LEM’ALAR – Yirmi Altıncı Lem’a -1 (354-388)

354

Yirmi Altıncı Lem’a [parıltı]

İhtiyarlar Lem’ası

Yirmi altı rica [ümit] ve ziya ve teselliyi câmidir.Haşiye [dipnot]

İHTAR: Herbir Ricanın [ümit] başında, mânevî derdimi gayet elîm ve sizi müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] edecek derecede yazdığımın sebebi, Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] gelen ilâcın fevkalâde tesirini göstermek içindir. İhtiyarlara ait bu Lem’a, [parıltı] üç dört cihetle hüsn-ü ifadeyi [güzel ifade] muhafaza edememiş.

Birincisi: Sergüzeşt-i hayatıma [hayat serüveni] ait olduğu için, o zamanlara hayalen gidip o hâlette [durum] yazıldığından, ifade, intizamını muhafaza edemedi.

İkincisi: Sabah namazından sonra, gayet yorgunluk hissettiğim bir zamanda, hem sür’ate mecburiyet tahtında yazıldığından, ifadede müşevveşiyet [düzensizlik, karışıklık] düşmüş.

Üçüncüsü: Yanımda dâim yazacak bulunmadığından, yanımda bulunan kâtibin de Risale-i Nura ait dört beş vazifesi olmakla tashihatına tam vakit bulamadığımızdan intizamsız kaldı.

Dördüncüsü: Telifin [kaleme alma] akabinde ikimiz de yorgun olarak, mânâyı dikkatle düşünmeyerek, gayet sathî [sığ, yüzeysel] bir tashihle iktifâ [yetinme] edildiğinden, tarz-ı ifadede [ifade etme tarzı] elbette kusurlar bulunacak. Âlicenap [yüksek ahlâk sahibi] ihtiyarlardan, ifadedeki kusurlarıma nazar-ı müsamaha [hoşgörü bakışı] ile bakmak ve rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] boş olarak döndürmediği mübarek ihtiyarlar ellerini dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] açtıkları vakit, bizi de dualarında dahil etsinler.

355

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

كۤهٰيٰعۤصۤ * ذِكْرُ رَحْمَتِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّا * اِذْ نَادٰى رَبَّهُ نِدَۤاءً خَفِيًّا * قَالَ رَبِّ اِنِّى وَهَنَ الْعَظْمُ مِنِّى وَاشْتَعَلَ الرَّأْسُ شَيْبًا وَلَمْ اَكُنْ بِدُعَۤائِكَ رَبِّ شَقِيًّا * 1

Şu Lem’a [parıltı] Yirmi Altı Ricadır. [ümit]

BİRİNCİ RİCA

Ey sinn-i kemâle [olgunluk yaşı] gelen muhterem ihtiyar kardeşler ve ihtiyare [yaşlı kadın] hemşireler! Ben de sizin gibi ihtiyarım. İhtiyarlık zamanında ara sıra bulduğum ricaları [ümit] ve o ricalardaki [ümit] teselli nuruna sizi de teşrik etmek [ortak etmek] arzusuyla, başımdan geçen bazı hâlâtı [durumlar, haller] yazacağım. Gördüğüm ziya ve rast geldiğim rica [ümit] kapıları, elbette benim nâkıs [eksik] ve müşevveş [dağınık, karışık] istidadıma [kabiliyet] göre görülmüş, açılmış. İnşaallah sizlerin sâfi ve hâlis istidatlarınız, [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] gördüğüm ziyayı parlattıracak, bulduğum rica[ümit] daha ziyade kuvvetleştirecek.

İşte, gelecek o ricaların [ümit] ve ziyaların menbaı, [kaynak] madeni, çeşmesi, imandır.

İKİNCİ RİCA

İhtiyarlığa girdiğim zaman, birgün güz mevsiminde, ikindi vaktinde, yüksek bir dağda dünyaya baktım. Birden, gayet rikkatli [acıklı] ve hazîn ve bir cihette karanlıklı bir hâlet [durum] bana geldi. Gördüm ki, ben ihtiyarlandım, gündüz de ihtiyarlanmış, sene de ihtiyarlanmış, dünya da ihtiyarlanmış. Bu ihtiyarlıklar içinde dünyadan firak [ayrılık] ve sevdiklerimden iftirak [ayrılık] zamanı yakınlaştığından, ihtiyarlık beni ziyade sarstı.

Birden, rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] öyle bir surette inkişaf [açığa çıkma] etti ki, o rikkatli [acıklı] hazîn firâkı, [ayrılık] kuvvetli bir rica [ümit] ve parlak bir teselli nuruna çevirdi. Evet, ey benim gibi ihtiyarlar! Kur’ân-ı Hakîmde [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] yüz yerde “er-Rahmânü’r-Rahîm[bütün varlıklara olduğu gibi tek tek her bir varlığa şefkat gösteren sonsuz rahmet sahibi Allah] sıfatlarıyla kendini bizlere takdim eden ve daima zeminin yüzünde merhamet isteyen zîhayatların [canlı]

356

imdadına rahmetini gönderen ve gaybdan her sene baharı hadsiz nimet ve hediyeleriyle doldurup rızka muhtaç bizlere yetiştiren ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acz derecesi nisbetinde rahmetinin cilvesini ziyade gösteren bir Hâlık-ı Rahîmimizin [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] rahmeti, bu ihtiyarlığımızda en büyük bir rica [ümit] ve en kuvvetli bir ziyadır. Bu rahmeti bulmak, iman ile o Rahmân’a intisap [bağlanma] etmek ve ferâizi [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] kılmakla Ona itaat etmektir.

ÜÇÜNCÜ RİCA

Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım, vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor. Niyazî-i Mısrî’nin

Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere,

Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber

dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle yıpranıyor. Ve dünya ile beni kuvvetli bağlayan ümitlerim, emellerim kopmaya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden mufarakat [ayrılık] zamanının yakınlaştığını hissettim. O mânevî ve çok derin ve devâsız görünen yaranın merhemini aradım, bulamadım. Yine Niyazî-i Mısrî gibi dedim ki:

Dil bekàsı, Hak fenâsı istedi mülk-ü tenim, [insan vücudu]

Bir devâsız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber.Haşiye [dipnot]

O vakit birden merhamet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün varlıklara yönelik şefkati] lisanı, misali, timsali, [görüntü] dellâlı, [davetçi, ilan edici] mümessili [temsilci] olan Peygamber-i Zîşan [şan sahibi Hz. Muhammed (a.s.m.)] Aleyhissalâtü Vesselâmın nuru ve şefaati ve beşere getirdiği hediye-i hidayeti, [hak ve doğru yol hediyesi] o dermansız, hadsiz zannettiğim yaraya güzel bir merhem ve tiryak [derman, ilaç] oldu. Karanlıklı ye’simi, [ümitsizlik] nurlu bir ricaya [ümit] çevirdi.

357

Evet, ey benim gibi ihtiyarlığını hisseden muhterem ihtiyar ve ihtiyareler! [yaşlı kadın] Biz gidiyoruz, aldanmakta faide yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar; sevkiyat var. Fakat gafletten ve kısmen de ehl-i dalâletten [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] gelen zulümat evhamlarıyla bize firak[ayrılık] ve karanlıklı görünen berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] memleketi, ahbapların mecmaıdır. [toplanılan yer] Başta şefîimiz [şefaat eden] olan Habibullah [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] Aleyhissalâtü Vesselâm ile bütün dostlarımıza kavuşmak âlemidir.

Evet, bin üç yüz elli senede, her sene üç yüz elli milyon insanların sultanı ve onların ruhlarının mürebbîsi [eğitici, terbiye edici] ve akıllarının muallimi ve kalblerinin mahbubu ve her günde, es-sebebü ke’l-fâil [“sebeb olan yapan gibidir”] sırrınca, bütün o ümmetinin işlediği hasenâtın bir misli, [benzer] sahife-i hasenâtına [iyiliklerin yazıldığı sayfa] ilâve edilen ve şu kâinattaki makasıd-ı âliye-i İlâhiyenin [Allah’ın kâinatı yaratmasındaki yüce maksatlar] medarı [kaynak, dayanak] ve mevcudatın [var edilenler, varlıklar] kıymetlerinin teâlîsinin [yükselme, yücelme] sebebi olan o zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyaya geldiği dakikada “Ümmetî, ümmetî[ümmetim, ümmetim] rivayet-i sahiha [Peygamberimizden doğru olarak nakledilmiş hadis] ile ve keşf-i sadıkla [Allah’ın velî kullarının mânevî âlemlere ait bazı sır ve hakikatleri Allah’ın ilham etmesiyle görmeleri] dediği gibi, mahşerde herkes “Nefsî, nefsî[nefsim, nefsim] dediği zaman, yine “Ümmetî, ümmetî[ümmetim, ümmetim] diyerek en kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve en yüksek bir fedakârlıkla, yine şefaatiyle ümmetinin imdadına koşan bir zâtın gittiği âleme gidiyoruz. Ve o güneşin etrafında hadsiz asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve evliya yıldızlarıyla ışıklanan öyle bir âleme gidiyoruz.

İşte o zâtın şefaati altına girip ve nurundan istifade etmenin ve zulümat-ı berzahiyeden [kabir karanlıkları] kurtulmanın çaresi, sünnet-i seniyyeye ittibâdır. [tâbi olma, bağlanma]

DÖRDÜNCÜ RİCA

Bir zaman ihtiyarlığa ayak bastığımdan, gafleti idame ettiren sıhhat-i bedenim [vücut sağlığı] de bozulmuştu. İhtiyarlıkla hastalık müttefikan [birleşerek] bana hücum etti. Başıma vura vura uykumu kaçırdılar. Çoluk çocuk, mal gibi beni dünya ile bağlayacak alâkalar da yoktu. Gençlik sersemliğiyle zayi ettiğim sermaye-i ömrümün [ömür sermayesi] meyvelerini, bütün günahlar, hatîatlar [hatâlar, yanlışlar] gördüm. Niyazî-i Mısrî gibi feryad eyleyerek dedim:

358

Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür [ömür sermâyesi] oldu hebâ, [boş, faydasız]

Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.

Ağlayıp, nâlân edip, düştüm yola tenhâ, garip,

Dîde [göz] giryan, [ağlayan] sîne biryan, [kavrulmuş] akıl hayran, bîhaber.

O vakit gurbetteydim. Me’yûsâne [ümitsiz bir şekilde] bir hüzün ve nedametkârâne [pişmanlık duyarak] bir teessüf [eseflenme, üzülme] ve istimdatkârâne [medet ve yardım istercesine] bir hasret hissettim.

Birden, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] imdada yetişti. Bana o kadar kuvvetli bir rica [ümit] kapısını açtı ve öyle hakikî bir teselli ziyasını verdi ki, o vaziyetimin yüz derece fevkindeki [üstünde] ye’si [ümitsizlik] dahi izale [giderme] eder ve o karanlıkları dağıtabilirdi.

Evet, ey benim gibi dünya ile alâkaları kesilmeye başlayan ve dünya ile bağlanan ipleri kopmaya yüz tutan muhterem ihtiyar ve ihtiyareler! [yaşlı kadın] Bu dünyayı en mükemmel ve muntazam bir şehir, bir saray hükmünde halk eden bir Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] mümkün müdür ki, o şehirde, o sarayda, en ehemmiyetli misafirleriyle ve dostlarıyla konuşmasın, görüşmesin? Madem bilerek bu sarayı yapmış ve irade ve ihtiyar ile tanzim ve tezyin [süsleme] etmiş; elbette nasıl ki yapan bilir, öyle de bilen konuşur. Madem bu sarayı, bu şehri bize güzel bir misafirhane ve ticaretgâh yapmış; elbette bize karşı münasebâtını ve bizden arzularını gösterecek bir defteri, bir kitabı bulunacaktır.

