LEM’ALAR – Üçüncü Lem’a (40-46)

40

Üçüncü Lem’a [parıltı]

Bu Lem’aya [parıltı] bir derece his ve zevk karışmış. His ve zevkin coşkunlukları ise, aklın düsturlarını, [kâide, kural] fikrin mizanlarını [ölçü] çok dinlemediklerinden ve müraat [gözetme, riayet etme] etmediklerinden, bu Üçüncü Lem’a [parıltı] mantık mizanlarıyla [ölçü] tartılmamalı.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ * 1

âyetinin meâlini ifade eden يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى * يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى 2 iki cümlesi, mühim iki hakikati ifade ediyorlar. Ondandır ki, Nakşîlerin rüesasından [reisler, başkanlar] bir kısım, bu iki cümle ile kendilerine bir hatme-i mahsus [Kur’ân’dan veya hadisten alınan belirli duaları okuyup bitirmek] yapıp muhtasar [kısa] bir hatme-i Nakşiye [Nakşî tarikatı mensuplarının okuyup bitirdikleri belirli dualar] hükmünde tutuyorlar. Madem o azîm âyetin meâlini bu iki cümle ifade ediyor. Biz bu iki cümlenin ifade ettiği iki hakikat-i mühimmenin [önemli gerçek] birkaç nüktesini [derin anlamlı söz] beyan edeceğiz.

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Birinci defa يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى bir ameliyat-ı cerrahiye [cerrahî ameliyat] hükmünde kalbi mâsivâdan [Allah’ın dışındaki herşey] tecrit ediyor, kesiyor. Şöyle ki:

İnsan, mahiyet-i câmiiyeti itibarıyla, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] hemen ekserîsiyle alâkadardır. Hem insanın mahiyet-i câmiasında [genel yapı ve özellik] hadsiz bir istidad-ı muhabbet [insandaki sevgi yeteneği] derc [yerleştirme] edilmiştir. Onun için, insan da umum mevcudata [var edilenler, varlıklar] karşı bir muhabbet besliyor. Koca

41

dünyayı bir hanesi gibi seviyor. Ebedî Cennete bahçesi gibi muhabbet ediyor. Halbuki, muhabbet ettiği mevcudat [var edilenler, varlıklar] durmuyorlar, gidiyorlar. Firaktan [ayrılık] daima azap çekiyor. Onun o hadsiz muhabbeti, hadsiz bir mânevî azaba medar [kaynak, dayanak] oluyor.

O azabı çekmekte kabahat, kusur ona aittir. Çünkü kalbindeki hadsiz istidad-ı muhabbet, [insandaki sevgi yeteneği] hadsiz bir cemâl-ı bâkiye [devamlı ve kalıcı güzellik] mâlik bir Zâta tevcih [yöneltme] etmek için verilmiş. O insan sûiistimal ederek o muhabbeti fâni mevcudata [var edilenler, varlıklar] sarf ettiği cihetle kusur ediyor, kusurunun cezasını firâkın [ayrılık] azabıyla çekiyor.

İşte bu kusurdan teberri [uzak olma] edip o fâni mahbubattan kat-ı alâka [ilgiyi kesmek] etmek, o mahbuplar [sevgili] onu terk etmeden evvel o onları terk etmek cihetiyle Mahbub-u Bâkîye [sonsuz sevgili olan Allah] hasr-ı muhabbeti [sevgiyi bir şeye odaklama] ifade eden يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى 1 olan birinci cümlesi, “Bâkî-i Hakikî [gerçek anlamda sonsuzluğun tek sahibi olan Allah] yalnız Sensin. Mâsivâ [Allah’ın dışındaki herşey] fânidir. Fâni olan, elbette bâki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına medar [kaynak, dayanak] olamaz” mânâsını ifade ediyor. “Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar. Onlar beni bırakmadan evvel ben onları يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى demekle bırakıyorum. Yalnız Sen bâkisin ve Senin ibkàn [bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme] ile mevcudat [var edilenler, varlıklar] bekà bulabildiğini bilip itikad [inanç] ederim. Öyleyse, Senin muhabbetinle onlar sevilir. Yoksa alâka-i kalbe [kalben bağlanma] lâyık değiller” demektir.

İşte bu hâlette [durum] kalb hadsiz mahbubatından vazgeçiyor. Hüsün [güzellik] ve cemalleri üstünde fânilik damgasını görür, alâka-i kalbi [kalben bağlanma] keser. Eğer kesmezse, mahbupları [sevgili] adedince mânevî cerihalar [yara, hastalıklı uzuvlar] oluyor.

