LEM’ALAR – Yirmi Birinci Lem’a (267-279)

267

Yirmi Birinci Lem’a [parıltı]

 İhlâs hakkında

On Yedinci Lem’anın [parıltı] On Yedinci Notasının [bildiri] Yedi Meselesinden Dördüncü Meselesi iken, ihlâs münasebetiyle Yirminci Lem’anın [parıltı] İkinci Noktası oldu. Nuraniyetine binaen Yirmi Birinci Lem’a [parıltı] olarak Lemeâta [Lem’alar isimli eser] girdi.

Bu Lem’a [parıltı] lâakal [en az] her on beş günde bir defa okunmalı.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَلاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ 1 * وَقُومُوا لِلّٰهِ قَانِتِينَ * 2

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا * وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا 3* وَلاَ تَشْتَرُوا بِاٰيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاً * 4

EY ÂHİRET KARDEŞLERİM ve ey hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz:

Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin [sağlam] bir nokta-i istinad, [dayanak noktası] en kısa bir tarîk-i hakikat, [hakikat yolu] en makbul bir dua-yı mânevî, [mânevî dua] en kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bir vesile-i makasıd, [hedeflere ulaşma aracı] en yüksek bir haslet, [huy, karakter] en sâfi bir ubudiyet, [Allah’a kulluk] ihlâstır.

Madem ihlâsta mezkûr [adı geçen] hassalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var. Ve madem bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat [baskılar]

268

karşısında ve savletli [saldırı] bid’alar, [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] dalâletler [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] içerisinde bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir vazife-i imaniye [iman hakikatlerini yayma görevi] ve hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] omuzumuza ihsan-ı İlâhî [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] tarafından konulmuş. Elbette, herkesten ziyade, bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Ve ihlâsın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa, hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye [kutsal hizmet] kısmen zayi olur, devam etmez; hem şiddetli mes’ul oluruz. وَلاَ تَشْتَرُوا بِاٰيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاً 1 âyetindeki şiddetli tehditkârâne nehy-i İlâhîye [Allah tarafından konulan yasak] mazhar [erişme, nail olma] olup, saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] zararına, mânâsız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfuruşâne, [beğenerek] sakîl, [ağır] riyâkârâne bazı hissiyat-ı süfliye [insanları kötülüğe yönelten aşağılık duygular] ve menâfi-i cüz’iyenin [küçük ve sınırlı menfaatler] hatırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] kudsiyetine [kutsal, kusursuz ve yüce] hürmetsizlik etmiş oluruz.

Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin [hayırlı işler] çok muzır [zararlı] mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz. Hazret-i Yusuf aleyhisselâm اِنَّ النَّفْسَ لاََمَّارَةٌ بِالسُّۤوءِ اِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّى 2 demesiyle, nefs-i emmâreye [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] itimad edilmez. Enâniyet ve nefs-i emmâre [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] sizi aldatmasın. İhlâsı kazanmak ve muhafaza etmek ve mânileri def etmek için, gelecek düsturlar [kâide, kural] rehberiniz olsun.

BİRİNCİ DÜSTURUNUZ [kâide, kural]

Amelinizde rıza-yı İlâhî [Allah rızası] olmalı.

Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse,

269

bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza [bir şeyin gereği] ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rızasını esas maksat yapmak gerektir.

İKİNCİ DÜSTURUNUZ [kâide, kural]

Bu hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk [üstünlük taslama, üstünlüklerini satmaya çalışma] nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir.

Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal [tamamlama] eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet [yardım] eder. Yoksa o vücud-u insanın [insan bedeni] hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.

Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne [rekabet edercesine] uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm [öne geçme, ileride olma] edip tahakküm [baskı] etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa’ye [çalışma] şevkini kırıp atâlete [hareketsizlik] uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] birbirinin hareketini umumî maksada tevcih [yöneltme] etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, [dayanışma] bir ittifakla gaye-i hilkatlerine [yaratılış amacı] yürürler. Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm [baskı] karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akîm [neticesiz] bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.