İşte o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] defterin en mükemmeli, kırk vecihle [yön] mu’cize ve her dakikada hiç olmazsa yüz milyonun dillerinde gezen, nur serpen ve herbir harfinde asgarî olarak on sevap ve on hasene ve bazan on bin ve bazan—Leyle-i Kadir sırrıyla—bir harfine otuz bin hasene ve meyve-i Cennet [Cennet meyvesi] ve nur-u berzah [kabir hayatının aydınlığı] veren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyandır. [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] Bu makamda ona rekabet edecek, kâinatta hiçbir kitap yoktur ve hiçbir kimse gösteremez. Madem bu elimizdeki Kur’ân, semâvat ve arzın Hâlık-ı Zülcelâlinin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] rububiyet-i mutlaka[Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] noktasından ve azamet-i ulûhiyeti [Allah’ın ilâhlığının büyüklük ve ihtişamı]

359

cihetinden ve ihata-i rahmeti [rahmetin kuşatıcılığı] cânibinden [taraf, yön] gelen kelâmıdır, fermanıdır, bir maden-i rahmetidir. [rahmet kaynağı] Ona yapış; her derde bir deva, her zulmete bir ziya, her ye’se [ümitsizlik] bir rica, [ümit] içinde vardır.

İşte bu ebedî hazinenin anahtarı imandır ve teslimdir ve onu dinleyip kabul etmek ve okumaktır.

BEŞİNCİ RİCA

Bir zaman, ihtiyarlığımın mebdeinde, [başlangıç] bir inzivâ [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmama] arzusuyla, İstanbul’un Boğaz tarafındaki Yuşa Tepesinde, yalnızlıkla ruhum bir istirahat aradı. Birgün o yüksek tepede, daire-i ufka, etrafa baktım. Gayet hazîn ve rikkatli [acıklı] bir levha-i zeval ve firâkı, [ayrılık] ihtiyarlığın ihtarıyla gördüm. Şecere-i ömrümün kırk beşinci senesi olan kırk beşinci dalındaki yüksek makamından, tâ hayatımın aşağı tabakalarına nazar gezdirdim. Gördüm ki, o aşağıda, herbir dalında, herbir senenin zarfında sevdiklerimden ve alâkadarlarımdan ve tanıştıklarımdan hadsiz cenazeler var. Ve o firak [ayrılık] ve iftiraktan [ayrılık] gelen gayet rikkatli [acıklı] bir mânevî teessürat [üzülme, etkilenme] içinde, Fuzûlî-i Bağdâdî gibi mufarakat [ayrılık] eden dostları düşünerek enîn [inilti] edip,

Vaslını [birleştirme, ulaştırma] yâd eyledikçe ağlarım,

Tâ nefes var ise kuru cismimde feryad eylerim<

diyerek bir teselli, bir nur, bir rica [ümit] kapısını aradım. Birden, âhirete iman nuru imdada yetişti; hiç sönmez bir nur, hiç kırılmaz bir rica [ümit] verdi.

Evet, ey benim gibi ihtiyar kardeşler ve ihtiyare [yaşlı kadın] hemşireler! Madem âhiret var ve madem bâkidir ve madem dünyadan daha güzeldir. Ve madem bizi yaratan Zat hem Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] hem Rahîmdir. İhtiyarlıktan şekvâ [şikayet] ve teessüf [eseflenme, üzülme] etmemeliyiz. Bilâkis, ihtiyarlık, iman ile ibadet içinde sinn-i kemâle [olgunluk yaşı] gelip, vazife-i hayattan [hayat görevi] terhis ve âlem-i rahmete [Allah’ın sonsuz rahmetin yaşanacağı âlem] istirahat için gitmeye bir alâmet olduğu cihetle, ondan memnun olmalıyız.

360

Evet, nass-ı hadisle, [hadis hükmü] nev-i beşerin en mümtaz [seçkin] şahsiyetleri olan yüz yirmi dört bin enbiyanın1 [nebiler, peygamberler] icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve tevatürle, [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] kısmen şuhuda [görme] ve kısmen hakkalyakine [bizzat yaşamak suretiyle, kesin bilgiye ulaşma] istinaden, müttefikan [birleşerek] âhiretin vücudundan ve insanların oraya sevk edileceğinden ve bu kâinatın Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] kat’î vaad ettiği âhireti getireceğinden haber verdikleri gibi; onların verdikleri haberi keşif ve şuhud [görme] ile, ilmelyakin [ilim yoluyla elde edilen kesin bilgi] suretinde tasdik eden yüz yirmi dört milyon evliyanın o âhiretin vücuduna şehadetleriyle ve bu kâinatın Sâni-i Hakîminin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] bütün esmâsı bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle bir âlem-i bekà[devamlı ve kalıcı âlem] bilbedâhe [açık bir şekilde] iktiza [bir şeyin gereği] ettiklerinden, yine âhiretin vücuduna delâletiyle; ve her sene, baharda, rû-yi zeminde [yeryüzü] ayakta duran had ve hesaba gelmez ölmüş ağaçların cenazelerini emr-i كُنْ فَيَكُونُ 2 ile ihyâ [diriltme, hayat verme] edip ba’sü ba’delmevte [öldükten sonra diriltilmek] mazhar [erişme, nail olma] eden ve haşir ve neşrin yüz binler nümunesi olarak nebâtat [bitkiler] taifelerinden ve hayvânat milletlerinden üç yüz bin nevileri haşir ve neşreden hadsiz bir kudret-i ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] ve hesapsız ve israfsız [boş yere harcamadan yapılan] bir hikmet-i ebediye [Allah’ın sonsuz hikmeti, Allah’ın sonsuza dek herşeyi bir fayda ve gayeye yönelik, anlamlı ve yerli yerinde yaratması] ve rızka muhtaç bütün zîruhları [ruh sahibi] kemâl-i şefkatle [tam bir şefkat] gayet harika bir tarzda iaşe ettiren ve her baharda az bir zamanda had ve hesaba gelmez envâ-ı ziynet ve mehâsin [güzellikler] i [süs ve güzelliklerin çeşitleri] gösteren bir rahmet-i bâkiye [devamlı olan şefkat ve merhamet] ve bir inâyet-i daimenin [daimî yardım, iyilik ve bağış] bilbedâhe [açık bir şekilde] âhiretin vücudunu istilzam [gerektirme] ile ve şu kâinatın en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] en sevdiği masnuu [san’at eseri] ve kâinatın mevcudatıyla [var edilenler, varlıklar] en ziyade alâkadar olan insandaki şedit, [çok şiddetli] sarsılmaz, daimi

361

olan aşk-ı bekà [devamlı olarak var olma, kalıcı olma aşkı] ve şevk-i ebediyet [sonsuzluğa şiddetli istek] ve âmâl-i sermediyet, [daimî emeller ve arzular] bilbedâhe [açık bir şekilde] işaret ve delâletiyle, bu âlem-i fâniden [gelip geçici dünya] sonra bir âlem-i bâki [devamlı ve kalıcı âlem] ve bir dâr-ı âhiret [âhiret âlemi] ve bir dâr-ı saadet [mutluluk yeri; Cennet] bulunduğunu o derece kat’î bir surette ispat ederler ki, dünyanın vücudu kadar, bilbedâhe [açık bir şekilde] âhiretin vücudunu kabul etmeyi istilzam [gerektirme] ederler.Haşiye [dipnot]

Madem Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bize verdiği en mühim bir ders, iman-ı bil’âhirettir; [“âhiret gününe iman”] ve o iman da bu derece kuvvetlidir; ve o imanda öyle bir rica [ümit] ve bir teselli var ki, yüz bin ihtiyarlık birtek şahsa gelse, bu imandan gelen teselli mukabil gelebilir. Biz ihtiyarlar “Elhamdü lillâhi alâ kemâli’l-îmân[mükemmel imandan dolayı Allah’a hamdolsun] deyip ihtiyarlığımıza sevinmeliyiz.

ALTINCI RİCA

Bir zaman, elîm bir esaretimde, insanlardan tevahhuş [korkma, çekinme] edip Barla Yaylasında, Çam dağının tepesinde yalnız kaldım. Yalnızlıkta bir nur arıyordum. Bir gece, o yüksek tepenin başındaki yüksek bir çam ağacının üstündeki üstü açık odacıkta idim. Üç dört gurbeti birbiri içinde ihtiyarlık bana ihtar etti. Altıncı Mektupta izah edildiği gibi, o gece, ıssız, sessiz, yalnız, ağaçların hışırtılarından ve hemhemelerinden [rüzgârın esmesi ile ağaç yapraklarından çıkan sesler] gelen hazîn bir sadâ, bir ses, rikkatime, [acıma] ihtiyarlığıma, gurbetime ziyade dokundu. İhtiyarlık bana ihtar etti ki: Gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebeddül [başkalaşma, değişme] etti, dünya siyah kefenini giydi; öyle de, senin ömrünün gündüzü de

362

geceye ve dünya gündüzü de berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] gecesine ve hayatın yazı dahi ölümün kış gecesine inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] edeceğini kalbimin kulağına söyledi. Nefsim bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] dedi:

Evet, ben vatanımdan garip olduğum gibi, bu elli sene zarfındaki ömrümde zeval [geçip gitme] bulan sevdiklerimden ayrı düştüğümden ve arkalarında onlara ağlayarak kaldığımdan, bu vatan gurbetinden daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbettir. Ve bu gece ve dağın garibâne vaziyetindeki hazîn gurbetten daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbete yakınlaşıyorum ki, bütün dünyadan birden mufarakat [ayrılık] zamanı yakınlaştığını ihtiyarlık bana haber veriyor. Bu gurbet gurbet içinde ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir rica, [ümit] bir nur aradım. Birden, iman-ı billâh [Allah’a iman] imdada yetişti. Öyle bir ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] verdi ki, bulunduğum muzaaf [kat kat] vahşet bin defa tezâuf etseydi, yine o teselli kâfi [yeterli] gelirdi.

Evet, ey ihtiyar ve ihtiyareler! [yaşlı kadın] Madem Rahîm bir Hâlıkımız [her şeyi yaratan Allah] var; bizim için gurbet olamaz. Madem O var; bizim için herşey var. Madem O var; melâikeleri [melekler] de var. Öyleyse bu dünya boş değil; hâli [boş] dağlar, boş sahrâlar Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ibâdıyla doludur. Zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ibâdından başka, Onun nuruyla, Onun hesabıyla taşı da, ağacı da birer mûnis [cana yakın] arkadaş hükmüne geçer, lisan-ı halle [beden dili] bizimle konuşabilirler ve eğlendirirler.

Evet, bu kâinatın mevcudatı [var edilenler, varlıklar] adedince ve bu büyük kitab-ı âlemin [âlem kitabı, kâinat] harfleri sayısınca, vücuduna şehadet eden; ve zîruhların [ruh sahibi] medar-ı şefkat [şefkat sebebi] ve rahmet ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] olabilen cihazatı ve mat’ûmâtı [yenecek şeyler] ve nimetleri adedince rahmetini gösteren deliller, şahitler, bize Rahîm, Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Enîs, [cana yakın, dost] Vedûd [kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah] olan Hâlıkımızın, [her şeyi yaratan Allah] Sâniimizin, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Hâmîmizin [koruyan, sahip çıkan Allah] dergâhını [Allah’ın yüce katı] gösteriyorlar. O dergâhta [Allah’ın yüce katı] en makbul bir şefaatçi, acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] tır. [acizlik ve zayıflık] Ve acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ın [acizlik ve zayıflık] tam zamanı da ihtiyarlıktır. Böyle bir dergâha [Allah’ın yüce katı] makbul bir şefaatçi olan ihtiyarlıktan küsmek değil, sevmek lâzımdır.

