LEM’ALAR – Otuzuncu Lem’a -1 (555-592)

555

Otuzuncu Lem’a [parıltı]

Otuz Birinci Mektubun Otuzuncu Lem’ası ve Eskişehir Hapishanesinin bir meyvesi, Altı Nüktedir. [derin anlamlı söz]

 Denizli Medrese-i Yusufiyesinin [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] bir ders-i âzamı [büyük bir ders] Meyve Risalesi [On Birinci Şuâ] olduğu ve Afyon Medrese-i Yusufiyesinin [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] kıymettar bir ders-i ekmeli [mükemmel bir ders] el-Hüccetü’z-Zehrâ [Bediüzzaman Said Nursi’nin Afyon hapishanesinde iken kaleme aldığı ve iman hakikatlerinin anlatıldığı Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser] olması gibi, Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] gayet kuvvetli bir ders-i âzamı [büyük bir ders] da, İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] taşıyan altı ismin altı nüktesini [derin anlamlı söz] beyan eden bu Otuzuncu Lem’adır. [parıltı]

 İsm-i Âzamdan Hayy-ı Kayyûma [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] dair parçada pek derin ve geniş meseleleri herkes birden bilemez ve zevk etmez, fakat hissesiz de kalmaz.

Birinci Nükte [derin anlamlı söz]

 İsm-i Kuddûs’ün bir nüktesine [derin anlamlı söz] dairdir.

Bu Küddûs nüktesi, [derin anlamlı söz] Otuzuncu Sözün Zeylinin [ek] Zeyli [ek] olması münasiptir.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * وَاْلاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ * 1

âyetinin bir nüktesi [derin anlamlı söz] ve bir İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] veyahut İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] altı nurundan bir nuru olan Kuddûs [her türlü kusur ve çirkinlikten uzak olan ve her şeyi temiz yapan Allah] isminin bir cilvesi, Şaban-ı Şerifin âhirinde, Eskişehir Hapishanesinde bana göründü. Hem mevcudiyet-i İlâhiyeyi [Cenâb-ı Hakkın varlığı] kemâl-i zuhurla, [bir şeyin eşsiz mükemmellikte ortaya çıkması, belirmesi] hem vahdet-i Rabbâniyeyi [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın birliği] kemâl-i vuzuhla [mükemmel bir açıklık] gösterdi. Şöyle ki, gördüm:

Bu kâinat ve bu küre-i arz, [yer küre, dünya] daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar

556

boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler muzahrafatla, [atıklar] enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli [kötü ve pis kokulu] maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif [temizleme] edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz; insan onda boğulur.

Halbuki bu fabrika-i kâinat [bir fabrika gibi işleyen kâinat, evren] ve misafirhane-i arz [yeryüzü misafirhanesi] o derece pâk, temiz ve naziftir [temiz, pak] ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir [kokuşmuşluk] ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz. Zâhirî bulunsa da, çabuk bir istihale [bir halden başka hale dönüşme] makinesine atılır, temizlenir.

Demek bu fabrikaya bakan Zât, çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi [temizleme] bir Sahibi var ki, o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif [temizleme] eder. Ve o pek büyük fabrikanın büyüklüğü nisbetinde muzahrafatı [atıklar] ve enkazından kalma kirli maddeleri, süprüntüleri bulunmuyor. Belki büyüklüğü nisbetinde temizliğine ve nezafetine [temizlik] dikkat ediliyor.

Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki [âlem sarayı] paklık, sâfilik, nuranîlik, temizlik, mütemadiyen hikmetli bir tanziften, [temizleme] bir dikkatli tathirden [temiz tutma, temizleme] ileri geliyor. Ve eğer o daimî tathir [temiz tutma, temizleme] ve süpürmek ve dikkatle bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüz bin milletleri arzın yüzünde boğulacaklardı. Ve semâvâtın fezasında [uzay] tahribe ve mevte [ölüm] mazhar [erişme, nail olma] olan kürelerin ve peyklerin, [uydu] belki yıldızların enkazları, başımızı ve diğer hayvânâtın başlarını, belki küre-i arzın [yer küre, dünya] başını, belki dünyamızın başını kıracaklardı, dağlar büyüklüğündeki taşları başımıza yağdıracaklardı. Ve bizi bu vatan-ı dünyevîmizden [dünya vatanı] kaçıracaklardı. Halbuki, eskiden beri o yukarı âlemlerdeki tahrip ve tamirden, medar-ı ibret [ibret kaynağı] olarak, yalnız birkaç semâvî taşlar düşmüşse de, hiç kimsenin başını kırmamış.

Hem zeminin yüzünde her sene mevt [ölüm] ve hayatın değişmeleri ve döğüşmeleri yüzünden, yüz binler hayvânat milletlerinin cenazeleri ve iki yüz bin nebâtâtın [bitkiler] taifelerinin enkazları, ber [kara] ve bahrin yüzlerini fevkalâde öyle kirleteceklerdi ki, zîşuur, [akıl ve şuur sahibi] o yüzleri değil sevmek, âşık olmak, belki öyle çirkinlikten nefret edip mevte [ölüm] ve ademe kaçacaklardı.

557

Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtip rahatça sahifelerini temizlediği gibi, bu tayyare-i arzın [uzayda uçak gibi uçan dünya] ve bu tuyur-u semâviyenin [semâvî kuşlar] kanatları ve bu kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] sahifeleri de öylece temizleniyor, güzelleşiyor ki, âhiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine âşık olurlar, perestiş [aşırı derece sevme] ederler.

Demek bu saray-ı âlem [âlem sarayı] ve bu fabrika-i kâinat, [bir fabrika gibi işleyen kâinat, evren] ism-i Kuddûs‘ün [Allah’ın her türlü kusur ve çirkinlikten yüce olduğunu ve her işinde sınırsız bir temizlik görüldüğünü ifade eden ismi] bir cilve-i âzamına [büyük yansıma, görüntü] mazhardır ki, o tanzif-i kudsîden [kutsal temizleme] gelen emirleri, değil yalnız denizlerin âkilü’l-lâhm [etle beslenen] tanzifatçıları [temizleme] ve karaların kartalları, belki kurtlar ve karıncalar gibi, cenazeleri toplayan sıhhiye memurları dahi dinliyorlar.

Belki o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] evâmir-i tanzifiyeyi, [temizliği sağlayan emirler, kanunlar] bedende cereyan eden kandaki küreyvât-ı hamrâ [alyuvarlar] ve beyzâ dahi dinleyip bedenin hüceyrâtında [hücrecikler] tanzifat [temizlemeler] yaptıkları gibi, nefes dahi o kanı tasfiye eder, temizler.

Ve o emri, gözkapakları gözleri temizlemek ve sinekler kanatlarını süpürmek için dinledikleri gibi, koca hava ve bulut dahi dinler. Hava, zeminin sathına, [bir şeyin üstü, dış yüzü] yüzüne konan toz toprak süprüntülere üfler, tanzif [temizleme] eder. Bulut süngeri, zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra, gökyüzünü çok zaman kirletmemek için, çabuk süprüntülerini toplayıp kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] çekilir, gizlenir. Göğün güzel yüzünü ve gözünü, silinmiş ve süpürülmüş, parıl parıl parlar gösteriyor.

Ve o evâmir-i tanzifiyeyi, [temizliği sağlayan emirler, kanunlar] yıldızlar, unsurlar, madenler, nebatlar [bitki] dinledikleri gibi, bütün zerreler dahi dinliyorlar ki, hayret-engiz [hayret verici] tahavvülât [başkalaşmalar] fırtınaları içinde o zerreler nezafete [temizlik] dikkat ediyorlar. Bir yerde lüzumsuz toplanmıyorlar, kalabalık etmiyorlar. Mülevves [kirli, pis] olsalar çabuk temizleniyorlar. En temiz ve en nazif [temiz, pak] ve en parlak ve en pâk vaziyetleri, en güzel, en sâfi, en lâtif [berrak, şirin, hoş] suretleri almak için, bir dest-i hikmet [hikmet eli] tarafından sevk olunuyorlar.

İşte bu tek fiil, yani, birtek hakikat olan tanzif, [temizleme] ism-i Kuddûs [Allah’ın her türlü kusur ve çirkinlikten yüce olduğunu ve her işinde sınırsız bir temizlik görüldüğünü ifade eden ismi] gibi bir İsm-i Âzamdan, [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] kâinatın daire-i âzamında [en büyük daire] görünen bir cilve-i âzamdır [büyük yansıma, görüntü] ki, doğrudan doğruya mevcudiyet-i Rabbâniyeyi [herşeye hâkim olan ve herşeyi istediği şekilde terbiye eden Allah’ın varlığı] ve vahdâniyet-i İlâhiyeyi, [Allah’ın bir ve tek olması] Esmâ-i Hüsnâsıyla [Allah’ın en güzel isimleri] beraber, güneş gibi, geniş ve dürbün gibi olan gözlere gösterir.

558

Evet, nasıl ki, Risale-i Nur’un çok cüzlerinde kat’î burhanlarla [delil] ispat edilmiş ki, ism-i Hakem [Allah’ın haklıyı haksızdan ayırdığını, her hakkı yerine getirdiğini ve hüküm sahibi olduğunu ifade eden ismi] ve ism-i Hakîmin [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] bir cilvesi olan fiil-i tanzim ve nizam; [düzenleme işi ve düzen] ve ism-i Adl [Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi] ve Âdilin bir cilvesi olan fiil-i tevzin ve mizan [ölçü] ; [birşeyi ölçülü ve dengeli yapma fiili, işi] ve ism-i Cemîl [Allah’ın bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olduğunu ifade eden ismi] ve Kerîmin [cömert, ikram sahibi] bir cilvesi olan fiil-i tezyin ve ihsan [bağış] ; [herşeyi güzel ve süslü bir şekilde yapma fiili, işi] ve ism-i Rab [herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran anlamında Allah’ın ismi] ve Rahîmin bir cilvesi olan fiil-i terbiye ve in’âm [nimet verme] , [terbiye etme ve nimetlendirme fiili] bu daire-i âzam-ı âlemde, [büyük kâinat dairesi] herbiri birtek hakikat ve birtek fiil olduklarından, birtek Zâtın vücub-u vücudunu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetini [Allah’ın birliği] gösteriyorlar. Aynen öyle de, ism-i Kuddûsün [Allah’ın her türlü kusur ve çirkinlikten yüce olduğunu ve her işinde sınırsız bir temizlik görüldüğünü ifade eden ismi] bir mazharı ve bir cilvesi olan fiil-i tanzif ve tathir [temiz tutma, temizleme] [temizleme fiili, işi] dahi, o Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] hem güneş gibi mevcudiyetini, hem gündüz gibi vahdâniyetini [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] gösteriyorlar.

Ve mezkûr [adı geçen] tanzim, tevzin, [ölçülü yapma] tezyin, [süsleme] tanzif [temizleme] misilli [benzer] o ef’âl-i hakîmâne, [bir maksat ve gayeye yönelik olarak yapılan işler] âzamî dairede vahdet-i nev‘iyeleri [tür birliği] noktasında birtek Sâni-i Vâhidi [bir ve tek olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] gösterdikleri gibi; Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] ekserîsinin, belki bin bir esmânın herbirinin böyle birer cilve-i âzamı, [büyük yansıma, görüntü] bu daire-i âzamda [en büyük daire] vardır. Ve o cilveden gelen fiil, büyüklüğü nisbetinde vuzuh [açıklık] ve kat’iyetle Vâhid-i Ehadi [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] gösterir.

Evet, herşeyi kanun ve nizamına itaat ettiren hikmet-i âmme; [genel gaye ve fayda; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması] ve herşeyi süslendirip yüzünü güldüren inâyet-i şâmile; [herşeyi içine alan İlâhî yardım ve koruma] ve herşeyi sevindirip memnun eden rahmet-i vâsia; [Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti] ve zîhayat [canlı] herşeyi beslendirip lezzetlendiren rızk-ı umumî-i iâşe; [bütün canlıların yaşaması için verilmiş olan umumî rızık] ve herşeyi umum eşyaya münasebettar [alâkalı, ilgili] ve müstefid [faydalanan, yararlanan] ve bir derece mâlik eden hayat ve ihyâ [diriltme, hayat verme] gibi, kâinatın yüzünü güldüren, ışıklandıran bedihî [açık, aşikâr] hakikatler ve

559

vahdânî [bir tek elden çıkan, bir tek zâtı gösteren] fiiller, ziya güneşi gösterdiği gibi, birtek Zât-ı Hakîm, [herşeyi bir maksat ve gayeye yönelik olarak hikmetle yapan Zât, Allah] Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Rahîm, Rezzâk, [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] Hayy [diri, canlı] ve Muhyîyi [bütün canlılara hayat veren Allah] bilbedâhe [açık bir şekilde] gösteriyorlar. Eğer herbiri birer burhan-ı bâhir-i vahdâniyet [Allah’ın birliğini gösteren açık ve kesin delil] olan o yüzer geniş fiillerden tek birisi Vâhid-i Ehade [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] verilmezse, yüzer vecihte [yön] muhaller lâzım gelir.