İkinci cümle olan يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى o hadsiz cerihalara [yara, hastalıklı uzuvlar] hem merhem, hem tiryak [derman, ilaç] oluyor. Yani, ” يَا بَاقِى madem Sen bâkisin, yeter. Herşeye bedelsin. Madem Sen varsın, herşey var.”

Evet, mevcudatta [var edilenler, varlıklar] sebeb-i muhabbet [sevgi sebebi] olan hüsün [güzellik] ve ihsan [bağış] ve kemal, [fazilet, olgunluk] umumiyetle

42

Bâkî-i Hakikînin [gerçek anlamda sonsuzluğun tek sahibi olan Allah] hüsün [güzellik] ve ihsan [bağış] ve kemâlâtının [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] işârâtı [işaretler] ve çok perdelerden geçmiş zayıf gölgeleridir, belki cilve-i Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın güzel isimlerinin varlıklardaki yansıması, görüntüsü] gölgelerinin gölgeleridir.

İKİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

İnsanın fıtratında bekàya karşı gayet şedit [çok şiddetli] bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde, kuvve-i vâhime [olmayan bir şeyi var gibi gösterme duyusu] cihetiyle bir nevi bekà tevehhüm [kuruntu] eder, sonra sever. Ne vakit zevâlini [batış, kayboluş] düşünse veya görse, derinden derine feryat eder. Bütün firaklardan [ayrılık] gelen feryatlar, aşk-ı bekàdan [devamlı olarak var olma, kalıcı olma aşkı] gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü bekà [sonsuza kadar yaşayacağını sanmak] olmazsa muhabbet edemez. Hattâ denilebilir ki, âlem-i bekànın [devamlı ve kalıcı âlem] ve ebedî Cennetin bir sebeb-i vücudu, [varlık sebebi] şu mahiyet-i insaniyedeki [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] o şiddetli aşk-ı bekàdan [devamlı olarak var olma, kalıcı olma aşkı] çıkan gayet kuvvetli arzu-yu bekà [devamlı ve kalıcı olma arzusu, sonsuz yaşama isteği] ve bekà için fıtrî, [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] umumî duadır ki, Bâkî-i Zülcelâl, [kendi varlığı sonsuz olan, sınırsız heybet ve haşmet sahibi olan Allah] o şedit, [çok şiddetli] sarsılmaz, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] arzuyu, o tesirli, kuvvetli, umumî duayı kabul etmiştir ki, fâni insanlar için bâki bir âlemi halk etmiş.

Hem hiç mümkün müdür ki, Fâtır-ı Kerîm, [sonsuz kerem [cömertlik] ve lütuf sahibi olan ve varlıkları benzersiz olarak yoktan yaratan Allah] Hâlık-ı Rahîm, [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] küçük midenin cüz’î [ferdî, küçük] arzusunu ve muvakkat [geçici] bir bekà için lisan-ı hal [beden dili] ile duasını hadsiz envâ-ı mat’umat-ı leziziyenin [lezzetli, çeşit çeşit yiyecekler] icadıyla kabul etsin de, umum nev-i beşerin pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden [doğal ihtiyaç] gelen pek şiddetli bir arzusunu ve küllî ve daimî ve haklı ve hakikatli, kàlli, halli, bekàya dair gayet kuvvetli duasını kabul etmesin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Kabul etmemek mümkün değildir. Hem hikmet ve adaletine ve rahmet ve kudretine hiçbir cihetle yakışmaz.

Madem insan bekàya âşıktır; elbette bütün kemâlâtı, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] lezzetleri, bekàya tâbidir. Ve madem bekà Bâkî-i Zülcelâle [kendi varlığı sonsuz olan, sınırsız heybet ve haşmet sahibi olan Allah] mahsustur. Ve madem Bâkînin esmâsı bâkiyedir. Ve madem Bâkînin âyineleri Bâkînin rengini, [rengârenk, süslü, parlak] hükmünü alır ve bir nevi bekàya mazhar [erişme, nail olma] olur. Elbette insana en lâzım iş, en mühim vazife, o Bâkîye karşı alâka peydâ etmektir ve esmâsına yapışmaktır. Çünkü Bâkî yoluna sarf olunan herşey bir nevi bekàya mazhar [erişme, nail olma] olur.

43

İşte ikinci يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى 1 cümlesi bu hakikati ifade ediyor. İnsanın hadsiz mânevî yaralarını tedavi etmekle beraber, fıtratındaki gayet şiddetli arzu-yu bekà[devamlı ve kalıcı olma arzusu, sonsuz yaşama isteği] onunla tatmin ediyor.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Şu dünyada zamanın fenâ ve zevâl-i eşyadaki [varlıkların kaybolup gitmesi] tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat [var edilenler, varlıklar] ise, mütedahil [birbiri içinde] daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval [geçip gitme] noktasında ayrı ayrı oluyor.