YEDİNCİ RİCA

Bir zaman, ihtiyarlığın başlangıcında, Eski Said’in gülmeleri Yeni Said’in

363

ağlamalarına inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ettiği hengâmda, [ân, zaman] Ankara’daki ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] beni Eski Said zannedip oraya istediler, gittim. Güz mevsiminin âhirlerinde Ankara’nın benden çok ziyade ihtiyarlanmış, yıpranmış, eskimiş kal’asının [kale] başına çıktım. O kale, tahaccür [taşlaşma] etmiş hâdisât-ı tarihiye [tarihî olay] suretinde bana göründü. Senenin ihtiyarlık mevsimiyle benim ihtiyarlığım, kalenin [sözle] ihtiyarlığı, beşerin ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı Devletinin ihtiyarlığı ve Hilâfet Saltanatının vefatı ve dünyanın ihtiyarlığı, bana gayet hazîn ve rikkatli [acıklı] ve firkatli [ayrılık] bir hâlet [durum] içinde, o yüksek kal’ada [kale] geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın dağlarına baktırdı ve baktım. Birbiri içinde beni ihata [herşeyi kuşatma] eden dört beş ihtiyarlık karanlıkları içinde, Ankara’da en kara bir hâlet-i ruhiye [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] hissettiğimden,Haşiye bir nur, bir teselli, bir rica [ümit] aradım.

Sağa, yani, mazi [geçmiş] olan geçmiş zamana bakıp teselli ararken, bana mazi, [geçmiş] pederimin ve ecdadımın ve nev’imin bir mezar-ı ekberi [çok büyük mezar] suretinde göründü. Teselli yerine vahşet verdi.

Sol tarafım olan istikbale, derman ararken baktım. Gördüm ki, benim ve emsalimin ve nesl-i âtinin [gelecek nesil] büyük ve karanlıklı bir kabri suretinde göründü, ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] yerine dehşet verdi.

Sağ ile soldan tevahhuş [korkma, çekinme] edip hazır günüme baktım. O gafletli ve tarihvâri nazarıma o hazır gün, yarım ölmekte ve hareket-i mezbûhânedeki ıztırap çeken cismimin cenazesini taşıyan bir tabut suretinde göründü.

Sonra bu cihetten dahi me’yus [ümitsiz] olunca, başımı kaldırıp, ömrümün ağacının başına baktım. Gördüm ki, o ağacın tek bir meyvesi var; o da benim cenazemdir, o ağaç üstünde duruyor, bana bakıyor.

O cihetten dahi tevahhuş [korkma, çekinme] edip başımı aşağıya eğdim, o ömür ağacının aşağısına, köküne baktım. Gördüm ki, o aşağıda olan toprak, kemiklerimin toprağıyla mebde-i hilkatimin [yaratılışın başlangıcı] toprağı birbirine karışmış bir surette, ayaklar altında çiğneniyor gördüm. O da derman değil, belki derdime dert kattı.

Sonra mecburiyetle arkama baktım. Gördüm ki, esassız, fâni olan dünya, hiçlik derelerinde ve yokluk zulümatında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem ararken, zehir ilâve etti.

364

O cihette dahi hayır göremediğimden, ön tarafıma baktım, ileriye nazarımı gönderdim. Gördüm ki, kabir kapısı tam yolumun üstünde açık görünüp, ağzını açmış, bana bakıyor. Onun arkasında, ebed tarafına giden cadde ve o caddede giden kafileler uzaktan uzağa nazara çarpıyor.

Ve bu altı cihetten [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] gelen dehşetlere karşı bana nokta-i istinad [dayanak noktası] ve silâh-ı müdafaa [savunma silâhı] olacak, cüz’î [ferdî, küçük] bir cüz-ü ihtiyarîden [insandaki çok az seçim gücü, irade] başka birşey elimde yok. O hadsiz a’dâ [düşmanlar] ve hesapsız muzır [zararlı] şeylere karşı tek bir silâh-ı insanî [insana ait silah] olan o cüz-ü ihtiyarî, [çok az irade serbestliği] hem nâkıs, [eksik] hem kısa, hem âciz, hem icadsız [bir şey ortaya koymayan] olduğundan, kesbden [elde etme, kazanma] başka birşey elinden gelmez. Ne geçmiş zamana geçebilir, tâ ondan bana gelen hüzünleri sustursun; ve ne de istikbale hulûl [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] edebilir, tâ ondan gelen korkuları men etsin. Geçmiş ve geleceklere ait emellerime ve elemlerime faydası olmadığını gördüm.

Bu altı cihetten [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] gelen dehşet ve vahşet ve karanlık ve me’yusiyet [ümitsizlik] içinde çırpındığım hengâmda, [ân, zaman] birden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] semâsında parlayan iman nurları imdada yetişti. O altı ciheti [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] o kadar tenvir [aydınlatma] edip ışıklandırdı ki, gördüğüm o vahşetler ve karanlıklar yüz derece tezauf [fazlalık, ziyade] etseydi, yine o nur onlara karşı kâfi [yeterli] ve vâfi [yeterli] idi. Bütün o dehşetleri birer birer teselliye ve o vahşetleri birer birer ünsiyete [alışkanlık, âşinalık / dostluk] çevirdi. Şöyle ki:

İman, o vahşetli geçmiş zamanın mezar-ı ekber [çok büyük mezar] suretini yırtıp, ünsiyetli [cana yakın, dost] bir meclis-i münevver [nurlu meclis] ve bir mecma-i ahbap [dostların toplandığı yer] olduğunu biaynilyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] bihakkılyakîn [yaşamış gibi bir kesinlikte] gösterdi.

Hem iman, bir kabr-i ekber [çok büyük mezar] suretinde nazar-ı gaflete [bir şeyin mânâsını anlamadan bakmak] görünen gelecek zamanı, sevimli saadet saraylarında bir ziyafet-i Rahmâniye [Allah’ın sonsuz rahmetiyle kullarına sunduğu ziyafet] meclisi suretinde biilmilyakîn [ilmî delillerle elde edilen kesinlikte] gösterdi.

Hem iman, nazar-ı gaflete [bir şeyin mânâsını anlamadan bakmak] bir tabut vaziyetinde görünen hazır zamanı [şimdiki zaman] ve o hazır günün tabutiyet [tabut olma özelliği] şeklini kırıp, o hazır gün uhrevî bir ticaretgâh dükkânı ve şâşaalı bir misafirhane-i Rahmânî [Allah’ın sonsuz rahmetiyle kulları için bir konak gibi hazırladığı dünya] suretinde bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] gösterdi.

365

Hem iman, nazar-ı gaflete [bir şeyin mânâsını anlamadan bakmak] ömür ağacının başında cenaze şeklinde görünen tek meyvesi cenaze olmadığını, belki ebedî bir hayata mazhar [erişme, nail olma] ve ebedî bir saadete namzet [aday] olan ruhumun, eskimiş yuvasından, yıldızlarda gezmek için çıktığını biilmilyakîn [ilmî delillerle elde edilen kesinlikte] gösterdi.

Hem iman, kemiklerimle mebde-i hilkatimin [yaratılışın başlangıcı] toprağı, ayak altında ehemmiyetsiz mahvolmuş kemikler olmadığını, belki o toprak, rahmet kapısı ve Cennet salonunun bir perdesi olduğunu sırr-ı imanla [iman sırrı] gösterdi.

Hem iman, nazar-ı gafletle [bir şeyin mânâsını anlamadan bakmak] arkamda, hiçlikte, yokluk karanlığında yuvarlanan dünyanın vaziyetini sırr-ı Kur’ân‘la [Kur’ân’ın sırrı] gösterdi ki, o zâhirî zulümatta yuvarlanan dünya ise, vazifesi bitmiş, mânâsını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücutta bırakmış bir kısım mektubat-ı Samedâniye [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] ve sahâif-i nukuş-u Sübhâniye [her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın nakışlarını gösterdiği sayfalar] olduğunu gösterdi. Dünyanın mahiyeti ne olduğunu biilmilyakîn [ilmî delillerle elde edilen kesinlikte] bildirdi.

Hem iman, ileride gözünü açıp bana bakan kabri ve kabrin arkasında ebede giden caddeyi, nur-u Kur’ân [Kur’ân nuru] ile gösterdi ki, o kabir, kuyu kapısı değil, belki âlem-i nurun [nur âlemi] kapısıdır. Ve o yol ise, hiçliğe ve ademistana [yokluk ülkesi, yeri] değil, belki vücuda, nuristana ve saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] giden yol olduğunu, tam kanaat verecek bir derecede gösterdiğinden, dertlerime hem derman, hem merhem oldu.

Hem iman, o elinde pek cüz’î [ferdî, küçük] bir kesb [elde etme, kazanma] bulunan cüz’î [ferdî, küçük] bir cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] yerine, o hadsiz düşman ve zulmetlere karşı, gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] bir kudrete istinad etmek ve hadsiz bir rahmete intisap [bağlanma] etmek için o cüz-ü ihtiyarînin [insandaki çok az seçim gücü, irade] eline bir vesika [belge] veriyor; belki de iman, o cüz-ü ihtiyarînin [insandaki çok az seçim gücü, irade] elinde bir vesika [belge] oluyor. Hem o cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] olan silâh-ı insanî, [insana ait silah] gerçi zâtında hem kısa, hem âciz, hem noksandır. Fakat, nasıl ki bir asker, cüz’î [ferdî, küçük] kuvvetini devlet hesabına istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettiği vakit, binler derece kuvvetinden fazla işler görür; öyle de, sırr-ı imanla [iman sırrı] o cüz’î [ferdî, küçük] cüz-ü ihtiyarî, [çok az irade serbestliği] Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] namına, Onun yolunda istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilse, beş yüz sene genişliğinde bir Cenneti dahi kazanabilir.

366

Hem iman, geçmiş ve gelecek zamana nüfuz edemeyen o cüz-ü ihtiyarînin [insandaki çok az seçim gücü, irade] dizginini cismin elinden alıp kalbe ve ruha teslim eder. Ruh ve kalbin daire-i hayatı [hayat alanı] ise cisim gibi hazır zamana [şimdiki zaman] münhasır olmadığından, pek çok seneler maziden, pek çok seneler istikbalden daire-i hayatına [hayat alanı] dahil olduğundan; o cüz-ü ihtiyarî, [çok az irade serbestliği] cüz’iyetten çıkıp külliyet kesb [elde etme, kazanma] eder. Zaman-ı mazinin [geçmiş zaman] en derin derelerine kuvvet-i imanla [iman gücü] girebildiği ve hüzünlerin zulmetlerini def edebildiği gibi, nur-u imanla [iman aydınlığı] istikbalin en uzak dağlarına kadar çıkar, korkuları izale [giderme] eder.

İşte, ey benim gibi ihtiyarlık zahmetini çeken ihtiyar ve hemşire ihtiyareler! [yaşlı kadın] Madem, elhamdü lillâh, biz ehl-i imanız; [Allah’a inanan] ve madem imanda bu kadar nurlu, lezzetli, sevimli, şirin defineler var; ve madem ihtiyarlığımız bizi bu definenin içine daha ziyade sevk ediyor. Elbette imanlı ihtiyarlıktan şekvâ [şikayet] değil, belki binler teşekkür etmeliyiz.

SEKİZİNCİ RİCA

İhtiyarlığın alâmeti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] dağdağaları [gürültü, dehşet verici] ve esaretimin keşmekeşlikleri ve sonra İstanbul’a geldiğim vakit, ehemmiyetli bir şan ve şeref vaziyeti, hattâ Halifeden, Şeyhülislâmdan, Başkumandandan tut, tâ medrese talebelerine kadar, haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh [güzel ve hoş görmek, güzel bulmak] ve iltifat gösterdikleri cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vaziyetin verdiği hâlet-i ruhiye, [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki, adeta dünyayı daimî, kendimi de lâyemûtâne [ölmeyecekmişçesine, ölümsüz olarak] dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acibede [şaşırtıcı durum] görüyordum.