Meselâ, onlardan değil hikmet, inayet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] rahmet, iaşe, ihyâ [diriltme, hayat verme] gibi bedihî [açık, aşikâr] hakikatler ve vahdanî deliller, belki yalnız tanzif [temizleme] fiili Kâinat Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] verilmezse, o vakit ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] o meslek-i küfrîsinde [Allah’ı inkâr etmeye dayalı yol, metod] lâzım gelir ki, ya tanzifle [temizleme] alâkadar zerreden, sinekten tut, tâ unsurlara, yıldızlara kadar bütün mahlûkatın herbiri, koca kâinatın tezyin [süsleme] ve tevzin [ölçülü yapma] ve tanzim ve tanzifini [temizleme] bilecek, düşünecek ve ona göre davranacak bir kabiliyette olacak; veyahut Hâlık-ı Âlemin [âlemin yaratıcısı Allah] sıfât-ı kudsiyesi [her türlü eksik ve çirkinlikten uzak özellikler] kendisinde bulunacak; veyahut bu kâinatın tezyinat [süslemeler] ve tanzifâtı [temizleme] ve varidat [gelirler] ve masarifinin [masraflar, giderler] muvazenelerini [karşılaştırma/denge] tanzim etmek için, kâinat büyüklüğünde bir meclis-i meşveret [danışma meclisi] bulundurulacak ve hadsiz zerreler, sinekler, yıldızlar o meclisin âzâları olacak. Ve hâkezâ, bunlar gibi hurafeli, safsatalı yüzer muhaller bulunacak, tâ ki her tarafta görünen ve müşahede olunan umumî ve ihata[herşeyi kuşatma] ulvî tezyin [süsleme] ve tathir [temiz tutma, temizleme] ve tanzif [temizleme] vücut bulabilsin. Bu ise, bir muhal [bâtıl, boş söz] değil, belki yüz bin muhal [bâtıl, boş söz] ortaya girer.

Evet, eğer gündüzün ziyası ve zemindeki umum parlak şeylerde temessül [belirme, görünme] eden hayalî güneşçikler güneşe verilmezse ve birtek güneşin cilve-i in’ikâsıdır [görüntünün yansıması] denilmezse, o vakit zemin yüzünde parlayan bütün cam parçalarında ve su katrelerinde [damla] ve karın şişeciklerinde, belki havanın zerrelerinde birer hakikî güneş bulunmak lâzım gelir—tâ ki o umumî ziya vücut bulabilsin.

560

İşte hikmet dahi bir ziyadır. Rahmet-i muhita [herşeyi kuşatan geniş rahmet] bir ziyadır. Tezyin, [süsleme] tevzin, [ölçülü yapma] tanzim, tanzif, [temizleme] muhit birer ziyadırlar ki, o Şems-i Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] şualarıdırlar. İşte gel, bak, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve küfür nasıl hiç çıkılmaz bataklığa girer. Ve dalâletteki [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] cehalet, ne derece ahmakane olduğunu gör, “Elhamdü lillâhi alâ dîni’l-İslâm ve kemâli’l-îmân[İslâm dinini ve kusursuz bir imanı nasip ettiği için Allah’a hamd olsun] de.

Evet, kâinat sarayını ter temiz tutan bu ulvî, umumî tanzif, [temizleme] elbette ism-i Kuddûsün [Allah’ın her türlü kusur ve çirkinlikten yüce olduğunu ve her işinde sınırsız bir temizlik görüldüğünü ifade eden ismi] cilvesi ve muktezasıdır. [bir şeyin gereği] Evet, nasıl ki bütün mahlûkatın tesbihatları ism-i Kuddûsa [Allah’ın her türlü kusur ve çirkinlikten yüce olduğunu ve her işinde sınırsız bir temizlik görüldüğünü ifade eden ismi] bakar; öyle de, bütün nezafetlerini [temizlik] de Kuddûs [her türlü kusur ve çirkinlikten uzak olan ve her şeyi temiz yapan Allah] ismi ister.Haşiye [dipnot] Nezafetin [temizlik] bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] intisabındandır [bağlanma, mensup olma] ki, اَلنَّظَافَةُ مِنَ اْلاِيمَانِ 1 hadisi, nezafeti [temizlik] imanın nurundan saymış ve اِنَّ اللهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ 2 âyeti dahi, tahareti [temizlik] muhabbet-i İlâhiyenin [Allah sevgisi] bir medarı [kaynak, dayanak] göstermiş.

ba

561

Otuzuncu Lem’anın [parıltı] İkinci Nüktesi [derin anlamlı söz]

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَۤائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُۤ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ * 1

âyetinin bir nüktesi [derin anlamlı söz] ve bir İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] veyahut İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] altı nurundan bir nuru olan Adl [adalet] isminin bir cilvesi, Birinci Nükte [derin anlamlı söz] gibi, Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa göründü. Onu yakınlaştırmak için yine temsil yoluyla deriz:

Şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkanan bir şehir var. Ve o şehirde her vakit harp ve hicret [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] içinde kaynayan bir memleket var. Ve o memlekette her zaman mevt [ölüm] ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem var.

Halbuki, o sarayda, o şehirde, o memlekette, o âlemde o derece hayret-engiz [hayret verici] bir muvazene, [karşılaştırma/denge] bir mizan, [ölçü] bir tevzin [ölçülü yapma] hükmediyor; bilbedâhe [açık bir şekilde] ispat eder ki, bu hadsiz mevcudatta [var edilenler, varlıklar] olan hadsiz tahavvülât [başkalaşmalar] ve vâridat [gelirler] ve masarif, [masraflar, giderler] herbir anda umum kâinatı görür, nazar-ı teftişinden [denetleme bakışı] geçirir birtek Zâtın mizanıyla [ölçü] ölçülür, tartılır. Yoksa, balıklardan bir balık, bin yumurtacıkla ve nebâtattan [bitkiler] haşhaş gibi bir çiçek, yirmi bin tohumla ve sel gibi akan unsurların, inkılâpların [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] hücumuyla, şiddetle muvazeneyi [karşılaştırma/denge] bozmaya çalışan ve istilâ etmek isteyen esbab [sebebler] başıboş olsalardı veyahut maksatsız, serseri tesadüf ve mizansız, [ölçü] kör kuvvete ve şuursuz, zulmetli tabiata havale edilseydi, o muvazene-i eşya [varlıkların ölçü ve dengesi] ve muvazene-i kâinat [kâinat dengesi] öyle bozulacaktı ki, bir senede, belki bir günde hercümerc [alt üst olma] olurdu. Yani, deniz karma karışık şeylerle dolacaktı, taaffün [bozulma, çürüme, kokuşma] edecekti. Hava gazât-ı muzırra [zararlı gazlar] ile zehirlenecekti. Zemin ise bir mezbele, [çöplük] bir mezbaha, bir bataklığa dönecekti. Dünya boğulacaktı.

562

İşte, cesed-i hayvânînin [hayvanların bedeni] hüceyrâtından [hücrecikler] ve kandaki küreyvât-ı hamrâ [alyuvarlar] ve beyzâdan ve zerrâtın [atomlar] tahavvülâtından [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve cihazat-ı bedeniyenin [bedendeki organlar] tenasübünden [uygunluk] tut, tâ denizlerin vâridat [gelirler] ve masarifine, [masraflar, giderler] tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına, tâ hayvânat ve nebâtâtın [bitkiler] tevellüdat [doğma] ve vefiyatlarına, [vefatlar, ölümler] tâ güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına, tâ unsurların ve yıldızların hidemat [hizmetler] ve harekâtlarına, tâ mevt [ölüm] ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve burudetin [soğukluk] değişmelerine ve döğüşmelerine ve çarpışmalarına kadar, o derece hassas bir mizanla [ölçü] ve o kadar ince bir ölçüyle tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer [insan aklı] hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği gibi, hikmet-i insaniye [insan aklının ürünü olan fen ve felsefe ilmi] dahi herşeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor. Belki, hikmet-i insaniye, [insan aklının ürünü olan fen ve felsefe ilmi] o intizam ve mevzuniyetin [ölçülü] bir tezahürüdür, bir tercümanıdır.

İşte, gel, Güneş ile muhtelif on iki seyyarenin [gezegen] muvazenelerine [karşılaştırma/denge] bak. Acaba bu muvazene, [karşılaştırma/denge] güneş gibi, Adl [adalet] ve Kadîr olan Zât-ı Zülcelâli [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] göstermiyor mu? Ve bilhassa, seyyarattan [gezegenler] olan gemimiz, yani küre-i arz, [yer küre, dünya] bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder. Ve o harika sür’atiyle beraber, zeminin yüzünde dizilmiş, istif [yığma, biriktirme] edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya [uzay] fırlatmıyor. Eğer sür’ati bir parça tezyid [artırma, çoğaltma] veya tenkis [eksiltme, değerini indirme] edilseydi, sekenesini [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] havaya fırlatıp fezada [uzay] dağıtacaktı. Ve bir dakika, belki bir saniye muvazenesini [karşılaştırma/denge] bozsa, dünyamızı bozacak, belki başkasıyla çarpışacak, bir kıyameti koparacak.

Ve bilhassa zeminin yüzünde, nebâtî [bitkilerden olan] ve hayvânî dört yüz bin taifenin tevellüdat [doğma] ve vefiyatça [vefatlar, ölümler] ve iaşe ve yaşayışça rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] muvazeneleri, [karşılaştırma/denge] ziya güneşi gösterdiği gibi, birtek Zât-ı Adl [her hak sahibine hakkını veren, sonsuz adalet sahibi olan Zât, Allah] ve Rahîmi gösteriyor.

Ve bilhassa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından [bireyler] birtek ferdin âzâsı,

563

cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla [ölçü] birbiriyle münasebettar [alâkalı, ilgili] ve muvazenettedir [karşılaştırma/denge] ki, o tenasüp, [uygunluk] o muvazene, [karşılaştırma/denge] bedâhet [açıklık] derecesinde bir Sâni-i Adl [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan ve sonsuz adâlet sahibi olan Allah] ve Hakîmi gösteriyor.

Ve bilhassa her ferd-i hayvânînin [her bir hayvan] bedenindeki hüceyrâtın [hücrecikler] ve kan mecrâlarının [akım yeri] ve kandaki küreyvâtın ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve harika muvazeneleri [karşılaştırma/denge] var; bilbedâhe [açık bir şekilde] ispat eder ki, herşeyin dizgini elinde ve herşeyin anahtarı yanında ve birşey birşeye mâni olmuyor, umum eşyayı birtek şey gibi kolayca idare eden birtek Hâlık-ı Adl u Hakîmin [herşeyi adaletle ve hikmetle yaratan Allah] mizanıyla, [ölçü] kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor.

Haşrin Mahkeme-i Kübrâsında, [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] mizan-ı âzam-ı adaletinde [büyük adalet terazisi] cin ve insin muvazene-i a’mâllerini [yapılan işlerin, amellerin tartılıp hesaplanması] istib’âd [akıldan uzak görme] edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu muvazene-i ekbere [en büyük düzen, denge] dikkat etse, elbette istib’âdı [akıldan uzak görme] kalmaz.

Ey israflı, iktisatsız, ey zulümlü, adaletsiz, ey kirli, nezafetsiz, [temizlik] bedbaht insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] düstur-u hareketi [hareket etme kanunu, kuralı] olan iktisat ve nezafet [temizlik] ve adaleti yapmadığından, umum mevcudata [var edilenler, varlıklar] muhalefetinle, mânen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar [erişme, nail olma] oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki, umum mevcudatı [var edilenler, varlıklar] zulmünle, mizansızlığınla, [ölçü] israfınla, nezafetsizliğinle [temizlik] kızdırıyorsun?

Evet, ism-i Hakîmin [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] cilve-i âzamından [büyük yansıma, görüntü] olan hikmet-i âmme-i kâinat, [bütün kâinatta geçerli olan hikmet] iktisat ve israfsızlık [boş yere harcamadan yapılan] üzerinde hareket ediyor, iktisadı [tutumluluk] emrediyor.

Ve ism-i Adlin [Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi] cilve-i âzamından [büyük yansıma, görüntü] gelen kâinattaki adalet-i tâmme, [tam ve eksiksiz adalet] umum eşyanın muvazenelerini [karşılaştırma/denge] idare ediyor. Ve beşere de adaleti emrediyor. Sûre-i Rahmân’da,

564

وَالسَّمَۤاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمِيزَانَ * اَلاَّ تَطْغَوْا فِى الْمِيزَانِ * وَاَقِيمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ وَلاَ تُخْسِرُوا الْميِزَانَ * 1

âyetindeki, dört mertebe, dört nevi mizana [ölçü] işaret eden, dört defa mizan [ölçü] zikretmesi, kâinatta mizanın [ölçü] derece-i azametini [büyüklük derecesi] ve fevkalâde, pek büyük ehemmiyetini gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm ve mizansızlık [ölçü] yoktur.

Ve ism-i Kuddûsün [Allah’ın her türlü kusur ve çirkinlikten yüce olduğunu ve her işinde sınırsız bir temizlik görüldüğünü ifade eden ismi] cilve-i âzamından [büyük yansıma, görüntü] gelen tanzif [temizleme] ve nezafet, [temizlik] bütün kâinatın mevcudatını [var edilenler, varlıklar] temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik [temizlik] ve çirkinlik görünmüyor.

İşte, hakaik-i Kur’âniyeden [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] ve desâtir-i İslâmiyeden [İslâmın düsturları] [kâide, kural] olan adalet, iktisat, nezafet [temizlik] hayat-ı beşeriyede [insan hayatı] ne derece esaslı birer düstur [kâide, kural] olduğunu anla. Ve ahkâm-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın hükümleri] ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakaiki [doğru gerçekler] bozmak, kâinatı bozmak ve suretini değiştirmek gibi, mümkün olmadığını bil.