İşte, ey Risale-i nur şakirtleri [öğrenci] ve Kur’ân’ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil [insanın Allah’ın fiilleri, isimleri ve sıfatlarının en parlak aynası olma seviyesine ulaşması] ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye [sonsuz âhiret hayatı] içindeki saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet [güvenli yer] olan Dârüsselâma [esenlik yurdu, Cennet] ümmet-i Muhammediyeyi [Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar] (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede [Allah’ın gemisi, dünya] çalışan hademeleriz. Elbette, dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i mâneviyeyi [mânevî güç] temin eden sırr-ı ihlâsı [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] kazanmakla tesanüd [dayanışma] ve ittihad-ı hakikîye [gerçek anlamda birlik oluşturmak] muhtacız ve mecburuz.

270

Evet, üç elif ittihad [birleşme] etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet [sayısal değer] ile ittihad [birleşme] etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet [kardeşlik sırrı] ve ittihad-ı maksat [aynı hedefte birleşme] ve ittifak-ı vazife [aynı görevde birleşme] ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] ile, on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi [mânevî güç] dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye [tarihî olaylar] şehadet ediyor.

Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid [aynı noktada birleşen] adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.Haşiye [dipnot]

ÜÇÜNCÜ DÜSTURUNUZ [kâide, kural]

Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz.

Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır. Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.

Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur. Çünkü, yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul’da ettiğimiz hizmet-i ilmiye [ilme hizmet] ve diniyeye mukabil, burada, yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul’da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî; insafsız memurların tarassudat [göz altında tutma çalışmaları] ve tazyikatları [baskılar] altında, yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla

271

muvaffakiyeti [başarı] gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine kat’iyen [kesinlikle] şüphem kalmadı.

Hem itiraf ediyorum ki, samimî ihlâsınızla, şan ve şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyâdan beni bir derece kurtardınız. İnşaallah tam ihlâsa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız.

Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o mucizevâri kerametiyle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika keramet-i gaybiyesiyle, [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] sizlere bu sırr-ı ihlâsa [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] binaen iltifat ediyorlar. Ve himayetkârâne [koruyarak] teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri [ilgi] ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem’adaki [parıltı] şefkat tokatlarını tahattur [hatıra gelme] ediniz.

Böyle mânevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz, وَيُؤْثِرُونَ عَلٰۤى اَنْفُسِهِمْ 1 sırrıyla ihlâs-ı tâm[tam bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme] kazanınız. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, [ilgi] hattâ menfaat-i maddiye [maddi fayda, çıkar] gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ, en lâtif [berrak, şirin, hoş] ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi [iman gerçeği] muhtaç bir mü’mine bildirmek ki, en mâsumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık [bencil] gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer “Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim” arzunuz varsa, çendan [gerçi] onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mâbeyninizdeki [ara] sırr-ı ihlâsa [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] zarar gelebilir.

DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ [kâide, kural]

Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne [şükreder bir şekilde] iftihar etmektir.

Ehl-i tasavvufun [tasavvuf ehli; Allah’a ulaşmak için tasavvuf yolunu seçenler] mâbeyninde [ara] fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ıstılahatı [her hangi bir ilme ait kelimeler, tabirler, terimler] var. Ben sufî [tasavvuf ilmiyle uğraşan] değilim. Fakat onların bu düsturu, [kâide, kural] bizim meslekte fenâ fi’l-ihvân suretinde

272

güzel bir düsturdur. [kâide, kural] Kardeşler arasında buna tefânî [kardeşler arasında fani olmak] denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyat-ı nefsaniyesini [kötülükleri emreden nefsin yönlendirdiği duygular] unutup, kardeşlerinin meziyat [meziyetler, güzel özellikler] ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.

Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. [kardeşlik] Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki [ara] vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye [Allah’ın dostu (Halîlullah) ünvanına sahip olan Hz. İbrahim’in örnek alındığı yol] olduğu için, meşrebimiz [hareket tarzı, metod] hıllettir. [çok güçlü dostluk] Hıllet [çok güçlü dostluk] ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza [bir şeyin gereği] eder. Bu hılletin [çok güçlü dostluk] üssü’l-esası, [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] samimî ihlâstır. Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin [çok güçlü dostluk] gayet yüksek kulesinin başından sukut [alçalış, düşüş] eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var; ortada tutunacak yer bulamaz.

Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i kübrâ-yı Kur’âniye [Kur’an’ın temel prensiplerinden hareketle açılan en büyük cadde] olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var. İnşaallah, Risale-i Nur yoluyla Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] daire-i kudsiyesine [kutsal daire] girenler, daima nura, ihlâsa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut [alçalış, düşüş] etmeyeceklerdir.