İşte o zamanda, İstanbul’un Bayezid cami-i mübarekine, Ramazan-ı Şerifte ihlâslı hafızları dinlemeye gittim. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] semâvî yüksek hitabıyla beşerin fenâsını ve zîhayatın [canlı] vefatını haber veren gayet kuvvetli bir

367

surette كُلُّ نَفْسٍ ذَۤائِقَةُ الْمَوْتِ 1 fermanını, hafızların lisanıyla ilân etti. Kulağıma girip, tâ kalbimin içine yerleşip, o pek kalın gaflet ve uyku ve sarhoşluk tabakalarını parça parça etti. Camiden [cansız] çıktım. Daha çoktan beri başımda yerleşen o eski uykunun sersemliğiyle birkaç gün başımda bir fırtına, dumanlı bir ateş ve pusulasını şaşırmış gemi gibi kendimi gördüm. Âyinede saçıma baktıkça, beyaz kıllar bana diyorlar: “Dikkat et!”

İşte o beyaz kılların ihtarıyla vaziyet tavazzuh [açıklığa kavuşma, aydınlanma] etti. Baktım ki, çok güvendiğim ve ezvâkına [zevkler, lezzetler] meftun [aşık] olduğum gençlik elveda diyor. Ve muhabbetiyle pek çok alâkadar olduğum hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] sönmeye başlıyor ve pek çok alâkadar ve adeta âşık olduğum dünya bana uğurlar olsun deyip, misafirhaneden gideceğimi ihtar ediyor. Kendisi de Allahaısmarladık deyip, o da gitmeye hazırlanıyor. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] كُلُّ نَفْسٍ ذَۤائِقَةُ الْمَوْتِ âyetinin külliyetinde, “Nev-i insanî [insan türü, insanlık] bir nefistir; dirilmek üzere ölecek. Ve küre-i arz [yer küre, dünya] dahi bir nefistir; bâki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefistir; âhiret suretine girmek için o da ölecek” mânâsı, âyetin işaretinden kalbe açılıyordu.

İşte bu hâlette [durum] vaziyetime baktım ki, medar-ı ezvak olan gençlik gidiyor; menşe-i ahzân olan ihtiyarlık, yerine geliyor. Ve gayet parlak ve nuranî hayat gidiyor; zâhirî karanlıklı, dehşetli ölüm, yerine gelmeye hazırlanıyor. Ve o çok sevimli ve daimî zannedilen ve gafillerin mâşukası [aşık olunan, sevgili] olan dünya, pek sür’atle zevâle [batış, kayboluş] kavuşuyor gördüm. Kendi kendimi aldatmak ve yine başımı gaflete sokmak için, İstanbul’da haddimden çok fazla gördüğüm makam-ı içtimaînin [sosyal hayattaki makam, mevki] ezvâkına [zevkler, lezzetler] baktım, hiçbir faidesi olmadı. Bütün onların teveccühü, [ilgi] iltifatı, tesellileri, yakınımda olan kabir kapısına kadar gelebilir, orada söner. Ve şöhretperestlerin bir gaye-i hayali [hayal edilen gaye] olan şan ve şerefin süslü perdesi altında sakîl [ağır] bir riyâ, [gösteriş] soğuk bir hodfuruşluk, [kendi kendini beğenme] muvakkat [geçici] bir sersemlik suretinde gördüğümden, anladım ki, beni şimdiye kadar aldatan bu işler, hiçbir teselli veremez ve onlarda hiçbir nur yok.

368

Yine tam uyanmak için, Kur’ân’ın semâvî dersini işitmek üzere, yine Bayezid Camiindeki hafızları dinlemeye başladım. O vakit, o semâvî dersten وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا 1 (ilâ âhir) nev’inden kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] fermanlarla müjdeler işittim. Kur’ân’dan aldığım feyizle hariçten teselli aramak değil, belki dehşet ve vahşet ve meyusiyet [ümitsizlik] aldığım noktalar içinde teselliyi, ricayı, [ümit] nuru aradım. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz bin şükür olsun ki, ayn-ı dert [tam bir dert] içinde dermanı buldum. Ayn-ı zulmet [tam bir karanlık] içinde nuru buldum. Ayn-ı dehşet [tam bir dehşet] içinde teselliyi buldum.

En evvel, herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm [kuruntu] edilen ölümün yüzüne baktım. Nur-u Kur’ân [Kur’ân nuru] ile gördüm ki, ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de, fakat mü’min için asıl siması nuranîdir, güzeldir gördüm. Ve çok risalelerde bu hakikati kat’î bir surette ispat etmişiz. Sekizinci Söz ve Yirminci Mektup gibi çok risalelerde izah ettiğimiz gibi, ölüm, idam [hiçlik, yokluk] değil, firak [ayrılık] değil, belki hayat-ı ebediyenin [sonsuz âhiret hayatı] mukaddemesidir, [evvel, önce] mebdeidir. [başlangıç] Ve vazife-i hayat [hayat görevi] külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. [mekân değişikliği] Berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] âlemine göçmüş kafile-i ahbaba [dostların oluşturduğu topluluk] kavuşmaktır. Ve hâkezâ, bunlar gibi hakikatlerle ölümün hakikî güzel simasını gördüm. Korkarak değil, belki bir cihetle müştakane mevtin [ölüm] yüzüne baktım. Ehl-i tarikatçe [tarikata mensup olanlar] rabıta-i mevtin [her an ölümü düşünüp ahiret için çalışmak] bir sırrını anladım.

Sonra, herkesi zevâliyle [batış, kayboluş] ağlatan ve herkesi kendine meftun [aşık] ve müştak [arzulu, aşırı istekli] eden ve günah ve gafletle geçen ve geçmiş gençliğime baktım. O güzel, süslü çarşafı (elbisesi) içinde gayet çirkin, sarhoş, sersem bir yüz gördüm. Eğer mahiyetini bilmeseydim birkaç sene beni sarhoş edip güldürmesine bedel, yüz sene dünyada kalsam beni ağlattıracaktı. Nasıl ki öylelerden birisi ağlayarak demiş:

لَيْتَ الشَّبَابَ يَعُودُ يَوْمًا * فَاُخْبِرَهُ بِمَا فَعَلَ الْمَشِيبُ Yani, “Keşke gençliğim

369

birgün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma ne kadar hazîn haller getirdiğini ona şekvâ [şikayet] edip söyleyecektim.”

Evet, bu zat gibi gençliğin mahiyetini bilmeyen ihtiyarlar, gençliklerini düşünüp teessüf [eseflenme, üzülme] ve tahassürle [hasret çekme, özlem duyma, üzülme] ağlıyorlar. Halbuki gençlik, eğer ehl-i kalb, [kalb ehli] ehl-i huzur ve aklı başında ve kalbi yerinde bulunan mü’minlerde olsa, ibadete ve hayrâta ve ticaret-i uhreviyeye [âhiret ile ilgili ticaret] sarf edilse, en kuvvetli bir vesile-i ticaret ve güzel ve şirin bir vasıta-i hayrattır. [hayırların vasıtası, aracı] Ve o gençlik, vazife-i diniyesini [dini görev] bilip sû-i istimal [bir şeyi kötüye kullanma] etmeyenlere, kıymettar, zevkli bir nimet-i İlâhiyedir. [Allah’ın kullarına verdiği nimet] Eğer istikamet, [doğru] iffet, takvâ beraber olmazsa, çok tehlikeleri var; taşkınlıklarıyla saadet-i ebediyesini [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve hayat-ı uhreviyesini [âhiret hayatı] zedeler. Belki hayat-ı dünyeviyesini [dünya hayatı] de berbat eder. Belki bir iki sene gençlik zevkine bedel, ihtiyarlıkta çok seneler gam ve keder çeker.

Madem ekser insanlarda gençlik zararlı düşüyor. Biz ihtiyarlar Allah’a şükretmeliyiz ki, gençlik tehlikelerinden ve zararlarından kurtulduk. Herşey gibi, elbette gençliğin dahi lezzetleri gidecek. Eğer ibadete ve hayra sarf edilmişse, o gençliğin meyveleri onun yerinde bâki kalıp, hayat-ı ebediyede [sonsuz âhiret hayatı] bir gençlik kazanmasına vesile olur.

Sonra, ekser nâsın âşık ve müptelâ [bağımlı] olduğu dünyaya baktım. Nur-u Kur’ân [Kur’ân nuru] ile gördüm ki, birbiri içinde üç küllî dünya var: Birisi esmâ-i İlâhiyeye bakar, onların âyinesidir. İkinci yüzü âhirete bakar, onun mezraasıdır. [tarla] Üçüncü yüzü ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] bakar, ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] mel’abegâhıdır. [oyun yeri]

Hem herkesin bu dünyada koca bir dünyası var. Adeta insanlar adedince dünyalar birbiri içine girmiş. Fakat herkesin hususî dünyasının direği, kendi hayatıdır. Ne vakit cismi kırılsa, dünyası başına yıkılır, kıyameti kopar. Ehl-i gaflet, [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] kendi dünyasının böyle çabuk yıkılacak vaziyetini bilmediklerinden, umumî dünya gibi daimî zannedip perestiş [aşırı derece sevme] eder.

Başkalarının dünyası gibi çabuk yıkılır, bozulur, benim de hususî bir dünyam var. “Bu hususî dünyam, bu kısacık ömrümle ne faydası var?” diye düşündüm. Nur-u Kur’ân [Kur’ân nuru] ile gördüm ki:

370

Hem benim, hem herkes için, şu dünya muvakkat [geçici] bir ticaretgâh; ve hergün dolar, boşalır bir misafirhane; ve gelen geçenlerin alışverişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar; ve Nakkaş-ı Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları bir nakış halinde yaratan Allah] teceddüd [yenileme] eden, hikmetle yazar bozar bir defteri ve her bahar, bir yaldızlı mektubu ve herbir yaz bir manzum [düzenli] kasidesi; [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] ve o Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] cilve-i esmâsını [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] tazelendiren, gösteren âyineleri; ve âhiretin fidanlık bir bahçesi; ve rahmet-i İlâhiyenin bir çiçekdanlığı; ve âlem-i bekàda [devamlı ve kalıcı âlem] gösterilecek olan levhaları yetiştirmeye mahsus muvakkat [geçici] bir tezgâhı mahiyetinde gördüm. Bu dünyayı bu surette yaratan Hâlık-ı Zülcelâle [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] yüz bin şükrettim. Ve anladım ki, dünyanın, âhirete ve esmâ-i İlâhiyeye bakan güzel içyüzlerine karşı nev-i insana [insan türü, insanlık] muhabbet verilmişken, o muhabbeti sû-i istimal [bir şeyi kötüye kullanma] ederek fâni, çirkin, zararlı, gafletli yüzüne karşı sarf ettiğinden, حُبُّ الدُّنْيَا رَأْسُ كُلِّ خَطِيئَةٍ 1 hadis-i şerifinin sırrına mazhar [erişme, nail olma] olmuşlar.

İşte, ey ihtiyar ve ihtiyareler! [yaşlı kadın] Ben Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nuruyla ve ihtiyarlığımın ihtarıyla ve iman dahi gözümü açmasıyla bu hakikati gördüm. Ve çok risalelerde kat’î burhanlarla [delil] ispat ettim. Kendime hakikî bir teselli ve kuvvetli bir rica [ümit] ve parlak bir ziya gördüm. Ve ihtiyarlığıma memnun oldum ve gençliğin gitmesinden mesrur [mutlu] oldum. Siz de ağlamayınız ve şükrediniz. Madem iman var ve hakikat böyledir; ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ağlasın, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ağlasın.