Ve bu üç ziya-yı âzam [en büyük ışık] gibi, rahmet, inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] hafîziyet [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] misil[benzer] yüzer ihata[herşeyi kuşatma] hakikatler haşri, âhireti iktiza [bir şeyin gereği] ve istilzam [gerektirme] ettikleri halde, hiç mümkün müdür ki, kâinatta ve umum mevcudatta [var edilenler, varlıklar] hükümfermâ [hüküm süren] olan rahmet, inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] adalet, hikmet, iktisat ve nezafet [temizlik] gibi pek kuvvetli, ihata[herşeyi kuşatma] hakikatler, haşrin ademiyle ve âhiretin gelmemesiyle merhametsizliğe, zulme, hikmetsizliğe, israfa, nezafetsizliğe, [temizlik] abesiyete [anlamsızlık] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etsinler?

Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Bir sineğin hakk-ı hayatını [yaşama hakkı] rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] muhafaza eden

565

bir rahmet, bir hikmet, acaba haşri getirmemekle, umum zîşuurların [akıl ve şuur sahibi] hadsiz hukuk-u hayatlarını [hayat boyu sahip olunan haklar] ve nihayetsiz mevcudatın [var edilenler, varlıklar] nihayetsiz hukuklarını zayi eder mi? Ve, tabiri caizse, [açıklanması uygunsa] rahmet ve şefkatte ve adalet ve hikmette hadsiz hassasiyet ve dikkat gösteren bir haşmet-i Rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] ve kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] göstermek ve kendini tanıttırmak ve sevdirmek için bu kâinatı hadsiz harika san’atlarıyla, nimetleriyle süslendiren bir saltanat-ı Ulûhiyet, [bütün varlıkların tek İlâhı olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı] böyle, hem umum kemâlâtını, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] hem bütün mahlûkatını hiçe indiren ve inkâr ettiren haşirsizliğe müsaade eder mi? Hâşâ! Böyle bir cemâl-i mutlak, [sınırsız güzellik] böyle bir kubh-u mutlaka, [mutlak çirkinlik] bilbedâhe, [açık bir şekilde] müsaade etmez.

Evet, âhireti inkâr etmek isteyen adam, evvelce bütün dünyayı bütün hakaikiyle [doğru gerçekler] inkâr etmeli. Yoksa, dünya bütün hakaikiyle, [doğru gerçekler] yüz bin lisanla onu tekzip ederek bu yalanında yüz bin derece yalancılığını ispat edecek. Onuncu Söz kat’î delillerle ispat etmiştir ki, âhiretin vücudu, dünyanın vücudu kadar kat’î ve şüphesizdir.

ba

566

 İsm-i Âzamın altı nurundan üçüncü nuruna işaret eden Üçüncü Nükte [derin anlamlı söz]

اُدْعُ اِلٰى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ * 1

âyetinin bir nüktesi [derin anlamlı söz] ve bir İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] veya İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] altı nurundan bir nuru olan ism-i Hakemin [Allah’ın haklıyı haksızdan ayırdığını, her hakkı yerine getirdiğini ve hüküm sahibi olduğunu ifade eden ismi] bir cilvesi, Ramazan-ı Şerifte Eskişehir Hapishanesinde göründü. Ona yalnız bir işaret olarak, beş noktadan ibaret Üçüncü Nükte [derin anlamlı söz] acele olarak yazıldı, müsvedde olarak kaldı.

ÜÇÜNCÜ NÜKTENİN [derin anlamlı söz] BİRİNCİ NOKTASI

Onuncu Sözde işaret edildiği gibi, ism-i Hakemin [Allah’ın haklıyı haksızdan ayırdığını, her hakkı yerine getirdiğini ve hüküm sahibi olduğunu ifade eden ismi] tecellî-i âzamı [en büyük tecelli, görünüm] şu kâinatı öyle bir kitap hükmüne getirmiş ki, her sahifede yüzer kitap yazılmış; ve her satırında yüzer sayfa derc [yerleştirme] edilmiş; ve her kelimesinde yüzer satır mevcuttur; ve her harfinde yüzer kelime var; ve her noktasında kitabın muhtasar [kısa] bir fihristeciği bulunur bir tarza getirmiştir. O kitabın sahifeleri, satırları, tâ noktalarına kadar yüzer cihette Nakkaşını, [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] Kâtibini öyle vuzuhla [açıklık] gösteriyor ki, o kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] müşahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade Kâtibinin vücudunu ve vahdetini [Allah’ın birliği] ispat eder. Çünkü bir harf kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde, kâtibini bir satır kadar ifade ediyor.

Evet, bu kitab-ı kebîrin [büyük bir kitabı andıran kâinat] bir sahifesi, zemin yüzüdür. O sahifede nebâtat, [bitkiler] hayvânat taifeleri adedince kitaplar birbiri içinde, beraber, bir vakitte, yanlışsız, gayet mükemmel bir surette, bahar mevsiminde yazıldığı gözle görünüyor.

Bu sayfanın bir satırı, bir bahçedir. O bahçede bulunan çiçekler, ağaçlar, nebatlar [bitki] adedince manzum [düzenli] kasideler [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] beraber, birbiri içinde, yanlışsız yazıldığını gözümüzle görüyoruz.

O satırın bir kelimesi, çiçek açmış, meyve vermek üzere yaprağını vermiş bir

567

ağaçtır. İşte bu kelime, muntazam, mevzun, [ölçülü] süslü yaprak, çiçek ve meyveleri adedince, Hakem-i Zülcelâlin [herbir şey nasıl olacaksa onun keyfiyeti hakkında genel hükmü veren sonsuz haşmet sahibi Allah] medh-ü senâsına dair mânidar fıkralardır. [bölüm]

Güya çiçek açmış her ağaç gibi, o ağaç dahi, Nakkaşının [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] medîhelerini [övgü] tegannî [şarkı söyleme] eden manzum [düzenli] bir kasidedir. [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir]

Hem güya Hakem-i Zülcelâl, [herbir şey nasıl olacaksa onun keyfiyeti hakkında genel hükmü veren sonsuz haşmet sahibi Allah] zeminin meşherinde [sergi] teşhir ettiği antika ve acip eserlerine binler gözle bakmak istiyor.

Hem güya o Sultan-ı Ezelînin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] o ağaca verdiği murassâ [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] hediye ve nişanları ve formaları, [kitabın bir parçası] hususî bayramı ve resm-i küşâdı [ilk açılış töreni] olan baharda, padişahın nazarına arz etmek için, öyle müzeyyen, [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] mevzun, [ölçülü] muntazam, mânidar bir şekil almış ve öyle hikmetli bir şekil verilmiştir ki, herbir çiçeğinde, herbir meyvesinde, birbiri içinde çok vecihler [yön] ve delillerle Nakkaşının [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] vücuduna ve esmâsına şehadet ederler.

Meselâ, herbir çiçekte, herbir meyvede bir mizan [ölçü] var. Ve o mizan, [ölçü] bir intizam içinde; ve o intizam, tazelenen bir tanzim ve tevzin [ölçülü yapma] içinde; ve o tevzin [ölçülü yapma] ve tanzim, bir ziynet ve san’at içinde; ve o ziynet ve san’at, mânidar kokular ve hikmetli tatlar içinde bulunduğundan; herbir çiçek, o ağacın çiçekleri adedince, Hakem-i Zülcelâle [herbir şey nasıl olacaksa onun keyfiyeti hakkında genel hükmü veren sonsuz haşmet sahibi Allah] işaretler ediyor.

Ve bu bir kelime olan bu ağaçta, bir harf hükmünde olan bir meyvede bulunan bir çekirdek noktası, bütün ağacın fihristesini, programını taşıyan küçük bir sandukçadır. [küçük sandık] Ve hâkezâ, buna kıyasen, kâinat kitabının bütün satırları, sahifeleri, böyle, ism-i Hakem [Allah’ın haklıyı haksızdan ayırdığını, her hakkı yerine getirdiğini ve hüküm sahibi olduğunu ifade eden ismi] ve Hakîmin cilvesiyle, yalnız herbir sahifesi değil, belki herbir satırı ve herbir kelimesi ve herbir harfi ve herbir noktası, birer mu’cize hükmüne getirilmiştir ki, bütün esbab [sebebler] toplansa, bir noktasının nazîrini [benzer] getiremezler, muaraza [karşı gelme, karşı koyma] edemezler.

Evet, bu Kur’ân-ı Azîm-i Kâinatın [büyük bir Kur’ân gibi derin mânâlar ifade eden kâinat] herbir âyet-i tekvîniyesi, [maddî alemde gözle görülen âyet] o âyetin noktaları ve hurufu [harfler] adedince mu’cizeler gösterdiklerinden, elbette serseri tesadüf, kör

568

kuvvet, gayesiz, mizansız, [ölçü] şuursuz tabiat, hiçbir cihetle o hakîmâne, [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] basîrâne [görerek] olan has mizana [ölçü] ve gayet ince intizama karışamazlar. Eğer karışsaydılar, elbette karışık eseri görünecekti. Halbuki hiçbir cihette intizamsızlık müşahede olunmuyor.

ÜÇÜNCÜ NÜKTENİN [derin anlamlı söz] İKİNCİ NOKTASI

İki Meseledir.

BİRİNCİ MESELESİ: Onuncu Sözde beyan edildiği gibi, nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal, elbette kendini görmek ve göstermek, teşhir etmek istemesi, en esaslı bir kaidedir. İşte bu esaslı düstur-u umumîye [genel düstur, kural] binaendir ki, bu kitab-ı kebîr-i kâinatın [büyük bir kitabı andıran kâinat] Nakkaş-ı Ezelîsi, [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları bir nakış halinde yaratan Allah] bu kâinatla ve bu kâinatın herbir sahifesiyle ve herbir satırıyla, hattâ harfleri ve noktalarıyla kendini tanıttırmak ve kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bildirmek ve cemâlini göstermek ve kendisini sevdirmek için, en cüz’îden [ferdî, küçük] en küllîye kadar herbir mevcudun müteaddit [bir çok] lisanlarıyla cemâl-i kemâlini [mükemmelliğin güzelliği; Allah’ın san’atındaki kusursuz güzellik] ve kemâl-i cemâlini [Cenâb-ı Hakkın cemâl isminin tecellilerindeki kusursuzluk, mükemmellik] tanıttırıyor ve sevdiriyor.

İşte, ey gafil insan! Bu Hâkim-i Hakem-i Hakîm-i Zülcelâli ve’l-Cemal, [herşeyin hâkimi, her varlığın küllî hükmünü veren, her şeyi hikmetle ve yerli yerinde yaratan, sonsuz büyüklük ve güzellik sahibi] sana karşı kendisini herbir mahlûkuyla böyle hadsiz ve parlak tarzlarda tanıttırmak ve sevdirmek istediği halde, sen Onun tanıttırmasına karşı imanla tanımazsan ve Onun sevdirmesine mukabil ubudiyetinle [Allah’a kulluk] kendini Ona sevdirmezsen, ne derece hadsiz muzaaf [kat kat] bir cehalet, bir hasâret [zarar] olduğunu bil, ayıl.

İKİNCİ NOKTANIN İKİNCİ MESELESİ: Bu kâinatın Sâni-i Kadîr [herşeye gücü yeten ve herşeyi san’atla yaratan Allah] ve Hakîminin mülkünde iştirak yeri yoktur. Çünkü herşeyde nihayet derecede intizam bulunduğundan, şirki kabul edemez. Çünkü müteaddit [bir çok] eller bir işe karışırsa, o iş karışır. Bir memlekette iki padişah, bir şehirde iki vali, bir köyde iki müdür bulunsa, o memleket, o şehir, o köyün her işinde bir karışıklık başlayacağı gibi, en ednâ [basit, aşağı] bir vazifedar adam, o vazifesine başkasının müdahalesini kabul etmemesi gösteriyor ki, hâkimiyetin en esaslı hassası, elbette istiklâl ve infiraddır. [tek başına olma] Demek intizam vahdeti [Allah’ın birliği] ve hâkimiyet infiradı [tek başına olma] iktiza [bir şeyin gereği] eder.

569

Madem hâkimiyetin bir muvakkat [geçici] gölgesi, muavenete [yardım] muhtaç ve âciz insanlarda böyle müdahaleyi reddederse, elbette, derece-i rububiyette [bütün kâinatı kaplayan terbiye ve idare edicilik seviyesinde] hakikî bir hâkimiyet-i mutlaka, [sınırsız ve tam bir egemenlik] bir Kadîr-i Mutlakta, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] bütün şiddetiyle müdahaleyi reddetmek gerektir. Eğer zerre kadar müdahale olsaydı, intizam bozulacaktı.

Halbuki bu kâinat öyle bir tarzda yaratılmış ki, bir çekirdeği halk etmek için, bir ağacı halk edebilir bir kudret lâzımdır. Ve bir ağacı halk etmek için de, kâinatı halk edebilir bir kudret gerektir. Ve kâinat içinde parmak karıştıran bir şerik bulunsa, en küçük bir çekirdekte de hissedar olmak lâzım gelir. Çünkü o, onun nümunesidir. O halde, koca kâinatta yerleşmeyen iki rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] bir çekirdekte, belki bir zerrede yerleşmek lâzım gelir. Bu ise, muhâlâtın ve bâtıl hayâlâtın en mânâsız ve en uzak bir muhâlidir. Koca kâinatın umum ahval [durumlar] ve keyfiyâtını mizan-ı adlinde [adalet terazisi] ve nizam-ı hikmetinde [Canab-ı Hakkın koyduğu tanzim ettiği, her şeyin bir sebebe gaye ve faydaya dayandığı hikmetli düzen] tutan bir Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] aczini—hattâ bir çekirdekte dahi—iktiza eden şirk ve küfür ne kadar hadsiz derecede muzaaf [kat kat] bir hilâf, [aykırı ve zıt olan] bir hata, bir yalan olduğunu ve tevhid ne derece hadsiz muzaaf [kat kat] bir derecede hak ve hakikat ve doğru olduğunu bil, “Elhamdü lillâhi ale’l-îmân”1 de.

