.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى شَمْسِ سَمَۤاءِ الرِّسَالَةِ وَقَمَرِ فَلَكِ النُّبُوَّةِ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ نُجُومِ الْهُدٰى لِمَنِ اهْتَدٰى * 1

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

اَللّٰهُمَّ يَارَبَّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ زَيِّنْ قُلُوبَ كَاتِبِ هٰذِهِ الرِّسَالَةِ وَرُفَقَۤائِهِ بِنُجُومِ حَقَۤائِقِ الْقُرْاٰنِ وَاْلاِيمَانِ اٰمِينَ * 3