DOKUZUNCU RİCA

Harb-i Umumîde, [Birinci Dünya Savaşı] esaretle, Rusya’nın şark-ı şimalîsinde, [kuzeydoğu] çok uzak olan Kosturma vilâyetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir camii, meşhur

371

Volga Nehrinin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zabitler [subay] içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim. Dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga Nehrinin kenarındaki küçük camie aldılar.

Ben yalnız olarak camide yatıyordum. Bahar da yakın. O şimal [kuzey] kıt’asının [dünyanın kara paçalarından her biri] pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehrinin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli [acıklı] şıpıltıları ve rüzgârın firkatli [ayrılık] esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten [geçici] uyandırdı. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum; fakat Harb-i Umumîyi [Birinci Dünya Savaşı] gören ihtiyardır. Güya يَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ شِيبًا 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olarak, öyle günlerdir ki, çocukları ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı, uzun gece ve hazîn gurbet ve hazîn vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir meyusiyet [ümitsizlik] geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi.

O hâlette [durum] iken, Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] imdat geldi. Dilim حَسْبُنَا اللهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ 2 dedi. Kalbim de ağlayarak dedi:

غَرِيبَمْ بِيكَسَمْ ضَعِيفَمْ نَاتُوَانَمْ اَلْاَمَانْ كُوَي عَفْوُجُويَمْ مَدَدْخَوٰاهَمْ زِدَرْكَاهَتْ اِلٰهِى * 3

Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül [hayal etme] ederek, Niyazî-i Mısrî gibi dedim:

Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp,

Şevk ile her dem [an, vakit] uçup, çağırırım dost, dost!

diye dostları arıyordu.

Her neyse… O hüzünlü, rikkatli, [acıklı] firkatli, [ayrılık] uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlâhîde [Cenâb-ı Allah’ın rahmet kapısı] zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczim o kadar büyük bir şefaatçi ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim. Çünkü birkaç gün sonra, gayet hilâf-ı me’mul bir surette, yayan gidilse

372

bir senelik mesafede, tek başımla, Rusça bilmediğim halde firar ettim. Zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczime binaen gelen inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ile harika bir surette kurtuldum. Tâ Varşova ve Avusturya’ya uğrayarak İstanbul’a kadar geldim ki, bu surette kolaylıkla kurtulmak pek harika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları çok teshilât [kolaylık] ve çok kolaylıkla, o uzun firarî seyahati bitirdim.

Fakat o Volga Nehri kenarındaki camideki [cansız] mezkûr [adı geçen] gecenin vaziyeti bana bu kararı verdirmiş ki, bakıye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu insanların hayat-ı içtimaîsine [sosyal hayat] karışmak artık yeter. Madem sonunda yalnız kabre gideceğim; yalnızlığa alışmak için şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim, demiştim.

Fakat, maatteessüf, [ne yazık ki] İstanbul’daki ciddî ve çok ahbap ve İstanbul’un şâşaalı hayat-ı dünyeviyesi, [dünya hayatı] hususan haddimden çok fazla bana teveccüh [ilgi] eden şan ve şeref gibi neticesiz şeyler, o kararımı muvakkaten [geçici] bana unutturdular. Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlıktı. Ve İstanbul’un beyaz, şâşaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyazıydı ki, ileriyi göremedi, yine yattı. Tâ iki sene sonra Gavs-ı Geylânî, Fütuhu’l-Gayb [[Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.)]] kitabıyla tekrar gözümü açtırdı.

İşte ey ihtiyar ve ihtiyareler! [yaşlı kadın] Biliniz ki, ihtiyarlıktaki zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acz, rahmet ve inâyet-i İlâhiyenin [Allah’ın inayeti, yardımı] celbine vesiledir. Ben kendi şahsımda çok hadiselerle müşahede ettiğim gibi, zeminin yüzündeki rahmetin cilvesi de gayet zâhir bir tarzda bu hakikati gösteriyor. Çünkü hayvânâtın en âciz ve en zayıfı, yavrulardır. Halbuki, rahmetin en şirin ve en güzel cilvesine mazhar, [erişme, nail olma] yine onlardır. Bir ağacın başındaki yuvada bir yavrunun aczi, annesini en mutî [emre uyan] bir nefer [asker] gibi, rahmetin cilvesi istihdam [çalıştırma] ediyor. Etrafı gezer, rızkını getirir. Ne vakit o yavru, kanatlarının kuvvetlenmesiyle aczini unutsa, validesi ona “Sen git, rızkını ara” der, daha onu dinlemez.

İşte bu sırr-ı rahmet [rahmet sırrı] yavruların hakkında cereyan ettiği gibi, zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acz noktasında yavrular hükmüne geçen ihtiyarlar hakkında da câridir. Bana kanaat-i kat’iye [kesin düşünce] verecek derecede tecrübeler vardır ki, nasıl çocukların aczlerine binaen,

373

rahmet tarafından, rızıkları harika bir surette memeler musluklarından gönderiliyor ve akıttırılıyor; öyle de, mâsumiyet kesb [elde etme, kazanma] eden imanlı ihtiyarların rızıkları da bereket suretinde gönderiliyor. Hem bir hanenin bereket direği, o hanedeki ihtiyarlar olduğu; hem bir haneyi belâlardan muhafaza edici, içindeki beli bükülmüş mâsum ihtiyarlar ve ihtiyareler [yaşlı kadın] bulunduğu,Haşiye hadis-i şerifin bir parçası olan لَوْ لاَ الشُّيُوخُ الرُّكَّعُ لَصُبَّ عَلَيْكُمُ الْبَلاَءُ صَبًّا yani, “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belâlar sel gibi üzerinize dökülecekti” diye ferman etmekle, bu hakikati ispat ediyor.

İşte, madem ihtiyarlıktaki zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acz, bu derece rahmet-i İlâhiyenin celbine medardır. [kaynak, dayanak] Ve madem Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân]

اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَۤا اَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُلْ لَهُمَا اُفٍّ وَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا * وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانِى صَغِيرًا * 1

âyetiyle, beş cihetle gayet mucizâne [mu’cizeli bir şekilde] bir surette ihtiyar peder ve valideye karşı hürmete ve şefkate evlâtları davet ediyor. Ve madem İslâmiyet dini, ihtiyarlara hürmet ve merhameti emrediyor. Ve madem insaniyet fıtratı, ihtiyarlara karşı hürmet ve merhameti iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Elbette biz ihtiyarlar, gençlik iştihâsıyla olan muvakkat [geçici] bir zevk-i maddî yerine, mânevî ve dâimî ve mühim inâyet-i İlâhiyeden [Allah’ın inayeti, yardımı] ve rikkat-i cinsiyeden [insanın kendi cinsinden olana acıması] gelen rahmet ve hürmet, ve rahmet ve hürmetten

374

neş’et [doğma] eden ezvâk-ı ruhaniyeyi [ruhun aldığı zevkler] alıyoruz. O halde biz bu ihtiyarlığımızı yüz gençliğe değişmemeliyiz. Evet, ben kendim sizi temin ediyorum ki, Eski Said’in on senelik gençliğini bana verseler, ben şimdi Yeni Said’in bir senelik ihtiyarlığını vermeyeceğim. Ben ihtiyarlığımdan razıyım; siz de razı olmalısınız.

ONUNCU RİCA

Bir zaman, esaretten geldikten sonra, İstanbul’da bir iki sene yine gaflet galebe [üstün gelme] etti. Siyaset havası, nazarımı nefsimden kaldırıp âfâka dağıtmışken, birgün İstanbul’un Eyüp Sultan kabristanının dereye bakan yüksek bir yerinde oturuyordum. İstanbul etrafındaki âfâka baktım. Birden, bakıyorum, benim hususî dünyam vefat ediyor, bazı cihette ruh çekiliyor gibi bir hâlet-i hayaliye [hayalî hâl] bana geldi. Dedim “Acaba bu kabristanın mezar taşlarındaki yazıları mıdır ki, bana böyle hayal veriyor?” diye nazarımı çektim. Uzağa değil, o kabristana baktım. Kalbime ihtar edildi ki:

“Bu senin etrafındaki kabristanın, yüz İstanbul, içinde vardır. Çünkü yüz defa İstanbul buraya boşalmış. Bütün İstanbul’un halkını buraya boşaltan bir Hâkim-i Kadîrin [sonsuz kuvvet ve kudret sahibi ve her şeyi hikmetle yaratan Allah] hükmünden kurtulup müstesna kalamazsın; sen de gideceksin.”

Ben kabristandan çıkıp, bu dehşetli hayal ile Sultan Eyüp Camiinin mahfelindeki [kapalı bölme, oda] küçük bir odaya, çok defa girdiğim gibi, bu defa da girdim. Düşündüm ki, ben üç cihette misafirim. Bu menzilcikte misafir olduğum gibi, İstanbul’da da misafirim, dünyada da misafirim. Misafir, yolunu düşünmeli. Nasıl ki bu odadan çıkacağım, birgün de İstanbul’dan da çıkacağım, diğer birgün de dünyadan çıkacağım.

İşte bu hâlette, [durum] gayet rikkatli [acıklı] ve firkatli, [ayrılık] elemli bir hüzün ve gam, kalbime, başıma çöktü. Çünkü ben yalnız bir iki dostu kaybetmiyorum. İstanbul’da binler sevdiğim dostlarımdan mufarakat [ayrılık] gibi, çok sevdiğim İstanbul’dan da ayrılacağım. Dünyada yüz binler dostlarımdan iftirak [ayrılık] gibi, çok sevdiğim ve müptelâ [bağımlı] olduğum o güzel dünyadan da ayrılacağım diye düşünürken, yine kabristanın o yüksek yerine gittim. Ara sıra sinemaya ibret için gittiğimden, bana, İstanbul içindeki insanlar, o dakikada, sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana [şimdiki zaman] getirmek cihetiyle, ölmüş olanları ayakta gezer suretinde gösterdikleri gibi, aynen ben de, o vakit gördüğüm insanları, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayalim dedi ki: Madem bu kabristanda olanlardan bir kısmı,

375

sinemada, gezer gibi görülüyor; ileride kat’iyen [kesinlikle] bu kabristana girecekleri, girmiş gibi gör. Onlar da cenazelerdir, geziyorlar.

Birden, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nuruyla ve Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî Hazretlerinin irşadıyla, [doğru yol gösterme] o hazîn hâlet, [durum] sürurlu [mutluluk] ve neş’eli bir vaziyete inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etti. Şöyle ki:

O hazîn hale karşı Kur’ân’dan gelen nur böyle ihtar etti ki: Senin, şimal-i [kuzey] şarkîde, Kosturma’daki gurbetinde bir iki esir zabit [subay] dostun vardı. Bu dostların herhalde İstanbul’a gideceklerini biliyordun. Sana birisi deseydi, “Sen İstanbul’a mı gideceksin, yoksa burada mı kalacaksın?” Elbette, zerre miktar aklın varsa, İstanbul’a ferah ve sürurla [mutluluk] gitmesini kabul edecektin. Çünkü bin birden, dokuz yüz doksan dokuz ahbabın İstanbul’dadırlar. Burada bir iki tane kalmış; onlar da oraya gidecekler. Senin için İstanbul’a gitmek hazîn bir firak, [ayrılık] elîm bir iftirak [ayrılık] değil. Hem de geldin, memnun olmadın mı? O düşman memleketindeki pek karanlık, uzun gecelerinden ve pek soğuk fırtına kışlarından kurtuldun. Bu güzel, dünya cenneti gibi İstanbul’a geldin.

Aynen öyle de, senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden yüzde doksan dokuzu, sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var; onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefatın firak [ayrılık] değil, visaldir, [kavuşma] o ahbaplara kavuşmaktır. Onlar, yani o ervâh-ı bâkiye, [kalıcı ve devamlı ruhlar] eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp, bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] tabakatında geziyorlar diye ihtar edildi.