ÜÇÜNCÜ NOKTA

Sâni-i Kadîr, [herşeye gücü yeten ve herşeyi san’atla yaratan Allah] ism-i Hakem [Allah’ın haklıyı haksızdan ayırdığını, her hakkı yerine getirdiğini ve hüküm sahibi olduğunu ifade eden ismi] ve Hakîmi ile, bu âlem içinde binler muntazam âlemleri derc [yerleştirme] etmiştir. O âlemler içinde en ziyade kâinattaki hikmetlere medar [kaynak, dayanak] ve mazhar [erişme, nail olma] olan insanı bir merkez, bir medar [kaynak, dayanak] hükmünde yaratmış. Ve o kâinat dairesinin en mühim hikmetleri ve faideleri insana bakıyor. Ve insan dairesi içinde dahi, rızkı bir merkez hükmüne getirmiş; âlem-i insanîde [insan âlemi] ekser hikmetler, maslahatlar, [amaç, yarar] o rızka bakar ve onunla tezahür eder. Ve insanda, şuur ve rızıkta zevk vasıtasıyla, ism-i Hakîmin [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] cilvesi parlak bir surette görünüyor. Ve

570

şuur-u insanî [insandaki bilinç] vasıtasıyla keşfolunan yüzer fenlerden herbir fen, Hakem [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] isminin, bir nevide bir cilvesini tarif ediyor.

Meselâ, tıp fenninden sual olsa, “Bu kâinat nedir?” Elbette diyecek ki: “Gayet muntazam ve mükemmel bir eczahane-i kübrâdır. [büyük eczane] İçinde herbir ilâç güzelce ihzar [hazırlama] ve istif [yığma, biriktirme] edilmiştir.”

Fenn-i kimyadan [kimya bilimi] sorulsa, “Bu küre-i arz [yer küre, dünya] nedir?” Diyecek: “Gayet muntazam ve mükemmel bir kimyahanedir.”

Fenn-i makine [makine bilimi] diyecek: “Hiçbir kusuru olmayan, gayet mükemmel bir fabrikadır.”

Fenn-i ziraat [tarım bilimi] diyecek: “Nihayet derecede mahsuldar, [verimli] her nevi hububu [tohum] vaktinde yetiştiren muntazam bir tarladır ve mükemmel bir bahçedir.”

Fenn-i ticaret [ticaret bilimi] diyecek: “Gayet muntazam bir sergi ve çok intizamlı bir pazar ve malları çok san’atlı bir dükkândır.”

Fenn-i iaşe [geçim bilimi] diyecek: “Gayet muntazam, bütün erzâkın envâı[tür] câmi bir ambardır.”

Fenn-i rızık [yiyecek ve içecek bilimi, aşçılık] diyecek: “Yüz binler leziz taamlar beraber, kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] içinde pişirilen bir matbah-ı Rabbânî [Rabbanî mutfak] ve bir kazan-ı Rahmânîdir.” [Rahmanî kazan]

Fenn-i askeriye [askerlik bilimi] diyecek ki: “Arz bir ordugâhtır. Her bahar mevsiminde yeni taht-ı silâha [silâh altı] alınmış ve zemin yüzünde çadırları kurulmuş dört yüz bin muhtelif milletler o orduda bulunduğu halde, ayrı ayrı erzakları, ayrı ayrı libasları, [elbise] silâhları, ayrı ayrı talimatları, terhisatları, [askerliğin bitişiyle salıverilme] kemâl-i intizamla, [tam ve mükemmel düzen] hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, birtek Kumandan-ı Âzamın [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] emriyle, kuvvetiyle, merhametiyle, hazinesiyle, gayet muntazam yapılıp idare ediliyor.”

Ve fenn-i elektrikten [elektrik bilimi] sorulsa, “Bu âlem nedir?” Elbette diyecek:

Bu muhteşem saray-ı kâinatın [kâinat sarayı] damı, gayet intizamlı, mizanlı, [ölçü] hadsiz elektrik lâmbalarıyla tezyin [süsleme] edilmiştir. Fakat o kadar harika bir intizam ve mizanladır [ölçü] ki, başta güneş olarak, küre-i arzdan [yer küre, dünya] bin defa büyük o semâvî lâmbalar,

571

mütemadiyen yandıkları halde muvazenelerini [karşılaştırma/denge] bozmuyorlar, patlak vermiyorlar, yangın çıkarmıyorlar. Sarfiyatları hadsiz olduğu halde, vâridatları [gelirler] ve gazyağları ve madde-i iştialleri [yakıt] nereden geliyor? Neden tükenmiyor? Neden yanmak muvazenesi bozulmuyor? Küçük bir lâmba dahi muntazam bakılmazsa söner. Kozmoğrafyaca, [astronomi, gök bilimi] küre-i arzdan [yer küre, dünya] bir milyondan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan güneşiHaşiye kömürsüz, yağsız yandıran, söndürmeyen Hakîm-i Zülcelâlin [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] hikmetine, kudretine bak, “Sübhânallah” de. Güneşin müddet-i ömründe geçen dakikaların âşirâtı [dakikanın sâniye, sâlise [saniyenin altmışta biri] gibi on birim küçüğü olan zaman dilimleri] adedince “Mâşaallah, bârekâllah, [“Allah ne mübarek yaratmış”] lâ ilâhe illâ Hû” söyle.

Demek bu semâvî lâmbalarda gayet harika bir intizam var. Ve onlara çok dikkatle bakılıyor. Güya o pek büyük ve pek çok kütle-i nâriyelerin [yanan ve ışık veren gök cismi] ve gayet çok kanâdil-i nuriyelerin [ışık veren kandiller] buhar kazanı ise, harareti tükenmez bir Cehennemdir ki, onlara nursuz hararet veriyor. Ve o elektrik lâmbalarının makinesi ve merkezî fabrikası daimî bir Cennettir ki, onlara nur ve ışık veriyor; ism-i Hakem [Allah’ın haklıyı haksızdan ayırdığını, her hakkı yerine getirdiğini ve hüküm sahibi olduğunu ifade eden ismi] ve Hakîmin cilve-i âzamıyla, [büyük yansıma, görüntü] intizamla yanmakları devam ediyor.

Ve hâkezâ, bunlara kıyasen, yüzer fennin herbirisinin kat’î şehadetiyle, noksansız bir intizam-ı ekmel [çok mükemmel düzen] içinde, hadsiz hikmetler, maslahatlarla [amaç, yarar] bu kâinat tezyin [süsleme] edilmiştir. Ve o harika ve ihata[herşeyi kuşatma] hikmetle mecmu-u kâinata verdiği intizam ve hikmetleri, en küçük bir zîhayat [canlı] ve bir çekirdekte, küçük bir mikyasta [ölçü] derc [yerleştirme] etmiştir. Ve malûm ve bedihîdir [açık, aşikâr] ki, intizamla gayeleri ve hikmetleri ve faydaları takip etmek, ihtiyar ile, irade ile, kast ile, meşiet [dilek, arzu] ile olabilir, başka olamaz.

572

İhtiryarsız, iradesiz, kastsız, şuursuz esbab [sebebler] ve tabiatın işi olmadığı gibi, müdahaleleri dahi olamaz.

Demek bu kâinatın bütün mevcudatındaki [var edilenler, varlıklar] hadsiz intizamat [düzenler, dengeler] ve hikmetleriyle iktiza [bir şeyin gereği] ettikleri ve gösterdikleri bir Fâil-i Muhtârı, [kendi iradesiyle faaliyette bulunan, istediğini yapan Allah] bir Sâni-i Hakîmi [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] bilmemek veya inkâr etmek, ne kadar acip bir cehalet ve divanelik olduğu tarif edilmez. Evet, dünyada en ziyade hayret edilecek birşey varsa, o da bu inkârdır. Çünkü kâinatın mevcudatındaki [var edilenler, varlıklar] hadsiz intizâmât [düzenler, tertipler] ve hikmetleriyle vücut ve vahdetine [Allah’ın birliği] şahitler bulunduğu halde Onu görmemek, bilmemek, ne derece körlük ve cehalet olduğunu, en kör cahil de anlar. Hattâ, diyebilirim ki, ehl-i küfrün içinde, kâinatın vücudunu inkâr ettiklerinden ahmak zannedilen Sofestâîler, [kâinatın Yaratıcısını kabul etmemek için herşeyi, hattâ kendini dahi inkâr eden bir felsefî ekole bağlı kimse] en akıllılarıdır. Çünkü, kâinatın vücudunu kabul etmekle Allah’a ve Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] inanmamak kabil [mümkün] ve mümkün olmadığından, kâinatı inkâra başladılar. Kendilerini de inkâr ettiler, “Hiçbir şey yok” diyerek, akıldan istifa ederek, akıl perdesi altında sair münkirlerin [Allah’a inanmayan] hadsiz akılsızlıklarından kurtulup bir derece akla yanaştılar.

DÖRDÜNCÜ NOKTA

Onuncu Sözde işaret edildiği gibi, bir Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] ve gayet hikmetli bir usta, bir sarayın herbir taşında yüzer hikmeti hassasiyetle takip etse, sonra o saraya dam yapmayıp, boşu boşuna harap olmasıyla, takip ettiği hadsiz hikmetleri zayi etmesini hiçbir zîşuur [akıl ve şuur sahibi] kabul etmediği ve bir Hakîm-i Mutlak, [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] kemâl-i hikmetinden, [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] bir dirhem kadar bir çekirdekten yüzer batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] faydaları, gayeleri, hikmetleri dikkatle takip ettiği halde, dağ gibi koca ağaca bir dirhem kadar birtek fayda, birtek küçük gaye, birtek meyve vermek için o koca ağacın pek çok masarıfını [masraflar, giderler] yapmakla, kendi hikmetine bütün bütün zıt ve muhalif olarak, müsrifâne [israf edercesine] bir sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] irtikâp [kötü iş işleme] etmesi hiçbir cihetle imkânı olmadığı gibi; aynen öyle de, bu kâinat sarayının herbir mevcudatına [var edilenler, varlıklar] yüzer hikmet takan ve yüzer vazife ile teçhiz

573

eden, hattâ herbir ağaca meyveleri adedince hikmetler ve çiçekleri adedince vazifeler veren bir Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] kıyameti getirmemekle ve haşri yapmamakla, bütün had ve hesaba gelmeyen hikmetleri ve nihayetsiz vazifeleri mânâsız, abes, boş, faydasız zayi etmesi, o Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] kemâl-i kudretine [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] acz-i mutlak [sınırsız güçsüzlük] verdiği gibi, o Hakîm-i Mutlakın [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] kemâl-i hikmetine [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] hadsiz abesiyet [anlamsızlık] ve faydasızlığı ve o Rahîm-i Mutlakın [herbir varlığa hususî rahmet tecellisi olan sınırsız şefkat ve merhamet sahibi Allah] cemâl-i rahmetine [Allah’ın rahmetinin güzelliği] nihayetsiz çirkinliği ve o Âdil-i Mutlakın [sınırsız adâlet sahibi Allah] kemâl-i adaletine [adaletin mükemmelliği, kusursuzluğu] nihayetsiz zulmü vermek demektir. Adeta, kâinatta herkese görünen hikmet, rahmet, adaleti inkâr etmektir. Bu ise en acip bir muhaldir ki, hadsiz bâtıl şeyler, içinde bulunur.

Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] gelsin, baksın: Gireceği ve düşündüğü kendi kabri gibi, kendi dalâletinde ne derece dehşetli bir zulmet, [karanlık] bir karanlık ve yılanların, akreplerin yuvası bir kuyu olduğunu görsün. Ve âhirete iman ise, Cennet gibi güzel ve nuranî bir yol olduğunu bilsin, imana girsin.

BEŞİNCİ NOKTA

İki Meseledir.

BİRİNCİ MESELE: Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ism-i Hakîmin [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] muktezasıyla, [bir şeyin gereği] herşeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faydalı şekli ehemmiyetle takip ettiği gösteriyor ki, israf, abesiyet, [anlamsızlık] faydasızlık, fıtratta yoktur. İsraf ise, ism-i Hakîmin [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] zıddı olduğu gibi, iktisat onun lâzımıdır ve düstur-u esasıdır. [temel kanun, anayasa]

Ey iktisatsız, israflı insan! Bütün kâinatın en esaslı düsturu [kâide, kural] olan iktisadı [tutumluluk] yapmadığından, ne kadar hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] hareket ettiğini bil; كُلُوا وَاشْرَبُوا وَلاَ تُسْرِفُوا 1 âyeti ne kadar esaslı, geniş bir düsturu [kâide, kural] ders verdiğini anla.

574

İKİNCİ MESELE: İsm-i Hakem ve Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] bedâhet [açıklık] derecesinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletine [elçilik, peygamberlik] delâlet ve istilzam [gerektirme] ediyor denilebilir.