Nasıl ki saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zâhiren birbirine benzer, fakat sür’atte birbirine muhaliftir. Öyle de, insandaki cisim, nefis, kalb, ruh daireleri öyle mütefavittir. [birbirinden farklı] Meselâ, cismin bekàsı, hayatı, vücudu, bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi [geçmiş] ve müstakbeli [gelecek] mâdum [yok] ve meyyit [ölü] bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu [varlık dairesi] ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, [büyük daire] daire-i hayatına [hayat alanı] ve vücuduna dahildir.

İşte bu istidada binaen, hayat-ı kalbî ve ruhîye [kalbin ve ruhun hayatı] medar [kaynak, dayanak] olan marifet-i İlâhiye [Allah’ı bilme ve tanıma] ve muhabbet-i Rabbâniye [Allah sevgisi] ve ubudiyet-i Sübhâniye [bütün kusur ve noksanlıklardan uzak olan Allah’a edilen kulluk] ve marziyât-ı Rahmâniye [Allah’ın rızasına uygun olan şeyler] cihetiyle, bu dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun [içerme, içine alma] eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intaç [netice verme] eder ve bâki ve lâyemut [ölümsüz] bir ömür hükmüne geçer.2

Evet, Bâkî-i Hakikînin [gerçek anlamda sonsuzluğun tek sahibi olan Allah] muhabbet, marifet, [Allah’ı bilme ve tanıma] rızası yolunda bir saniye, bir senedir. Eğer Onun yolunda olmazsa, bir sene bir saniyedir. Belki Onun yolunda bir saniye lâyemuttur, [ölümsüz] çok senelerdir. Ve dünya cihetinde ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] yüz senesi bir saniye hükmüne geçer.

Meşhur böyle bir söz var ki, سِنَةُ الْفِرَاقِ سَنَةٌ وَسَنَةُ الْوِصَالِ سِنَةٌ Yani, “Firâkın [ayrılık]

44

bir saniyesi bir sene kadar uzundur ve visâlin [kavuşma] bir senesi bir saniye kadar kısadır.” Ben bu fıkranın [bölüm] bütün bütün aksine diyorum ki:

Visal, [kavuşma] yani, Bâkî-i Zülcelâlin [kendi varlığı sonsuz olan, sınırsız heybet ve haşmet sahibi olan Allah] rızası dairesinde livechillâh [Allah için] bir saniye visal, [kavuşma] değil yalnız böyle bir sene, belki daimî bir pencere-i visaldir. [kavuşmayı sağlayan pencere] Gaflet ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] firâkı [ayrılık] içinde değil bir sene, belki bin sene, bir saniye hükmündedir. O sözden daha meşhur şu söz var:

اَرْضُ الْفَلاَةِ مَعَ اْلاَعْدَۤاءِ فِنْجَانٌ سَمُّ الْخِيَاطِ مَعَ اْلاَحْبَابِ مَيْدَانٌ * 1

hükmümüzü teyid ediyor.

Meşhur evvelki sözün sahih bir mânâsı budur ki: Fâni mevcudatın [var edilenler, varlıklar] visâli [kavuşma] madem fânidir; ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi bir saniye gibi geçer, hasretli bir hayal ve esefli [üzüntü, acı] bir rüya olur. Bekàyı isteyen kalb-i insanî [insan kalbi] bir sene visalde, [kavuşma] yalnız bir saniyecikte ancak zerre gibi bir zevkini alabilir. Firak [ayrılık] ise, saniyesi bir sene değil, senelerdir. Çünkü firâkın [ayrılık] meydanı geniştir. Bekàyı isteyen bir kalbe, firak, [ayrılık] çendan [gerçi] bir saniye de olsa, seneler kadar tahribat yapar. Çünkü hadsiz firakları [ayrılık] ihtar eder. Maddî ve süflî [alçak] muhabbetler için bütün mazi [geçmiş] ve müstakbel [gelecek] firakla [ayrılık] doludur.

Şu mesele münasebetiyle deriz: Ey insanlar! Fâni, kısa, faydasız ömrünüzü bâki, uzun, faydalı, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin iktizasıdır; [bir şeyin gereği] Bâkî-i Hakikînin [gerçek anlamda sonsuzluğun tek sahibi olan Allah] yoluna sarf ediniz. Çünkü Bâkîye müteveccih [yönelen] olan şey, bekànın cilvesine mazhar [erişme, nail olma] olur.