Evet, bu hakikati Kur’ân ve iman o derece kat’î bir surette ispat etmiştir ki, bütün bütün kalbsiz, ruhsuz olmazsa veyahut dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kalbini boğmamışsa, görüyor gibi inanmak gerektir. Çünkü bu dünyayı hadsiz envâ-ı lütuf ve ihsanıyla [bağış] böyle tezyin [süsleme] edip mükrimâne [ikramlarda bulunarak] ve şefîkane [şefaat eden] rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] gösteren ve tohumlar gibi en ehemmiyetsiz cüz’î [ferdî, küçük] şeyleri dahi muhafaza eden bir Sâni-i Kerîm [sonsuz cömertlik ve kerem sahibi ve herşeyi san’atla yaratan Allah] ve Rahîm, masnua[san’at eseri] içinde en mükemmel ve en câmi, en ehemmiyetli ve en çok sevdiği masnuu [san’at eseri] olan insanı, elbette ve bilbedahe, [açıkça] sureten [görünüş itibarıyla] göründüğü gibi böyle merhametsiz,

376

âkıbetsiz idam [hiçlik, yokluk] etmez, mahvetmez, zayi etmez. Belki bir çiftçinin toprağa serptiği tohumlar gibi, başka bir hayatta sümbül vermek için, Hâlık-ı Rahîm [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] o sevgili masnuunu, bir rahmet kapısı olan toprak altına muvakkaten [geçici] atar.Haşiye [dipnot]

İşte bu ihtar-ı Kur’ânîyi [Kur’ân’ın ihtarı, hatırlatması] aldıktan sonra, o kabristan, İstanbul’dan ziyade bana ünsiyetli [cana yakın, dost] oldu. Halvet [yalnızlık, tek başına kalma] ve uzlet, [yalnızlığa çekilmek] bana sohbet ve muaşeretten [birlikte yaşayıp iyi geçinmek] daha ziyade hoş geldi. Ben de Boğaz tarafındaki Sarıyer’de, bir halvethane [yalnızca ibadet etmek ve çile doldurmak için kapanılan oda] kendime buldum. Gavs-ı Âzam (r.a.) Fütuhu’l-Gayb‘ıyla [[Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.)]] bana bir üstad ve tabip ve mürşid olduğu gibi, İmam-ı Rabbânî de (r.a.) Mektubat’ıyla bir enîs, [cana yakın, dost] bir müşfik, bir hoca hükmüne geçti. O vakit, ihtiyarlığa girdiğimden ve medeniyetin ezvâkından [zevkler, lezzetler] çekildiğimden ve hayat-ı içtimaiyeden [sosyal hayat] sıyrıldığımdan pek çok memnun oldum, Allah’a şükrettim.

İşte, ey benim gibi ihtiyarlık içine giren ve ihtiyarlığın ihtarıyla vefatı çok tahattur [hatıra gelme] eden zatlar! Kur’ân’ın verdiği ders-i iman [iman dersi] nuruyla, ihtiyarlığı ve vefatı ve hastalığı hoş görmeliyiz, belki bir cihette sevmeliyiz. Madem iman gibi hadsiz derecede kıymettar bir nimet bizde vardır. İhtiyarlık da hoştur, hastalık da hoştur, vefat da hoştur. Nâhoş birşey varsa o da günahtır, sefahettir, [ahmaklık, beyinsizlik] bid’atlardır, [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] dalâlettir. [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık]

ON BİRİNCİ RİCA

Esaretten geldikten sonra, İstanbul’da Çamlıca tepesinde bir köşkte, merhum biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] Abdurrahman ile beraber oturuyorduk. Bu hayatım, hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] cihetinde bizim gibilere en mes’ûdâne [mutlu bir şekilde] bir hayat sayılabilirdi. Çünkü esaretten kurtulmuştum; Darü’l-Hikmette, meslek-i ilmiyeme [ilim mesleği] münasip, en âli [yüce] bir

377

tarzda neşr-i ilme muvaffakiyet [başarı] vardı. Bana teveccüh [ilgi] eden haysiyet ve şeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice İstanbul’un en güzel yeri olan Çamlıca’da oturuyordum. Hem herşeyim mükemmeldi. Merhum biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] Abdurrahman gibi gayet zekî, fedakâr, hem bir talebe, hem hizmetkâr, hem kâtip, hem evlâd-ı mâneviyem beraberdi. Dünyada herkesten ziyade kendimi mes’ut bilirken, âyineye baktım, saçımda, sakalımda beyaz kılları gördüm.

Birden, esarette, Kosturma’daki camideki [cansız] intibah-ı ruhî [ruhî uyanış] yine başladı. Onun eseri olarak, kalben merbut [bağlı] olduğum ve medar-ı saadet-i [mutluluk, huzur kaynağı, vesilesi] dünyeviye zannettiğim hâlâtı, [durumlar, haller] esbabı tetkike başladım. Hangisini tetkik ettimse, baktım ki, çürüktür, alâkaya değmiyor, aldatıyor. O sıralarda, en sadakatli zannettiğim bir arkadaşımda, umulmadık bir sadakatsizlik ve hatıra gelmez bir vefasızlık gördüm. Hayat-ı dünyeviyeden [dünya hayatı] bir ürkmek geldi. Kalbime dedim: “Acaba ben bütün bütün aldanmış mıyım? Görüyorum ki, hakikat noktasında acınacak halimize, pek çok insanlar gıptayla bakıyorlar. Bütün bu insanlar divane mi olmuşlar? Yoksa şimdi ben divane mi oluyorum ki, bu dünyaperest insanları divane görüyorum?”

Her neyse… Ben, ihtiyarlığın verdiği şiddetli intibah [uyanış] cihetinde, en evvel, alâkadar olduğum fâni şeylerin fâniliğini gördüm. Kendime de baktım, nihayet-i aczde gördüm. O vakit, bekà isteyen ve bekà tevehhümüyle [kuruntu] fânilere müptelâ [bağımlı] olan ruhum bütün kuvvetiyle dedi ki: “Madem cismen fâniyim; bu fânilerden bana ne hayır gelebilir? Madem ben âcizim; bu âcizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak bir Bâkî-i Sermedî, [varlığı kalıcı ve sürekli olan Allah] bir Kadîr-i Ezelî [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] lâzım” diyerek taharrîye [araştırma] başladım.

O vakit, herşeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiğim ilme müracaat edip, bir teselli, bir rica [ümit] aramaya başladım. Maatteessüf, [ne yazık ki] o vakte kadar ulûm-u felsefeyi ulûm-u İslâmiye [İslâm ilimleri] ile beraber havsalama [anlama gücü] doldurup, o ulûm-u felsefeyi, pek yanlış olarak, maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim. Halbuki, o felsefî meseleler ruhumu çok fazla kirletmiş ve terakkiyât-ı mâneviyemde [manevî ilerlemeler] engel olmuştu.

378

Birden, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmet ve keremiyle, [cömertlik] Kur’ân-ı Hakîmdeki [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hikmet-i kudsiye [mukaddes, kusursuz ve eksiksiz hikmet] imdada yetişti. Çok risalelerde beyan edildiği gibi, o felsefî meselelerin kirlerini yıkadı, temizlettirdi.

Ezcümle, fünun-u hikmetten [felsefeye dayalı bilimler] gelen zulümat-ı ruhiye, [ruhla oluşan mânevî karanlıklar] ruhumu kâinata boğduruyordu. Hangi cihete baktım, nur aradım; o meselelerde nur bulamadım, teneffüs edemedim. Tâ, Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] gelen Lâ ilâhe illâ Hû cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet parlak bir nur olarak, bütün o zulümatı dağıttı; rahatla nefes aldım. Fakat nefis ve şeytan, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i felsefeden [felsefe ile uğraşanlar] aldıkları derse istinad ederek akıl ve kalbe hücum ettiler. Bu hücumdaki münâzarât-ı nefsiye, [nefisle yapılan tartışma] lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] kalbin muzafferiyetiyle neticelendi. Çok risalelerde kısmen o münazaralar yazılmış. Onlara iktifâ [yetinme] edip, burada yalnız binde bir muzafferiyet-i kalbiyeyi [kalple kazanılan mânevî zafer] göstermek için, binler burhandan [delil] birtek burhan [delil] beyan edeceğim. Tâ ki, gençliğinde hikmet-i ecnebiye [Batı felsefesi] veya fünun-u medeniye [modern ilimler] namı altındaki kısmen dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kısmen mâlâyâniyat [anlamsız, faydasız] meseleleriyle ruhunu kirletmiş, kalbini hasta etmiş, nefsini şımartmış bir kısım ihtiyarların ruhunda temizlik yapsın; tevhid hakkında şeytan ve nefsin şerrinden kurtulsun. Şöyle ki:

Ulûm-u felsefiyenin [felsefî ilimler] vekâleti namına nefsim dedi ki: “Bu kâinattaki esbabın tabiatıyla bu mevcudata [var edilenler, varlıklar] müdahaleleri var. Herşey bir sebebe bakar. Meyveyi ağaçtan, hububatı [tohum] topraktan istemeli. En cüz’î, [ferdî, küçük] en küçük birşeyi de Allah’tan istemek ve Allah’a yalvarmak ne demektir?”

O vakit, nur-u Kur’ân [Kur’ân nuru] ile, sırr-ı tevhid, [Allah’ın birlik sırrı] şu gelecek surette inkişaf [açığa çıkma] etti. Kalbim, o mütefelsif [felsefe ile uğraşmış olan, filozoflaşmış] nefsime dedi:

En cüz’î [ferdî, küçük] ve en küçük şey, en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün bu kâinat Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka surette olamaz. Esbab [sebebler] ise bir perdedir. Çünkü en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz

379

mahlûklar, [varlıklar] bazan san’at ve hilkat [yaratılış] cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek, tavuktan san’atça ileri geçmezse de, geri de kalmaz. Öyleyse, büyük küçük tefrik edilmeyecek. Ya bütün esbab-ı maddiyeye [maddî sebepler] taksim edilecek, veyahut bütünü birden birtek zâta verilecektir. Birinci şık muhal [bâtıl, boş söz] olduğu gibi, bu şık vâciptir, zarurîdir. Çünkü birtek zâta, yani, bir Kadîr-i Ezelîye [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] verilse, madem bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] intizamat [düzenler, dengeler] ve hikmetleriyle vücudu kat’î tahakkuk [gerçekleşme] eden ilmi herşeyi ihata [herşeyi kuşatma] ediyor. Ve madem ilminde herşeyin miktarı taayyün [belirleme] ediyor. Ve madem, bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] her vakit hiçten, nihayetsiz suhuletle, [kolaylıkla] nihayetsiz san’atlı masnular vücuda geliyor. Ve madem o Kadîr-i Alîmin, [herşeyi bilen ve herşeye gücü yeten Allah] bir kibrit çakar gibi, emr-i كُنْ فَيَكُونُ 1 ile, hangi şey olursa olsun icad edebildiğini, hadsiz kuvvetli delillerle çok risalelerde beyan ettiğimiz ve hususan Yirminci Mektup ve Yirmi Üçüncü Lem’anın [parıltı] âhirinde ispat edildiği gibi, hadsiz bir kudreti var. Elbette, bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görülen harikulâde suhulet [kolaylık] ve kolaylık, o ihata-i ilmiyeden [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] ve azamet-i kudretten [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] geliyor.

Meselâ, nasıl ki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] yazılan bir kitaba, o yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse, o koca kitap birden herbir göze vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de, o Kadîr-i Ezelînin [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] ilm-i muhitinde, [her şeyi kuşatan ilim] herşeyin suret-i mahsusası, bir miktar-ı muayyenle [belirlenmiş miktar] taayyün [belirleme] ediyor. O Kadîr-i Mutlak, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile, o hadsiz kudretiyle ve nâfiz [derinlere işleyen; etkili] iradesiyle, o yazıya sürülen ecza [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] gibi, gayet kolay ve suhuletle, [kolaylıkla] kudretin bir cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u haricî [dış dünya, görünen varlık âlemi] verir, göze gösterir, nukuş-u hikmetini okutturur.