Evet, madem gayet mânidar bir kitap, onu ders verecek bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemal, kendini görecek ve gösterecek bir âyine [ayna] iktiza [bir şeyin gereği] eder. Ve gayet kemalde bir san’at, teşhirci bir dellâl [davetçi, ilan edici] ister. Elbette, herbir harfinde yüzer mânâlar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebîr-i kâinatın [büyük bir kitabı andıran kâinat] muhatabı olan nev-i insan [insan türü, insanlık] içinde, elbette bir rehber-i ekmel, [en mükemmel rehber] bir muallim-i ekber [en büyük öğretmen] bulunacak. Tâ ki, o kitapta bulunan kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve hakikî hikmetleri ders verecek; belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu bildirecek; belki kâinatın hilkatindeki [yaratılış] makasıd-ı Rabbâniyenin [herşeyin Rabbi olan Allah’ın yüce maksatları, gayeleri] zuhuruna, belki husulüne [meydana gelme] vesile olacak; ve umum kâinatta Hâlık [her şeyi yaratan Allah] tarafından gayet ehemmiyetle izharını [açığa çıkarma, gösterme] irade ettiği kemâl-i san’atını, [eksiksiz ve mükemmel san’at] cemâl-i esmâsını [Allah’ın isimlerinin güzelliği] bildirecek, âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] edecek. Ve o Hâlık, [her şeyi yaratan Allah] bütün mevcudatla [var edilenler, varlıklar] kendini sevdirmek ve zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mahlûklarından [varlıklar] mukabele [karşılama; karşılık verme] istediğinden, o zîşuurların [akıl ve şuur sahibi] namına birisi o geniş tezahürât-ı rububiyete [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesinin gözle görülür olması] karşı geniş bir ubudiyetle [Allah’a kulluk] mukabele [karşılama; karşılık verme] edip, ber [kara] ve bahri cezbeye getirecek, semâvat ve arzı çınlatacak bir velvele-i teşhir ve takdisle [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] o zîşuurların [akıl ve şuur sahibi] nazarını o san’atların Sâniine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] çevirecek; ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] dersler ve talimatla bütün ehl-i aklın [akıl sahipleri] kulaklarını kendine çevirecek bir Kur’ân-ı Azîmüşşanla, [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] o Sâni-i Hakem-i Hakîmin [her varlığa hakkını veren, herşeyi hikmetle ve san’atla yaratan Allah] makasıd-ı İlâhiyesini [Allah’ın varlıkları yaratmasındaki maksatları] en güzel bir surette gösterecek; ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürât-ı cemâliye ve celâliyesine [Allah’ın sonsuz güzelliğiyle birlikte heybet ve haşmetinin sürekli bir şekilde kendini göstermesi] karşı en ekmel [daha mükemmel] bir mukabele [karşılama; karşılık verme] edecek bir zât, güneşin vücudu gibi bu kâinata lâzımdır, zarurîdir.

575

Ve öyle eden ve en ekmel [daha mükemmel] bir surette o vazifeleri yapan, bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Öyleyse, güneş ziyayı, ziya gündüzü istilzam [gerektirme] ettiği derecede, kâinattaki hikmetler risalet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) istilzam [gerektirme] eder.

Evet, nasıl ki ism-i Hakem [Allah’ın haklıyı haksızdan ayırdığını, her hakkı yerine getirdiğini ve hüküm sahibi olduğunu ifade eden ismi] ve Hakîmin cilve-i âzamı [büyük yansıma, görüntü] ile, âzamî derecede risalet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] iktiza [bir şeyin gereği] ediyor; öyle de, Esmâ-i Hüsnâdan [Allah’ın en güzel isimleri] Allah, Rahmân, Rahîm, Vedûd, [kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah] Mün’im, [gerçek nimet verici olan Allah] Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Cemîl, [bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olan Allah] Rab gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta görünen bir cilve-i âzamla, [büyük yansıma, görüntü] âzamî derecede ve mertebe-i kat’iyette [kesinlik derecesi] risalet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) istilzam [gerektirme] ederler.

Meselâ, ism-i Rahmân‘ın [Allah’ın Rahmân ismi; kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Allah] cilvesi olan rahmet-i vâsia, [Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti] o Rahmeten li’l-Âlemîn [âlemlere rahmet olarak gönderilen] ile tezahür eder. Ve ism-i Vedûdun [Allah’ın kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenildiğini bildiren ismi] cilvesi olan tahabbüb-ü İlâhî [Allah’ın kendisini sevdirmesi] ve taarrüf-ü Rabbânî, [Allah’ın kendisini tanıtması] o Habib-i Rabbü’l-Âlemîn [Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın sevgilisi, Hz. Muhammed] ile netice verir, mukabele [karşılama; karşılık verme] görür. Ve ism-i Cemîlin [Allah’ın bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olduğunu ifade eden ismi] bir cilvesi olan bütün cemaller, yani, cemâl-i Zât, [Allah’ın Zâtının güzelliği] cemâl-i esmâ, [Allah’ın isimlerinin güzelliği] cemâl-i san’at, [Allah’ın san’atının güzelliği] cemâl-i masnuat [Allah’ın yaratıklarındaki sanatkârane, mükemmel, kusursuz güzellikler] o âyine-i Ahmediyede [Hz Muhammed’in (a s m ) Allah’ın bütün güzelliklerini yansıtan bir ayna olması] görülür, gösterilir. Ve haşmet-i rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] ve saltanat-ı ulûhiyetin [bütün varlıkların tek İlâhı olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı] cilveleri dahi, o dellâl-ı saltanat-ı rububiyet [Allah’ın rububiyet saltanatının ilâncısı] olan zât-ı Ahmediyenin [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] risaletiyle [elçilik, peygamberlik] bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir. Ve hâkezâ, bu misaller gibi, ekser Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] herbiri, risalet-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) birer parlak burhandır. [delil]

Elhasıl, [kısaca, özetle] madem kâinat mevcuttur ve inkâr edilmiyor. Elbette kâinatın renkleri,

576

ziynetleri, ışıkları, ziyaları, san’atları, hayatları, rabıtaları [bağ] hükmünde olan hikmet, inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] rahmet, cemal, nizam, mizan, [ölçü] ziynet gibi meşhud [görünen] hakikatler, hiçbir cihetle inkâr edilmez. Madem bu sıfatların, fiillerin inkârı mümkün değildir. Elbette o sıfatların mevsufu [bir sıfatla nitelenen] ve o fiillerin fâili [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] ve o ziyaların güneşi olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücud, [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Rahîm, Cemîl, [bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olan Allah] Hakem, [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] Adl [adalet] dahi hiçbir cihetle inkâr edilmez ve inkârı kabil [mümkün] olmaz. Ve elbette o sıfatların ve o fiillerin medar-ı zuhurları, belki medar-ı kemalleri, belki medar-ı tahakkukları olan rehber-i ekber, [en büyük rehber] muallim-i ekmel ve dellâl-ı âzam ve tılsım-ı kâinatın [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] keşşafı [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] ve âyine-i Samedânî [hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herşey Kendisine muhtaç olan Allah’ın eserlerini gösteren ayna] ve Habib-i Rahmânî [sonsuz merhamet sahibi ve yarattığı bütün varlıklara şefkatle rızıklarını veren Allah’ın en sevdiği kulu olan Hz. Muhammed] olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın risaleti [elçilik, peygamberlik] hiçbir cihetle inkâr edilmez. Âlem-i hakikatin ve hakikat-i kâinatın [kâinatın iç yüzündeki hakikat, gerçek] ziyaları gibi, bunun risaleti [elçilik, peygamberlik] dahi, kâinatın en parlak bir ziyasıdır.

عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ اْلاَيَّامِ وَذَرَّاتِ اْلاَنَامِ * 1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

ba

577

Otuzuncu Lem’anın [parıltı] Dördüncü Nüktesi [derin anlamlı söz]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ * 1

âyetinin bir nüktesini [derin anlamlı söz] ve Vâhid [bir] ve Ehad [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] isimlerini tazammun [içerme, içine alma] eden bir İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] veya İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] altı nurundan bir nuru olan Ferd isminin bir cilvesi, Şevvâl-i Şerifte [Miladî aylardan onuncusu; Ramazan’dan sonra gelen ay] Eskişehir Hapishanesinde bana göründü. O cilve-i âzamın [büyük yansıma, görüntü] tafsilâtını [ayrıntılar] Risale-i Nur’a havale edip, burada muhtasar [kısa] yedi işaretle, ism-i Ferdin [Allah’ın eşi benzerinin olmadığını, tek olduğunu ifade eden ismi] tecellî-i âzamıyla [en büyük tecelli, görünüm] gösterdiği tevhid-i hakikîyi [araştırarak, delilleriyle Allah’ın birliğini kabul etme] gayet muhtasar [kısa] beyan edeceğiz.

BİRİNCİ İŞARET

Ferd İsm-i Âzamı, [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] âzamî bir tecellî ile kâinatın heyet-i mecmuasına [birşeyin geneli, bütün] ve herbir nev’ine ve herbir ferdine birer sikke-i tevhid, [Allah’ın birliğini gösteren işaret, damga] birer hâtem-i vahdâniyet [Allah’ın bir olduğunu ve ortağının bulunmadığını gösteren mühür] koyduğunu, Yirmi İkinci Söz ile Otuz Üçüncü Mektup tafsilen göstermişlerdir. Burada, yalnız üç sikkeye [mühür] işaret edeceğiz.

BİRİNCİ SİKKE: Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet [Allah’ın birliğini gösteren damga] koymuştur ki, kâinatı tecezzî [bölünme, parçalanma] kabul etmez bir küll [bütün] hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zât, hiçbir cüz’üne hakikî mâlik olamaz. O sikke [mühür] de şudur:

Kâinatın mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] envâları en muntazam bir fabrika çarkları gibi birbirine muavenet [yardım] eder, birbirinin vazifesini tekmile [mükemmelleştirme, geliştirme] çalışır. Öyle bir tesanüd, [dayanışma] öyle birbirine muavenet, [yardım] öyle birbirinin sualine cevap vermek ve birbirinin imdadına koşmak ve birbirine sarılmak, birbiri içine girmek suretiyle öyle bir vahdet-i vücut [farklı şeylerin tek bir varlıkta bir araya gelmesi]

578

teşkil ediyorlar ki, bir insanın cesedindeki unsurlar gibi, birbirinden kabil-i tefrik olmaz. Bir unsurun dizginini tutan, umumun dizginlerini tutamazsa, o tek unsurun dizginini zaptedemez.

İşte, kâinatın simasındaki bu teavün, [yardımlaşma] tesanüd, [dayanışma] tecavüb, [birbirine cevap verme] teanuk, pek parlak bir sikke-i kübrâ-yı vahdettir.

İKİNCİ SİKKE: Zeminin yüzünde ve bahar simasında öyle bir parlak hâtem-i ehadiyet [Allah’ın her bir varlıkta birliğini gösteren mührü] ve sikke-i vahdâniyet, [Allah’ın Zâtının bir olduğunu gösteren mühür] ism-i Ferdin [Allah’ın eşi benzerinin olmadığını, tek olduğunu ifade eden ismi] cilvesiyle görünüyor ki, küre-i arzın [yer küre, dünya] yüzünde bütün zîhayatı [canlı] bütün efradıyla [bireyler] ve ahval [durumlar] ve şuûnâtıyla [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] idare etmeyen ve umumunu birden görmeyen ve bilmeyen ve icad etmeyen bir zat icad cihetinde hiçbir şeye karışmadığını ispat ediyor. O sikke [mühür] de şudur:

Zeminin yüzünde madenî maddelerin, unsurların ve câmidat mahlûkatın gayet muntazam, fakat gizli sikkelerinden [mühür] kat-ı nazar, [bakmama, dikkate almama] yalnız iki yüz bin hayvânat taifelerinin ve iki yüz bin nebâtat [bitkiler] envâının [tür] atkı ipleriyle dokunan nakış[işleme] şu sikkeye [mühür] bak ki: Birden, bahar mevsiminde, zeminin yüzünde, birbiri içinde, beraber, ayrı ayrı şekilleri, ayrı ayrı hizmetleri, ayrı ayrı rızıkları, ayrı ayrı cihazatları, hiçbirini şaşırmayarak, yanlış etmeyerek, nihayet karışıklık içinde nihayet derecede temyiz ve tefrikle, gayet hassas bir mizanla, [ölçü] herbir şeye lâzım olan herşeyleri külfetsiz, tam vaktinde, umulmadığı yerden verildiğini gözümüzle gördüğümüzden, zeminin simasında o keyfiyet, o tedbir, o idare öyle bir hâtem-i vahdâniyet [Allah’ın bir olduğunu ve ortağının bulunmadığını gösteren mühür] ve öyle bir sikke-i ehadiyettir [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] ki, bütün o mevcudatı [var edilenler, varlıklar] birden hiçten icad edip beraber idare etmeyen bir zât, rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve icad cihetiyle hiçbir şeye karışamaz. Çünkü karışmış olsa, o hadsiz geniş muvazene-i idare bozulacak. Fakat insanların o kavânîn-i rububiyetin [Allah’ın herbir varlığa, yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması ile ilgili kanunlar] hüsn-ü cereyanlarına, [güzel gidişat] yine emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ile, sûrî [görünüşte] bir hizmeti var.

579

ÜÇÜNCÜ SİKKE:İnsanın yüzünde… Belki insanın yüzü öyle bir sikke-i ehadiyettir [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] ki, Âdem zamanından tâ kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün efrad-ı insaniye [insan fertleri] birden nazar-ı mütalâasında [dikkatlice bakıp anlamaya çalışmak] bulunmayan; ve herbirine karşı o tek yüzde birer alâmet-i farika [ayırt edici işaret] koymayan ve o küçük yüzde hadsiz alâmet-i farika [ayırt edici işaret] bırakmayan bir sebep, birtek insanın yüzündeki hâtem-i vahdâniyete [Allah’ın bir olduğunu ve ortağının bulunmadığını gösteren mühür] icad cihetiyle el uzatamaz.