Ey hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] arkadaşlarım! İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. [her an ölümü düşünüp ahiret için çalışmak] Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel [hiç ölmeyecekmiş gibi uzun emel sahibi olma] olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. [her an ölümü düşünüp ahiret için çalışmak] Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza [düşünme, akla getirme] edip, nefsin desiselerinden [hile, aldatma] kurtulmaktır. Evet, ehl-i tarikat [bir tarikata bağlı olanlar] ve ehl-i hakikat, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] كُلُّ نَفْسٍ ذَۤائِقَةُ الْمَوْتِ * 1 اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَ 2 gibi âyetlerinden aldığı dersle, rabıta-i mevti [her an ölümü düşünüp ahiret için çalışmak] sülûklarında [mânevî yol alma] esas tutmuşlar; tûl-i emelin [hiç ölmeyecekmiş gibi uzun emel sahibi olma]

273

menşei [kaynak] olan tevehhüm-ü ebediyeti [sonsuza kadar yaşayacağını sanmak] o rabıta [bağ] ile izale [giderme] etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül [hayal etme] edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip, düşüne düşüne, nefs-i emmâre [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] o tahayyül [hayal etme] ve tasavvurdan müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olup, uzun emellerinden bir derece vazgeçer. Bu rabıtanın [bağ] fevâidi [faydalar] pek çoktur. Hadiste اَكْثِرُوا ذِكْرَ هَادِمِ اللَّذَّاتِ 1 (ev kemâ kàl) yani, “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” diye bu rabıta[bağ] ders veriyor.

Fakat mesleğimiz tarikat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu rabıtayı, [bağ] ehl-i tarikat [bir tarikata bağlı olanlar] gibi farazî ve hayalî suretinde yapmaya mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikate [hakikate ulaşmak için takip edilen yöntem] uygun gelmiyor. Belki, âkıbeti düşünmek suretinde müstakbeli [gelecek] zaman-ı hazıra [şimdiki zaman] getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı hazırdan [şimdiki zaman] istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalmadan, bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini [ölüm] gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlâs-ı etemme [tam ve mükemmel ihlâs] yol açar.

İkinci sebep, iman-ı tahkikînin [araştırma ve incelemeye dayanan iman] kuvvetiyle ve marifet-i Sânii [her şeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme] netice veren masnuattaki [san’at eseri] tefekkür-ü imanîden [imanî meselelerin bütün ayrıntıları ile tefekkür edilmesi, düşünülmesi] gelen lemeât [Lem’alar isimli eser] ile bir nevi huzur kazanıp, Hâlık-ı Rahîmin [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] hazır, nâzır olduğunu düşünüp, Ondan başkasının teveccühünü [ilgi] aramayarak, huzurunda başkalarına bakmak, medet aramak o huzurun edebine muhalif olduğunu düşünmekle o riyâdan kurtulup ihlâsı kazanır.

Her ne ise, bunda çok derecat, [dereceler] merâtip [mertebeler] var. Herkes kendi hissesine göre ne kadar istifade edebilse o kadar kârdır. Risale-i Nur’da riyâdan kurtaracak, ihlâsı kazandıracak çok hakaik [doğru gerçekler] zikredildiğinden, ona havale edip burada kısa kesiyoruz.

274

İhlâsı kıran ve riyâya sevk eden pek çok esbabdan iki üçünü muhtasaran [kısa] beyan edeceğiz.

BİRİNCİSİ: Menfaat-i maddiye [maddi fayda, çıkar] cihetinden gelen rekabet, yavaş yavaş ihlâsı kırar. Hem netice-i hizmeti [hizmetin sonucu] de zedeler. Hem o maddî menfaati de kaçırır.

Evet, hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet [yardım] fikrini daima beslemiş. Ve bilfiil onların hakikat-i ihlâslarına [ihlâs gerçeği] ve sadıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hâcât-ı maddiyelerinin [maddî ihtiyaçlar] tedarikiyle meşgul olup vakitlerini zayi etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip hürmet etmişler. Fakat bu muavenet [yardım] ve menfaat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır [bekleyen, hazır] kalmakla, lisan-ı hal [beden dili] ile dahi istenilmez. Belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ihlâsı zedelenir. Hem وَلاَ تَشْتَرُوا بِاٰيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاً 1 âyetinin nehyine [yasak] yanaşır, ameli kısmen yanar.

İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır [bekleyen, hazır] kalmak, sonra nefs-i emmâre, [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] hodgâmlık [bencil] cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlâsı zedelenir, hizmette kudsiyeti [kutsal, kusursuz ve yüce] kaybeder, ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] nazarında sakîl [ağır] bir vaziyet alır. Ve maddî menfaati de kaybeder.

Her ne ise, bu hamur çok su götürür. Kısa kesip, yalnız, hakikî kardeşlerimin içinde sırr-ı ihlâsı [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] ve samimî ittifakı kuvvetleştirecek iki misal söyleyeceğim.

Birinci misal: Ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] büyük bir servet ve şiddetli bir kuvvet elde etmek için, hattâ bir kısım ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin [insanların sosyal hayatı] mühim âmilleri ve komiteleri, iştirak-i emval [mal ortaklığı] düsturunu [kâide, kural] kendilerine rehber etmişler. Bütün sû-i istimâlât [bir şeyi kötüye kullanma işlemleri] ve zararlarıyla beraber, harika bir kuvvet, bir menfaat elde ediyorlar.

275

Halbuki, iştirak-i emvâlin, çok zararlarıyla beraber, iştirakle mahiyeti değişmez. Herbirisi umuma gerçi bir cihette ve nezarette mâlik hükmündedir; fakat istifade edemez.

Her ne ise, bu iştirak-i emval [mal ortaklığı] düsturu [kâide, kural] a’mâl-i uhreviyeye [âhirete ait ameller, işler, fiiller] girse, zararsız azîm menfaate medardır. [kaynak, dayanak] Çünkü bütün emval, [mallar] o iştirak eden herbir ferdin eline tamamen geçmesinin sırrını taşıyor. Çünkü, nasıl ki dört beş adamdan, iştirak niyetiyle biri gazyağı, biri fitil, biri lâmba, biri şişe, biri kibrit getirip lâmbayı yaktılar. Herbiri tam bir lâmbaya mâlik oluyor. O iştirak edenlerin herbirinin bir duvarda büyük bir âyinesi [aynası] varsa, herbirinin noksansız, parçalanmadan, birer lâmba, oda ile beraber âyinesine girer. Aynen öyle de, emvâl-i uhreviyede [âhirete ait mallar; sevaplar] sırr-ı ihlâs [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] ile iştirak ve sırr-ı uhuvvet [kardeşlik sırrı] ile tesanüd [dayanışma] ve sırr-ı ittihad [birlik içinde saklı olan sır] ile teşrikü’l-mesâi, [birlikte çalışma, işbirliği yapma] o iştirak-i a’mâlden [sevap kazandıran işlerde ortaklık] hâsıl olan umum yekûn [bütün, toplam] ve umum nur herbirinin defter-i a’mâline [amel defteri] bitamâmihâ [bütünüyle, tamamıyla] gireceği, ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] mâbeyninde [ara] meşhud [görünen] ve vakidir. Ve vüs’at-i rahmet [rahmetin bolluğu] ve kerem-i İlâhînin [Allah’ın ikramı] muktezasıdır. [bir şeyin gereği]

İşte, ey kardeşlerim! Sizleri inşaallah [Allah dilerse] menfaat-i maddiye [maddi fayda, çıkar] rekabete sevk etmeyecek. Fakat menfaat-i uhreviye [âhirete ait yararlar] noktasında bir kısım ehl-i tarikat [bir tarikata bağlı olanlar] aldandıkları gibi, sizin de aldanmanız mümkündür. Fakat şahsî, cüz’î [ferdî, küçük] bir sevap nerede, mezkûr [adı geçen] misal hükmündeki iştirak-i a’mâl [sevap kazandıran işlerde ortaklık] noktasında tezahür eden sevap ve nur nerede?