380

Eğer bütün eşya birden o Kadîr-i Ezelîye [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] ve Alîm-i Külli Şeye [herşeyi bilen ve herşey ilmi dahilinde olan Allah] verilmezse, o vakit sinek gibi en küçük birşeyin vücudunu, dünyanın ekser nevilerinden hususî bir mizanla [ölçü] toplamak lâzım gelmekle beraber; o küçük sineğin vücudunda çalışan zerreler, o sineğin sırr-ı hilkatini [yaratılış sırrı] ve kemâl-i san’atını [eksiksiz ve mükemmel san’at] bütün dekaikiyle [incelikler] bilmekle olabilir. Çünkü esbab-ı tabiiye [doğal sebepler] ile esbab-ı maddiye, [maddî sebepler] bilbedahe [açıkça] ve umum ehl-i aklın [akıl sahipleri] ittifakıyla, hiçten icad edemez. Öyleyse, herhalde, onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak; hangi zîhayat [canlı] olursa olsun, ekser anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] ve envâından [tür] nümuneler, içinde vardır. Adeta kâinatın bir hülâsası, [esas, öz] bir çekirdeği hükmündedir. Elbette, o halde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zîhayatı [canlı] bütün rû-yi zeminden [yeryüzü] ince elekle eleyip ve en hassas bir mizanla [ölçü] ölçüp toplattırmak lâzım geliyor. Ve madem esbab-ı tabiiye [doğal sebepler] cahildir, câmiddir; bir ilmi yoktur ki bir plân, bir fihriste, bir model, bir program takdir etsin, ona göre mânevî kalıba gelen zerrâtı [atomlar] eritip döksün, tâ dağılmasın, intizamını bozmasın. Halbuki herşeyin şekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği için, hadsiz had ve hesaba gelmez eşkâller, miktarlar içinde birtek şekil ve miktarda, sel gibi akan anâsırın [kâinattaki unsurlar, elementler] zerreleri dağılmayarak, muntazaman, miktarsız, kalıpsız, birbiri üstünde kitle halinde durdurmak ve zîhayata [canlı] muntazam bir vücut vermek, ne derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor. Elbette kimin kalbinde körlük yoksa görür.

Evet, bu hakikate binaen,

اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ

bu âyet-i azîmenin [büyük ve yüce âyet] sırrıyla,Haşiye bütün esbab-ı maddiye [maddî sebepler] toplansa, onların ihtiyarları da olsa, birtek sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını mizan-ı mahsusla [özel ölçü] toplayamazlar. Toplasalar da, o vücudun miktar-ı muayyenesinde [belirlenmiş miktar] durduramazlar. Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan

381

zerrâtı, [atomlar] muntazaman çalıştıramazlar. Öyleyse, bilbedahe, [açıkça] esbab [sebebler] bu eşyaya sahip çıkamazlar. Demek Sahib-i Hakikîleri başkadır.

Evet, öyle bir Sahib-i Hakikîleri var ki, مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ 1 âyetinin sırrıyla, bütün zeminin yüzündeki zîhayatı, [canlı] bir sineğin ihyâ[diriltme, hayat verme] kadar kolay yapar. Bir baharı, birtek çiçek kolaylığında icad eder. Çünkü toplamaya muhtaç değil. Emr-i كُنْ فَيَكُونُ 2 ‘a mâlik olduğundan; ve her baharda hadsiz mevcudat-ı bahariyenin madde-i unsuriyesinden başka hadsiz sıfât ve ahvâl [haller] ve eşkâllerini hiçten icad ettiğinden; ve ilminde herşeyin plânı, modeli, fihristesi ve programı taayyün [belirleme] ettiğinden; ve bütün zerrat [atomlar] Onun ilim ve kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi herşeyi nihayet kolaylıkla icad eder. Ve hiçbir şey, zerre miktar hareketini şaşırmaz. Seyyârat [gezegenler] mutî [emre uyan] bir ordusu olduğu gibi, zerrat [atomlar] dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer. Madem o kudret-i ezeliyeye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] istinaden hareket ediyorlar ve o ilm-i ezelînin [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] düsturuyla [kâide, kural] çalışıyorlar; işte o eserler, o kudrete göre vücuda gelir. Yoksa o küçük, ehemmiyetsiz şahsiyetlerine bakmakla o eserler küçülmez. O kudrete intisap [bağlanma] kuvvetiyle bir sinek, bir Nemrut’u gebertir. Karınca, Firavunun sarayını harap eder. Zerre gibi küçük çam tohumu, dağ gibi koca bir çam ağacının yükünü omuzunda taşıyor. Bu hakikati çok risalelerde ispat ettiğimiz gibi, nasıl ki bir nefer, [asker] askerlik vesikasıyla [belge] padişaha intisap [bağlanma] noktasında, yüz bin defa kendi kuvvetinden fazla, bir şahı esir etmek gibi eserlere mazhar [erişme, nail olma] olur. Öyle de, herşey, o kudret-i ezeliyeye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] intisabıyla, [bağlanma, mensup olma] yüz bin defa esbab-ı tabiiyenin [doğal sebepler] fevkinde [üstünde] mucizât-ı san’ata [sanat mucizeleri] mazhar [erişme, nail olma] olabilir.

382

Elhasıl, [kısaca, özetle] herşeyin nihayet derecede hem san’atlı, hem suhuletli [kolay] vücudu gösteriyor ki, muhit bir ilim sahibi olan bir Kadîr-i Ezelînin [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] eseridir. Yoksa, yüz bin muhal [bâtıl, boş söz] içinde, değil vücuda gelmek, belki imkân dairesinden çıkıp imtinâ dairesine girecek ve mümkün suretinden çıkıp mümteni [imkansız] mahiyetine girecek ve hiçbir şey vücuda gelmeyecek, belki de vücuda gelmesi muhal [bâtıl, boş söz] olacaktır.

İşte bu gayet ince ve gayet kuvvetli ve gayet derin ve gayet zâhir bir burhanla, [delil] şeytanın muvakkat [geçici] bir şakirdi [talebe, öğrenci] ve ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i felsefenin [felsefe ile uğraşanlar] bir vekili olan nefsim sustu. Ve, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] tam imana geldi. Ve dedi ki:

Evet, bana öyle bir Hâlık [her şeyi yaratan Allah] ve Rab lâzım ki, en küçük hâtırât-ı kalbimi [kalbden geçen şeyler, kalbin hâtıraları] ve en hafî [gizli] niyazımı bilecek; ve en gizli ihtiyac-ı ruhumu [ruhun ihtiyacı] yerine getirdiği gibi, bana saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vermek için, koca dünyayı âhirete tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edecek ve bu dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak; hem sineği halk ettiği gibi semâvâtı da icad edecek; hem güneşi semânın yüzüne bir göz olarak çaktığı gibi, bir zerreyi de gözbebeğimde yerleştirecek bir kudrete mâlik olsun. Yoksa, sineği halk edemeyen, hâtırât-ı kalbime [kalbden geçen şeyler, kalbin hâtıraları] müdahale edemez, niyaz-ı ruhumu [ruhun yalvarıp yakarması] işitemez. Semâvâtı halk etmeyen, saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bana veremez. Öyleyse, benim Rabbim Odur ki, hem hâtırât-ı kalbimi [kalbden geçen şeyler, kalbin hâtıraları] ıslah eder, hem cevv-i hava[gökyüzü, atmosfer] bulutlarla bir saatte doldurup boşalttığı gibi dünyayı âhirete tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edip, Cenneti yapıp, kapısını bana açar, “Haydi, gir” der.

İşte, ey nefsim gibi bedbahtlık neticesinde bir kısım ömrünü nursuz felsefî ve ecnebî fünununa [fenler, bilimler] sarf eden ihtiyar kardeşlerim! Kur’ân’ın lisanındaki mütemadiyen Lâ ilâhe illâ Hû ferman-ı kudsiyesinden [kutsal bir makamdan gelen buyruk] ne kadar kuvvetli ve ne kadar hakikatli ve hiçbir cihette sarsılmaz ve zedelenmez ve tagayyür [başkalaşım, değişme] etmez kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir rükn-ü imanîyi [imanın şartı, esası] anlayınız ki, nasıl bütün mânevî zulümatı dağıtır ve mânevî yaraları tedavi eder!

383

Bu uzun macerayı, ihtiyarlığımın rica [ümit] kapıları içinde derci, [yerleştirme] adeta ihtiyarımla olmadı. İstemiyordum, belki usandıracak diye çekiniyordum. Fakat bana yazdırıldı diyebilirim. Her neyse, sadede [asıl konu, esas mânâ] dönüyorum.

Saç ve sakalımdaki beyaz kılların ve bir vefâdârın sadakatsizliği neticesinde o şâşaalı ve zâhiren tatlı ve süslü İstanbul’un hayat-ı dünyeviyesinin [dünya hayatı] ezvâkından [zevkler, lezzetler] bana bir nefret geldi. Nefis, meftun [aşık] olduğu ezvâkın [zevkler, lezzetler] yerinde mânevî ezvâk [zevkler, lezzetler] aradı. Bu ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] nazarında soğuk ve ağır ve nâhoş görünen ihtiyarlıkta bir teselli, bir nur istedi. Felillâhilhamd, [Allah’a hamdolsun] Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz bin şükür olsun, bütün o hakikatsiz, tatsız, akıbetsiz ezvâk-ı dünyeviye yerine, hakikî, daimî ve tatlı ezvâk-ı imaniyeyi Lâ ilâhe illâ Hû’da ve nur-u tevhidde [Allah’ın birliğini gösteren nur] bulduğum gibi, ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] nazarında soğuk ve sakîl [ağır] görünen ihtiyarlığı, o nur-u tevhidle [Allah’ın birliğini gösteren nur] çok hafif ve hararetli ve nurlu gördüm.

Ey ihtiyar ve ihtiyareler! [yaşlı kadın] Madem sizlerde iman var ve madem imanı ışıklandıran ve inkişaf [açığa çıkma] ettiren namaz ve niyaz var. İhtiyarlığınıza ebedî bir gençlik nazarıyla bakabilirsiniz. Çünkü onunla ebedî bir gençlik kazanabilirsiniz. Hakikî soğuk ve sakîl [ağır] ve çirkin ve zulmetli ve elemli olan ihtiyarlık ise, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ihtiyarlıklarıdır, belki de onların gençlikleridir. Onlar ağlamalı, onlar “Vâ esefâ, [esefler olsun, çok yazık] vâ hasretâ!” [eyvah, yazık] demeli. Sizler, ey muhterem imanlı ihtiyarlar, “Elhamdü lillâhi alâ külli hal[her durumda] deyip mesrurâne [mutlu] şükretmelisiniz.

ON İKİNCİ RİCA

Bir zaman, Isparta vilâyetinin Barla nahiyesinde, nefiy [inkâr] namı altında işkenceli bir esaretle, yalnız ve kimsesiz, bir köyde ihtilâttan [birbirine karışma] ve muhabereden men edilmiş bir vaziyette, hem hastalık, hem ihtiyarlık, hem gurbet içinde gayet perişan bir halde iken, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâl-i merhametinden, [merhametin mükemmelliği] Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nüktelerine, [derin anlamlı söz]

384

sırlarına dair benim için medar-ı teselli [teselli kaynağı] bir nur ihsan [bağış] etmişti. Onunla o acı, elîm, hazîn vaziyetimi unutmaya çalışıyordum.