Evet, insanın yüzüne o sikkeyi [mühür] koyan Zât, elbette bütün efrad-ı insaniye [insan fertleri] nazar-ı şuhudunda [bakıp şahit olma] ve daire-i ilmindedir ki, herbir insanın siması göz, kulak, ağız gibi âzâ-yı esasîde [temel organlar] birbirine benzediği halde, birer alâmet-i farika [ayırt edici işaret] ile hiçbirisine tamam benzemez. Nasıl ki o simada göz, kulak gibi âzâların umum efradında [bireyler] birbirine benzemesi, o nev-i insanın [insan türü, insanlık] Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] bir ve vâhid [bir] olduğuna şehadet eden bir sikke-i tevhiddir; [Allah’ın birliğini gösteren işaret, damga] öyle de, hukuk-u insaniyenin [insan hakları] muhafazası için sair envâın [tür] fevkinde [üstünde] olarak o simalarda birbirine iltibas [karıştırma] olmamak ve birbirinden tefriki için, hikmetli pek çok alâmet-i farika [ayırt edici işaret] ile iftirakları, [ayrılık] o Sâni-i Vâhidin [bir ve tek olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] iradesini, ihtiyarını ve meşietini [dilek, arzu] göstermekle beraber, ayrı ve çok dakik [derin ve ince] bir sikke-i ehadiyet [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] oluyor ki, bütün insanları, hayvanları, belki kâinatı halk etmeyen bir zât, bir sebep, o sikkeyi [mühür] koyamaz.

İKİNCİ İŞARET

Kâinatın âlemleri, envâları ve unsurları öyle birbiri içine girift [karmaşık, iç içe] olarak girmiştir ki, kâinatın heyet-i mecmuasına [birşeyin geneli, bütün] mâlik olmayan bir sebep, hiçbir nev’ine, hiçbir unsuruna hakikî tasarruf edemez. Adeta ism-i Ferdin [Allah’ın eşi benzerinin olmadığını, tek olduğunu ifade eden ismi] cilve-i vahdeti, [Allah’ın birliğinin yansıması, görünmesi] bütün kâinatı bir vahdet [Allah’ın birliği] içine almış, herşey o vahdeti [Allah’ın birliği] ilân ediyor.

Meselâ, bu kâinatın lâmbası olan güneşin bir olması, umum kâinat birinin olmasına işaret ettiği gibi; zîhayatların [canlı] çevik ve çalak [hızlı hareket eden] hizmetçileri olan hava unsuru bir olması; ve aşçıları olan ateş bir olması; ve zemin bahçesini sulayan bulut

580

süngeri bir olması; ve umum zîhayatın [canlı] imdadına yetişen yağmur bir olması ve her yere yetişmesi; ve ekser hayvânat ve nebâtat [bitkiler] taifelerinin herbirisi umum zemin yüzünde serbest yayılmaları, vahdet-i nev‘iyeleri [tür birliği] ve meskenleri bir bulunması gayet kat’î bir surette işaretler, şehadetlerdir ki, meskenleriyle beraber umum o mevcudat, [var edilenler, varlıklar] birtek Zâtın malı olduğuna delâlet ederler.

İşte buna kıyasen, bütün kâinatın böyle birbirine girift [karmaşık, iç içe] olan envâları mecmu-u kâinatı öyle bir küll [bütün] hükmüne getirmiştir ki, icad cihetiyle tecezzî [bölünme, parçalanma] kabul etmez. Umum kâinata hükmü geçmeyen bir sebep, rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] cihetiyle ve icad keyfiyetiyle hiçbir şeye hükmedemez ve birtek zerreye rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] dinlettiremez.

ÜÇÜNCÜ İŞARET

İsm-i Ferdin tecellî-i âzamıyla [en büyük tecelli, görünüm] kâinatı birbiri içinde hadsiz mektubat-ı Samedâniye [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] hükmüne getirip, her mektupta hadsiz hâtem-i vahdâniyet [Allah’ın bir olduğunu ve ortağının bulunmadığını gösteren mühür] ve pek çok mühr-ü ehadiyet [Allah’ın birliğinin herbir varlıkta ayrı ayrı tecellî ettiğini gösteren mühür] basılmış gibi, herbir mektubun kelimâtı [kelimeler] adedince ehadiyet mühürlerini taşıyor ve o mühürlerin adedince kâtibini gösteriyor.

Evet, herbir çiçek, herbir meyve, herbir ot, hattâ herbir hayvan, herbir ağaç, birer mühr-ü ehadiyet [Allah’ın birliğinin herbir varlıkta ayrı ayrı tecellî ettiğini gösteren mühür] ve birer sikke-i samediyet [Allah’ın hiç birşeye muhtaç olmadığını, fakat herşeyin Kendisine muhtaç olduğunu gösteren mühür] olduklarını ve bulundukları mekân ise, bir mektup suretini alması cihetiyle herbiri bir imza şeklini alır, o mekânın kâtibini gösteriyor. Meselâ, bir bahçede bir sarı çiçek, o bahçe nakkaşının [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] bir mührü hükmündedir. O çiçek mührü kimin ise, bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, o Zâtın kelimeleri hükmünde olduğuna ve o bahçe dahi Onun yazısı olduğuna, açık bir surette delâlet ediyor.

Demek oluyor ki, herbir şey, umum eşyayı Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] isnad edip âzamî bir tevhide işaret ediyor.

DÖRDÜNCÜ İŞARET

İsm-i Ferdin cilve-i âzamı [büyük yansıma, görüntü] güneş gibi zâhir olmakla beraber, vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde

581

bir mâkuliyet [akla uygunluk] ve hadsiz bir kolaylıkla kabul edilir. Ve o cilvenin muhalifi ve zıddı olan şirk, nihayet derecede müşkül [zorluk] ve akıldan gayet derecede uzak, belki muhal ve mümteni [imkansız] derecesinde olduğunu ispat eden çok burhanlar, [delil] Risale-i Nur’un eczalarında beyan edilmiş. Şimdilik o delillerdeki o noktaların tafsilâtını [ayrıntılar] o risalelere havale edip, yalnız üç noktasını burada beyan edeceğiz.

BİRİNCİSİ: Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerin [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] âhirlerinde icmâlen [özet] ve Yirminci Mektubun âhirinde tafsilen, gayet kat’î burhanlarla [delil] ispat etmişiz ki, Zât-ı Ferd [her yönüyle tek ve benzersiz olan Zât, Allah] ve Ehadin [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] kudretine nisbeten en büyük şeyin icadı, en küçük birşey gibi kolaydır. Bir baharı, bir çiçek gibi suhuletle [kolaylıkla] halk eder. Binler haşrin nümunelerini, her baharda gözümüz önünde kolaylıkla icad eder. Büyük bir ağacı, küçük bir meyve gibi rahatça idare eder. Eğer müteaddit [bir çok] esbaba havale edilse, herbir meyve, bir ağaç kadar masraflı ve müşkülâtlı ve bir çiçek, bir bahar kadar zahmetli ve suubetli [zorluk] olur.

Evet, nasıl ki bir ordunun teçhizat-ı askeriyesi [askeri donanım] bir kumandanın emriyle bir fabrikada yapılsa, o ordunun teçhizatı, adeta birtek neferin [asker] teçhizatı gibi kolaylaşır; eğer her neferin [asker] cihazatı ayrı ayrı fabrikada yapılsa ve idare-i askeriyesi [askerlerin idaresi] vahdetten [Allah’ın birliği] kesrete [çokluk] girse, o vakit herbir nefer, [asker] ordu kadar fabrikalar ister. Aynen öyle de, eğer herşey Zât-ı Ferd [her yönüyle tek ve benzersiz olan Zât, Allah] ve Ehade verilse, bütün bir nev’in hadsiz efradı, [bireyler] birtek fert gibi kolay olur. Eğer esbaba verilse, herbir fert, o nevi kadar müşkülâtlı olur.

Evet, vahdet [Allah’ın birliği] de, ferdiyet de, herşeyin o Zât-ı Vâhide [bir ve tek olan Zât, Allah] intisabıyla [bağlanma, mensup olma] olur ve Ona istinad eder. Ve bu istinad ve intisap [bağlanma] ise, o şey için hadsiz bir kuvvet, bir kudret hükmüne geçebilir. O vakit küçük birşey, o intisap [bağlanma] ve istinad kuvvetiyle, binler derece kuvvet-i şahsiyesinin [kişisel kuvvet] fevkinde [üstünde] işler görebilir, neticeler verebilir. Ve çok kuvvetli olan, Ferd ve Ehade istinad ve intisap [bağlanma] etmeyen birşey, kendi şahsî kuvvetine göre küçük işler görebilir ve neticesi ona göre küçülür.

Meselâ, nasıl ki başıbozuk, gayet cesur, kuvvetli bir adam, kendi cephanesini ve zahîresini [azık] beraberinde ve belinde taşımaya mecbur olduğundan, ancak on adam düşmanına karşı muvakkat [geçici] dayanabilir. Çünkü şahsî kuvveti o kadar eser

582

gösterebilir. Fakat askerlik tezkeresiyle bir kumandan-ı âzama [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] intisap [bağlanma] ve istinat eden bir adam, kendi menâbi-i kuvvetini ve erzak deposunu kendisi çekmediği ve taşımaya mecbur olmadığı için, o intisap [bağlanma] ve istinat, onun için tükenmez bir kuvvet, bir hazine hükmüne geçtiğinden, mağlûp düşen düşman ordusunun bir müşirini, [mareşal] belki binler adamla beraber, o intisap [bağlanma] kuvvetiyle esir edebilir.

Demek vahdette, [Allah’ın birliği] ferdiyette, bir karınca bir Firavunu, bir sinek bir Nemrut’u, bir mikrop bir cebbarı [zorba] o intisap [bağlanma] kuvvetiyle mağlûp edebildiği gibi, nohut tanesi küçüklüğünde bir çekirdek dahi, dağ gibi heybetli bir çam ağacını omuzunda taşıyabilir. Evet, nasıl ki bir kumandan-ı âzam, [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] bir neferin [asker] imdadına bir orduyu gönderebilir haysiyetiyle o neferin [asker] arkasında bir orduyu tahşid [kuvvetlendirme, destekleme] edebildiği cihetiyle, o nefer, [asker] bir ordu kendisinin arkasında mânen bulunuyor gibi bir kuvvet-i mâneviye [mânevî güç] ile, pek büyük işlere, kumandanı namına mazhar [erişme, nail olma] olur. Öyle de, Sultan-ı Ezelî [hüküm ve saltanatının başlangıcı olmayan Allah] Ferd ve Ehad [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] olduğundan hiçbir cihetle ihtiyaç yok, eğer farazâ ihtiyaç olsa herşeyin imdadına bütün eşyayı gönderir ve herbir şeyin arkasına kâinat ordusunu tahşid [kuvvetlendirme, destekleme] eder ve herbir şey kâinat kadar bir kuvvete dayanır ve herbir şeye karşı bütün eşya—faraza, eğer ihtiyaç olsa—o Kumandan-ı Ferdin kuvveti hükmüne geçebilir. Eğer ferdiyet olmazsa, herbir şey bütün bu kuvveti kaybeder, hiç hükmüne sukut [alçalış, düşüş] eder, neticeleri dahi hiçe iner.

İşte, gözümüzle her vakit müşahede ettiğimiz bu çok harika eserlerin gayet küçük, ehemmiyetsiz şeylerden tezahürü, bilbedâhe [açık bir şekilde] ferdiyet ve ehadiyeti [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] gösteriyor. Yoksa herşeyin neticesi, meyvesi, eseri, o şeyin maddesi ve kuvveti gibi küçülerek hiçe inecekti. Ve gözümüz önündeki gayet kıymettar şeylerin gayet derecede ucuzluğu ve nihayet derecede mebzuliyeti, [çok bulunan, bol] hiç kalmayacaktı. Şimdi kırk parayla alacağımız bir kavunu, bir narı, kırk bin lirayla da yiyemezdik.

Evet, dünyadaki bütün suhulet, [kolaylık] bütün ucuzluk, bütün mebzuliyet [bolluk] vahdetten [Allah’ın birliği] gelir ve ferdiyete şehadet eder.

İKİNCİ NOKTA: Mevcudat [var edilenler, varlıklar] iki vecihle [yön] icad ediliyor. Biri ibdâ’ [var etme] ve ihtirâ’ [bir şeyin hiçten, yaratılması] tabir edilen hiçden icaddır. Diğeri, inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ve terkip [birleşim, sentez] tabir edilen, mevcut olan anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler]

583

ve eşyadan toplamak suretiyle ona vücut vermektir. Eğer cilve-i ferdiyete ve sırr-ı ehadiyete [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] göre olsa, hadsiz derece bir suhulet, [kolaylık] belki vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde bir kolaylık olur. Eğer ferdiyete verilmezse, hadsiz derece müşkül [zorluk] ve gayr-ı mâkul, [akla aykırı] belki imtinâ derecesinde bir suûbet [zorluk] olacak. Halbuki, kâinattaki mevcudat, [var edilenler, varlıklar] nihayet derecede külfetsiz olarak ve suhuletle [kolaylıkla] ve kolaylıkla, gayet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri, cilve-i ferdiyeti bilbedâhe [açık bir şekilde] gösteriyor ve herşey doğrudan doğruya Zât-ı Ferd-i Zülcelâlin [sonsuz büyüklük sahibi, tek ve benzersiz olan Zât, Allah] san’atı olduğunu ispat ediyor.