İkinci misal: Ehl-i san’at, [san’atla uğraşanlar] netice-i san’atı [san’atın neticesi, ürünü] ziyade kazanmak için, iştirak-i san’at [san’at ortaklığı] cihetinde mühim bir servet elde ediyorlar. Hattâ dikiş iğneleri yapan on adam, ayrı ayrı yapmaya çalışmışlar. O ferdî çalışmanın, her günde yalnız üç iğne, o ferdî san’atın meyvesi olmuş. Sonra, teşrikü’l-mesâi [birlikte çalışma, işbirliği yapma] düsturuyla [kâide, kural] on adam birleşmişler. Biri demir getirip, biri ocak yandırıp, biri delik açar, biri ocağa sokar, biri ucunu sivriltir, ve hâkezâ… Herbirisi iğne yapmak san’atında yalnız cüz’î [ferdî, küçük] bir işle meşgul olup, iştigal [meşgul olma, uğraşma] ettiği hizmet basit olduğundan vakit zayi olmayıp, o hizmette meleke [alışkanlık] kazanarak, gayet sür’atle işini görmüş. Sonra, o teşrik-i mesâi [birlikte çalışma, işbirliği] ve taksim-i a’mâl [iş bölümü] düsturuyla [kâide, kural] olan san’atın semeresini [meyve] taksim etmişler.

276

Herbirisine bir günde üç iğneye bedel üç yüz iğne düştüğünü görmüşler. Bu hadise, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] san’atkârları [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] arasında, onları teşrik-i mesâiye [birlikte çalışma, işbirliği] sevk etmek için dillerinde destan [hikâye, kıssa; kahramanlık hikâyeleri, şiirler] olmuştur.

İşte, ey kardeşlerim! Madem umur-u dünyeviyede, [dünyaya ait işler] kesif [katı] maddelerde böyle ittihad, [birleşme] ittifak ile neticeler, böyle azîm yekûn [bütün, toplam] faydalar verir. Acaba, uhrevî ve nuranî ve tecezzî [bölünme, parçalanma] ve inkısama [bölünme, kısımlara ayrılma] muhtaç olmayarak ve fazl-ı İlâhî [Allah’ın lütfu, ihsanı] [bağış] ile herbirisinin âyinesine umum nur in’ikâs [yansıma] etmek ve herbiri umumun kazandığı misil [benzer] sevaba mâlik olmak, [sahip olmak] ne kadar büyük bir kâr olduğunu kıyas edebilirsiniz. Bu azîm kâr, rekabetle ve ihlâssızlıkla kaçırılmaz!

İHLÂSI KIRAN İKİNCİ MÂNİ: Hubb-u cahtan [makam sevgisi] gelen şöhretperestlik saikasıyla [sebebiyle] ve şan ve şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celb [çekme] etmekle enâniyeti okşamak ve nefs-i emmâreye [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] bir makam vermektir ki, en mühim bir maraz-ı ruhî [ruh hastalığı] olduğu gibi, “şirk-i hafî[gizli şirk] tabir edilen riyâkârlığa, hodfuruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler.

Ey kardeşlerim! Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmetindeki mesleğimiz hakikat ve uhuvvet [kardeşlik] olduğu ve uhuvvetin [kardeşlik] sırrı, şahsiyetini kardeşler içinde fâni edipHaşiye onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek olduğundan, mâbeynimizde [ara] bu nevi hubb-u cahtan [makam sevgisi] gelen rekabet tesir etmemek gerektir. Çünkü mesleğimize bütün bütün münâfidir. [aykırı] Madem kardeşlerin şerefi umumiyetle her ferde ait olabilir; o büyük şeref-i mânevîyi [mânevî üstünlük] şahsî, hodfuruşâne, [beğenerek] rekabetkârâne, [rekabet edercesine] cüz’î [ferdî, küçük] bir şerefe ve şöhrete feda etmek, Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] yüz derece uzak olduğu ümidindeyim.

Evet, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] kalbi, aklı, ruhu böyle aşağı, zararlı, süflî [alçak] şeylere tenezzül etmez. Fakat herkeste nefs-i emmâre [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] bulunur. Bazı da hissiyat-ı nefsiye [nefse ait duygular] damarlara ilişir, bir derece hükmünü kalb, akıl ve ruhun rağmına [zıddına, aksine] olarak

277

icra eder. Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı ittiham [suçlama] etmem. Risale-i Nur’un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat nefis ve hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve his ve vehim bazan aldatıyorlar. Onun için bazan şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şiddet, nefis ve hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve his ve vehme bakıyor; ihtiyat[dikkat, tedbir] davranınız.

Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut [sınırlanmış] makamlar bulunurdu. O makama müteaddit [bir çok] istidatlar [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] namzet [aday] olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık [bencil] olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. [kardeşlik] Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki [kardeşlik] makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye [bir noktada izdiham meydana getirme ve ferdlerin birbirine sıkıntı vermesi] medar [kaynak, dayanak] olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] eder. Pederâne, [babaya yakışır şekilde] mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap [daha çok sevap kazanma hırsı] ve ulüvv-ü himmet [çok gayretli olmak, yüksek himmet sahibi olmak] cihetiyle çok zararlı ve hatar[tehlike] neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin [tarikata mensup olanlar] o kadar mühim ve azîm kemâlâtları [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın [farklılıklar, ihtilaflar] ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kuvvetleri bid’a [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] rüzgârlarına karşı dayanamıyor.

ÜÇÜNCÜ MÂNİ: Korku ve tamâdır. Bu mâni diğer bir kısım mânilerle beraber Hücumât-ı Sittede [Risale-i Nur’da yer alan ve şeytanın altı hücum ve desisesini konu edinen bir risale; Yirmi Dokuzuncu Lem’anın [parıltı] altıncı kısmı] tamamıyla izah edildiğinden, ona havale edip, Cenâb-ı Erhamürrâhimînden [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bütün Esmâ-i Hüsnâsını [Allah’ın en güzel isimleri] şefaatçi yapıp niyaz ediyoruz ki, bizleri ihlâs-ı tâmma [tam bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme] muvaffak eylesin. Âmin.

اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ سُورَةِ اْلاِخْلاَصِ اِجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ. اٰمِينَ اٰمِينَ * 1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

ba

278

Bir kısım kardeşlerime hususî bir mektuptur

Yazıda usanan ve ibadet ayları olan Şuhur-u Selâsede [üç aylar] sair evrâdı, [okunması âdet olan dualar] beş cihetle ibadet sayılanHaşiye Risale-i Nur yazısına tercih eden kardeşlerime iki hadis-i şerifin bir nüktesini [derin anlamlı söz] söyleyeceğim.

BİRİNCİSİ: يُوزَنُ مِدَادُ الْعُلَمَۤاءِ بِدِمَۤاءِ الشُّهَدَۤاءِ 1 (ev kemâ kàl). Yani, “Mahşerde ulema-i hakikatin [iman hakikatlerini araştırıp elde eden âlimler] sarf ettikleri mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] şehidlerin kanıyla muvazene [karşılaştırma/denge] edilir, o kıymette olur.”

İKİNCİSİ: مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتِى فَلَهُ اَجْرُ مِأَةِ شَهِيدٍ 2 (ev kemâ kàl). Yani, “Bid’aların [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] ve dalâletlerin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] istilâsı zamanında Sünnet-i Seniyyeye ve hakikat-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikati] temessük [sarılma] edip hizmet eden, yüz şehid sevabını kazanabilir.”

Ey tembellik damarıyla yazıdan usanan ve ey sufîmeşrep [tasavvuf metoduyla hareket eden kişi] kardeşler! Bu iki hadisin mecmuu gösterir ki, böyle zamanda hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] ve esrar-ı Şeriat [İslâmiyet’in içindeki sırlar] ve Sünnet-i Seniyyeye hizmet eden mübarek, hâlis kalemlerden akan siyah nur veya âb-ı hayat [hayat suyu] hükmünde olan mürekkeplerin [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir dirhemi, şühedanın [şehitler] yüz dirhem kanı hükmünde yevm-i mahşerde [mahşer günü] size fayda verebilir. Öyleyse onu kazanmaya çalışınız.

279

Eğer deseniz: “Hadiste âlim tabiri var. Bir kısmımız yalnız kâtibiz.”

Elcevap: Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] bir şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] var; şüphesiz o şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bu zamanın bir âlimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı mânevînin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] parmaklarıdır. Kendi nokta-i nazarımda [bakış açısı] liyakatsiz olduğum halde, haydi, hüsn-ü zannınıza [güzel düşünce] binaen bu fakire bir üstadlık ve tebaiyet [tabi olma, uyma] noktasında bir âlim vaziyetini verdiğinizden bağlanmışsınız. Ben ümmî ve kalemsiz [okur yazar olmayan] olduğum için, sizin kalemleriniz benim kalemim sayılır; hadiste gösterilen ecri alırsınız.

Said Nursî