Vatanımı, ahbabımı, akaribimi [akrabalar, yakınlar] unutabiliyordum. Fakat, vâ hasretâ, [eyvah, yazık] birisini unutamıyordum. O da hem biraderzadem, [kardeş çocuğu, yeğen] hem mânevî evlâdım, hem en fedakâr talebem, hem en cesur bir arkadaşım olan merhum Abdurrahman idi. Altı yedi sene evvel benden ayrılmıştı. Ne o benim yerimi biliyor ki yardıma koşsun, teselli versin; ve ne de ben onun vaziyetini biliyordum ki onunla muhabere edeyim, dertleşeyim. Benim bu ihtiyarlık vaziyeti zamanımda öyle fedakâr, sadık birisi bana lâzımdı.

Sonra, birden, birisi bana bir mektup verdi. Mektubu açtım, gördüm ki, Abdurrahman’ın mahiyetini tam gösterir bir tarzda bir mektup ki, o mektubun bir kısmı Yirmi Yedinci Mektubun fıkraları [bölüm] içinde, üç zâhir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] gösterir bir tarzda derc [yerleştirme] edilmiştir. O mektup beni çok ağlattırmış ve el’an [şimdi] da ağlattırıyor. Merhum Abdurrahman, o mektupla, pek ciddî ve samimî bir surette, dünyanın ezvâkından [zevkler, lezzetler] nefret ettiğini ve en büyük maksadı, bana yetişip, küçüklüğünde benim ona baktığım gibi o da ihtiyarlığımda bana hizmet etmekti. Hem, dünyada benim hakikî vazifem olan neşr-i esrar-ı Kur’âniyede, muktedir kalemiyle bana yardım etmekti. Hattâ mektubunda yazıyordu: “Yirmi otuz risaleyi bana gönder; herbirisinden yirmi otuz nüsha yazıp ve yazdıracağım” diyordu.

O mektup, bana, dünyaya karşı kuvvetli bir ümit verdi. Dehâ derecesinde zekâya mâlik ve hakikî evlâdın çok fevkinde [üstünde] bir sadakat ve irtibatla bana hizmet edecek böyle cesur bir talebemi buldum diye, o işkenceli esareti, o kimsesizliği, o gurbeti, o ihtiyarlığı unuttum.

O mektuptan evvel, iman-ı bi’l-âhirete dair tab [basma] ettirdiğim Onuncu Sözün bir nüshası eline geçmişti. Güya o risale ona bir tiryak [derman, ilaç] idi ki, altı yedi sene zarfında aldığı bütün mânevî yaralarını tedavi etti. Gayet kuvvetli ve parlak bir imanla ecelini bekliyor gibi, bana o mektubu yazmış. Bir iki ay sonra Abdurrahman vasıtasıyla yine mes’udâne [mutlu bir şekilde] bir hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] geçirmek tasavvurunda iken, vâ hasretâ, [eyvah, yazık] birden onun vefat haberini aldım. Bu haber o derece beni sarstı ki, beş

385

senedir daha o tesir altındayım. O vakit bulunduğum işkenceli esaret ve yalnızlık ve gurbet ve ihtiyarlık ve hastalığım, on derece onların fevkinde [üstünde] bana bir firkat, [ayrılık] bir rikkat, [acıma] bir hüzün verdi. Benim merhume validemin vefatıyla hususî dünyamın yarısı, onun vefatıyla vefat etmiş diyordum. Abdurrahman’ın vefatıyla da, bâki kalan öteki yarı dünyam da vefat etti gördüm. Dünyadan bütün bütün alâkam kesildi. Çünkü o dünyada kalsaydı, hem dünyadaki vazife-i uhreviyemin [âhirete ait görev] kuvvetli bir medarı [kaynak, dayanak] ve benden sonra tam yerime geçecek bir hayrülhalef ve hem de bu dünyada en fedakâr bir medar-ı teselli, [teselli kaynağı] bir arkadaşım olabilirdi; ve en zeki bir talebem, bir muhatap ve Risale-i Nur eczalarının en emin bir sahibi ve muhafızı olurdu.

Evet, insaniyet itibarıyla böyle bir zayiat, benim gibi insanlara çok hırkatlidir, [ayrılık ateşi] yandırıyor. Gerçi zâhiren tahammüle çalışıyordum, fakat ruhumda şiddetli fırtına vardı. Eğer ara sıra Kur’ân’ın nurundan gelen teselli teskin etmeseydi, benim için dayanmak mümkün olamayacaktı. O zaman Barla derelerine, dağlarına yalnız gidip geziyordum. Hâlî [boş] yerlerde oturup o teessürât-ı [üzülme, etkilenme] hazîne içinde, eski zamanda Abdurrahman gibi sadık talebelerimle geçirdiğim mes’udâne [mutlu bir şekilde] hayat levhaları sinema gibi hayalimden geçtikçe, ihtiyarlık ve gurbetin verdiği sür’at-i teessür, mukavemetimi kırıyordu.

Birden, كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 1 âyet-i kudsiyenin [kutsal âyet] sırrı inkişaf [açığa çıkma] etti. Bana يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى * يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى 2 dedirtti ve onunla hakikî teselli verdi.

Evet, ben o hâlî [boş] derede, o hazîn hâlette, [durum] bu âyet-i kudsiyenin [kutsal âyet] sırrıyla, Mirkatü’s-Sünne [sünnetin merdiveni; sünnetin dereceleri] Risalesinde işaret edildiği gibi, kendimi üç büyük cenaze başında gördüm:

Biri, elli beş yaşıma kadar elli beş ölmüş ve hayat-ı ömrümde defnedilmiş Said’lerin kabri üstünde bir mezar taşı olarak kendimi gördüm.

386

İkinci cenaze, zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] (a.s.) beri, benim hemcinsim ve nev’im vefat edip mazi [geçmiş] kabrinde defnedilmiş olan o büyük cenazenin başında, mezar taşı hükmünde olan bu asrın yüzünde gezer, karınca gibi küçük bir zîhayat [canlı] suretinde kendimi gördüm.

Üçüncü cenaze ise, insanlar gibi her sene dünya yüzünde seyyar bir dünyanın vefatıyla, büyük dünya da bu âyetin sırrıyla vefat edeceği, hayalimin önünde tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etti.

İşte, Abdurrahman’ın vefatının hüznünden gelen bu dehşetli mânâyı bütün bütün aydınlattıracak ve hakikî teselli ve sönmez nur verecek bu âyet-i kerime, mânâ-yı işarîsiyle [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] imdada yetişti:

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 1

Evet, bu âyet bildirdi ki: Madem Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] var; O herşeye bedeldir. Madem O bâkidir; elbette O kâfidir. Birtek cilve-i inâyeti, bütün dünya yerini tutar. Ve bir cilve-i nuru, mezkûr [adı geçen] üç büyük cenazeye mânevî hayat verir; cenazeler olmadığını, belki vazifelerini bitirmiş, başka âlemlere gitmiş olduklarını gösteriyor. Üçüncü Lem’ada [parıltı] bu sırrın izahı geçtiğinden, ona iktifâen [yeterli görerek] burada yalnız derim ki:

كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ 2 (ilâ âhir) âyetinin meâlini gösteren, iki defa

يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى * يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى 3 beni gayet elîm o hazîn hâletten [durum] kurtardı. Şöyle ki:

Birinci defa يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى dedim; dünya ve dünyadaki Abdurrahman gibi hadsiz alâkadar olduğum ahbapların zevâlinden [batış, kayboluş] ve rabıtaların [bağ] kopmasından neş’et [doğma] eden hadsiz mânevî yaralar içinde bir ameliyat-ı cerrahiye [cerrahî ameliyat] nev’inde bir tedavi başladı.

387

İkinci defa يَابَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى 1 cümlesi, bütün o hadsiz mânevî yaralara hem merhem, hem tiryak [derman, ilaç] oldu. Yani, “Sen bâkisin. Giden gitsin, Sen yetersin. Madem Sen bâkisin; zeval [geçip gitme] bulan herşeye bedel bir cilve-i rahmetin [İlâhî rahmetin yansıması] kâfidir. Madem Sen varsın; Senin varlığına iman ile intisabını [bağlanma, mensup olma] bilen ve sırr-ı İslâmiyetle o intisaba [bağlanma, mensup olma] göre hareket eden insana herşey var. Fenâ ve zevâl, [batış, kayboluş] mevt [ölüm] ve adem [hiçlik, yokluk] bir perdedir, bir tazelenmektir, ayrı ayrı menzillerde gezmek hükmündedir” diye düşünüp, tamamıyla o hırkatli, [ayrılık ateşi] firkatli, [ayrılık] hazîn, elîm, karanlıklı, dehşetli hâlet-i ruhaniye, sürurlu, [mutluluk] neş’eli, lezzetli, nurlu, sevimli, ünsiyetli [cana yakın, dost] bir hâlete inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etti. Lisanım ve kalbim, belki lisan-ı hal [beden dili] ile bütün zerrât-ı vücudum [beden hücreleri] “Elhamdü lillâh” dediler.

İşte, o cilve-i rahmetin [İlâhî rahmetin yansıması] binden bir cüz’ü şudur ki:

Ben o hüzüngâhım olan dereden ve o hüzün-engiz hâletten, [durum] Barla’ya döndüm. Baktım ki, Kuleönlü Mustafa namında bir genç, benden ilmihâle ait, abdest ve namaza dair birkaç meseleyi sormak için gelmiş. O vakit misafirleri kabul etmediğim halde, onun ruhundaki ihlâs ve ileride Risale-i Nur’a edeceği kıymettar hizmetiHaşiye 1 güya hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile ruhum o gencin ruhunda okudu; onu geriye çevirmedim, kabul ettim.Haşiye 2 Sonra tebeyyün [meydana çıkma, görünme] etti ki, Risale-i Nur

388

hizmetinde ve benden sonra hayrülhalef olarak, bir vâris-i hakikî vazifesini tam yerine getirecek olan Abdurrahman yerine, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Mustafa’yı nümune olarak bana göndermiş ki, “Senden bir Abdurrahman aldım; mukabilinde, bu gördüğün Mustafa gibi otuz Abdurrahman, o vazife-i diniyede [dini görev] sana hem talebe, hem biraderzade, [kardeş çocuğu, yeğen] hem evlâd-ı mânevî, hem kardeş, hem fedakâr arkadaş vereceğim.”

Evet, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] otuz Abdurrahman’ı verdi. O vakit dedim: “Ey ağlayan kalbim! Madem bu nümuneyi gördün ve onunla o mânevî yaraların en mühimini tedavi etti. Sair bütün seni müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] eden yaraları da tedavi edeceğine kanaatin gelmelidir.”

İşte, ey benim gibi ihtiyarlık zamanında gayet sevdiği evlâdını veya akrabasını kaybeden ve beline yüklenmiş ihtiyarlığın ağır yüküyle beraber firaktan [ayrılık] gelen ağır gamları da başına yüklenen ihtiyar kardeşler ve ihtiyare [yaşlı kadın] hemşireler! Benim vaziyetimi, anladınız ki, sizinkinden çok şiddetli iken, madem böyle bir âyet-i kerime tedavi etti, şifa verdi. Elbette, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] eczahane-i kudsiyesinde, umum dertlerinize şifa verecek ilâçları vardır. Eğer iman ile ona müracaat edip ve ibadetle o ilâçları istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etseniz, belinizde ve başınızdaki o ihtiyarlığın ve gamların ağır yükleri gayet hafifleşecektir.

Bu mebhasın [bahis, kısım] uzun yazılmasının sırrı ise, merhum Abdurrahman’a ziyade dua-yı rahmet ettirmek düşüncesidir; sizi usandırmasın. Hem sizi belki ziyade müteellim [acı çeken] edecek en acıklı ve nefret verip ürkütecek en dehşetli yaramı gayet nâhoş, elîm bir surette size göstermekten maksadım, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] tiryakı ne derece harikulâde bir ilâç ve parlak bir nur olduğunu göstermektir.