Evet, eğer eşya Ferd-i Vâhide verilse, bir kibrit çakar gibi, eserleriyle azameti anlaşılan o nihayetsiz kudretiyle, hiçten icad eder. Ve ihatalı, [herşeyi kuşatma] nihayetsiz ilmiyle, herşeye mânevî bir kalıp hükmünde bir miktar tayin eder. Ve o âyine-i ilmindeki herşeyin suretine ve plânına göre, kolayca, herbir şeyin zerreleri o kalıb-ı ilmî içine yerleşir, muntazaman vaziyetlerini muhafaza ederler.

Eğer etraftan zerreleri toplamak lâzım gelse de, ilmî kanunların ve kudretin ihata[herşeyi kuşatma] düsturları [kâide, kural] cihetiyle, o zerreler, kanun-u ilmî [ilmî kanun] ve sevk-i kudretî ile bağlanmaları haysiyetiyle, mutî [emre uyan] bir ordunun neferâtı [asker] gibi muntazaman, kanun-u ilmî [ilmî kanun] ve sevk-i kudretî ile gelip o şeyin vücudunu ihata [herşeyi kuşatma] eden kalıb-ı ilmî ve miktar-ı kaderî [Allah tarafından kader çerçevesinde takdir edilmiş, belirlenmiş ölçü] içine girip, kolayca vücudunu teşkil ederler. Belki âyinedeki aksin fotoğraf vasıtasıyla kâğıt üstüne vücud-u haricî [dış dünya, görünen varlık âlemi] giymesi veyahut görünmeyen bir yazıyla yazılan bir mektuba gösterici maddeyi sürmekle görünmesi gibi, Ferd-i Vâhidin ilm-i ezelîsinin [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] âyinesinde bulunan mahiyet-i eşyaya ve suver-i mevcudata, gayet suhuletle, [kolaylıkla] kudret onlara vücud-u haricî [dış dünya, görünen varlık âlemi] giydirir. Ve âlem-i mânâdan [maddî gözle görünmeyen mânevî âlem] âlem-i zuhura getirir, gözlere gösterir.

Eğer Ferd-i Vâhide verilmezse, bir sineğin vücudunu rû-yi zeminin [yeryüzü] etrafından ve anâsırından, [kâinattaki unsurlar, elementler] gayet hassas bir mizanla [ölçü] toplamak, adeta yeryüzünü ve unsurları

584

eleyip her taraftan o mahsus vücudun mahsus zerrelerini getirerek san’atlı vücudunda muntazam yerleştirmek için maddî kalıp, belki âzâları adedince kalıplar bulunmak ve o vücuttaki duygular ve ruh gibi ince, dakik, [derin ve ince] mânevî letâifi [duygular] dahi mizan-ı mahsusla [özel ölçü] mânevî âlemlerden celb [çekme] etmek lâzım gelir. İşte bu surette bir sineğin icadı kâinat kadar müşkülâtlı olur. Yüz derece müşkül müşkül içinde, belki muhal [bâtıl, boş söz] muhal [bâtıl, boş söz] içinde olacak. Çünkü Hâlık-ı Ferdden başka hiçbir şey, hiçten ve ademden icad edemediğine bütün ehl-i din [din sahipleri, dindarlar] ve ehl-i fen [bilim adamları] ittifak ediyorlar. Öyleyse, esbab [sebebler] ve tabiata havale edilse, herşeye, ekser eşyadan toplamak suretiyle vücut verilebilir.

ÜÇÜNCÜ NOKTA: Eğer bütün eşya bir Zât-ı Ferd-i Vâhide verilse, birtek şey gibi kolay olmasına; eğer esbaba ve tabiata havale edilse, birtek şeyin vücudu, umum eşya kadar müşkülâtlı olduğuna işaret eden, başka risalelerde izah edilen iki üç temsili muhtasaran [kısa] beyan edeceğiz.

Meselâ: Bir zabite, [subay] bin nefere [asker] ait vaziyet ve idare havale edilse ve bir nefer [asker] de on zabitin [subay] idaresine verilse, o bir neferin [asker] idaresi, bir taburun idaresinden on derece daha müşkülâtlı olur. Çünkü ona emredenler birbirine mâni olurlar; bir keşmekeşle, o nefer [asker] hiçbir istirahat yüzünü görmeyecek. Hem bir taburdan matlup [istek] vaziyet ve netice birtek zabite [subay] havale edilse, külfetsiz, kolayca o neticeyi istihsal [elde etme, ele geçirme] eder ve o vaziyeti verebilir. Eğer o vaziyeti almayı ve o neticeyi istihsal [elde etme, ele geçirme] etmeyi, o taburdaki başsız, âmirsiz, çavuşsuz neferâta [asker] havale edilse, o matlup [istek] vaziyeti ve neticeyi almak için, çok karışıklık içinde münakaşalarla, ancak nâkıs [eksik] bir sureti, müşkülâtla tahsil edebilir.

İkinci temsil: Meselâ, Ayasofya gibi kubbeli [yarım küre şeklinde olan çatı] bir camiin kubbesindeki [yarım küre şeklinde olan çatı] taşlarını durdurmak vaziyeti ve muallâkta [yüce] durdurması bir ustaya verilse, o vaziyeti onlara kolayca verebilir. Eğer o vaziyete girmesi taşlara havale edilse, herbir taş, umum taşlara hem hâkim-i mutlak, [herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan] hem mahkûm-u mutlak [her yönüyle mahkum olmak] olmak lâzım gelir— tâ ki,

585

birbirine baş başa verip muallâkta [yüce] durabilsinler. O halde, o ustanın kolayca gördüğü işini görmek için, yüz usta kadar, yüz derece işinden daha ziyade işler görülecek, sonra o vaziyetler alınacak.

Üçüncü temsil: Meselâ küre-i arz, [yer küre, dünya] Zât-ı Ferd-i Vâhidin bir memuru, bir neferi olduğundan, yalnız o birtek nefer, o tek Zâtın tek emrini dinlediği için, mevsimlerin husulü [meydana gelme] ve gece ve gündüz vakitlerinin vücudu ve semâvattaki ulvî ve haşmetli harekâtın zuhuru ve sinemavâri semâvî levhaların tebdili [başka bir şeyle değiştirme] gibi neticeleri istihsal [elde etme, ele geçirme] için, arz gibi birtek nefer, [asker] birtek Zâtın birtek emrini almakla, o vazifenin neş’esinden gelen bir cezbe ile, meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] Mevlevî gibi iki hareketiyle semâa kalkar, bütün o muhteşem neticelerin husulüne [meydana gelme] ve zuhuruna vesile olur. Güya o tek nefer, [asker] kâinat yüzündeki muhteşem manevraya bir kumandanlık eder.

Eğer hâkimiyet-i ulûhiyeti [Allah’ın sınırsız egemenliği] ve saltanat-ı rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] umum kâinatı ihata [herşeyi kuşatma] eden ve hüküm ve emri umum mevcudata [var edilenler, varlıklar] geçen bir Zât-ı Ferde [her yönüyle tek ve benzersiz olan Zât, Allah] verilmezse, o halde o neticeleri, o semâvî manevrayı ve arzî mevsimleri tahsil etmek için, küre-i arzdan [yer küre, dünya] bin defa büyük milyonlarla yıldızlar ve küreler, milyonlar sene uzun bir mesafeyi her yirmi dört saatte, herbir senede gezmekle o neticeler gösterilebilir.

İşte, küre-i arz [yer küre, dünya] gibi birtek memur, meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] bir Mevlevî gibi mihveri ve medârı [kaynak, dayanak] üstünde iki hareketle hâsıl olan o haşmetli neticelerin husulü [meydana gelme] ise, vahdette [Allah’ın birliği] ne derece hadsiz suhulet [kolaylık] olduğuna bir misal olması gibi, aynı neticeleri kazanmak için milyonlar defa o hareketten daha müşkül [zorluk] ve hadsiz uzun yollarla o neticeleri kazanmak ne derece müşkülâtlı, belki muhal [bâtıl, boş söz] olduğuna, şirk ve küfrün [inançsızlık, inkâr] yolunda ne derece muhaller, bâtıl şeyler bulunduğuna misaldir.

Esbaba tapanların ve tabiatperestlerin cehaletlerine bu misalle bak. Meselâ, “Bir zât, harika bir fabrikanın veya acip bir saatin veya muhteşem bir sarayın veya mükemmel bir kitabın gayet muntazam bir surette eczalarını, çarklarını

586

fevkalâde san’atıyla hazır ettikten sonra, kendisi kolayca o eczaları terkip [birleşim, sentez] edip işletmeyerek, belki çok uzun masraflarla o eczaları kendi kendine işlemek ve usta yerine fabrikayı, sarayı, saati yapmak, kitabı yazmak için herbir cüz’ü, herbir çarkı, hattâ kâğıdı, kalemi birer harika makine hükmüne getiriyor ve teşhirini çok istediği bütün hünerlerini, kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] izhara [açığa çıkarma, gösterme] vesile olan o üstadlığını ve san’atını onlara havale ediyor” diye zannetmek, ne derece akıldan uzak ve cehalet olduğunu anlarsın. Aynen öyle de, esbaba ve tabiatlara icad isnad edenler, muzaaf [kat kat] bir cehalete düşerler. Çünkü tabiatların ve sebeplerin üstünde dahi gayet muntazam bir eser-i san’at [san’at eseri] var; onlar da sair mahlûkat gibi masnudurlar. Onları öyle yapan Zât, onların neticelerini dahi yapar, beraber gösteriyor. Çekirdeği yapan, onun üstünde ağacı o yapar. Ve ağacı yapan, onun üstünde meyveleri dahi o icad eder. Yoksa, ayrı ayrı tabiatların, sebeplerin vücuda gelmeleri için, yine muntazam başka tabiatları, sebepleri isteyecekler. Ve hâkezâ, git gide, nihayetsiz, mânâsız, imkânsız bir silsile-i mevhûmâtı mevcut kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, cehaletlerin en antikasıdır.

BEŞİNCİ İŞARET

Çok yerlerde kat’î delillerle ispat etmişiz ki, hâkimiyetin en esaslı hassası istiklâldir, infiraddır. [tek başına olma] Hattâ hâkimiyetin zayıf bir gölgesi, âciz insanlarda dahi, istiklâliyetini [bağımsızlık] muhafaza etmek için, gayrın müdahalesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez. Çok padişahlar, bu redd-i müdahale haysiyetiyle mâsum evlâtlarını ve sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler. Demek, hakikî hâkimiyetin en esaslı hassası ve infikâk [ayrılma, ayrı düşme] kabul etmez bir lâzımı ve daimî bir mukteza[bir şeyin gereği] istiklâldir, infiraddır, [tek başına olma] gayrın müdahalesini reddir.

İşte bu çok esaslı hassa [duyular] içindir ki, rububiyet-i mutlaka [Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] derecesindeki hâkimiyet-i İlâhiye, gayet şiddetle şirki ve iştiraki ve müdahale-i gayrı [başkasının müdahalesi] reddettiğinden, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] dahi gayet hararetle ve şiddetle ve pek çok tekrarla tevhidi gösterip şirki, iştiraki azîm tehditlerle reddediyor.

587

İşte, rububiyetteki [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] hâkimiyet-i İlâhiye, tevhid ve vahdeti [Allah’ın birliği] kat’î bir surette iktiza [bir şeyin gereği] ettiği ve gayet kuvvetli bir dâîyi ve gayet şiddetli bir muktazîyi [gerekçe] gösterdiği gibi, kâinat yüzündeki nihayet derecede mükemmel ve mecmu-u kâinattan, yıldızlardan tut, tâ nebâtat, [bitkiler] hayvânat, maâdin, [madenler] tâ cüz’iyat ve efrada [bireyler] ve zerrelere kadar görünen intizam-ı ekmel [çok mükemmel düzen] ve insicam-ı ecmel, [çok güzel uyumluluk, hiç pürüzü olmama] o ferdiyete, o vahdete [Allah’ın birliği] hiçbir cihetle şüphe getirmez bir şahid-i âdil, [âdaletli şahit] bir burhan-ı bâhirdir. [açık delil] Çünkü gayrın müdahalesi olsa, bu gayet hassas nizam ve intizam ve muvazene-i kâinat [kâinat dengesi] elbette bozulacaktı ve intizamsızlık eseri görünecekti.

لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا 1 âyetinin sırrıyla, bu harika, mükemmel nizam-ı kâinat karışacaktı ve fesada girecekti. Halbuki, فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ 2âyetiyle, zerrattan [atomlar]seyyârâta, [gezegenler] ferşten [yer] tâ Arşa kadar hiçbir cihetle kusur ve noksan ve müşevveşiyet [düzensizlik, karışıklık] eseri görülmediğinden, gayet parlak bir surette, bu nizam-ı kâinat ve şu intizam-ı mahlûkat ve şu muvazene-i mevcudat, ism-i Ferdin [Allah’ın eşi benzerinin olmadığını, tek olduğunu ifade eden ismi] cilve-i âzamını [büyük yansıma, görüntü] gösterip vahdete [Allah’ın birliği] şehadet eder.

Hem cilve-i ehadiyet [Allah’ın birliğinin herbir şeyde görünmesi] sırrıyla, en küçük bir zîhayat [canlı] mahlûk, kâinatın bir misal-i musağğarası [küçültülmüş nümune] ve küçük bir fihristesi hükmünde olduğundan, o tek zîhayata [canlı] sahip çıkan, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] tutan Zât olabilir. Ve bir çekirdek, hilkatçe bir ağaçtan geri olmadığı ve bir ağaç küçük bir kâinat hükmünde olduğu, herbir zîhayat [canlı] dahi küçük bir kâinat ve küçük bir âlem hükmünde olduğundan, bu sırr-ı ehadiyet [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] cilvesi, şirk ve iştiraki muhal [bâtıl, boş söz] derecesine getiriyor.