Madem her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekàya âşıktır. Ve madem bu fâni ömrü bâki ömre tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eden bir çare var ve mânen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür. Elbette, insaniyeti sukut [alçalış, düşüş] etmemiş bir insan, o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeye çalışacak ve tevfik-i hareket [uygun hareket] edecek.

İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh, livechillâh, [Allah için] lieclillâh [Allah rızası için] rızası dairesinde hareket ediniz.2 O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.

45

Bu hakikate işareten, Leyle-i Kadir [Kadir Gecesi] gibi birtek gece, seksen küsur seneden ibaret olan bin ay hükmünde olduğunu, nass-ı Kur’ân [Kur’ân’ın açık ve kesin hükmü] gösteriyor.1 Hem bu hakikate işaret eden, ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] ve hakikat beyninde [arasında] bir düstur-u muhakkak [kesinlik kazanmış kural] olan “bast-ı zaman[zamanın uzaması, bereketlenmesi; az bir zamanda çok uzun bir zaman yaşamış gibi olmak] sırrıyla, çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı Miraç, [Miracın gerçekleştiği zaman] bu hakikatin vücudunu ispat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor. Miracın [Allah’ın huzuruna yükselme] birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs’ati [genişlik] ve ihata[herşeyi kuşatma] ve uzunluğu vardır. Çünkü, o, Miraç [yükseliş] yolunda bekà âlemine girdi. Bekà âleminin birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun [içerme, içine alma] etmiştir.

Hem şu hakikate bina edilen beyne’l-evliya [Allah’ın sevgili kulları arasında] kesretle [çokluk] vuku bulmuş olan bast-ı zaman [zamanın uzaması, bereketlenmesi; az bir zamanda çok uzun bir zaman yaşamış gibi olmak] hadiseleridir. Bazı evliya bir dakikada bir günlük işi görmüş, bazıları bir saatte bir sene vazifesini yapmış, bazıları bir dakikada bir hatme-i Kur’âniyeyi [Kur’ân-ı Kerimi baştan sona okuyup bitirme] okumuş olduklarını rivayet edip ihbar ediyorlar. Böyle ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve sıdk, [doğruluk] bilerek kizbe [yalan] elbette tenezzül etmezler. Hem o derece hadsiz ve kesretli [çokluk] bir tevatürle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] bast-ı zamanHaşiye [zamanın uzaması, bereketlenmesi; az bir zamanda çok uzun bir zaman yaşamış gibi olmak] hakikatini aynen müşahede ettikleri medar-ı şüphe [şüphe kaynağı] olamaz.

Şu bast-ı zaman, [zamanın uzaması, bereketlenmesi; az bir zamanda çok uzun bir zaman yaşamış gibi olmak] herkesçe musaddak [doğrulanan] bir nev’i, rüyada görünüyor. Bazan bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, geçirdiği ahvâli, [haller] konuştuğu sözleri, gördüğü lezzetleri veya çektiği elemleri görmek için, yakaza [uyanıklık hali] âleminde bir gün, belki günler lâzımdır.

Elhasıl: [kısaca, özetle] İnsan çendan [gerçi] fânidir; fakat bekà için halk edilmiş ve bâki bir Zâtın âyinesi [aynası] olarak yaratılmış ve bâki meyveleri verecek işleri görmekle tavzif [görevlendirme] edilmiş ve bâki bir Zâtın bâki esmâsının cilvelerine ve nakışlarına [işleme] medar [kaynak, dayanak] olacak bir suret verilmiştir. Öyleyse, böyle bir insanın hakikî vazifesi ve saadeti, bütün

46

cihazatı ve istidadatıyla [kabiliyet] o Bâkî-i Sermedînin [varlığı kalıcı ve sürekli olan Allah] daire-i marziyâtında [Allah’ın rızası dairesindeki şeyler] esmâsına yapışıp, ebed yolunda o Bâkîye müteveccih [yönelen] olup gitmektir. Lisanı يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى 1 dediği gibi, kalbi, ruhu, aklı, bütün letâifi [duygular]

 هُوَ الْبَاقِى هُوَ اْلاَزَلِىُّ اْلاَبَدِىُّ هُوَ الْسَّرْمَدِىُّ هُوَ الدَّائِمُ هُوَ الْمَطْلُوبُ هُوَ الْمَحْبُوبُ هُوَ الْمَقْصُودُ هُوَ الْمَعْبُودُ * 2

demeli.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 3

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا * 4