588

Bu kâinat, o sırla, değil yalnız tecezzî [bölünme, parçalanma] kabul etmez bir külldür; belki mahiyetçe, [nitelikçe, özellikçe] inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] ve iştiraki ve tecezzîsi [bölünme, parçalanma] imkânsız ve müteaddit [bir çok] elleri kabul etmez bir küllî hükmüne geçtiğinden, ondaki her cüz, bir cüz’î [ferdî, küçük] ve bir ferdi hükmünde ve o küll [bütün] dahi bir küllî hükmünde olduğundan, hiçbir cihetle iştirakin imkânı olmuyor. Bu ism-i Ferdin [Allah’ın eşi benzerinin olmadığını, tek olduğunu ifade eden ismi] cilve-i âzamı, [büyük yansıma, görüntü] hakikat-i tevhidi, bu sırr-ı ehadiyetle [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] bedâhet [açıklık] derecesinde ispat ediyor.

Evet, kâinatın envâları birbiri içine girift [karmaşık, iç içe] olması ve kenetleşmesi ve herbirinin vazifesi umuma baktığı cihetle, kâinatı, rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve icad noktasında tecezzî [bölünme, parçalanma] kabul etmez bir küll [bütün] hükmüne getirdiği misilli, [benzer] kâinatta faaliyet gösteren ef’âl-i umumiye-i muhîta [herşeyi kuşatan genel fiiller, işler] dahi, birbirinin içinde tedahül [iç içe geçme] cihetiyle, yani, meselâ hayat vermek fiili içinde, aynı anda iaşe ve terzik [rızık verme, besleme] fiili görünüyor. Ve o iaşe, ihyâ [diriltme, hayat verme] fiilleri içinde, aynı zamanda o zîhayatın [canlı] cesedini tanzim, teçhiz fiilleri müşahede olunuyor. Ve o iaşe, ihyâ, [diriltme, hayat verme] tanzim, teçhiz fiilleri içinde, aynı vakitte tasvir, terbiye ve tedbir fiilleri nazara çarpıyor. Ve hâkezâ, böyle muhit ve umumî ef’âlin [fiiler, davranışlar] birbiri içine tedahülü [iç içe geçme] ve girift [karmaşık, iç içe] olması ve ziyadaki yedi renk gibi imtizaç, [birbiriyle karışıp kaynaşma] belki ittihad [birleşme] etmesi haysiyetiyle ve o ef’âlin [fiiler, davranışlar] herbiri mahiyetçe [nitelikçe, özellikçe] bir birlik ve vahdet [Allah’ın birliği] içinde ekser mevcudata [var edilenler, varlıklar] ihata[herşeyi kuşatma] ve şümulü [kapsam] ve vahdânî [bir tek elden çıkan, bir tek zâtı gösteren] birer fiil olduğundan, herhalde fâilinin [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] birtek Zât olması ve herbiri umum kâinatı istilâ etmesi ve sair ef’âl [fiiler, davranışlar] ile muavenettârâne [yardım ederek] birleşmesi itibarıyla, kâinatı tecezzî [bölünme, parçalanma] kabul etmez bir küll [bütün] hükmüne getirdiği gibi; zîhayat [canlı] mahlûkların [varlıklar] herbirisi, kâinatın bir çekirdeği, bir fihristesi, bir nümunesi hükmünde olduğundan, kâinatı rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] noktasında tecezzî [bölünme, parçalanma] ve inkısamı [bölünme, kısımlara ayrılma] imkân haricinde bir küllî hükmüne getirmiştir.

589

Demek kâinat öyle bir külldür ki, bir cüz’e rab olmak, umum o külle rab olmakla olur. Ve öyle bir küllîdir ki, herbir cüz, bir ferd hükmüne geçip, birtek ferde rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] dinlettirmek, umum o küllîyi musahhar [boyun eğdirilmiş] etmekle olabilir.

ALTINCI İŞARET

Ferdiyet-i Rabbâniye ve vahdet-i İlâhiye, [Allah’ın birliği] bütün kemâlâtınHaşiye [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] medarı, [kaynak, dayanak] esası olduğu ve kâinatın hilkatindeki [yaratılış] hikmetlerin ve maksatların menşei [kaynak] ve madeni olduğu gibi, zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ve zîaklın, hususan insanın metalibinin [istenen şeyler, istekler, arzular] ve arzularının husul [meydana gelme] bulmasının menbaı [kaynak] ve çare-i yegânesidir. [tek çare] Eğer ferdiyet olmazsa, beşerin bütün metalip ve arzuları sönecek. Hem hilkat-i kâinatın [evrenin yaratılışı] neticeleri hiçe inecek, hem mevcut ve muhakkak olan ekser kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] in’idâmına [yok olma] vesile olacak.

Meselâ, insanda en şedit [çok şiddetli] ve sarsılmaz ve aşk derecesinde bir arzu-yu bekà [devamlı ve kalıcı olma arzusu, sonsuz yaşama isteği] var. Ve o matla[doğuş yeri] vermek için, bütün kâinatı sırr-ı ferdiyetle kabzasında [avuç] tutan ve bir menzili kapayıp öbür menzili açmak gibi kolay bir surette dünyayı kapayıp âhireti açabilir bir Zât, o arzu-yu bekà[devamlı ve kalıcı olma arzusu, sonsuz yaşama isteği] yerine getirebilir. Ve bu arzu gibi, ebede uzanmış ve kâinatın etrafına yayılmış, beşerin binler arzuları, sırr-ı ferdiyete ve hakikat-i tevhide [Allah’ın bir ve tek olduğu ve ondan başka ilâh olmadığı gerçeği] bağlıdırlar. Eğer o ferdiyet olmazsa, onlar olmaz, akîm [neticesiz] kalırlar.

590

Ve vahdetle [Allah’ın birliği] bütün kâinata birden tasarruf eden bir Zât-ı Ferd [her yönüyle tek ve benzersiz olan Zât, Allah] olmazsa, o matlaplar [doğuş yeri] yerine gelmez. Farazâ gelse de çok nâkıs [eksik] olur.

İşte bu sırr-ı azîm [büyük sır] içindir ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] tevhid ve ferdiyeti pek çok tekrarla, kuvvetli bir hararetle, yüksek bir halâvetle [tatlılık] ders verdiği gibi, bütün enbiya [nebiler, peygamberler] ve asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve evliya, en büyük zevklerini ve saadetlerini, kelime-i tevhid [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] olan Lâ ilâhe illâ Hû’da buluyorlar.

YEDİNCİ İŞARET

İşte bu tevhid-i hakikîyi [araştırarak, delilleriyle Allah’ın birliğini kabul etme] bütün meratibiyle [mertebeler] en mükemmel bir surette ders veren, ispat eden, ilân eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın risaleti, [elçilik, peygamberlik] elbette o tevhidin kat’iyeti derecesinde sabit olmak lâzım gelir. Çünkü, madem daire-i vücudun [varlık dairesi] en büyük hakikati olan tevhidi bütün hakaikiyle [doğru gerçekler] o zât ders veriyor; elbette tevhidi ispat eden bütün burhanlar, [delil] dolayısıyla, onun risaletini [elçilik, peygamberlik] ve vazifesinin hakkaniyetini ve dâvâsının doğruluğunu dahi kat’î ispat eder denilebilir. Evet, böyle binler hakaik-i âliyeyi [yüce hakikatler] cem [toplama, bir araya gelme] eden ferdiyet ve vahdâniyeti [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] hakkıyla keşfedip ders veren bir risalet, [elçilik, peygamberlik] gayet kat’î bir surette o tevhid, o ferdiyetin muktezasıdır [bir şeyin gereği] ve lâzımıdır. Onlar, onu herhalde isterler.

İşte o vazifeyi tam tamına yerine getiren zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] Aleyhissalâtü Vesselâmın şahsiyet-i mâneviyesinin [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] derece-i ehemmiyetine [önem derecesi] ve ulviyetine [yüce] ve bu kâinatın bir güneşi olduğuna şehadet eden pek çok delillerden, sebeplerden üç tanesini nümune olarak beyan ediyoruz.

BİRİNCİSİ: Umum ümmet, umum asırlarda işledikleri umum hasenâtın bir misli, [benzer] es-sebebü ke’l-fâil [“sebeb olan yapan gibidir”] sırrınca, zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] Aleyhissalâtü Vesselâmın sahife-i hasenâtına [iyiliklerin yazıldığı sayfa] geçtiği gibi; umum ümmet, her günde ettikleri salâvat [namazlar, dualar] duasının

591

kat’î makbuliyeti [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] cihetiyle, o hadsiz duaların iktiza [bir şeyin gereği] ettikleri makam ve mertebeyi düşünmekle, şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) mânevî şahsiyeti, varlığı] Aleyhissalâtü Vesselâmın bu kâinat içinde nasıl bir güneş olduğu anlaşılır.

İKİNCİSİ: Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] şecere-i kübrâsının menşei, [kaynak] çekirdeği, hayatı, medarı [kaynak, dayanak] olan mahiyet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmın, fevkalâde istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve cihazatıyla, âlem-i İslâmiyetin [İslâm âlemi] mâneviyâtını teşkil eden kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kelimâtı, [kelimeler] tesbihâtı, ibâdâtı, [ibadetler] en evvel, bütün mânâlarıyla hissedip yapmaktan gelen terakkiyât-ı ruhiyesini düşün, Habîbiyet [sevgili] derecesine çıkan ubudiyet-i Muhammediyenin [Peygamber Efendimizin (a.s.m) Allah’a olan mükemmel kulluğu ve ibadeti] (a.s.m.) velâyeti [velilik] sair velâyetlerden [velilik] ne kadar yüksek olduğunu anla.

Bir zaman, birtek tesbihin, birtek namazda, Sahabelerin tarz-ı telâkkisine yakın bir surette bana inkişafı, [açığa çıkma] bir ay kadar ibadet derecesinde ehemmiyetli göründü; Sahabelerin yüksek kıymetini onunla anladım. Demek, bidâyet-i İslâmiyede kelimât-ı kudsiyenin verdiği feyiz ve nurun başka bir meziyeti var. Tazeliği haysiyetiyle başka bir letâfeti, [hoşluk, gözellik] bir tarâveti, [tazelik] bir lezzeti var ki, gaflet perdesi altında mürur-u zamanla [zaman aşımı, zamanın geçmesi] gizlenir, azalır, perdelenir. Zât-ı Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamber olan şahsiyeti] (a.s.m.) ise, onları menba-ı hakikîsinden [hakkın ve doğrunun kaynağı] (Zât-ı Akdesten) turfanda, taze olarak, fevkalâde istidadıyla [kabiliyet] almış, emmiş, massetmiş. Bu sırra binaen, o zât, birtek tesbihten, başkasının bir sene ibadeti kadar feyiz alabilir.

İşte bu nokta-i nazardan, [bakış açısı] zât-ı Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamber olan şahsiyeti] Aleyhissalâtü Vesselâmın, haddi ve nihayeti olmayan merâtib-i kemâlâtta [fazilet ve mükemmellik mertebeleri] ne derece terakki [ilerleme] ettiğini kıyas et.

ÜÇÜNCÜSÜ: Bu kâinatın Hâlıkı, bu kâinattaki bütün makasıdının en ehemmiyetli medarı [kaynak, dayanak] nev-i insan [insan türü, insanlık] olduğundan ve bütün hitâbât-ı Sübhâniyenin [her türlü kusur ve noksanlıktan uzak olan Allah’ın kendine has hitap ve konuşmaları] en

592

anlayışlı bir muhatabı nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] olduğundan; o nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] içinde en meşhur, en namdar [namlı, şan ve şöhret sahibi] ve âsârıyla [eserler/asırlar] ve icraatıyla en mükemmel, en muhteşem fert olan zât-ı Muhammediyeyi [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti] (a.s.m.) o nevi namına, belki umum kâinat hesabına kendine muhatap ittihaz [edinme, kabullenme] eden Zât-ı Ferd-i Zülcelâl, [sonsuz büyüklük sahibi, tek ve benzersiz olan Zât, Allah] elbette onu hadsiz kemâlâtta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] hadsiz feyzine mazhar [erişme, nail olma] etmiştir.

İşte, bu üç nokta gibi çok noktalar var, kat’î bir surette ispat ederler ki, şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) mânevî şahsiyeti, varlığı] (a.s.m.), kâinatın mânevî bir güneşi olduğu gibi; bu kâinat denilen Kur’ân-ı kebîrin [büyük bir kitap gibi yazılmış olan kâinat] âyet-i kübrâ[en büyük delil] ve o furkan-ı âzamın [hakkı batıldan ayıran en büyük ve muazzam kitap, kâinat] ism-i âzamı ve ism-i Ferdin [Allah’ın eşi benzerinin olmadığını, tek olduğunu ifade eden ismi] cilve-i âzamının [büyük yansıma, görüntü] bir âyinesidir. Kâinatın umum zerrâtının, [atomlar] umum zamanlarındaki umum dakikalarının bütün âşirelerine [saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi] darb edilip, hâsıl-ı darb [çarpma işleminin sonucu] adedince o zât-ı Ahmediyeye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] salât-ü selâm, [Peygamberimiz için yapılan dua] nihayetsiz hazine-i rahmetinden [Allah’ın rahmet hazinesi] inmesini, Zât-ı Ferd-i Ehad-i Samedden [herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, bir ve benzersiz olup ortağı olmayan Zât, Allah] niyaz ediyoruz.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1